Professional Documents
Culture Documents
Carl Gustav Jung Psikoloji Ve Felsefe Pinhan Yayınları
Carl Gustav Jung Psikoloji Ve Felsefe Pinhan Yayınları
Carl Gustav Jung Psikoloji Ve Felsefe Pinhan Yayınları
Kaynak metin:
Die Zofingia-Vortrage 1896-1899, Walter-Verlag, 1997.
Çeviri için İngilizce baskıdaki malzeme de kullarulmışhr: The Zofingia Lec
tures, Princeton University Press, 1983.
ISBN: 978-605-7768-46-9
Editörün Notu+ 7
Giriş t 11
1
Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri
• 27
il
Psikoloj i Hakkında Bazı Düşünceler
• 47
III
Zofingia Cemiyeti Açılış Töreni
Başkanlık Konuşması
t73
iV
Spekülatif Düşüncenin Değeri ve Doğa Üzerine Düşünceler
• 81
v
Hıristiyanlığın Yorumlanmasına Dair, Albrecht Ritschl'in
Kuramından Hareketle Ortaya Konan Düşünceler
• 113
Editörün Notu
Jung 18 Nisan 1895'te, 20 yaşına basmasına iki ay kala Ba
sel Üniversitesi tıp fakültesine kabul edilmişti. 18 Mayısta,
birçok üniversiteden üyeleri bulunan İsviçreli bir öğrenci
kardeşliğinin, Zofingiaverein'ın1 Basel şubesine üye oldu. Ku
lübün programında, haftalık buluşmalarda gerçekleştirilen
derslerin, ciddi veya numaradan ciddi tartışmaların yanı sıra
bira partileri, geziler ve danslar da yer alıyordu. Jung'un,
kendisi de Zofingia üyesi olan, babası 28 Ocak 1896' da öldü;2
bir başka Zofingia üyesi Gustav Steiner'e3 bakılırsa Jung ilk
dersini verdiği 1896 Kasımına kadar haftalık kulüp toplantıla
rında gerçekleştirilen tartışmalara katılmadı. Ardından,
1897/98 kış döneminde Basel şubesinin başkanı olarak yaptığı
açılış konuşması da dahil olmak üzere burada dört ders verdi
Jung.
Jung 1900 Temmuzunda tıp eğitimini tamamladıktan son
ra, görünüşe bakılırsa, Zofingia derslerinin elyazmalarıru top
layıp bir kenara kaldırdı; tıpkı sonraları Freud'un kendisine
yazdığı mektuplara yaptığı gibi bunları da çok uzun yıllar
boyunca pek umursamadı. Jung'un bilimsel yazılarında ve
yayımlanmış mektuplarında Zofingia deneyimleri hakkında
hiçbir ima bulunmaz. 1925 seminerinde ve sonraki seminer
lerde gün yüzüne çıkardığı hatıralarında da o günlere dair bir
şey yoktur. Ancak 1935'te, Jung'un 60. yaş günü için hazırla
nan armağanda Zofingia günleriyle ilgili birkaç canlı ayrıntı
yayımlanmıştır, fakat bunlar da kendi kaleminden değil, eski
7
dostu ve okul arkadaşı Albert Oeri'nin kaleminden çıkmadır.4
Erinnerungen, Triiume Gedanken'ın (Anılar, Düşler, Düşünceler)
"Öğrencilik Yılları" adlı bölümünde Jung bizzat Zofingia adı
nı anmadan bu kardeşlik kulübündeki yaşantısından üstü ör
8
yımlandı. Jung ailesi elyazmalarının daktiloyla temize geçi
rilmesi işleminin gerçekleştirilmesine ve dikkatl ice gözden
geçirilmesine nezaret etti, ki elinizdeki çeviri bu kopyadan
yapılmışhr.
Çevirmen Jan van Heurck ayrıca Krishna Winston, Dorot
hee Schneider ve Marie-Louise von Franz' dan da tavsiyeler
aldı . Açıklamalar editörle birlikte van Heurck' e ait. Schneider
ve Dr. von Franz'ın notları yazarlarının baş harfleriyle göste
rildi. Jung alıntıları, özgün kaynaklar elde olduğu durumlar
da buradan alıntılandı. Aksi belirtilmediği sürece alıntıların
çevirileri Jan van Heurck'a ait.
Jung'un elyazmalarında, önemli görünen eklemeler, çı
karmalar ve kenar notları dipnotlarda verildi. Jung'un besbel
li son ders metni olarak hazırladığı metinde editörün silme,
çıkarma gibi herhangi bir müdahalesi yok.
Tavsiye, malumat ve diğer yardımları için şu şahıslara
minnetle teşekkür ediyoruz; Dr. Gerhard Adler, Georg Dut
haler, Profesör Manfred Halpem, Aniela Jaffe, Franz Jung,
Lilly Jung-Merker, Profesör Cari Schorske, Dr. A. Joshua
Sherman, Basel Devlet Arşivlerinden Dr. Andreas Staehelin
ve Dr. Ulrich Barth, son olarak Profesör Theodore Ziolkowski.
W. M.
9
Giriş
Bizzat Jung'un bu gençlik eserlerini yayımlamayı pek de
önemsemediğine inanıyorum inanmasına, fakat bunlar ol
dukça ilginç, okunaklı ve önemli. Metinler, 21-23 yaşları ara
sındayken Jung'un Basel Üniversitesinde öğrenci arkadaşla
rına verdiği derslerden oluşuyor. Jung 18 Mayıs 1895'te renkli
Zofingia kardeşlik kulübünün Basel şubesine katıldı, burada
üyelerin zaman zaman özel ilgi alanlan hakkında dersler
vermeleri gibi bir gelenek vardı. Derslerde yüksek bir bilimsel
seviyenin karşılanması, ayrıca hem siyasal hem de başka gö
rüşlerin, kendilerini akademik ve toplumsal göreneklerden
azade hisseden üyelere sahip, kapalı bir çevreye yakışan açık
sözlülükle ifade edilmesi bekleniyordu. Okur, genç hekim
adayı C.G. Jung'un kanaatlerini açıklarken kullandığı çoğun
lukla iğneleyici ve şedit dili okurken bu durumu aklında bu
lundurmalı.
Jung'un Zofingia'da verdiği derslerin, tabii metinleri bu
güne kadar kendi tasarruflarında muhafaza eden Jung ailesi
nin izniyle, artık yayımlanıyor oluşu büyük bir fırsat, çünkü
dersler hakkında bildiklerimizin, kendisi de Zofingia üyesi
olan, Gustav Steiner'in anılarından ibaret olması yanlış anla
malara neden olmuştu. Steiner Anılar, Düşler, Düşünceler met
ninin Jung'un ölümünden sonra yayımlanması üzerine metne
yorum yaptı . 1 Bizzat Jung'un da Zofingia deneyimlerine karşı
ikili bir tepkisi vardı; öğrencilik günlerinin "güzel günler,''2
ayrıca entelektüel alışveriş ve arkadaşlık kaynağı olduğunu
yazar Jung, ama öğrenci arkadaşları onun ne söylemek istedi
ğini anlayamadığından aslında ne kadar yalnız olduğunu da
söyler. Arkadaşlarına göre coşkulu, saldırgan ve gençlik ate-
11
şiyle doluydu Jung. Onlar Jung'un derslerinden layıkıyla etki
lenseler de bu dersleri kendisinin ciddiye alınmasını istediği
kadar ciddiye almadıkları için Jung'un ne denli ıstırap çektiği
hakkında en ufak fikirleri bile yoktu. Bugün, iki büyük savaşa
ve genel bir kültürel çöküşe yol açan o günlere yeniden bakı
lırsa Jung'un konuşmalarındaki saldırgan tazyik daha iyi an
laşılır. 3 Steiner da öğrencilerin o günlerde, gençlere hiçbir şey
sunmayan salt materyalist bir "miskinlik" dönemini dene
yimlediklerini belirtir: "Sonra felaketi yaşadık."• J ung felake
tin yani I. Dünya Savaşının gelmekte olduğunu görüp arka
daşlarım acilen uyarmaya koyuldu. Arkadaşlarının buna çok
az tepki vermesi onda hayal kırıklığı yarattı. Gelgelelim bir
bütün olarak Zofingia Jung için olumlu bir deneyimdi . Kulü
bün Basel şubesine üye olduğunda şubenin sekseni etkin ol
mak üzere yüz yirmi üyesi vardı. Üyeler, Jung'un katılmadığı
ve özel ilgi alanlarına yönelik daha küçük çevrelerde sık sık
buluşuyorlardı, ayrıca arkadaşı Albert Oeri'nin söylediğine
bakılırsa Jung içme ve dans için düzenlenen partilere pek de
ilgi göstermiyordu.5 Beri yandan Oeri yazısında genç arkada
şını oldukça canlı ve sevimli resmeder. Neşeli bir yoldaştı
Jung, "şu 'Fazilet Birliği'ne karşı isyan ehneye her daim ha
zırdı." Jung sonraları, hiç öğrenmeden ne güzel dans edebil
diğini keşfetti. Bu arada, öğrencilik yıllarındaki lakabı Walze
(fıçı/namlu) idi.
12
Jung daha çok bilimsel tartışmalarda etkindi. Görüşleri
bakımından aykırı olsa da "dinleyenleri, çoğumuza yabancı
bir harikalar diyarı gibi gelen spekülatif düşünce alanlarına
cezbederek" dinleyiciler üzerinde hakimiyet kuruyor ve onla
rı büyülüyordu; " . . . Odasında birlikte otururken ondan bir
şeyler öğrenmeye bakmak harikaydı. Küçük dankhund cinsi
köpeği sanki her sözümü anlıyormuş gibi dikkatle beni izli
yordu, Jung gizli güçler etkin olduğunda bu hassas hayvanın
bazen nasıl da yürek parçalarcasına inlediğini söylemeyi ih
mal etmedi." "Breo" adlı barda sık sık gece geç saatlere kadar
oturuyorlardı. Jung evinin Bülbül Ormanından geçen yolunu
tek başına yürümeyi sevmiyor, bu yüzden arkadaşı eşlik etsin
diye ne olduğuna bakmadan ilginç hikayeler anlatıyordu ona.
Neredeyse sabaha kadar dışarlarda gezip dolaşan Jung, anne
sinin sinirini yatıştırmak için biraz çiçek deriyordu.
Jung ilk üç dönemde Zofingia toplantılarında sessiz kaldı,
ancak sonraları önemli bir rol oynadı.
Zofingia'nın şiarı PatriCE, amicitiCE, litteris (A tayurt, dostluk
ve yazın aşkına) şeklindeydi. Bu kardeşlik kulübü Alman
Burschenschaften ile aşağı yukarı aynı dönemde, 1820/2l'de
kurulmuştu. Zofingia en başta bu Alman dernekleriyle iş bir
liği içindeydi, ama neredeyse gün geçmeden onlarla karşıtlığa
düştü, çünkü Almanlar İ sviçre'yi pan-Germanist harekete
dahil edip yutmak istiyordu . Zofingia daha en başından ta
mamen İ sviçre odaklı bağımsızlığını vurguladı.6 Dönem Na
polyon savaşları sonrasıydı; Napolyon öncesini görüp hayatta
kalanlar her yerde, Napolyon'un kurduğu cumhuriyet düze
nini yıkma peşindeydi. O zamanlar Alman öğrenci hareketi
mutlakçılığın tüm gölgelerine, belirli sınıfların ayrıcalıklarına,
ayrıca (daha çok İ sviçre'de) kent aristokrasisinin taşra halkı
üzerindeki hükümranlığına karşı savaşan yurtseverlik ve li
beral fikirlerle tarif edilebilecek, romantik bir başkaldırı nite
liğindeydi. İsviçre' deki hareket ise, her ne kadar ılımlı tarzda
devrimci olsa da, ulusun bağımsızlığını ve tarafsızlığını sa
vunma aracı olarak İ sviçre ordusuyla birlikte meşru bir devlet
6Bu nokta ve devamındaki bilgiler için bkz. Wemer Kundert, Abriss der Gesc
hichte des Schweizerischen Zofingervereins, Lozan: 1 961 . Bu kitaptan haberim
olmasını ve diğer malumatları Kaspar Birkhauser'in nezaketine borçluyum.
