Carl Gustav Jung Psikoloji Ve Felsefe Pinhan Yayınları

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 139

PİNHAN YAYINCITJK

Litros Yolu, Fatih San. Sitesi No: 12/214-215


Topkapı/Zeytinbumu İstanbul
Tel: (0212) 259 27 60 Faks: (0212) 565 16 74
www.pinhanyayincilik.com
info@pinhanyayincilik.com
Sertifika No: 40676

Kaynak metin:
Die Zofingia-Vortrage 1896-1899, Walter-Verlag, 1997.
Çeviri için İngilizce baskıdaki malzeme de kullarulmışhr: The Zofingia Lec­
tures, Princeton University Press, 1983.

Bu eserin yayın hakları, ONK Ajans aracılığıyla alınmışhr.

Copyright © 2007 Foundation of the Works of C. G. Jung, Zürich

©Pinhan Yayınolık, 2021


Türkçe çeviri© Mustafa Yalçınkaya

Birinci Basım: Şubat 2021

Genel Yayın Yönetmeni: Mahmut Sever


Çeviri Editörü: Adem Beyaz
Son Okuma: Birgül Ay
Kapak Tasarımı: Mahmut Sever
Dizgi: Özlem Sümbül

Teknik Hazırlık, Baskı ve Cilt:


Yaylacık Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Litros Yolu Fatih San. Sitesi No: 12/197-203
Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 567 80 03
Sertifika No: 44865

Pinhan Yayınolık 1 263

ISBN: 978-605-7768-46-9

Bu kitabın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek


şartıyla yapılacak kısa alıntılar dışında gerek metnin, gerek görsel malze­
menin yayınevinden izin alınmadan herhangi bir yolla çoğaltılması, ya­
yımlanması ve dağıhlması 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nun
hükümlerine aykırıdır ve hak sahiplerinin maddi ve manevi haklarının
çiğnenmesi anlamına geldiği için suç oluşturur.
Psikoloji ve Felsefe
Zofingia Dersleri

Cari Gustav Jung


çeviren Mustafa Yalçınkaya
İçindekiler Tablosu

Editörün Notu+ 7
Giriş t 11

1
Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri
• 27

il
Psikoloj i Hakkında Bazı Düşünceler
• 47

III
Zofingia Cemiyeti Açılış Töreni
Başkanlık Konuşması
t73

iV
Spekülatif Düşüncenin Değeri ve Doğa Üzerine Düşünceler
• 81

v
Hıristiyanlığın Yorumlanmasına Dair, Albrecht Ritschl'in
Kuramından Hareketle Ortaya Konan Düşünceler
• 113
Editörün Notu
Jung 18 Nisan 1895'te, 20 yaşına basmasına iki ay kala Ba­
sel Üniversitesi tıp fakültesine kabul edilmişti. 18 Mayısta,
birçok üniversiteden üyeleri bulunan İsviçreli bir öğrenci
kardeşliğinin, Zofingiaverein'ın1 Basel şubesine üye oldu. Ku­
lübün programında, haftalık buluşmalarda gerçekleştirilen
derslerin, ciddi veya numaradan ciddi tartışmaların yanı sıra
bira partileri, geziler ve danslar da yer alıyordu. Jung'un,
kendisi de Zofingia üyesi olan, babası 28 Ocak 1896' da öldü;2
bir başka Zofingia üyesi Gustav Steiner'e3 bakılırsa Jung ilk
dersini verdiği 1896 Kasımına kadar haftalık kulüp toplantıla­
rında gerçekleştirilen tartışmalara katılmadı. Ardından,
1897/98 kış döneminde Basel şubesinin başkanı olarak yaptığı
açılış konuşması da dahil olmak üzere burada dört ders verdi
Jung.
Jung 1900 Temmuzunda tıp eğitimini tamamladıktan son­
ra, görünüşe bakılırsa, Zofingia derslerinin elyazmalarıru top­
layıp bir kenara kaldırdı; tıpkı sonraları Freud'un kendisine
yazdığı mektuplara yaptığı gibi bunları da çok uzun yıllar
boyunca pek umursamadı. Jung'un bilimsel yazılarında ve
yayımlanmış mektuplarında Zofingia deneyimleri hakkında
hiçbir ima bulunmaz. 1925 seminerinde ve sonraki seminer­
lerde gün yüzüne çıkardığı hatıralarında da o günlere dair bir
şey yoktur. Ancak 1935'te, Jung'un 60. yaş günü için hazırla­
nan armağanda Zofingia günleriyle ilgili birkaç canlı ayrıntı
yayımlanmıştır, fakat bunlar da kendi kaleminden değil, eski

ı Gustav Steiner, "Erinnerungen an Cari Gustav Jung," Bas/er Stadtbuch, 1965,


ss. 1 1 7-63, almhlayan: Henri Ellenberger, The Discovery of the Unconscious,
New York: 1970, s. 665.
ı Memories, Dreams, Rejlections by C. G. Jung, ed. Aniela Jaffe, New York ve

Londra: 1963, s. 95/99 (Sayfalar iki edisyonda farklı).


3 Steiner'in anılan Zofingiaverein tutanaklarında yapılan araşbrmaya dayanıyor.

7
dostu ve okul arkadaşı Albert Oeri'nin kaleminden çıkmadır.4
Erinnerungen, Triiume Gedanken'ın (Anılar, Düşler, Düşünceler)
"Öğrencilik Yılları" adlı bölümünde Jung bizzat Zofingia adı­
nı anmadan bu kardeşlik kulübündeki yaşantısından üstü ör­

tülü bahseder. 1970'te Hemi Ellenberg Zofingia günlerine


dair, esasen Gustav Steiner'in anılarına dayanan, daha bütün­
lüklü bir izahı yayımlamıştı.5 Jung'un 1890'lardaki bu dersle­
rinin elyazmalarını sakladığı genel olarak bilinmiyordu.
Varisleri Jung'un doğumunun 100. yılma dikkat çeken bir
anma sergisinde diğer belgeler ve görsel malzemelerle birlikte
Zofingia elyazmalarını da erişime açtıklarında bu yazmalar
ilk kez kamunun dikkatine sunulmuş oldu. Yaşasaydı, 26
Temmuz 1975'te 100 yaşında olacaktı Jung. Birçok özgün
malzemeyi içeren sergi Zürih şehri, C.G. Jung Enstitüsü ve
Zürih Psikoloji Kulübünün himayesinde 1975 Mayıs-Nisan
arası Zürih'teki Helmhaus'ta, ardından Basel ve Bem'de gös­
terime sunuldu. Sergide Zofingia elyazmalarından birkaç say­
fa, ayrıca Jung'un kulüp kıyafetleriyle çekilmiş fotoğrafları da
yer alıyordu.6
1975 Martında Aniela Jaffe dikkatimi Helmhaus sergisin­
deki bu Zofingia parçalarına çekti, ben de Profesör Jung'un
oğlu Franz Jung'u derslerin yayımlanmasının mümkün olup
olmayacağı konusunda yokladım. Kendisi daha sonra bana
elyazmalarının fotokopisini gönderdi, biz de Jung'un Collected
Works'unun ( Toplu Eserleri) editörleri olan Gerhard Adler ve
Michael Fordham'a, ayrıca diğer iki danışmana, Profesör
Ernst Benz ve Profesör Walter Kaufmann'a danıştık. Onların
tavsiyeleri üzerine, Zofingia dersleri Collected Works'un Supp­
lemen t'i (Ek) olarak Princeton University Press tarafından ya-

4 "Ein paar Erınnerungen,'' Die ku/turel/e Bedeutung der komplexen Psychologie,


ed. Zürih Psikoloji Kulübü, Berlin: 1 935, ss. 524-28; çev . Lisa Ress, "Some Yo­
u thful Memories," C. G. jung Speaking, ed. William McGuire ve R.F.C. Hull,
Princeton ve Londra: 1977, ss. 3-10.
5 Ellenberger, Discovery of the Unconscious, ss. 665-66, 687-88.

6 Daha sonra Pro Helvetia Vakfı bu Helmhaus sergisine dayanan malzemenin

büyük panolarda fotoğraf olarak sergilenmesine sponsor oldu; sergi Amerika


ve Avrupa' da geniş çaplı gösterime sunuldu. Bu sergiler şu kitabın temeli ol­
dular; C.G. Jung, Bild und Wort, Zürih: Walter Verlag, 1 977, ed. Aniela Jaffe;
C.G. ju ng: Word and Image, çev. Krishna Winston, Princeton: 1979 .

8
yımlandı. Jung ailesi elyazmalarının daktiloyla temize geçi­
rilmesi işleminin gerçekleştirilmesine ve dikkatl ice gözden
geçirilmesine nezaret etti, ki elinizdeki çeviri bu kopyadan
yapılmışhr.
Çevirmen Jan van Heurck ayrıca Krishna Winston, Dorot­
hee Schneider ve Marie-Louise von Franz' dan da tavsiyeler
aldı . Açıklamalar editörle birlikte van Heurck' e ait. Schneider
ve Dr. von Franz'ın notları yazarlarının baş harfleriyle göste­
rildi. Jung alıntıları, özgün kaynaklar elde olduğu durumlar­
da buradan alıntılandı. Aksi belirtilmediği sürece alıntıların
çevirileri Jan van Heurck'a ait.
Jung'un elyazmalarında, önemli görünen eklemeler, çı­
karmalar ve kenar notları dipnotlarda verildi. Jung'un besbel­
li son ders metni olarak hazırladığı metinde editörün silme,
çıkarma gibi herhangi bir müdahalesi yok.
Tavsiye, malumat ve diğer yardımları için şu şahıslara
minnetle teşekkür ediyoruz; Dr. Gerhard Adler, Georg Dut­
haler, Profesör Manfred Halpem, Aniela Jaffe, Franz Jung,
Lilly Jung-Merker, Profesör Cari Schorske, Dr. A. Joshua
Sherman, Basel Devlet Arşivlerinden Dr. Andreas Staehelin
ve Dr. Ulrich Barth, son olarak Profesör Theodore Ziolkowski.

W. M.

9
Giriş
Bizzat Jung'un bu gençlik eserlerini yayımlamayı pek de
önemsemediğine inanıyorum inanmasına, fakat bunlar ol­
dukça ilginç, okunaklı ve önemli. Metinler, 21-23 yaşları ara­
sındayken Jung'un Basel Üniversitesinde öğrenci arkadaşla­
rına verdiği derslerden oluşuyor. Jung 18 Mayıs 1895'te renkli
Zofingia kardeşlik kulübünün Basel şubesine katıldı, burada
üyelerin zaman zaman özel ilgi alanlan hakkında dersler
vermeleri gibi bir gelenek vardı. Derslerde yüksek bir bilimsel
seviyenin karşılanması, ayrıca hem siyasal hem de başka gö­
rüşlerin, kendilerini akademik ve toplumsal göreneklerden
azade hisseden üyelere sahip, kapalı bir çevreye yakışan açık
sözlülükle ifade edilmesi bekleniyordu. Okur, genç hekim
adayı C.G. Jung'un kanaatlerini açıklarken kullandığı çoğun­
lukla iğneleyici ve şedit dili okurken bu durumu aklında bu­
lundurmalı.
Jung'un Zofingia'da verdiği derslerin, tabii metinleri bu­
güne kadar kendi tasarruflarında muhafaza eden Jung ailesi­
nin izniyle, artık yayımlanıyor oluşu büyük bir fırsat, çünkü
dersler hakkında bildiklerimizin, kendisi de Zofingia üyesi
olan, Gustav Steiner'in anılarından ibaret olması yanlış anla­
malara neden olmuştu. Steiner Anılar, Düşler, Düşünceler met­
ninin Jung'un ölümünden sonra yayımlanması üzerine metne
yorum yaptı . 1 Bizzat Jung'un da Zofingia deneyimlerine karşı
ikili bir tepkisi vardı; öğrencilik günlerinin "güzel günler,''2
ayrıca entelektüel alışveriş ve arkadaşlık kaynağı olduğunu
yazar Jung, ama öğrenci arkadaşları onun ne söylemek istedi­
ğini anlayamadığından aslında ne kadar yalnız olduğunu da
söyler. Arkadaşlarına göre coşkulu, saldırgan ve gençlik ate-

1"Erinnerungen an Cari Gustav Jung," Hosier Stadtbuch, 1 965, ss. 1 1 7-63.


2Memories, Dreams, Reflections, ed. Aniela Jaffe, New York ve Londra: 1963, s.
97/1 01 .

11
şiyle doluydu Jung. Onlar Jung'un derslerinden layıkıyla etki­
lenseler de bu dersleri kendisinin ciddiye alınmasını istediği
kadar ciddiye almadıkları için Jung'un ne denli ıstırap çektiği
hakkında en ufak fikirleri bile yoktu. Bugün, iki büyük savaşa
ve genel bir kültürel çöküşe yol açan o günlere yeniden bakı­
lırsa Jung'un konuşmalarındaki saldırgan tazyik daha iyi an­
laşılır. 3 Steiner da öğrencilerin o günlerde, gençlere hiçbir şey
sunmayan salt materyalist bir "miskinlik" dönemini dene­
yimlediklerini belirtir: "Sonra felaketi yaşadık."• J ung felake­
tin yani I. Dünya Savaşının gelmekte olduğunu görüp arka­
daşlarım acilen uyarmaya koyuldu. Arkadaşlarının buna çok
az tepki vermesi onda hayal kırıklığı yarattı. Gelgelelim bir
bütün olarak Zofingia Jung için olumlu bir deneyimdi . Kulü­
bün Basel şubesine üye olduğunda şubenin sekseni etkin ol­
mak üzere yüz yirmi üyesi vardı. Üyeler, Jung'un katılmadığı
ve özel ilgi alanlarına yönelik daha küçük çevrelerde sık sık
buluşuyorlardı, ayrıca arkadaşı Albert Oeri'nin söylediğine
bakılırsa Jung içme ve dans için düzenlenen partilere pek de
ilgi göstermiyordu.5 Beri yandan Oeri yazısında genç arkada­
şını oldukça canlı ve sevimli resmeder. Neşeli bir yoldaştı
Jung, "şu 'Fazilet Birliği'ne karşı isyan ehneye her daim ha­
zırdı." Jung sonraları, hiç öğrenmeden ne güzel dans edebil­
diğini keşfetti. Bu arada, öğrencilik yıllarındaki lakabı Walze
(fıçı/namlu) idi.

3 Bizzat Steiner'in de sonraları Jung'un polemiklerini nasıl da bir "zevk" ve


tartışma "idmanı" şeklinde gördüğü kendi yazısında okunabilir (s. 141, örne­
ğin). Steiner'in işaret ettiği bir sözde çelişkiyi daha sonra Henri Ellenberger
devralmıştır; the Discovery of the Unconscious, New York: 1970, s. 688. Durum
şudur: Bir tartışmada Jung Tanrının deneyimlenebileceğine dair teolojik ak­
siyomun yanlış olduğunu, kendisinin "hiç böylesi bir deneyimi olmadığını"
iddia etmiştir; Steiner (s. 161) bu noktada Jung' un Anılar, Düşler, Düşünceler
metninde gönderme yaptığı kendi Tann deneyimi bağlamında bir çelişki gö­
rür. Steiner'in göz ardı ettiği noktaysa Jung'un aslında teologların aksiyoma­
tik "iyi Tanrı" sının deneyimlenmez oluşunu kastetmesidir. Oysa bu bağlam­
da deneyimlediklerimiz bilinçdışının dolayımından geçen veya muhtemelen
ondan doğan ve çoğunlukla oldukça "tuhaf" deneyimlerdir; işte Steiner ve
Ellenberg'in kaçırdığı nokta da budur.
4 Steiner, "Erinnerungen, " s. 161.
5 Bkz. Albert Oeri, "Some Youthful Memories," C. G .fung Speaking, ed. W.

McGuire ve R.F.C. Hull, Princeton ve Londra: 1 977, s . 7. (İlk basım 1935.)

12
Jung daha çok bilimsel tartışmalarda etkindi. Görüşleri
bakımından aykırı olsa da "dinleyenleri, çoğumuza yabancı
bir harikalar diyarı gibi gelen spekülatif düşünce alanlarına
cezbederek" dinleyiciler üzerinde hakimiyet kuruyor ve onla­
rı büyülüyordu; " . . . Odasında birlikte otururken ondan bir
şeyler öğrenmeye bakmak harikaydı. Küçük dankhund cinsi
köpeği sanki her sözümü anlıyormuş gibi dikkatle beni izli­
yordu, Jung gizli güçler etkin olduğunda bu hassas hayvanın
bazen nasıl da yürek parçalarcasına inlediğini söylemeyi ih­
mal etmedi." "Breo" adlı barda sık sık gece geç saatlere kadar
oturuyorlardı. Jung evinin Bülbül Ormanından geçen yolunu
tek başına yürümeyi sevmiyor, bu yüzden arkadaşı eşlik etsin
diye ne olduğuna bakmadan ilginç hikayeler anlatıyordu ona.
Neredeyse sabaha kadar dışarlarda gezip dolaşan Jung, anne­
sinin sinirini yatıştırmak için biraz çiçek deriyordu.
Jung ilk üç dönemde Zofingia toplantılarında sessiz kaldı,
ancak sonraları önemli bir rol oynadı.
Zofingia'nın şiarı PatriCE, amicitiCE, litteris (A tayurt, dostluk
ve yazın aşkına) şeklindeydi. Bu kardeşlik kulübü Alman
Burschenschaften ile aşağı yukarı aynı dönemde, 1820/2l'de
kurulmuştu. Zofingia en başta bu Alman dernekleriyle iş bir­
liği içindeydi, ama neredeyse gün geçmeden onlarla karşıtlığa
düştü, çünkü Almanlar İ sviçre'yi pan-Germanist harekete
dahil edip yutmak istiyordu . Zofingia daha en başından ta­
mamen İ sviçre odaklı bağımsızlığını vurguladı.6 Dönem Na­
polyon savaşları sonrasıydı; Napolyon öncesini görüp hayatta
kalanlar her yerde, Napolyon'un kurduğu cumhuriyet düze­
nini yıkma peşindeydi. O zamanlar Alman öğrenci hareketi
mutlakçılığın tüm gölgelerine, belirli sınıfların ayrıcalıklarına,
ayrıca (daha çok İ sviçre'de) kent aristokrasisinin taşra halkı
üzerindeki hükümranlığına karşı savaşan yurtseverlik ve li­
beral fikirlerle tarif edilebilecek, romantik bir başkaldırı nite­
liğindeydi. İsviçre' deki hareket ise, her ne kadar ılımlı tarzda
devrimci olsa da, ulusun bağımsızlığını ve tarafsızlığını sa­
vunma aracı olarak İ sviçre ordusuyla birlikte meşru bir devlet

6Bu nokta ve devamındaki bilgiler için bkz. Wemer Kundert, Abriss der Gesc­
hichte des Schweizerischen Zofingervereins, Lozan: 1 961 . Bu kitaptan haberim
olmasını ve diğer malumatları Kaspar Birkhauser'in nezaketine borçluyum.

13
fikrini sıkıca savunuyordu. Ö te yandan olaylar bu kardeşlik
kulübünü bölüklere ayırdı, daha muhafazakar olan bölük da­
ha liberal olanla çarpışh. Hatta daha liberal olan bölük " Hel­
vetia" ya da 30'larda "Yeni-Zofingia" adıyla anılan ayrı bir
kardeşlik cemiyeti bile kurdu. Bölünme 1856' da, bölüklerin -
sonraları Jung'un da kahlacağı- yeni bir Zofingia cemiyeti
olarak yeniden birleştiği bu tarihte son buldu. Liberallerin ka­
zanacağı liberal-muhafazakar çalışmasının yaşandığı Lan­
genthal dönemini Jung'un takdir etmesine bakılırsa, onun ye­
niden birleşmiş kardeşlik cemiyetinde muhafazakar eğilimle­
re değil liberal7 eğilimlere yakınlık hissettiğini görebiliriz. Beri
yandan Zofingia bu yeniden birleşme için bir bedel ödemişti;
o tarihten itibaren üyeler kimliklerini artık dönemin parti po­
litikalarıyla belirlemiyorlardı, bunun yerine yurtseverliği,
dostluğu ve eğitimi ancak genel bir tarzda destekleme fikri
yerleşmişti, böylece üyelerin her biri istediği partiye girmede
özgürdü (tabii anarşistler ve İ sviçre devletini devirip onun
bağımsızlığını alaşağı etmeye çalışan diğer partiler hariç).8 Bu
durum örgütün birliğini kurtardı kurtarmasına, fakat görü­
nüşe göre, Jung'un başkanlık konuşmasında üyeleri uyardığı
tehlikeye, yani kardeşliğin gerçekçi hedefler için dövüşme
ruhundan yoksun bir halde uysal, "miskin,'' genç adamlar
kulübüne dönüşme tehlikesine de yol verdi. Ö te yandan bir
bütün olarak bakıldığında Jung'un Zofingia'yla ilişkisi olum­
luydu, çünkü kardeşlik ona inzivasından çıkma ve ömrünün
bu yıllarında onu dalgalandıran fikirleri ifadeye dökme ko­
nusunda yardım etmişti.
Bu erken dönem fikirlerini bu denli ilginç kılan nokta şu­
dur; söz konusu fikirler Jung' un o dönemde nerde durduğu­
nu göstermekle kalmayıp gençlik çağı görüşlerinin daha son­
raki düşüncesiyle ne kadar tutarlı olduğunu ve gençlikte
hangi soruların, ilerleyen yaşlarında cevabını bulacağı sorula­
rın, onu yoğun kedere gark ettiğini gösterir.
Jung "Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri" (Kasım 1896) adlı ilk
dersine birçok bilim insanında görülen uyuşukluğa, ahmaklı-

7 "Liberal" burada bir parti aidiyetinden ziyade bi reysel ve genel özgürlüğü


(toplum sınıflarının öz gürlüğü) destekleme anlamındadır.
s Kundert, Abriss, s. 22.

14
ğa ve kalıplaşmış tutuma hararetli bir saldırıyla başlayıp çağ­
daş materyalist toplumu mayası bozuk bir dev şeklinde teşhir
eder. Kendisinin eleştirdiği fizik görüşleri doğal olarak bugün
zaman aşımına uğramışsa da onun tam anlamıyla zayıf nok­
talara nasıl saldırdığını görmek büyüleyicidir.
Jung ilkin eter kavramının, Albert Einstein görelilik kura­
mı sayesinde gereksiz bir hipotez olduğunu gösterene dek o
zamanlar genel olarak inanılan bu kavramın anlamsızlığını
gösterir. Jung'un ortaya atbğı ikinci sorun, kendisinin hatalı
olarak bazı "metafizik" nitelikler atfettiği kütle çekiminin
açıklanmasıdır. O günden bugüne bilim elbette keşiflerinde
ilerlemiştir, fakat aşın zayıflığı nedeniyle kütle çekiminin he­
nüz birleşik alan kuramına dahil edilemeyen bir kuvvet oldu­
ğuna, ayrıca psikokinezide görelileştirilmesinin hala tartışma
konusu olduğuna değinilebilir.9 Dolayısıyla Jung'un sezgisi
çağının kabaca ma teryalist olan fizik kuramlarının bazı zayıf
noktalarına yönelmişti doğrudan, ayrıca bugünün bilgisinin
ışığından bakıldığında kendi tezi zaman aşımına uğramışsa
da modem fizik onun temas ettiği muammayı henüz tam an­
lamıyla çözememiştir.10
Jung'un sonraki saldırısı yaşamın inorganik, yani "cansız"
maddeden oluştuğunu dillendiren mekanik oluşum anlayışı­
na yönelir. Onun duygudaşlık hissettiği dirimselci bakış açısı
ilerleyen yıllarda savaşı kaybedecektir, ancak bugün bir dö­
nüm noktasına; bilim insanlarının yaşamın başlangıcında ne­
denden yoksun yaratıcı süreçlerin (tinsel bir failin "öz­
örgütlenmesi" veya eşzamanlılık) bulunma ihtimalini yeni­
den dikkate aldıkları bir noktaya yaklaşıyoruz.11 R. Ruyer'nin

9 Mevcut tartışmaya yönelik bir inceleme şurada bulunabilir: E. Bauer ve W .


von Lucadou, "Methoden u n d Ergebnisse der Psychokinese-Forschung," Die
Psychology des 20. /ahrhunderts, xv ( 1 979), ss. 494 vd.
ı o Krş. H. Schopper, "Die jüngste Entwicklung der Bilder von der Grundst­

ruktur der Materie," Naturwissenschaften, 68 ( 1 98 1 ), 307-313. Buradaki teşhir


edici açıklamanın bilgisini Dr. Wilhelm just'un nezaketine borçluyum. Aynca
şu mükemmel incelemeyle krş. " Parapsychologie und Physik," W. von Luca­
dou ve K. Komwachs, Der Psychologie des 20. jahrhunderts, xv (1975) ss. 581 vd.
11 Krş. Wolfgang Pauli, "Natu rwissenschaftliche und erkenntnistheoretische

Aspekte der ldeen vom Unbewussten," Aufsatze und Vortrage über Physik und
Erkenntnistheorie, Brunswick: 1 961, ss. 1 23 vd. Günümüz için: Erich Jantsch ve

ıs
La Gnose de Princeton'daki12 değinilerine inanabilirsek, "zihnin
madde üzerindeki hakimiyeti" ne, Jung'un bile -tabii bana gö­
re- fazlasıyla tek yanlı olarak spiritüalist bulacağı tarzda ina­
nan önde gelen fizikçiler bile söz konusudur, özellikle Birleşik
Devletlerde.
Bilimde materyalizmin yeni yeni yükselmeye başladığı bir
dönemde Jung'un bu yaklaşımın zayıf noktalarını nasıl göre­
bildiği meselesi dikkat çekicidir. Peki, onun aklında farklı bir
seçenek var mıydı? Kütle çekimi ve yaşamın kökeni gizemle­
rinin postulat olarak koyduğu iki "metafizik ilke" hakkındaki
derslerinin sonunda, sadece burada "gerçekte kapalı birer ku­
tu" dediği iki fenomenden bahseder Jung. Bununla kastı, gay­
rimaddi bir fenomenin maddi olarak tezahür edebilme
imkanıdır, fakat bu noktayı daha fazla açıklamaz. İlk ders bu­
rada, materyalizmin "entelektüel bir ölüm" olarak eleştiril­
mesiyle aniden kesiliverir ve Jung ikinci dersinde gerçekten
söylemek istediği şeye kapı aralamakla yetinir. Dolayısıyla ilk
ders, Jung'un aklından geçenleri göstermesi için zemin hazır­
layan, bilinçli bir hazırlık şeklinde anlaşılmalıdır; kendisinin
de bildiği üzere, aklından geçenler dinleyenleri fazlasıyla sar­
sacaktır.
İ kinci ders "Psikoloji Hakkında Bazı Düşünceler" (Mayıs
1897) adını taşır. Ders, ahlakiliğin bilimde özsel olduğunu,
ayrıca ahlakilik olmazsa Tanrı ve "öte dünya" kavramlarına
yönelik tüm felsefi soruşturmaların değersiz olacağını vurgu­
layan bir Kant alıntısıyla açılır. Bu yaklaşım, biraz sonra dö­
neceğim önemli bir noktaya temas eder. Ardından metin, be­
denlerin ötesinde "tinler"in veya "gayrimaddi doğa"ların
varlığına, bir de ruhlarımızın bu dünyadaki yaşamlarımızda
zaten bağlantılı olduğu "başka bir dünya"nın varlığına vurgu
yapan David Strauss, Schopenhauer ve Kant alıntılarıyla iler­
ler. Devamında Jung bu sorulara, çağdaş dirimselci fizyolog­
lardan bazılarının da postulat olarak koyduğu fizyolojik ol-

C. H. Waddington, Evolu tion and Consciousness, Reading, Mass.: 1 976, özellik­


le ss. 49 vd. Ayrıca krş. E. Jantsch, Die Selbstorganisation des Universums,
Darmstadt: 1979, birçok yerde, ayrıca Bemard d"Espagnat, A la recherche du reel,
Paris: 1 979.
ı2 Paris: 1 974 .

16
mayan bir "entelektüel varlık" ın veya "yaşam kuvveti"nin
varlığı fikrini ekler. Bu yaşam ilkesi, yani ruh, der Jung, "bi­
lincimizin ötesine uzanır;" Jung'un bilinçli olmayan bir psişe
fikrini dolaylı olarak andığı ilk yerdir burası . Söz konusu ruh
zeka sahibidir (eylemlerinde bir amaç taşır) ve uzam­
zamandan bağımsızdır. 1 3 Psişenin bu üç boyutu Jung'un ya­
şamı boyunca aklında tutacağı mefhumlardır. Sonra Jung bu
görüşü geçerli kılmak adına maddileşme fenomeni, telekine­
zi, "öteki-ben/çiftelik," telepati, duru görü, kehanet rüyaları
vs. hakkında zengin bir spiritüalist belgeleme işlemi sunar.
Sonraları Jung psikolojisinin temel kavramı olacak "psişenin
gerçekliği"nin o sıralar nasıl anlaşıldığını görebiliyor ve bu
kavramı Jung'un "Okült Denen Fenomenlerin Psikolojisi ve
Patolojisi Ü zerine" adlı doktora tezinin zemininde de bulabi­
liyoruz.
Dersin sonunda başladığı noktaya döner Jung; "ahlakili­
ğimizi zehirleyen ve eğitimli sınıfların ahlaki dengesizliğine
sebep olan" materyalizme bir karşı kuvvet olarak ahlakiliği
bilime geri getirmek. Jung "hayvanlara zalimce işkencelerin
yapıldığı ve insani inceliği gülünç duruma düşüren" deneyle­
ri anar özellikle; " . . . etik olmayan araçlarla elde edilmiş hiçbir
hakikatin ahlaken var olma hakkı yoktur." Bu anlayışın gü­
nümüzde galip gelemediğini vurgulamak isterim. O günler­
den beri bilimdeki gayriahlakilik olsa olsa arth. Günümüzde
nükleer santrallere ve hayvanların deney için canlı canlı kesi­
lip biçilmesine yönelik geniş çaplı karşıtlık hala "akıl dışı" ve
"bilimsellik dışı" diye küçümseniyor, sanki ahlaki veya du­
yarlı bir tepkinin var olma hakkı yokmuş gibi.
Jung'un dersinde daha sonra din temsilcilerine ve bunların
etkisizliğine yönelik bir saldırı gelir, zira bu kişiler Jung' a gö­
re dinin tam da özü olan noktayı; yani gizemin ve "duyu dışı
alem"in gerçekliğini inkar ederler. Burada karşımıza yine
Jung'un asla pes etmeyeceği ve dolayısıyla bana göre gelecek
kuşaklar için sorun olacak bir bakış açısıyla karşılaşıyoruz.
Modern teologlardan çoğu dini "savunmak" adına ondaki

1 3 Günümüz için bkz. John Eccles, The Human Psyche, Berlin ve New York: 1980.

Yazar, beynin etkinliklerinden bağımsız bir "zihni" postulat olarak koyuyor.

17
akıldışı boyutu gözden düşürmeyi ve en dolambaçlı akıl yü­
rütmeleri deniyorlar hala, oysa aslında dinin mahvına yardım
ediyorlar.
Jung'un 1897/98'de kardeşlik kulübünün başkanı olarak
yaptığı açılış töreni konuşmalarından ibaret üçüncü dersin
yoruma ihtiyacı yok; bu ders kendi başına anlaşılabilir yapı­
dadır. Derste daha çok Jung'un olumlu eleştirileri ve o dö­
nemdeki postulatları görünür. Bunların çoğu, tıpkı o gün ol­
duğu gibi bugün de doğrudur. Jung yaşamı boyunca (siyasal
olmayan bir anlamda) liberal olmayı sürdürdü, üstelik nadi­
ren Zürih'teki muhafazakar Freisinnige Partei'a fakat daha zi­
yade (onun zamanından sonra siyasetini değiştiren) Der Lan­
desring der Unabhiingigen'a oy verdi.14 Bana göre, bu konuş­
mada ortaya çıkan erken dönem ifadelerinde "kahramansı"
bir fısıltı, büyük siyasal önderlere bir hayranlık veya davet
vardır, ancak Jung sonraları böyle düşünmeyecektir. Bu bağ­
lamda dönüm noktası 1913 Aralık ayında yaşanır, bu tarihte
"Siegfried" şeklindeki kahraman simasını bozguna uğrattığı­
nı hayal eder Jung. 15 Bana kalırsa Jung o ana kadar, insanlık
için veya en azından Avrupa kültürü için bir şeyler yapılabi­
leceği, ayrıca dışsal faaliyetlerdeki sorunlarımıza yeni yanıtlar
bulunabileceği kanaatini besliyordu. Siegfried'ın gözden çıka­
rılması bu kanaate son verdi. O andan itibaren, bilinçdışına
bel bağlayan ilkel insanın kılavuzluk etmesine izin verdi
Jung. Topyekun güç istencinden, dışarda eylemeye yönelik
tüm ayartılardan kesinkes el çekilmişti ve böylece Jung
yegane görevine, üçüncü dersin sonunda bizzat şöyle tarif et­
tiği görevine döndü: Zofingia "siyasal canlılar değil insan; gü­
len ve ağlayan . . . diğer insan tekleri arasında yaşadıklarını ve
toptan insan olmaya hüküm giydiklerinden birbirlerine mü­
samaha göstermeleri gerektiğini bilen insan tekleri şekillen­
dir[ meliydi. ]" Hala bu hedeften ne kadar uzağız!
Jung'u veliahdı ve psikanaliz hareketinin önderi yapmak
istediğinde Freud' un hissettiği şey muhtemelen Jung'un
psişesindeki Siegfried imgesiy di; yine sonradan Jung'u Ulus-

14 Bkz. V. W. Odajnik, Jımg and Politics, New York: 1976.


ıs Memories (Anılar), ss. 179 vd./173 vd.

18
lararası Genel Tıbbi Psikoterapi Topluluğunu kurtarmak için
harekete geçiren de bu imgeydi, ki bu çabalar başına dertten
başka bir şey getirmeyecektir.16 Jung Siegfried'ı gözden çıka­
rırken Yi Çing'in 1. heksagramında büyük insan hakkında
söylenen şu sözlerle uyum içindeydi: "Derinlikler üzerinde
titrek salınış. Ayıplama yok!" Yorum da şöyledir: "Bir geçiş
yerine varılmıştır, özgür seçim buraya dahil olabilir. Çift
katmanlı bir imkan sunulur büyük insana; katı yü ksek uçup
dünyada önemli bir rol oynayabilir ya da inzivaya çekilip
kendini geliştirebilir. Kahramanın yolundan da gidebilir uzlet
arayan bilgenin yolundan da." Jung ikinci yolu seçip dış ger­
çekliğe ilişkin idealist gençlik postulatlarından vazgeçer.
"Spekülatif Soruşturmanın Değeri ve Doğa Üzerine Dü­
şünceler" adını taşıyan dördüncü ders büyüleyici bir felsefi
sunumdur. Dersteki bazı noktalar belki bugün yorum gerekti­
rebilir. Jung, bilimin anlamına ve amaçlarına, dışsal başarının
anlamsızlığına yönelik tartışmanın ardından, insanı mutlulu­
ğa ulaştıracak gibi duran iki hedefi belirler. Hedeflerin ilki
Kant'ın kategorik b uy r uğ u nun ifa edilmesidir, bu da kişinin en
derinindeki etik vicdanı takip etmesi anlamına gelecektir;17
ikincisiyse, Jung'un o zamanlar (Eduard von Hartmann'ı iz­
leyerek) "nedensel içgüdü" dediği ve "nedensel içgüdünün
doyurulması"nı kastettiği durumdur. "Nedensel" ve "neden­
sellik" kelimeleri bugün farklı bir anlam yüklenmiştir.
Jung'un derste "nedensel içgüdü" dediği şey aslına bakı l ı rsa
dış ve iç gerçekliğin anlaşılmasına yönelik bireysel bir itki; son­
raları, kendisinin de A nılar' da kendi mizacındaki en güçlü öğe
olduğunu itiraf edeceği, doğuştan gelen bir tutkudur. Jung
buna yeryüzüne gelişinin olası nedeni bile diyecektir. "Bu
doymak bilmez anlama dürtüsü sanki, var olanı ve olup bite­
ni bilmek, ayrıca bilinemezin zayıf ipuçlarından mitsel tasav­
vurları toparlamak için bilinci yaratmıştır."18 Sonraki günler­
de Jung bu itkiye "nedensel içgüdü" değil anlamın keşfi dür­
tüsü diyecektir. Fakat Jung'un dersin sonunda bu nedensel

16 Bkz. Barbara Hannah, fung, His Life and Work, New York: 1976, 55. 220 vd.
11 Krş. "A P5ychological View of Con5cience," CW 1 0, par. 825 vd.
1s Memories (Anılar), 55. 322/297.

19
içgüdüye kaçınılmazcasına dine götüren hakikat ve haller
arayışı demesi bu fikrin aklının bir kenarında zaten durdu­
ğunu gösteriyor. Şimdilik Jung bu bilgi arayışını, dışsal olana
dayanarak içsel dünya hakkında çıkarımlarda bulunma19 ve­
ya sadece içsel dünyayı olumlayarak dışsal gerçekliği yadsı­
ma20 şeklinde değil, aksine gerçek deneyime dayanarak "bi­
linmeyen hakkında, yeter neden ilkesiyle uyum içinde, çıka­
rımlarda bulunma" şeklinde tanımlamaya devam eder. Bu da,
harfi harfine, Jung' un bilimsel amentüsüdür; ömrü boyunca
sadık kalacağı ve onun üzerinden kendisine ampirik bilim in­
sanı diyeceği amentü .
Sonraki pasajda Jung bu bilme dürtüsü hakkında niçin
(nedensel) içgüdü terimini kullandığını açıklar; onu, "bizce
bilinmeyen ve bir amaca yönelik bir ideanın" tahrik ettiği
amaçlılığından dolayı kullanmıştır. Nedensel içgüdü "hara­
retli bir hakikat arzusu," Faustvari bir özlemdir. Şu halde her
felsefe nihayetinde din halini alır.
Bilimsel sorgulamalarımızı yönelttiğimiz en yüksek ne­
denler oldum olası, Kant'ın Ding an sich [bizzat şey] dediği, bi­
linmeyen veya aşkınsal postulatlardır. Gelgelelim Jung bura­
da gayet bilinçli olarak Kant'ın Ding an sichini tümüyle yen i
bir açıdan tasvir eder. Ona göre Ding an sich "görülemez ve
kavranamaz bir dünyaya, ayrıca maddi doğanın hesaplana­
mazda, ölçülemezde sürmesine ve künhüne varılamaza uza­
ması"na aittir. Kant zihnimizin, uzam, zaman, nicelik gibi
doğuştan gelen, belirli a priori kategorilerle sınırlı olduğunu
ve dolayısıyla hiçbir Ding an sichi, hiçbir mutlak nesneyi kav­
rayamayacağımızı göstermişti. Jung bu görüşü kabul eder ve
böylece ona göre Ding an sich, ister dışsal maddi ister içsel
psişik nesne olsun, bilinemez halini alır. Kant' ın Ding an sichi
bu sayede, tabii Jung' a göre, sonraları kendisinin kolektif bi­
linçdışının zemini21 veya geç dönem eseri Mysterium Coniunc­
tionis'te u n us mundus diyeceği mefhumun benzerine dönüşür.

19 Tıpkı materyalist bilimin yaphğı gibi.


20 Mesela Hinduizmin yaphğı gibi.
2 1 Jung, A. Vetter'a yazdığı 8 Nisan 1932 tarihli mektubunda bu meseleye geri

döner. Letters (Mektuplar), ed. G. Adler ve A. Jaffe, Princeton ve Londra: 1973,


C. l, ss. 90 vd.

20
Bu şey ne maddidir ne içsel psişiktir, aksine kesinkes biline­
mez bir şey olarak bilincimizi aşar. Bizzat Tanrı ve dışsal ev­
renin temeli böylesi bilinemez olgulardandır.
Dersin devamında, bilinçdışı hipotezimizin de bu türden
bilinmez bir etken olması, bilince veya bilinene dönüştüğün­
de artık Ding an sich olmaktan çıkması gibi meseleler gün yü­
züne çıkar. Jung'un daha sonraki arketip tarifinin bir haberci­
sini görebiliyoruz burada. Yalnızca arketipik imgeler, fikirler
ve duygular olarak tezahürlerinde gözlemleyebildiğimiz şey
bilinçdışı bir yapıdır, bizzat bilinemezdir. Geç dönem
Jung'una göre arketipik bir simge içeriği bilinir bilinmez veya
entelektüel açıdan tarif edilir edilmez ölü ve hükümsüz bir
simgedir artık. Başına bunlar gelmezse, söz konusu simge
bolca bilinemez boyut taşıyacaktır. Aynı durum, Jung'un bu
derste "ilke" dediği, bilimsel arketipik her model veya hipo­
tez için de geçerlidir.
Bilim bitimsiz bir süreç dahilinde bu ilkelere veya bu ilke­
ye (zira onlar çok katmanlı bir "Bir" dir) yönelir. Beri yandan
bu durum, ortada böylesi ilkelerden bir mi iki mi (veya daha
çok mu) olduğu sorusunu gündeme getirirken, Jung öncelikle
Schopenhauer'in temel ilkesinin, yani İ stencin, Kant'ın Ding
an sichinin evrim geçirmiş bir yorumu olduğuna işaret eder.
Söz konusu ilke bilinçsizdir, çünkü ıstırapla dolu bir dünya
yaratır; Schopenhauer bunu İ stencin körlüğüyle, Hartmann ise
Ding an sich, yani varoluşun aşkınsal zemini bilindışıdır diye­
rek açıklayacaktır. İ nsani ıstırap karşısında yürekleri cız etti­
ğinden her iki düşünür de bu sonuca varır. Bildiğim kadarıy­
la, Jung'un karşıtlıklar so r u n u nu ilk kez ve güçlü duygularla
tarif ettiği yer burasıdır. Gözlemcide, tekçi düşünmeyle ya­
şamdaki ahenksizliği hissetme deneyimi arasındaki çatışma
olarak tezahür eden şey genel dış ve iç dünyalarda karşıtların
bir oyunu olarak tezahür eder. Jung burada pesimist, ikici
dünya görüşünü destekleyerek Sirak Kitabı 33:15-16'dan ve
Jacob Böhme'den alıntı yapar.
Derslerin fizikle uğraşan son bölümü ayrıntıları bakımın­
dan günün şartlarını karşılayamıyor. Görünüşe göre Jung'un
buradaki hedefi edilgen, atıl veya ölü karşısında etkin, canlı
veya yaratıcı olacak şekilde gerçekliğin çifte veçhesidir; Yang

21
ilkesini tek yanlı olumlu bir veçhe olarak gören Çin kültü­
ründeki Yang-Yin felsefesinde, Jung'un o zamanlar haberdar
olmadığı bu felsefede yer alan karşıtlığı hahrlatan bir karşıt­
lıktır bu . Jung'un sonraları Siegfried düş-imgesinde bertaraf
edeceği nokta yaşama dair salt eril olan bir bakış açısındaki
bu tek yanlılıktır. Ancak bundan sonradır ki Jung kendini di­
şil ilkeye açabilmiş ve böylece, simyayı keşfi ve simya çalış­
maları sayesinde, karşıtlar arasındaki trajik ve bitmez tüken­
mez çekişme şeklindeki pesimist dünya görüşüne bağlı kal­
mak yerine bir coniunctio oppositorum [karşıtların birliği] kav­
ramına varabilmiştir. Bu derste görebileceğimiz üzere,
Jung'un o dönemler tutunduğu pesimist yaşam görüşünü
tahrik eden ve muhtemelen onu bir hekim olmaya sevk eden
saik insanlığın ıstırabı için hissettiği derin acımaydı.
Jung'un bu derste ortaya attığı ve onda derin kedere yol
açan söz konusu erken dönem sorularına bakarak, simyayla
karşılaşmasının sonradan onun için ne kadar güçlü bir dene­
yim anlamına geleceğini de fark edebiliriz; zira, kendisinin
gösterdiği gibi, simya evrendeki ve insandaki karşıtlıkları uz­
laştırıp birlemeyi deneyen, bilim öncesine ait bir dip akıntısı­
dır ki Hıristiyan bakış açısı bunu darmadağın etmiştir. O hal­
de, Schopenhauer'in kör İ stenci ve Hartmann'ın "varoluşun
aşkınsal zemini" anlayışındaki bilinçdışılıkla Jung'un şu ka­
naati arasında doğrudan bir hat vardır: Varoluşun Zemini
veya Tanrı bilinçsizdir ve bilinçli hale gelmek için insana ihti­
yaç duyar (krş. Antwort auf Hiob [Eyüb'e Cevap] ve Anılar'da
"Son Dönem Düşünceleri" adlı bölüm.)
Dizinin teoloji sahalarına giren son dersi (Ocak 1899) daha
önce söylenen noktanın doğrudan devamıdır; dine varır. Tıp­
kı Kant'ın rasyonel felsefi düşünmenin mantıksal öz­
sınırlamasını beyan ettikten sonra üzerimizdeki yıldızlı göğe ve
içimizdeki ahlak yasasına, yani bir din savunusuna dönmesi gibi
Jung da içimizdeki en derin bilinç özleminin dinsel bir özlem
olduğuna ikna olmuştu . Bugün Anılar' ından bildiğimiz üzere,
ilk gençliğinden beri gayet derin esrarengiz dinsel deneyimler
yaşamış fakat başkalarını ürkütüp kendinden soğutacak diye
bu deneyimler hakkında konuşmaktan kaçınmıştı Jung. Dö­
nemin başat eğilimi, teolojide bile, dinin tüm gizemli, doğaüs-

22
tü ve esrarengiz veçhelerine alenen karşıydı. Jung'un öz ba­
basının dinsel kanaatlerinin ömrünün son dönemlerinde çağ­
daş materyalist kuşkularca sarsıldığını biliyoruz; bu durum,
babayla oğul arasında birçok kısır tartışmaya yol açacaktır.
Jung bu dersinde, meramını açıkça anlatmak için teolog Alb­
recht Ritschl'i eleştirmeye yönelmişti . O en başta, İ sa'nın Kut­
sal Kitapta geçen sözlerinden bir derleme yapar; daha sonra
aktarmak isteyeceği meselede, yani İ sa'nın bir tanrı-insan olu­
şu ve dolayısıyla rasyonel olarak açıklanamayacak gizemsel
bir fenomen oluşu meselesinde bu derlemeye dayanacaktır.
Bu gibi insanlar "çağlarındaki zihinler arasında kısıtlanmamış
ve mutlak olarak, bizzat fikirleridirler . . . Herhangi bir tarihsel
temelden zamanla gelişmiş değillerdir, aksine en içteki doğa­
larında tüm olumsallıklardan azade olduklarını bilirler."
Jung'un burada çoğul ifade kullanması dikkate değer, zira
ona göre Mesih, Hıristiyan akaidinin iddiasının aksine, insan
suretinde tecessüm etmiş tek tanrı-insan değildi. Jung'un son­
raki yazılarından bildiğimiz üzere, Buda da ona göre bu tür­
den bir tanrı-insandı.
Ardından Jung, Rönesans' tan beri felsefenin bir tür "nor­
mal insan" fikrini nasıl geliştirmeye başladığını göstermeye
koyulur; tüm epistemolojik sonuçlar bu fikre örtük olarak gön­
derme yapar, ayrıca filozoflar ve teologlar Mesih imgesini bu
fikir üzerinden "ölçmeye" başlamıştır. Daha sonra Kant Tan­
rıyı "saf olumsuz, sınırlayıcı bir kavram" olarak görmüş, böy­
lece onun Tanrı kavramından tüm hisler ve canlı bir Tanrı
deneyiminin her türden imkaru uçup gitmişti. Jung buradan
itibaren Ritschl' in Mesih ve Hıristiyanlık "açıklaması"nın ay­
rıntılarına geçer. Ritschl'in görüşleri (yeri gelmişken, Kari
Barth'ı etkileyen bu görüşler) kendi başlarına artık pek de ilgi
çekici değildir, gelgelelim günümüz teologlarının çoğunda
görülen, duygudan yoksun akıl yürütmeler hala aynı çizgi­
dedir. Birkaç yıl önce bir konferansta Mesih'in yeniden dirili­
şinden söz ettiğimde bir teolog gayet mağrur bir ifadeyle beni
şöyle bilgilendirmişti; Mesih' in yeniden dirilişi, İ ncillerde
söylendiği şekliyle, "hakiki" değildir, aksine Mesih'in dünya­
da süregiden etkililiğini betimlemek için kullanılan bir sözel
imgedir. Böylesi fikirler, der Jung, olsa olsa Mesih' e "insani

23
bir cihet verme" itkisini tatmin eder; epey sonra, 1952'de Up­
ton Sinclair' a A Personal ]esus kitabı hakkında yazdığı bir
mektupta etraflıca tekrar edeceği bir eleştiridir bu.22 Günü­
müzde başka teologlarsa Nietzsche'nin "Tanrı öldü" fikrini
veya Freud'un dine yönelik biyolojik açıklamasını izliyorlar.
Bu açıdan bakıldığında Jung'un Ritschl eleştirisi okumaya
değer, zira teoloji bugün bir yandan da kripto-materyalist in­
dirgemeci düşünmeyle zehirlenmiştir. Dolayısıyla Mesih'le
veya Tanrıyla kurulan tüm dolayımsız deneyimler, her tür­
den unio mystica [(tanrısalla) mistik birleşme] saf dışı bırakılmış­
tır ve sözde dinsel yaşamımızı amansız bir bıkkınlık istila et­
miştir. Fakat Jung, bu sebepten topyekun Hıristiyan geleneği­
ni bir kenara atmanın doğru görünmediğini söyleyerek de­
vam eder. "Mesih'in, evren-üstü doğasını, ne eksik ne fazla,
kabul etmeliyiz,'' dahası Mesih'in ait olduğu ve topyekun
dinsel yaşamı üreten metafizik fikirler dünyasını, "gizem"i
bir kat fazla kabul etmeliyiz. Fakat öte yandan -Jung burada,
artakalan büyük soruna dokunur nihayet- bu durum Ortaça­
ğa geri dönüş ve "buna eşlik edecek, mevcut doğa düzeninin
parçalanması" anlamına gelecektir. Çünkü, demeye getirir
Jung, bu durumda doğanın karşısındaki uygarlaşma kazanı­
mımız sil baştan yitip gider. Böylece ders cevaplanmamış bir
soruyla, Jung'un ömrünce cebelleştiği bir soruyla kapanır.
1912' de Jung, Ortaçağa veya kökensel Hıristiyan mitine23 kişi­
sel olarak dönemeyeceği sonucuna varıp daha sonraları "etkin
imgelem" diyeceği bir meditasyon biçimi aracılığıyla kendi
mitini bulma yoluna girer. Bu yolda keşfettiği imgeler dünya­
sı, söz konusu imgelerin kolektif tarihsel yayılışını yani simya
dünyasını bulup rahatlayana kadar kendisine öznel ve "ya­
bancı" görünür. Yine burada Jung, tam da Psikoloji ve Simya
metninin girişinde ortaya koyduğu üzere, simyayla dolu din­
sel simgelerden oluşan bu dünyanın Ortaçağ Hıristiyanlığıyla
nasıl da dengeleyici (ama karşıt değil!) bir tarzda ilişkili oldu­
ğunu görür. Bu yaklaşımla, Jung'un Anılar metnindeki "Son

22 3 Kasım 1952 tarihli mektup . Letters (Mektuplar), C. 2 (1975), ss. 87 vd . Eli­


ned Kotschnig'e yazılmış 30 Haziran 1956 tarihli mektupla krş., s. 312 vd.
2 1 Memories (A nılar), s. 171/166.