13
fikrini sıkıca savunuyordu. Ö te yandan olaylar bu kardeşlik
kulübünü bölüklere ayırdı, daha muhafazakar olan bölük da
ha liberal olanla çarpışh. Hatta daha liberal olan bölük " Hel
vetia" ya da 30'larda "Yeni-Zofingia" adıyla anılan ayrı bir
kardeşlik cemiyeti bile kurdu. Bölünme 1856' da, bölüklerin -
sonraları Jung'un da kahlacağı- yeni bir Zofingia cemiyeti
olarak yeniden birleştiği bu tarihte son buldu. Liberallerin ka
zanacağı liberal-muhafazakar çalışmasının yaşandığı Lan
genthal dönemini Jung'un takdir etmesine bakılırsa, onun ye
niden birleşmiş kardeşlik cemiyetinde muhafazakar eğilimle
re değil liberal7 eğilimlere yakınlık hissettiğini görebiliriz. Beri
yandan Zofingia bu yeniden birleşme için bir bedel ödemişti;
o tarihten itibaren üyeler kimliklerini artık dönemin parti po
litikalarıyla belirlemiyorlardı, bunun yerine yurtseverliği,
dostluğu ve eğitimi ancak genel bir tarzda destekleme fikri
yerleşmişti, böylece üyelerin her biri istediği partiye girmede
özgürdü (tabii anarşistler ve İ sviçre devletini devirip onun
bağımsızlığını alaşağı etmeye çalışan diğer partiler hariç).8 Bu
durum örgütün birliğini kurtardı kurtarmasına, fakat görü
nüşe göre, Jung'un başkanlık konuşmasında üyeleri uyardığı
tehlikeye, yani kardeşliğin gerçekçi hedefler için dövüşme
ruhundan yoksun bir halde uysal, "miskin,'' genç adamlar
kulübüne dönüşme tehlikesine de yol verdi. Ö te yandan bir
bütün olarak bakıldığında Jung'un Zofingia'yla ilişkisi olum
luydu, çünkü kardeşlik ona inzivasından çıkma ve ömrünün
bu yıllarında onu dalgalandıran fikirleri ifadeye dökme ko
nusunda yardım etmişti.
Bu erken dönem fikirlerini bu denli ilginç kılan nokta şu
dur; söz konusu fikirler Jung' un o dönemde nerde durduğu
nu göstermekle kalmayıp gençlik çağı görüşlerinin daha son
raki düşüncesiyle ne kadar tutarlı olduğunu ve gençlikte
hangi soruların, ilerleyen yaşlarında cevabını bulacağı sorula
rın, onu yoğun kedere gark ettiğini gösterir.
Jung "Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri" (Kasım 1896) adlı ilk
dersine birçok bilim insanında görülen uyuşukluğa, ahmaklı-
14
ğa ve kalıplaşmış tutuma hararetli bir saldırıyla başlayıp çağ
daş materyalist toplumu mayası bozuk bir dev şeklinde teşhir
eder. Kendisinin eleştirdiği fizik görüşleri doğal olarak bugün
zaman aşımına uğramışsa da onun tam anlamıyla zayıf nok
talara nasıl saldırdığını görmek büyüleyicidir.
Jung ilkin eter kavramının, Albert Einstein görelilik kura
mı sayesinde gereksiz bir hipotez olduğunu gösterene dek o
zamanlar genel olarak inanılan bu kavramın anlamsızlığını
gösterir. Jung'un ortaya atbğı ikinci sorun, kendisinin hatalı
olarak bazı "metafizik" nitelikler atfettiği kütle çekiminin
açıklanmasıdır. O günden bugüne bilim elbette keşiflerinde
ilerlemiştir, fakat aşın zayıflığı nedeniyle kütle çekiminin he
nüz birleşik alan kuramına dahil edilemeyen bir kuvvet oldu
ğuna, ayrıca psikokinezide görelileştirilmesinin hala tartışma
konusu olduğuna değinilebilir.9 Dolayısıyla Jung'un sezgisi
çağının kabaca ma teryalist olan fizik kuramlarının bazı zayıf
noktalarına yönelmişti doğrudan, ayrıca bugünün bilgisinin
ışığından bakıldığında kendi tezi zaman aşımına uğramışsa
da modem fizik onun temas ettiği muammayı henüz tam an
lamıyla çözememiştir.10
Jung'un sonraki saldırısı yaşamın inorganik, yani "cansız"
maddeden oluştuğunu dillendiren mekanik oluşum anlayışı
na yönelir. Onun duygudaşlık hissettiği dirimselci bakış açısı
ilerleyen yıllarda savaşı kaybedecektir, ancak bugün bir dö
nüm noktasına; bilim insanlarının yaşamın başlangıcında ne
denden yoksun yaratıcı süreçlerin (tinsel bir failin "öz
örgütlenmesi" veya eşzamanlılık) bulunma ihtimalini yeni
den dikkate aldıkları bir noktaya yaklaşıyoruz.11 R. Ruyer'nin
Aspekte der ldeen vom Unbewussten," Aufsatze und Vortrage über Physik und
Erkenntnistheorie, Brunswick: 1 961, ss. 1 23 vd. Günümüz için: Erich Jantsch ve
ıs
La Gnose de Princeton'daki12 değinilerine inanabilirsek, "zihnin
madde üzerindeki hakimiyeti" ne, Jung'un bile -tabii bana gö
re- fazlasıyla tek yanlı olarak spiritüalist bulacağı tarzda ina
nan önde gelen fizikçiler bile söz konusudur, özellikle Birleşik
Devletlerde.
Bilimde materyalizmin yeni yeni yükselmeye başladığı bir
dönemde Jung'un bu yaklaşımın zayıf noktalarını nasıl göre
bildiği meselesi dikkat çekicidir. Peki, onun aklında farklı bir
seçenek var mıydı? Kütle çekimi ve yaşamın kökeni gizemle
rinin postulat olarak koyduğu iki "metafizik ilke" hakkındaki
derslerinin sonunda, sadece burada "gerçekte kapalı birer ku
tu" dediği iki fenomenden bahseder Jung. Bununla kastı, gay
rimaddi bir fenomenin maddi olarak tezahür edebilme
imkanıdır, fakat bu noktayı daha fazla açıklamaz. İlk ders bu
rada, materyalizmin "entelektüel bir ölüm" olarak eleştiril
mesiyle aniden kesiliverir ve Jung ikinci dersinde gerçekten
söylemek istediği şeye kapı aralamakla yetinir. Dolayısıyla ilk
ders, Jung'un aklından geçenleri göstermesi için zemin hazır
layan, bilinçli bir hazırlık şeklinde anlaşılmalıdır; kendisinin
de bildiği üzere, aklından geçenler dinleyenleri fazlasıyla sar
sacaktır.
İ kinci ders "Psikoloji Hakkında Bazı Düşünceler" (Mayıs
1897) adını taşır. Ders, ahlakiliğin bilimde özsel olduğunu,
ayrıca ahlakilik olmazsa Tanrı ve "öte dünya" kavramlarına
yönelik tüm felsefi soruşturmaların değersiz olacağını vurgu
layan bir Kant alıntısıyla açılır. Bu yaklaşım, biraz sonra dö
neceğim önemli bir noktaya temas eder. Ardından metin, be
denlerin ötesinde "tinler"in veya "gayrimaddi doğa"ların
varlığına, bir de ruhlarımızın bu dünyadaki yaşamlarımızda
zaten bağlantılı olduğu "başka bir dünya"nın varlığına vurgu
yapan David Strauss, Schopenhauer ve Kant alıntılarıyla iler
ler. Devamında Jung bu sorulara, çağdaş dirimselci fizyolog
lardan bazılarının da postulat olarak koyduğu fizyolojik ol-
16
mayan bir "entelektüel varlık" ın veya "yaşam kuvveti"nin
varlığı fikrini ekler. Bu yaşam ilkesi, yani ruh, der Jung, "bi
lincimizin ötesine uzanır;" Jung'un bilinçli olmayan bir psişe
fikrini dolaylı olarak andığı ilk yerdir burası . Söz konusu ruh
zeka sahibidir (eylemlerinde bir amaç taşır) ve uzam
zamandan bağımsızdır. 1 3 Psişenin bu üç boyutu Jung'un ya
şamı boyunca aklında tutacağı mefhumlardır. Sonra Jung bu
görüşü geçerli kılmak adına maddileşme fenomeni, telekine
zi, "öteki-ben/çiftelik," telepati, duru görü, kehanet rüyaları
vs. hakkında zengin bir spiritüalist belgeleme işlemi sunar.
Sonraları Jung psikolojisinin temel kavramı olacak "psişenin
gerçekliği"nin o sıralar nasıl anlaşıldığını görebiliyor ve bu
kavramı Jung'un "Okült Denen Fenomenlerin Psikolojisi ve
Patolojisi Ü zerine" adlı doktora tezinin zemininde de bulabi
liyoruz.
Dersin sonunda başladığı noktaya döner Jung; "ahlakili
ğimizi zehirleyen ve eğitimli sınıfların ahlaki dengesizliğine
sebep olan" materyalizme bir karşı kuvvet olarak ahlakiliği
bilime geri getirmek. Jung "hayvanlara zalimce işkencelerin
yapıldığı ve insani inceliği gülünç duruma düşüren" deneyle
ri anar özellikle; " . . . etik olmayan araçlarla elde edilmiş hiçbir
hakikatin ahlaken var olma hakkı yoktur." Bu anlayışın gü
nümüzde galip gelemediğini vurgulamak isterim. O günler
den beri bilimdeki gayriahlakilik olsa olsa arth. Günümüzde
nükleer santrallere ve hayvanların deney için canlı canlı kesi
lip biçilmesine yönelik geniş çaplı karşıtlık hala "akıl dışı" ve
"bilimsellik dışı" diye küçümseniyor, sanki ahlaki veya du
yarlı bir tepkinin var olma hakkı yokmuş gibi.
Jung'un dersinde daha sonra din temsilcilerine ve bunların
etkisizliğine yönelik bir saldırı gelir, zira bu kişiler Jung' a gö
re dinin tam da özü olan noktayı; yani gizemin ve "duyu dışı
alem"in gerçekliğini inkar ederler. Burada karşımıza yine
Jung'un asla pes etmeyeceği ve dolayısıyla bana göre gelecek
kuşaklar için sorun olacak bir bakış açısıyla karşılaşıyoruz.
Modern teologlardan çoğu dini "savunmak" adına ondaki
1 3 Günümüz için bkz. John Eccles, The Human Psyche, Berlin ve New York: 1980.
17
akıldışı boyutu gözden düşürmeyi ve en dolambaçlı akıl yü
rütmeleri deniyorlar hala, oysa aslında dinin mahvına yardım
ediyorlar.