24
Dönem Düşünceleri"24 adlı bölümde gerçek itikadı olarak
özetlediği nokta arasında doğrudan bir hat vardır. Jung söz
konusu bölümde, Hıristiyanlığm ıskartaya çıkarılmaması ge­
rektiği fikrini açıklar. Aksine Hıristiyanlık miti, Ortaçağ Hıris­
tiyanlığmm karşılıksız bıraktığı soruna, yani doğa veya mad­
deden ibaret dişil ilkenin fazlasıyla tek yanlı bir yapıda spiri­
tüalist olan Hıristiyan sembolizmine derç edilmesi, ayrıca kö­
tülük meselesiyle -tam da Eyüb'e Cevap metninde betimlediği
tarzda- dürüstçe yüzleşilmesi sorununa karşılık verecek şe­
kilde geliştirilip "düşlerde yaşatılmalıdır" ona göre. Jung bir
keresinde bana tüm kitaplarını yeniden yazmak istediğini
söylemişti; ama Eyüb'e Cevap hariç, demişti, bu kitap olduğu
gibi kalabilir, kelimesi kelimesine.

Marie-Louise von Franz

24 Memories (Anılar), ss. 327 vd./302 vd .

25
1
Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri
(1896 Kasım)

Konuşmam üç bölüme ayrılıyor. Ön ce kendimi tanıtaca­


ğım, sonra sizleri tanıyacağım ve nihayet konuşma gelecek.
İ lk bölümde, yani kendimi takdimimde, şu düsturun üze­
rinde durmak istiyorum: "Yazıklar olsun, alaycıların mecli­
sinde oturana!"!
Burada bulunan değerli pek çok Basel yurttaşının mem­
nuniyetle doğrulayacağı üzere, her iki taraftan ailem, tuhafhr,
iyi niyetli yurttaşları küstürme itiyadında olmuştur her za­
man, çünkü lafı eveleyip gevelemek, yüzde yalandan sokul­
gan bir gülümsemeyle şu muhterem, gayet saygıdeğer amca­
larımızı, teyzelerimizi ve kuzenlerimizi pohpohlayıp tatlı dil­
le ikna etmek adetimiz değildir. Bir de maalesef uğursuz bir
saatte doğmuşum herhalde ki şu kara yüreğim nasıl istiyorsa
hep öyle konuşup ona göre davranıyorum. Bunun sonucunda
ortaya çıkan zihinsel, sözel ve fiziksel hareket tavrı, tabii gör­
gü-terbiye adıyla bilinen o muazzam kitabın boyun eğmez sa­
tırlarında, "kabalık," "nezaketsizlik," "yakışıksızlık," "cüret­
karlık," "arsızlık," "görgüsüzlük" ve düşük seviyeli her öğ­
rencinin sicilinde arayıp bulabileceğiniz tüm kelimeler altında
sınıflandırılıyor. Bu patolojik mizaçtan hala mustaribim, faka t
an itibarıyla; talih, demetlerimi sırtlanrnamı ferman etmiş­
ken,2 yani harman döven öküzün ağzını bağlamanın3 büyük
bir hata olacağı bir zamanda söz konusu mizacı kendi yara­
rıma kullanmayı düşünüyorum.

ı Eski Ahit, Mezmurlar l:l'e ironik gönderme. -çn.


2 Eski Ahit, Mezmurlar 126:6'ya gönderme. -çn.
J Eski Ahit, Tesniye/Yasanm Tekrarı 25:4'e gönderme. -çn.

27
(Yüce, gayet saygıdeğer ve son derece hikmetli "Kamu Re­
fahı Komitesi," bugün şu bitap ve köhne beynimden üç beş
kalem bir şeyler çıkarmamı mümkün kıldığı için talihli sayı­
yorum kendimi.)
Her derse bir captatio benevolentice lectori sive auditori (dersi
verenin zarif okurundan veya dinleyicisinden hoşgörü ricası)
ile başlamak alışkanlık olmuştur. Bana gelince, böylesi bir
hoşgörü istirhamında bulunmak diğer her şeyden daha asli­
dir. Gelgelelim dünyanın ahvali hakkında o kadar cahilim ki
şu aykırı kişiliğimi ve muhalif konuşmamı hoşgörüyü hak
edecek böylesi bir kalıba nasıl dökeceğimi gerçekten bilmiyo­
rum. Ne yazık ki bir Estetik Komitesinde ne sevinç çığlığını
ne yükselen bir sesi, ne mutantan bir anlatımı ne de yaygaracı
bir ifadeyi hoş görebilecek, oldukça hassas kulaklar bulundu­
ğu daha düne kadar aklıma gelmedi. Bu yüce kuruldan beni
mazur görmelerini rica ediyorum, bir de, tabii eğer lütfeder­
lerse, kişiliğimi ve konuşmamı nasıl yumuşatabileceğimi bana
zarifçe göstersinler ki pek duyarlı birinci sınıf öğrencileri bile
estetik duyarlılıklarını zedelemeden söylevimi dinleyebilsin!
Uygunsuz biri olarak, ismi var cismi yok bir komiteye ol­
duğu kadar her makul yurttaşa da mutlaka aykırı görünecek
bir kişi olarak, onların alnıma mührü vurup beni cehennemin
dibine yollamak istediklerini, gerçek isteklerinin bu olduğunu
çok iyi biliyorum. Dolayısıyla onlara, bu sefihi erdemin yolu­
na döndürmeleri konusunda en içten yakarışlarımı sunuyo­
rum; tabii yalnız beni değil, adları kötüye çıkmış ve son dere­
ce ahlaksız dostlarımı da. Yine de benim, maalesef şaşkın id­
rakinin kendisine ilham ettiğinden başka bir şey melemeyen
şu kara koyunun yani, üyelerinin ancak sarhoşken birbirleri­
ne doğruyu söylediği fakat ayıkken Şeytanı ve onun sevgili
büyükannesini4 zevkten dört köşe edecek kadar yatıştırıcı bir
dürüstlükle birbirlerine yalan söylediği bir topluluğa kabul
edilmemi diliyorum.
İ yi bir terbiyeyi nasıl alabileceğimi; üzerine yeni bir kat
boya vurulmuş kukla misali sokaklarda nasıl dolaşabileceği-

4 Grimm kardeşlerin derlediği Der Teufel ımd seine Grofimutter (Şeytan ve Nene­
si) adlı masala gönderme. -çn.

28
mi; insanlar doğru söylediğine inansın diye birinin ne kadar
yalan söylemesi gerektiğini; ismi var cismi yok bir komitenin
sahip olduğu ve bizlere yol göstermek için deniz fenerleri gibi
parıldayan bu erdemlere nasıl öykünüleceğini bana öğretecek
biri başım gözüm üstüne!
Az sonra başlayacak söylevimde genel bir hoşnutsuzluk
uyandırırsam eğer, isterim ki bu durum saflığıma verilsin;
üyeleri böylesine şen şakrak ve dostane yüz ifadesini takın­
mış yarı resmi bir mahkemenin derince gizemlerini derinden
araştırmayı henüz beceremeyişime atfedilsin!
Bu giriş, derse koyduğum başlıkla alakasız görünüyorsa
affınıza sığınıyorum, lakin "öyle başa böyle tarak" kaidesi ge­
reğince, bundan farklı bir yaklaşım da benimseyemezdim.
Konuşmamın bu ilk bölümündeki maksat sizlere kendimi
tanıtmaktı. İ kinci girişin amacıysa sizleri tanımak.5

Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri


Bu havadan sudan konuşmamı, kulübümüzün şiarındaki
en seçkin boyutla, Atayurduyla alakası olmayan bir konuya
adamaya cüret ederken taşıdığım niyet, yerel grubumuzun
üyelerinin kış ve yaz dönemleri boyunca yapacakları ilgi çe­
kici konuşmalara açık gibi duran bazı soruların aydınlatılma­
sına mütevazı bir katkı sunmak.6 "Açık gibi duran bazı soru­
lar" dan söz etmemin sebebi az önce anılan yayımların, işle­
dikleri konuların hakkını verememeleri değil, bilakis söz ko­
nusu yayımlardaki anlatımların fevkalade ilgi çekici bir dizi
soruya açılacak denli seçkin olmaları. Zira sağlam yayımların

5 Jung'un elyazmalarında bu giriş kısmının nerede bitip asıl metnin nerede

başladığını gösteren hiçbir işaret bulunmuyor.


6 Kenar notu: Krş. G. Pfisterer, "Die Herkunft der lebenden Wesen," Cen tr. BI.

1 896 Ağustos; ve Stahelin . . .


Jung göndermeyi bu haliyle not etmiş. Doğrusu şöyle: Georg Alfred Pfisterer,
"Die Herkunft der organischen Wesen" [Organik Varlıkların Kökeni], Cent­
ralblatt des Schweizerischen Zofingervereins (Zürih), XXXVI: 10 (Temmuz 1 896),
609-63 1 ve Kari Rudolf Staehelin, "Die verschiedenen Erklarungen des Le­
bens" [Yaşama Dair Çeşitli Yorumlar], a.g.e., XXXVI: 6 (Nisan 1 896), 387. Pfis­
terer ( 1 875- 1 968), Tıp Doktoru: Bütüncül tıbba ilgi duyan bir hekimdir.
Staehelin ( 1 875-1 943), Tıp Doktoru: Basel Üniversitesinde profesörlük yapmış
bir dahiliyecidir.

29
veya konuşmaların alametifarikası şudur: Bunlar, işledikleri
mevzuun kapsamından daha fazlasını, gerçekte işleyebilecek­
lerinden daha fazlasını düşündürürler her zaman.
Çoğumuz yukarıda anılan dersleri dinledik ve kuşkusuz
hepimiz, taşıdıkları anlam tek bir disiplinin sınırlarına sığma­
yan ve eğitimli her insan için en hayati önemde olması gere­
ken sorular sorduk kendimize. İ lgili sorunlar yalnızca uzman­
ları değil herkesi ilgilendiren sorunlardır, üstelik onların nes­
nel veya öznel çözümleri her düşünen insanın zorunlu kaygı­
sıdır -veya olmalıdır.
Hepimizin bildiği gibi, atalet ilkesi fiziksel fenomenler
alanına özgü olmayıp insan düşüncesinin temel bir yasasını
temsil eder. Böylelikle o, dünya tarihinin gelişmesinde ah­
maklıktan daha güçlü bir etkendir.7
Doğuştan gelen bir insani özellik olan bu atalet ilkesi şu
durumu kavramamıza izin verir: Bugünlerde, yani baştan
ayağa eleştirel olan zihnin çağında, neden hala toplumun her
kesiminden eğitimli insanın, içlerinden özellikle fizikçiler ve
doğa bilimleriyle uğraşanların, materyalizme bağlılıklarını
ilan ederken hiç utanmadıklarını ve böylece kendi entelektüel
sefaletlerini kanıtladıklarını görüyoruz? Tabii bu insanlar pek
de kınanamaz, çünkü çok iyi bilinen bir modeli taklit etmek­
ten, yani du Bois-Reymond'lardan büyük olanının8 Berlin'de
söylediklerini papağan gibi tekrar etmekten başka bir şey
yapmıyorlar. Ne de olsa, herkesten kendi başına düşünmesini

7 Jung aşağıda iki Kant alınhsı aktardığı bölümün arasına bu paragrafı ve ar­
dından gelen beş paragrafı sokmuş. Belki de metnin bu şekilde uygun olaca­
ğını düşünmüştü .
s Emil Heinrich du Bois-Reymond ( 1 818-1896), Berlin doğumlu ve Berlin

Üniversitesinde fizyoloji profesörüdür. Modem elektro fizyoloji biliminin ku­


rucusu olup sinirlerde ve kas liflerindeki elektrik hareketliliğini ilk inceleyen
kişidir. Kendisi Alman fizyolog Hermann von Helmholtz'la birlikte çalışmış­
tır, aynca bu ikisi, Cari Ludwig ile birlikte, fizyolojiyi uygulamalı fizikle
kimyaya indirgeme yaklaşımlarıyla Avrupa'nın her yanındaki biyolojik dü­
şünceyi etkilemişlerdir. Söz konusu yaklaşım, Freud'un psikolojik kuramla­
rını derinden etkilemiş ve maddeyi "yaşam kuvveti" nden doğan bir şey ola­
rak gören tüm dirimselci kuramların fizyolojiden sürülmesine yardım etmiş­
tir. Jung bu derslerin ilerleyen bölümlerinde sözü edilen mekanist-dirimselci
karşıtlığına gönderme yapacak.

30
bekleyemeyiz. Bunu dikkate aldığımızda nihai çözüm "tepe­
den inme bir devrim" olabilir belki, fakat böylesi bir devrimin
çıkıp gelmesi uzun zaman alacak, üstelik atıl kitlelerin hare­
kete geçirilmesi 20-30 yıllık bir emeğe mal olacakhr. Benim
için, materyalizme karşı savaşmak gücünü boşa harcamaktır;
bunu biliyorum bilmesine, fakat her şeye rağmen, gizli kusur­
ları olan bu devasa, anlamsız heykelin daha net bir portresi­
nin çizilmesine yardım etmeyi umuyorum.
Bu amaçla, sağın bilimlerdeki kuram ve hipotezlerin, çağ­
daş yaklaşımlarda oynadıkları temel veya belirleyici rol ölçü­
sünde, eleştirel bir tasvirini sunmaya çalışıyorum bu çalışma­
da. Söz konusu teoremlerden yalnızca, benim yorumumda
mutlak olarak esas olanları ve en önemlileri, en meşhurları
tarhşacağım.
Bu eleştirel yorumun başlıca amacı belirli çelişkileri gös­
termek. Eğer eleştirim bu yapıya sadık kalsaydı çözülemez
bir ikilem biçimine bürünür ve ortaya çıkan sonuç da olum­
suz olurdu. Oysa hiçbir okur bununla tatmin olmayacağına
göre, herhangi bir fiziksel sürecin zorunlu metafizik ön var­
sayımlarını gözler önüne serme niyetiyle, elde ettiğim mah­
sulden açık sonuçlar çıkarma işini de üstleniyorum. Bu tu­
rum, eleştirinin sırf cesaret kırıcı etkisine karşı koymayı
mümkün kılacak, böylece biz de metafizik alanında başka
eleştirel arasözler için sağlam bir kalkış noktası hizmetini gö­
recek olumlu bir sonuca ulaşabileceğiz.
Bana kalırsa, iki Kant alıntısından daha iyi bir captatio bene­
volenticr seçemezdim, denememi kamuya bunlarla sunuyorum:

"Her töz, yalın bir maddi unsur bile, dışsal işleyişinin nedeni ola­
rak içsel bir etkinliğe sahip olsa gerek. "9

"Dünyada bir yaşam ilkesi taşıyan ne varsa, görünüşe göre do­


ğası bakımından gayrimaddidir. " ı o

9 Immanuel Kant, Triiume eines Geistersehers, erlau tert durch Traume der Me­
taphysik, Leipzig: 1 899, s. 1 5; İng. çev. E. F. Goerwitz: Dreams ofa Spirit-Seer, 11-
/ustrated by Dreams of Metaphysics, Londra ve New York: 1 900.
1 0 a.g.e., s. 14.

31
Hepimizin bildiği gibi,1 1 kocaman bir bilgelik bohçası dü­
züp dünyayı gezen, oysa "buz gibi mezarları"na girinceye
dek, bohçanın içindekileri ellerinden gelen itina ve titizlikle
reklam etmekten başka bir şey yapmayan, ne zaman uygun
bir fırsat çıksa o küçük eşya dükkanlarını serip bihaber kitle­
nin kendilerine sunduğu korkuyla karışık saygının tadını çı­
karan insanlar - "eğitimli" denen insanlardan, yalnızca bun­
lardan söz ediyorum - var. Ayrıca bu süreçte, şu küçük hedi­
yelik eşya dükkanlarının yüce düzenini en ufak şekilde boza­
bilecek ne var ne yoksa hepsini tertemiz ıskartaya çıkarıyor­
lar. İ kinci el ıvır zıvırdan başka bir şey isteyen şu can sıkıcı
baş belaları uygun ilk fırsatta, gayet aşikar araçlarla, baştan
savılıyor. Bu taktik, bilim aleminde evrensel barışın hüküm­
ranlığını güvenceye alıyor, ayrıca münferit bilim insanları
arasındaki, uzmanlık alanlarına yönelik sürtüşme ise bunu
iyice belirginleştirmekten başka bir şey yapmıyor. Bir bütün
olarak bu b i l i m dünyası, görünen yüzeyi durgun ve kusursuz
bir okyanusa benzer. Herkes mutludur burada; insanlar, her
bir şeyin açıklandığına, ayrıca hoş, düzenli ve kullanışlı böl­
melere ayrıldığına dikkat çekerek birbirlerini daha da mesut
ederler. Elbette hiç kimse her şeyi bilemez, yani orta karar
hiçbir bilim insanı bir başına her şeyi bilemez, fakat o, ihtiyacı
olan her türlü yardıma "konunun otoritesi" olarak bilinen in­
san kılığında, yani, herkesin farkında olduğu üzere, sıradan
bilim insanlarından daha bilgili olan ve tüm ciddiyetiyle, her
şeyin tam da olması gerektiği gibi sorunsuzca yürüyüp işle­
diği konusunda bizlere teminat veren biri kılığında erişmiştir.
Beri yandan, bir kural olarak, bu geçici acil durum teknisyen­
lerini çağırmaya gerek yoktur, çünkü insanlar günlük ihtiyaç­
ları konusunda, sırf bu "otoriteler" in var oldukları bilgisine
dayanıp huzurla dinlenebilirler. Hatta denir ki; çokları - kim
bilir, belki de büyük çoğunluk - bu güven verici düşünceye
bel bağlama ihtiyacı dahi duymadan, herkesin yaptığını ya­
pıp geçer. Bunlar en şanslılardır; parmağını bala bandıran ço­
cuklar gibi, bilimsel bilginin tadını ceza kaygısı olmadan ya-

ıı Elyazmasında bu paragraftan başlayarak, birkaç sayfa sonra gelen yıldız

işaretine kadarki bölümün üzeri hafifçe çizilmiş.

32
vaş yavaş çıkaran eğitimli insanlar. Gündüzün altından ışığı­
nın tadını, iyi kötü masumca, çıkarmaları serbest olanlardır
bunlar. Onlara bakılırsa ne sorular vardır ne muammalar; yü­
ce hiçbir şey, derin hiçbir şey de yoktur; ne aydınlık vardır ne
karanlık. Duygu ve düşünceleri, felsefeleri ve dinleri tek bir
düşünceyle sonuçlanır; falanca vardır, adı şudur, şurada -
tabii ot gibi- yaşar.
Çok mu ileri gittim acaba? Bence hayır. Tasvirimin doğru­
luğunu kanıtlamaya yarayacak basit bir yöntem var; şu soru­
yu soralım kendimize: İnsanların en çok ilgilendiği konular
neler ve bu konular hangi alana aitler?
Soruya cevap vermek için, büyük bir desteden bir iki sap
çiçek seçecek ve sizlere küçük bir demet şeklinde sunacağım.
Eğitimli insanların ilgisini çeken bu konulardan, sırf en uç
örnekleri seçseydim, evvela utanıp sıkılma nedir bilmeyen12
bir dinleyici kitlesi bulmak zorunda kalırdım. Zira günümüz­
de, boğazına kadar en kepaze çamurlara batmış eğitimli bir
insan hatta bir bilim insanı görmek asla nadirattan değil.13
Fakat bunu tartışmaya gerek yok, çünkü böylesi bir tu tum
eğitimli denen insanlarda bile rağbet görmüyor. Bunun yeri­
ne, şu bilginlere özgü saçmalığın kilerinden görülmeye değer
başka bir parça seçelim. Gerçekten etkileyici bir şey bu: Servet
hırsı. Parayla bir şekilde ilgilenmeyen herkes kartlarını baştan
ayağa yanlış oynamış ve yaşamının gerçek amacını ıskalamış
sayılır. Faizler %1 yükseldiğinde hep bir ağızdan Hamd ü Se­
na ilahilerine sarılan o büyük cemaate kaç kişinin mensup ol­
duğunu, bir kereliğine, aşağı yukarı hesaplamak zahmete de­
ğerdi doğrusu. Doğal olarak bu gruba, affedilebi l i r amaçlar
için eğitim görenleri veya gözlerini "iyi bir evlilik"e dikmişle­
ri de ekleyeceğim.
Tüm eğitimlilerin %90'ının bu "Selamet Ordusu"na üye
olduğunu tahmin edersek fazla muhafazakarca mı düşünmüş
oluruz? Bana kalırsa, başlangıç olarak bu sayıyla yetinebiliriz.
Mütevazı düşüncemi ortaya atma cesaretini göstereceğim:
Paranın rakipsiz gücü şeklindeki düşünceyi kabul etmeyi eği-

12 Eski Ahit, Yeremya 6 : 1 5'e gönderme. -çn.


13 Silin miş: İ nsanın şu ayrıcalıklı zekası domuzu tiksindirecek tarzda işliyor.

33
timli bir insan için utanç verici buluyorum. Söz konusu kişi­
nin bir çuval altını yüceltip huzurunda şapka çıkartarak hür­
met göstermesi daha da utanç verici. Nihayet bu kişinin, bilgi
ve becerilerini kendisine mutluluk verebilecek tek şeyden,
yani kişisel olarak servete sahip olma durumundan saadet
devşirmek için kullanması -daha doğrusu kötüye kullanma­
sı- içlerinden en utanç verici olanı.
İ ddialarımı desteklemek adına birkaç parlak örnek ver­
mem gerekir mi? "Bilimsel bilginin kutsal iklimi" havasına
bürüdükleri para çuvallarını olabildiğince çabuk doldurmak
için, sırf bunun için bilimsel meşgalelerinin peşinden koşan
herkesi mi anlatayım size? Milletin, insani mükemmellikte
zi rvP sandığı, oysa bilimlerini ve bilgilerini 30 gümüşe satan14
alimlerden mi söz edeyim illa?
Bunlardan bahsetmeyeceğim. Meseleyi kişiselleştirmeme­
ye karar verdiğimden dilimi tutacağım.
Sadece hoş bir özdeyişi hatırlatmakla yetineceğim: "Peşin
parayla şu ikisini nerde olsa satın alabilirsiniz; bilginler ve fa­
hişeler."
Bundan daha az etkileyici olmayan, görülmeye değer bir
diğer parça da başarılı görülme ve "kariyerli" sayılma arzu­
sudur; bu dürtünün kölelerine "kariyerist" denir. Bu insanlar
türdeşleri uğruna hatta kendi iyilikleri için değil bir kurmaca,
bir sanrı uğruna çalışıp çabalar ve yaşamı yıldırım hızıyla tü­
ketirler. İ nsanüstü bir gayretle ömürlerini heba, adalet ve ha­
kikati ihlal ederler, kendilerinin ve başkalarının mutluluğunu
telaşla mahvederler; ne için, aşırı hararetli hayallerinden
doğma, şaşalı bir seraba, yani başkalarının gözündeki şan
şöhrete bir an önce atlamak için.
Kariyeristler hep vardı, varlar; bunu kabul etmeliyiz. Fa­
kat geçmişte, kovadaki bir damlaydılar, bugünse ancak fıçı­
larla tartılabilirler. Böylesi insanların, yani kuşkucu olmala­
rıyla gurur duyan; sade bir insanı utandıracak kadar radikal
olan; tüm akli tutumlara karşı küçümseme saçan asılsız bir
fikre, çılgın bir farsa yaşamlarının en yüksek hedefi olarak ta­
pınan insanların bulunması gerekliliği zamanın önemli bir ni-

14 Yahuda göndermesi, bkz Matta 26:15. -çn.

34
şanesi. Bunlar sıradan olanın sade inancına gülüyorlar, oysa
bir yandan, hastalıklı muhayyilelerinin yarattığı o putlaştı­
rılmış nefretlerinin karşısında, tümüyle geride kalmış vaziyet­
te, diz çöküyorlar.
Ölüm döşeğindeki yüzyılımızın mezara giden yolunu ay­
dınlatan bu kuyruklu yıldız hakikaten uğursuz.
İ şte, şu küçük demetimiz için üç sap ağulu çiçek yolduk az
önce. Şimdi dikkatimizi başka birkaç şeye, eğitimli süt kuzu­
cuklarının otlamayı sevdiği, daha masum "çayır çiçekleri"ne
verelim.
Akşam yemeği vaktinde bir grup eğitimli insanı çat kapı
ziyaret edip ilginç sohbetlerini dinleyelim:
Evin eğitimli hanımı veya kocası, evin beyi yani, akşamki
misafirleri tiyatrodan, bir konserden, her türlü estetik ve sa­
nat olayından konuşarak ağırlamayı kuruyor; tabii perçinle­
mek için bir miktar popüler bilim de serpilmeli muhabbete.
Bir iki parça siyaset de partiyi canlandırmalı elbet.
Böylece herkes yukarıda anılan konular hakkında olabile­
cek en sevimli tarzda cır cır konuşuyor. O günlerden bir tiyat­
ro sahnesinin yanı sıra dünkü konserle ilgili ılıman övgülerini
veya nazik tenkitlerini ifadeye döküyorlar. Sanat galerisinde­
ki sergiye gelince iş, biraz daha heyecanlanıyorlar heyecan­
lanmasına ama başka birinin makulce çürütebileceği, aşırı gö­
rünecek herhangi bir görüşü dillendirmeme konusunda gayet
titizler. Yüzlerinde müsamahakar bir gülümsemeyle gazete
ve dergilerde çıkan, fazlasıyla iğneleyici bir eleştiri yazısını
hatırlatıyorlar; kamuoyunun yerin dibine soktuğu bir resme
aşırıya kaçmadan, tam kararında gülüyorlar; bu sırada, konu
hakkında kendi müstakil görüşleri olduğunu göstermek için
elleri ceplerinde. Ardından, şaraplarından bir iki yudum çe­
kip siyasete geçiyorlar. Doğal olarak, Ermenistan' da olan bi­
ten korkunç şeyleri anmadan geçemezler. Ö lçüp biçilmiş, za­
rif ifadelerle Türk sultanının zavallı Ermenilere böyle zul­
metmesini biraz tuhaf bulduklarını beyan ediyorlar. Misafir­
lerden biri gazetelerde okuduğu en güncel haberleri anlatıyor
ötekine; muhatabı, konu hakkında henüz gerçekten hiçbir şey
duymadığını ama kendisinin de iyi Ermenilerin akıbetiyle
gayet ilgili olduğunu söyleyerek eşlik ediyor berikine. Son ra

35
birisi röntgen ışınları meselesini gündeme getiriyor ve ardın­
dan, artık eve dönme vakti! Bu akşam buluşması kesinlikle
herkesi mest etti, üstelik hepsi sohbeti son derece canlı ve za­
rif bulduklarına yemin billah ettiler.
Bu çiçekleri de demetimize eklediğimizde, eğitimli bir toplu­
luğun ve onun ilgi alanl arırun eksiksiz bir resmini elde ediyoruz.
Şu halde, bir parça derinlik sergilemesini beklediğimiz in­
sanlara döndüğümüzde, bakınız, hepsi sığ sularda boğulmak­
taydılar. Üniversiteye kaydolurken ömürlerini bilime ve ha­
kikate adamaya şeref sözü verip akademik eğitim almış insan­
ların sonunda bu bataklığa düştüğünü görmek üzücü değil mi?
Bize gelince, bizim de sonumuz, aynı bayağılığın bu kor­
kulası sığlıklarına karşı koyamamak mı olacak? Ö tekiler gibi
biz de günün birinde, bize emanet edilen pek kıymetli talant­
ları15 gömme sitemini mi hak edeceğiz? Uyandırıp göz açan
bilginin gençlik tohumunu kayıtsızlığın ölüm saçan ayazın­
dan koruma gibi kutsal bir vazifemiz yok mu?
Sorular sormalı, hakikati aramalı, bilgiye erişmeye çaba­
lamalıyız, başka türlü yapamayız. Gözlerini açıp göremeye­
cek kadar tembel olan, bir sorunla yüzleşme bahtiyarlığına
her eriştiklerinde ölü taklidi yapan şu mankafalar ne kadar da
acınası örneklerdir. Nasıl un güvesi gibi davranılacağını diğer
herkes kadar eğitimli insanlar da biliyor maalesef.
Peki, bugün eğitimli insanlarda görülen şu akıl ermez
duygusuzluğun nedeni ne? Aslına bakılırsa birkaç sebep var.
İ lkin, büyük coşkuyla bir çırpıda yutulan ve zihinleri başka
konularla meşgul eden beyhude kitap sürüleri var. İkincisi,
çağımızın modus vivendisi [yaşam tarzı] ortada; burada insan
daha sonra iyi bir yaşam elde etmek için çalışıyor ve kendi
uzmanlığına yoğunlaşıyor. Ü çüncüsü, bilimin bazı şeyleri
gerçekten açıkladığı dogması söz konusu . Nihayet dördüncü­
sü, topyekun bir kayıtsızlık var; insanlar ne çalıştıklarını veya
nasıl, niçin çalıştıklarını koyuverip geçmişler.
Kayıtsızlığın tiryakı hiç bulunmamıştır, üstelik özlü sözün
dediği gibi: "Aptallığı tanrılar bile yenemez." Aptallığın üste­
sinden gelmekten başka şansımız yok.

ıs Bkz. Matta 25: 1 4-28. -çn.

36
..

Bilim insanı olmayan biri bizden sağın bilimlerin ulaştığı


sonuçlar hakkında bilgi almak istediğinde, sanki bir kuralmış
gibi, örneğin söz konusu alan fizikse, kütle çekim yasaların­
dan ve dalga-eter kuramından16 söz ederiz; alan kimyaysa,
atom ve molekül kuramından; zooloji ve botanikte müphem
üremeden,17 soyaçekim ve doğal ayıklamadan; psikolojideyse
mekanizm ve dirimselcilikten söz ederiz. Bilim insanı dürüst­
se sözlerini omuz silkerek bitirir. Gelgelelim genel kaidedir;
bilim insanları böyle yapmaz, dogmalarını cafcaflı sözlerle
püskürten bir kahin pozu kesmek daha havalı değil midir?
Evet, bu daha etkileyicidir.
Ancak kendimize, tüm içtenliğimizle, şeylerin gerçekten
bilim insanlarının sunduğu gibi mi olduğunu yoksa sadece
böyle mi göründüğünü sorarsak bambaşka bir resim görürüz.
Sistemler, kuramlar art arda sallanmaya başlar. Çoğu bulanık
hatlarda kalırken, ötekiler tamamen çöker. Işık, ısı ve elektrik
kuramına dayanan eter kuramına bakalım mesela. Sorumuz
şöyle: Eter diye bir şey gerçekten var mı, elimizde onun varlı­
ğına dair deliller var mı? Kesin hiçbir delil yok ortada, hiç
kimse sıradan beş duyusunu kullanarak eteri hiçbir şekilde,
ne şeklini ne biçimini, henüz algılamış değil. O halde, en açık
vargı şu: Eter diye bir şey yok. Fakat buna rağmen onun var­
lığı aklın zorunlu bir postulatı. Bir cisimden çıkan hareketi,
yani kuvvet ifadelerini, nasıl kavramalı veya tahayyül etmeli­
yiz? Titreşimi gerçekleştiren bir cisim yokken titreşim nasıl
meydana gelebilir? Işık mutlak bir boşluğu nasıl kat edebilir?
Bir elektrik kıvılcımı iletken madde olmadan bir yerden bir
yere nasıl gidebilir? Tüm bu fenomenler gerçekleşiyor işte!
Işık buraya ulaşmak için, gezegenler arasındaki muazzam
boşlukta ölçülemez mesafeler kat eder, üstelik yıldırım bulut­
lardan yeryüzüne hızla düşer. Enerjinin bu dışavurumlarını

16 19 . yüzyılın geç dönemi fiziğinde e ter, bir şey tarafından doldurulmamış


tüm uzamları doldurmak suretiyle ısı ve ışık dalgalarını ilettiği düşünülen
hipotetik bir ortam-araçtı. Einstein'ın 1 905 tarihli, görelilik kuramının giriş
yazısıyla birlikte bu hipoteze ihtiyaç da kalmadı.
1 7 Bu yaklaşım, organik yaşamın inorganik kaynaklardan türeyebileceğinı dil­

lendiren kuramı da içine alır.

37
iletecek bir cisim, bir iletken madde olsa gerek. Gelgelelirn bu
cisim duyularımızla algılanabilir olmadığı gibi hiçbir şekilde
öznel de nesnel de değildir. O, tamamıyla gayrirnaddidir ve
fakat duyularımızla algılanabilen maddi özgülüklere sahiptir.
Dernek ki gerçeklikle akıl arasında bir çatışma söz konusu. Bu
çatışma modern bilimin baştan ayağa materyalist ve kuşkucu
yaklaşımında ağır bir ihlali yansıtmıyor mu? Buna, katışıksız
ortak duyuya aykırı düşen bu şeye bir "açıklama" demeye
gözümüz kesiyor mu?
Bilim insanları eter hakkında konuşmayı pek sevmez, zira
herhangi bir cisimle ilişik gibi görünmeyen kuvvetlerle ve öz­
gülüklerle uğraşmak sıkıntılıdır. Bu ikilemin imalarını geniş­
lettiğimizde görüyoruz ki; eterin var olduğunu farz etmedik­
çe ışığın varlığının da bir yanılsama olduğu sonucuna mecbu­
ren varmak aklın mutlak bir koşuludur. Ancak eter yoksa, bu
durumda akıl şunu zorunlu tutar; ışık, algılanamaz bir cis­
min, yani kelimenin tam anlamıyla metafiziksel olan, yani
gayrirnaddi olan bir cismin niteliklerini taşır.
Peki, bu basit zihin idmanı bizi nereye götürüyor? En te­
mel akıl yürütme dizisi bizi aniden en somut fenomenler
aleminden alıp uygulamalı bilimlerde en çok küçümsenen ke­
limeyle, yani "metafizik" kelimesiyle karşılaşacağımız bir
aleme taşıyıverdi. Bizi bu yola yönlendiren gerçekten sağın
bilimin ruhu mu? Öyle olsa gerek, zira burada vardığımız so­
nuç olgulardan mecburen çıkarsadığırnız apaçık neticedir.
Kendilerine sahip olacak bir cisim olmaksızın özgülükler
kendilerini hakikaten trajikomik bir durumda bulabilir.
İ mkansız bir özgülüğe sahip cisim de böyledir. Söz konusu
cisim bizzat maddedir. Hepimizin bildiği gibi, karşılıklı çekim
uygulamak tüm cisimlerin doğalarına özgü bir özgülüktür.
Bu fenomen evrensel kütle çekim olarak bilinir. Çekimi izaha
yönelik girişimler bizi en netameli döngüsel argümanlara gö­
türür. Zira sonuç argümanı her zaman aynıdır: Cisimler bir­
birlerini çeker, çünkü çekmek cisimlerin özgülüğüdür. Peki,
bu çekimi nasıl resrnedeceğiz? Çekimin meydana gelişi su gö­
türmez bir gerçektir; peki nasıl, hangi yolla? Cisme özgü bu
özgülük cisimde nasıl tezahür eder? Bir kuvvet, bir cisimden
diğerine iletilen bir kuvvet uygulanır. Dernek ki o, diğer cis-

38
me varması ıçın belirli bir güzergahı izlemek zorundadır.
Ama nasıl iletilir bu kuvvet? Zaten gördüğümüz üzere, ilet­
ken maddeden yoksun bir kuvvet saçmalıktır. Dolayısıyla
kuvvet, A'dan B'ye geçmesi için bir taşıyıcı veya iletken
madde bulmalıdır. Eter uysalca bu işlevi görür mü? Bu du­
rumda kuvvet de eterin bir atomundan diğerine geçecektir.
Gelgelelim bu, söz konusu şartlara göre, cismin özgülüğünün
eterin atomlarına nakledilmesi demektir basitçe. Ancak,
atomlar anılan özgülüğe sahipse, birbirlerini çekerlerdi ve A
ile B etrafında ortak merkezli eter yığını şekillenirdi, dolayı­
sıyla kuvvetin A'dan B'ye geçişi duraksardı. Ya da eteri kütle
çekim kuvvetiyle ilişkisi bakımından atıl veya yansız şeklinde
mi tarif etmeli? Fakat bu açıklama, tamamıyla aşkınsal bir
açıklama olurdu, yani kavramsallaştırma güçlerimizin çok
ötesine geçerdi. Bir özgülükle ilişkisinde tümden yansız olan
bir cismin bu özgülüğü iletmesi nasıl tahayyül edilebilir ki?
Bizzat tanım çelişiktir. Bir iletkenin en başta iletken madde
olarak iş görmesi gerektiğini varsayarsak, bu iletkenin söz
konusu özgülüğü bu şartlar altında; özgülüğün kendine özgü
tezahürlerini üstlenmeksizin, yani aslında hiçbir surette özgü­
lüğü elde etmeksizin üstlenmesi imkansızdır. Çünkü bu du­
rumda iletkenin, bir özgülüğü bizzat onu yüklenmeden elde
edip iletecek şekilde yapılanması zorunlu olurdu. Ancak bu
düşünce o kadar kararsız ve aldatıcı ki sonunda metafizik bir
hipoteze geri döndük. Zira bir hipotezi başka bir hipotezle
açıklamak fazlasıyla dayanıksız olacaktır.18
Diğer açıdan, karşılıklı çekim sorunuyla enerjinin koru­
numu yasası arasındaki ilişki nedir? Şimdiye dek belki de
hiçbir doğa yasası böylesine evrensel ve sürekli yinelenen bir
kabule erişememiştir. Hem organik hem inorganik yapıdaki
alemlerden gelen kanıt selleriyle nerdeyse boğuluyoruz. Bu ya­
sa olmasaydı fizik bilimlerindeki tüm kuram ve deneyler
imkansız olurdu. Enerjinin korunumu yasası belirli bir enerji
niceliğinin tüm koşullar altında sabit kaldığını söyler bize,
yani her kuvvet için kendisine denk bir kuvvet vardır ki bu

ı s Silinmiş: Üstelik, bilimin basbayağı geride bıraktığı bir şeyin sınırına varmış

bulunuyoruz.

39
ikinci kuvvetin azalışı ilk kuvvetin artışıyla orantılıdır. Her­
hangi bir enetji kaynağına, örneğin günlük şu veya bu mik­
tarda enetji üreten bir elektrik santraline baktığımızda, bu
enetji nerden gelir ve onun denk enerjisi nedir? Onun dengi,
sağladığı gücü türbin motorlarıyla kullandığımız çağlayanın
kinetik enetjisinde bulunur. Çağlayanın enerji dengi nerede­
dir peki? O da çağlayanın konumundan, yani suyun yüksek­
ten aşağı doğru akması olgusundan devşirilmiş potansiyelde
bulunur. Su, konumunun potansiyel enerjisini güneş ışığın­
dan; suyu buharlaşma derecesine kadar ısıtan ve böylelikle
onu mevcut konumuna yükselten güneş ışığından devşirir.
Bu örneği daha fazla açmamız şart değil. Bahse konu olan
yasanın anlamını, inanıyorum ki, herkes anladı.
Şimdi, bu yasayı evrensel kütle çekim sorunumuza uygu­
layalım. Kütle çekimsel kuvvetin denk enetjisi nedir? Enerji­
nin korunumu yasasını evrensel geçerliliği olan bir yasa ola­
rak kabul etmeyi sürdüreceksek, burada da bir denk enerji
olmalı, değil mi?
Kütle çekimin çekimi asla azalmaz, çünkü her cisim dur­
duğu yere değişmez bir basınç uygulayarak kütle çekimsel
kuvveti hiç durmadan kullanır. Şu halde, kütle çekimsel kuv­
vet cisim hareketsiz olduğunda asla azalmaz. Hareketsizlik
durumunda çekim gizil hale gelmez, aksine kütle çekimsel
kuvvetin sabit derecesi olarak tezahür eder. Fakat söz konusu
cisim bu enerjiyi nerden alır? Bizzat kendi içinden aldığını
varsaymak durumundayız. Bu durumda cisim, tözünün bir
parçası olarak, kütle çekimsel kuvvetin denk bir kuvvetine
sahiptir. O halde, kurallara göre cisimde, kuvvetin genişleme­
sine neden olan belirli değişimler olmalıdır. Bu değişimler,
şayet maddi olarak gösterilebilecek bir kuvvetin üretimiyle
sonuçlanacaklarsa, mecburen maddi olmalılar. Oysa maddi
değişimler duyularımızla, ama öznel ama nesnel olarak, algı­
lanabilir yapıdadır, dolayısıyla kütle çekimdeki çekimin denk
enetjisi doğrulanabilir olmak durumundadır. Gelgelelim ger­
çeklikte, kütle çekimsel kuvvetin hiçbir denk kuvvetini doğ­
rulayamayız. Cismin ne içinde ne dışında değişimler meyda­
na gelir; kütlesel çekim kuvvetinin sabit seviyesini koruyan
cisim yıllar yılı değişmeden öylece durur. Şu döngüsel argü-

40
mania yetinip durmalıyız: Madde kütle çekim uygular çünkü
kütle çekim uygulamak maddenin özgülüklerinden biridir.
Bir kez daha akılla gerçekliğin çarpışmasıyla karşılaşıyoruz.
Akıl denk bir kuvveti talep ediyor, ama gerçekliğin elinde
böyle bir kuvvet yok.
Bu bulgunun enerjinin korunumu yasasını geçersiz kılan
bir argüman olduğunu düşünmek fahiş bir hata olurdu. Öyle
ki, duruma daha yakından bakarsak, evrensel kütle çekim söz
konusu yasanın sapma noktasını temsil ettiğine göre, bu ya­
sayı ona uygulamak zorunda olmadığımızı görürüz. Çünkü
bu yasa belirli bir enerji niceliğinin sabitliğini açıklıyor sade­
ce, biz de burada o niceliğe bakıyoruz. Evrensel kütle çekimi,
sabitliğini ve değişimlerini söz konusu yasanın tanımladığı
aynı özgül enerji niceliğini sunar. Onun, daha yüksek uzam­
sal kavramlarla tanımlamayı arzuladığımız, enerji dengi eri­
şimimize açık değildir; zira mutlakta saklıdır.
Şimdi, modern kimya sisteminin temeli olan atom ve mo­
lekül kuramına dönelim. Anılan sistemin payandası olan pos­
tulatla gerçeklik arasında somut halde var olan çelişkiyi ay­
dınlatmak adına çokça ifade ve argümanı işletme zahmetin­
den zarif dinleyicilerimin beni kurtaracaklarına güvenim tam.
Modem kimya sisteminin mantıksal vargılarıyla işlerin fiili
gidişatı arasındaki çatışmayı hızlıca özetlemekle yetineceğim.
Bu sorun da ikincil önemdedir, çünkü burada, aklın iddiasıy­
la gerçeklik arasında söz konusu olan bir uyuşmazlığı değil,
akla mutlak olarak uygun düşmeyen bir sistemle gerçeklik
arasında söz konusu olan çarpışmayı görüyoruz.
Maddenin atomlardan bileşik olduğunu düşünelim. Ta­
nımı gereği atom daha fazla bölünemeyen cisimdir; uzamda
yer kaplaması söz konusu olmayan, dolayısıyla matematiksel
bir nokta olan cisim. Apaçık bir çelişkiye tanık oluyoruz bu­
rada: Madde uzamda yer kaplar, dolayısıyla uzamda yer kap­
lamayan parçalardan bileşik olamaz.
Biyoloji bilimleri sahası, yani botanik, zooloji ve fizyoloji -
buraya psikolojiyi de katmalıyız - çok daha önemli, kamuyu
daha çok ilgilendiren bir sorundur. Aslında yaşamın kökeni
sorununa gönderme yapıyorum.
Bu soruna dair eleştirel incelememizde, bizzat sorunun

41
kendi gelişim sürecinde izlediği yolu izlemek en iyisi. Köken­
sel yaratım hakkındaki tartışma 20 veya 30 yıl önce tüm bilim
dünyasını kargaşaya sürükledi. Hararetli bir savaş ortalığı
kasıp kavurdu, hala da kavuruyor. Alevler, Dr. Bastian'dan19
gelen son çürütmeyle de dinmedi. Küllerin altında hala közler
parlıyor, üstelik közler bugünlerde mekanizmle dirimselcilik
arasındaki mücadelede tekrar harlanmakta. Sorun değişmedi;
hala aynı eski sorun, şimdilerde açık ara daha genel ve daha
tehlikeli terimlere döküldü sadece. Buradaki mesele aklın id­
diasıyla gerçeklik arasındaki çözülemez çelişki meselesi de­
ğildir, daha ziyade, her ikisi de akılla tutarlı olan iki iddia
arasındaki daha şiddetli bir çarpışmadır. Mesele modern, ma­
teryalist-kuşkucu doğa görüşünün "olmak ya da olmamak"
meselesidir.
Organik yaşamın evrim sürecinin başlangıcına dönersek,
ilk hücreye; en eski denizin heyecanlı dalgalarıyla sarsılmış
ve gelmekte olan, henüz bilinmez bir dünyayı belli belirsiz
hisseden ilk hücreye varırız. Hücre işte orada mevcuttur ve
onunla birlikte yaşam da. Oldukça sert ve yadsınamaz bir ol­
gudur bu. Peki bu hücreden önce, yani sıcak buharlar ergi­
miş, kızgın yerkürenin köşelerinde yoğunlaşmadan evvel ne
vardı? Daha önce ne vardı? Tıpkı maddenin her zaman var ol­
duğu söylendiği gibi, organik yaşam da en başından beridir
var mıydı? İ yi de öyleyse bu alev keşmekeşinin, akkor demir
ve platin buharlarının ortasında nasıl varlığını sürdürdü? Ya­
şam, maddenin bir işlevi mi yoksa? Eğer böyleyse, kökensel
yaratım en başından teminat altına alınmıştır. Bu durumda
maddenin, zevkine göre istediği her biçimi üretmede tam
yetkisi olurdu. Oysa, organik varlıkların asla inorganik mad­
deden gelişmediği, aksine sadece yaşamla temas aracılığıyla
geliştiği meselesi binlerce örneğin doğruladığı bir olgudur.
Ortada mutlak bir yasa varsa şayet, o da omne vivum ex vivo­
dur [ Yaşam yumurtadan çıkar] . Pratik akıl (ampirizm) ebedi ya­
salara göre sahnelenen bu doğa dramasına değişken, rastlan-

19 Henry Charlton Bastian ( 1 837- 1 9 1 4), Britanyalı nörolog ve kendiliğinden


ü reme kuramının savunucusu. Kendisinin şu metnine bkz. The Beginnings of
Life, Londra : 1 872.

42
tısal bir oluşun asla, her ne olursa olsun, müdahale edemeye­
ceğini buyurur. Oysa beri yandan, saf akıl (mantık) organik
bir varlığın varoluşunun yaşamla teması önden gerektirdiğini
buyurur. Hangi iddiayı geçerli görmeli? Bir yandan, şimdiye
dek fenomenlerin yasaya uygun seyrinde ani, keyfi bir kesinti
asla gözlemlenmemiştir; öte yandan, bugüne kadar tüm fe­
nomenlerin sürekliliğinde bir ihlalin kanıtlanmadığı da eşit
derecede doğrudur. Her iki durumda da ortaya atılan iddia­
nın zeminlerinin rasyonel zeminler olduğunu görüyoruz.
Hangi iddia ağır basıyor peki? Mantığın iddiası, ampirizmin
aynı zemin üzerinden kategorik olarak yadsıması gereken bir
şey talep ediyor.
Bu iddialara eleştirel bir bakış atalım. Ampirizmin iddia­
sının temeli nedir? Söz konusu iddia, geçmişte benzer bir va­
kanın asla gözlemlenmemiş olmasına dayanıyor. Mantığın
iddiasının temeli ne peki? Geçmişte bu türden binlerce vaka­
nın gözlemlenmiş olması. "Ampirik" kanıt olumsuz, "man­
tıksal" kanıt olumlu . Mantığın iddiası ağır basıyor. Sonuç: İlk
hücrenin yaratımı önceden var olan bir yaşamla temas aracı­
lığıyla gerçekleşmiş olmalı. Yukarıda sıralanan nedenlerden
dolayı, önceden var olan bu yaşamın maddeye ilişik olması
imkansız, o halde bu yaşam maddeden bağımsızca, yani gay­
rimaddi olarak var olmuş olmalı. Tuhaf değil mi? Rasyonel
bilimsel iddiaları eleştirel açıdan incelemek bizi gayrimaddi
veya metafizik aleme götürüyor.
Burada, dirimselciliğe yönelik eleştirel bir incelemeyle uğ­
raşmak zorunlu olmayacaktır, zira yukarıdaki ara fasılda eş­
değer bir üreme örneğine gönderme yaparak söz konusu il­
keyi zaten tartışmış bulunuyoruz. Dinleyenlerim, bu bağlam­
da dirimselcilik hakkında sonuçlar çıkarmaya fazlasıyla ehildir.
Şimdi, şu bilim insanı olmayan dostumuza, kısa bir süre
önce yüzüne, bilimin sonuçlarını ne kadar da otoriter bir tı­
nıyla sayıp döktüğümüz dostumuza dönelim. Tüm bunlara
ne demesi gerekiyor? Bilimsel "sonuçlar" hakkında konuş­
maya cesaret edersek, dostumuz bizim açımızdan durumun
tuhaf ve küstahça olduğunu düşünmeyecek mi? Aslına bakı­
lırsa ortada sonuç diye bir şey neredeyse yok gibi. Bilim ger­
çekte hiçbir şeyi açıklayamamıştır. Ü stelik bilim bir şeyi açık-

43
ladığını düşünüyorsa, bunu da bir hipotezle yapmıştır. "Ne
için"i bildiren gerçek "neden"i ne vakit arasak muazzam hiç­
liğe vardık; en müphem hipotezler alanına. Hakiki açıklama­
nın başladığı yerde şu bir tutam zekamız öylece işlemez oldu.
Somut fenomenler aleminde nedenselliğin işleyişini onamak­
tan başka çaremiz yok. Peki, bunu açıklayabilir miyiz? Asla!
Tüm bunları dikkate aldığımızda, Darwin'in türlerin kökeni
kuramı tözel hiçbir şeyi açıklamazken bu kuramı fena halde
dert edinmek gayet budalaca değil mi? "Ne için" arka plan­
dan gitmiyor; açıklanamazdır ve hala açıklanamaz duruyor.
Dostumuz, hani şu bilim insanı olmayan, bilimin gerçek­
leştirdiği meşhur "aydınlanma" hakkındaki fikirlerini düşü­
nüp başını iki yana sallaya sallaya çekip gidecek.
Bu konu hakkında ne söylemememiz gerekiyor? Evrensel
hiçlikten, zorlasak da hiçbir şey elde edemez miyiz? Yoksa,
bize imkansız görünenin mümkün olduğu ortaya çıkabilir mi,
böyle bir ihtimal var mı? Bizi bu kadar uzaklara getiren Ari­
adne'nin ipi karanlıkta aniden kesiliyor mu, yoksa bizi gece­
den çıkarıp aydınlığa götürecek şekilde daha uzuyor mu?
Sona geldiğimizi sanıyoruz, oysa aslında henüz baştayız.
Kapının kilitli olduğunu düşünüyoruz, ama anahtar elimizde.
Bilim bize kaba malzemeyi verir, neden daha ileri gidip inşa
etmeyelim ki? Temel öncüller elimizde, neden inat edip sonuç
çıkarmayalım ki?
Tıpkı organik fenomenler dünyasının açıklanması için ön­
ceden var olan bir dirim ilkesinin zorunlu olması gibi, aşkın­
sal özgülüklere sahip eterin belirli fiziksel fenomenlerin açık­
lanmasında asli bir araç olduğunu gördük. Her iki bilimsel
hesaplamamıza da X adı altında girişelim. Her iki fenomene
ait sınırlı sayıdaki özgülüğün olumlu bilgisine sahibiz. Doğal
eğilimimiz, söz konusu fenomenlerin bu özgülüklerden başka
özgülüklere sahip olmadığını düşünmek olacaktır. Haklı mı­
yız peki? Bilim dünyasındaki en güncel olayların bize öğretti­
ğine göre edilgen bir tavır takınmaktan, öylece bekleyip doğa
bize başka neyi ifşa etmeyi tercih ediyorsa onu görmekten
başka çaremiz yok. Röntgen'in20 keşfi, eterin elan bildikleri-

20
W . C . Roentgen ( 1 845- 1 923), Jung'un bu dersinden bir yıl önce, 1 895' te
Würzburg Üniversitesinde X ( röntgen) ışınlarını keşfeden bilim insanı.

44
mize ek olarak başka özgülüklere sahip olduğunu apaçık ta­
nıtlamıyor mu? İ nsan bilgisindeki değişimlerin daha çarpıcı
bir örneği de hipnotizmanın Alman bilim sahasına zaferle gi­
rişidir. Mücadeleyle geçen bir yüzyılın ardından kamunun
dikkati sonunda dirim ilkesinin bu yeni boyutuna çekildi. Bu
fenomenler, aceleci sonuçlara zıplamaktan ve yaşamın tüm
boyutlarının artık bütünüyle keşfedildiği iddiasından bizleri
kesinlikle korumalı. Çağdaş kuşkucu materyalist görüşün
durduğu yer, olsa olsa, entelektüel ölüm getirir. Bu yaklaşım
aslında dar sınırları aşmamızı engelliyor. Nicedir zaten ağzı­
na kadar dolu ambarlara veri toplamayı sürdürmeye mahkum
ediyor bizi. Mikroskoplarımızı geliştiriyoruz, onlar da her
gün, yeni, daha muazzam karmaşaları gün yüzüne çıkarmak­
tan başka bir şey yapmıyorlar. Teleskoplarımızı geliştiriyo­
ruz, onlar da sağ olsunlar yeni dünyaları, sistemleri gösteri­
yorlar bize. Muamma öylece duruyor, tek değişimse muam­
manın giderek daha da karmaşıklaşması. Dünyanın sınırsızlı­
ğını hem mikro kozmosta hem makro kozmosta temaşa edi­
yoruz. Tüm bunlar nerede bitecek?
Materyalist zihniyetli bilginlerimizin kurbağalar gibi vı­
rakladıkları göletin kıyılarını bile henüz bilmiyorken sınırsız­
lık okyanusunu kurutmaya neden can atıyoruz?
Maddi doğa alemine iki metafizik ilkenin girmesine izin
verdiğimizi yukarıda ortaya koymuştuk. Fiziksel fenomenler
incelendi ve en ufak ayrıntısına kadar tartışılarak çözümlendi.
Metafizik fenomenler gerçekte kapalı birer kitaptır. Nicedir
aşina olduğumuz özgülükler dışındaki özgülükleri soruştur­
mak elbette değerli olurdu. İ ki soruna yönelik eleştirimiz biz­
leri onların varlığını kabule iyi kötü mecbur bırakıyor. Yal­
nızca maddi olarak tezahür eden gayrimaddi bir fenomen;
akıl dışı bir iddia değil mi bu? Hatta düpedüz saçmalık değil mi?
Özgülüklerden yoksun bir cisim tahayyül edebilir miyiz?
Bence edemeyiz. Hiç değilse, bunu yapabilecek biriyle tanış­
mak isterdim. Demek ki böyle bir şeyin var olması imkansız .
Maddi özgülükler olmadan maddi bir cismi kavrayabilir mi­
yiz peki? İ mkansız bu; fikrin ta kendisi çelişkili. Ama, gayri­
maddi özgülükler olmadan gayrimaddi bir cismi kavraya bil i r
miyiz? Pek tabii, bugünlerde baştan ayağa bilim dünyası sı rf

45
bunu yapıyor zaten. Gelgelelim yığınla el ele yürümek iste­
miyoruz. İ stiyoruz ki gayrimaddi olan gayrimaddi özgülükle­
rini elinden kaçırmasın.

46
il
Psikoloj i Hakkında Bazı Düşünceler
(1897 Mayıs)

Genel Giriş
Bazılarınız geçen yıl kış döneminde yaptığım konuşmayı
hatırlıyordur muhtemelen. İ nsanları o konuşmada en çok şa­
şırtan nokta giriş kısmıydı; girişten serime yumuşak bir geçi­
şin dünyadaki en zor şeylerden biri olduğunu defalarca işit­
tim. Bugün konuşmanun yolunu yumuşatmak için, söylevime
Kant'ın psikolojisinden alınma şu ilahi sözlerle giriş yapıyorum:

"Ahlak her zaman en yüksek şeydir; korumamız gereken kutsal,


çiğnenemez şeydir, tüm spekü lasyon ve soruşturmalanmızın da
hem nedeni hem amacıdır. Tüm metafizik spekülasyonlar bu
ereğe yöneliktir. Tanrı ve öte dünya tüm felsefi soruşturmaları­
mızın yegane hedefidir, üstelik Tanrı ve öte dünya kavramlarının
ahlakla hiç ilişkileri yoksa, bu kavramlar değersiz olacaktır."

Son notlarımın çöp kutusunda aniden ölüp gitmekten kıl


payı kurtulmasından beridir, ben, aaµcvoç E K 8avaTOL0, 1 göl­
geler diyarının zifiri karanlık kıyılarında sizinle dolaşmak is­
tiyordum.
Bazı şeylerin kavranabilir olduğunu ve başka bazı şeyleri
zorunlu olarak varsaydığını, hayal gücünü birazcık işleterek
fark edebilmemize rağmen, yine de çoğunuz gündelik yaşa­
mın geniş asfaltını, sağlam temelleri olan bu yol u doğanın ka­
ra gece uçurumlarına inmek için terk ettiğinizde a!imane bir
ürperti hissedersiniz.

1 "Ölümden hoşnut," Odysseia'da, maceracılar tayfası, içlerinden birkaç kişi­

nin yaşamına mal olan bir tehlike atlattığında, yani sıklıkla, görülen ifade.

47
Hiç kuşku yok ki insanlar, saygın bilimin ve muteber felse­
fenin bizler için döşediği güvenli yolu terk etmeye; dipsiz bu­
caksızın alanına kendi bağımsız akınlarımızı düzenlemeye;
gecenin gölgelerini kovalamaya; du Bois-Reymond'un "lgno­
rabimus" [(Asla) Bilemeyeceğiz] yazılı küçük anahtarıyla
sonsuza dek kilitlediği kapıları çalmaya delişmen bir macera­
cılık diyecektir. Hayalcilik ve hurafecilikle suçlayacaklar bizi.
Yüzlerinde üst perdeden bir gülümsemeyle, doğanın demir­
den yasalarını kavramaya ve asileri onlarla vurup öldürmeye
çabalayacaklar. Bunu yapacak olanlar, hani ömürlerindeki
her pazar gününü ahlak timsali sözlerle, icraat ve düşünceler­
le lebalep dolduran fakat hafta içleri "Asla bilemeyeceğiz"
yazılı bir levhayla gezenler. Bizim girişimimizin de verimsiz
ve umutsuz bir girişim olduğunu, saçmalık üzerine kara kara
düşünüp kendi kendine eziyet etme olduğunu iddia edecek­
ler. Schwegler'inı kaleme aldığı felsefe tarihinde geçen ve bu­
raya gayet uyan ifadeyle, söz konusu kişiler bir "sokaktaki
adam felsefesi"nin, dolayısıyla "nedensellik ilkesini tümüyle
yanlış kullanan" bir insan felsefesinin taraftarlarıdır.
Kuşkusuz en ateşli itirazlar büsbütün kayıtsızlıkları yü­
zünden veya, daha basit söylersek, vurdumduymaz kör Ay­
vaz oldukları için birer entelektüel iyi aile çocuğuna dönüşen­
lerden; sırf var olmaları gibi basit bir nedenden dolayı, bazı
sorulara ilgi uyandırmaya yönelik en deneysel çabalara bile
en ağır lanetleri savuranlardan gelecek. Tüm bunlara rağmen
ve en keskin hoşnutsuzluğu uyandırma tehlikesine karşın,
her şeyden önce bu konu hakkında konuşmayı tercih ettim.
Kendi başıma bırakılsaydım, davamın yazgısı adına ürperebi­
lirdim, ama müttefiklerim var. Bunlar, meşhur sürgünlerin
veya sapkınların saflarında yer almıyorlar; aralarında Croo­
kes, Wilhelm Weber ve hepsinden öte Zöllner3 gibi fazlasıyla
saygı duyulan, parlak simalar var. Müttefiklerim daha ziyade,

2 Albert Schwegler (1819-1857), Geschichte der Philosophie im Umriss (İng. çev.


A History of Philosophy in Epitome, New York: 1 856,) kitabının yazarı.
J William Crookes ( 1 832-1919), katot ışınlarını ve yalıtılmış talyumu keşfeden,
İngiliz fizikçi ve kimyacı. Wilhelm Weber ( 1804-1891 ), elek tromanyetik en­
düksiyon üzerine çalışan Alman fizikçi. Johann Kari Fried rich Zöllner (1 834-
1882), astrofizikçi ve spiritüalizm taraftarı.

48
otoritelerine gönderme yapmaktan kimsenin çekinmeyeceği
itibara sahip kişiler. Aralarından üçünü; eleştirel kudretleri ve
yargı keskinlikleri tarbşılmaz olan üç ismi seçtim. Başvuraca­
ğım ilk otorite olarak David Strauss' tan, 4 kendisinin Charakte­
ristiken und Kritiken5 (Portreler ve Eleştiriler) metninde Justinus
Kemer ve Prevorstlu kahine6 (Die Seherin von Prevorst) hak­
kındaki klasik değerlendirmesinden alıntı yapacağım.
Kahine hakkında şöyle yazıyor Kemer:

"Istırapla dolu fakat asil ve şefkatli hatlara sa h i p yüzünü semavi


bir ışıltı kaplamıştı . Dili en saf Almanca; konuşması nazik, ahes­
te, ağırbaşlı ve neredeyse ezbere okunan bir metin gibi müzikal­
di. Konuştuğu şeyler, ruhun d an süzülen coşkun duygular kah
uysal, yumuşacık bulutlara kah daha sonra çözülen kapkara bu­
lutlara benziyordu . . . Mübarek veya lanetli ruhlarla ya da bunlar
hakkındaki konuşması o denli gerçekçi [ydi] ki hakikaten daha
yüce bir alemle bir olup iletişime geçmiş bir kadın peygamberin
huzurunda olduğumuzdan asla kuşkulanamazdık . . . "

"Kısmen hasta kadını poz kesmekle suçlayıp kısmen de hekimi


gerçekte olup biteni kavrayamamakla itham ederek Kemer' in
açıklamalarının doğruluğuna saldıranların görüşünü asla pay­
laşmıyoruz; sadece, yazar gibi, bizzat görgü tanıklarının değil,
açıklamayı okuyan tüm önyargısız okurların da temelsiz oldu­
ğunu fark edebileceği bir yakıştırmadır bu. "7

4 David Friedrich Strauss ( 1 808-1874), Protestan teolog ve gayet etkili İsa 'nın
Yaşam ı kitabının yazarı. Strauss aynca spiritüalist fizikçi Justinus Kemer'in
kitapları hakkında eleştiri yazılan kaleme almış ve bunlar Charakteristiken und
Kritiken: Eine Sammlung Zerstreuter A ufsiitze aus den Gebieten der Theologie,
A nthropologie und Aesthetik (Leipzig: 1 839) derlemesinde yer a lmıştır. Stra­
uss'un bu deneme derlemesinin ikinci bölümünde Kemer'in Beobachtungen
aus dem Gebiete kakodiimonisch-magnetischer Erscheinungen ( 1 834) kitabı için ka­
leme alınmış bir eleştiri yazısı bulunur (Strauss'un metnindeki VI. deneme).
Bu yazıyla birlikte, Strauss'un " Kritik der verschiedenen Ansichten über die
Geistererscheinungen," adlı XI. denemesi Kemer'in, müşahede eşliğinde iyi­
cil ve kötücül ruhları gören, çarpma ve cinlerle ilgili başka fenomenleri ger­
çekleştirebilen bir kadına yönelik gözlemlerini tartışır.
s Kitap hakkınd a bir önceki dipnota bakılabilir.

6 Jung. Kemer'in bu Prevorstlu kahine hakkındaki kitabından sık sık alıntı yapar;

özellikle tıp doktorasında. Bkz. The Collected Works l, ss. 49-148 ve birçok yer.
7 Olası bir karışıklığa mahal vermemek adına hatırlatmakta yarar var; ilk alın­

tı Justinus Kemer'in söz konusu kadın hakkındaki gözlemlerinden, ikinci


alıntı David Strauss'un bu gözlem hakkındaki görüşlerinden ibaret. -çn.

49
İ kinci müttefikim olarak Arthur Schopenhauer'den alıntı
yapacağım. Şöyle diyor Parerga und Paralipomena'da: "Her şe­
ye kusur bulup durması gündelik yaşama gölge düşüren şu
cehalet kuşkuculuğuyla savaşmak benim işim değil ."8 "Bu­
günlerde, hayvani manyetizmadan ve onun gerçekleştirdiği
duru görüden kuşkulananlara kuşkucu değil cahil demek la­
zım."9 Schopenhauer bunu neredeyse elli yıl önce yazmıştı.
Ü çüncü müttefikim büyük ustamız Immanuel Kant; pek
de haksız sayılmayacak bir tavırla, son filozof diye adlandırı­
lan Königsberg bilgesi ve kahin-peygamberi. Kant yüzyıl ön­
ce, metafizik derslerinde, rasyonel psikolojiye ayrılmış ikinci
bölümde şunu iddia etmişti:

"Ruhları ancak sorunlu mevcudiyetler olarak düşünebiliriz, yani


onların varlığını reddetmek için hiçbir a priori neden belirteme­
yiz. "

"Bir şey, mümkün oluşu gayet açık olduğu sürece, sorunlu bir
temel üzerinden, kabul edilebilir. Ruhların var olması gerektiğini
apodiktik olarak tarutlayamayız, ama kimse bunun aksini de ka­
nıtlayamaz."

Kant 134 yıl önce, Triiume eines Geistersehers (Bir Ruh­


Görücünün Düşleri) metninde, bir bütün olarak düşünceleriyle
ilişkisi bakımından oldukça anlamlı ve önemli şu itirafta bu­
lunur:

" İ tiraf ediyorum : Dünyada gayrimaddi doğaların var olduğunu


öne sürmeye, üsteli k kendi ruhumu da bu varlıklar sınıfına sok­
maya şiddetli bir meylim var. " ı o

Başka bir yerde de şöyle diyor Kant:

"Tüm gayrimaddi doğalar, yani cisimsel dünyada etkileri olsun


veya olmasın; bir canlılık/tinsellik halinde varlığa gelen tüm ras-

8 Schopenhauer, Parerga und Paralipomena, Bertin: 1 862, s . 243.


9 a.y.
ı o lmmanuel Kant, Traume eines Geistersehers, erlautert durch Traume der Me­

taphysik, Leipzig: 1 899, Böl. 1, s . 1 4 .

50
yonel varlıklar, yani ister burada, yeryüzünde ister diğer göksel
cisimlerde olsunlar; maddenin ham haline -ama şimdi ama gele­
cekte ama geçmişte- canlılık kazandırıp kazandırmadıklarına,
ona hareket verip vermediklerine bakılmaksızın, hepsi kendi do­
ğalarına uygun bir birlik içinde var olurlar. Ü stelik, cisimsel var­
lıklar arasındaki ilişkileri sınırlayan koşullarca belirlenmeden var
olurlar; mekanları ve zamanları ayıran mesafeler, yani görülebilir
dünyada tüm birlikleri bozacak engin bir uçurum yaratan mesa­
feler burada kaybolup gider . Demek ki insan ruhunu halihazır­
da, daha şimdiki yaşamda iki d ünyayla bağlantılı görmek zorun­
ludur. Bir bedenle kişisel bir birlikle birleşmiş olarak ruh, açık ki,
bu dünyalardan ilkini ancak maddi olarak kavrarken, öte yan­
dan, tin dünyasının bir mensubu olarak ruh gayrimaddi doğala­
rın saf etkilerini kabul edip kendisi de bu etkileri yayar, öyle ki
ruhun bedenle birliği sona erir ermez geriye onun tinsel doğalar­
la birlikte kesintisizce ikamet ettiği birlikten başka bir şey kal­
maz; ruh kendini bilince berrak bir temaşanın nesnesi olarak teş­
hir etse gerektir. " 1 1

Son olarak, üçüncü pasajda, çağının çok ötesine geçen


kahince bir nazarla Kant şunları iddia ediyor:

"Bu doğrultuda, insan ruhunun daha bu yaşamda tin dünyasının


gayrimaddi doğalarıyla çözünmez bir birlik içinde ikamet ettiği;
ayrıca, karşılıklı olarak, bu doğalara tesir edip kendisinin de bu
doğalardan bazı etkiler, insani doğasındayken, her şey yolunda
gittiği sürece bilincinde olmadığı etkiler aldığı meselesi, geniş bir
bakış açısıyla bakarsak aslında zaten tanıtlanmıştır veya kolayca
tanıtlanacaktır, en olmadı gelecekte -ne zaman ve nerede bilmi­
yorum ama- ileride tanıtlanacaktır . " 1 2

Benim için en iyisi belki de konuşmamı bu noktada kes­


mek, zira bu kadar anlı şanlı zihinler sözlerini söyledikten
sonra kendi düşüncelerime; sevimsiz bir benzetmeyle söyler­
sem, göz alabildiğince yayılan dallarıyla ulu bir ağaca hisset­
tirmeden yanaşan şu düşüncesiz, soluğu kesilmiş yaprak bit­
lerine benzeyen düşüncelerime, önemsiz bir eklenti yapmak
neredeyse küfür gibi görünecek.

ıı a.g.e., s. 20.
12 a.g.e., s. 2 1 .

51
Rasyonel Psikoloji
Giriş
"Tamam, her şey gayet güzel," der eğitimli hödük, "ama
kendi gözlerimle görmeden hiçbir şeye inanmam. Metafizik
dediğiniz şeyin devri geçeli çok oldu, arhk kimse onu ciddiye
almıyor. Ü stelik, metafizik mefhumlar bugün hata ortalıkta
dolaşıyorsa, kendileriyle başı henüz hoş olmayanlara musal­
lat olacak bir takıntı biçimindedir olsa olsa. Rasyonel insanın
yaşamındaki her şey tümüyle fiziksel ve doğal bir düzlemde
gün yüzüne çıkar."
Evet, gerçekten du Bois-Reymond'un toplama kampına
varasıya her şey mükemmelen açık ve kavranabilirdir, ayrıca
"Rab Tanrının yarattığı" her şey kamu yararına çalışan birinin
sonunda bu tehlikeli sınırlarda inşa ettiği kampa müteşekkir
olmalıdır. Onun dört duvarı arasında gayet güvende ve rahat
hissedilir; varsın mucizeler olmasın, ki huzuru bozardı muci­
zeler.
Dar görüşlü eğitimli hödüğün hayahnda şaşılası hiçbir şey
yoktur kesinlikle. Doğar, büyür ve kendini geliştirir, değil mi
ki daha yüksek bir işleyiş seviyesi ayrışmış organlar ister.
Sonra, kişiliğine ve amaçlarına uygun bir evlilik yapar. Yu­
murta hücresinin döl hücresiyle birleşmesi sayesinde çocuk­
ları olur. Çocuklarına, Hertwig'in kalıtım kuramı13 uyarınca,
ebeveyninin sıfatları bahşedilir. Derken ağır ağır yaşlanır eği­
timli hödük; gerçi artık bu olgu sisteme öyle pek de uymaz.
Peki sonra, sonra ne olur? Sonra, sisteme hiç uymayan, tü­
müyle kavranamaz bir şey olur; bir yalan berraklaşır ve bir
hata düzeltilir;14 ölür bizimki. Ama neden, hangi amaç uğru­
na? Doktoru soğukkanlılıkla kaydeder; hastalık ve yaşlılık
yüzünden cebren ölüm. Kısacası oyun bitmiştir. İ şte ceset so­
ğuk ve katı uzanmış, az sonra protein çürümesi devreye giri­
yor. İ nanılmaz bir olgu bu; yalnızca bir kez olsaydı, sadece bir

1 3 Oscar Hertwig'in The Celi and the Tissues (çev., Londra: 1 895) metninin 1 892

edisyonu biyolojik fenomenleri protoplazmanın evrensellik boyutu altında


bileştirmeye yönelik, 19. yüzyılda girişilmiş en keskin sentezdi.
1 4 Asıl hali: Utanç verici bir yalan korkunç şekilde berraklaşır ve bir hata deh­

şetle düzeltilir.

52
kişinin başına gelseydi dünyada kimse böyle bir şeyin olabi­
leceğine inanmazdı. Oysa aynı şey hepimizin başına gelecek;
kaçınılmaz bu. Ortalama ömür zar zor otuz yıl sürüyor. Peki
neden ölüm geliyor? Sınırsız bir özen ve ehliyetle inşa edilmiş
bir organizma, en içteki amacı yaşamak olan bir organizma
neden nihayet bulsun, solup gitsin veya çürüsün ki? Bir ama­
ca yönelmiş bu yaşama dürtüsü neden böylesi bir aşağıla­
mayla kesiliyor? Ö lüm, en yüce ve kutsal hakkımızı, yani var
olma hakkımızı vahşi bir ihlal olarak etki ediyor üzerimizde.
Ani bir darbe ve işte tüm planlarımız, tüm umutlarımız, neşe
dolu tüm yaratıcılıklarımız paramparça. Ü stelik bu ihlal nasıl
da haince olup bitiyor. Aslında organizmaya fiilen uygulanmış
veya ondan alınmış bir şey bulmak imkansız; cesedi tarttığı­
mızda canlıyken geldiği ağırlığında. Bütün olarak organizma
işte orada, yekpare ve yaşamaya hazır; ama ölüdür artık, üs­
telik onu diriltebilecek hiçbir zanaattan haberdar değiliz.

Rasyonel Psikoloj i
Bedenden ayrılan, tuhaf Bir Şeydir; yaşama istenci taşıyan
Bir Şey, yaşamda organizmayla onun yaşamsal ortamı ara­
sındaki uyumu koruyan bir kuvvet. Öğesel bir kuvvet gibi,
bir dirim ilkesi gibidir bu. Eskiden fizyologlar buna yaşam
kuvveti diyor ve böylece "nedensellik kategorisi"ne, gayet
yerinde, başvuruyorlardı. "Görünen o ki," der Kant, "entelekt
sahibi bir varlık ilişik olduğu maddeyle çok yakın bir ilişki
içinde mevcuttur; üstelik bu varlık, öğelerin birbirleriyle iliş­
kili olmasını sağlayan kuvvetlere göre değil, onların halleri­
nin içsel ilkesine göre eyler."ıs
" İ çsel ilke"ye göre eyleyen bu "entelekt sahibi varlık"a
modern fizyolojinin verecek bir adı yok, zira, sömestre değer­
lendirmemde yediğim azarlara rağmen iddia etmeye cesaret
edersem, modern fizyoloji burada da nedenle etkiyi safça ka­
rıştırmaktadır.
En çok küçümsenen dirimselcilerden biri olan fizyolog
Burdach16 Die Physiologie Als Erfahrungswissenschaft (Ampirik

1s K ant, Traume eines Geistersehers, s. 15.


16 K ari Friedrich Burdach ( 1 776-1 847), karşılaştırmalı anatomist ve fizyolog.

53
Bilim Olarak Fizyoloji) eserinde şunu ortaya atıyor: "Materya­
lizm, açıklamaya giriştiği yaşamı önden varsayar. Çünkü ma­
teryalizmin, yaşam süreçlerini türettiği şu bileşenler karışımı­
nın ve organizma yapısının ta kendileri bir yaşam sürecinin
ürünleridir." Eski dirimselciler çokça hatalar yaptılar, ama
mantığın temel zorunluluklarını asla sistemlerinin çıkarına
feda etmediler.
Yaşam sürdükçe bedene direnç gücünü bahşeden dirim il­
kesi fenomenal alemdeki kalıcı etkendir. Bildiğiniz gibi, be­
dendeki tüm moleküller aşağı yukarı yedi yılda bir yenilenir.
Dolayısıyla bedenin tözü sürekli değişir. Yaşamı düzenleyen,
yaşamı şekillendiren kuvvet maddede ikamet etseydi şayet,
bedenin görünüşünün sürekli dönüşümünden daha doğal bir
şey olamazdı. Fakat gerçekte olup biten bu değil, insanın dış­
sal özellikleri aynı kalır. En küçük ayrıntıya dek her şey ko­
runur. İ nsanın belleğindeki tüm imgeler sabit kalır, üstelik
entelektüel yetileri aşağı yukarı aynı seviyeyi muhafaza eder.
Kısacası, tözündeki değişime rağmen birey aynı kalır. Demek
ki görünüşe bakılırsa principiu m vitae, yani deyiş yerindeyse
maddenin inşa edildiği binanın iskeleti varlığını sürdürür.
Burdach'ın iddiasına göre: "Bedenlerimizin maddesi sü­
rekli değişirken, yaşamlarımız bir ve aynı kalır. Cisimsel ya­
şam organik maddenin daimi, eşzamanlı bozuluşu ve şekille­
nişiyle sarmalanmıştır. Şu halde yaşam, maddeye baskın da­
ha yüksek bir şeydir . . .
"

Beri yandan ilgimizi daha yeni fizyolojiye çevirirsek, çok


tuhaf bir seyirlik görürüz. Fizyologlar, yaşamı doğa yasaları
üzerinden açıklamaya çabalayıp duruyorlar, oysa açık ki ya­
şam bu yasalara rağmen var. Onlar, yaşamı doğa yasaları sis­
temine çaresizce sığdırmaya çalışıyorlar, oysa yaşam doğanın
tüm yasalarıyla ters düşüyor. Kendiliğinden, içten gelen ha­
reket kütle çekim yasasını çiğniyor; bizzat bedenin varlığı ok­
sijen afinitesini yöneten yasaları ve bakteri etkinliğini yöneten
biyolojik yasaları çiğniyor. Die Welt als Wille und Vorstel­
lung'un ( İstenç ve Tasarım Olarak Dünya) ilk cildinde Schopen­
hauer'in gayet yerinde işaret ettiği gibi: "Kimyasal bir feno­
menin mekanik bir fenomen üzerinden ya da organiğin kim­
yaya veya elektriğe ait bir fenomen üzerinden asla açıklana-

54
maz oluşu giderek daha da açıklık kazanıyor. Hal böyleyken
bugün bu köhne yanlış patikaya bir kez daha koyulanlar ya­
kında sessiz sedasız, başları önde, gerisingeri dönecekler; tıp­
kı bütün selefleri gibi."17
Organik yaşam fenomenini yeter neden ilkesine tabi tutar­
sak, yani "nedensellik kategorisi"ni doğruca işletirsek, optik
alanında eterin varlığını postulat olarak koymanın zorunlu­
luğu gibi, bir dirim ilkesinin varlığını koymak da zorunlu
olur. Bu postulat, bilim yönteminin ilk ilkesini, yani bir feno­
meni açıklamak için kullanılan ilkelerin asgaride tutulması
gerektiğini dillendiren ilkeyi ihlal etmez. Elimizdeki vaka­
daysa yeni bir ilkenin kabulüne mecburuz, çünkü önceden
var olan hiçbir ilke uygun bir açıklama sağlamıyor.
Birey hakkında doğru olan, herkes için doğrudur; Darwin'in
doğal ayıklama kuramı evrimi hakkıyla açıklayamadı, hatta
yeni türlerin evrimi söz konusu olduğunda göz ardı edilebilir
bir etkene dönüşüveriyor. Filogeni alanında bir dirim ilkesi­
nin varlığını postulat olarak koymak, diğer alanlarda oldu­
ğundan daha zorunludur.
Dirim ilkesi eski fizyologların "yaşam kuvveti"yle aşağı
yukarı denktir. Bu ilke, beyninkiler de dahil olmak üzere tüm
bedensel işlevleri yönetir, dolayısıyla bilinç serabral korteksin
işlevlerince belirlendiği ölçüde bilinci de yönetir. Şu halde,
Kant'ın yaptığını yapmamalı, yani yaşamın ilkesini bilinçte,
daha özel olarak öz-bilinçte aramamalıyız.
Dirim ilkesi, bedenin -bildiğimiz gibi- bilinçle idare etme­
diğimiz işlevlerini, bitkisel psişeye ait işlevleri de yürüttü­
ğünden bilincimizin çok ötesine uzanır. Bilincimiz beynimizin
işlevlerine, bunlar da dirim ilkesine bağlıdır, dolayısıyla di­
rim ilkesi bir tözü temsil ederken, bilinç olumsal bir fenomeni
temsil eder. Ya da Schopenhauer'in dediği gibi: "Bilinç aşkın­
sal bir ideanın nesnesidir." Hayvani ve bitkisel psişe işlevleri­
nin ortak bir kökü olduğunu böylelikle görüyoruz; edimsel
özne. Cesaret edip bu aşkınsal özneye "ruh" diyelim. Peki
"ruh" ile ne kastediyoruz? Ruh, uzam ve zamandan bağımsız bir
zekadır.

1 7 Schopenhauer, "Die Welt als Wille und Vorstellung," Sammtliche Werke, 3.


baskı, Leipzig: 1 877, s. 35 (§7).

55
1. Ruh mu tlaka zeka sahibi olsa gerek. Zekanın ölçütü eylem­
lerinin bir amaca bağlı olmasıdır. Bedenlerimizin bizde fazla­
sıyla maksatlı etkilerde bulunduğu yadsınamaz, dolayısıyla
ruhun zeka sahibi olduğunu postulat olarak koyuyoruz. Ne­
densellik yasası herhangi bir a priori konuma sahip değilse, bu
postulat kanıtlanmış olacaktır.
2. Ruh, uzamla zamandan m utlaka bağımsız olsa gerek. Uzam
ve zaman kavramları anlama yetisinin kategorileridir, bu
yüzden Ding an sich [bizzat şey] söz konusu olduğunda mec­
buri kavramlar değillerdir. Ruh tüm duyu algılarından sıyrı­
lır, dolayısıyla ruh herhangi bir maddi kuvvet biçimi olamaz.
Yalnızca maddi bir biçimdeki kuvvetler algının nesneleri ola­
bilir. Beri yandan, uzam ve zaman kategorilerinde yargı yetisi
duyu algılarına dayanır. Şu halde, yalnızca maddi bir biçim­
deki kuvvetler yargı yetisinin nesneleri olabilir, yani yalnızca
maddi bir biçimdeki kuvvetler uzamla zamanın sınırları için­
de hareket eder. Ö rneğin, uzam-zaman oranına eşit olan hız
kavramım dikkate alalım. Ya da fiziğin temel mekanik yasala­
rından herhangi birini düşünelim.
Ruh maddi bir biçimdeki kuvveti temsil etmez, o halde
onunla ilgili hiçbir yargı da olamaz. Beri yandan, hakkında
yargıya varılamayan her şey uzam ve zaman kavramlarının
dışında durur. Böylece, ruhun ölümsüzlüğünü postulat ola­
rak koymak için yeter nedenimiz vardır.

Ampirik Psikoloji
Giriş
Buraya kadar Kantçı felsefenin kutsanmış zeminine basa­
geldik. Şimdi, "karanlığın diyarı"na girmemize engel olan
kapıları yarmayı tercih edersek bize başka kim eşlik edecek?
Bizzat Kant'ın şu ifadeleri çıldırtıcı değil mi: "Deneyimin
bizlere sadece iç duyuya sahip varlıkların var olduğunu öğ­
retmesine imkan yok" ? (Psikoloji)IB
Ya da bir başka pasajda şöyle diyor: "Bu ruhlar hakkında
daha fazlasını, bedenden ayrılmış bir ruhun neler başarabile­
ceğini mesela, söyleyemeyiz. Bunlar dış duyularla algılanabi-

ıa Vorlesungen über Psychologie ( 1 889).

56
lir nesneler olmadığından uzamda var olmazlar. Bunun öte­
sinde hiçbir şey söyleyemeyiz; söylersek ham hayaller uy­
durmaktan başka bir şey yapmamış oluruz." (Psikoloji)
İ şte bir başkası: "Şunu söylemeye cüret ediyorum: Gözle­
mim . . . felsefi içgörünün bu türden varlıklar hakkında bir şey­
leri gözler önüne serebileceğinı büsbütün gösteriyor, üstelik
gelecekte onlar hakkında artık böylesi anlayışlara sahip ol­
mama ihtimalimize rağmen, şu an bildiğimizden fazlasını as­
la bilemeyeceğiz. "19
Kant başka türlü konuşamazdı, zaten kendi bakış açısına
göre kesinkes haklıydı. O bunları söyledikten sonra yüzden
fazla yıl gelip geçti. Bu süre zarfında Kant'ın dediklerini
onaylayacak hem de bunların anlamlarını umulmadık tarzda
genişletecek pek çok şey olup bitti . Kant epistemolojisi de­
ğişmeden öylece duruyor, fakat tüm dogmatik sistemlerin ba­
şına mutlaka geldiği gibi onun dogmatik öğretileri de değişi­
me uğradı. Kant' ın fikirlerini gölgede bırakacak taze bir dahi
ortaya çıkmadı. Onun fikirlerini gölgede bırakanlarsa geçerli­
likleri sorgulanamaz olgular.20 Bugün, Wallace' ın21 isabetle
belirttiği gibi, tembellikleri veya kudurgan kuşkuculukları
bazı duyu dışı verileri inkara yol açanlara, hiç uğraşmadan,
gülüp geçebiliriz.
Kant'ın söz konusu olguları bilmesi imkansızdı, başka tür­
lü konuşmanın elinden gelememesinin nedeni de bu. Baron
de Pre1,22 bugün yaşasaydı Kant'ın kesinlikle bir spiritüalist
olacağını söylüyor haklı olarak. Kant, Swedenborg'la temasa
geçmeye ne zaman ne de çaba harcamıştı;23 elinden geldiğince
Swedenborg'un iddialarının doğruluğunu sınadı, ayrıca onla­
rı dikkatli ve tarafsızca okudu. Alman topraklarında, bugüne
dek doğmuş bilgelerin bu en büyüğüyle onun çocuksu taklit-

ı9 Kant, Triiume eines Geistersehers, s. 42.