Jung'un 1897/98'de kardeşlik kulübünün başkanı olarak
yaptığı açılış töreni konuşmalarından ibaret üçüncü dersin
yoruma ihtiyacı yok; bu ders kendi başına anlaşılabilir yapı
dadır. Derste daha çok Jung'un olumlu eleştirileri ve o dö
nemdeki postulatları görünür. Bunların çoğu, tıpkı o gün ol
duğu gibi bugün de doğrudur. Jung yaşamı boyunca (siyasal
olmayan bir anlamda) liberal olmayı sürdürdü, üstelik nadi
ren Zürih'teki muhafazakar Freisinnige Partei'a fakat daha zi
yade (onun zamanından sonra siyasetini değiştiren) Der Lan
desring der Unabhiingigen'a oy verdi.14 Bana göre, bu konuş
mada ortaya çıkan erken dönem ifadelerinde "kahramansı"
bir fısıltı, büyük siyasal önderlere bir hayranlık veya davet
vardır, ancak Jung sonraları böyle düşünmeyecektir. Bu bağ
lamda dönüm noktası 1913 Aralık ayında yaşanır, bu tarihte
"Siegfried" şeklindeki kahraman simasını bozguna uğrattığı
nı hayal eder Jung. 15 Bana kalırsa Jung o ana kadar, insanlık
için veya en azından Avrupa kültürü için bir şeyler yapılabi
leceği, ayrıca dışsal faaliyetlerdeki sorunlarımıza yeni yanıtlar
bulunabileceği kanaatini besliyordu. Siegfried'ın gözden çıka
rılması bu kanaate son verdi. O andan itibaren, bilinçdışına
bel bağlayan ilkel insanın kılavuzluk etmesine izin verdi
Jung. Topyekun güç istencinden, dışarda eylemeye yönelik
tüm ayartılardan kesinkes el çekilmişti ve böylece Jung
yegane görevine, üçüncü dersin sonunda bizzat şöyle tarif et
tiği görevine döndü: Zofingia "siyasal canlılar değil insan; gü
len ve ağlayan . . . diğer insan tekleri arasında yaşadıklarını ve
toptan insan olmaya hüküm giydiklerinden birbirlerine mü
samaha göstermeleri gerektiğini bilen insan tekleri şekillen
dir[ meliydi. ]" Hala bu hedeften ne kadar uzağız!
Jung'u veliahdı ve psikanaliz hareketinin önderi yapmak
istediğinde Freud' un hissettiği şey muhtemelen Jung'un
psişesindeki Siegfried imgesiy di; yine sonradan Jung'u Ulus-
18
lararası Genel Tıbbi Psikoterapi Topluluğunu kurtarmak için
harekete geçiren de bu imgeydi, ki bu çabalar başına dertten
başka bir şey getirmeyecektir.16 Jung Siegfried'ı gözden çıka
rırken Yi Çing'in 1. heksagramında büyük insan hakkında
söylenen şu sözlerle uyum içindeydi: "Derinlikler üzerinde
titrek salınış. Ayıplama yok!" Yorum da şöyledir: "Bir geçiş
yerine varılmıştır, özgür seçim buraya dahil olabilir. Çift
katmanlı bir imkan sunulur büyük insana; katı yü ksek uçup
dünyada önemli bir rol oynayabilir ya da inzivaya çekilip
kendini geliştirebilir. Kahramanın yolundan da gidebilir uzlet
arayan bilgenin yolundan da." Jung ikinci yolu seçip dış ger
çekliğe ilişkin idealist gençlik postulatlarından vazgeçer.
"Spekülatif Soruşturmanın Değeri ve Doğa Üzerine Dü
şünceler" adını taşıyan dördüncü ders büyüleyici bir felsefi
sunumdur. Dersteki bazı noktalar belki bugün yorum gerekti
rebilir. Jung, bilimin anlamına ve amaçlarına, dışsal başarının
anlamsızlığına yönelik tartışmanın ardından, insanı mutlulu
ğa ulaştıracak gibi duran iki hedefi belirler. Hedeflerin ilki
Kant'ın kategorik b uy r uğ u nun ifa edilmesidir, bu da kişinin en
derinindeki etik vicdanı takip etmesi anlamına gelecektir;17
ikincisiyse, Jung'un o zamanlar (Eduard von Hartmann'ı iz
leyerek) "nedensel içgüdü" dediği ve "nedensel içgüdünün
doyurulması"nı kastettiği durumdur. "Nedensel" ve "neden
sellik" kelimeleri bugün farklı bir anlam yüklenmiştir.
Jung'un derste "nedensel içgüdü" dediği şey aslına bakı l ı rsa
dış ve iç gerçekliğin anlaşılmasına yönelik bireysel bir itki; son
raları, kendisinin de A nılar' da kendi mizacındaki en güçlü öğe
olduğunu itiraf edeceği, doğuştan gelen bir tutkudur. Jung
buna yeryüzüne gelişinin olası nedeni bile diyecektir. "Bu
doymak bilmez anlama dürtüsü sanki, var olanı ve olup bite
ni bilmek, ayrıca bilinemezin zayıf ipuçlarından mitsel tasav
vurları toparlamak için bilinci yaratmıştır."18 Sonraki günler
de Jung bu itkiye "nedensel içgüdü" değil anlamın keşfi dür
tüsü diyecektir. Fakat Jung'un dersin sonunda bu nedensel
16 Bkz. Barbara Hannah, fung, His Life and Work, New York: 1976, 55. 220 vd.
11 Krş. "A P5ychological View of Con5cience," CW 1 0, par. 825 vd.
1s Memories (Anılar), 55. 322/297.
19
içgüdüye kaçınılmazcasına dine götüren hakikat ve haller
arayışı demesi bu fikrin aklının bir kenarında zaten durdu
ğunu gösteriyor. Şimdilik Jung bu bilgi arayışını, dışsal olana
dayanarak içsel dünya hakkında çıkarımlarda bulunma19 ve
ya sadece içsel dünyayı olumlayarak dışsal gerçekliği yadsı
ma20 şeklinde değil, aksine gerçek deneyime dayanarak "bi
linmeyen hakkında, yeter neden ilkesiyle uyum içinde, çıka
rımlarda bulunma" şeklinde tanımlamaya devam eder. Bu da,
harfi harfine, Jung' un bilimsel amentüsüdür; ömrü boyunca
sadık kalacağı ve onun üzerinden kendisine ampirik bilim in
sanı diyeceği amentü .
Sonraki pasajda Jung bu bilme dürtüsü hakkında niçin
(nedensel) içgüdü terimini kullandığını açıklar; onu, "bizce
bilinmeyen ve bir amaca yönelik bir ideanın" tahrik ettiği
amaçlılığından dolayı kullanmıştır. Nedensel içgüdü "hara
retli bir hakikat arzusu," Faustvari bir özlemdir. Şu halde her
felsefe nihayetinde din halini alır.
Bilimsel sorgulamalarımızı yönelttiğimiz en yüksek ne
denler oldum olası, Kant'ın Ding an sich [bizzat şey] dediği, bi
linmeyen veya aşkınsal postulatlardır. Gelgelelim Jung bura
da gayet bilinçli olarak Kant'ın Ding an sichini tümüyle yen i
bir açıdan tasvir eder. Ona göre Ding an sich "görülemez ve
kavranamaz bir dünyaya, ayrıca maddi doğanın hesaplana
mazda, ölçülemezde sürmesine ve künhüne varılamaza uza
ması"na aittir. Kant zihnimizin, uzam, zaman, nicelik gibi
doğuştan gelen, belirli a priori kategorilerle sınırlı olduğunu
ve dolayısıyla hiçbir Ding an sichi, hiçbir mutlak nesneyi kav
rayamayacağımızı göstermişti. Jung bu görüşü kabul eder ve
böylece ona göre Ding an sich, ister dışsal maddi ister içsel
psişik nesne olsun, bilinemez halini alır. Kant' ın Ding an sichi
bu sayede, tabii Jung' a göre, sonraları kendisinin kolektif bi
linçdışının zemini21 veya geç dönem eseri Mysterium Coniunc
tionis'te u n us mundus diyeceği mefhumun benzerine dönüşür.
20
Bu şey ne maddidir ne içsel psişiktir, aksine kesinkes biline
mez bir şey olarak bilincimizi aşar. Bizzat Tanrı ve dışsal ev
renin temeli böylesi bilinemez olgulardandır.
Dersin devamında, bilinçdışı hipotezimizin de bu türden
bilinmez bir etken olması, bilince veya bilinene dönüştüğün
de artık Ding an sich olmaktan çıkması gibi meseleler gün yü
züne çıkar. Jung'un daha sonraki arketip tarifinin bir haberci
sini görebiliyoruz burada. Yalnızca arketipik imgeler, fikirler
ve duygular olarak tezahürlerinde gözlemleyebildiğimiz şey
bilinçdışı bir yapıdır, bizzat bilinemezdir. Geç dönem
Jung'una göre arketipik bir simge içeriği bilinir bilinmez veya
entelektüel açıdan tarif edilir edilmez ölü ve hükümsüz bir
simgedir artık. Başına bunlar gelmezse, söz konusu simge
bolca bilinemez boyut taşıyacaktır. Aynı durum, Jung'un bu
derste "ilke" dediği, bilimsel arketipik her model veya hipo
tez için de geçerlidir.
Bilim bitimsiz bir süreç dahilinde bu ilkelere veya bu ilke
ye (zira onlar çok katmanlı bir "Bir" dir) yönelir. Beri yandan
bu durum, ortada böylesi ilkelerden bir mi iki mi (veya daha
çok mu) olduğu sorusunu gündeme getirirken, Jung öncelikle
Schopenhauer'in temel ilkesinin, yani İ stencin, Kant'ın Ding
an sichinin evrim geçirmiş bir yorumu olduğuna işaret eder.
Söz konusu ilke bilinçsizdir, çünkü ıstırapla dolu bir dünya
yaratır; Schopenhauer bunu İ stencin körlüğüyle, Hartmann ise
Ding an sich, yani varoluşun aşkınsal zemini bilindışıdır diye
rek açıklayacaktır. İ nsani ıstırap karşısında yürekleri cız etti
ğinden her iki düşünür de bu sonuca varır. Bildiğim kadarıy
la, Jung'un karşıtlıklar so r u n u nu ilk kez ve güçlü duygularla
tarif ettiği yer burasıdır. Gözlemcide, tekçi düşünmeyle ya
şamdaki ahenksizliği hissetme deneyimi arasındaki çatışma
olarak tezahür eden şey genel dış ve iç dünyalarda karşıtların
bir oyunu olarak tezahür eder. Jung burada pesimist, ikici
dünya görüşünü destekleyerek Sirak Kitabı 33:15-16'dan ve
Jacob Böhme'den alıntı yapar.
Derslerin fizikle uğraşan son bölümü ayrıntıları bakımın
dan günün şartlarını karşılayamıyor. Görünüşe göre Jung'un
buradaki hedefi edilgen, atıl veya ölü karşısında etkin, canlı
veya yaratıcı olacak şekilde gerçekliğin çifte veçhesidir; Yang
21
ilkesini tek yanlı olumlu bir veçhe olarak gören Çin kültü
ründeki Yang-Yin felsefesinde, Jung'un o zamanlar haberdar
olmadığı bu felsefede yer alan karşıtlığı hahrlatan bir karşıt
lıktır bu . Jung'un sonraları Siegfried düş-imgesinde bertaraf
edeceği nokta yaşama dair salt eril olan bir bakış açısındaki
bu tek yanlılıktır. Ancak bundan sonradır ki Jung kendini di
şil ilkeye açabilmiş ve böylece, simyayı keşfi ve simya çalış
maları sayesinde, karşıtlar arasındaki trajik ve bitmez tüken
mez çekişme şeklindeki pesimist dünya görüşüne bağlı kal
mak yerine bir coniunctio oppositorum [karşıtların birliği] kav
ramına varabilmiştir. Bu derste görebileceğimiz üzere,
Jung'un o dönemler tutunduğu pesimist yaşam görüşünü
tahrik eden ve muhtemelen onu bir hekim olmaya sevk eden
saik insanlığın ıstırabı için hissettiği derin acımaydı.