20 Silinmiş: Ancak bir budalanın yadsıyabileceği olgular . . .
2ı Alfred Russel Wallace ( 1 823-1913), İ ngiliz natüralist, ayrıca zoolojik coğraf­
yanın kurucusu .
22 Baron Kari Ludwig August Friedrich Maximilien Alfred du Prel ( 1 839-
1 899), Cari du Prel adıyla yayım yapan, ünlü bir spiritüalist.
23 Kant'ın Charlotte von Knobloch' a yazdığı ve Traume eines Geistersehers'de

geçen mektuba bakılabilir; ss. 69-75.

57
çileri arasında; hani kendilerine Kant' a gönderme yapma şe­
refini bahşeden oysa onun derin fikirlerini olsa olsa onayla­
yabilecek bir şeyi bastırmaktan veya bununla alay etmekten
başka ellerinden bir şey gelmeyen bu taklitçiler arasında ne
büyük bir tezat var!
Ü stelik insanlar spiritüalizme saldırmada Kant'ın fikirleri­
ni kullanırken ancak budalalıklarını teşhir ediyorlar; halbuki
bizzat Kant şöyle demişken:

" İ nsan ruhunun daha bu yaşamda tin dünyasının gayrimaddi


doğalarıyla çözünmez bir birlik içinde ikamet ettiği; ayrıca, karşı­
lıklı olarak, bu doğalara tesir edip kendisinin de bu doğalardan
bazı etkiler aldığı gelecekte -ne zaman ve nerede bilmiyorum
ama- ileride tanıtlanacaktır. "24

Kant bunları yaklaşık yüzyıl önce, elinde modem spiritüa­


lizmle ilişkili olgulara dair hiçbir ipucunun bulunmasına
imkan yokken söylemişti .25 Neredeyse altmış yıl önce Scho­
penhauer "cehalet kuşkuculuğu" na karşı sesini yükseltmişti.26
En parlak pesimistlerden biri olan Schopenhauer bile, kuşku­
culuğu günden güne "itibarını yitiriyor"27 şeklinde tarif ede­
cek kadar optimistti. İ ngiliz kimyacı ve fizikçi William Croo­
kes 1 870'lerin ortasında, İngiliz basını topluca kendisini spiri­
tüalizmi araştırması için sıkıştırdığında Royal Society'ye ko­
nuyla ilgili klasik raporunu, spiritüalist fenomenlerin doğru­
luğunu en kapsamlı şekilde onaylayan bu raporu sunmuştu .
Aynı vakitlerde, Darwincilik tarihinde oynadığı rolle ünlenen
Russel W allace da adalet ve hakikat için savaştığı bir dizi me­
tin kaleme almıştı. Asil Zöllner bilimsel incelemesini 1 877' de
Almanya' da yayımladı,2s ayrıca yedi ciltlik bir diziyle spiritü­
alizm davası adına savaştı. Gelgelelim onun sesi, "çölde fer-

24 Triiume eines Geistersehers, s. 2 1 .


2s Jung'un burada spiritüalizm hakkında söylediklerinin çoğu kendisinin
"Spiritüalist Fenomenler" adlı dersinde tekrar görünür, özgün hali şuradadır:
Basler Nackrkhten 12-17 Kasım ( İ ng. CW 1 8, 679 vd.).
26 S chopenhauer, Parerga u ııd Paralipomena, s. 243.

21 a y.
'" Johann Zöllner'in Wissenschaftliche Abhandlungen eseri 1 878-79 tarihleri ara­
sında Leipzig'de yayımlandı.

58
yat eden bir çığlık" tı. Bilimin ve toplumun Yahudileştirilme­
sine karşı mücadelesinde ölümcül yara almış bu yüce gönüllü
adam 1882'de bedeni yaralı, kalbi kırık vaziyette öldü. Elbette
dostları, meşhur fizikçi Wilhelm Weber, filozof Fechner,29 ma­
tematikçi Schubner ve Ulrici Zöllner'in davasını desteklemeyi
sürdürürken, beri yandan inatçı Wundt,30 kaypak Carl
Ludwig31 ve kinci du Bois da ahlaki çöküş içindeki Alman­
ya'nın her yanında bu davayı karaladılar. Her şey boşunaydı;
Berlin Yahudisi galebe çaldı. İ manlıların o küçük bölüğü bu­
harlaşıp gitti. Almanya' da spiritüalizmin tek eğitimli taraftarı,
inatla görmezden gelinen Baron Cari du Prel' dir, Rusya' daysa
bilimsel eğitim alıp spiritüalizm davasını savunan iki kişi var:
St. Petersburg' da, ihtiyar meclis danışmanı Alexander Aksa­
kov32 ve St. Petersburg Ü niversitesinde zooloji profesörü olan
Wagner.33 1892'de iki İ talyan; Brera Gözlemevinin müdürü
olup Mars hakkındaki çalışmasıyla ünlenen astronom Schia­
parelli34 ile meşhur antropolog ve psikiyatrist Lombroso3S spi­
ritüalizme inandıklarını ilan ettiler. Lombroso bunu klasik iti­
rafıyla yaptı: "Gerçeklerin kölesi olmaktan gurur duyuyo­
rum ." İ ngilizlerin daha özgürce düşündüğünün bir gösterge­
si, sadece meslekten bilim insanlarından oluşan Dialektische
Gesellschaft'ın kuruluşuydu, ki bana göre bu dernek Britanya
Bilim Derneğinin bir şubesiydi.
Almanya' da -ve İ sviçre' de- Kant, Schopenhauer veya Zöll­
ner gibi insanlar sanki hiç yaşamamış gibi, esamisi okunmu-

29 Gustav Theodor Fechner ( 1 801-1 887), Alman filozof ve psikofiziğin, yani


zihinsel işleyiş süreçleriyle fiziksel olanlar arasındaki ilişkileri inceleyen bilim
dalının kurucusu.
3 0 Wilhelm Wundt ( 1 832-1 920), metafiziğe, etiğe ve entelektüel olana psikolo­

jik bakış açısıyla bakan Alman filozof ve psikolog.


3 1 Cari Ludwig ( 1 8 1 6- 1895), çalışmaları dirimselci ekolün yenilgisine yardım

eden Alman fizyolog.


32 Alexander Aksakov ( 1833-1 903), tıp ve psişik fenomenler üzerinde çalışan,

Animismus und Spiritismus (1890) metninin yazarı ve Eduard von Hart­


mann'ın spiritüalizm görüşlerinin muhalifi.
33 Muhtemelen, Julius Wagner (1 857-1 940), Avusturyalı hekim.

34 Giovanni Virginio Schiaparelli ( 1 835-1900), Mars'ta bulunan ve kanal ola­

rak görülen izleri keşfeden İtalyan astronom.


3 s Cesare Lombroso ( 1 836- 1 907), suçluların kötü değil hasta olduklarını dü­

şünen hekim.

59
yor. Geçip gittiler ve unutuldular. İnsanlar, çok daha yakın­
dan incelenmeyi hak eden du Prel şöyle dursun, bugünlerde
kendisi ve bilinçdışı kuramı oldukça moda olan Eduard von
Hartmann'ı bile dinlemeyecek. Bilimin şu söylev kürsülerin­
den işittiğimiz şey materyalizmin bin katlı yankısı . Bu iğrenç,
pis kokulu bitki memleketin tüm bilimsel kurumlarında yetiş­
tiriliyor, üstelik kariyer insanlarının gübresiyle gayet güzel
besleniyor. Mekanizm yanlısı psikolojide ve sinir-kas fiziğin­
de36 boğulmuş bir profesör şaşkın zihinleri dölleyen zehirli
tohumunu ekiyor; bu zihinler de böylece, bazısı otuz, bazısı
altmış, bazısı yüz katlı, görkemli meyveler veriyor, kıyas ka­
bul etmez zırvalar doğuruyor. Üniversitenin tepelerinden
çamur sızıyor aheste aheste. Bunun doğal sonucuysa toplu­
mun üst kademelerinin ahlaki değişkenliği ve işçilerin tüm­
den vahşileştirilmesi. Netice: Anarşistler, toplumculuk karşıtı
yasalar vesaire. Ruhban sınıfı imansızlık şeytanının insanların
kalbindeki istikrarlı ilerleyişine karşı doğal olarak büyük pa­
tırtı koparıyor, gelgelelim bu durum onların vaiz kürsülerine
çıkmalarını, spiritüalizm günahını şiddetle kınamalarını, ay­
rıca insanları spiritüalistler hakkında her türden batıl inançla
doldurmalarını engellemiyor. Böylece ruhban sınıfı hiç far­
kında olmadan genel ahlaki çöküşü yüreklendiriyor, üstelik
polis, yani yasaların muhafızı da spiritüalizm sahtekarlığını
engelleyerek aynı amaca hizmet ediyor. Yaşamda her şeyin
salt "doğal" olduğuna inanan her rasyonel insan, öğretmen
mesela, kendi aydınlandığı lambayı söndürme tehdidinde bu­
lunan bu Ortaçağ saçmalığına karşı öfkeden deliye dönüp
ona savaş açıyor. Gözüyle göremeyeceği hiçbir şeye inanma­
yan, pek değerli eğitimli hödükse spiritüalizm karşıtı her asıl­
sız habere, gazetecilerin söylediği her sefil yalana körü körü­
ne inanıp "ilerici" basının konu hakkında yayımladığı litera­
tür bataklığına zevkle yuvarlanıveriyor. Mutluluk saça saça,
Lüdwig Büchner'in Kraft und Staffını;37 Göttingen'in eski pro­
fesörü Lichtenberg' in,38 "Bir kafa bir kitaba tosluyor da kof bir

36 Fizyolog du Bois-Reymond'un eserine gönderme.


37 Kraft und Stoff: Empirisch-naturphilosophische Studien, Leipzig, 1 868; İng. çev. J.
F . Collingwood, Force and Matter: Empirico-Philosophica/ Studies, Londra: 1864.
38 Georg Christoph Lichtenberg ( 1 742-1 799), Göttingen üniversitesinde profe­

sörlük yapmış fizikçi.

60
ses çıkıyorsa, bütün suç kafanın mıdır?" değinisinin tam an­
lamıyla uyacağı bu kitabı okuyor.
Günün birinde eğitimli hödüğün doğal tarihi yazılırsa
tembellik bölümü kitabın yarısını tutmalı. Kant bu konuda
şöyle diyor: "Tembellik ve ödleklik insanların büyük çoğun­
luğunun, doğa onları diğerlerinin vesayetinden kurtardıktan
çok sonra bile, ömürleri boyunca büyümeye razı gelmemele­
rinin nedenidir."
Bu alınh üzerine başka yorum yapmam gereksiz, görüşü­
mü tastamam açıklıyor çünkü. Şu halde yapılabilecek en iyi
şey onayımı bir zeyl gibi eklemek.

Ampirik Psikoloj i
Konuşmamın, ampirik psikolojiyi ele alacak, ikinci bölü­
münde, ilk bölümdeki kuramsal refleksiyonlardan tümüyle
memnun olmayanları tahnin etmesi gereken belge niteliğinde
kanıtlar sunacağım. Beri yandan, aynı olgusal kanıtlar birinci
bölümdeki kuramsal anlatımdan, ilkece, tahnin olanların iş­
tahını kaçıracak.
Tıpkı gündelik pratik yaşamlarımızda olduğumuz gibi,
araştırmada da tümüyle ampirik yönteme bağlıyız. Sezgi,
eleştirel zihni ikna etme gücünden yoksundur; tıpkı kuramsal
düşünümlerin pratik durumlarla nasıl uğraşacağımızı gös­
termeye güçlerinin yehnemesi gibi. Hal böyleyken, tuhaf olan
şu ki rasyonel psikolojinin bulgularıyla baştan ayağa hemfikir
olan çok sayıda insan psikolojinin ampirik bir yanı da oldu­
ğunu kabule çeşitli gerekçelerle yanaşmıyor. Düz bir ifadeyle
söylersek, Eski ve Yeni Ahitin mucizelerine kesinkes inanan,
oysa yeryüzünde hiçbir şey için aynı veya benzer olayların
bugün de olabileceğini kabul etmeyen yüzlerce belki binlerce
insan var Basel' de. Yine, ruhun varlığını ve bir dizi mümkün
sıfata sahip olduğunu kuramsal düzlemde kabul edip her­
hangi birinin böylesi şeylerin pratik deneyimini yaşayabilece­
ğini reddeden insanlar var. Hiçbir şeyi umursamayan ve ya­
şam resminde sırf karanlık gölgeleri canlandıran insanlara ge­
lince, onlardan söz etmemize hiç gerek yok.
Ampirik psikolojinin asli kaygısı rasyonel psikolojinin ku­
ramlarını destekleyen, olgusal belgelemeler sunmakhr. Ras-

61
yonel psikolojinin ilk ilkesi, ki ruhun varlığıyla ilgilidir, olgu­
sal belgeleme gerektirmez. "Nedensellik kategorisi"ni doğru
işletirsek ruhun varlığını mecburen kabul etmemiz gerekir.
Nedensellik kategorisini işletmeyen veya daha ziyade, buna
ihtiyaç duymayan insanlar konu hakkında görüş bildirmeye
doğal olarak ehil değildir. Ruhun varlığını destekleyen olgu­
ların sayısı adeta bir ordu kadardır. Ruh var olmasaydı bu ol­
guların var olması da imkansız olurdu. Oysa imkansız olgu
diye bir şey olmadığına göre ruh mutlaka vardır.
Ampirik psikolojinin esas görevlerinden biri rasyonel psi­
kolojinin belirlediği ruh tanımının ayrıntılarıyla belgelenme­
sini sağlamaktır. Ruhun uzam ve zamandan bağımsız bir
zeka olduğunu yukarıda belirtmiştik.
1. Ruh zeka sahibidir. Bu ilkeyi destekleyecek asli kanıt ru­
hun amaca yönelik etkinlikleri, onun düzenleme ve tasarruf
gücüdür. Ruhun, bu gücüyle ilgili etkinliği maddileşme feno­
meninde açığa çıkar. Tüm dinleyicilerimin maddileşme teri­
minin anlamını bilip bilmediğini kestiremediğimden, bu fe­
nomeni açıklamak adına değinilerime ara verdiğim için bilen­
lerden beni mazur görmelerini rica ediyorum.
Ruh duyularla algılanamaz, çünkü varlığı uzanım dışın­
dadır. Bir şeyin duyularla algılanabilir hale gelmesi için
uzamsal, yani maddi bir biçime bürünmesi gerekir. Ruhun,
duyularca algılanan her temsili maddileşmedir. En şaşılası ve
inanılmaz maddileşme, ki asla meydana gelmemiştir, bizzat
insandır. Beri yandan, çoğu insan kendi varoluşuna hayret
etmekten acizdir, dolayısıyla "ruhun maddileşmesi olarak in­
san" mefhumunu hakkıyla anlayamaz. Şu halde başka feno­
menler bakınmalıyız, öyle fenomenler arayalım ki kendiliğin­
den ve aniden gerçekleşen tezahürleri bizleri zeka sahibi bir
varlığı tam da bu fenomenlerin spiritus rectorlarına indirge­
meye mecbur bıraksın. Aradığımız fenomenler Crookes,
Zöllner, Wilhelm Weber, Fechner, Wagner, Wallace ve başka
pek çoklarınca gözlemlenen, olağanüstü maddileşmeler. Royal
Society üyesi olan Varley ve Crookes 1873' te, Londra'daki la­
boratuvarlarında Florence Cook adlı medyumun yardımıyla
bir maddileşme gerçekleştirmeyi, aynca elektrik ışığı altında
medyumla birlikte bu maddileşmenin tekrar tekrar fotoğrafı-

62
nı çekmeyi başardılar. Onca başarısız gırışımın ardından
Wagner de, Pribitkov[a] hanımefendinin desteğiyle, St. Pe­
tersburg Üniversitesinin bir odasında medyumun başının
üzerindeki bir eli fotoğraflamayı başardı. 1877- 1879 arasında
medyum Dr. Stack'la birlikte deneyler yapan Fechner, Wil­
helm Weber ve Zöllner, bildiğim kadarıyla, hiç fotoğraf çek­
mediler, fakat iki yazı taşı arasına serili, is karası bir kağıdın
üzerinde birkaç el izi ve ayak izi elde ettiler.
1875'te ilk kez, boş alanda kendi kendine maddileşmiş el­
lerden parafin kalıpları alındı. Massachusetts'teki Wellesley
College'da jeoloji profesörü olan William Denton'ın (ö. 1883)
Yeni Gine'deki bir jeoloji gezisi sırasında kazandığı bir başa­
rıydı bu. O dönemden beri söz konusu deneyler İ ngiltere'de
ve Kıta Avrupa'sında büyük başarıyla tekrarlandı. Bizzat be­
nim elimde de bu tür fenomenlerin fotoğrafları var, görmek
isteyen herkes istediği zaman görebilir. Ruhun zeka doğrul­
tusundaki düzenleme ve tasarruf etkinliği fikrini doğrulayan
kanıt parçalarına gönderme yaparak devam etmek şimdi da­
ha kolay olacaktır. Gelgelelim konuşmamın kapsamının sınır­
lı olduğu düşünülürse, önceden gönderme yaptığım örnekler
yeterli gelecektir. Bu konuların peşine düşmek isteyenlere
Mutze'nin Leipzig'de bulunan Spiritüalizm kütüphanesinde
Zöllner'in Wissenschaftliche Abhandlungen'ine ve Alexander
Aksakov'un Animismus und Spiritismus'una, ayrıca Wallace ve
Crookes' in incelemelerine bakmalarını öneririm.
Şimdi, ruh tanımımızdaki ikinci öğeyi belgelemek zorun­
dayız. Neydi bu öğe: Ruh, uzam ve zamandan bağımsızdır.
Kavramsal kategorilerimizin, yani uzamla zamanın öte­
sindeki her şey aşkınsaldır. Aşkınsal olan, yani uzamsal ol­
mayıp zamansal da olmayan her şey tarafımızca kavranabilir
değildir, tam da bu anlamda "Ignorabimus" [ (Asla) Bileme­
yeceğiz] iddiası tümüyle makuldür. Aşkınsalla yüz yüze geli­
şimiz duyusal deneyimin o psişik alemiyle sınırlı değildir.
Aksine, Isaac Newton' un Philosophia? Naturalis Principia Mat­
hematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) eserinin yayım­
lanmasına tanıklık eden 1687 yılından beri insanlar gündelik
yaşamlarında aşkınsalla karşılaşma deneyimini yaşayabilmiş­
tir. Uzaktan, temas etmeksizin etki edebilecek (actio in distans)

63
bir kuvvet olarak tanıtılan evrensel kütle çekimi, son derste
bu yasaya yönelik eleştirimde açıkladığım üzere, aşkınsal bir
ilkenin doğrudan tezahürüdür.
Kütle çekimi salt aşkınşaldır. Onun uzam ve zamandan
başarıyla azade oluşu, en başta, asli unsur niteliği taşıyan bir
kuvvet olarak enerjinin korunumu yasasına uymayışı; ikinci
olarak, corpus ibi agere non potest, ubi non est (bir cisim bizzat
bulunmadığı yerde etki edemez) ilkesine uymayışı nedeniyle
ve üçüncü olarak, mutlak şekilde sabit olduğundan iş görme­
si için zamana ihtiyaç duymayışı nedeniyledir. Uzak mesafe­
den etki etmenin, yani actio in distansın alametifarikası işte
budur.
Organik yaşam fenomeninin metafiziksel ön varsayımı
olarak ruh da uzamı ve zamanı aşkındır, tam da bu nedenle
ruhun duyuyla algılanabilir tezahürden azade oluşu kendisi­
nin actiones in distansın temel kuvveti gibi görünmesiyle açık­
lanmalıdır. O halde, ruh tanımımızın ikinci kısmını doğrula­
mak istiyorsak actio in distansı doğrulayan kanıtı sunmalıyız.
Kanıtımızı en anlaşılabilir ve şeffaf şekilde sunmanın en
iyi yolu buradaki tartışmayı; 1) uzamda uzaktan etki ve 2) za­
manda uzaktan etki, olmak üzere ikiye ayırmaktır.
Uzamda uzaktan etki meselesi de ikiye ayrılabilir; telekine­
ziyle ilişkili ve telepatiyle ilişkili fenomenler.
Hipnotizma telekinezi fenomenlerinden sayılmalıdır. Bana
kalırsa, bu bağlamda, hipnotizma fenomenleriyle ilgili daha
fazla ayrıntıya girmeme gerek yok, zira birinci sınıf bir ko­
nuşma zaten bu konuya ayrılmıştı. Söz konusu konuşmada
söylenenleri kısaca özetlemekle yetineceğim. Hipnotizmada,
etkiyi alan ile uygulayıcı arasındaki yakın bağ anlamına gelen
rapportun kurulması söz konusudur. Böylesi bir rapportu
kurma yollarının, etkiyi alanda, bakışların sabit bir noktaya
dikilmesine ve genel olarak, tekdüze uyaranlara neden oldu­
ğunu biliyoruz. Uygulayıcıda veya etkiyi alanda özel bir kabi­
liyet varsa fenomen yoğunlaşabilir. Uygulayıcı etkiyi alanı üç,
dört veya beş adım uzaklaştırabilir. Yakaların birinde ünlü
hipnotizmacı Hensen seksen adım geri çektirmeyi başarmıştı.
Uygulayıcı ayrı bir odada olursa daha fazlası bile başarılabi­
lir. Özel olarak duyarlı bir alıcı söz konusu olduğunda uygu-

64
!ayıcı yirmi, otuz kilometre hatta daha da uzakta olduğu hal­
de rapport kurabilir. Yoğun ölçüde psişik uyarım söz konusu
olduğunda, ölmekte olan kişi vakasındaki gibi mesela, mesafe
bu fenomeni asla kısıtlayamaz. Kuşkusuz herkes bu tü rden
vakaları bizzat ailesinden deneyimlediği veya işittiği için bel­
ge niteliğinde kanıt sunmamın gerekmediğini düşünüyorum.
Doppelgiinger veya öteki-ben fenomeni bu fenomenlerle
yakından ilişkilidir. Ö lmek üzere olup bir arkadaşına ölümü­
nün çok yaklaşhğı bilgisini uzak mesafeden ileten bir kişi,
zaman zaman, hipnotik algıyı halüsinasyona neden olacak
derecede yoğunlaştırabilir; hatta aslına bakılırsa, sık sık oldu­
ğu gibi, maddi etkiler üretebilecek edimsel, nesnel tezahürler
bile yaratabilir.
Sahici bir Doppelgiingerin (eidolon) ortaya çıkışı esnasında
fail genellikle derin, bizzat uyarılmış bir uyurgezerlik tran­
sındadır. Beri yandan hal her zaman böyle değildir. Dop­
pelgiingerin niteliğini belirleyen farkındalık derecesinin canlı
failin farkındalık derecesiyle ters orantılı olduğuna inanma­
mız için ikna edici gerekçeler var ortada.
Ö rneğin, uzaktaki akrabalarını veya arkadaşlarını ölü­
münden haberdar etmek için bunlarla iletişime geçen ölüm
döşeğindeki birinin yarattığı maddi etkiler de bu telekinezi
fenomenlerinden sayılmalıdır.
Uzamda meydana gelen duru görü ise telepati fenomenleri­
ne dahildir. Bazı vakalarda, etkiyi kavrayanın bu telekinetik
etkilere duyarlılığı telepati şeklinde adlandırılabilir. Öte yan­
dan bu duyarlılık ancak uygulayıcının etkinlik halindeki psi­
şik kudretine ağır bastığı ölçüde telepatiyi temsil eder. Böyle
bir durumda, etkiyi alanda hakiki bir duru görüye tanıklık
ederiz. Uzamdan doğan tüm engeller yitip gitmiştir. Handiy­
se ruh, bedenin ağır kabuğundan sıyrılarak tüm prangalardan
azade gezip dolaşmadadır. Duru görünün, güvenilir tarihsel
kaynaklarca doğrulanmış, klasik bir örneğini Charlotte von
Knobloch' a Swedenborg hakkında yazdığı mektubunda Kant
alıntılar. Bu mektupta Kant, Swedenborg'un Gothen­
burg' dayken Stockholm'de 1756'da çıkan büyük yangının du­
ru görüsüne nasıl eriştiğini, ayrıca dehşet içindeki halka yan­
gının gidişatını anbean nasıl aktardığını betimler. Tüm bunlar

65
cumartesi akşamı gerçekleşmiş, oysa Stockholm' den haberleri
at sırtında getiren habercinin Gothenburg' a varması pazartesi
akşamını bulmuştu. Birtakım kuşkucular, bu olağanüstü ola­
yın doğal açıklamasını bulmak adına, Swedenborg' a aslında
yangını kendisinin çıkardığı ithamını yöneltecek kadar ileri
gittiler.
Duru görünün sadece bu örneğiyle yetinebiliriz, zira başka
vakalara gönderme yapmak gerçekten zaman israfı olacaktır.
Konuyla ilgili literatüre bir kez olsun göz atan herkes söz ko­
nusu fenomeni doğrulayan çokça vakayı kolaylıkla keşfedebi­
lir. Meseleye ilgi duyanlara du Prel'in Entdecku ng der See­
le'sinin39 ikinci cildi olan Fernsehen und Fernwirken'i tavsiye
edebilirim.
Zamanda uzaktan etki kuramı40 okült fenomenler aleminin
en karanlık ve karmaşık konularındandır. İ çe doğmaları,
kehanetvari ilhamları, altıncı hissi ve dar anlamıyla duru gö­
rüyü bu başlık altında sınıflandırıyoruz. Daha önce tartışılan
hiçbir fenomenin açıklanmasına girişmedim, çünkü böylesi
bir açıklama konuşmamın kapsamının çok ötesine taşar. Yine
aynı nedenden, zamanda uzaktan etkiyi açıklamaya da giriş­
meyeceğim; bu sorun hayati önemde olup nerdeyse yorum
dilenmesine rağmen. Gelgelelim, olası bir tanımın dönebile­
ceği yön hakkında hiç değilse ipucu verme dürtüsüne karşı
koyamıyorum. Bu yüzden Schopenhauer'in Parerga und Para­
lipomena' daki beyanını alıntılıyorum:

" Kant' ın uzamla zamanın ideal yapıda oluşunu dillendiren öğre­


tisinin sonucu olarak; Ding an sichin, başka deyişle tüm fenomen­
lerdeki yegane gerçekliğin, tam da entelektin bu iki formundan
azade olduğu için, ne uzak-yakın ne de şimdi, geçmiş ve gelecek
arasında en ufak bir ayrım tesis etmed iğini anlıyoruz . Buna göre,
görünün bu biçimlerine dayanan ayrımların mutlak olmadıkları,
bilakis tam da sözünü ettiğimiz biliş ta rzı nedeniyle, [biliş] orga-

39 Die En tdecku ng der Seele du rch die Geheimwissenschaflen, 2 Cilt, Leipzig: 1 894-
1 895.
40 Bu bölümün kenarına Jung kırmızı kalem le Actio in dis tan t in d. Zeit yazıp
ardından Actio kelimesini çizmiş ve Passıo yazmış; gerçi başka yerlerde, bu
ifadedeki Actio kelimesini kullanmayı sürdürmüştü r .

66
nındaki küçük değişimlerle tözsel olarak değişen bu biliş tarzı
nedeniyle arnk aşılmaz engeller olmadıkları ortaya çıkıyor. "41

Görünüşe bakılırsa, örnekleri kapsamlı ele almaya gerek


yok. Sadece, Polonya'run düşüşünü yıllar öncesinden öngö­
ren Kazak'ın meşhur hikayesini ve Cazotte örneğini hatırlata­
cağım. Bir tanığın, akademi üyesi Jean-François de La Har­
pe'ın açıklamasına göre Cazotte daha 1 788 yılında Fransız
Devriminin terör dönemi hakkında kehanette bulunmuş ve
yanındaki herkesin nasıl öleceğini tüm ayrıntılarıyla bir bir
anlatınıştı.42 Sizlere bir de yurdumuzdan bir vakayı hatırlat­
mak istiyorum: Tamamen güvenilir bir kaynaktan, bir uzman
doktordan öğrendiğime göre, histeriden mustarip bir kadın
hasta Münchenstein'daki afet gerçekleşmeden aylar öncesin­
de bu felaket hakkında muğlak ifadelerle kehanette bulun­
muş. Afet başladığında kadın yukarı İsviçre' deymiş, oradan
felaketi tam meydana geldiği anda duru görüyle algılamış.
Derhal telgrafla yapılan bir soruşturma bu duru görüsel algı­
nın doğruluğunu onaylamış.
Bilinçli d uru görünün daha düşük düzeyini temsil eden
kehanet rüyaları da bu kategoriye aittir. Bu fenomenin özel
bir biçimi İskoçların "altıncı hissi" <lir; aslında Kuzey İskoç­
ya'nın ıssız adalarındaki binlerce insanın başına bela olan şu
doğuştan yetenek. Eski Ahit peygamberleri de duru görücü­
ler olarak betimlenebilir; son zamanlarda, Kutsal Kitaptaki
mucizevi öğeleri asgariye indirme ve metindeki mistik kah­
ramanları kendilerine özgü haleden yoksun bırakma şeklin­
deki şiddetli gayretlere rağmen. Söz konusu gayretler, pey­
gamberleri birer karikatüre ve kehanette bulunulan olaylar
zaten meydana geldikten sonra bu olaylar hakkındaki keha­
netleriyle kamuoyunu bulandıran sözde gazetecilere dönüş­
türme tutumu alenen göz ardı edilerek gerçekleştirilmiştir. Bu
türden bir yorumun yavanlığı bir yana, böylesi bir bostan
korkuluğunun buyruklarını dinlemek hiçbir Yahu dinin aklı­
na katiyen gelmezdi.

41 Schopenhauer, Parerga und Paralipomena, s. 280.


42 Kenar notu: J. Scherr, Blücher l, s . 259.

67
Sonuç
A rtık kesin bir sonuca varmış bulunuyoruz: Ruh tanımı­
mızı doğrulayacak ampirik kanıh ortaya koymayı başardık.
Birçok kişi bu yeni ve müstesna yordamdan hayrete düşebilir
tabii ki, yine birçokları çileden çıkmış muhafazakarların kal­
dırdığı toz yüzünden nefes almada zorluk çekebilir.43 Zira,
budalaca kuruntular ve eleştirel omuz silkmeler, herhangi bir
karara varmayı ayak sürüyerek reddetmeler, sorunları ka­
rartmak ve hasır altı etmek için a priori ilkelere gönderme
yapmalar, dar kafalı bilgiçlik ve dar görüşlü kuşkuculuk;
bunlar "gülünç"ün kapı komşularıdır. Schopenhauer gibi ben
de "şu cehalet kuşkuculuğuyla savaşmak benim işim değil"
diyebilirim. Kuşkuculuğun ve modaya uygun şüphenin züp­
pelerine, olsa olsa, gülebilirim. Gelecek kuşağın Homerosvari
o laubali kahkahası materyalizmin alt ettiği Almanya'nın re­
zilliğini ilan eden çan seslerine karışacak yakında. Dönem de­
ğerlendirmesi ve Merkez Komitesine rağmen şimdi, doğru
olduğuna inandığım şeyleri söyleyeceğim.
Günün birinde insanlar, övülüp durulan Alman alimlerini
baştan çıkaran o rezil yola hem gülecek hem ağlayacak. İn­
sanlar, "ve" bağlacını kullanarak materyalizmi canavarlıkla
ilişkilendiren Schopenhauer'in heykelini dikecek. Beri yan­
dan, şu sokak çocuklarının, eğitimli proletaryanın açık ağzını
bir yığın materyalist çerçöple doldurdukları için Cari Vogt,44
Ludwig Büchner, Moleschott,45 du Bois-Reymond ve niceleri­
ni lanetleyecekler.
Schopenhauer' in Parerga' sını ilerletecekler ve onun Hegel'i
payladığı sözlerle -tabii daha fenalaştırarak- materyalistleri
topa tutacaklar. Hegel gençlerin zihinlerini dumura uğrat­
makla, idraklerini enemekle, kafataslarını çıkarıp beyinlerini
bozmakla suçlanmıştı. Benzer suçlamalar ileride her şeyin

43 Silinmiş: Tozun altında ne olduğuna bakmanın tam zamanı; altın mı bir tu­
tam dışkı mı?
44 Cari Vogt ( 1 8 1 7-1 895), Alman natüralist. Canlı organizmaların çeşitli jeolo­

jik dönemlerde değiştiğini öne süren biyoloji kuramını savunmuştur, yani


evrimcidir.
45 Jacob Moleschott (1 822-1893), Flaman fizyolog, filozof ve materyalizm ta­

raftarı.

68
mahvından sorumlu tutulacak materyalizme de yapılacak; o
değil mi ahmaklığın saltanatını ilan edip doğanın baş eğmez
yasalarındaki ebedilik ve yücelik hakkındaki budalaca zırva­
ları beyinlerimize akıtan; o değil mi ahlaklılığı zehirleyip eği­
timli sınıfların ahlaki değişkenliğini tetikleyen?
Yürek dağlayan bu bozguna nasıl karşı koymalıyız? Her
şeyden önce, belirli aşkınsal hakikatler aracılığıyla bilime ve
bilim savunucularına ahlakı dayatarak "tepeden inme bir dev­
rim" başlatmalıyız; ne de olsa bilim insanları kendi kuşkucu­
luklarını ve ahlaki köksüzlüklerini dünyaya dayatmaktan hiç
çekinmemişlerdi. Fizyoloji eğitimi veren kurumlarda öğrenci­
lerin utanç verici, insanlık dışı deneylere katılmaları, hayvan­
lara zalimce yapılan işkencelere, hani şu insani inceliği gülünç
duruma düşüren bu eziyetlere tanık olmaları yüzünden öğ­
rencilerin ahlaki yargıları kasten bozulur. Her şeyden evvel,
bana göre, tam da böylesi kurumlarda olduğu gibi, etik olma­
yan yollarla varılmış hiçbir hakikatin ahlaken var olma hak­
kının olmadığını öğretmeliyiz. Yaşam araştırmasının barınak­
ları olarak tasarlanmış bu kamu kurumlarında insanlar psişik
fenomenler hakkında deneysel araştırmalar yapmalı ve bu
mekanlarda şu "çıkık kafatasları"yla safdil filozoflar46 değil,
ileri görüşlü ve özgür düşünceli insanlar çalışmalıdır. Demin,
kaba duyusalcılığa karşı "birtakım aşkınsal hakikatler" silahı
aracılığıyla savaşmamız gerektiğini söylemiştim. Bu hakikat­
leri nereden devşireceğiz peki? Dinden mi? Teologların, şu
din idarecilerinin yıllar yılı inançsızlık şeytanıyla dövüşmeye
çabalarken bağıra bağıra sesleri kısıldı kaldı. Hegel felsefesi
ve eldeki dinsel ortodoksi parlaklığını yitirdiğinden beri in­
sanlar her türden yeni mefhumlar, çoğunu Ritschl gibilere
borçlu olduğumuz mefhumlar öne sürüyorlar. Oysa dinle­
mekte olduğumuz vaazlar, kimin elinde sahiden bizlere söy­
leyecek özel bir şeyler olduğu konusunda hiçbir ipucu vermi­
yor, zira bu çağın ürünleri arasında, birini rencide edebilecek
her şeyi kılıfına uydurup gizlemek için kullanılan berbat vaiz
kürsüsü jargonu, "Kenan dili" de yer alıyor. Önceden düşü­
nülmüş fikirler barındırmayan vaazları dinleyip durursak ya-

46 Asıl hali: Entelektüel açıdan yetersiz hödükler . . .

69
kında kendimizi kurtuluş tasarıları ve inayet tasarımlarına
can atar vaziyette bulacağız. Ruhban sınıfı hem işçilere hem
de eğitimli sınıfa bu şekilde hitap ediyor. İşçilere, muazzam
coşkulu ama az başarılı Hıristiyan Sosyalistleri47 bakıyor.
Amaç dini canlandırmak, Hıristiyan inancını diriltmek; ama
hepsi nafile! Bugün kitleler artık inanmak istemiyor. (Bu kü­
çük muzipliği üst tabakadan kaptılar. ) Tıpkı ahlakçı olmayan,
inançsız alimler gibi kitleler de bilmek istiyor artık. Böyle bir
durumda kelimeler ne işe yarar? Bilumum idealizm bu dün­
yada ne işe yarar? Dini canlandırmak için icraat gerekli, muci­
zeler gerekli ve mucizevi güçlerle donanmış insanlar. Pey­
gamberler, Tanrının gönderdiği insanlar! Yavan bir kuramcı­
dan veya lafı çok icraatı yok bir idealistten asla bir din doğ­
madı. Dinleri, esrarın ve "duyu dışı alem"in gerçekliğini icra­
atlarıyla kanıtlayan insanlar yarattı. Aklın yavan postulatları
ve sade dini hisler çağımızın tahribatını onaramaz; bunu be­
cerebilecek tek şey duyularımızın ötesindeki bir şeyin doğru­
luğunu doğruca vazeden olgulardır.
Tabii ki, insanların büyük çoğunluğunun bir olgunun de­
ğerini takdir edebilecek yeterlikte olduğunu dillendiren ya­
nılsamaya asla kapılmamalıyız. Zira insanın derinlerinde bir
edilgenlik tortusu, eskiden beri var olan inatçı bir balçık bu­
lunur; üstelik ilk yaratım edimi her gün bu balçıktan cehen­
nemi bir zihinsel uyuşukluk yaratır.
Tanrı bir Faust yaratmayı becerir becermez, uyanık Şeytan
derhal işe koyulup dar görüşlü binlerce entelektüel hödüğü
cehennemden salıverir ki bunlar, ne zaman "bu manasızlık
denizini aşmaya"48 çalışsa Faust'un kabanının kuyruğundan
tutsunlar da sınırsız tembellik tutkallarıyla onu yere mıhla­
sınlar. Eğitimli hödüğün alametifarikası tembellik, ödleklik ve
dar bakış açısı, ayrıca "metafizik açlık"tan tümüyle yoksun­
luktur. Pazarları cemaatle birlikte kiliseyi mesken tutar eği­
timli hödük, akşam yemeğine kadar da en ahlak timsali söz-

47 1 870'lerin sonlarından başlayarak Vaiz Adolf Stoecker'in önderlik ettiği


Alman Hıristiyan Sosyalist Hareketi Alman işçi sınıfına, babacan refah koşul­
larıyla devlete ve kiliseye sadakati harmanlayan bir program aracılığıyla çağ­
rıda bulunmaya çalışan bir harekettir. (D.S.)
•s Faust I, "Şehrin Kapısının Dışında," 1065. dize.

70
!erle, iş ve düşüncelerle meşgul halde yuvarlanıp gider. Öğle
sonları pek mülayim, pek efendi usludur. Adeta bir kuraldır;
akşamları müzik üstadı gibi davranır ya da dışardaki Yaratılış
kitabında sükuneti bulmak için doğayla söyleşme niyetiyle
dışarlarda gezer. Genelde, fazlasıyla yüksek bir ruh halinde­
dir ve keskin bir ödev bilinci taşır. Fakat bunlar dışında insan
için hiçbir şey ifade etmez, engin bir çorakta yitip gider. İçin­
de canlılığa, takate, coşkuya dair hiçbir iz yoktur. Al ışık ol­
madığı her şeyden nefret eder, korkar ve onu kötüler. Mizaç­
ları tek bir deyimle, yani "incir çekirdeğini doldurmaz" de­
yimiyle özetlenebilecek şu dayanıksız kelebek ve güvelerden
müteşekkil koca sürü, eğitimli hödüğün sadık müttefikidir.
Bir küçük bataklıktan diğerine uçuşan, her esintiyle savrulan
entelektüel efemera.
Meramımı açıklığa kavuşhırdum gibi . Fakat biliyorum ki
telve, telvedir ve fincanın dibinde kalır. Beri yandan, yakarı­
şımın bugün hala değişime açık ve bozulmadan kalabilmiş
birkaç zihne etki ettiğini düşündüren iyimserliğim belki hoş
görülebilir. Bu ümit boşa çıksa bile ödevimi yerine getirdiğim
düşüncesiyle kendimi avutabilirim:

Hakikati b i l i p de söylemeyen,
Ne sefi l bir yarahkhr hakikaten .49

Yeni ampirik psikoloji organik yaşam hakkındaki bilgile­


rimizi genişletmek ve dünya görüşümüzü derinleştirmek için
en iyi şekilde tasarlanmış veriler sunuyor bize. Söz konusu
veriler, doğanın uçurumuna şöyle bir anlık bakmamıza ve
gözlerin boşu boşuna bir sahil veya sınır aradığı akledilebilir
dünyaya nazar atmamıza imkan tanıyor. İki dünya arasındaki
sınırda yaşadığımızı hiçbir yerde buradaki kadar keskin his­
setmiyoruz. Maddeden yapılma bedenimiz ve yücelere nazar
eden ruhumuz tek bir canlı organizmada birbirine katışıyor.
Yaşamlarımızın daha yüksek bir varlık düzeniyle temasta ol-

49 August Binzer'in (1 792-1 868) Stossl an! ]ena soil !eben ! adlı şiirinden. Şiir
1 8 1 8'lerde öğrenciler ve işçiler arasında bir özgürlük şarkısı olarak meşhur
olmuştu . (D.S.) [Wer die Wahrheit kennet und saget sie nicht, /der bleibt
fürwahr ein erbarmlicher Wicht. (-çn.)]

71
duğunu görüyoruz. Metafiziksel düzenden taşıp bize belli be­
lirsiz bir tanrısallık bahşeden bu ışığın karşısında zihin evre­
nimizi yöneten yasalar sönükleşiyor. İki dünyanın sınırında
yaşar insan. Metafiziksel varlığın bilinmezlik loşluğundan çı­
kar, fenomenal dünyayı baştan sona alev almış bir göktaşı gi­
bi hızla kat eder ve ardından, sonsuzluğa giden seyrine de­
vam etmek için bu dünyayı terk eder.

72
111
Zo fingia Cemiyeti Açılış Töreni
Başkanlık Konuşması
(1897-98 Kış Dönemi)

Değerli dostlar,
Yeni seçilen başkanın cehenneme giden yolu iyi niyet taş­
larıyla döşeyen bir başkanlık konuşması yapması adettendir.
Yeni vazifemin ne denli çetin olduğunu bildiğimden kendi iyi
niyet payımı aldım da geldim. Onları pratiğe dökebilecek mi­
yim? Bilemiyorum, hadi hayırlısı diyelim.
Sizlere bu iyi niyetlerimden söz etmek gerçekten benim
için meşakkatli olurdu. İnanıyorum ki buradaki herkes birbi­
rine fazlasıyla saygı duyuyor, böylece herkes ödevlerini özen­
le yerine getirme niyeti konusunda birbirlerine yekten güve­
niyor. Tartışmaya çok daha layık başka bir konu var, yani
başkanın vekalet etme görevi, yani Cemiyetimiz. Kimsenin
ikincil bir paye biçemeyeceği bir konu bu. O halde soralım:
Zofingia'mızda ne var ne yok?1
Yüzeysel bir bakış oldukça iyi eğitimli bir bölük gencin bir
kulüp kurduğunu, İsviçre'nin çeşitli şehirlerinde şubeleri olan
Zofingia'yı kurduğunu söyler. Bu kulüpte kardeşlik, karşılıklı
anlayış ve bir bütün olarak cemiyete bağlılık hakkında, ayrıca
ortak hedeflerimize doğru beraberce ilerleyişimiz ve benzeri
şeyler hakkında pek çok şey duyuyoruz. Uygun fırsatlar çık-

1 Silinmiş: Her şey bir yana, Zofingia ti.im çabalarımızın en önemlisi. Tüm
kaygılarımızın odak noktası Cemiyetin refahıdır. Zofingia'nın şimdiki duru­
munu geçmişteki durumuyla karşılaştırarak betimlemek tarihçilere bırak­
mamız gereken bir görev . Zofingia'nın şimdiki durumunu gelecekteki olası
durumuyla karşılaştırarak betimlemekse ahlak filozofuna bırakmamız gere­
ken bir görev . Gelgelelim, Zofingia'nın bugünkü durumunu, ne geçmişe ne
geleceğe bakarak, salt şimdi söz konusu olan durumunu betimlemek yeni se­
çilm iş başkanın ödevleri arasına zımnen koyabileceğimiz bir görev.