Jung'un bu derste ortaya attığı ve onda derin kedere yol
açan söz konusu erken dönem sorularına bakarak, simyayla
karşılaşmasının sonradan onun için ne kadar güçlü bir dene
yim anlamına geleceğini de fark edebiliriz; zira, kendisinin
gösterdiği gibi, simya evrendeki ve insandaki karşıtlıkları uz
laştırıp birlemeyi deneyen, bilim öncesine ait bir dip akıntısı
dır ki Hıristiyan bakış açısı bunu darmadağın etmiştir. O hal
de, Schopenhauer'in kör İ stenci ve Hartmann'ın "varoluşun
aşkınsal zemini" anlayışındaki bilinçdışılıkla Jung'un şu ka
naati arasında doğrudan bir hat vardır: Varoluşun Zemini
veya Tanrı bilinçsizdir ve bilinçli hale gelmek için insana ihti
yaç duyar (krş. Antwort auf Hiob [Eyüb'e Cevap] ve Anılar'da
"Son Dönem Düşünceleri" adlı bölüm.)
Dizinin teoloji sahalarına giren son dersi (Ocak 1899) daha
önce söylenen noktanın doğrudan devamıdır; dine varır. Tıp
kı Kant'ın rasyonel felsefi düşünmenin mantıksal öz
sınırlamasını beyan ettikten sonra üzerimizdeki yıldızlı göğe ve
içimizdeki ahlak yasasına, yani bir din savunusuna dönmesi gibi
Jung da içimizdeki en derin bilinç özleminin dinsel bir özlem
olduğuna ikna olmuştu . Bugün Anılar' ından bildiğimiz üzere,
ilk gençliğinden beri gayet derin esrarengiz dinsel deneyimler
yaşamış fakat başkalarını ürkütüp kendinden soğutacak diye
bu deneyimler hakkında konuşmaktan kaçınmıştı Jung. Dö
nemin başat eğilimi, teolojide bile, dinin tüm gizemli, doğaüs-
22
tü ve esrarengiz veçhelerine alenen karşıydı. Jung'un öz ba
basının dinsel kanaatlerinin ömrünün son dönemlerinde çağ
daş materyalist kuşkularca sarsıldığını biliyoruz; bu durum,
babayla oğul arasında birçok kısır tartışmaya yol açacaktır.
Jung bu dersinde, meramını açıkça anlatmak için teolog Alb
recht Ritschl'i eleştirmeye yönelmişti . O en başta, İ sa'nın Kut
sal Kitapta geçen sözlerinden bir derleme yapar; daha sonra
aktarmak isteyeceği meselede, yani İ sa'nın bir tanrı-insan olu
şu ve dolayısıyla rasyonel olarak açıklanamayacak gizemsel
bir fenomen oluşu meselesinde bu derlemeye dayanacaktır.
Bu gibi insanlar "çağlarındaki zihinler arasında kısıtlanmamış
ve mutlak olarak, bizzat fikirleridirler . . . Herhangi bir tarihsel
temelden zamanla gelişmiş değillerdir, aksine en içteki doğa
larında tüm olumsallıklardan azade olduklarını bilirler."
Jung'un burada çoğul ifade kullanması dikkate değer, zira
ona göre Mesih, Hıristiyan akaidinin iddiasının aksine, insan
suretinde tecessüm etmiş tek tanrı-insan değildi. Jung'un son
raki yazılarından bildiğimiz üzere, Buda da ona göre bu tür
den bir tanrı-insandı.
Ardından Jung, Rönesans' tan beri felsefenin bir tür "nor
mal insan" fikrini nasıl geliştirmeye başladığını göstermeye
koyulur; tüm epistemolojik sonuçlar bu fikre örtük olarak gön
derme yapar, ayrıca filozoflar ve teologlar Mesih imgesini bu
fikir üzerinden "ölçmeye" başlamıştır. Daha sonra Kant Tan
rıyı "saf olumsuz, sınırlayıcı bir kavram" olarak görmüş, böy
lece onun Tanrı kavramından tüm hisler ve canlı bir Tanrı
deneyiminin her türden imkaru uçup gitmişti. Jung buradan
itibaren Ritschl' in Mesih ve Hıristiyanlık "açıklaması"nın ay
rıntılarına geçer. Ritschl'in görüşleri (yeri gelmişken, Kari
Barth'ı etkileyen bu görüşler) kendi başlarına artık pek de ilgi
çekici değildir, gelgelelim günümüz teologlarının çoğunda
görülen, duygudan yoksun akıl yürütmeler hala aynı çizgi
dedir. Birkaç yıl önce bir konferansta Mesih'in yeniden dirili
şinden söz ettiğimde bir teolog gayet mağrur bir ifadeyle beni
şöyle bilgilendirmişti; Mesih' in yeniden dirilişi, İ ncillerde
söylendiği şekliyle, "hakiki" değildir, aksine Mesih'in dünya
da süregiden etkililiğini betimlemek için kullanılan bir sözel
imgedir. Böylesi fikirler, der Jung, olsa olsa Mesih' e "insani
23
bir cihet verme" itkisini tatmin eder; epey sonra, 1952'de Up
ton Sinclair' a A Personal ]esus kitabı hakkında yazdığı bir
mektupta etraflıca tekrar edeceği bir eleştiridir bu.22 Günü
müzde başka teologlarsa Nietzsche'nin "Tanrı öldü" fikrini
veya Freud'un dine yönelik biyolojik açıklamasını izliyorlar.
Bu açıdan bakıldığında Jung'un Ritschl eleştirisi okumaya
değer, zira teoloji bugün bir yandan da kripto-materyalist in
dirgemeci düşünmeyle zehirlenmiştir. Dolayısıyla Mesih'le
veya Tanrıyla kurulan tüm dolayımsız deneyimler, her tür
den unio mystica [(tanrısalla) mistik birleşme] saf dışı bırakılmış
tır ve sözde dinsel yaşamımızı amansız bir bıkkınlık istila et
miştir. Fakat Jung, bu sebepten topyekun Hıristiyan geleneği
ni bir kenara atmanın doğru görünmediğini söyleyerek de
vam eder. "Mesih'in, evren-üstü doğasını, ne eksik ne fazla,
kabul etmeliyiz,'' dahası Mesih'in ait olduğu ve topyekun
dinsel yaşamı üreten metafizik fikirler dünyasını, "gizem"i
bir kat fazla kabul etmeliyiz. Fakat öte yandan -Jung burada,
artakalan büyük soruna dokunur nihayet- bu durum Ortaça
ğa geri dönüş ve "buna eşlik edecek, mevcut doğa düzeninin
parçalanması" anlamına gelecektir. Çünkü, demeye getirir
Jung, bu durumda doğanın karşısındaki uygarlaşma kazanı
mımız sil baştan yitip gider. Böylece ders cevaplanmamış bir
soruyla, Jung'un ömrünce cebelleştiği bir soruyla kapanır.
1912' de Jung, Ortaçağa veya kökensel Hıristiyan mitine23 kişi
sel olarak dönemeyeceği sonucuna varıp daha sonraları "etkin
imgelem" diyeceği bir meditasyon biçimi aracılığıyla kendi
mitini bulma yoluna girer. Bu yolda keşfettiği imgeler dünya
sı, söz konusu imgelerin kolektif tarihsel yayılışını yani simya
dünyasını bulup rahatlayana kadar kendisine öznel ve "ya
bancı" görünür. Yine burada Jung, tam da Psikoloji ve Simya
metninin girişinde ortaya koyduğu üzere, simyayla dolu din
sel simgelerden oluşan bu dünyanın Ortaçağ Hıristiyanlığıyla
nasıl da dengeleyici (ama karşıt değil!) bir tarzda ilişkili oldu
ğunu görür. Bu yaklaşımla, Jung'un Anılar metnindeki "Son
24
Dönem Düşünceleri"24 adlı bölümde gerçek itikadı olarak
özetlediği nokta arasında doğrudan bir hat vardır. Jung söz
konusu bölümde, Hıristiyanlığm ıskartaya çıkarılmaması ge
rektiği fikrini açıklar. Aksine Hıristiyanlık miti, Ortaçağ Hıris
tiyanlığmm karşılıksız bıraktığı soruna, yani doğa veya mad
deden ibaret dişil ilkenin fazlasıyla tek yanlı bir yapıda spiri
tüalist olan Hıristiyan sembolizmine derç edilmesi, ayrıca kö
tülük meselesiyle -tam da Eyüb'e Cevap metninde betimlediği
tarzda- dürüstçe yüzleşilmesi sorununa karşılık verecek şe
kilde geliştirilip "düşlerde yaşatılmalıdır" ona göre. Jung bir
keresinde bana tüm kitaplarını yeniden yazmak istediğini
söylemişti; ama Eyüb'e Cevap hariç, demişti, bu kitap olduğu
gibi kalabilir, kelimesi kelimesine.
25
1
Sağın Bilimin Sınır Bölgeleri
(1896 Kasım)
27
(Yüce, gayet saygıdeğer ve son derece hikmetli "Kamu Re
fahı Komitesi," bugün şu bitap ve köhne beynimden üç beş
kalem bir şeyler çıkarmamı mümkün kıldığı için talihli sayı
yorum kendimi.)
Her derse bir captatio benevolentice lectori sive auditori (dersi
verenin zarif okurundan veya dinleyicisinden hoşgörü ricası)
ile başlamak alışkanlık olmuştur. Bana gelince, böylesi bir
hoşgörü istirhamında bulunmak diğer her şeyden daha asli
dir. Gelgelelim dünyanın ahvali hakkında o kadar cahilim ki
şu aykırı kişiliğimi ve muhalif konuşmamı hoşgörüyü hak
edecek böylesi bir kalıba nasıl dökeceğimi gerçekten bilmiyo
rum. Ne yazık ki bir Estetik Komitesinde ne sevinç çığlığını
ne yükselen bir sesi, ne mutantan bir anlatımı ne de yaygaracı
bir ifadeyi hoş görebilecek, oldukça hassas kulaklar bulundu
ğu daha düne kadar aklıma gelmedi. Bu yüce kuruldan beni
mazur görmelerini rica ediyorum, bir de, tabii eğer lütfeder
lerse, kişiliğimi ve konuşmamı nasıl yumuşatabileceğimi bana
zarifçe göstersinler ki pek duyarlı birinci sınıf öğrencileri bile
estetik duyarlılıklarını zedelemeden söylevimi dinleyebilsin!
Uygunsuz biri olarak, ismi var cismi yok bir komiteye ol
duğu kadar her makul yurttaşa da mutlaka aykırı görünecek
bir kişi olarak, onların alnıma mührü vurup beni cehennemin
dibine yollamak istediklerini, gerçek isteklerinin bu olduğunu
çok iyi biliyorum. Dolayısıyla onlara, bu sefihi erdemin yolu
na döndürmeleri konusunda en içten yakarışlarımı sunuyo
rum; tabii yalnız beni değil, adları kötüye çıkmış ve son dere
ce ahlaksız dostlarımı da. Yine de benim, maalesef şaşkın id
rakinin kendisine ilham ettiğinden başka bir şey melemeyen
şu kara koyunun yani, üyelerinin ancak sarhoşken birbirleri
ne doğruyu söylediği fakat ayıkken Şeytanı ve onun sevgili
büyükannesini4 zevkten dört köşe edecek kadar yatıştırıcı bir
dürüstlükle birbirlerine yalan söylediği bir topluluğa kabul
edilmemi diliyorum.