73
tığında, ki her sömestrde en az bir kere çıkıyor, oldukça can­
landırıcı olduğunu düşündüğümüz yurtsever havai fişekler­
den çokça patlatıyoruz. Dışarıdan bakıldığında Zofingia sağ­
lam ve kendinden emin görünüyor; önemli bir işlev üstlenen
d iğer muhkem kulelerle birlikte, yüksek surlarla çevrili bir
eski dünya şehrine gözcülük yapan taştan bir kule gibi duru­
yor. "Tarihsel zorunluluklar" denen tüccarlar yaşıyor bu şe­
hirde. Fakat şehrin tam göbeğinde görkemli bir katedral;
gelmiş geçmiş tüm insanların hac ziyareti yaptığı bir mekan
yükseliyor kule gibi . İşte buna da "fikir" deniyor.
Taş kuleyi çok uzaktan görebiliriz. Gerçekten de sağlam
yapılmış; vatansız birçok insan kapıyı kırmaya çalışarak ken­
dini boşa paralıyor.
Şimdi, merhamet etmeyip d aha yakından bakalım. Yaklaş­
tıkça, şu kule metaforumuz çözülüp sis misali dağılıyor; tıpkı
tüm metaforlar gibi. Gözümüze görünen tüm dayanıklı ve
baş eğmez özellikleri tek bir imgede zapt etmeye çalışarak,
boşuna yeni bir metafora erişmeye çalışıyoruz. Ama hiçbir
metafor oturmuyor; ne "beyaz badanalı mezar"2 ne de Tarih
tanrıçasının kırmızı-beyaz bir kementle birbirine bağladığı
dik başlı çalı destesi.3 Uygun metafor bulamadıysak, gerçekli­
ğin ne mene bir şey olduğuna bakalım haydi. O zaman ana­
yasaya bakalım, tek entelektüel paydamıza, Cemiyet içinde
muhalefet görmeyecek tek şeye. Haz veren bir ürperişle açı­
yoruz bu saygıdeğer belgeyi. Heyhat, daha ilk sayfada, üçün­
cü maddenin hemen yanı başında birtakım Alman barbarları
tüyler ürperten bir mürekkep lekesi bırakmış!
Artık, en başta şehre göz atıverdiğimiz o yüksek nöbet ye­
rine dönelim. Aslında manzara pek de nahoş değil. Esnaf bir
sürü tarihsel kirli çamaşır sermiş ve bir yığın kokuşmuş tica­
ret yapılıyor dar sokaklarda. Ama hacıların kilisesinin damını
da görüyoruz; günışığında parlıyor, üstelik kül rengi kuleler­
le duvarların merkezdeki tek bir şeyi hep beraber koruduğu-

2 Matta 23:27'ye gönderme. Dışarıdan görkemli, sağlam ve güzel görünüp içi

çürük olan binalar üzerinden dışarı dan iyi görünüp içinde onca kötülük bes­
leyen ikiyüzlüler hakkında kurulan benzetme. (-çn.)
3 Kırmızıyla beyaz İ sviçre bayrağında bulunan renklerdir, bu bağlamda İ sviç­

re kantonlarını birbirine bağlayan destedir.

74
nu görüyoruz. Çatıdan temele kadar binlerce yarık ve çatlak
duvarları kaplamış, oysa yapı tek parça duruyor.
Doğru metaforu bulduk. Daha önce ıskaladığımız şey
"yukarıdan bakmak"mış. Ama aşka gelmeyelim hemen. Kü­
çük cemiyetimize dönelim, orada neler olup bittiğine baka­
lım. Biz de küçük, sıcacık kulübemizde saklanamaz yarıklara;
kendi menfaati peşindeki serçelerle kargaların yuva yaptığı
bu yarıklara ev sahipliği mi yapıyoruz? Bu durumu, vicda­
nımız rahat inkar edemeyiz. Büyük bir hasarın mağduru de­
ğiliz. Döşemeler biraz çürümüş, bu yüzden bazıları tökezle­
yip ayak bileklerini incitti.
Yazları çok sıcak, kışları çok soğuk değil; iki mevsim ara­
sında da sert rüzgarlar esmiyor. Ezcümle, fazlasıyla müşkül­
pesent olmayanlara sıcak bir ev sahipliği sunabilecek konum­
dayız. Onlar da misafirlik teklifimizi genelde kabul ediyorlar,
böylece insan mekanın havasının neredeyse biraz fazla yu­
muşak olduğu hissine meylediyor. Ama dikkatli olalım, dışa­
rıda soğuk bir rüzgar esiyor ve yaşam bize karşılıksız hiçbir
şey vermeyecek.
Zofingia, üyelerinden, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm
alanlarında ilerleme için çalışan, sorumluluk sahibi yurttaşlar
yaratma ödeviyle kuruldu. Siyasal açıdan fırtınalı ve gergin
bir çağda doğan ve 19. yüzyılın ortasında, siyasal düşüncenin
türlü iniş çıkışı arasında olgunlaşan Zofingia'nın artık huzur
içinde hatta belki de bir limanın; iyiliksever, siyasal çaba li­
manının durgun dalgalarında dinlenme vakti geldi. İnsanlar
bazı bazı kalburüstü siyasetçileri gösterip Zofingia cemiyeti­
nin işini gayet iyi yaptığını söylüyorlar. Ancak bundan kuş­
kulanasım geliyor. Düşlediğimiz ideale henüz varamadık.
Binlerce mezun herhangi bir siyasal fikre karşı en ufak bir he­
yecan bile sergilemeden Zofingia'nın faal saflarını bırakıp git­
ti. Aralarında İsviçre' de yüksek bir itibara sahip olanlar da
var. Elbette, kendimize erişilemez bir ideal belirlememiz yüce
ideallere bağlılığımızın ahitnamesi adeta, fakat üyelerimiz şu
soruyu ağırbaşlılıkla sormaya mecbur hissettiklerinde asıl
günümüz belki de o zaman gelecek: Gayet hoş ama erişilemez
bir gökkuşağını yakalamak için, "tarihsel zorunluluk" denen
şu rengarenk sabun baloncuğunun peşinden koşmak mı bi-

75
zim idealimiz? Asıl günümüz belki de kuşkuyla dopdolu ve
kuşkudan donakalmış vaziyette kendimize şunu sorduğu­
muzda gelecek: En ateşin coşkumuzu gerçekten, atayurdu
şeklindeki o tarihsel fikre mi adamalıyız? En önemli yetenek­
lerimizi değerli olduğunu düşündüğümüz bazı siyasal hare­
ketlerin hizmetine mi vakfetrneliyiz? Güzel günlerin gelece­
ğini düşlüyoruz hala, ama bunu daha ne kadar sürdürebili­
riz? Bugünlerde, siyasal ayaklanmaların ne olduğunu bilmi­
yoruz artık. Siyasal azmin turna geçidi bıkkın çağı m ı zın gö­
ğünde yitip gitti . Dehşetengiz bir bitkinlik hissediliyor her
yerde; sırf halkoylamalarındaki perişan katılım oranını dü­
şünmek bile bunu kanıtlayacaktır. Abel Burckhardt4 gibi bir
isim tüm bunlara ne derdi? Gazeteler bitkinliğimiz, bıkkınlı­
ğımız ve usanmışlığımızı artırma babında Üzerlerine düşeni
yapıyorlar. Murdar bir gazeteci bozuntusunun uydurabilece­
ği tarif edilemez rezillikte dolaplar, köhne hileler, iftiralar, it­
hamlar ve en müstehcen imalar; her gün ayaktakımını gale­
yana getiren, eğitimlileri de huzurlarını kaçırıp baştan savan
basının sermayesi bunlar işte. Bu tür şeyler her toplulukta
olur, topluluğun ne kadar muhafazakar olduğu önemli değil.
Düzgün gazeteler, okurların ahlaki tutumlarını dikkate alıp,
düpedüz aşağılık olan girdileri yayımlamıyorlar gerçi, gelge­
lelim bunlar da büsbütün fasa fisolukta en yükseğe çıkmayı
başarıyorlar. İşte sevgili atayurdumuzda olan biten bu. Ulus­
lararası siyaset söz konusu olduğunda, işler İsviçre dışında da
hemen hemen aynı, her şey daha geniş bir ölçekte olup bitiyor
sadece. Siyaset diye bir şeyin olmadığı başka bir gezegenden
gelen düzgün bir dost aniden Dünyaya düşse ve Girit' in, Yu­
nanistan'ın başına neler geldiğini;5 Dünyadaki tüm hüküm-

• Elyazmasında Jung önce Jakob Burckhardt yazmış sonra şahsın adını Abel

olarak değiştirmiş.
Abel Burckhardt ( 1 805-1 882), "Was brausest du mein junges Blut" şarkısının
söz yazarı ve Basel şubesinin ilk başkanı. 1 823'ten beri Zofingia üyesi olup
teoloji ve papazlık eğitimi alan Burckhardt yoldaşlarını cesaret göstermeye,
içsel bir dinsel yaşam sürdürmeye yüreklendiren birçok ders vermiştir. Bkz.
Centralblatt des Schweizeriscken Zofingervereins, XXIIJ:3 (1883 Ocak), s. 1 10 vd.
(M.-L. v. F.) Yine papaz olan başka bir Abel Burckhardt ( 1 871-1958) ise
)ung'un Zofingia'dan arkadaşıdır.
5 Giritliler 1 896'da Türk egemenliğine karşı isyan ettiler ve 1 897' de, isyancıla­

ra yardım için asker gönderen Yunanistan' a katıldıklarını ilan ettiler. 1 897 ta-

76
ranların Neva' da Moğol hükümdarına nasıl yaltaklandığını
ve ona saygılarını sunmak için birbirleriyle nasıl yarıştığını;
Alman Kayserinin Türkiye'ye çıkarı için nasıl yakınlık gös­
terdiğini görse, bu dostumuz Blücher'in6 şu ferahlatıcı sözüne
canı gönülden katılırdı: "Diplomatlar, şu geberesice piçler! "
Siyasetin gerçek doğası günbegün daha açık hale geliyor.
Perişan bir çıplak resimdir siyaset gerçekten; gülünç olama­
yacak kadar üzücü bir yüz ekşitme. Hani neredeler şu ruh ve
ateşten doğanlar, yaratıcı bir fikrin tarafgirleri? Evren çarkı­
nın dişlilerine kudretli ellerini uzatanlar, tam şekillenmemiş
fikirler taşkınını aktarmak için yeni arklar kazanlar nerde?
Geçmişte kaldılar, doğurdukları yaratıcı düşünceler de öyle.
Kuşkusuz aramızdan birkaç optimist itiraz edecek ve mo­
dem insanın siyasal vakalara kutsi bir azim göstermekten
vazgeçmediğini savunacaktır. İçten siyasal coşkularını sergi­
leyen iki üç yoldaştan müteşekkil küçük bölüklere sağda sol­
da rastlayabileceğimizi kabul ediyorum. Ancak genellikle,
bugünün kitle coşkusu en üst seviyeden aptalca işlerde ortaya
çıkar. Langenthal Radikallerinin7 kutsi şevklerini hatırlama­
nız yeterli; hani yağma baskını meselesinde oy vermeleri is­
tendiğinde gümbürtülü bir "Hayır" oyunu büyük bir tanta­
nayla basmışlardı. Veya kendi piyasamızdaki ahlak timsali
anları düşünelim; hani nezleyle boğuştuğu için Brenner Beye­
fendi j imnastik kulübünü ve öğretmenler birliğini selamla­
yamamıştı. Adeta bir kural gibi, böylesi olaylarda her zaman
bir gazete muhabiri bulunur, yanında da saygıdeğer bir ihti­
yar vardır; heyecanına yenildiği için sürekli gözlerini silmeye

rihinde gerçekleşen ve Otuz Gün Savaşı olarak da bilinen Türk-Yunan savaşı


Alman nezaretinde yeniden düzenlenen Türk ordusu karşısında Yunanların
ağır hezimetiyle sonuçlandı . Avrupalı güçlerin baskısına boyun eğen Yuna­
nistan, askerlerini Girit'ten çekti, Türkiye'ye tazminat ödemeye mecbur kaldı
ve Teselya'daki topraklarını Türkiye'ye bıraktı.
6 Gebhard Leberecht von Blücher ( 1 742-1 819), Wahlstatt prensi . 1 8 1 3- 1 8 1 5' te

Napolyon'a karşı kazanılan zaferlerde Prusya ordusunun feldmareşali.


7 1 850' de yeni Zofingialılar ve Helvetialılar eski muhafazakar Zofingialıların

yıllık toplantıya davet edilmemesini şart koştular. Zofingen' in yerel yetkilile­


ri bunu kabul etmeyince, yeni Zofingialılar da buluşma yeri olarak Langent­
hal'ı seçti. Bkz. Werner Kundert, Abriss der Geschichte des Schweizerischen Zo­
fingervereins, Lozan: 1961, s. 21 . (M.-L. v . F.)

77
mecbur kalan, ayrıca bağımsızlık savaşını ve Prusya müzake­
relerini görecek kadar yaşlı olduğu halde daha önce böylesine
hoş ve mutluluk verici bir şey yaşamadığına ciddiyetle yemin
billah eden bir ihtiyar.
Daha da saçma olan, kamu coşkusunun pan-Alman İmpa­
ratorluğundaki resmi teşhirleridir, fakat en saçma olanı Fran­
sızların Ruslara yönelik gayret gösterileridir.
Siyasal kanaatin, son dönemlerde tanık olduğumuz, gör­
kemli ifşalarından yalnızca biri Yunanların Türklerle savaş­
masından duyulan heyecandır. Bunu görmek gerçekten insa­
nın yüreğini ısıtıyor. O zamanlar Avrupa'nın dört bir yanın­
dan resmi siyasi kışkırtıcılar gayrimeşru, rezil, sefih, aptal ve
ıvır zıvır ne varsa bunu galibiyete taşıma niyetiyle hiç dü­
şünmeden abalıya vurmaya hürya girişmişlerdi.
Zofingia bu kaosa yetkin siyasetçiler göndermemizi talep
ediyor. Peki, yetkin siyasetçi kimdir? Bir homo politicus, ruh ve
vicdan taşımayan özel bir insan teki mi? Şayet siyasetçi, siya­
sal çamur nehrini geçmeye zorlanıyorsa, ihtiyacımız olan bu
türden bir siyasetçi olacaktır. Neyse ki böyle insanlar sonra­
dan imal edilemez, doğuştan böyledirler; her çağda, bunlar­
dan ikisi ya da üçü zamanın akıl sır ermez rahminden doğar.
Ne için doğdularsa onu gerçekleştirmek zorunda olan insan­
lardır bunlar. Uluslar bunları takdis edip azizler gibi tebcil
eder ya da Tanrının kırbacı diye telin eder. Zofingia' dan böy­
le adam çıkamaz. Bu dernek iyi yurttaşlar, homonculi politici
(ılımlı ölçekte siyasal insanlar) yaratır. Fakat bu iyi yurttaşla­
rın, büyük adam timsali olacaklarsa, ruh ve vicdan taşımaları
gerekir; büyük adamların, ruhları alevlenip gök gürültüsü ve
şimşek saçıncaya kadar, kendilerini adeta bir parça çakmakta­
şına sürter gibi sürtebilecekleri bir sürtünme kaynağı olmaları
gerekir. Yine bu iyi yurttaşların ilerlemeyi teşvik etmeleri, ye­
ni fikirlerin taraftar ve sancaktarı olmaları gerekir belki de.
Büyük adam, yapıcı veya yıkıcı olmalarına bakmaksızın,
dünyayı sorunlar ve ödevler bombardımanına tutar. Ancak
Zofingia Cemiyeti dünyada yeni sorun ve ödevlere karşılık
verecek insanların bulundu ğunu, kelimenin tam anlamıyla
insanların mevcut olduğunu sağlama almak için var. Zofingia
siyasal canlılar değil insanlar şekillendirmeli; gülen ve ağla-

78
yan insanlar, zihin ve istençlerinin bilincinde olan insanlar,
diğer insan tekleri arasında yaşadıklarını ve toptan insan ol­
maya hüküm giydiklerinden birbirlerine müsamaha göster­
meleri gerektiğini bilen insanlar. Böylesi bir ödev insanı
umutsuzluğa sürüklemek için yeter de artar; zira bunu ger­
çekleştirmek, Augeas' ın ahırlarını temizlemekten pek de aşa­
ğı değildir, iki insan arasına art niyetle sızıveren şu devasa
çöp dağını devirmeye çalışmaktan farklı değildir. Bu ideali­
mize gerçekten dikkatle bakalım! Yüce bir ideal bu, zira insan
olarak bizlerin yeryüzünde yapmamız gereken her şeyi kuşa­
tıyor. İdealimiz hem kendimizi hem komşularımızı yükseltme
ödevidir.
Bu hedefe ulaşmanın birden çok yolu var. Tüm önyargı­
lardan ve ikincil güdülerden azade, çıkarsız entelektüel mü­
badelenin bu yollardan en soylusu olduğunu düşünüyorum;
insanı toplum ahırının sevimli bir sureti olarak değil insan
olarak tanımayı öğrenme yolu. Böylesine samimi bir değiş to­
kuş bizleri görünüşe bakıp yargılamaktan, yüzeye bakıp
hükme varmaktan koruyacaktır. Düsturumuzda yer alan a nı i­
citia [dostluk] kelimesinin hakkını veren arkadaşlık bağlarını
kaynatmamıza el verecektir. O, artık hiçbir üniversitenin
sunmadığı, litterisin, eğitim-öğretimin yolunu açacaktır. Ah,
ne olurdu her şey eskisi gibi; A tina'nın serin sokaklarında
milletin bir aşağı bir yukarı dolandığı zamanlardaki gibi ol­
saydı . . .
Gündelik yaşam dünyasına adım atar atmaz orada öğren­
cilik günlerindeki şiarına -Patria?- uygun yaşayabilen bir
yurttaşın olduğunu göreceğiz.
Üniversite öğrencisinin alametifarikasına dönüşmüş, faz­
lasıyla iftiraya uğrayıp yanlış anlaşılmış eğlenceye, yani içme
işine gelince, içme yarışmalarımızı asilleştirip onları gerçek
bir symposiurna çeviremez miyiz yani?
Entelektüel paylaşımı teşvik etmek sizlerin ve benim öde­
vimiz. Yüksek bir ödev bu, ama erişilemez değil; yerine ge­
tirmemiz gereken görevimiz. Görevimizi her zaman yerine
getirmeliyiz. Çünkü, Nietzsche'ye rağmen, nihayetinde ahlak­
lılıkta hakkaniyetli bir şeyler var.
"İtiraf" ım burada sona eriyor.

79
iV
Spekülati f Düşüncenin Değeri ve Doğa Ü zerine
Düşünceler
(1898 Yaz Dönemi)

Giriş

Auditoribus meis mortuis, semi mortuis, semi vivis, vivis . . .


(Ölü, yarı ölü, yarı diri, diri dinleyicilerime . . . )

"Spekülatif soruşturmanın değeri ve doğa üzerine düşün­


celer," nazik dinleyici kitlemi derin düşüncelere daldırıyor:
"Kuşkusuz bu, işkembe-i kübradan atılan ve cicili bicili felsefe
dili giydirilmiş bir başka saçmalık! " ! Gelgelelim, ne kadar ya­
nıldığınızı bilmiyorsunuz. Şimdi, "şişe gizemli şekilde taşar­
ken katranlı bir şarkı duyacağız." Konuşmamda, madde tari­
katına hükmeden değerli azizlere söven yabani söylevler ol­
mayacak; geleneksel hakikatlere karşı devrimci karalamalar,
kusurlu genlerimden gelen gürültülü ve ezici taşlar da; bu
türden hiçbir şey olmayacak. Özenle nesnel olarak, bir midilli
gibi tırıs gideceğim; kuzu misali uysalca, adımımı denk ata­
rak ve Basel şehrinin piskopos asasını sırtında taşıyan iyi bir
kentli gibi ilerleyeceğim. Doğanın o ziyadesiyle kaba çocu­
ğundan en ufak bir iz bile olmayacak. Sözlerim şeker gibi tatlı
hem de yumuşak meltemlerce okşanmış olacak; adeta Fazilet
Birliğinin aile gezisinde beş çayı içiyormuşuz gibi.
Konuşmam aşındırıcı öznellikten korunmuş, özenle nes­
nel, ayrıca çıkarılıp yıkanmış ve ütülenip katlanmış bir göm­
lek gibi, kişisel her şeyden soyunmuş olacak. Genel tınısıysa

ı Sayfa kenarına "yazar için not" olarak şu ifade eklenmiş: Gezgin, tam sırası, ça­
bucak harekete geç yoksa ayağın takılacak!

81
tumturaklı ve sıkıcı olacak, çünkü fikirler uğruna, her sayfaya
iki alıntı, "iyi yazarlardan alınan ilkeler" ekledim; bunlar öyle
ilkeler ki her genç üniversiteli bunlara göre eylese iyi etmiş
olur. Söylemek durumunda olduklarım, her iyi ve büyük tar­
tışma konusu gibi, fazlasıyla uzun ve sıkıcı. Kuraldır: Zo­
fingia Cemiyetine çekilen ideal söylev üç şiarımızdan biriyle
ilgili olur. Bu yüzden federal bankalar, halk müziği, kardeşlik
cemiyetindeki kardeşler ve üniversiteye yeni başlayanlar
hakkında konuşmalar dinliyoruz. Benim sunumum üç şiarı­
mızla da ilgili. Başka deyişle, Zofingia dairesine verilen kübik
bir ders. (Yazar için not.) Dolayısıyla, dediğim gibi, her şey
yolunda.
Gelgelelim bazıları, bilim ve bilimsel araştırmaya karşı
beslediği duygulara bağlı olarak, tam aksini de düşünebilir:

Birine göre yüce, göksel bir tanrıça o, kimine göre tereyağı veren
semiz bir inek.ı

Spekülatif Düşüncenin Değeri ve Doğa Üzerine


Düşünceler

quid aeternis minorem


consiliis animum Jatigas ?
(Ebedi ve bu yüzden bilinemez bir gelecek için
Neden heba ediyorsu n kendini ? )
Horatius, Carmina, i l . kitap, XI. şiir

Kant bir yerlerde felsefeyle bilimin entelektüel lüksler ol­


duğunu söyler. Bu anlamlı ve önemli değini hakkında biraz
düşünmek tam da şimdilerde bilhassa önemli, çünkü bugü­
nün dünyasında insanlar bilimsel çalışmalarını başarı uğruna
yürütmeye, üstelik bilimsel her etkinliği bu açıdan düşünme­
ye eğilimliler. Çalışma alanlarını gelecekteki geliri üzerinden
değerlendiriyorlar. Ayrıca, adeta bir kural gibi, önceden belir-

2 Friedrich Schiller, Xenien, "Wissenschaft," Musenalmanach Jur das fahr 1 797,


No. 62, s. 316, Werke, C. 1, Gedichte 1 776-1 799, Weirnar: 1945.

82
lenmiş çalışma planından her türlü sapmadan kaçınmak en
iyisi, gibi bir düşünce var. Neden? Çünkü sapmaların, diğer
alanlara yapılan akınların hiç getirisi yok. Başka deyişle, ücra
topraklara yapılan gezintiler, kendi alanında kimseye rakiple­
ri karşısında bir üstünlük sağlamıyor. Gerçekten de böylesi
gezintiler insanın etkinlik güçlerini dağıtıyor ve alandaki iler­
lemesine sekte vurma eğilimi taşıyor. Fakat Kant her bilimin
lüks olduğunu söyler. Lüks eşyası yararlı olmayan bir şeydir.
Doğrusu, hiçbir bilim zerre kadar yararlı değildir. Dünyanın
uygarlaşmamış halkları insanın bilim olmadan da varlığını
pekala sürdürebileceğine toptan tanıklık ediyorlar. Bilim, biz­
zat amaç şeklindeki yüce mevkiini terk edip bir endüstri dü­
zeyine inmedikçe yararlı değildir. Bütün çağların uygar halk­
ları bilimi her daim hissedilen yararsızlığından kurtarmak ve
onu pratik ereklerin hizmetine koşmak için durmaksızın ça­
baladılar. Zira doğal durumdaki insana göre, kullanılamayan
bir şey son tahlilde hiçbir şeydir, dahası elle tutulur bir mah­
sul vermeyen bir etkinlik, etkinlik değildir. Rençber ve tüccar­
ların, bilgini avare bir tufeyli olarak görmelerinin nedeni işte
budur. Bilimlerin en soylusu olan felsefe daima ufak çapta
başının belası olmuş aşağılamaya artık çok büyük çapta ma­
ruzdur. İster iş adamı ister fabrika sahibi ister kimyacı veya
fizikçi3 olsun, endüstriyle ilişkili herkes elle tutulur mahsuller
üretmeyen bütün çabalar hakkında "yararsızdır" yargısına -
ve yararsız olduklarına göre, " düpedüz zararlıdır" yargısına­
varır.4 Çağımızın tepeden tırnağa pratik ve bütünüyle gerçek­
çi eğilimi her türlü idealizme karşıdır. İlginin odak noktası
dışsal şeyler arasındaki ilişkilere doğru yön değiştirmiştir. İn­
san türünün kurtuluşu iyi düzenlenmiş devletlerdeymiş, top­
lumsal ilerlemedeymiş gibi geliyor insanlara. Bireyin mutlu­
luğunu, mali güvence gibi dışsal koşullarca belirlenmiş bir
şey olarak görüyorlar. Dolayısıyla, her şeyin bu amaca uydu­
rulmasında şaşılacak bir yan yok. İnsani ilgilerin sekülerleş­
mesinin, bazı alanlarda, olağanüstü verimli olduğu ortaya

3Silinmiş: Bir gazeteci veya toplumsal reformcu ...


4Silinmiş: Herhangi biri standarda uymadığında herkes sorar: " İ yi de bunun
kime faydası var; kime yarar sağlıyor bu?"

83
çıkmış bulunuyor. İlkin, genel olarak kültürümüzün gelişme­
sini buna borçluyuz. Modem ulus-devletin pürüzsüz tertibat­
lı yapısını o doğurdu, yine bilimlerle erişilen pratik teknolojik
ve endüstriyel her ilerlemenin kaynağı da o. Maddi başarının
hazlarıyla sarhoş olmuş insanlar kendilerini varoluş
hengamesine ve koşturmasına atıveriyorlar. Maddi başarının
kendilerine her şeyi vereceğini umuyorlar. Bu eğilimin, bazı
dikkat çekici çelişkileri önceki çağlardan çok daha derinden
gün yüzüne çıkarması mantıklı değil de nedir? Söz konusu
çelişkilerden birkaçını anmadan edemezdik; nasyonalizm,
devlete toptan bağlılık ve toplumsal demokrasi. Hatta kilise
bile (situm teneamus; mevkilerimizi koruyalım!) el ele verip halay
çekmekte ve her türlü tuhaf özellikleri sergilemekte. İnsanlar
kiliselerde atayurdunun refahı için dua ediyorlar, fakat görü­
nüşe bakılırsa her toplumsal faydanın bazı toplumsal belalara
mal olduğundan habersizler. Böylelikle, yabancı imalatçılar
felakete uğrasın da bizim endüstrimiz bu durumdan kar et­
sin, diye dua etmiş oluyoruz dolaylı olarak. Doğrusunu söy­
lemek gerekirse, modem Hıristiyan kilisesinin temsilcileri
devlete bağlılık hakkında vaaz verecek ve kiliseyi iyi yurtta­
şın şekillendirilmesinden sorumlu kurum olarak görecek den­
li ileri gittiler. Şöyle demişti Nietzsche:

"Son dönemde tüm kürsülerden vaaz edilen öğretinin; devletin


insanlığın en yüce amacı olduğunu ve insanın ona hizmet etmek­
ten daha yüce bir ödevi olmadığını dillendiren öğretinin sonuçla­
rını görüyoruz burada. Ben bu durumu paganizme değil aptallı­
ğa doğru bir terse gidiş olarak görüyorum. "5

İnsanın bütün ilgilerinin sekülerleştirilmesi kavramı felse­


fe çevrelerini de ele geçirmiş ve burada taraftar bulmuştur;
içkin ve eudaimonist ahlak ilkesiyle Eduard von Hartmann
mesela. Hümanist hedeflerin savunucusu Wilhelm Max
Wundt da bu bağlamda anı l abi l i r.
Maddi başarı insanın her daim yegane amacı olmamıştır.

5 Nietzsche, Unzeitgemiisse Betrach tungen (Zamana Aykırı Bakışlar), Kröners


Taschenausgabe, No: 71, s. 230. [Zamana Aykırı Bakışlar 3: Eğitici/Eğitimci Olarak
Schopenhauer -çn.)

84
Ortaçağ varoluşun odak noktasının dışsal fenomenlerde değil
her insan tekinin içsel yaşantısında bulunduğunu ortaya atan
binlerce manastır ve kiliseye, ayrıca teokratik devlet fikrinin
serpilmesine tanık olmuştu. İnsan doğayla daha çok temas
halindeydi, uygarlaşmış yaşamın binlerce imkanından doğan
yapay ilişkilerce kuşatılmamıştı. Bireyler arasında bir birey
olacak zamanı vardı insanın. Onun uygarlığının temel ilkesi
geleceğin dünyasıyla ilgilenmekti. Başka deyişle, Ortaçağ in­
sanı maddi başarıyı ya çok az önemsiyor ya da hiç önemse­
miyordu. Ona göre ilerleme dışsal değil içsel bir meseleydi.
Ortak refah kavramına, toplumsal kalkınmaya dair hiçbir şey
bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da şuydu: Dünya, ancak
bireyin gelişimi ve iyileştirilmesiyle geliştirilebilir, ıslah edilip
kurtarılabilir. Ortaçağ insanının alametifarikası aşkınsal bir
"benci" likti . Hıristiyan bakış açısının hangisi olduğunu be­
lirtmeye gerek yok. Modern insan birey hakkında hiçbir şey
bilmiyor. Onun bildiği bireyler kantonlar ve ulus-devletler.
Modern insan, çoğunca, bir birey olarak kendine dair bilincini
çoktan yitirdi . Kendini, bir atom gibi, devleti imal eden bitim­
siz zincirin halkalarından yalnızca biri gibi hissediyor. Mo­
dern insan bireysel mutluluk sorumluluğunu kendinden dev­
lete, yani kendisiyle hemşerisi arasında söz konusu olup yasal
açıdan düzenlenmiş ilişkilere kaydırdı. Bireyler arasındaki
farklara bireylerin gereksinimleri dahildir. Bu türden farklar
devletin yasal birliğini ve türdeşliğini sarsan ince ayrımlara
yol açar, dolayısıyla modern insan herkesi mümkün oldu­
ğunca aynı şekilde eğiterek bireyselliği tesviye, yani tasfiye
etme peşindedir. Herkesin kendi geleceğinin mimarı oluşu
bugünlerde doğru değildir; aksine, devlet bireyin geleceğini
onun için yaratır.
Tüm ilgilerin mutlak olarak sekü lerleştirilmesi modern in­
sanı Ortaçağ insanından ayıran ölçüttür.
Dışsal ilişkilerin mükemmelleştirilme süreci insanın do­
ğayla bağını kopardı, fakat koparılan bağ bilinçdışı değil bi­
linçli bağdır. Uygarlaşmış insan doğanın hamlıklarının çok
üzerine yükseldiğine inanır. Yirmi otuz yıldır majesteleri Kral
Falanca cenaplarının özel danışmanıdır ya da İsviçre temsilci­
ler meclisinin üyesidir, vesaire. Ama işe bak; ansızın hain bir

85
bakteri geliverir ve dünyadaki en iyi düzene sahip, dışardan
bakıldığında bunca görklü olan ulusun uygar insanındaki
tüm ihtişam birdenbire sefilce yere serilir, darmadağındır ar­
tık; Hottentot kabilesine mensup bir insandan ya da ataları­
mız mağara insanlarından ne eksik ne fazla! O halde topye­
kfın uygar dünyanın ne faydası var; teknolojik ilerleme saye­
sinde torunlarımızın uçaklarda seyahat edebilecekleri ve ya­
pay protein tüketebilecekleri bir geleceğin, dört gözle bekle­
mek zorunda oldukları böylesine muhteşem bir geleceğin ya­
rarı ne? Zavallı yaşlı uygar insan, ne kadar uygar ve siyasal
açıdan güncel olursa olsun, yaşam tarafından terk edilmiş; üs­
telik, en derin onay ve olumlamasını sunduğu bir varoluşu,
yaşamın bu gaddar fermanına uyarak, ardında bırakmak zo­
runda! Maddi başarıya ulaştı işte, peki onu mutlu etti mi bu?
Elbette hayır. Bir şeye sahip olmada haz yoktur; haz, bir şeye
erişmededir. Hiç kimse daha fazlasını istemeyeceği bir başa­
rıya erişememiştir. Bunun nedeni basit; insan mutluluğun pe­
şinde koşar, oysa mutluluk ancak elde edildiği an için mutlu­
luk olarak kalır, ardından insanın daha önceden bildiği o aynı
köhne, yavan dairesine döner. Modern insanın, mutluluğu
maddi başarıda araması, bu yegane ereğe yönelmemiş her ça­
bayı boş diye ıskartaya çıkarmasına neden olur. Mutluluğun
dış etkenlerde bulunduğu varsayımı büyük ölçüde a priori bir
yargıdır, yani çoğu insanda, mutluluğun bundan başka bir
şeyden de doğup doğamama imkanına dair en ufak bir kuşku
dahi yoktur. İ nsanların çoğu, esenliğin dışsal nedenlerden
başka bir şeye de dayanabileceğini adeta hiç düşünmez. Oysa
bu, baştan ayağa hatalı bir çıkarımdır. Tabii ki söz konusu çı­
karım tümevarımla ilerleyen akıl yürütmenin kesin bir parça­
sı gibi görünen öğeye, yani insanların maddi başarıyı haz his­
sinin kaynağı olarak görmesine dayanır. Bu gözlem, maddi
başarı tüm sevincin nedenidir ve insanları her halükarda mut­
lu eder, şeklindeki yanlış bir kavrayışa yol açar. Başarı köken­
sel olarak mutlaka sevinçle bağlantılı değildir. Bizzat başarı
tümüyle yansızdır, her şey bireye bağlıdır. Birey zaten mut­
luysa başarı onun mutluluğunu artıracaktır. Şayet birey mut­
suzsa, en olağanüstü başarı bile, sık sık olduğu gibi, muaz­
zam bir acılık hissi uyandırabilecektir. Mutluluk salt özneldir

86
ve dışsal herhangi bir şeyle hiçbir zorunlu ilişkisi yoktur. Bu
söylenen doğru olmasaydı, bir milyon frangı olmayan herkes,
bu hedeften uzaklığının karesiyle doğru orantılı şekilde mut­
suz olurdu. Oysa mutluluk, çoğunca dışsal etkenlerden tü­
müyle bağımsız olacak kadar özneldir. Goethe'nin dediği gi­
bi: "Kendi ruhundan taşmazsa / Bulamazsın ferahlığı ."6
Şu halde, modem insanın mutluluk çabasının tek yanlı ol­
duğunu görüyoruz, yani mutluluğu bizlere dışsal olup özsel
olmayan, ilineksel nedenlerde arıyoruz. Oysa Schopenha­
uer'in çok önceleri ortaya koyduğu gibi; bizlere dışsal olan
mutluluk son tahlilde mutluluk olmayıp sadece mutsuzluğun
bir anlık duraklamasıdır. Dolayısıyla, olumlu anlamıyla mut­
luluğu arayışımızda tamamen kendi imkanlarımıza, yani öz­
nel etkenlere bağımlıyız. Kendi dışımızda hiçbir yerde olum­
lu anlamıyla hiçbir mutluluk yoktur, çünkü olumlu anlamıyla
mutluluk öznel bir haldir ve bu halin nedenleri de neden-etki
şeklindeki nesnel zincirin tümüyle dışında yer alır. O zaman,
mutluluğa giden yol bizi tiyatrolara ve konser salonlarına ya
da şeref ve görkeme yönlendirmez, bunun yerine kendi varlı­
ğımızın dipsiz derinlerine daldırır veya çıkartır. "Kendi varo­
luşumuzun ardında," diyor Schopenhauer, "ancak dünyayı
bir kenara koyarsak erişebileceğimiz başka bir şey vardır."
Olumlu anlamıyla mutluluğun öğelerinden biri vicdan rahat­
lığı denen şeydir, yani ahlaken masum olma hissidir. Bu his,
Kant' ın kategorik buyruk dediği içgüdüsel itkinin doyurul­
masından doğar. İyi gördüklerimizi yapmayı ve ahlaki açıdan
kötü gördüklerimizden kaçınmayı buyuran bastırılamaz ta­
leptir bu. Her itkinin doyurulması durumunda olduğu gibi,
ki bu doyurma beraberinde belirli bir yoğunlukta haz getire­
cektir, o da bize kategorik buyruğun gereklerince eylemekten
doğan haz hissini verir. Son dönemlerde Eduard von Hart­
mann içgüdünün doyurulmasından doğan bu haz duyuşuna
özel bir anlam atfetti ve onu sayısız bilimsel örnek üzerinden
tümevarımcı mantık aracılığıyla kanıtladı . Mutluluğun bir
diğer tükenmez kaynağı nedensel içgüdünün doyurulması

6Faust l, "Gece" (Nacht), 568-69. d izeler.


[Erquickung hast du nicht gewonnen, / Wenn sie dir nicht aus eigner Seele
quillt. -çn.]

87
olabilir. Nasıl ki pratik aklın alanında tek bir karar ve tek bir
yasa eylemlerimizi yönetiyorsa, saf aklın alanında da tüm bi­
limsel yasaların türetildiği tek bir yasa, yani nedensellik kate­
gorisi hükmeder. Kant insan düşüncesini yöneten yasaları so­
ruştururken tüm düşüncenin, kategoriler dediği bazı formla­
rın sınırları içinde yayıldığını keşfetmişti. Kendisi bu katego­
rilerin on iki olduğunu düşündü. Schopenhauer ise kategori­
lerin sayısını üçe indirdi; zaman, uzam ve nedensellik. Za­
manla uzam algının formlarıyken, nedensellik düşüncenin
formudur. Bu üçü a priori kategorilerdir, yani varoluşa önsel
hükümlerdir. Onlar olmadan zihin iş göremez, zira zaman­
uzam yapısında yayılmayan hiçbir zihinsel imge yoktur; en
derin doğası nedensel lik olmayan hiçbir düşünce süreci yok­
tur. Nedensel düşünme ihtiyacı esas itibarıyla her insan te­
kinde doğuştandır, fakat özel olarak felsefi zihinlerde gelişir.
Nedensel düşünme ihtiyacının doyurulmasına hakikat denir.
Kuvvetle muhtemeldir ki hakikat kavramında içerilen bütün
nedenlerin bilgisine eleştirel aklın ışığında erişmek mümkün­
dür. Beri yandan, kavradığımız hakikatin mutlak ya da tüm­
den göreli oluşu mutluluğumuz açısından fark oluşturmaz,
çünkü nedensel olarak düşünme ihtiyacımızı doyurmak bili­
şimizin doğruluk değeriyle değil ona yüklediğimiz inanç de­
recesiyle orantılıdır. Neredeyse tüm bilgimiz son derece göre­
lidir, fakat bilgimizin mutlak olduğuna imanımız bizlere keyif
dolu bir mutluluk verir.
Belirli koşullar altında insanı mutlu eden ve ona hiçbir
dışsal öğenin sunamayacağı hoşnutluk hissini veren işte bu
iki a priori gereksinimin, yani kategorik buyrukla nedensellik
kategorisinin doyurulmasıdır. İnsan yaşamındaki tüm dışsal
etkenlerin güçsüz ve eğreti doğası tartışma gerektirmeyecek
denli belirgindir. İnsan tüm arkadaşlarından ve akrabaların­
dan uzun yaşayabilir, en sevdiğini toprağa verebilir ve ya­
bancı bir devirde bir yabancı olarak yapayalnız yaşayabilir;
oysa insan kendisinden ve yaşamının doğuştan gelen öğele­
rinden daha uzun yaşayamaz, onları gömemez, çünkü onlar
insanın ta kendisi olup devredilemezdir.
Kimileri burada, kişiye dışsal olan etkenlerin, değişkenlik­
lerine rağmen, hiç değilse var oldukları sürece, olumlu anla­
mıyla mutluluk kaynağı olabilecekleri yönünde bir itiraz geti-

88
rebilir. Gelgelelim, bu türden mutluluğun çoğu insana aşağı­
lık görünmesi bir yana, haz ve haz yoksunluğu söz konusu
olduğunda dışsal ilişkilerin ama öyle ama böyle yansız olduk­
larına, üstelik her şeyin kişinin öznel haline bağlı olduğuna
değinilmelidir. İnsanın dişi ağrıyorsa, en muhteşem manzara,
en tanrısal müzik bir tutam dumandan başka bir şey değildir.
İster sağlık ister gönül huzuru; her dışsal hazza uygun içsel
bir hal vardır.
Buraya kadar söylediklerimizden açığa çıktığı üzere, biri
kalıcı ve sahih, öteki salt görünürde ve fazlasıyla değişken
olmak üzere iki tür mutluluk vardır. Elbette, bu hakikatin içe­
rimlerini hakkıyla değerlendirebilecek tek kişi, söylemenin bir
faydası olur mu bilmem ama, mutluluğunu zaten sağan ve
ondan vermesi gereken her şeyi isteyen kişidir. Bu hakikat,
can attıkları mutluluğu elde etmeye çalışarak çalmadık kapı
bırakmayan memnuniyetsizlere aşinadır. Halinden memnun
insan, tatmin olmuş insan bu konuları yargılamaktan hoşnut
değildir. (Yazar için not.) Mutluluk çabası son tahlilde her in­
san ediminin saikı olarak betimlenebilir. Fakat insan bir başı­
na yaşamaz, insanın bir başına yaşaması iyi bir şey de değil­
dir ayrıca . Türdeşleri, diğer herkesten ettikleri gibi ondan da
mutluluk istirham ederler. İnsanın devleti icadı, yani bireysel
başarıyı soğurup sonra onu seyrelterek tüm yurttaşlara yeni­
den dağıtan düzeneği icadı işte bu arzuyu doyurmak içindir.
Öte yandan, tüm yurttaşlarının bütünselliği olarak devlet an­
cak maddi başarıdan yarar sağlayabilir, dolayısıyla ancak
maddi başarı çabasına alenen değer atfedilebilir. Demek ki bi­
reysel mutluluk nesnellik taşımalıdır, yani nesnel biçimde al­
gılanabilir bir kaynaktan devşirilmelidir. Safça ideal olan
mutluluk örneğinde olduğu gibi, böyle bir kaynağın tedarik
edilememesi durumunda, ideal erekler için çabalamanın de­
ğersizliği sonucuna varılır. Bu noktada karşımıza yeni bir so­
ru çıkıyor: Felsefe ve saf bilim aşkınsal anlamda entelektüel
birer lüks müdür hakikaten, ayrıca metafizik gerçeklik, ne­
densel açıdan7 düşünme ihtiyacını doyurma şeklindeki -
şimdiye dek- ideal olan amaca atfedilebilir mi?
Radikal öznelciler, yani dünyayı yanılsama ve çokluğu da

7 Silinmiş: Ve kategorik buyruk üzerinden . . .

89
parıldayan hiçliğin gösterisi olarak görenler herhangi bir
amacın nesnelliğini yadsırlar. Yani bu kişiler insana dışsal
olan hiçbir türden teleolojinin varlığını kabul etmeyip, bunun
yerine, tam da çılgınlar olarak bizlerin doğanın bir amaç ta­
şıması fikrini dünyaya yansıthğımızı iddia ederler. Ya da en
azından, Kant'ın taklitçileri bu konuda materyalistlerle ortak­
tır. Açık ki bu bakış açısı aşırı derecede çorak ve verimsizdir.
O, tümevarımla ilerleyen, bilimsel yönteme dayalı spekülatif
soruşturmanın ölümü demektir. O, yüreği ve duyarlılığı sağ­
lam olan herkes için umutsuzluk demektir. Her türden felsefe
ampirik bir temele yaslanmalıdır. Felsefenin tek hakiki zemini
kendimizde deneyimlediklerimiz ve bizi sarmalayan dünya­
da kendimiz aracılığıyla deneyimlediklerimizdir. Deneyimle­
rimizi birer soyutlamaya dönüştüren her a priori yapı bizleri
hatalı çıkarımlara götürecektir mecburen. Gerçi Fichte, Schel­
ling ve Hegel gibi Kant sonrası dönemin ilk filozoflarının ya­
nılgılarını gözlemleyen bizler bunu zaten şimdiye kadar bil­
memiz gerekirdi. Nietzsche'nin dediği gibi, felsefemiz her
şeyden evvel elimize en yakın olanın felsefesi olmalıdır. Fel­
sefemiz, gerçek deneyim zemininde ve yeter neden ilkesiyle
uyum içinde, bilinmeze dair çıkarımlar yapmaya bağlı olma­
lıdır; yoksa, dışsala dayanıp içsel dünya hakkında çıkarımlar
yapmaya veya sırf içsel dünyayı olumlayarak dışsal gerçekli­
ği yadsımaya bağlı olmamalıdır. Zaman, uzam ve nedensel­
likten8 ibaret sekiz9 a priori kategorinin dışında, deneyime da­
yanmayan hiçbir kategori yoktur. Şu halde, amaç hakkındaki
yargılar a priori yargılar değildir, çünkü a priori yargıların
nesnelliği tanıtlanamaz. Öte yandan, yeter neden ilkesine gö­
re, bizlere dışsal olan amaçları tanıtlamak mümkündür. Edu­
ard von Hartmann bunu gerçekleştiren ilk kişiydi, üstelik bu­
nu, sağın bilimden devşirilmiş bir yöntemle, yani olasılık he­
sabıyla yaptı.
Herhangi bir eylem, nesnel bir amaç mefhumuna dayanı­
yorsa, "bir amaca bağlı" şeklinde adlandırılabilir. Yeter neden

B Silin miş: Kategorik buyruk ve olumlu içgüdülerden . . .

9 Jung'un elyazmasında bu şekilde. Belki de yanlışlıkla "üç" yerine "sekiz"


ifadesi kullanılmış, yine de bir önceki d ipnotla karşılaştırılabilir.

90
ilkesine göre herhangi bir amaç mefhumu, amaçlı bir yapıda
olması kastedilmiş her eyleme önsel olarak var olmalıdır. Her
insan teki bu ilkenin kesinliğine yönelik öznel bir deneyime
sahip olsa gerektir. Kendimizden başka birinin amaç taşıyan
bir eylemini gözlemlediğimizde, kendi kasti eylemlerimizde
gözlemlediğimiz şeyle kıyaslayarak, bu kişinin zihninde belir­
li bir yönelim/kasıt taşıdığını çıkarırız. Bizzat kişinin tanıklığı
aracılığıyla a posteriori olumlama da tedarik edilir. Söz konusu
olumlama, benzetmeye dayalı çıkarımımızın doğru olduğunu
söyler bize. Yüz binlerce doğru çıkarımı özetlersek, bir ama­
cın nesnelliği hakkında tümevarımsal bir kanıta erişiriz. Bir
amaca yönelik yönelimin/kashn öncelemediği başka amaçlı
eylemlere delalet eden hiçbir mefhumumuz yoktur, elverir ki
sözü edilen eylem içgüdüsel olmasın. Kendisini meydana ge­
tiren her adımın zorunlu olarak bir amaca bağlı olması ve do­
ğurduğu sonucun olabileceklerin en iyisi olması içgüdüsel bir
eylemin alametifarikasıdır. İçgüdüsel bir eylemi aydınlatmak
adına, Newton'un neredeyse tümden unutulmuş Regulae phi­
losophandi'sini ffelsefe yapma kuralları] hatırlatmak yerinde ola­
caktır; ne diyordu Regulae seconda [ikinci kural]:

"Ideoque effectuum naturalium eiusdem generis eandem assig­


nandae sunt causae, quatenus fieri potest. (Uti respirationis in
homine et in bestia; descensus Iapidum in Europa et in America;
lucis in igne culinari et in sole; reflexionis lucis in terra et in pla­
netis.)" ı o

Newton'un bu kuralına göre, içgüdüsel eylemi açıklamak


için yeni bir ilke icat etmekten sakınmalı, bunun yerine, bizce
bilinmez olup doğrudan tanıtlanabilir olmayan, ayrıca her iç­
güdüsel eylemin altında duran amaçlı bir yönelimin/kastın
varlığını zaten var olan deneyim zemininde çıkarsamalıyız.
Demek ki şöyle diyebiliriz: İçgüdüsel eylem, nedeni maddi

ı o "Il. kural: Bu nedenle, aynı doğal sonuçlara, mümkün olduğunca, aynı ne­

deni atfetmeliyiz. ( İ nsanla vahşi hayvandaki solunum; Avrupa ve A meri­


ka'daki taşların kökeni; ocak ateşiyle Güneşin ateşinin ışığı; ışığın yeryüzünl'
ve gezegenlere yansıması gibi.) Isaac Newton, Principles of Natura/ Philosoıılty
and His System of the World; Berkeley, 1 946, s. 398.

91
yani elle tutulur olabilen, oysa gerçek saikı herhangi bir ama­
ca dayalı ve bizce bilinmez bir fikir olabilen eylemdir. 1 1
İçgüdü, istencimize tabi olmadan eylemlerimizi etkileyen,
daha ziyade eylemlerimizi bilinçlice ayırdında olmadığımız
bir yönde dönüştüren ve ancak a posteriori fark edilen bir
amildir. Nedensellik kategorisi, bu tanım üzerinden, bir içgü­
dü olarak adlandırılabilir. Helmhotz psikolojik optik kuramı
hakkındaki kitabında şöyle diyor: "Demek ki yeter neden il­
kesi tüm algılarımızı zihnimizin yönetimine tabi kılan zihin
itkisinden başka bir şey değildir; bir doğa yasasıdır."12 Bu savı
kanıtlamak zor değil. Nedenselliğin en ilksel biçimi bilinçsiz
çıkarımlarda bulunur. Çevresel sinir uçlarımız uyarılırsa ve
uyaran, bir duyu algısı biçiminde bilincimize dahil olursa dış­
sal bir nedenin ideası da mevcut olmalıdır, yani uyaranı der­
hal, bilinçsizce dışsal bir nedenle ilişkilendiririz. Dolayısıyla,
nedensel içgüdü, istencimizle iş birliğine bağımlı olmadan,
vakti gelince bilinçli bir düşünce sürecine dönüşebilecek şeyi,
yani dışsal bir nedenle bağlantıyı önceden sezer. Bağlantı bi­
linçdışı düzeyde, istençten tamamen bağımsız şekilde gerçek­
leşir ve elde edilen sonuç bize hazır şekilde, sanki dışımızdan
geliyormuş gibi teslim edilir.
Aşk gibi öteki içgüdülere benzer şekilde, nedensel açıdan
düşünmeye yönelik içgüdüsel ihtiyaç da zayıf ve güçlü form­
larda tezahür eder. Nedensel düşünme içgüdüsünün ilksel
formu, bazı koşullar altında, tüm entelektüel işlevleri devra­
lıp onları kendine göre dönüştürebilecek denli güçlü olabilir.
Tıpkı cinsel dürtünün insanı sık sık canavara dönüştürmesi
gibi, asli öğe niteliği taşıyan nedensellik kategorisi de her şeye
nüfuz eden ve insanların doyurmak için yaşamlarını bile feda
edeceği doymak bilmez bir iştiha, bir ihtiyaç kılığına bürüne-

ı ı Silinmiş: Eduard von Hartmann bunu olasılık kuramına d ayalı bir kanıtla
ispatladı.
Alman filozof Hartmann ( 1 842-1906) Hegel ve Schopenhauer'den etkilendi. Geç
dönem eserlerinde Jung, Hartmann'ın 1869 tarihli Philosophie des Unbewussten
(Bilinçdışının Felsefesi) metninden ve diğer eserlerinden sık sık alınb yapar.
ıı Hermann von Helmholtz, A Treatise on Physiological Optics (özgün dilinde

basımı; 1 867), İ ng. çev . New York: Dover, 1961, C. iV, par. 26, "Conceming
the Perceptions in General" ("Genel Olarak Algılar Hakkında"), ss. 30-31 .

92
bilir. Bizi yakıp tutuşturan, insanın tüm iş ve hükümlerini kü­
çümser hale getiren, başkaları ağlarken güldüren yorulmak
bilmez bir özlemdir o. (Yazar için not.) İşte hakikate yönelik
bu ateşli arzudur tüm engelleri çabucak yıkıp geçen hatta ya­
şama istencini bile ezmeye gücü yeten. Dipsizin derinliğini
ölçmek için Etna yanardağına atlayan Empedokles hikayesi
iyi bir hikayedir; velev ki uydurma olsun. Tabii Horatius ona
başka saikler, tam da bir Romalıya yaraşır saikler atfeder:

Deus immortalis haberi


dum cupit Empedocles, ardentem frigidus Aetnam insiluit.13

Beri yandan, yaşamları ve ölümleri hakikatin bilgisine da­


yanan Faustvari mizaçlar gibi, sahiden trajik tinin ifadesi olan
böylesi simalar sadece klasik antikitede karşımıza çıkmaz.
Henrich von Kleist, Kant'ın epistemoloji eleştirisini okudu­
ğunda arkadaşına şöyle yazmıştı :

"Burada biriktirdiğimiz hakikat ölümden sonra var olmayacak


arlık; kendimizden bir şeyler fethetme çabala rının, bizi mezara
kadar takip edecek bu çabaların hepsi boşuna . Bu düşüncenin
sivri ucu yüreğini delemiyorsa, kendini en mukaddes ve deruni
parçasından yaralanmış hisseden bir başkasına gülme! Biricik, en
yüce hedefim yoldan şaşh, üsteli k bir d iğeri yok elimde.'' ı4

Sağlıklı, düşünceli her insanda nedensellik ilkesini tatmin


etme ihtiyacı metafizik bir özleme, dine dönüşür. İlk insan
"neden?" diye sorup belirli değişimlerin nedenini soruştur­
mayı denediğinde bilim doğmuştur. Fakat bir başına bilim
kimseyi tatmin etmez. Bilim, de Witte'nin "tek başına şu yüce
bilgelik adım hak edecek şekilde inançla ve coşkuyla dopdo­
lu" ıs bir felsefe dediği şeye doğru genişlemelidir. Metafiziksel

13 Horatius, Ars Poetica (Şiir Sanatı), 464-466. dizeler: "Ölümsüz bir tanrı ola­

rak anılmayı arzulayıp Empedokles, gözünü kırpmadan atladı ateşli Etna'ya."


1 4 Kleist'ın kız kardeşi Ulrike von Kleist'a Berlin'den yazdığı, 23 Mart 1 801 ta­

rihli mektubuyla karşılaştırınız.


1 s Muhtemelen Wilhelm Martin Leberecht de Witte (1 780-1 849); 1 822'ye ka­

dar, yani köktenciliği yüzünden kovulana kadar Berlin'de teoloji profesörl ü ­


ğü yapmış teolog. Jung'un kütüphanesinde b u şahsın Das Wesen des chrisflic

93
arzunun tümden ifadesi olarak her sahici felsefe dindir. Ço­
cukları, "tanrılarından mahrum bırakılmış doğanın merha­
metsiz hengamesi" ve kargaşası yüzünden dehşete düşmüş,
ezici varoluş muammasıyla umutsuzluğa sürüklenmiş vaziyet­
te kendisine kaçhğında onlara müşfik kollarını açan anadır din.
Bitki ve hayvanlardaki benzersizce harika ve bir amaca
bağlı eylemlerin hepsi için, tüm bilim insanlarında doğruca
huşu uyandıran bu eylemlerin tümü için "içgüdüsel eylem"
terimini kullanıyoruz. Özellikle bu yüzyılın başında, önde ge­
len birçok düşünür içgüdü meselesine en yoğun şekilde ilgi
göstermiştir. Bu doğrultuda Schelling şöyle demişti: "Hayva­
ni içgüdünün tezahürleri düşünen her insanın bildiği en etki­
leyici meseleler arasındadır, üstelik her sahici felsefenin ger­
çek mihenk taşıdır." Charles Darwin, içgüdüyü yeni bir ilke
olarak evrim kuramına yerleştirmeye mecbur hissetmişti.16
Bildiğimiz gibi Schopenhauer içgüdüyü istencin nesnelleşme­
sindeki bir aşama olarak tarif etmişti; buna, amaca yönelik
yönelim/kasıt, şeklindeki mutlak olarak özsel öğeyi ekleyen
Hartmann da öyle.
Mutlak amaçlılık içgüdüsel eylemlerin alametifarikasıdır.
Önceden tanıtladığımız üzere nedensellik kategorisi içgüdü­
sel bir şey olarak görülmelidir. O halde, nedenselliği tatmin
etme içgüdüsü aynı zamanda mutlak olarak amaçlıdır. 17
Bir neden-etki zincirinde geriye doğru gidersek anlama
yetimizin, yani somut nedenlerin idealarını sıraya dizme ka­
biliyetimizin arhk iş göremeyeceği bir sınıra varırız. Fizik bu
bağlamda mükemmel bir örnek sunar. Taş yere düşer. Ne­
den? Kütle çekiminden. Peki taş kütle çekimine neden karşılık
verir? Çünkü böyle yapması ona özgü bir niteliktir. Durumu
kavrama yeteneğimiz bu noktada tükenir. Biz de bizzat, kav­
ranamaz evrensel bir kütle çekimi ilkesini vazederiz, yani aş­
kınsal bir postulat koyarız. Nedensellik bizi, hakkında daha

hen Glaubens vom Standpunkt des Glaubens dargestellt ( 1 846) adlı eseri bulunu­
yordu.
1 6 Silinmiş: Bu yordam, kimi bilim insanlarının, mantığın makul koşulları bağ­

lamında gayet iyi bilinen kayıtsızlıklarıyla açıklanabilir ancak.


1 1 Silinm iş: Demek ki nedensellik kategorisi muazzam bir a priori karine ola­

rak görülebilir.

94
fazla açıklama yapamayacağımız bir Ding an siche, aşkınsal
yapılı bir nedene getirdi. Nedensellik kategorisi bu anlamda,
aşkınsal bir doğanın nedenlerine, yani bir görülemez ve kav­
ranamaz dünyasına; maddi doğanın hesaplanamazda, ölçü­
lemezde sürmesine ve künhüne varılamaza uzamasına a priori
gönderme yapan, baştan ayağa fevkalade bir gönderge şek­
linde yorumlanmalıdır. Böylesi bir yorumun Ding an sich öğ­
retisine başka bir açıdan baktığını, ayrıca canlı evrenin zengin
amaçlılığı hakkında beklenmedik bir ipucu sağladığını ekle­
mem sanırım gereksiz.
Daha önce sorduğumuz soruya dönelim: Nedenselliği
tatmin etme ihtiyacı şeklindeki, en baştan ideal olan amacın
metafizik gerçekliği var mı? Yukarıdaki tartışma, amacın var­
lığını yeter neden sayesinde tanıtladığımızı gösterdi. Neden­
etki ilkesinin a priori durumunda bir amaç varsa, o halde bu
ilkenin bir yararı da vardır, fakat bu yarar, tıpkı amaç gibi,
aşkınsaldır. Nedenselliğin altındaki amaç mevcut varoluşu­
muzun çok ötesine uzanır, üstelik sonsuz başarı tarafından
gözlenen sonsuz bir etkiler zinciri meydana getirme babında
beslediğimiz umutları meşrulaştırır. Ancak, her ne olursa ol­
sun, nedenselliğin amacı vardır, dolayısıyla bilimin, felsefe ve
dinin de bir yararı, aşkınsal bir yararı vardır. Şu halde, ne­
densel düşünme ihtiyacının doyurulmasını, bunun yararsız
olduğu iddiasıyla küçümseyenler yığını tümden hatalıdır.
Öy leyse bırakalım konuşup dursunlar! Biz de Goethe'nin dü­
şüncesiyle teselli bulalım:

Onların ağız dolusu çemkirme/eri


Gayet başarılı olduğumuzu gösteriyor olsa olsa. 1 8

Söz konusu amacı belirleyemeyişimiz, ayrıca bu amacın


haJa tümden ideal oluşu zerre önem taşımaz. Kendi türünden
uzaklarda, esaret altında büyümüş bir kuş güzün yolculuk
arzusuna yenildiğinde, karakışın yakında bastıracağını ve
kendisinin de sefalet içinde soğuktan, açlıktan öleceğini bili-

ı s Goethe'nin Sprüche (1808) metninde yer alan, 190 numaral ı '"Ktaffer" şiirinden.

Özgün hali: "Und seines Bellens lauter Schall / Beweist nur, dass wir reiten."

95
yor mudur? Onun yolculuk arzusu, amacı bilinçli zihinden
gizli diye amaçsız mıdır yani? Fakat insan olarak bizler, şimdi
mevsimin güz olduğunu ama kışın gelmekte olduğunu; sağ­
lam bir sezgi tarafından, dehşetinden kaçmamız konusunda
uyarıldığımız bir kışın geldiğini bilmeliyiz. Nefis bir pasaj da
şöyle diyor Nietzsche:

"Bir kış günü, geldi kapımıza dayandı, bizse yoksulluk ve tehlike


içinde yaşıyoruz yüce dağlard a . Her neşe kısacık, ak başlı dağ­
lardan üzerimize sızan her güneş ışığı solgun."

Nedensellik yasasını tatmin etme ihtiyacı bize her yerde


adeta sadık bir çoban gibi eşlik eder, hem de sesini duyur­
maktan asla vazgeçmez. Karşımıza soruların çıktığı her du­
rumda, " Evet evet, sor, sorular sormaya devam et, sonunda
hedefine varacaksın!" sözleriyle bizi savunup yüreklendire­
rek işimize müdahil olan o değil midir? O değil midir kuşku­
ya yenilip yolda duraksadığımızda şunları söyleyerek bizi
kışkırtan: "Dün neydim, bugün neyim, yarın ne olacağım?
Hangi hedefe doğru çabalıyorum, evren hangi hedefe mey­
letmiş? Milyonlarca yıldır kendi yörüngelerinde dönüp duran
sayısız dünyasıyla şu yıldızlı göğün amacı nedir? Dehanın en
hafif kıpırtılarını neden önemsemiyoruz? Neden elimizi
uzatmıyoruz kokusu bütün acılarımızı dindiren hiç solmaz
çiçeklere? Her yeri basmış sise varacak yola koyulmaktan
korkup, anın geçici başarısının bizleri büyülemesine tekrar
tekrar izin veriyoruz."
" Etrafımızdaki dünya ruhani şeylerle dolu," diyor Ni­
etzsche. "Yaşamımızın her anı bize bir şey söylemeye çalışı­
yor, oysa bu tin sesini dinlemek hiç umurumuzda değil. Yal­
nızken sessizce durduğumuzda kulağımıza bir şeyin fısılda­
nacağından korkuyoruz, bu yüzden de sessizlikten nefret
ediyor ve kendimizi sosyallikle uyuşturuyoruz."
Bu dünyaya çok fazla güveniyoruz, başarıdan devşirilmiş
mutluluğa çok sıkı sarılıyoruz; oysa bütün insanların en bü­
yüğü olan Mesih ve bütün çağların bilgeleri tam aksini yap­
mamız gerektiğini vaaz edip göstermişlerken. Schiller' in de­
yişiyle, her türden meta fiziksel arzuyu geri çeviriyoruz:

96
"Orada seni neyin beklediğini biliyor musun? Ne kadar bü­
yük bir bedel ödediğini? Kesin olan bir malla kesin olmayanı
takas ettiğini ? En çetin savaşı yürütecek kadar güçlü hissedi­
yor musun kendini? Zihinle yürek, duyguyla düşünce çahştı­
ğında, şu çok başlı, ölümsüz kuşku yılanının şarkısına eşlik
edecek yürek var mı sende? Ya kendi içindeki düşmanla
mertçe yüzleşecek cesaret?"
Biz de, öte yandan, diyoruz ki: Ekmeden biçilmez! Mutlu­
luğunu kendine dışsal şeylerde temellendiren biri bütün
dünyasının aniden parçalandığını görebilir. Bizlere dışsal
olan her şey değişebilir. Ötekilerle ilişkili olduğumuz her şey
kayıplara karışabilir. Kraliyet maiyeti ve toprakları olmayan
bir kral nedir ki? Ya askerleri olmayan bir general? Konumu­
nu tanıyacak insanlar yoksa mevki sahibi kimdir? Tüm dışsal
başarılar ve dışsal itibar un ufak olabilir, üstelik günün birin­
de olacaktır. Oysa kimse içsel kazanımlarımızı alamaz bizden,
çünkü bunlar kendi varlığımızla tutarlı ve uyu mludur. İnsan­
lar falancayı bir yeralh zindanına kapatabilirler, onu kör edip
dilini kesebilirler ama o, falanca olarak kalır; zihninin variyeti
ve serveti ona aittir, ayrıca kendisi var olduğu sürece, devre­
dilemez ve solmaz halde, onun kalacaktır.
Nedenselliği tatmin etmeye yönelik içgüdüsel ihtiyaç, aş­
kınsal nedenlere gönderme yapan a priori bir gönderge olarak,
dini kurar. İnsanı hayvani doğadan kurtarıp felsefeyle bilimin
düzeyine yükselten, böylece ölümsüzlüğe taşıyan son derece
ince faildir o. Ama buna rağmen söz konusu ihtiyaç içgüdü­
seldir. Bu kavrayış bizi yeni bir düşünce dizisine, yeni ve
karmaşık bir soruna getiriyor. Soru şöyle: Nedensel içgüdüyle
diğer içgüdüler arasındaki ilişki nedir ve nedensel içgüdüye
öncelik tanımanın gerekçesi buradan devşirilebilir mi?
Buraya kadarki bölümde, nedensellik yasasını tatmin etme
ihtiyacının doyurulmasını, bunun en büyük mutluluğun kay­
nağı olduğu iddiası üzerinden, doğruladık. Ayrıca mutlulu­
ğun her daim salt öznel bir hal olduğunu, dolayısıyla akıl yü­
rütme hattımızın bir argumen tum ad hominemden başka bir şey
doğurmadığını tanıtladık. Şimdi bu tanıtlamayı bir argu men­
tum ad ren t ile pekiştirmeliyiz.
Bu yeni zorluk, felsefi dünya görüşlerinin hudutsuz savaş
alanı gibi uzak bir yere getiriyor bizi.

97
Şafaklar arasında bir alacakaranlıkla
ölümün arazisine varır insanın yolu.
Güçlerin baş okşamasından kfih köteğinden
yorgun gider uykuya.

Böyle diyor Lucas Heland:19 Bir alacakaranlık, bir soluk


parıltı, günle gece arasındaki mücadele; budur insan yaşamı .
Tefekkür insanı kendi imal etmediği, kendisi için var olmayan
bir şeyin; "görünüşler sürüsünün tam ortasında bir dinlenme
noktası"20 bulmak için felsefi kafa karışıklıklarıyla boşuna gü­
reşen ve bunların hepsine bir anlam yüklemeye çalışan bir in­
sanın varoluşundan bağımsız şekilde binlerce biçimde varlı­
ğını sürdüren bir şeyin yabancı, dipsiz ve dur durak bilmeyen
koşturmacasıyla ürkütülmüş ve karıştırılmışhr. Zaman za­
man ona, her şey yaşamak için yarahlmış, her atom hareket
halindeki dirimi ifade etmeye çabalıyormuş gibi gelir. Ama
bakın hele! Müşfik bir bahar güneşinin bereketli yaşama ve
büyümeye çağırdığı tüm görkemli çiçekler bir gecede kötü
niyetli donun kurbanı oluverir ve sabahında yaşam çiçeği kı­
rılmış, kökleri sökülmüştür. Sonra düşünür insan; her şey kı­
sacık bir an için yaratılmış, ölümün ebedi gecesine dalıp git­
mek için. Ama bakın bakın! Yeni yaşam fışkırıyor her ölüm­
den; akkor gibi yanan yaşam bitmez tükenmez enerjiyle tek­
rar tekrar peyda oluveriyor. Çünkü yaşam aslında ebedi bir
akış; rravı:a QEi;2 1 aralıksızca varlığa geliş ve göçüp gidiş söz
konusu; amaç veya anlam olmaksızın sürekli değişen bir bol­
luk var; art arda gelen her yaşam dalgası bir öncekinden daha
saçma; düşünceli insanın acısına doğanın ilave ettiği çılgın bir
karnaval gösterisi söz konusu . Dünya muammasına yönelik
bu çözüm tatmin sağlamaz, çünkü insan nedenle etki arasın­
da amaçlı bir ilişkiyi algılama ihtiyacım doyurmayı arzular.
İnsan neden ve ne içini bilmek ister, tıpkı kendisinin ve kendi

1 9Ernst Kilchren takma adıyla Cari Albrecht Bernoulli ( 1868-1937) tarafından


kaleme alınan Lucas Heland (Freiburg, Bedin: 1 897) romanda geçen bir ifade.
Yazar, Basel Üniversitesinde Kilise tarihi profesörü ve teologdu .
20 Friedrich Schiller, Die Horen ( 1 795), No: 1 34.
2 1 " Her şey akar/akıyor" anlamına gelen Yunanca "pantha rhei" ibaresi He­
rakleitos'un 12. fragmanıyla ilişkilidir.

98
gibilerinin eylemlerinde amaç olduğunu bilmek istemesi gibi.
Büyük muammanın her yere yayılmış karanlığını aydınlat­
mak için göklerden şimşeği çalan bir Prometheus' tur insan.
Doğada bir anlam olduğunu, dünyanın bir gizemi gizlediğini
ve kendi yaşamındaki amacın da bu gizemi keşfetmek oldu­
ğunu bilir.
Platon'un derdi, yani ebedi idealar, Uyuyan Güzel misali
iki bin yıllık uykuya daldıktan sonra, çok katmanlı değişimle­
riyle felsefe, Königsberg filozofunun; bu antik meseleyi ölüm­
cül uykusundan cesur borusuyla uyandırıp ürkmüş bir dün­
yaya yeni kılığında sunan adamın yolunu hazırladı. Kant'ın
hamlesi Ding an sich sorununu ortaya koymaktı.
Ding an sich, algımızdan kaçan her şeyi, somut bir zihinsel
imgesine sahip olmadığımız her şeyi kapsar. Söz gelimi, bi­
zim için "Rimatara" terimi Ding an sichı temsil eder. Kuvvetle
muhtemel ki hiçbirimiz Rimatara'nın ne olduğunu bilmiyo­
ruz. Fakat bir atlasa bakarak Rimatara'nın Güney Denizinde
bir mercan adası olduğunu keşfederiz. Ding an sich derhal
somut bir imgeye dönüşür. Deneyimin bizlere bir Güney De­
nizi adasına yüklemeyi öğrettiği tüm sıfatlara sahip bir ada
resmederiz kafamızda. Böylece Rimatara'nın yaklaşık olarak
şekliyle ilgili bir mefhumumuz vardır, yani bilinmeyeni bili­
nene dönüştürmüş ve tek bir terim sayesinde Ding an sichin
aşkınsal alanını daraltmışızdır. Bilim, bilinmeyenin ve elle tu­
tulamazın alemini daraltmak suretiyle zihinsel evrenimizi
genişleterek bunu her yönüyle gerçekleştirir. Bu işi ya olumlu
keşifler yaparak ya da fenomenleri açıklayarak halleder. Bir
fenomenin nedenine dair şekilsel bir imgeden hala yoksun­
sak, ilke denen bir şey yaratırız, yani şu an elimizdeki araçlar­
la açıklanamayan bir Ding an sichin varlığını postulat olarak
koyarız. Eskiden bilim insanlarının, nedensel ilişkiler hakkın­
daki bilgimizde gerçekleşen müteakip ilerlemeler yüzünden
artık ilke olarak görülmeyen birçok ilkeyi neden vazettiklerini
anlamak böylece kolaydır. Örneğin, geçmişte nem ilkesi hak­
kında, sıcak, soğuk, su barındıran ve benzerleri hakkında ne
kadar çok şey söylenmişti. Oysa bugün bu sözde ilkelerin
kaynağını artık fark etmiş, yani onları daha yüksek bir neden­
etki zincirini keşfimiz aracılığıyla açıklamış bulunuyoruz. Bir

99
ilkenin nedenini anladığımızda artık o, ilke değildir, çünkü
principium [ ilke] ilk ve nihaidir.
Modem bilimin ilkeleri daima uzayan neden dizileri hak­
kındaki bilgimizin azami sınırını işaretler. Bir sonraki malu­
mata varmamızı, yani gelişkin yöntemlerle daha yüksek bir
neden-etki zincirini keşfehnememizi engelleyebilecek hiçbir
neden yoktur. Beri yandan, çok yakın gelecekte her şeyin
açıklanmış olacağını dünyaya d aha şimdiden muzafferane bir
edayla ilan edenler epistemolojinin şu temel ilkesine kulak
verip hakkında kafa yorsalar iyi ederler: Yeter neden ilkesine
göre neden-etki zinciri sınırsızdır. Duyularımızın gücünü ba­
zı araçlar sayesinde artırarak temel ilkelerin bilgisine erişme
konusunda büyük atılımlar yapabiliriz elbette,22 gelgelelim
hiçbir nedenin son neden olmadığını, bilakis kendisinin de bir
nedenin etkisini temsil ettiğini her daim hatırda tutmalıyız.
Şeylere bu açıdan baktığımızda, birbirleriyle eşmerkezli olan ve
olmayan çemberler gibi ilişkili sonsuz sayıda dünyaların var
olduğunu kavrayabiliriz. Bu dünyalar, doğal olarak, tümüyle
özneldir ve açık söylersek, her bir (biliş) öznesinin kendi
dünyasına sahip olacağı şekilde yapılanmıştır. Beri yandan,
deneyimin gösterdiği üzere, aynı tü rlere ait bireylerin dünya­
ları söz konusu bireylerin duyu organlarındaki tek tiplilik
nedeniyle öyle veya böyle uyumludur. Amibin kendine özgü
dünyası vardır, kurtçuğun da öyle; yine memelilerin ve dola­
yısıyla insanın da. Bu çeşitli dünyalar arası ilişkiler mevcut
duyu organlarının niteliğine bağlıdır. Sözü edilen örnekler­
den gidersek, amibin dünyası kurtçu ğun dünyasında aşağı
yukarı kapsanmıştır; ikisinin dünyası da memelinin dünya­
sında ve üçünün dünyası insan dünyasında kapsanmıştır.
Daha çok farklılaşmış duyu organlarına karşılık düşen her
dünya daha az farklılaşmış duyu organlarına karşılık düşen
diğer tüm dünyalarla ilişkilidir; Ding an s ich i n dünyasının in­
san dünyasıyla ilişkili olması gibi . Esasında, yani bizzat var
olan her şey, "bilindik bir alanı kaplayan meşhur sürü bile"
bir ve aynı dünyada, yani bilinmez bir son nedenin idaresi al­
tında akıl sır ermezcesine var olan bir dünyada hareket eder.

22 Silinmiş: Ama asla olumlu anlamıyla bir sona varamayacağız.

1 00
Mutlak alem, bir yanda Ding an sich diğer yanda fenomenler
dünyası olmak üzere iki seçik aleme bölünmüş değildir. Hep­
si birdir. Ayrışma ancak bizle ilişkili olarak söz konusudur,
çünkü duyu organlarımız mutlak-olarak-dünyanın ancak be­
lirli alanlarını algılama yeteneğine sahiptir.
(Yazar için not. ) Burada geliştirdiğim şeyin Ding an sichin
türetilişine dair az çok yeni bir görüş olduğunu pekala biliyo­
rum. Ancak bana kalırsa bu, epistemoloji sorununun kesin ve
gerçekten evrensel olan tek yorumu. Mutlak öznekiliğin yak­
laşımının aksine şunu iddia etmek durumundayım: X ışınları,
keşfedilişinden önce, bir Ding an sichi temsil ediyordu; hem
de saf aklın postulatlarının nesneleri, yani Tanrı, özgürlük ve
ölümsüzlük ne kadar temsil ediyorsa o kadar temsil ediyordu.
Felsefesinin olumlu boyutuyla Kant tü retme meselesinde
temel olarak numenin üstünlüğünü kabul etse bile, Kantçı
epistemoloji eleştirisi, az önce açıklandığı üzere, Ding an sich
sorununu çözmeden bırakır. Kant sonrası filozoflardan, bu
sorunu felsefe için yeniden yararlı hale getirerek akıllıca bir iş
yapan ilk filozof Schopenhauer idi. Bildiğimiz gibi Schopen­
hauer Ding an sichi kör istenç olarak yorumladı. Schopenha­
uer' in entelektüel varisi Eduard von Hartmann bu istenç kav­
ramını devraldı, fakat ona aşkınsal idea öğesi ekleyip Ding an
sichi de içten gelen, bilinçsiz isteme ve imgeleme şeklinde yo­
rumladı. Schopenhauer ve Hartmann tekçiydiler, yani dün­
yayı tek bir tözden, belirsiz doğanın tek bir son nedeninden çı­
kan bir şey olarak görüyorlardı. İkisinin zihinleri de berrak ve
neden-yönelimliydi; ama bunlar aynı zamanda duygu insa­
nıydılar, bu yüzden, insan yüreğinin en içteki çatışmasını gö­
ren keskin gözleri ve her insan yaşamının peşrevindeki
ahenksizliğe kulak veren keskin kulaklarıyla birer pesimistti­
ler. İnsan ısbrabının felsefe için taşıdığı derin anlam ve önemi
anlamışlardı; en bön barbarlığa ve hayvaniliğe dönen opti­
mistlerin aksine, tüm yarabkların mustarip olduğu tarifsiz
acıdan burunları havada yüz çevirmediler. Sahici bütün filo­
zofların yapması gerektiği gibi, düşüncelerinde ıstıraba baş­
köşeyi ayırdılar. lsbrap, Schopenhauer'in, o ilksel istencinin
körlüğünden türettiği ilk öğedir. Hartmann da ıstırabın tüm
varoluşun temeli olduğunu düşünür. İkicilik felsefede,

1 01
Kanf tan önce bile, tabuydu, dolayısıyla Schopenhauer ve
Hartmann da tekçiydi. Gelgelelim bu ikisinin yürekleri, insani
hisleri isyan etti ve onlar da ıstıraba Ding an sich te aşkınsal bir
zemin tahsis etmeye mecbur kaldılar. Dolayısıyla Schopenha­
uer'in istenci kördür çünkü ıstırapla dolu bir dünya yaratmış­
tır. Hartrnann'ın bilinçdışı da bizzat bilinçli değildir, üstelik
hala mutsuzdur ve hep mutsuz olagelmiştir çünkü kasti ola­
rak mümkün olan en iyi yaşamı; ebedi sefalete kıyasla görece
mutlu olan bir yaşamı tasarlamıştır. Öte yandan, eğer ikiciliği
temel alır da bu yüzden birlik çabamızı tatmin edemezsek,
derhal dünyanın ıstırap çekmesi için fazlasıyla yeterli bir ne­
den geçer elimize. Ampirizmin tüm spekülatif soruşturmanın
tek mümkün temeli olduğunu ilan etseydik, ikici dünya gö­
rüşü öyle pek de yanlış görünmeyecekti.
Son dönemdeki bilimsel araştı rmalar ikilik konusunda faz­
lasıyla değerli bazı veriler sunuyor. Ancak modernlere geç­
meden önce, eskilerden ikisinin, zaman ve mekan bakımın­
dan birbirlerinden oldukça uzak iki insanın sözlerini şükran
ve takdirle hatırlatmak yerinde olacaktır.
Şöyle diyor Yeşu ben Sirak:

Şerrin karşıtı hayır; ölü m ü n karşıtı yaşam; yine dindarın karşıtı gü­
nahkar.
Yüce Tanrının eserlerine böyle bakmak gerek; her şey çifter, karşıtıyla
beraber.
Ecclesiasticus/Sirak Kitabı 33: 1 5- 1 6 ( sic]

Jacob Böhme ise şöyle diyor:

"Karşıtlık olmadan hiçbir şey kendini göremez, çünkü içinde ona


direnen bir şey yoksa o sürekli dışa doğru gider ve tekrar kendi
içine dönemez. Bir şey kendi içine, esasında çıkhğı bu yere yeni­
den dönemezse, ilk haline dair hiçbir şey bilmez."

Bu noktada Empedokles'i de anmalıyız; enantiolojiden


doğan, yani vEiKoç [nefret, çekişme] ile cpıAia'nın [sevgi] unsur­
lardaki karşıtlığından çıkan bir "çokluk" kuramının kurucusu
olan Empedokles'i.

102
Doğaya karşı saf temaşayla dolu bir yaklaşım benimser­
sek, düşünce bize şunu dayatacakhr: Doğanın derinlerinde
bir yerlerde, dile söze gelmeyecek kadar duygusuz bir şey,
durmadan tüm girişimleri felç etmeye ve her bağımsız etkin­
liği bashrmaya çabalayan bir şey gizlenmiş olsa gerek. Bu
"şey," kendi kudreti hakkında neşeyle dolu vaziyette yük­
selmekte olan taşı havadaki hükümranlıktan tekrar aşağı in­
dirmeye zorlayan, bön ve geri kafalı kuvvettir belki de; zayıf
yoldaşlarını o çok faydalı güneş ışığından mahrum bırakma­
ya çalışan uzun ağaan kıskançlıkla dolu gayretidir ya da; fi­
lizlenen yaşamı mahvetmeye uğraşarak, inatçı bir dayanıklı­
lıkla, tüm kuşaklan kat eden hastalıkhr belki; veya her itkiye
direnen ama herhangi bir itici gücü bir kez benimsediğinde
ona budala bir azimle yapışıp kalan maddenin sınır tanımaz
aptallığıdır.
Doğayı nesnelce temaşa ettiğimizde şöyle düşünmeye zor­
lanmıyor muyuz: Kökten farklı iki güç burada şiddetli bir ta­
hakküm mücadelesine girişmiş? Güçlerden biri her şeyi yerle
bir etmeye, düzleştirip dümdüz etmeye, durgunlaşhrmaya;
tüm etkinlikleri ve hareketleri bastırmaya; tüm güzellikleri
mahvetmeye; her şeyi uysal, hareketsiz ve ölü kılmaya çalışı­
yor durmadan. Diğer güç ise her şeye yaşam ve renk katma­
ya; tüm yönlerde hareketi tahrik etmeye; maddeyi maddenin
ezici kucaklamasından özgürleştirmeye; hesapsız bir şekil ve
biçim bolluğu yaratmaya uğraşıyor daima.
Doğadaki bu çahşan amaçlardan doğan izlenim o kadar
çarpıadır ki bu nefret/çekişme bir biyolojik ilke biçiminde -
varoluş mücadelesi- bilime bile girmiştir.
Bu çahşkının kaynaklarını soruşturmak istediğimizde, ön­
celikle genel fiziğin kaynaklarına bağımlıyızdır. Psikolojiyi de
kapsayan bir şey olarak anlaşılması gereken genel fizik tüm
doğal fenomenleri belirli ilkelere, yani doğaları şu anki şartla­
ra göre hala bilinmez olan öznel, son nedenlere indirgemeye
girişir. Şu halde, söz konusu çahşkı için yeterli bir açıklama
sunacak bütün asli kuvvetlerin bu bilimde keşfedilebileceğini
umuyoruz.
Şimdilik inorganik doğayla yetinelim. Tüm inorganik fe­
nomenlerin ilkeleri kütle çekimi, adezyon, kohezyon, kapila-

103
rite, soğurma, elastikiyet, afinite, a talet, manyetizma, elektrik,
ısı, ışık ve harekettir. Bugün bu kuvvetlerin hepsi haia ilke
konumundadır, çünkü, örneğin, ışığı eterdeki dalgaların ha­
reketi üzerinden açıklamamız eterin şekilsel, zihinsel bir im­
gesini elde etmek mümkün oluncaya kadar hiçbir müstakil
anlam taşımaz. Bu ilkeler yığınına baktığımızda onların iki
ayrı, az çok iyi tanımlanmış sınıfa ayrıldığı hemen gözümüze
çarpıyor. İlk olarak, maddede içkin, a priori ilkeler vardır;
ikinci olarak, maddeyle ancak a pos teriori temasta olan ilkeler
söz konusudur. Isı, ışık, elektrik ve hareket kesinkes; manye­
tizmaysa koşullu olarak ilk gruba girer. İlk grubu kısaca tarif
edersek: Mutlak, asli kuvvetler olarak bunlar enetjinin koru­
numu yasasına tabi olmayan kuvvetlerdir; çünkü bu ilkeler
enetjinin değişimlerini temsil etmeyip bilakis gerilimi ve geri­
limin azalmasını hem mümkün hem görünür kılan koşul ve
nedendir. Dolayısıyla bu birinci gruptaki ilkelerin ikinci grup­
takilerle olumsuz bir ilişkisi vardır. Sadece afinite dikkat çeki­
ci bir orta konum işgal eder. Bunlar arasındaki ortak nokta bir
çekim öğesidir; kütle çekiminde, kohezyon ve adezyonda,
kapilarite ve soğurmada yaygın şekilde, afinite ve ataletteyse
yeğin şekilde gözlemlenebilen bu öğedir. Tüm çekimlerin özü
maddenin tüm noktalarını mümkün olan azami derecede du­
rağanlık haline sokma ve bunu sabit halde tutma çabasıdır. O
halde, bu grubun kendine özgü niteliği edilgenlik eğilimidir.
Şimdi ikinci grubu tarif edelim: Işık ve ısının, elektriğin,
elektromanyetizma ve hareketin enetji biçimleri enetjinin ko­
runumu yasası aracılığıyla etki ederler. Bu gruptaki kuvvetler
ne a prioridir ne de maddede içkindir, çünkü bir cisim eo ipso
atıl olduğu veya kütle çekim özgülüğüne sahip olduğu tarzda
eo ipso sıcak, ışıklı veya elektrikli değildir. Bu gruptaki kuv­
vetler ancak ilk gruptakilerin yardımıyla iş görebilirler. Bu
yüzden, örneğin hareket ancak bir cisim atıl olduğunda ger­
çekleşebilir. Potansiyel enetji ancak kütle çekimsel çekim
mevcutsa kinetik enetjiye dönüşebilir, ayrıca kimyasal tahliye
ancak afinite mevcutsa gerçekleşebilir. Bu ikinci grup ilk grup
aracılığıyla işlevsel olduğuna göre, ataletin hareket itkisine
mağlup olduğunu görürüz, aksi durumda bu itki ısı biçimini
alıp kaynağına geri döner. Isı kohezyona baskın çıkar; elekt-

1 04
rik de kimyasal afiniteye. İki gruptan bazı kuvvetler birbirle­
riyle karşılıklı bağımlılık şeklinde dikkat çekici bir ilişkiye gi­
rerler; ısı ve afinite mesela. Afinite mutlak sıfır derecesinde ( -
2730C. [-469°F.]) neredeyse kesin olarak artık var olmaz.
Manyetizma iki grup arasında bir orta konumu işgal eder
ve bu rol, tıpkı afinitenin üstlendiği ortacı rolü gibi, yani
elektromanyetizmayla atalet arasında söz konusu olabilecek
bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi üzerinden açıklanabilir. Elasti­
kiyete gelince, onu henüz beni tatmin edecek şekilde türet­
meyi başaramadığımı, dürüst olmam gerekirse, kabul etmeli­
yim. Belki de o, tersten atalet olarak görülebilir, öyle ki atalet
olumsuz bir yadsıma oluştururken, o, bir itkinin olumlu yad­
sınışını temsil eder.
Bu grubun ortak öğesi, konumun genişleme ve yeğinleşme
şeklindeki değişimine yönelik çabadır, başka deyişle kesinti­
siz etkinlik çabasıdır. Tam da burada söz konusu kuvvetlere
ilişkin fizik kuramını hatırlatmak yararlı olacaktır. Işık, ısı ve
elektrik eter dalgaları üzerinden açıklanır. Eterin mutlak ola­
rak özsel olan özgülüklerinden bi ri sınırsız itmedir, yani ko­
numun değişimine yönelik sınırsız imkanlara doğru çabala­
maktır. Eduard von Hartmann, iki tür enerji öğesi olduğunu,
ilk gruptakilerin birbirlerini sürekli ittiğini ve diğerlerinin sü­
rekli çektiğini söyleyerek aynı noktaya işaret etmişti. Şu
halde, özünde Hartmann' ınkiyle benzer bir sonuca varmış
bulunuyoruz; şu farkla ki biz algıyı başlangıç noktası almış­
tık, o ise kuram zemininde ilerledi. Zöllner de maddenin öz­
gülükleri hakkında kafa yorarken, çatışan eğilimlerin kabulü­
ne, aynca iten ve çeken kuvvetlerin eşzamanlı var olmaları
meselesine varmıştı . Başka deyişle o, doğanın devingen özgü­
lüklerinin derinlerinde temellenen bir ikiciliğe varmıştı.
Kant Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels [ Ev­
rensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı] metninde aynı hatta ilerler:

"Doğanın muazzam düzenini açıklamaya çalışırken itme ve


çekmeden başka; her ikisi de eşit ölçüde kesin, eşit ölçüde yalın
ve aynı zamanda eşit ölçüde birincil ve evrensel olan bu iki kuv­
vetten başka hiçbir kuvveti işletmedim."23

n Kant, Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels, ein Versuch von der
Verfassung und dem mechanischen Ursprunge des ganzen Weltgebiıudes nach

1 05
Fizik ilkeleri hakkında şimdiye kadar söylediklerimizi kı­
saca özetlersek:
Kütle çekiminin, adezyon ve kohezyonun, kapilarite ve
soğurmanm, atalet, afinite ve elastikiyetin özsel öğesi mutlak
durağanlığa veya tarafsızlığa erişme şeklindeki olumlu çabadır.
Hareketin, ışık ve ısının, elektriğin özsel öğesiyse sınırsız
değişime, daimi etkinliğe yönelik olumlu çabadır. Bwtlarm
bitimsiz etkinliklerinin ifadesi enerjinin korunumu yasasıdır.
Henüz etkin kuvvetlerle donanmamış bir dünya resmede­
lim. Bu türden bir dünya "kerih bir topak halinde," ayrıca sa­
kin, katı ve ölü vaziyette, hareket ve değişimden mutlak yok­
sun şekilde uzanım karanlıklarında asılı kalırdı mecburen.
Böyle bir resimle karşılaşan biri Musa'nın sözlerini hatırlama­
sın ya ne yapsın: "Ve arz şekilsizdi, boştu; karanlık sarmıştı
enginin yüzünü" (Yaratılış!fekvin 1:2.) Şayet yaşam etkinlik
kuvvetleri tarafından bir gelin gibi süslenmeyeydi yeryüzü
onu nasıl tasarlayabilirdi ki?
"Ve Tanrı buyurdu: Işık olsun!"24 (Yaratılış{fekvin 1 :3.)
Yaratma edimi karanlık kaosu aydınlattığında,25 dünyanın
kurtuluşu, henüz herhangi bir organik varlık rahmani ışığın
Iütfunu tatmazdan çok evvel, başladı. Isının etkin kuvveti ön­
celikle unsurları katı madde yığınından kurtarmak, sıvıyı ka­
tıdan ve gazı sıvıdan ayırmak zorundaydı. Bu kuvvet mad­
deyi söze dökülmez baskıdan kurtarmak zorundaydı . İ şte bu
gerçekleşir gerçekleşmez madde harekete başladı. Böylece sı­
vı ortaya çıkıp gezegenlerin yüzeyinde aktı. Gazlar kaynayıp
kayalara doldu, unsurları eritti. Afinite eğiliminin hevesi or­
taya çıkmaya başladı. Unsurlar birbirlerini sevmeye ve birbir­
lerinden nefret etmeye başladılar, beri yandan bunların kar­
şıtlığından çokluk doğdu .
Burada, en ilkel ama aynı zamanda en olağanüstü biçi­
minde bir çatışkı görmüyor muyuz? İ şte ikiciliğin kökleri bu­
radadır. Burada tam da kaynaktayız. Bu noktada, karşıtlığın

Newtonischen Grundsiitzen abgehandelt ( Konigsberg ve Leipzig: 1755), "Giriş".