İ yi bir terbiyeyi nasıl alabileceğimi; üzerine yeni bir kat
boya vurulmuş kukla misali sokaklarda nasıl dolaşabileceği-
4 Grimm kardeşlerin derlediği Der Teufel ımd seine Grofimutter (Şeytan ve Nene
si) adlı masala gönderme. -çn.
28
mi; insanlar doğru söylediğine inansın diye birinin ne kadar
yalan söylemesi gerektiğini; ismi var cismi yok bir komitenin
sahip olduğu ve bizlere yol göstermek için deniz fenerleri gibi
parıldayan bu erdemlere nasıl öykünüleceğini bana öğretecek
biri başım gözüm üstüne!
Az sonra başlayacak söylevimde genel bir hoşnutsuzluk
uyandırırsam eğer, isterim ki bu durum saflığıma verilsin;
üyeleri böylesine şen şakrak ve dostane yüz ifadesini takın
mış yarı resmi bir mahkemenin derince gizemlerini derinden
araştırmayı henüz beceremeyişime atfedilsin!
Bu giriş, derse koyduğum başlıkla alakasız görünüyorsa
affınıza sığınıyorum, lakin "öyle başa böyle tarak" kaidesi ge
reğince, bundan farklı bir yaklaşım da benimseyemezdim.
Konuşmamın bu ilk bölümündeki maksat sizlere kendimi
tanıtmaktı. İ kinci girişin amacıysa sizleri tanımak.5
29
veya konuşmaların alametifarikası şudur: Bunlar, işledikleri
mevzuun kapsamından daha fazlasını, gerçekte işleyebilecek
lerinden daha fazlasını düşündürürler her zaman.
Çoğumuz yukarıda anılan dersleri dinledik ve kuşkusuz
hepimiz, taşıdıkları anlam tek bir disiplinin sınırlarına sığma
yan ve eğitimli her insan için en hayati önemde olması gere
ken sorular sorduk kendimize. İ lgili sorunlar yalnızca uzman
ları değil herkesi ilgilendiren sorunlardır, üstelik onların nes
nel veya öznel çözümleri her düşünen insanın zorunlu kaygı
sıdır -veya olmalıdır.
Hepimizin bildiği gibi, atalet ilkesi fiziksel fenomenler
alanına özgü olmayıp insan düşüncesinin temel bir yasasını
temsil eder. Böylelikle o, dünya tarihinin gelişmesinde ah
maklıktan daha güçlü bir etkendir.7
Doğuştan gelen bir insani özellik olan bu atalet ilkesi şu
durumu kavramamıza izin verir: Bugünlerde, yani baştan
ayağa eleştirel olan zihnin çağında, neden hala toplumun her
kesiminden eğitimli insanın, içlerinden özellikle fizikçiler ve
doğa bilimleriyle uğraşanların, materyalizme bağlılıklarını
ilan ederken hiç utanmadıklarını ve böylece kendi entelektüel
sefaletlerini kanıtladıklarını görüyoruz? Tabii bu insanlar pek
de kınanamaz, çünkü çok iyi bilinen bir modeli taklit etmek
ten, yani du Bois-Reymond'lardan büyük olanının8 Berlin'de
söylediklerini papağan gibi tekrar etmekten başka bir şey
yapmıyorlar. Ne de olsa, herkesten kendi başına düşünmesini
7 Jung aşağıda iki Kant alınhsı aktardığı bölümün arasına bu paragrafı ve ar
dından gelen beş paragrafı sokmuş. Belki de metnin bu şekilde uygun olaca
ğını düşünmüştü .
s Emil Heinrich du Bois-Reymond ( 1 818-1896), Berlin doğumlu ve Berlin
30
bekleyemeyiz. Bunu dikkate aldığımızda nihai çözüm "tepe
den inme bir devrim" olabilir belki, fakat böylesi bir devrimin
çıkıp gelmesi uzun zaman alacak, üstelik atıl kitlelerin hare
kete geçirilmesi 20-30 yıllık bir emeğe mal olacakhr. Benim
için, materyalizme karşı savaşmak gücünü boşa harcamaktır;
bunu biliyorum bilmesine, fakat her şeye rağmen, gizli kusur
ları olan bu devasa, anlamsız heykelin daha net bir portresi
nin çizilmesine yardım etmeyi umuyorum.
Bu amaçla, sağın bilimlerdeki kuram ve hipotezlerin, çağ
daş yaklaşımlarda oynadıkları temel veya belirleyici rol ölçü
sünde, eleştirel bir tasvirini sunmaya çalışıyorum bu çalışma
da. Söz konusu teoremlerden yalnızca, benim yorumumda
mutlak olarak esas olanları ve en önemlileri, en meşhurları
tarhşacağım.
Bu eleştirel yorumun başlıca amacı belirli çelişkileri gös
termek. Eğer eleştirim bu yapıya sadık kalsaydı çözülemez
bir ikilem biçimine bürünür ve ortaya çıkan sonuç da olum
suz olurdu. Oysa hiçbir okur bununla tatmin olmayacağına
göre, herhangi bir fiziksel sürecin zorunlu metafizik ön var
sayımlarını gözler önüne serme niyetiyle, elde ettiğim mah
sulden açık sonuçlar çıkarma işini de üstleniyorum. Bu tu
rum, eleştirinin sırf cesaret kırıcı etkisine karşı koymayı
mümkün kılacak, böylece biz de metafizik alanında başka
eleştirel arasözler için sağlam bir kalkış noktası hizmetini gö
recek olumlu bir sonuca ulaşabileceğiz.
Bana kalırsa, iki Kant alıntısından daha iyi bir captatio bene
volenticr seçemezdim, denememi kamuya bunlarla sunuyorum:
"Her töz, yalın bir maddi unsur bile, dışsal işleyişinin nedeni ola
rak içsel bir etkinliğe sahip olsa gerek. "9
9 Immanuel Kant, Triiume eines Geistersehers, erlau tert durch Traume der Me
taphysik, Leipzig: 1 899, s. 1 5; İng. çev. E. F. Goerwitz: Dreams ofa Spirit-Seer, 11-
/ustrated by Dreams of Metaphysics, Londra ve New York: 1 900.
1 0 a.g.e., s. 14.
31
Hepimizin bildiği gibi,1 1 kocaman bir bilgelik bohçası dü
züp dünyayı gezen, oysa "buz gibi mezarları"na girinceye
dek, bohçanın içindekileri ellerinden gelen itina ve titizlikle
reklam etmekten başka bir şey yapmayan, ne zaman uygun
bir fırsat çıksa o küçük eşya dükkanlarını serip bihaber kitle
nin kendilerine sunduğu korkuyla karışık saygının tadını çı
karan insanlar - "eğitimli" denen insanlardan, yalnızca bun
lardan söz ediyorum - var. Ayrıca bu süreçte, şu küçük hedi
yelik eşya dükkanlarının yüce düzenini en ufak şekilde boza
bilecek ne var ne yoksa hepsini tertemiz ıskartaya çıkarıyor
lar. İ kinci el ıvır zıvırdan başka bir şey isteyen şu can sıkıcı
baş belaları uygun ilk fırsatta, gayet aşikar araçlarla, baştan
savılıyor. Bu taktik, bilim aleminde evrensel barışın hüküm
ranlığını güvenceye alıyor, ayrıca münferit bilim insanları
arasındaki, uzmanlık alanlarına yönelik sürtüşme ise bunu
iyice belirginleştirmekten başka bir şey yapmıyor. Bir bütün
olarak bu b i l i m dünyası, görünen yüzeyi durgun ve kusursuz
bir okyanusa benzer. Herkes mutludur burada; insanlar, her
bir şeyin açıklandığına, ayrıca hoş, düzenli ve kullanışlı böl
melere ayrıldığına dikkat çekerek birbirlerini daha da mesut
ederler. Elbette hiç kimse her şeyi bilemez, yani orta karar
hiçbir bilim insanı bir başına her şeyi bilemez, fakat o, ihtiyacı
olan her türlü yardıma "konunun otoritesi" olarak bilinen in
san kılığında, yani, herkesin farkında olduğu üzere, sıradan
bilim insanlarından daha bilgili olan ve tüm ciddiyetiyle, her
şeyin tam da olması gerektiği gibi sorunsuzca yürüyüp işle
diği konusunda bizlere teminat veren biri kılığında erişmiştir.
Beri yandan, bir kural olarak, bu geçici acil durum teknisyen
lerini çağırmaya gerek yoktur, çünkü insanlar günlük ihtiyaç
ları konusunda, sırf bu "otoriteler" in var oldukları bilgisine
dayanıp huzurla dinlenebilirler. Hatta denir ki; çokları - kim
bilir, belki de büyük çoğunluk - bu güven verici düşünceye
bel bağlama ihtiyacı dahi duymadan, herkesin yaptığını ya
pıp geçer. Bunlar en şanslılardır; parmağını bala bandıran ço
cuklar gibi, bilimsel bilginin tadını ceza kaygısı olmadan ya-
32
vaş yavaş çıkaran eğitimli insanlar. Gündüzün altından ışığı
nın tadını, iyi kötü masumca, çıkarmaları serbest olanlardır
bunlar. Onlara bakılırsa ne sorular vardır ne muammalar; yü
ce hiçbir şey, derin hiçbir şey de yoktur; ne aydınlık vardır ne
karanlık. Duygu ve düşünceleri, felsefeleri ve dinleri tek bir
düşünceyle sonuçlanır; falanca vardır, adı şudur, şurada -
tabii ot gibi- yaşar.
Çok mu ileri gittim acaba? Bence hayır. Tasvirimin doğru
luğunu kanıtlamaya yarayacak basit bir yöntem var; şu soru
yu soralım kendimize: İnsanların en çok ilgilendiği konular
neler ve bu konular hangi alana aitler?
Soruya cevap vermek için, büyük bir desteden bir iki sap
çiçek seçecek ve sizlere küçük bir demet şeklinde sunacağım.
Eğitimli insanların ilgisini çeken bu konulardan, sırf en uç
örnekleri seçseydim, evvela utanıp sıkılma nedir bilmeyen12
bir dinleyici kitlesi bulmak zorunda kalırdım. Zira günümüz
de, boğazına kadar en kepaze çamurlara batmış eğitimli bir
insan hatta bir bilim insanı görmek asla nadirattan değil.13
Fakat bunu tartışmaya gerek yok, çünkü böylesi bir tu tum
eğitimli denen insanlarda bile rağbet görmüyor. Bunun yeri
ne, şu bilginlere özgü saçmalığın kilerinden görülmeye değer
başka bir parça seçelim. Gerçekten etkileyici bir şey bu: Servet
hırsı. Parayla bir şekilde ilgilenmeyen herkes kartlarını baştan
ayağa yanlış oynamış ve yaşamının gerçek amacını ıskalamış
sayılır. Faizler %1 yükseldiğinde hep bir ağızdan Hamd ü Se
na ilahilerine sarılan o büyük cemaate kaç kişinin mensup ol
duğunu, bir kereliğine, aşağı yukarı hesaplamak zahmete de
ğerdi doğrusu. Doğal olarak bu gruba, affedilebi l i r amaçlar
için eğitim görenleri veya gözlerini "iyi bir evlilik"e dikmişle
ri de ekleyeceğim.
Tüm eğitimlilerin %90'ının bu "Selamet Ordusu"na üye
olduğunu tahmin edersek fazla muhafazakarca mı düşünmüş
oluruz? Bana kalırsa, başlangıç olarak bu sayıyla yetinebiliriz.