(İng. çev. Kan t 's Cosmogony in His Essay on the Retardııtion of the Rotation of the
Earth and the Natura! History and Theory of the Heavens, Glasgow: 1 900.)
2• Silinmiş: Ve ışık oldu.

2 s Silinmiş: Güneş karanlık yeryüzünü ilk kez ışıkla doldurduğunda . . .

1 06
kuvvetleri inorganik doğada birbirlerine baskın çıkma peşin­
deler. Filozofların dünyanın ıshrabı dediği mücadelenin baş­
ladığı yer burası. Canlıyla ölü, etkinle edilgen arasındaki bu
ilksel ve temel karşıtlık dünyanın şarkısını başlatan güçlü mi­
nör akordur. Çekişen iki unsurdan üçüncüyü, dördüncüyü,
onuncuyu, yüzüncüyü ve bininciyi oluşturan işte bu çahşkıdır.
"Böylece," diyor Hartmann, "maddi dünyayı oluşturan ilke
olarak, kutuplaşmış bir ikiliğe doğru ayrışmayı görüyoruz."
H<lm hayallere kapılmaktan sakınmak istiyorsak bu orga­
nik çatışkıyı dünyanın doğası hakkındaki tüm spekülasyonun
gerçek, ampirik temeli olarak görmek zorundayız. Wundt, fi­
zik için ortaya koyduğu ilk iki aksiyomunda bu ikiliği gerçek­
ten klasik bir biçimde ifade eder: " 1 ) Doğadaki tüm nedenler
hareketin nedenleridir. 2) Hareket doğuran her neden hareket
ettirilenin dışında mevcuttur." Demek ki Wundt da dünyanın
şekillenmesindeki ilk ilke olarak, her ikisi de a priori var olan
bir durağan etkeni ve bir de hareket doğuran etkeni kabule
mecbur hissetmişti kendini .
Schelling de bütün doğanın zemini olan ikilik ilkesinden
kaçamaz. Bu doğrultuda şöyle der: "Şayet 'mutlak' kendine
açık olmak durumundaysa, o, amacına uygun olarak, başka
bir şeye, kendine yabancı olan bir şeye bağımlı gibidir."
Boyuna hor görülen Jacob Böhme'den ne duyuyoruz?
"Hiçbir şey, karşıtlık olmadan kendine açık hale gelemez."
Buraya kadar, fiziğin ilkelerindeki ikiliğin köklerini gös­
termiş bulunuyoruz, şimdi organik doğa alemindeki ikiliği
göstermek kalıyor geriye. İnorganik maddede tarutladığımız
aynı ikilikle fiziksel organizmalarda da karşılaşacağımızı
apodiktik bir kesinlikle ve a priori iddia edebiliriz. Anlaşılma­
sı kolay bir noktadır bu, şöyle ki fiziksel organizma inorganik
doğanın maddi kuvvetleriyle etkileşim halindeki X'in ürünü­
dür. Maddi dünyadaki temel bölünme, göreceğiz ki, insani ıs­
tırap şeklindeki tuhaf fenomenin fiziksel organizmada ortaya
çıkışının ön koşuludur. Kuşkusuz yaşam en yüksek etkinliğin
tezahürünü temsil eder. Organizma, tüm doğa yasalarının
şiddetli saldırısına rağmen kendi tutkulu dürtülerini muhafa­
za eder. Yıllar yılı tüm direnişin üstesinden gelir, maddenin
yasala rının -kütle çekimi, atalet, afinite vesaire- ortaya koy-

1 07
duğu tüm engelleri alt eder. Şöyle diyor Hartmann: "Bir can­
lının yaşamı olarak bitkinin bütün yaşamı sonsuz sayıda do­
ğal sağaltım ediminin sonsuz bir toplamını meydana getirir,
zira yıkıcı fiziksel ve kimyasal etkilerin saldırısı her an kesil­
meli, her an alt edilmelidir." Canlı organizma, tek kelimeyle,
mucizedir çünkü fiziğin mutlak güven yayan tüm yasalarının
üzerine yükseltir kendini. Açık ki organizma fizik yasalarını
da karşılar, zira, her şeyden önce, maddeden bileşmiştir. Fa­
kat bu olgu hiçbir surette bir dirim ilkesinin varlığını yadsı­
mak için yeterli nedeni sunmaz. Yaşamı salt karmaşık, fiziksel
bir yapı olarak görmek büyük bir kargaşanın işaretidir. Orga­
nizma, yaşamsal ortamıyla bitimsiz bir mücadele içindedir;
organik fenomenin nihai ikiliğidir bu. Darwin bu ikiliğin do­
ğasını kavramış ve ona biyolojik ilke payesi biçmişti, üstelik
farklılaşma fenomenini de geniş ölçüde bu ilkenin işlerine in­
dirgemişti . İkicilik her öz-bilinçli varlıkta ikili bir formda or­
taya çıkar. Bilinçli her varlıkta kendinin bir dışsal, bir de içsel
imgesi bulunur. Runge26 fizyolojik kimya hakkındaki met­
ninde Schopenhauer'in bu fikriyle ilişkili bazı ayrıntılara gi­
rer. Bizim ikicilik resmimiz algının ikili doğasıyla uyumlu
olarak ikili olacaktır. İlkin, yaşamımızı sürdürmek için yürüt­
tüğümüz dışsal mücadelenin imgesine; ikinci olarak, bu mü­
cadeleye dair, bir tür fiziksel bölünme hissi biçiminde, içsel
refleksiyona sahibiz:

Ah, iki ruh mesku n göğsü mde


kopmak istiyor birbirinden her ikisi de.
Biri, gürbüz arzularıyla aşkı n
var gücüyle yapışmış kolu na arzın.
Ö teki, şiddetle yükseliyor topraktan
asil diyarına girmek için ataların .27

26 Friedlieb Ferdinand Runge ( 1 795-1 867), Alman kimyacı ve Breslau'da pro­


fesör. Dikkate değer keşifleri arasında kafein ve atropin yer alır.
27 Faust l, "Şehrin Kapısının Dışında." [Zwey Seelen wohnen, ach! in meiner

Brust,/ Die eine will sich von der andern trennen;/ Die eine halt, in derber Li­
ebeslust,/ Sich an die Welt, mit klammernden Organen;/ Die andre hebt gewalt­
sam sich vom Dust,/ Zu den Gefilden hoher Ahnen. 1 1 1 2-1 1 1 7. dizeler -çn.)

1 08
İnsanın içsel ikiliği inorganik doğadaki ikiliğin doğrudan
devamıdır. Yaşam bildiğimiz en yüksek etkinliktir, dolayısıy­
la daha az etkin olan her şey yaşamın yolunu tıkamaya çalışa­
caktır. Dıştaki tüm yaşamsal ortam, organizmanın serbest et­
kinliğini baltalayan bir engel gibi iş görebilir. Yaşamsal or­
tamla her ilişki bir engeli temsil eder, zira yaşam ortamımız
maddidir ve mümkün olan azami durağanlık derecesine
erişmeye çabalar. İç dünyamızla her ilişkiyse, azami etkinliğe
yöneldiği düşünülürse, destekleyici yapıdadır, zira tüm etkin­
likler engelleyici herhangi bir edilgenlikten ne kadar uzakla­
şırsa o kadar özgürce açılır. Nedensel içgüdü bizleri tüm dış­
sallıktan, a priori, ayırıp aşkınsal nedenlerin içselliğine götü­
rii r . Şu halde, maddi tözün duygusuzluğuyla ve atıllığıyla
hiçbir ortaklığı olmayan, olmaması gereken birincil ve bize
özgü doğamıza gelince, bizi daima edilgenlikten uzağa, etkin­
liğe doğru yönlendirir.
Nedensel içgüdüye diğer tüm içgüdüler karşısında öncelik
verme tutumumuzun meşruiyetini işte bu ikilikten, zemini
doğanın derinlerinde bulunan ikilikten devşiriyoruz; zira
yalnızca söz konusu nedensel içgüdü doğanın gerçek kökeni­
ne, yani kayıtsız şartsız etkinliğe işaret eder. Doğanın saf te­
maşası bize nedensel içgüdünün kayıtsız şartsız olumlanma­
sını sunar. Yine burada, en büyük mutluluğun, nedensellik
ihtiyacının tatmini aracılığıyla elde edilen bu mutluluğun öz­
nel görii n ümü için nesnel bir neden geçer elimize. Hiçbir in­
san kendi türii nden başkalarını bulana kadar iyi ve mutlu
hissetmez. Varlığımızın köklerine ne kadar yaklaşırsak, mut­
luluğumuz da o kadar kalıcı ve katışıksız olur.
Nedensellik kategorisindeki teleolojik öğeyi ve spekülatif
soruşturmanın etik meşruiyetini tanıtladığımıza göre, neden­
sel içgüdünün olumlanmasından doğan sonuçları kısaca tas­
vir etmek kalıyor geriye.
İlk sonuçlardan biri insani ilgilerin sekülerleşmesini red­
detmek olacaktır, yani insani doğamızın tezahürii bağlamın­
da, maddi şeylerle kurulan ilişkinin amaç dolu olmadığı şek­
lindeki kavrayışın bir sonucu olarak tüm kaygıların odak
noktası maddi dünyadan aşkınsal dünyaya doğru yön değiş­
tirecektir. Maddi varoluş istencini, doğamıza içkin etkinliğin

1 09
gelişimi babında, uygunsuz diye reddedeceğiz. Ö te yandan,
varolan diğer her şeyle bir birey arasındaki kökten başkalık
anlamında, bireysellik istencini, kişisellik istencini olumlaya­
cağız; değil mi ki en radikal başkalaşma doğamıza içkin olan
etkinlikle tutarlıdır ve dolayısıyla başkalaşıp çeşitlenme isten­
ci amaca bağlıdır. İstencin olumsuzlanmasının en eksiksiz ve
en kesin ifadesi olarak intiharın meşrulaştırılması; Schopen­
hauer' in girift bir sofizmle çürütmeye çalıştığı bu meşrulaş­
tırma şu temel kavrayış zemininde yadsınmalıdır: Bir karşıt
var olmadan hiçbir başkalaşma gelişemez, o halde ikilikten
çıkan ıstırap başkalarından farklılaşmış bir kişiliğin gelişi­
minde mutlak olarak özseldir.
İ kici dünya görüşünün temel sureti, içkin pesimizm, şu acı
ama doğru kavrayışla belirlenir: Eylemlerimiz ve türdeşleri­
mizin eylemleri çoğunlukla, insanın metafizik amacı bağla­
mında, amaçsızdır, ayrıca fenomenal dünyanın mevcut du­
rumu bağlamında yaşam, Schopenhauer'in dediği gibi,28 ıstı­
raptan başka bir şey değildir.
Her sahici felsefe, her hakiki din, pesimizmin; insana yara­
şır dünyayı insani hiçliğin farkındalığında görmenin tek sa­
hih tarzı olarak pesimizmin dünyevi örtüsüne bürünmüştür.
Başka türlü iyi bir itibara sahip olamayacak kimi insanların
optimist olduklarını iddia edip topyekun pesimizmi zararlı
diye kötülemeye muazzam özen göstermeleri, hatta Lord By­
ron' ın pesimizminden çarpık bacaklılığını sorumlu tutacak ve
Schopenhauer' in pesimizmini Venedik' te kaptığı frengiye
yükleyecek denli kendilerini kaybetmeleri optimizmin gerçek
doğası hakkında derinden düşünmedeki yeteneksizliklerinin
ve Schopenhauer'in eserleriyle boğuşmadaki beceriksizlikle­
rinin sonucudur. Oysa Schopenhauer'de şöyle pasajlar bula­
bilirlerdi:

" En kararlı optimist, askeri ve sivil hastanelere, korkunç ameli­


yathanelere, hapishanelere, işkence odalarına, köle hangarlarına,
savaş alanlarına ve geçmişin infaz mekanlarına götürülebilseydi;
sonra ona, merakın so ğu k bakışlarından saklanmak için sefaletin

ıs Schopenhauer, Die Welt als Wil/e tend Vorstellung, C. I, § 56.

1 10
sıvışıverd iği tüm kasvetli meskenler açılabilseydi; nihayet kendi­
sine, aç bı rakılarak ölüme terk edilen Ugolino' nun29 mahpusunu
seyretme izni verilebilseydi, kesinlikle sonunda o da bu meilleur
des mondes possibles' in [m ümkün dü nyaların en iyisi] gerçek yüzünü
görürdü."30

Başka bir bağlamda da şöyle yazıyor Schopenhauer:

"Küçücük ka faları kelimelerden başka bir şeye ev sahipliği yap­


mayanların düşünce yoksunu gevezeliğinden ibaret olduğuna
göre, optimizmin bana saçma ama sahiden saygısızca bir dü­
şünme tarzı olarak, insanlığın tarifsiz ıstıraplarına yönelik acı bir
küçümseme olarak göründüğünü beyan etmekten alamıyorum
kend imi."31

Böylelikle Schopenhauer optimistleri tertemiz tasfiye edi­


yor. Optimistin joie de vivre' i [yaşama sevinci] bir aptallık ölçü­
tüne çok yakın görülmüştür her zaman; Aristoteles' in şu pa­
sajında gördüğümüz gibi: TtCtVU:Ç ÖaOL TtEQL'r'W l
yt:yovamv ıivbqt:ç tj Ka'ra cp ıAoaocpiav tj rroAmKt']v fi
rroirımv t'] 'rcxvaç cpa ivov'rm µt:AayxoA LKol Öv'rt:ç" ( . . . felse­
fede, siyasette, şiirde veya sanatlarda öne çıkan herkes ayan
beyan melankolik mizaçlıdır.)32
Bana öyle geliyor ki bugün kendimize, olanca alçakgönül­
lülükle, hahrlattığımız en önemli noktalar şunlar: Akıl diye
bir şey var, kimilerimizin benimsemekten gurur duyduğu Hı­
ristiyanlık denen bir din var, üstelik her ikisi de kati surette
pesimizmin yolunu gösteriyor bize. Son zamanlarda insanlar
bunu unutmuşa benziyor, ayrıca artık kimse aşkınsal her
dünya görüşünün pesimist olduğunu hatırlatmak istemiyor.
İ nsanlar metafiziği def ettiler ve hadsiz hudutsuz bir ahmak-

29 Ugolino della Gherardesca (ö. 1209), düşman hiziple, yani Guelfolarla iş


çeviren ve sonunda Ghibellinolar tarafından ihanetle suçlanıp hapsedilen bir
Ghibellino. Kendisiyle birlikte üç çocuğu ve iki torunu açlıktan ölmeye terk
edildikleri bir kuleye kapahlmıştır. Dante bu ihanetin hikayesini Inferno, 33.
kantoda betimler.
30 Die Welt als Wille und Vors tellung, C. 1, § 59.

3 1 a.y.

32 Aristoteles, Problemala, XXX. kitap, 953a.

ll l
lıkla, etik hakkında metafizikten mahrum bir sürü şirin ko­
nuşma yaptılar; ki bu da doğal olarak en densiz optimizmle
sonuçlandı . Optimist olan ve büyük ihtimalle, bütün evrenin
şerrin hükümranlığında (ön o Koaµoç öAoç Ev ı:w 7tOVTJQu>
K E.lı:m)33 olduğunu bilmeyen Hıristiyan teologlar bile var.
Aıa, herkesin keyfi bilir!
Spekülatif soruşturmanın değeri ve doğa hakkındaki faz­
lasıyla uzun akıl yürütme zincirimize tekrar baktığımızda, kı­
sa bir ders çerçevesinde aktarılabilecek hemen her şeyi aktar­
dık gibi duruyor.
Sonuç olarak, sizde söylediklerimin hiç değilse birazının
kalacağını, a priori nedensellik şeklindeki olağanüstü çekici
sorunun boşuna sunulmadığını umuyorum.
Son olarak, Nietzsche' den hoş bir alıntı yapmak istiyorum:
"Size diyorum ki; insan, dans eden bir yıldız doğurmak için
içinde kaos taşımalıdır."34
İşte daha iyi bir seçenek:

" Her şeyde yalanı yakalamaya çal ışan ve bile isteye sefaletle ah­
baplık eden, kendisi için bambaşka bir hayal kırıklığı mucizesi­
nin hazırlanmış olduğunu görecek: Dile gelmez bir şey, mutlulu­
ğun ve hakikatin kendisi için artık oyma puttan farklı olmadığı
bir şey ona doğru hareket ediyor işte; yeryüzü çekme kuvvetini
yitiriyor, dünya olayları ve yeryüzü güçleri birer düşe dönüşü­
yor, işte onu yaz akşamları itibarıyla bir başkalaşım sarıyor. Bu­
nu seyreden kişi yeni yeni uyanmaktaymış gibi hisseder, etrafın­
daki dünyadan geriye bir düşün kaybolup giden bulutlarından
gayrı bir şey kalmamış gibi hisseder. Zamanla bunlar da uçup
gidecek, çünkü vakt erişti . "Js

33 Kutsal Kitap'a gönderme: Yeni Ahit, 1 . Yuhanna 5:19. -çn.


J4 F . N ietzsche, Alsa Sprach Zarathustra ( İşte Böyle Söyledi Zerdüşt), § 5. -çn.
35Nietzsche, Unzeitgemasse Betrachtungen: Schopenhauer als Erzieher (Zamana
Aykırı Bakışlar 3: Eğitici!Egitimci Olarak Schopenhauer,) §4. -çn.

112
v
Hıristiyanlığın Yorumlanmasına Dair, Albrecht
Ritschl'in Kuramından Hareketle Ortaya Konan
Düşünceler
(1899 Oca k)

Praefa tio Auditori Benevolo!1


Henüz klinik eğitimi süren bir hp öğrencisinin teolojik
meseleler hakkında konuşmak için kendi zanaatını bir kenara
bırakmasına insanların her tü rlü şaşırma hakkı var. Birkaç
özel nokta beni bu adımı atmaktan caydırabilirdi. Buradan
herhangi bir şöhret kazanmayacağımı biliyorum, bilakis öfke­
li bir "Cambaz ipte, balık dipte gerek!" azarı eşliğinde küçük
kuyhıma gerisingeri postalanma tehlikesini göze alıyorum.
Teolojik meselelerle tanışıklığımın, alandaki geniş bilgi
ağına dayalı güvenilir yargılara imkan tanımayacak denli üs­
tünkörü olduğunu biliyorum. Teologların bazı çıkarım ve
yargılarım üzerinden beni kolayca, alelacele suçlayacaklarını
da. Bilimlerinin fikir ve kavramları arasında yaşar onlar, üste­
lik bir tıpçı fizik bilimi alanının sınırlarına zorla giren bir te­
cavüzcünün mukadder kusurlarını ne kadar çabuk fark eder­
se, teologlar da davetsiz misafirin eksik teçhiza tını o kadar
çabuk fark edecektir. Meslekten herhangi bir teolog şu anda
ne kadar emniyetsiz hissettiğimi öğrenmek isterse, tıp fakül­
tesine uğrayıp bizim sahamızda şansını denemesi için dostça
davet ediyorum kendisini .
Öy le veya böyle, değersiz bir yaşam sürmekten korkup
nefret ettiğim kadar korkhığum ve nefret ettiğim yanılgıdan
dolayı bilinmeze doğru bu adımı atmaya kararlıyım. Yapmak

1 Zarif dinleyicilerim için önsöz.

1 13
istediğim iş yanılgıyı ortadan kaldırmak ve hem kendim hem
ötekiler için berraklığı sağlamak. Dolayısıyla, beni harekete
geçiren saik adalet; yargıya varmadan önce basitçe dinleyip
soruşturma ve kimseye adaletsiz davranmama arzusu.
Beri yandan, ayağımın bastığı sağlam zemini terk etme ka­
rarımın nihai ve en yüksek nedeni hakikat. Thmalkar, dalgın
ve endişeli bakan parıltılı çocuk gözlerinde ezelden beridir
yatan hakikat bu; vahşi özlemi ve kızgın ateşiyle yaşamda,
fani yıldızlarla dolu şu deveran eden göğün altındaki sefil ya­
şamda yatan; nihayet ölünün ihmalkar, dalgın ve endişeli ba­
kan sabit gözlerinde yatan hakikat.
Hakikat beni öğleden önce sabanımı terk etmeye zorluyor,
seçtiğim mesleğin arazilerinde verdiğim emeği öylece bırak­
maya ve hepinizden şunu istemeye zorluyor: Gelin gözleri­
mizi işten kaldırıp batıya; güneşin, kadim geleneklere uygun
olarak, adıyla çağırdığınuz günü sona erdireceği batıya bakalım!
Cahil bir amatör olarak, aşina olmadığım bir bilimin en
kutsal yerine girerken bocalıyorum, üstelik kabaca kapının
gösterilmesi gibi bir tehlike de var. Ama bir insan olarak, ha­
sımlarımdan bile konukseverlik bekliyorum.

Hıristiyanlığın Yorumlanmasına Dair, Albrech t


Ritschl 'in Kuramından Hareketle Ortaya Konan
Düşünceler

Adalet ateşinden, eğitimli birinin ruh u na düşmüş tek bir kıvılcım onun
yaşamını ve çabaların ı aydınlatıp arındırmaya, yakıp kül etmeye kafidir;
öyle ki bu insan artık huzur bulamaz, sıradan bilginlerin gündelik işle­
rini yürüttüğü o don uk veya soğuk zihin serasını ebediyen terk etmeye
mecburdur.
Nietzsche

Şu uzun yüzyıllar katarına hızlı bir nazar atarsak, dünyevi


iktidarların iniş çıkışlarının ve gelişimin tarihi boyunca, bir­
çok ışık noktası misali saçılmış, ayrıca bambaşka bir düzene
ait gibi duran tuhaf simalar görürüz; tarihsel koşullarla ancak
anlaşılabilecek kadar ilişkili olup özünde yeni bir insan türü­
nü temsil eden yabancı, neredeyse doğaüstü varlıklardır bun-

114
lar. Onları dünya doğurmaz, bilakis onlar yeni bir dünya ya­
ratırlar, yeni bir gök ve yeni bir arz. Değerleri başkadır, haki­
katleriyse yeni. Gerekli olduklarını, onları beklediğimizi, on­
ları nicedir beklediğimizi bilirler; dünyanın tarihsel gelişi­
mindeki nedensel dizinin sadece onlar için tarlaları sürdüğü­
nü, tarlaları tohum ekilecek ve ekini harman edilecek kıvama
onlar için getirdiğini bilirler. Dünya sanki onlara aitmişçesine
dünyaya gelirler ve kendilerini, sayısız işlerin yolunu hazır
ettiği bir amacın tecessümü gibi görürler. Onca yüzyılın eme­
ğinin yönelegeldiği anlam ve erek olduklarını, işte bu ereğin
maddi temsili olduklarını bilirler. Dünyaya gelirken yanla­
rında getirdikleri fikirle özdeşleşirler, bu fikrin sonsuza dek
yaşayacağı ve insan yorumuyla ihlal edilemeyeceği hissiyle
sonuna kadar bu fikir için yaşarlar. Söz konusu kişiler, tarihin
ürünlerini kendi varlık koşulları olarak değil de kendi eylem­
lerinin nesnesi olarak, kendilerinin dünyayla bağlantısı olarak
deneyimledikleri için tarihsel çözümlemeye elverişli değiller­
dir; çağlarının zihinleri arasında mutlak ve kısıtlanmamış du­
ran bu insanlar bizzat fikirleridir. Herhangi bir tarihsel te­
melden zamanla gelişmiş değillerdir, aksine en içteki doğala­
rında tüm olumsallıklardan azade olduklarını ve kendi fikir­
lerinin külliyesini tarihin temeli üstüne dikmek için geldikle­
rini bilirler.
Nasıralı İsa işte bunlardan biriydi. Bu durumu biliyor ve
dünyaya ilan etmekten çekinmiyordu.
İ nsanların elinde, büyük zihinleri ölçebilecekleri mihenk
taşları olmamıştır hiçbir zaman. Yüzyıllardır Mesih'in tanrı
mı, insan-tanrı mı yoksa insan mı olduğunu tartışıp duruyor­
lar. Ortaçağda, Yeni Ahit'teki, Mesih'le ilgili tüm izahların
mutlak güvenilebilir olduğu varsayılmıştı. Ortaçağ, Mesih'i
ölçebileceği mihenk taşından yoksundu. Bir tanrı qualitas oc­
cultadır; bir tanrı-insan daha da fazlasıdır; insan Mesih'le ke­
sinlikle kıyaslanabilir değildir. Demek ki Mesih bir tanrı­
insan veya tanrıydı; daha fazla açıklanamaz bir niteliktir bu.
Modem, Rönesans sonrası felsefenin evrimi sırasında du­
rum kökten değişti . Baştan ayağa felsefenin temel meselesini
teşkil eden epistemoloji yıllar içerisinde, genel zihin işlemleri
için özsel olan bir kavramı, yani normal insan kavramını ka-

115
deme kademe gelişti rmişti. "Normal insan" kamu hukukunca
tanınmış bir nicelik değildir tabii ki, aksine o, yazılı olmayan
bir sözleşmenin ürünüdür; tüm epistemolojik sonuçların ör­
tük şekilde gönderme yaptığı şeydir; her yerde var olan ama
hiçbir yerde var olmayan bir şey. Paris'te belirlenen ölçü nasıl
ki diğer tüm ölçümlerin kendisine göre ayarlandığı standart
metre hizmetini görüyorsa, zihinleri bilim yönelimli insanla­
rın yüreklerinin saptanamaz bir yerlerinde de tüm bilimsel­
felsefi sonuçların ölçümü olarak kullanılan "normal insan
standardı" yer alır.
Modern insan artık Yeni Ahit'teki izahları mutlak değil
görece güvenilir görüyor. Bu hükmün silahını kuşanmış eleş­
tirel bilgin de Mesih'in kişiliğine sarıyor, bu kişiliği az oradan
az buradan kırpıp Mesih' i normal insan ölçütüyle yargılama­
ya başlıyor kah el altından kah açıktan, pervasızca ve gaddar
bir saflıkla. Eleştirmenin laboratuvarındaki o pek mahir ama
yanar döner düzenekle damıtıldıktan sonra, diğer kıyıda ta­
rihsel İsa siması ortaya çıkıyor. Eline "bilgin"in imbiğini al­
mış insan bu bedene, normal insan ölçütünü karşılamak üzere
imal edilmiş ve uluslararası tüketim için patent vurulmuş bu
bedene artık ilgi duymuyor, böylece Mesih' in tanrı mı tanrı­
insan mı yoksa insan mı olduğu konusunda karar vermeyi
dünyaya bırakıyor.
Homo sapiens türünün Germen türevi müstesna duyarlılığı
ve derin hissiyatıyla maruftu r. Bu durum bir bütün olarak
Alman ulusu için doğru olabilir belki, fakat başarıları henüz
hayattayken takdir edilmiş büyük bilginler istisnadır. Bir ha­
kikatin, bir bilimsel bilgi parçasının şu eğitimli insanlarımız­
da bu kadar az heyecan uyandırması cidden şaşırtıcıdır. Tan­
rıyı bir Ding an sich olarak, "saf olumsuz, sınırlayıcı bir kav­
ram" olarak gören Kant'ın nasıl ha.Ja bir dini olabiliyordu;
bizzat kendisi, bilinemez bir Ding an sich olarak bu "olumsuz,
sınırlayıcı kavram" ın kasvetli çölünde nasıl yaşayabiliyordu?
Dünyanın etik amacına erişebilecek veya bu amaca sahip ola­
bilecek hiçbir şey ortada yokken, Wundt bu amaca karşı nasıl
böylesine coşkulu olabiliyor? Hartmann etik eylemin her tür­
den itkisini nasıl boşluğa ve hissiz bilinçdışına atfedebiliyor?
Son olarak, nasıl oluyor da Albrecht Ritschl adanmış bir Hı-

1 16
ristiyan olabiliyor; üstelik, tanrısı insanlık için ne zaman iyi
bir şey yapmak istese resmi yollardan geçmek zorunda kalı­
yorken?
Böylesi sonuçlara varıp da yüreğinden yaralı hissetmemek
için inanılmaz bir duyarlılık yoksunluğu gereklidir. İma etti­
ğim alimler muhtemelen fazla çalışmaktan mustarip, ayrıca
görüşlerine mutlaka eşlik etmesi gereken duygu derinliklerini
ve yüksekliklerini kişisel olarak deneyimleyecek vakitleri yok
ya da bunları korku ve titremeyle yaşıyorlar. Kendi hakikatini
yaşamayı beceremeyen biri onun sonuçlarını saptamayı da
beceremeyecektir. Oysa, bir hakikatin içsel çelişkilerini ancak
onun sonuçlarını bilirsek fark edebiliriz. Genel kural olarak,
insanın kendi fikirlerindeki saçmalığı, değişkenliği veya man­
hksal kusuru saptaması için öyle pek de uzağa bakmasına ge­
rek yok.
Ritschl'in Hıristiyanlığma bir anlam vermek istiyorsak, ön­
de gelen bilginler olarak tanınan insanların alametifarikası olan
bu duyarlılık yoksunluğunu akıldan çıkarmamamız gerek.2
Mesih ve öğretilerine yönelik modern yorumların en öz­
günü ve önemlisi tarhşmasız Ritschl' in yorumudur. Kendisi­
nin eserlerini incelerken, böylesine sağlam bir felsefi değerle
karşılaştığımda gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Şayet
teologların dediklerine güvenseydik, Ritschl'de, teologların
"Mesih' in insani kişiliğine dair basit bir nutuk çekme"den
başka bir şey bulmayı ummamız gerekirdi. Oysa Ritschl'in
savları ne basit ne de kolay anlaşılabilirdir. Aksine, söz konu­
su savlardan, tam da Kantçı tarzda, tümüyle normal insandan
hareketle ölçülmüş ve son derece mahir bir epistemoloji çıkar.
Yine bu savlarda, oldukça keskin zekalı ve iknaa zorlayan bir
akıl yürütme hattı; ilüminizm şeklindeki felsefi sorunla ol­
dukça derinden bir ilişki; ayrıca bütün olarak değerlendiril­
diklerinde, Lutherciliğin sağlam temeline dayanan Kantçı bir
epistemoloj inin birinci sınıf, mantıksal ve oldukça ikna edici
şekilde geliştirilmesi söz konusudur. Teologlarımızın elinde

ıAsıl hali: Tanınmış bilginlerde tipik olan bu his eksikliğine tanınabilecek en


yüce gönüllü mazeret modern teolojinin yoldan sapmışlığı olabilir, bu ise
Kantçı ve Lutherci fikirlerden harmanlanmış bir sözde literatür olarak
Ritschl'in marifetidir.

117
ne varsa saklanmaya pek gayret ediyor. Örneğin, tarihsel bir
Hıristiyanlık görüşü benimseyen en son dönem teologları,
Vishner'in3 kendi eserinde ilüminist felsefe hakkında bir şey­
ler söylemesi karşısında tek kelime etmeyip, sanki böylesi bir
anlayış tarihsel görüşle tümüyle uyumluymuş gibi alkışladı­
lar. Teologların şu gizemli "insani kişilik" kavramları hak­
kında bir ipucu bulurum diye boşuna umarak, iki yılı aşkın­
dır onları dikkatle dinliyorum. İnsani kişiliğin kendi itici gü­
cünü nereden aldığını keşfedeyim diye boşuna çabaladım
durdum. Görünüşe bakılırsa bu insani kişilik betimlemesi bi­
ze açıkça tanımlanmış bir imge vermeyi amaçlıyor. Bir etik ki­
şiliğin şekillenmesi Mesih imgesine tutunmaktan doğsa gere­
kir. Bu imgeyse ya algıya açık olmayan gizli haberleşme aracı­
lığıyla elde edilmiştir ya da içimizde Mesih' i taklit itkisi
uyandıran bir kalıp olarak iş görmesi beklenen imgedir. An­
tikler bu ikinci yöntemi daha yüzyıllar öncesinde kullanıyor­
lardı; Theseus ve Solon, Atina gençliği için bir modeldi mese­
la. Buda imgesi Hindu çocuklarına tekrar edile edile belletilir
veya kutsal bir Hint fakiri onların önünde sergilenir. Robinson
Cr u soe'yu okuyan bir çocuk bu kahramandan o kadar heye­
canlanır ki bir siyahinin Avrupa'ya ait şapkayı ve yaka düğ­
melerini takmaktan sakınrnayabileceğini buyuran benzer do­
ğa yasasıyla uyum içinde, çocuğun tüm eylemlerini kahra­
manının eylemleri belirler. Kişi basitçe, taklide yönelik tüm
itkilere boyun eğmeyi seçerse, sırf eğlence olsun diye, He­
gel'in kişiliğinin ona sahip olmasına izin vererek başı derin
düşünceyle eğilmiş vaziyette dolaşabilir ve sonunda, mutlak,
kendinde ve kendi için a priori Varlık hakkındaki savlarıyla
dünyayı büyüleyebilir. Hem zaman bakımından hem de yo­
rumlar yüzünden bizden fazlasıyla uzak olan Mesih'in kişili­
ğinde bulabileceğimiz tahrik gücünün daha fazlasını başka
kişiliklerde, hatta daha aşina olduğumuz modem kişiliklerde
de bulabiliriz. O halde Mesih'i özel kılan ne ki o, itici güç ol­
sun?4 Neden başka bir model -Pavlus, Buda, Konfüçyüs veya

3F.T. von Vischer, A uch Einer (1 884) kitabının yazarı.


4Silinmiş: Bir teoloğun kimseyi Napolyon'u veya Kayser Wilhelm'i taklit et­
me kararından vazgeçirmeye ne gücü ne hakkı vardır. Dolayısıyla, teologlar
beni aydınlatamadıklarında veya aydınlatmak istemediklerinde ben de kendi

1 18
Zerdüşt mesela- değil de o? Ahlaki değerlerin ikna edicilik
özelliği yalnızca metafizikten türer. Hartmann'ın dediği gibi,
metafizikten kopmuş etiğin dayanacak zemini yoktur. Eğer
Mesih'i insan teki olarak görürsek, onu eylemlerimiz için ikna
edici bir model olarak görmenin hiçbir şekilde ve mutlak ola­
rak anlamı olmayacaktır. Dünyayı Hıristiyan etiğinin zorun­
luluğu konusunda ikna etmeye çalışmak, bu koşullar altında,
umutsuz bir girişim olacaktır. Beri yandan, tıpkı Ritschl'in
yaptığı gibi Mesih'in tanrısallığı dogmasını kabul edersek, bu
kez de Hıristiyan etiğinin neden ilk başta yürürlükte olup
sonradan, etik eylemi belirleme tarzı şeklindeki daha sınırlı
bir meseleye indirgendiği sorunu kalacaktır.
Şimdi Ritschl'in, Hıristiyan ahlaki eylemi için Mesih'in ki­
şiliğinin ikna edici özelliği hakkındaki kuramını betimlemeye
geçiyorum.
Gerçek olan her şey, yani bilişin her nesnesi bir "duyuyla
algılama" meydana getirir. Böylesi duyu algılarını biriktirmek
belleğin işlevidir. Herhangi bir anda bellek özünde gerçek
olan bir olayın imgesini bizim için yeniden üretebilir. Bellek­
teki imge iki seçik nesneden meydana gelir. Bunlardan ilki as­
li olayın imgesidir, ikincisi asli olayın bizde doğurduğu hissin
imgesidir. Demek ki belleğin ilk kısmı sırf actus p urus un, yani
saf olayın imgesinden oluşurken, ikinci kısım, olayın bizde ne
türden bir his, haz mı hoşnutsuzluk mu, uyandırdığından
haber verir. Bellekteki imgenin bu ikinci kısmından doğan
şeyse aslında saf olmakla kendi başına yansız olan olaya bi­
zim atfettiğimiz değer hissi ve ideasıdır. Şu halde bellekteki
imge saf olaya dair ideamızdan, değer duyuşuyla birleşmiş
bu ideadan oluşur. Nihil est in in tellectu, quod nan an tea fuerit in
sensu [Anlama yetisinde, daha önce duyularda var olmayan hiçbir
şey yoktur] ilkesine uygun olarak, deneyimlediğimiz her hissi
dışsal bir uyarana dayandırmayı alışkanlık haline getirmişiz­
dir. Böylece bir hissi dışsal, maddi olayla ilişkilendirme ve bu
hissi hakiki bir duyu algısıyla denkleştirme işlemi kolayca

hesabıma başka bir modele giderim. Şimdi sizlere, Ritschl'in kendi öğretisini
meşrulaştırmak için ileri sürdüğü argümanları ve teologların, akıl sır ermez
nedenlerden dolayı, kendilerinden gizlediklerini tarafsızlıkla anlatıp ifşa ede­
ceğim .

1 19
gerçekleştirilir. Söz konusu ilişki çoğu durumda edimsel ola­
rak mevcut olacakken, bazı durumlarda olmayabilir. Galiba
din meselelerinde bu tü rden y anılgılara bilhassa açığız. Du­
rumu somut bir örnekle açıklayacağım.
Mesih'in zamanında bir efsane vardı; bir melek belirli za­
manlarda Beythesta' daki havuzun suyunu karıştırıp dalga­
landırırmış.5 Şimdi, bir meleğin vaktiyle suyu gerçekten karış­
tırdığını ve birinin de bu olaya tanık olduğunu varsayalım.
Tanık olan kişi olayın imgesini diğer insanlara olayı hatırla­
dığı şekliyle aktarıp bırakmıştır. Tanığın belleğindeki imge bu
noktada dinleyenlerin zihnine geçecek ve onlar da söz konu­
su imgeyi, insanların bir meleğin ortaya çıkışına gelenekler
üzerinden atfettikleri değer duyuşuyla ilişkilendirecekler.
Şimdi suyun, tıpkı bu insanların belleğindeki gibi, tekrar ka­
barıp fokurdadığını farz edelim; hikayeyi ilk kez anlatan
adamın onlara aktardığı değer duyuşunu kaçınılmaz olarak
bu olayla ilişkilendirirler. Fakat capcanlı tahayyülleri kuşan­
mış olduklarından, maddi bir uyarandan gelen duyu algısıyla
salt öznel olan bir hissi karıştırırlar. Ancak her duyu algısı bi­
ze dışsal olan ve duyu algısını kendisine atfettiğimiz edimsel
bir olaydan türer. Bu nedenle insanlar bir meleğin edimsel
olarak suyu karıştırdığına ve onlarda bu duyu algısını, ya da
daha doğrusu bu hissi, bizzat mevcudiyet aracılığıyla mey­
dana getirdiğine inanırlar. Demek ki duygu temelli bir melek
sanrısı geçmişte hissedilmiş ve şimdi yalnızca yeniden anım­
sanan bir hisle nesnel nedenlerin doğurduğu ve hakikaten var
olan bir hissin bilinçsizce karıştırılmasından kaynaklanır.
Dinsel doğanın konularını, her şeyden önce unio mystica
[ (tanrısalla) mistik birleşme] meselesini, yani "pietist"6 denen
birçok kişinin iddia ettiği şekliyle insanın Tanrıyla ve Me­
sih'le dolaysız ilişkisini Ritschl'in çözümleme yolu işte budur.

; Bakılabilir: Yuhanna 5:1-18. -çn.


6 Terim oldukça geniş anlamlıdır; genel olarak Pietizm denen dinsel yoruma
bağlı kişi anlamına geldiği gibi, aşağılayıa bir anlamda "ham sofu" anlamına
da gelebilir. Ya da bunlardan ayrı olarak gerçek, samimi dindar, zahit anla­
mını da içerir. Jung'un bu terimle kash söz konusu anlamları dolandığından
bu şekilde bırakmayı tercih ettik. İfadenin geçtiği yerlerde bu anlam çoklusu
dikkate alınarak okunursa Jung'un kash daha iyi anlaşılacaktır. -çn.

1 20
İncil yazarları Mesih hakkında ne hatırlıyorlarsa onun im­
gesini aktardılar bize. Daha önce söylediğimiz gibi, burada
iletilen şey mutlak olarak saf, ayrışmamış imgedir, fakat bu
imge insan türüne zerk edilegelmiş değer duyuşuyla yakın­
dan bağlantılıdır. Şimdi bir insan, hatırladığı şekliyle Mesih'e
uygun Hıristiyanca bir eylemi gerçekleştirdiğinde, aslında
ona İncil yazarlarınca aktarılıp zerk edilen ve Hıristiyanca
dürtüsü eylemde gerçekleştiği anda yeniden anımsadığı de­
ğer hissi bu kişiyi hakiki bir duyu algısı deneyimlemekte ol­
duğuna inandırır, üstelik söz konusu kişi, bu duyu algısının
şahsına dışsal olan birtakım nesnel nedenlerden, yani Me­
sih'in edimsel ve etki sahibi hazır bulunuşundan kaynaklan­
dığı kanısına kapılır. Yani bu insan, bizzat Mesih'in nesnel ve
maddi bir formda yanında durduğuna, Mesih' le gerçek, so­
mut bir ilişki kurduğuna inanır. Aynı işleyiş süreci, insan te­
kiyle Tanrı arasında var olduğu iddia edilen dolaysız ilişkiyi
de açıklar.
Dernek ki Ritschl her türlü ilürninist ve öznel bilgiyi yad­
sır, bunun sonucu olarak da u n io mystica yı; topyekun Ortaçağ
mistisizminin odağı olup aydınlanmış, uygarlaşmış zamanı­
mıza kadar, aslında hatasız ve doğru düşünen halkın kafa­
sında ve yüreğinde kendi rneşurn yollarında yürüyegelen
unio mysticayı reddeder. Fakat Ritschl bu olumsuz tutumu
sürdürmez, bilakis kendi etiğini öznel hissin gücünde temel­
lendirir. Bunu da öylesine ustalıkla ve şaşırtıcı bir maharetle
yapar ki Tanrı-insan ilişkisi bağlamında o güne kadar "pie­
tist" çevrelerde yürürlükte olan söz dağarcığını, en ufak bir
yanlış anlaşılmaya veya gerginliğe mahal vermeden, kullan­
maya devam etmesi mümkün olmuştur. Doğal olarak bu du­
rum Ritschl'in kuramının sahiden, derinlemesine anlaşılması
babında pek de küçük bir engel sayılmaz; Ritschl'in dediğim
dedik söylevinin teolog olmayan birine çelişkiler ve müphem­
likler yığını gibi görünmesinin nedeni budur.7 Elbette hiçbir
teolog durumun böyle olduğunu kabul etmeyecektir. Fakat

7 Silinmiş: Karmaşayı önlemek adına aşağıda Ritschl'in metinlerinden alıntı

yapmayacağım, zira kend isinin sözdizimi muazzam karmaşıklığıyla ve ço­


ğunlukla, keskin anlam karmaşasıyla maruftur; en azından sırf sözleri işiten­
ler için. Anlaşılması için iki veya üç kez okunması gereken bir cümle, dinleyi­
ciye bir kez okunduğunda anlaşılır olmayacaktır.