Mütevazı düşüncemi ortaya atma cesaretini göstereceğim:
Paranın rakipsiz gücü şeklindeki düşünceyi kabul etmeyi eği-
33
timli bir insan için utanç verici buluyorum. Söz konusu kişi
nin bir çuval altını yüceltip huzurunda şapka çıkartarak hür
met göstermesi daha da utanç verici. Nihayet bu kişinin, bilgi
ve becerilerini kendisine mutluluk verebilecek tek şeyden,
yani kişisel olarak servete sahip olma durumundan saadet
devşirmek için kullanması -daha doğrusu kötüye kullanma
sı- içlerinden en utanç verici olanı.
İ ddialarımı desteklemek adına birkaç parlak örnek ver
mem gerekir mi? "Bilimsel bilginin kutsal iklimi" havasına
bürüdükleri para çuvallarını olabildiğince çabuk doldurmak
için, sırf bunun için bilimsel meşgalelerinin peşinden koşan
herkesi mi anlatayım size? Milletin, insani mükemmellikte
zi rvP sandığı, oysa bilimlerini ve bilgilerini 30 gümüşe satan14
alimlerden mi söz edeyim illa?
Bunlardan bahsetmeyeceğim. Meseleyi kişiselleştirmeme
ye karar verdiğimden dilimi tutacağım.
Sadece hoş bir özdeyişi hatırlatmakla yetineceğim: "Peşin
parayla şu ikisini nerde olsa satın alabilirsiniz; bilginler ve fa
hişeler."
Bundan daha az etkileyici olmayan, görülmeye değer bir
diğer parça da başarılı görülme ve "kariyerli" sayılma arzu
sudur; bu dürtünün kölelerine "kariyerist" denir. Bu insanlar
türdeşleri uğruna hatta kendi iyilikleri için değil bir kurmaca,
bir sanrı uğruna çalışıp çabalar ve yaşamı yıldırım hızıyla tü
ketirler. İ nsanüstü bir gayretle ömürlerini heba, adalet ve ha
kikati ihlal ederler, kendilerinin ve başkalarının mutluluğunu
telaşla mahvederler; ne için, aşırı hararetli hayallerinden
doğma, şaşalı bir seraba, yani başkalarının gözündeki şan
şöhrete bir an önce atlamak için.
Kariyeristler hep vardı, varlar; bunu kabul etmeliyiz. Fa
kat geçmişte, kovadaki bir damlaydılar, bugünse ancak fıçı
larla tartılabilirler. Böylesi insanların, yani kuşkucu olmala
rıyla gurur duyan; sade bir insanı utandıracak kadar radikal
olan; tüm akli tutumlara karşı küçümseme saçan asılsız bir
fikre, çılgın bir farsa yaşamlarının en yüksek hedefi olarak ta
pınan insanların bulunması gerekliliği zamanın önemli bir ni-
34
şanesi. Bunlar sıradan olanın sade inancına gülüyorlar, oysa
bir yandan, hastalıklı muhayyilelerinin yarattığı o putlaştı
rılmış nefretlerinin karşısında, tümüyle geride kalmış vaziyet
te, diz çöküyorlar.
Ölüm döşeğindeki yüzyılımızın mezara giden yolunu ay
dınlatan bu kuyruklu yıldız hakikaten uğursuz.
İ şte, şu küçük demetimiz için üç sap ağulu çiçek yolduk az
önce. Şimdi dikkatimizi başka birkaç şeye, eğitimli süt kuzu
cuklarının otlamayı sevdiği, daha masum "çayır çiçekleri"ne
verelim.
Akşam yemeği vaktinde bir grup eğitimli insanı çat kapı
ziyaret edip ilginç sohbetlerini dinleyelim:
Evin eğitimli hanımı veya kocası, evin beyi yani, akşamki
misafirleri tiyatrodan, bir konserden, her türlü estetik ve sa
nat olayından konuşarak ağırlamayı kuruyor; tabii perçinle
mek için bir miktar popüler bilim de serpilmeli muhabbete.
Bir iki parça siyaset de partiyi canlandırmalı elbet.
Böylece herkes yukarıda anılan konular hakkında olabile
cek en sevimli tarzda cır cır konuşuyor. O günlerden bir tiyat
ro sahnesinin yanı sıra dünkü konserle ilgili ılıman övgülerini
veya nazik tenkitlerini ifadeye döküyorlar. Sanat galerisinde
ki sergiye gelince iş, biraz daha heyecanlanıyorlar heyecan
lanmasına ama başka birinin makulce çürütebileceği, aşırı gö
rünecek herhangi bir görüşü dillendirmeme konusunda gayet
titizler. Yüzlerinde müsamahakar bir gülümsemeyle gazete
ve dergilerde çıkan, fazlasıyla iğneleyici bir eleştiri yazısını
hatırlatıyorlar; kamuoyunun yerin dibine soktuğu bir resme
aşırıya kaçmadan, tam kararında gülüyorlar; bu sırada, konu
hakkında kendi müstakil görüşleri olduğunu göstermek için
elleri ceplerinde. Ardından, şaraplarından bir iki yudum çe
kip siyasete geçiyorlar. Doğal olarak, Ermenistan' da olan bi
ten korkunç şeyleri anmadan geçemezler. Ö lçüp biçilmiş, za
rif ifadelerle Türk sultanının zavallı Ermenilere böyle zul
metmesini biraz tuhaf bulduklarını beyan ediyorlar. Misafir
lerden biri gazetelerde okuduğu en güncel haberleri anlatıyor
ötekine; muhatabı, konu hakkında henüz gerçekten hiçbir şey
duymadığını ama kendisinin de iyi Ermenilerin akıbetiyle
gayet ilgili olduğunu söyleyerek eşlik ediyor berikine. Son ra
35
birisi röntgen ışınları meselesini gündeme getiriyor ve ardın
dan, artık eve dönme vakti! Bu akşam buluşması kesinlikle
herkesi mest etti, üstelik hepsi sohbeti son derece canlı ve za
rif bulduklarına yemin billah ettiler.
Bu çiçekleri de demetimize eklediğimizde, eğitimli bir toplu
luğun ve onun ilgi alanl arırun eksiksiz bir resmini elde ediyoruz.
Şu halde, bir parça derinlik sergilemesini beklediğimiz in
sanlara döndüğümüzde, bakınız, hepsi sığ sularda boğulmak
taydılar. Üniversiteye kaydolurken ömürlerini bilime ve ha
kikate adamaya şeref sözü verip akademik eğitim almış insan
ların sonunda bu bataklığa düştüğünü görmek üzücü değil mi?
Bize gelince, bizim de sonumuz, aynı bayağılığın bu kor
kulası sığlıklarına karşı koyamamak mı olacak? Ö tekiler gibi
biz de günün birinde, bize emanet edilen pek kıymetli talant
ları15 gömme sitemini mi hak edeceğiz? Uyandırıp göz açan
bilginin gençlik tohumunu kayıtsızlığın ölüm saçan ayazın
dan koruma gibi kutsal bir vazifemiz yok mu?
Sorular sormalı, hakikati aramalı, bilgiye erişmeye çaba
lamalıyız, başka türlü yapamayız. Gözlerini açıp göremeye
cek kadar tembel olan, bir sorunla yüzleşme bahtiyarlığına
her eriştiklerinde ölü taklidi yapan şu mankafalar ne kadar da
acınası örneklerdir. Nasıl un güvesi gibi davranılacağını diğer
herkes kadar eğitimli insanlar da biliyor maalesef.
Peki, bugün eğitimli insanlarda görülen şu akıl ermez
duygusuzluğun nedeni ne? Aslına bakılırsa birkaç sebep var.
İ lkin, büyük coşkuyla bir çırpıda yutulan ve zihinleri başka
konularla meşgul eden beyhude kitap sürüleri var. İkincisi,
çağımızın modus vivendisi [yaşam tarzı] ortada; burada insan
daha sonra iyi bir yaşam elde etmek için çalışıyor ve kendi
uzmanlığına yoğunlaşıyor. Ü çüncüsü, bilimin bazı şeyleri
gerçekten açıkladığı dogması söz konusu . Nihayet dördüncü
sü, topyekun bir kayıtsızlık var; insanlar ne çalıştıklarını veya
nasıl, niçin çalıştıklarını koyuverip geçmişler.
Kayıtsızlığın tiryakı hiç bulunmamıştır, üstelik özlü sözün
dediği gibi: "Aptallığı tanrılar bile yenemez." Aptallığın üste
sinden gelmekten başka şansımız yok.
36
..
37
iletecek bir cisim, bir iletken madde olsa gerek. Gelgelelirn bu
cisim duyularımızla algılanabilir olmadığı gibi hiçbir şekilde
öznel de nesnel de değildir. O, tamamıyla gayrirnaddidir ve
fakat duyularımızla algılanabilen maddi özgülüklere sahiptir.
Dernek ki gerçeklikle akıl arasında bir çatışma söz konusu. Bu
çatışma modern bilimin baştan ayağa materyalist ve kuşkucu
yaklaşımında ağır bir ihlali yansıtmıyor mu? Buna, katışıksız
ortak duyuya aykırı düşen bu şeye bir "açıklama" demeye
gözümüz kesiyor mu?
Bilim insanları eter hakkında konuşmayı pek sevmez, zira
herhangi bir cisimle ilişik gibi görünmeyen kuvvetlerle ve öz
gülüklerle uğraşmak sıkıntılıdır. Bu ikilemin imalarını geniş
lettiğimizde görüyoruz ki; eterin var olduğunu farz etmedik
çe ışığın varlığının da bir yanılsama olduğu sonucuna mecbu
ren varmak aklın mutlak bir koşuludur. Ancak eter yoksa, bu
durumda akıl şunu zorunlu tutar; ışık, algılanamaz bir cis
min, yani kelimenin tam anlamıyla metafiziksel olan, yani
gayrirnaddi olan bir cismin niteliklerini taşır.
Peki, bu basit zihin idmanı bizi nereye götürüyor? En te
mel akıl yürütme dizisi bizi aniden en somut fenomenler
aleminden alıp uygulamalı bilimlerde en çok küçümsenen ke
limeyle, yani "metafizik" kelimesiyle karşılaşacağımız bir
aleme taşıyıverdi. Bizi bu yola yönlendiren gerçekten sağın
bilimin ruhu mu? Öyle olsa gerek, zira burada vardığımız so
nuç olgulardan mecburen çıkarsadığırnız apaçık neticedir.
Kendilerine sahip olacak bir cisim olmaksızın özgülükler
kendilerini hakikaten trajikomik bir durumda bulabilir.
İ mkansız bir özgülüğe sahip cisim de böyledir. Söz konusu
cisim bizzat maddedir. Hepimizin bildiği gibi, karşılıklı çekim
uygulamak tüm cisimlerin doğalarına özgü bir özgülüktür.
Bu fenomen evrensel kütle çekim olarak bilinir. Çekimi izaha
yönelik girişimler bizi en netameli döngüsel argümanlara gö
türür. Zira sonuç argümanı her zaman aynıdır: Cisimler bir
birlerini çeker, çünkü çekmek cisimlerin özgülüğüdür. Peki,
bu çekimi nasıl resrnedeceğiz? Çekimin meydana gelişi su gö
türmez bir gerçektir; peki nasıl, hangi yolla? Cisme özgü bu
özgülük cisimde nasıl tezahür eder? Bir kuvvet, bir cisimden
diğerine iletilen bir kuvvet uygulanır. Dernek ki o, diğer cis-
38
me varması ıçın belirli bir güzergahı izlemek zorundadır.