121
şunu söylemem gerekiyor: Modem teologların kullandığı
teknik terimler o denli anlaşılmaz ve yanıltıcıdır ki eğitimli
insanlar bile "dinsel-etik saik" gibi ifadelerle, simgesel veya
doğaüstü düzeyde, ne kastedildiğini anlamak için anlama ye­
tisinden feragat etme gibi bir uğraşa girişmek zorunda kalır.
Ayrıca, son olarak, Ritschl'in kurduğu herhangi bir yapı aynı
eski terimler altında ele alınan bir fikrin üzerine yerleştirildi­
ğinde, insan ancak şaşkınlıktan ağzı açık vaziyette bu akıl al­
maz gösteriye olsa olsa sabırla katlanabilir. Sonunda yanın­
dakine, "Sanırım böyle olması gerek! " diyecektir.
Ritschl'in etik dayanağı, ilüminizmi çürütürken dayandığı
aynı epistemolojik temelden türer.
Sözüm ona "pietist" der ki: "Tanrıyla dolaysız ve yakın bir
ilişki içindeyim. Onun hazır bulunuşunun gücü ve yakınlığı
eylemlerimde onun iradesine göre eylemeye, yani ahlakla ey­
lemeye belirliyor beni." Ritschl, yukarıda söylenenler zemi­
ninde, böylesi bir ilişkinin dolayımsız doğasını reddederek,
unio mys ticayı öznel bir değer hissinin nesneke belirlenmiş bir
duyu algısıyla karıştırılmasından doğan bir şey diye açıklar.
Ritschl, kendi etik temelini tümüyle gidimli akıl ve duyusal
algılanabilirlik evreninde geliştirir. Şöyle diyor kendisi: " Et­
kin ve bilinçli duyu algısı evreninin dışında, insan zihni üze­
rinde bir başkasının etki edebileceğini tanıtlayamayız."
Yani herhangi biri yekdiğeri üzerinde, ancak etkiyen uya­
ran bu diğer kişinin bilinç evrenine alınıp işletilirse etki edebi­
lir. Öyle ki, bir insan bilincinin, duyusal algılanabilirlik daire­
si, daha doğrusu "bilinçli 'duyuyla algılama'" evreni dışında
etkilenmiş olabilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla Ritschl' e göre, bilinçli "duyu algısı" dışında
insan bilincine hiçbir etki bırakılamaz. Hipnoz sonrası telkin8
denen olgunun ve benzerlerinin, uzun yıllar önce h i l i m i n or­
taya koyduğu varlık imkaru bu kuram sayesinde gerçekten
imkansızlığa dönüşür. İnsan, bilincinin bütün içeriğini bilinçli
"duyuyla algılama" evreninden, duyusal algılanabilirlik dai­
resinden elde eder. Demek ki insan, etik eylem için her türlü
tahrikini de bilinçli "duyuyla algılama" yoluyla, başka deyişle

8 Silin miş: Aynı durum içe doğmalar için de doğrudur.

122
diğer insanlarla iletişimden alır. Ötekilerden aldığımız iletim
ise bellekten çekilen bir imgedir. Daha önce açıkladığımız gi­
bi, bu imge yalnızca iletilen şeyin ideasını ve bu ideaya atfet­
tiğimiz değer hissini içerir. İdeaya atfettiğimiz değerin dere­
cesine bağlı olarak, bu his eylemlerimizin saikı olabilir. Ö znel
değer hissi, aslında kendi başına yansız ve edilgen olan bu
ideaya tahrik, etkime ve dolayısıyla gerçeklik gücü bahşeder.
Böylelikle, salt edilgen olan bir ideaya gerçeklik ve varlık
vermiş oluruz. "Zihinsel gerçeklik"imizi hissederiz, oysa bu
gerçeklik bir saik tarafından, yegane gerçekliği bizim ona
bahşettiğimiz değer hissinden devşirilen bir saik tarafından
belirlenmiştir. Öte yandan, değer hissinin gerçekliği öz­
saygının gerçekliğinde temellenir. Ritschl oldukça karmaşık
olan bu düşünceyi şöyle tarif ediyor: "Zihinsel gerçekliğimize
iliştirdiğimiz haysiyet, dünyada bulunan değerli ve etkin bir
varoluş olarak kendi gerçekliğimize katkı sunan her şeyin
gerçekliği için yeterli bilişsel nedendir."
Burada, kendini ateşe atmış birini anlatan bir tür efsanenin
elimize geçtiğini görüyoruz, daha doğrusu göremiyoruz.
Genel olarak, etik eylemlere ilişkin değer hislerini bize
başkaları zerk eder. Bu hislerin telkini de iletişim aracılığıyla
gerçekleşir. Çocuklara Mesih' in fakire ve hastaya yardım etti­
ği öğretilir. Bu actus purustur, herhangi bir tahrik gücü olma­
yan ve zihinde bulunan imgedir. Kendisine fakirlere yardım
etmenin iyi olduğu öğretildikten sonra çocuk bu gücü eyleme
aktarır. Eyleme atfedilen değer hissi bu süreç aracılığıyla o
denli yoğunlaşır ki sonunda fakire yardım etme düşüncesi,
yoğunlaşmış değer hissinin marifetiyle, benzer bir eylemi tah­
rik edecek kadar etkili hale gelir. Bütün Hıristiyanca eylemle­
rin tahriki bu yolla gerçekleşir. İncil yazarları bize Mesih'in
amelleri hakkındaki kendi anılarını aktarmıştı. Etik eyleme
yönelik değer hissi, bize zerk edilen bu his Mesih'in ahlaki
yaşamı şeklindeki - bizzat yansız olan- ideaya bağlanır ve bu
ideaya, irademizi harekete geçirebilmesi için mutlaka sahip
olması gereken etkililiği bahşeder. Mesih'in tarihsel kişiliğine
ne kadar derinden nüfuz edersek, o kadar çok ahlaki eylem
niyeti benimser ve irademiz için o kadar çok saik kazanmış
oluruz.

1 23
Ritschl değerle ilgili saikları elde etmede bilinçli duyu al­
gısından başka yol olmadığını düşündüğünden, Mesih'in ya­
şam ı hakkında en kadim kaynakların sunduğu bellek imgele­
rine bağlıd ır tümüyle. Kendisinin insanla Tanrı ve Mesih iliş­
kisi kuramı bu epistemolojik zorunluluktan türer.
Üstelik Ritschl, aynı zamanda, zihninde "normal insan" a
tahsis ed ilmiş bir tapınak inşa ettiğinden bilir ki; yukarıda or­
taya konan nedenlerden dolayı, hiç kimse "bilinçli duyu algı­
sı" dairesi dışında başkasına etki edemez ve bu yüzden kim­
se, Kutsal Kitaplarda yer alan kaynakların dışında herhangi
bir tahrik kaynağına erişemez. Ritschl'in bakış açısına göre
Yeni Ahit, nihai anlamıyla, bize Mesih' in yaşamını öğretir. Ya
da fazlasıyla basitçe söylersek, Mesih kendi yaşamını bizde
imal eder. Tam bu noktada sözüm ona "pietist" tuzağa düşüp
şöyle diyecektir: "Bu düpedüz unio mystica işte!" Ne münase­
bet! Sahiden ifadeler fazlasıyla mistik gibi geliyor kulağa, üs­
telik Aziz Assisili Francesco bunları yüzü kızarmadan söyle­
yebilirdi. Ama Goethe'nin şu dizelerini hafifçe değiştirerek
alınhlama ayartısına kapılıyorum:

Incil 'i işitir de imanı yok;


iman, en gözde çocuğu mucizenin.9

Ritschl usulca şöyle diyor: "Tanrı beni nedametle cezalan­


dırır. Mesih beni teselli edip yüreklendirir."
Fakat şu noktayı akılda tutmalı; bu dindar duygusallık an­
cak, Ritschl' in Hıristiyan öğretisi yapılarında Mesih, gelenek
tarafından aktarılmış tüm bellek imgelerinin, yani Mesih'in
kişiliğiyle ilgili tüm zihinsel imgelerin toplamı olarak, bu im­
geler toplamına bizim bahşettiğimiz değer hissiyle birlikte
sahneye çıkhğı ölçüde uygulanabilirdir. Ritschl taraftarına
göre Tanrı ve Mesih her zaman özel bir anlamda vardır. Öte
yandan "pietist," Mesih'in, bir zamanlar halkına göndermeyi
vadettiği Kutsal Ruh aracılığıyla kendisini, fiilen ve doğru­
dan, teselli ettiğini savunur. Beri yandan, modem uygarlıktan

9 İlk dizenin aslı: "lncil'i işitebiliyorum ama imanım yok . . . " şeklindedir. Die
Botschaft hör' ich wohl, allein mir fehlt der Glaube / Das Wu nder isi des Glaubens li­
ebstes Kind. Faust /, "Nacht" (Gece), 262-263. dizeler. -çn.

1 24
dersler çıkarmış, aydınlanmış bir Ritschl taraftarı bilir ki; Tan­
rı veya Mesih gerçekten maddi olarak (in substan tia) hazır bu­
lunur değildir, bilakis insanın, aslen gerçek olmayan zihinsel
ideaya eylemlerini tahrik etıne gücünü ve gerçek varoluş
özelliğini, kendine zerk edilen değer hissi aracılığıyla, bahşet­
tiği sürece hazır bulunurdur.
Klasik antikitede, yarı tanrı Prometheus çalışırken keyifle
şarkı söyler:

Otu ruyorum burada, bir yandan insanları şekillendirerek . . . 10

Ritschl taraftarı da başka şeylerin yanı sıra şunu iddia


edebilir:

Oturuyorum burada, bir yandan tanrıları şekillendirerek . . .

Görünüşe göre, uygarlık ilerledikçe alçakgönüllülük artı­


yor! Bu yetmezmiş gibi, Ritschl'in Luther' le Kant arasında
kurduğu bu uzlaşma Kantçı öznelciliğin netameli lekesini ve
-hayal etmek zor olsa da- İstenç ve Tasarım Olarak Dünya 'nın
izini taşır. Ah keşke Schopenhauer, fikirlerinin bu şekilde
açıklandığını görmenin hazzını tatsaydı! Belki von Falken­
berg' e, modern felsefe tarihinin bir sonraki basımında, "son
tahlilde" filozof olmayan1 1 Nietzsche'nin yanı sıra Albrecht
Ritschl' den de gizli bir Schopenhauer hayranı olarak söz et­
mesini acizane teklif edebiliriz.
Ritschl'in sembolik dilini işletmekten hiç mi hiç rahatsız
olmayan 1 2 çoğu dinleyicim, bu dilin payandası olan mefhum­
ların, az önce ifşa ettiğim bu Hıristiyan karşıtı mefhumların
uçurumunu kavramaktan belki de dehşete düştüler. Aslında
onlar, Ritschl' in fikirlerine karşı sürekli, elimden geldiğince
kendimi savunduğumu varsayarak biraz abarttığımı sanabi­
lirler. Ama, Ritschl' in Hıristiyanlık tarzının tam da betimledi-

ıo Goethe'nin Prometheus şiirinden; Hier sitz ' ich, forme Menschen. -çn.
11 Jung burada Unzeitgemıifien Betrachtungen'a (Zamana Aykırı Bakışlar) ve Ni­
etzsche'nin kendini geleneksel Alman tarzında bir filozof olarak değil bir
psikolog olarak sunuşuna gönderme yapıyor.
1 2 Silinmiş: Ritschl'in teolojide verdiği ziyafette hala doymayan . . .

1 25
ğim gibi olduğunu gösteren, bizzat kendisine ait pasajlardan
kelimesi kelimesine alınh yapabilirim ve şimdi tam da bunu
yapacağım.
Örneğin, insanla Tanrı veya Mesih arasında doğrudan bir
ilişki, bir unio mys tica bulunduğunu iddia ederek Mesih'in
"Ve işte ben her daim, dünyanın sonuna kadar sizinleyim! "ıJ
vaadine yönelik somut yorumu takip eden hasımlarına serze­
nişte bulunuyor Ritschl. İ ddiasına göre: "Bu kişiler, belleğin
gayrisahih ve istikrarsız imgelerinden başka bir şey olmayanı
şeylerin gerçekliği yerine koyuyorlar."
Ö te yandan Ritschl bir insanın bilinç dairesinde etki etmek
için tek yolun bellekten, herhangi bir eylemi tahrik etme gücü
öznel değer hissine dayanan bellekten geçtiğini bilir. Bu doğ­
rultuda şunları söyler:

"Bununla beraber, açık ve ayrıntılı bir bellek insan zihninin bü­


tün etkili ve övülesi tahriklere; bize yaraşır yaşam amaana göre
yaşamamıza imkan verecek şeye itaate erişme biçimini oluşturur.
Çünkü titiz bir bellek kişisel ilişkilerin aracıdır, yani A kişisinin B
kişisi üzerinde kesintisiz bir etki bırakmasını ve B her ne zaman
A'nın öğreti veya teşvikine göre eylese A'nın B'de hazır bulun­
masuu sağlar. Ayrıca en geniş anlamıyla bu durum, dinde, ya­
şamlarımızla Tanrı arasında söz konusu olup Mesih' in apaçık
yad edilmesiyle gerçekleşen bağ için de doğrudur. Gelgelelim,
bu tü rden ilişkileri, bilhassa en son anılan ilişkiyi 'dolayımsız'
diye betimlemekten sakınmalıyız, çünkü böyle yaparak söz ko­
nusu ilişkilerin hayali olmaları gerektiğini ilan etmiş oluruz. Zira
büyük ölçüde dolayım içermeyen hiçbir şey gerçek değildir. Ne
ki Tanrı veya Mesih'le aramızdaki kişisel ilişki Dünyaya dair,
yani Tanrının yasa ve vaadine dair dakik belleğin dolayımında­
dır her zaman, aynca Tanrı bizde ancak bu tecellilerden herhangi
biri araalığıyla etki eder. Herhangi bir algının veya ilişkinin do­
la}'lmsız doğasuu temel ilke olarak varsaymak gerçekle sanrıyı
ayırt etme imkanını ortadan kaldırır."

Ardından Ritschl olası bir yanlış anlaşılmayı önlemek adı­


na bir kez daha özet geçer: "Demek ki Tanrının Dünyasının,

1 1 Matta 28:20. Silinmiş: Veya " Nerede iki veya üç kişi benim adıma toplanır­

sa, ben de onların arasındayım" [Matta 1 8:20] vaadine . . .

1 26
Kanun ve Müjdesinin/İncilinin dolayımı olmadan, Tanrının
Mesih'teki bu kişisel tecellisini titizce yad etmeden bir Hristi­
yanla Tanrı arasında hiçbir kişisel ilişki yoktur."
Bu ifadenin oldukça açık ve daha fazla yorum gerektirme­
yen bir ifade olduğunu düşünüyorum. Mesih' in yargılandığı
davayı yürüten baş kahin bu denli anlayışsız bir sima olma­
saydı, belki onun yaphğı gibi haykırmak cazip gelebilirdi:
"Başka şahide ne hacet! İşte küfrü işittiniz." [Matta 26:65]
Ritschl'in epistemolojisinden doğan dünya görüşüne
bakmak kalıyor geriye. Kendisinin anladığı şekliyle evren
dramasında Tanrı, Mesih ve insan hakikaten patetik bir rol
üstlenir. Bir Tanrı ki insanlar belleklerindeki Tanrı imgesine
kendi hareketlerini tahrik etme gücü atfettiği ölçüde var olsun
ve dünya düzenine ancak bu ölçüde etki edebilsin! Mesih de
burada, insana dönüşen beceriksiz ve çaresiz aynı tanrıdır;
üstelik bir insan olarak sanrılardan mustarip, biçare bir düş­
çüdür; hatta ve hatta, Ritschl'in gayet yerinde değinisiyle;
"mistisizm literatüründe pek de bilgili" değildir -Mesih'in,
halefi Pavlus'la sadakatle paylaştığı bir özelliktir bu. Zira
Ritschl kelimesi kelimesine şöyle diyor: "Mesih veya Tanrıyla
doğrudan kişisel bir ilişki iddiasını sürdü renler açık ki misti­
sizm literatüründe pek de bilgili değildir."
Ritschl'in Tanrısını önemsemeyebiliriz, ama Ritschl' in za­
vallı Hristiyaruna acımaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Her paganın, kederlendiği veya korktuğu zaman yakardığı
tanrıları vardı r; velev ki bu tanrı parlak cilalanmış bir kundu­
ra, bir gümüş düğme ya da odundan bir değnek olsun. Oysa
Ritschl'in Hristiyanı kendi tanrısının ancak kilisede, okulda
ve evde var olduğunu, dahası etkili olabilmesini belleğin te­
min ettiği şu öznelce belirlenmiş tahrik gücüne borçlu oldu­
ğunu bilir. Bu güçsüz Tanrı mıdır bir Hıristiyanın bedensel ve
ruhsal yoksunluktan kurtarması için güya dua ettiği? Bu Tan­
rı parmağını bile oynatamaz, olsa olsa tarihsel olarak, gelenek
içinde ve kesinlikte sınırlı bir anlamda vardır. Fransızlar
Şarlman'ı şu sefil Almanları bozguna uğratıp Alsas-Loren' i
kurtarması konusunda bu kadar kolay -ve bu kadar başarı­
sız- sıkboğaz edebilirlerdi ancak.
Bu noktada, dikkate değer bilginlerde tipik olan his yok-

1 27
sunluğunu hatırlatacağım. Yürek çölünde zıplayıp duran bu
yerel iblis Ritschl'i nasıl da faka bastırdı.
Kendisine psikolojik bakış açısıyla yaklaştığımızda Alb­
recht Ritschl çok daha erişilebilir biridir. Göttingen' de bir
Lutherci kurumda profesör olan Ritschl Lutherci öğretiyle
uyum içinde ders vermek durumunda kalmıştı; bu nedenle
mecburen bir Lutherci oldu. Ritschl'in ana ilkesi Luther'in
topyekun mistisizme ve kadim kilisenin bütün peygamberlik
geleneğine ansızın indirdiği darbeydi. Bizzat Ritschl şunu id­
dia eder: "Başka türlü ders vermeye ne ihtiyacım ne yetkim
var. Reformasyon mezhebince önceden belirlenmiş öğretiler­
den sapmadım diye Weiss gibi bir teoloğun beni kendi göste­
rişli pietist iddialarıyla yargılamaya cesaret etmesi her şeye
rağmen takdire şayan bir olgu."
Luthercilik onun mutlak zeminiydi. Ritschl, tam da saygın
bir ilahiyat hocasına yaraşırcasına, ilaveten bir de sektiler fel­
sefeyle, hem de Kant epistemolojisinin Luther Hıristiyanlığıy­
la baştan ayağa uyumlu olduğunu göstermeye yetecek dere­
cede, boğuşmak zorunda kaldı.
Gel gör ki şu Königsberg filozofu cezasız bırakmadan
kimseye kendi fikirleriyle oynaşma izni vermez. Kant'ın saf
aklın eleştirisindeki normal insanın dindeki gizem öğesinden
çok az behresi vardır, bu normal insan anlayışı Ritschl'i her
insan göğsünde uyuklayan gizemi inkar edecek kadar baştan
çıkardı; sonunda o da işleri güçleri soruları görmezden gelip
kesinliği teşvik etmekten ibaret şu insanlar yığınınca yutuldu.
Evrenin dramasındaki gizemin şaşılası tarihi, Ritschl'in be­
timlediği o cılız daireleri yutarak kendi yolunda yükselir.
Sonsuzluktan gelen bir ima tüm insan yorumlarının üstünde
esip onları uçuruverir. Ö yle veya böyle gizem, zamanın son
demine kadar insan yüreğinde kalacaktır.
Açıkçası Mesih' in kişiliğim anlama konusunda çok az me­
safe kat ettik. Mesih hakkındaki saçma yorum ve itha mlar -
"şeylere insani bir cihet verme" arzusunu tatmin eden fikirler,
sosyo-politik açıklamalar vesaire; hepsi de daha doğdukları
andan itibaren kendi saçmalıklarının lanetini taşır- bir yana,
Mesih'i anlamak için içtenlikle çabalayan ama meslekten teo­
log olmayan her eğitimli insan için teologların, en büyük

1 28
dünyalığın bekçileri ve muhafızlarının Mesih' i nasıl ele aldık­
larını görmek oldukça tuhaf olsa gerek. Tüm saflıklarıyla teo­
logların inancına göre dünya o kadar tatlı ve iyi ki yeryüzün­
deki herkesin kendini bu Modelin ayakları altına coşkuyla fır­
latmasını sağlamak için gereken tek şey Mesih' in kişiliği hak­
kında bir vaaz vermek. Teologlar, anımsanan imgenin sırf
muhafaza edilmesinin ahlaki eylemi belirlemede yeterli ola­
cağını düşünüyorlar. Görünüşe bakılırsa teologlarımızın ço­
ğu, herkesin bu anımsanan imgeye derhal bir değer hissi at­
fedeceğine ve dolayısıyla kalplerinde söz konusu imgeye ey­
lem gücü bahşedeceğine inanacak kadar dünyanın iyi oldu­
ğuna ikna olmuş durumdalar. Açık ki teologlar dünyanın
vaaz vermeye ve ellerini dehşetle kaldırmış vaizlere büsbütün
bigane olduğunu bilmiyorlar. "Bellekteki . . . mutlak olarak is­
tikrarsız imge" dünyayı karıştıramaz, çünkü Mesih'in kişiliği
bağlamında hiçbir değer hissi henüz dünyaya zerk edilme­
miştir. Dünya Mesih hakkında henüz ders almamıştır ve
onunla ilgili değildir. Mesih'in kendini nasıl gördüğü ve tan­
rısallık iddiası hakkında hala pek az şey biliyoruz; Mesih'i
değer hisleriyle donatmada, onun kendi metafizik anlam ve
önemine dair kendi kavramına yönelik anlayışımız hala pek
az. Günümüz pratik teologları, tabii çoğu, dünyaya eğitim ve
ikna ile galip gelme anlayışını aslında terk etmiş bulunuyor.
Üstatları Ritschl'in benimsediği, hani şu ikinci bendi değer
hissiyle alakalı olan ahlaki psikolojiyi yekten reddediyor ve
saf imgesi tahrik gücünden yoksun tarihsel İ sa hakkında öyle
gamsız gamsız vaaz ediyorlar. Oysa tam aksine, bu izleğin
her pazar günü yinelenmesi onu sıkıcı hale getiriyor. İ nsan
türünü yeni bakış açılarını kabul edecek şekilde eğitmek gibi
külfetli bir görevden kaçmak için teologlar sırf omuz silkmeyi
tercih ediyor ve "Açık değil! " [ non liquet] diyerek eleştirel bir
dünyaya boyun eğiyorlar. Aslında Mesih'in kişiliğinin Wünü
kabule dünden razılar; Mesih'in mucizelere imanı, peygam­
berliğe ilişkin güçleri ve kendi tanrısallığına dair bilinci. Ta­
rihsel İ sa hakkında vaaz vermekle yetiniyorlar; bir insan teki
olarak Mesih, Ritschl'den bu sapma, yüksek bir noktanın da­
ha aşağı bir noktaya indirgenmesinden ibaret. Nihayetinde
İ sa gücünden ve halesinden hatta keskin muhakeme yetene-

1 29
ğinden soyulmuş, bir kilise faresi kadar zavallı, "saf bir idea­
list" e dönüşüyor. Doğal olarak bu deneyler ve tavizler dün­
yaya galip gelme ihtimallerini esasen azalhyor, hatta sonunda
Selamet Ordusunun tekniklerini kullanmaya; din hizmetleri­
ne her türden hileli araç gereci sokmaya; kiliselerin içini ve
dışını değersiz, abarhlı süslerle bezemeye; müziğin sesine gö­
re dönen ve sırayla değişen sahne dekoruyla donatılmış vaftiz
kapları ve ayin masaları döşemeye; uygun noktalara, aynı
zamanda sunak olarak da iş gören ve bir lira atıldığında iste­
nen konuda on dakikayı geçmeyecek şekilde vaaz veren oto­
ma tik vaaz makineleri yerleştirmeye doğru sürüklendiğimizi
şimdiden görüyoruz -bunların hepsi de sakin ama emin şe­
kilde dinsel yaşamı ele geçiren ölümcül bıkkınlığı bu şamata
sayesinde defetmek için sadece.
Kiliseyi veya bir din hizmetini eğlenceli bir şeye dönüş­
türmek; bize aşılamak için atalarımızın kan ve gözyaşı döktü­
ğü değerlerle kumar oynamak; on sekiz asırlık fırtınalı evrim
boyunca cetlerimizin biriktirdiği bilgi servetini saçıp savur­
mak tabii ki insanlara öğrenmeleri için çok çalışmaları gere­
ken şeyleri öğretmekten ve böylece onları yeni, engin doruk­
lara götürmekten çok daha kolay ve konforlu.
Kurunun yanında yaşı da yakmada bir numara yok. Ayrı­
ca, "biz on sekiz asırdır Mesih siması etrafında inşa edilen her
şeyi, tüm öğretileri, tüm gelenekleri yakıyor ve sadece tarihsel
İ sa'yı kabul ediyoruz" demek de öyle pek marifet sayılmaz,
çünkü en başta, böyle konuşan insanların, çoğunca, ellerinde
yakacakları bir şey yok. Buna rağmen, onların yaklaşımları­
nın "eleştirel" diye tarif edildiğini duyuyoruz sık sık. İ nsan
türünü geliştirip güzelleştirme seferberliğine çağrılan bizler
eğer ardımızda çorak bir araziye dönüşecek tahammül edile­
mez kurallardan ve sığ dinsel kavramlardan meydana gelen,
harap bir kilise gibi mahsuller bırakırsak torunlarımız bize
güç bela şükran duyacaktır.
Şu halde işte buradayız, kendimize ne yapmamız gerekti­
ğini soruyoruz. Tarihsel İsa hakkında vaaz vermenin neden
anlamı yok? Neden insanlar kiliseye gitmektense bilim ders­
lerine kahlmaya ilgi gösteriyorlar? İ nsanların ilgileri neden
Darwin, Haeckel ve Büchner odaklı? Dahası neden insanlar

1 30
geçmişte uğruna öldükleri dinsel sorunları bugün tartışmaya
dahi zahmet etmiyorlar? Aslına bakılırsa, dinsel müşkülleri
tarhşmak bazı çevrelerde sadece kullanışsız değil ayrıca dü­
pedüz yakışıksız görülüyor. Toplumumuz mutlaka eğitilmeli,
ona ulvi sorulara dair bir kaygı zerk etmeliyiz, ancak bunlar
gerçekleştikten sonra sözüm ona tarihsel İ sa hakkında vaaz
vermeye ve insanların Mesih'e atfettiği değer duyuşuna baş­
vurmaya başlamamız gerekir. Gelgelelim dünya, Mesih'in en
az "normal bir insan" olmadığı kadar, gerçeklikten tümüyle
soyulmuş soyut kavramlar dünyasındaki bir öğe de olmadı­
ğını anlayıncaya dek söz konusu değer duyuşu ortaya çıkma­
yacakhr. Mesih kendini nasıl yorumlamamızı öğrettiyse onu
bu şekilde yorumlamamız gerekir, hatta buna mecburuz. Me­
sih imgesi, bizzat Mesih'teki Mesih ideası üzerinden, yani bir
peygamber, Tanrının gönderdiği bir adam şeklinde ıslah
edilmelidir. Mesih'in zihin evrenimizde tuttuğu yer onun
kendi iddialarıyla tutarlı olmalıdır. Modem insan Mesih'in
evren-üstü doğasını kabul etmelidir, ne eksik ne fazla! Bunu
kabul etmezsek arhk Hıristiyan değilizdir, zira bu adın imle­
diği görüşleri kabul etmiyorsak onu taşımaya da hakkımız
yok. Kendimize Mesih'in adını verdiğimiz sürece onun öğre­
tilerini her açıdan gözetmeye ahlaken mecburuz. İmkansız
görünene dahi iman etmek zorundayız, yoksa Hıristiyan adını
kötüye kullanmış oluruz. Çetin bir reçete bu; akıldan el çek­
me diye kınanacak. Ancak insan Hıristiyan olmayı kafasına
koyduysa eleştirel aklın karşısında inancını yeni bir skolasti­
sizm yeşertmek pahasına savunmalıdır. Bunu yapmak iste­
miyorsa çıkış yolu kolaydır; işi dolandırmadan, Hıristiyan
olma niyetinden vazgeçmelidir. Sonra kendine, seçeceği her­
hangi bir adı verebilir; ahlaki terbiyenin muhafaza edilmesiy­
le ilgilenen bir adam veya dünyayı iyileştirmeye kararlı bir
ahlak filozofu. Öte yandan, Hıristiyanlığımızın bir cevheri
olacaksa eğer, ilk Hıristiyanların metafiziksel, kavramsal ev­
renini bütünüyle ve kayıtsız şartsız kabul etmemiz gerekir.
Bunu yapmak, tenimize batmış, acı veren bir dikeni çıkarmak
gibi olacaktır, ama Hıristiyan unvanı adına bunu yapmalıyız.
Herkesi, özellikle teologları, Eduard von Hartmann'ın tüm
Hıristiyanların ayaklarına serdiği hakikati hahrlamaya davet
ediyor ve onun sesine kulak vermeleri için yalvarıyorum:

131
" Metafizik fikirler dünyası dini ibadettek i hissin canlı pınarı ol­
malı her zaman; etik eylem iradesini uyandıracak pınar. Ne za­
man ki bu pınar kurur, o zaman ibadet taşlaşıp ölü ve anlamsız
bir törene dönüşür, dinsel etik de kimseye çekici gelmeyen, kuru
ve soyu t bir ahlak nutkuna veya aşın duygusal, süslü bir söyleve
doğru solup gider."

Metafizik bir dünyanın, metafizik bir düzenin gizemi, Me­


sih' in öğrettiği ve kendi kişiliğinde tecessüm ettirdiği türden
gizem Hıristiyan dininin tam merkezinde yer almalı ve İ lk
Hareket Ettirici olarak onun zirvesini işgal etmelidir. Şöyle
diyor Hartmann:

" [ Gaipten] haber verici derinlik olmaksızın, her insana farklı bir
veçhe gösteren o gizemin sonsuz zenginliği olmaksızın hiçbir din
mümkün değildir."

Dindarların en içten şekilde bağlı olacağı gizem olmadan


hiçbir din varlığını sürdürememiştir, sürdüremeyecektir. Ta­
rihsel yönelimli modem Hıristi yanlık bile kendi mucizelerine,
kendi gizemine sahiptir. Ama yazık, pek yazık ki bu fevkala­
de mucize, yani Mesih'in kişiliğinin insan üzerinde etkisi ve
bunun sonucunda insanın ihtidası, kaçınılmaz surette kurgu­
sal bir mucizedir; zira onun nedeni Mesih'in gerçek (in subs­
tantia) hazır bulunuşu değil, bilişin özneleri olarak bizlerin
eylemlerimizi tahrik etme kudretiy le donattığımız bir ideadır
yalnızca. "Mucize" teriminin dar anlamıyla, bir mühtedinin
dönüşmüş davranışı Ritschl'in neden-etki anlayışına göre bir
mucize değildir, çünkü bu davranışın etken nedeni istence
baskın çıkan bir ideadır; gerçekliği, onu bilen öznenin gerçek­
liğince belirlenmiş bir idea. Bilindik, düz bilim dilinde buna
öz-telkin denir. Bu günlerde öz-telkin artık mucize sınıfından
sayılmıyor, sayılsaydı her gün şu kütle çekimi mucizesine de
hayret etmek durumunda kalırdık. Teologların şöyle dedikle­
rini sık sık işitiyoruz: Mesih' in kişiliğini kavradığında insanın
tümden dönüşebilmesi gerçekten muazzam bir mucizedir;
Mesih'in y aşamlarımız üzerinde doğrudan etki ettiğini açıklı­
ğa kavuşturan bir mucize. Kendileri bu fenomeni Ritschl'in
yaptığı gibi yorumluyorlarsa, bu durum şu anlama gelecektir:

132
Söz konusu mucize, verem hakkında bir şeyler okuyan bir
hastalık hastasının kendi kendine öksürmeye ve tükürmeye
başlamasından daha muazzam değildir. Beri yandan, teolog­
lar anılan fenomeni, Hıristiyan terminolojisiyle söylersek, Me­
sih'in maddi, tözsel hazır bulunuşuna gönderme yapan bir
fenomen şeklinde yorumluyorlarsa, bu durumda o gerçekten
muazzam bir mucizedir. Ritschl'in şu tarihsel İ sa kavramı­
nın14 yanı sıra terminolojisinin de ancak kendi fikirlerinin
hayranı tarafından kullanıldığında anlamı olacak bu termino­
lojinin de defterini neden dürmeyelim ki? Zira bu durumda
Mesih, bizi duyusal dünyanın dışına terfi ettiren mistik bir
birleşme halinde birleştiğimiz metafizik bir simadır. Yine bu
durumda, bizler, meslekten teolog olmayanlar tarihsel İ sa fik­
rinden vazgeçmeliyiz, çünkü söz konusu fikrin Ritschl' den
devşirilmiş sabit bir anlamı var artık ve o, başkaca bir yorum­
lamaya değil yalnızca yanlış yorumlamaya el verir. Bu du­
rumda teolog, Heinrich Suso'nun diliyle, yanlış anlamaya el
vermeyen bu dille ya da Jacob Böhme'nin o derin ve karanlık
imgeleriyle konuşsa daha iyi. Teolog böyle yaparak, dini his­
sin zirvelerine ilerlemeci teolojinin yavan ifadeleri aracılığıyla
yaklaştığından daha çok yaklaşacaktır.
Bir unio mysticanın mümkün olup olmadığına karar verme
işini Hıristiyan olmayı arzulayan herkese bırakıyorum. Bu adı
şerefle taşıyan herkes bu bağlamda olumlu bir karara vara­
caktır, çünkü Mesih kendini, halkıyla birlikte "dünyanın so­
nuna kadar" kalmayı hem arzulayan hem de buna gücü yeten
biri olarak görmüştü. Tehlikeli bir görüştür bu, üstelik bera­
berinde, Ritschl'i korkutan çekinceyi, yani gerçeklikle sanrıyı
ayırt etmenin her türden imkanını ıskartaya çıkarma tehlike­
sini getirir. Bu görüşün katarında topyekun metafizik gele­
nek, asketizm ve vecde dayalı bilgi meseleleri, ayrıca Mesih' in
tanrısallığı ve öğretilerinin yanılmazlığı sorunları peş peşe
seyreder. Mistik idealin her türden tutarlı tahakkuku skolas­
tik spekülasyonun konularıyla ilgili tartışmaları mutlaka ye­
niden sunmalı ve dolayısıyla hem toplumsal hem bilimsel ta-

1 4 Silinmiş: Kişilik kavramının? Gelenekteki titiz yad etmenin defterini neden

dürmeyelim?

1 33
rafsızlık imkanına yaklaşmalı, uygarlığın daha da ilerlemesini
sorgulamalıdır. Bunların hepsi netameli, oldukça geniş kap­
samlı ve sersemletici imkanlar; binlerce yıllık Ortaçağ boyun­
ca insanlık bunların uzun vadeli hükümranlığına tanık olma­
saydı kimsenin aklına takılmayacak imkanlar. Hıristiyan
inancındaki esasların metafizik gerçekliğine sıkıca sarılmak
isteyen herkes bu tehlike ve zorlukları fark etmeli, ayrıca Hı­
ristiyanlığın topyekun dünyayla bağı kesmekten, insanın gay­
riinsanileştirilmesinden, "tüm değerlerin yeniden değerlendi­
rilmesi"nden (Nietzsche) başka bir şeyi temsil etmediğini asla
gözden kaçırmamalıdır. Hıristiyan öğretilerinden kar elde
edemeyecek tek bir uygarlık öğesi yoktur. Bireyin, kendi içe­
risinde ruhani kılınması ve buna eşlik edecek, mevcut doğa
düzeninin dağılması sorunu karşısında, bu muazzam sorun
karşısında her şey ikincildir. Mesih dünyaya barış değil kılıç
getirmeye geldi,1 s çünkü Mesih ikili, bölünmüş iradeyi salıverir.
Hıristiyan inancına yönelik bu tehlikeli yorum, Ortaçağ
dünya görüşünün temeli olan bu yorum neredeyse iki bin
yıldır, Yuhanna teolojisindeki doğumundan Schopenha­
uer'deki çöküşüne kadar, en seçkin zihinleri büyüleyip dur­
du. Bu durum, söz konusu yorumun tamamen ortadan kalkıp
kalkmadığından kuşkulanmak için yeterli bir nedendir, üste­
lik onun karanlık katmanlarından saçılan son şimşek yalazı­
nın henüz görülmediği tahminine iter bizi.
Plurimi pertransibunt, et m ultiplex erit scientia!16

1s Bakılabilir: Matta 1 0:34. -çn.


16 " B irçokları öteye beriye koşacaklar da bilgi artacak," Daniel 1 2:4. -çn.

1 34
V. Bölüme Ek

Metinler1
Matta 'dan
Mesih' in insanlığa ilk sözleri:
1 . Tövbe edin! Göklerin melekfıtu yakındır. [3:2]
Dağda vaaz [Matta 5]
2. Ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü göklerin melekfıtu onla­
rındır. [5:3]
3. Ne mutlu yüreği temiz olanlara; çünkü onlar Tanrıyı görecek­
ler. [5:8]
4. Ne mutlu salah uğrunda eza çekmiş olanlara; çünkü göklerin
melekfıtu onlarındır. [5: 1 0 ]
5. Sevinin v e meserretle coşun; çünkü göklerde karşılığınız bü­
yüktür. [5:12]
6. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve
insanlara öylece öğretirse, göklerin melekfıtunda kendisine en
küçük denilecektir ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin me­
lekfıtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim ki,
salahınız yazıcılar ve Ferisilerinkinden ziyade olmazsa, göklerin
melekfıtuna hiç girmeyeceksiniz. [5:1 9-20]
7. (Tanrıya hitaben) Melekfıtun gelsin. [6:1 0]
8. . . . bizi şerirden kurtar . . . [6:13]
9. Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin . . . Fakat ken­
dinize gökte hazineler biriktirin . . . [6:1 9-20]
10 . . Ne yiyeceksiniz yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne
. .

giyeceksiniz diye bedeniniz için de kaygı çekmeyin . . . [6:25]


1 1 . Fakat önce onun melekfıtunu ve sa!ahını arayın . . . [ 6:33]
12. Çünkü hayata götüren kapı dar ve yol sıkışıktır, ve onu bu­
lanlar azdır. [7:14]

1 Bu metinler Jung'un Ritschl hakkındaki dersinin araştırma notları, kendisi

bunları dersin elyazmalarında muhafaza etmiştir. [ Kutsal Kitap alıntılarının


Türkçesi, yer yer küçük, özellikle imla odaklı, değişikliklerle, https://incil.info
adresinden alındı . -çn.]

135
13 . . . . Benim ardımca gel; ölüleri bırak, kendi ölülerini gömsün­
ler. [8:22]
14. (Havarilere) Ve giderken: Göklerin melekfıhı yakındır, diye
vaaz edin! [ 1 0:7]
15. İşte, sizi kurtların arasına koyunlar gibi gönderiyorum . . .
[ 1 0 : 1 6]
16. Fakat insanlardan sakının . [ 1 0 : 1 7]
. .

1 7. Size doğrusunu söyleyeyim, İnsanoğlu gelinceye dek İsrail'in


bütün kentlerini dolaşmış olmayacaksınız. [1 0:23]
18. İmdi, kim beni insanlar önünde ikrar ederse, ben de onu gök­
lerde olan Babamın önünde ikrar ederim. [10:32]
19. Yeryüzüne selamet getirmeğe geldim sanmayın. [10:34]
20. Babayı veya anayı benden ziyade seven bana !ayık değildir.
[ 1 0:37]
2 1 . (Vaftizci Yahya'ya bildirin): Körlerin gözleri açılıyor, topallar
yürüyor, cüzamlılar temizleniyor, sağırlar işitiyor, ölüler kıyam
ediyor ve fakirlere İncil vaaz ediliyor. [ 1 1 :5]
Mat ta 1 1 :2 1 vd. Mucizeler
22. Her şey Babam tarafından bana verildi ve Babadan başka hiç
kimse Oğlu bilmez. [ 1 1 :27]
23. Boyunduruğumu takının ve benden öğrenin; zira ben halim
ve alçak gönüllüyüm. [ 1 1 :29]
24. Benim anam kimdir? Ve kardeşlerim kimlerdir? [ 12:48]
25. Çünkü doğrusu size derim: Birçok peygamber ve salih adam,
gördüğünüz şeyleri görmek dilediler, görmediler; işittiğiniz şey­
leri işitmek dilediler, işitmediler. [13:17]
Bilgi
26. (Şakirtlerine) : Göklerin melekfıhı sırlarını bilmek size veril­
miştir; fakat onlara verilmemiştir. [13:1 1 ]
27. (Yaşeya'nın sözlerine atıfla): "Ağzımı mesellerle açacağım,
Dünya kurulalıdan beri gizli olan şeyleri beyan edeceğim."
[1 3:35]
28. Zira insanoğlu Babasının izzetinde melekleriyle gelecek ve o
zaman herkese kendi işine göre karşılık verecektir. [ 1 6:27]
29. Matta 1 7'de, İsa'nın heyet değiştirmesi
30. Mucizeler: "Size doğrusunu söyleyeyim, bir hardal tanesi ka­
dar imanınız olsa şu dağa, 'Buradan şuraya göç' derseniz, göçer;
sizin için imkansız bir şey olmayacaktır." [ 1 7:20]
31 . Bu küçüklerden birini hor görmekten sakının; zira size derim
ki, göklerde onların melekleri daima göklerde olan Babamın yü­
zünü görürler. [18: 10]

1 36
32. Eğer her biriniz kardeşini gönülden bağışlamazsa, göksel Ba­
bam da size öyle davranacaktır. [ 1 8:35]
33 . . . . göklerin melekfıtu uğrunda kendilerini hadım edenler de
vardır. [ 1 9: 12]
34. Ve bunu işitince, şakirtler: Öyle ise, kim kurtulabilir? diyerek
çok şaştılar. Ve İsa onlara bakıp dedi: İnsanlar katında bu
imkansızdır, fakat Tanrı katında her şey mümkündür. [ 1 9:25-26]
35. İsa da onlara dedi: Doğrusu size derim: İnsanoğlu her şeyin
yenilenmesinde, izzetinin tahtına oturacağı zaman, siz ki benim
ardımca gelenlersiniz, siz de İsrail'in on iki oymağına hükmede­
rek on iki taht üzerinde oturacaksınız. [19:28]
36. Ve benim ismim uğruna evler ya kardeşler ya kız kardeşler
ya baba ya ana ya çocuklar ve yahut tarlalar bırakan her adam
yüz katını alacak ve ebedi hayatı miras alacaktır. [ 1 9:29]
37. Dünyanın eli kulağındaki sonu hakkında kehanet. [Matta 24]
38. Bunun için siz de hazır olun; zira sanmadığınız saatte İnsa­
noğlu gelir. [24:44]
39. Yahut ben Babama rica edemez miyim sanırsın? O da bana on
iki lejyondan fazla melekleri şu anda eriştirir. [26:53]
40 . . . . fakat sana derim: Şimdiden sonra İnsanoğlunun Kudretin
sağında oturduğunu ve göğün bulutları üzerinde geldiğini göre­
ceksiniz. [26:64]

Markos
41 . Vakit tamam oldu ve Tanrının melekfıtu yakındır; tövbe edin
ve İncil'e iman eyleyin! [1 :15]

Luka
42 . . . . sağlam olanlar değil ancak hasta olanlar hekime muhtaç­
tırlar. Ben salihleri değil, ancak günahkarları tövbeye çağırmağa
geldim. [5:31 -32]
43. O günde sevinin ve sevinçten sıçrayın; çünkü, işte, gökte kar­
şılığınız büyüktür . . . [6:23]
44 . . . . zira hangi ölçekle ölçerseniz, o ölçekle size ölçülecektir.
[6:38]
45. Çünkü benden ve sözlerimden kim utanırsa, İnsanoğlu da,
kendisinin, Babasının ve mukaddes meleklerin izzetiyle geldiği
zaman, ondan utanacaktır. [9:26]
46 . . . . Şeytanın gökten şimşek gibi düştüğünü gördüm. [ 1 0 : 1 8]
47. Fakat ruhlar size itaat ettiler diye sevinmeyin, lakin adlarınız
göklerde yazıldı diye sevinin. [ 1 0 :20]

1 37
48 . . Sizin gördüğünüz şeyleri gören gözlere ne mutlu! [10:23)
. .

49. Vay sana, ey Horazin! [10:13 vd . ]


50. Gündelik ekmeğimizi bize bugün ver! [ 1 1 : 132)
51 . Vay başınıza, ey fakihler! Çünkü siz bilgi anahtarını kaldırdı­
nız; kendiniz girmediniz, girenleri de bırakmadınız. [ 1 1 :52)
52. . . . Ey akılsız, bu gece canın senden isteniyor; hazırladığın
şeyler kimin olacak? [12:20)
53. Ben dünyaya ateş atmağa geldim; eğer şimdiden tuhışmuş
ise, daha ne isterim? [12:49)
54. Dünyaya selamet getirmeğe mi geldim sanıyorsunuz? Size
derim ki: Hayır, fakat daha doğrusu ayrılık getirmeğe geldim;
çünkü bundan sonra, bir evde beş kişi olacak, üçü ikiye, ikisi üçe
karşı ayrılacaklar. Baba oğtda karşı, oğul babaya karşı . . [12:51-53]
.

55. Eğer bir kimse bana gelir ve kendi babasına, anasına, karısına,
çocuklarına, kardeşlerine, kız kardeşlerine, evet hatta kendi ca­
nına buğzetmezse, benim şakirdim olamaz. [14:26)

Ölümden sonra görülmeler [Luka 24)


Hartmann, Wund t, Ritschl / Evolut. optima.
Ritschl, Metafizik ve din.
Luthardt'ın görüşü, sayfa 1 .
Luther, sayfa 4; kurunun yanında yaşın d a yanması. Sayfa 14;
dünyanın muhtemel metafiziksel amacı.
Ritschl Tanrının hala mutlak olduğunu düşünen ve onun zorun­
lu sıfatları hakkında spekülasyon yapanlarla savaşmak zorunda .
sayfa 42; Kutsal Ruhun etik eylemin itici gücü şeklinde yorum­
lanması. Belleğe iliştirilen değer duyuşu gerçek bir duyu algısıy­
la donatılır hatalı şekilde.
sayfa 45; kişi bir başkası üzerinde ancak duyusal alanda etki ede­
bilir. Dolayısıyla, bellekteki öznel imgeler, değer duyuşumuzun
kendilerine etkinlik ve gerçeklik atfettiği bu imgeler etik eylemin
saikı olarak iş görebi lir. Bundan da Tanrının gerçekliğinin kanıh
çıkar, çünkü gelenek bize onun hahrlanmış değerini tel kin ede­
gelmiştir.

2 Metinde bu şekilde, ancak söz konusu ayette (Luka 1 1 : 1 3) şunu okuyoruz:


"İmd i, sizler kötü olduğunuz halde, çocuklarınıza iyi hediyeler vermeği bilir­
seniz, semavi Baba kend isinden dileyenlere ne kadar ziyade Rfıhulkudüs'ü
verir!" Metindeki "ekmek" alıntısı ise Matta 6: l l ' de geçen bir ifade. -çn.

1 38

You might also like