Ama nasıl iletilir bu kuvvet? Zaten gördüğümüz üzere, ilet
ken maddeden yoksun bir kuvvet saçmalıktır. Dolayısıyla
kuvvet, A'dan B'ye geçmesi için bir taşıyıcı veya iletken
madde bulmalıdır. Eter uysalca bu işlevi görür mü? Bu du
rumda kuvvet de eterin bir atomundan diğerine geçecektir.
Gelgelelim bu, söz konusu şartlara göre, cismin özgülüğünün
eterin atomlarına nakledilmesi demektir basitçe. Ancak,
atomlar anılan özgülüğe sahipse, birbirlerini çekerlerdi ve A
ile B etrafında ortak merkezli eter yığını şekillenirdi, dolayı
sıyla kuvvetin A'dan B'ye geçişi duraksardı. Ya da eteri kütle
çekim kuvvetiyle ilişkisi bakımından atıl veya yansız şeklinde
mi tarif etmeli? Fakat bu açıklama, tamamıyla aşkınsal bir
açıklama olurdu, yani kavramsallaştırma güçlerimizin çok
ötesine geçerdi. Bir özgülükle ilişkisinde tümden yansız olan
bir cismin bu özgülüğü iletmesi nasıl tahayyül edilebilir ki?
Bizzat tanım çelişiktir. Bir iletkenin en başta iletken madde
olarak iş görmesi gerektiğini varsayarsak, bu iletkenin söz
konusu özgülüğü bu şartlar altında; özgülüğün kendine özgü
tezahürlerini üstlenmeksizin, yani aslında hiçbir surette özgü
lüğü elde etmeksizin üstlenmesi imkansızdır. Çünkü bu du
rumda iletkenin, bir özgülüğü bizzat onu yüklenmeden elde
edip iletecek şekilde yapılanması zorunlu olurdu. Ancak bu
düşünce o kadar kararsız ve aldatıcı ki sonunda metafizik bir
hipoteze geri döndük. Zira bir hipotezi başka bir hipotezle
açıklamak fazlasıyla dayanıksız olacaktır.18
Diğer açıdan, karşılıklı çekim sorunuyla enerjinin koru
numu yasası arasındaki ilişki nedir? Şimdiye dek belki de
hiçbir doğa yasası böylesine evrensel ve sürekli yinelenen bir
kabule erişememiştir. Hem organik hem inorganik yapıdaki
alemlerden gelen kanıt selleriyle nerdeyse boğuluyoruz. Bu ya
sa olmasaydı fizik bilimlerindeki tüm kuram ve deneyler
imkansız olurdu. Enerjinin korunumu yasası belirli bir enerji
niceliğinin tüm koşullar altında sabit kaldığını söyler bize,
yani her kuvvet için kendisine denk bir kuvvet vardır ki bu
ı s Silinmiş: Üstelik, bilimin basbayağı geride bıraktığı bir şeyin sınırına varmış
bulunuyoruz.
39
ikinci kuvvetin azalışı ilk kuvvetin artışıyla orantılıdır. Her
hangi bir enetji kaynağına, örneğin günlük şu veya bu mik
tarda enetji üreten bir elektrik santraline baktığımızda, bu
enetji nerden gelir ve onun denk enerjisi nedir? Onun dengi,
sağladığı gücü türbin motorlarıyla kullandığımız çağlayanın
kinetik enetjisinde bulunur. Çağlayanın enerji dengi nerede
dir peki? O da çağlayanın konumundan, yani suyun yüksek
ten aşağı doğru akması olgusundan devşirilmiş potansiyelde
bulunur. Su, konumunun potansiyel enerjisini güneş ışığın
dan; suyu buharlaşma derecesine kadar ısıtan ve böylelikle
onu mevcut konumuna yükselten güneş ışığından devşirir.
Bu örneği daha fazla açmamız şart değil. Bahse konu olan
yasanın anlamını, inanıyorum ki, herkes anladı.
Şimdi, bu yasayı evrensel kütle çekim sorunumuza uygu
layalım. Kütle çekimsel kuvvetin denk enetjisi nedir? Enerji
nin korunumu yasasını evrensel geçerliliği olan bir yasa ola
rak kabul etmeyi sürdüreceksek, burada da bir denk enerji
olmalı, değil mi?
Kütle çekimin çekimi asla azalmaz, çünkü her cisim dur
duğu yere değişmez bir basınç uygulayarak kütle çekimsel
kuvveti hiç durmadan kullanır. Şu halde, kütle çekimsel kuv
vet cisim hareketsiz olduğunda asla azalmaz. Hareketsizlik
durumunda çekim gizil hale gelmez, aksine kütle çekimsel
kuvvetin sabit derecesi olarak tezahür eder. Fakat söz konusu
cisim bu enerjiyi nerden alır? Bizzat kendi içinden aldığını
varsaymak durumundayız. Bu durumda cisim, tözünün bir
parçası olarak, kütle çekimsel kuvvetin denk bir kuvvetine
sahiptir. O halde, kurallara göre cisimde, kuvvetin genişleme
sine neden olan belirli değişimler olmalıdır. Bu değişimler,
şayet maddi olarak gösterilebilecek bir kuvvetin üretimiyle
sonuçlanacaklarsa, mecburen maddi olmalılar. Oysa maddi
değişimler duyularımızla, ama öznel ama nesnel olarak, algı
lanabilir yapıdadır, dolayısıyla kütle çekimdeki çekimin denk
enetjisi doğrulanabilir olmak durumundadır. Gelgelelim ger
çeklikte, kütle çekimsel kuvvetin hiçbir denk kuvvetini doğ
rulayamayız. Cismin ne içinde ne dışında değişimler meyda
na gelir; kütlesel çekim kuvvetinin sabit seviyesini koruyan
cisim yıllar yılı değişmeden öylece durur. Şu döngüsel argü-
40
mania yetinip durmalıyız: Madde kütle çekim uygular çünkü
kütle çekim uygulamak maddenin özgülüklerinden biridir.
Bir kez daha akılla gerçekliğin çarpışmasıyla karşılaşıyoruz.
Akıl denk bir kuvveti talep ediyor, ama gerçekliğin elinde
böyle bir kuvvet yok.
Bu bulgunun enerjinin korunumu yasasını geçersiz kılan
bir argüman olduğunu düşünmek fahiş bir hata olurdu. Öyle
ki, duruma daha yakından bakarsak, evrensel kütle çekim söz
konusu yasanın sapma noktasını temsil ettiğine göre, bu ya
sayı ona uygulamak zorunda olmadığımızı görürüz. Çünkü
bu yasa belirli bir enerji niceliğinin sabitliğini açıklıyor sade
ce, biz de burada o niceliğe bakıyoruz. Evrensel kütle çekimi,
sabitliğini ve değişimlerini söz konusu yasanın tanımladığı
aynı özgül enerji niceliğini sunar. Onun, daha yüksek uzam
sal kavramlarla tanımlamayı arzuladığımız, enerji dengi eri
şimimize açık değildir; zira mutlakta saklıdır.
Şimdi, modern kimya sisteminin temeli olan atom ve mo
lekül kuramına dönelim. Anılan sistemin payandası olan pos
tulatla gerçeklik arasında somut halde var olan çelişkiyi ay
dınlatmak adına çokça ifade ve argümanı işletme zahmetin
den zarif dinleyicilerimin beni kurtaracaklarına güvenim tam.
Modem kimya sisteminin mantıksal vargılarıyla işlerin fiili
gidişatı arasındaki çatışmayı hızlıca özetlemekle yetineceğim.
Bu sorun da ikincil önemdedir, çünkü burada, aklın iddiasıy
la gerçeklik arasında söz konusu olan bir uyuşmazlığı değil,
akla mutlak olarak uygun düşmeyen bir sistemle gerçeklik
arasında söz konusu olan çarpışmayı görüyoruz.
Maddenin atomlardan bileşik olduğunu düşünelim. Ta
nımı gereği atom daha fazla bölünemeyen cisimdir; uzamda
yer kaplaması söz konusu olmayan, dolayısıyla matematiksel
bir nokta olan cisim. Apaçık bir çelişkiye tanık oluyoruz bu
rada: Madde uzamda yer kaplar, dolayısıyla uzamda yer kap
lamayan parçalardan bileşik olamaz.
Biyoloji bilimleri sahası, yani botanik, zooloji ve fizyoloji -
buraya psikolojiyi de katmalıyız - çok daha önemli, kamuyu
daha çok ilgilendiren bir sorundur. Aslında yaşamın kökeni
sorununa gönderme yapıyorum.
Bu soruna dair eleştirel incelememizde, bizzat sorunun
41
kendi gelişim sürecinde izlediği yolu izlemek en iyisi. Köken
sel yaratım hakkındaki tartışma 20 veya 30 yıl önce tüm bilim
dünyasını kargaşaya sürükledi. Hararetli bir savaş ortalığı
kasıp kavurdu, hala da kavuruyor. Alevler, Dr. Bastian'dan19
gelen son çürütmeyle de dinmedi. Küllerin altında hala közler
parlıyor, üstelik közler bugünlerde mekanizmle dirimselcilik
arasındaki mücadelede tekrar harlanmakta. Sorun değişmedi;
hala aynı eski sorun, şimdilerde açık ara daha genel ve daha
tehlikeli terimlere döküldü sadece. Buradaki mesele aklın id
diasıyla gerçeklik arasındaki çözülemez çelişki meselesi de
ğildir, daha ziyade, her ikisi de akılla tutarlı olan iki iddia
arasındaki daha şiddetli bir çarpışmadır. Mesele modern, ma
teryalist-kuşkucu doğa görüşünün "olmak ya da olmamak"
meselesidir.
Organik yaşamın evrim sürecinin başlangıcına dönersek,
ilk hücreye; en eski denizin heyecanlı dalgalarıyla sarsılmış
ve gelmekte olan, henüz bilinmez bir dünyayı belli belirsiz
hisseden ilk hücreye varırız. Hücre işte orada mevcuttur ve
onunla birlikte yaşam da. Oldukça sert ve yadsınamaz bir ol
gudur bu. Peki bu hücreden önce, yani sıcak buharlar ergi
miş, kızgın yerkürenin köşelerinde yoğunlaşmadan evvel ne
vardı? Daha önce ne vardı? Tıpkı maddenin her zaman var ol
duğu söylendiği gibi, organik yaşam da en başından beridir
var mıydı? İ yi de öyleyse bu alev keşmekeşinin, akkor demir
ve platin buharlarının ortasında nasıl varlığını sürdürdü? Ya
şam, maddenin bir işlevi mi yoksa? Eğer böyleyse, kökensel
yaratım en başından teminat altına alınmıştır. Bu durumda
maddenin, zevkine göre istediği her biçimi üretmede tam
yetkisi olurdu. Oysa, organik varlıkların asla inorganik mad
deden gelişmediği, aksine sadece yaşamla temas aracılığıyla
geliştiği meselesi binlerce örneğin doğruladığı bir olgudur.
Ortada mutlak bir yasa varsa şayet, o da omne vivum ex vivo
dur [ Yaşam yumurtadan çıkar] . Pratik akıl (ampirizm) ebedi ya
salara göre sahnelenen bu doğa dramasına değişken, rastlan-
42
tısal bir oluşun asla, her ne olursa olsun, müdahale edemeye
ceğini buyurur. Oysa beri yandan, saf akıl (mantık) organik
bir varlığın varoluşunun yaşamla teması önden gerektirdiğini
buyurur. Hangi iddiayı geçerli görmeli? Bir yandan, şimdiye
dek fenomenlerin yasaya uygun seyrinde ani, keyfi bir kesinti
asla gözlemlenmemiştir; öte yandan, bugüne kadar tüm fe
nomenlerin sürekliliğinde bir ihlalin kanıtlanmadığı da eşit
derecede doğrudur. Her iki durumda da ortaya atılan iddia
nın zeminlerinin rasyonel zeminler olduğunu görüyoruz.
Hangi iddia ağır basıyor peki? Mantığın iddiası, ampirizmin
aynı zemin üzerinden kategorik olarak yadsıması gereken bir
şey talep ediyor.
Bu iddialara eleştirel bir bakış atalım. Ampirizmin iddia
sının temeli nedir? Söz konusu iddia, geçmişte benzer bir va
kanın asla gözlemlenmemiş olmasına dayanıyor. Mantığın
iddiasının temeli ne peki? Geçmişte bu türden binlerce vaka
nın gözlemlenmiş olması. "Ampirik" kanıt olumsuz, "man
tıksal" kanıt olumlu . Mantığın iddiası ağır basıyor. Sonuç: İlk
hücrenin yaratımı önceden var olan bir yaşamla temas aracı
lığıyla gerçekleşmiş olmalı. Yukarıda sıralanan nedenlerden
dolayı, önceden var olan bu yaşamın maddeye ilişik olması
imkansız, o halde bu yaşam maddeden bağımsızca, yani gay
rimaddi olarak var olmuş olmalı. Tuhaf değil mi? Rasyonel
bilimsel iddiaları eleştirel açıdan incelemek bizi gayrimaddi
veya metafizik aleme götürüyor.
Burada, dirimselciliğe yönelik eleştirel bir incelemeyle uğ
raşmak zorunlu olmayacaktır, zira yukarıdaki ara fasılda eş
değer bir üreme örneğine gönderme yaparak söz konusu il
keyi zaten tartışmış bulunuyoruz. Dinleyenlerim, bu bağlam
da dirimselcilik hakkında sonuçlar çıkarmaya fazlasıyla ehildir.
Şimdi, şu bilim insanı olmayan dostumuza, kısa bir süre
önce yüzüne, bilimin sonuçlarını ne kadar da otoriter bir tı
nıyla sayıp döktüğümüz dostumuza dönelim. Tüm bunlara
ne demesi gerekiyor? Bilimsel "sonuçlar" hakkında konuş
maya cesaret edersek, dostumuz bizim açımızdan durumun
tuhaf ve küstahça olduğunu düşünmeyecek mi? Aslına bakı
lırsa ortada sonuç diye bir şey neredeyse yok gibi. Bilim ger
çekte hiçbir şeyi açıklayamamıştır. Ü stelik bilim bir şeyi açık-
43
ladığını düşünüyorsa, bunu da bir hipotezle yapmıştır. "Ne
için"i bildiren gerçek "neden"i ne vakit arasak muazzam hiç
liğe vardık; en müphem hipotezler alanına. Hakiki açıklama
nın başladığı yerde şu bir tutam zekamız öylece işlemez oldu.
Somut fenomenler aleminde nedenselliğin işleyişini onamak
tan başka çaremiz yok. Peki, bunu açıklayabilir miyiz? Asla!
Tüm bunları dikkate aldığımızda, Darwin'in türlerin kökeni
kuramı tözel hiçbir şeyi açıklamazken bu kuramı fena halde
dert edinmek gayet budalaca değil mi? "Ne için" arka plan
dan gitmiyor; açıklanamazdır ve hala açıklanamaz duruyor.
Dostumuz, hani şu bilim insanı olmayan, bilimin gerçek
leştirdiği meşhur "aydınlanma" hakkındaki fikirlerini düşü
nüp başını iki yana sallaya sallaya çekip gidecek.
Bu konu hakkında ne söylemememiz gerekiyor? Evrensel
hiçlikten, zorlasak da hiçbir şey elde edemez miyiz? Yoksa,
bize imkansız görünenin mümkün olduğu ortaya çıkabilir mi,
böyle bir ihtimal var mı? Bizi bu kadar uzaklara getiren Ari
adne'nin ipi karanlıkta aniden kesiliyor mu, yoksa bizi gece
den çıkarıp aydınlığa götürecek şekilde daha uzuyor mu?
Sona geldiğimizi sanıyoruz, oysa aslında henüz baştayız.
Kapının kilitli olduğunu düşünüyoruz, ama anahtar elimizde.
Bilim bize kaba malzemeyi verir, neden daha ileri gidip inşa
etmeyelim ki? Temel öncüller elimizde, neden inat edip sonuç
çıkarmayalım ki?
Tıpkı organik fenomenler dünyasının açıklanması için ön
ceden var olan bir dirim ilkesinin zorunlu olması gibi, aşkın
sal özgülüklere sahip eterin belirli fiziksel fenomenlerin açık
lanmasında asli bir araç olduğunu gördük. Her iki bilimsel
hesaplamamıza da X adı altında girişelim. Her iki fenomene
ait sınırlı sayıdaki özgülüğün olumlu bilgisine sahibiz. Doğal
eğilimimiz, söz konusu fenomenlerin bu özgülüklerden başka
özgülüklere sahip olmadığını düşünmek olacaktır. Haklı mı
yız peki? Bilim dünyasındaki en güncel olayların bize öğretti
ğine göre edilgen bir tavır takınmaktan, öylece bekleyip doğa
bize başka neyi ifşa etmeyi tercih ediyorsa onu görmekten
başka çaremiz yok. Röntgen'in20 keşfi, eterin elan bildikleri-
20
W . C . Roentgen ( 1 845- 1 923), Jung'un bu dersinden bir yıl önce, 1 895' te
Würzburg Üniversitesinde X ( röntgen) ışınlarını keşfeden bilim insanı.
44
mize ek olarak başka özgülüklere sahip olduğunu apaçık ta
nıtlamıyor mu? İ nsan bilgisindeki değişimlerin daha çarpıcı
bir örneği de hipnotizmanın Alman bilim sahasına zaferle gi
rişidir. Mücadeleyle geçen bir yüzyılın ardından kamunun
dikkati sonunda dirim ilkesinin bu yeni boyutuna çekildi. Bu
fenomenler, aceleci sonuçlara zıplamaktan ve yaşamın tüm
boyutlarının artık bütünüyle keşfedildiği iddiasından bizleri
kesinlikle korumalı. Çağdaş kuşkucu materyalist görüşün
durduğu yer, olsa olsa, entelektüel ölüm getirir. Bu yaklaşım
aslında dar sınırları aşmamızı engelliyor. Nicedir zaten ağzı
na kadar dolu ambarlara veri toplamayı sürdürmeye mahkum
ediyor bizi. Mikroskoplarımızı geliştiriyoruz, onlar da her
gün, yeni, daha muazzam karmaşaları gün yüzüne çıkarmak
tan başka bir şey yapmıyorlar. Teleskoplarımızı geliştiriyo
ruz, onlar da sağ olsunlar yeni dünyaları, sistemleri gösteri
yorlar bize. Muamma öylece duruyor, tek değişimse muam
manın giderek daha da karmaşıklaşması. Dünyanın sınırsızlı
ğını hem mikro kozmosta hem makro kozmosta temaşa edi
yoruz. Tüm bunlar nerede bitecek?
Materyalist zihniyetli bilginlerimizin kurbağalar gibi vı
rakladıkları göletin kıyılarını bile henüz bilmiyorken sınırsız
lık okyanusunu kurutmaya neden can atıyoruz?
Maddi doğa alemine iki metafizik ilkenin girmesine izin
verdiğimizi yukarıda ortaya koymuştuk. Fiziksel fenomenler
incelendi ve en ufak ayrıntısına kadar tartışılarak çözümlendi.
Metafizik fenomenler gerçekte kapalı birer kitaptır. Nicedir
aşina olduğumuz özgülükler dışındaki özgülükleri soruştur
mak elbette değerli olurdu. İ ki soruna yönelik eleştirimiz biz
leri onların varlığını kabule iyi kötü mecbur bırakıyor. Yal
nızca maddi olarak tezahür eden gayrimaddi bir fenomen;
akıl dışı bir iddia değil mi bu? Hatta düpedüz saçmalık değil mi?
Özgülüklerden yoksun bir cisim tahayyül edebilir miyiz?
Bence edemeyiz. Hiç değilse, bunu yapabilecek biriyle tanış
mak isterdim. Demek ki böyle bir şeyin var olması imkansız .
Maddi özgülükler olmadan maddi bir cismi kavrayabilir mi
yiz peki? İ mkansız bu; fikrin ta kendisi çelişkili. Ama, gayri
maddi özgülükler olmadan gayrimaddi bir cismi kavraya bil i r
miyiz? Pek tabii, bugünlerde baştan ayağa bilim dünyası sı rf
45
bunu yapıyor zaten. Gelgelelim yığınla el ele yürümek iste
miyoruz. İ stiyoruz ki gayrimaddi olan gayrimaddi özgülükle
rini elinden kaçırmasın.
46
il
Psikoloj i Hakkında Bazı Düşünceler
(1897 Mayıs)
Genel Giriş
Bazılarınız geçen yıl kış döneminde yaptığım konuşmayı
hatırlıyordur muhtemelen. İ nsanları o konuşmada en çok şa
şırtan nokta giriş kısmıydı; girişten serime yumuşak bir geçi
şin dünyadaki en zor şeylerden biri olduğunu defalarca işit
tim. Bugün konuşmanun yolunu yumuşatmak için, söylevime
Kant'ın psikolojisinden alınma şu ilahi sözlerle giriş yapıyorum:
nin yaşamına mal olan bir tehlike atlattığında, yani sıklıkla, görülen ifade.
47
Hiç kuşku yok ki insanlar, saygın bilimin ve muteber felse
fenin bizler için döşediği güvenli yolu terk etmeye; dipsiz bu
caksızın alanına kendi bağımsız akınlarımızı düzenlemeye;
gecenin gölgelerini kovalamaya; du Bois-Reymond'un "lgno
rabimus" [(Asla) Bilemeyeceğiz] yazılı küçük anahtarıyla
sonsuza dek kilitlediği kapıları çalmaya delişmen bir macera
cılık diyecektir. Hayalcilik ve hurafecilikle suçlayacaklar bizi.
Yüzlerinde üst perdeden bir gülümsemeyle, doğanın demir
den yasalarını kavramaya ve asileri onlarla vurup öldürmeye
çabalayacaklar. Bunu yapacak olanlar, hani ömürlerindeki
her pazar gününü ahlak timsali sözlerle, icraat ve düşünceler
le lebalep dolduran fakat hafta içleri "Asla bilemeyeceğiz"
yazılı bir levhayla gezenler. Bizim girişimimizin de verimsiz
ve umutsuz bir girişim olduğunu, saçmalık üzerine kara kara
düşünüp kendi kendine eziyet etme olduğunu iddia edecek
ler. Schwegler'inı kaleme aldığı felsefe tarihinde geçen ve bu
raya gayet uyan ifadeyle, söz konusu kişiler bir "sokaktaki
adam felsefesi"nin, dolayısıyla "nedensellik ilkesini tümüyle
yanlış kullanan" bir insan felsefesinin taraftarlarıdır.
Kuşkusuz en ateşli itirazlar büsbütün kayıtsızlıkları yü
zünden veya, daha basit söylersek, vurdumduymaz kör Ay
vaz oldukları için birer entelektüel iyi aile çocuğuna dönüşen
lerden; sırf var olmaları gibi basit bir nedenden dolayı, bazı
sorulara ilgi uyandırmaya yönelik en deneysel çabalara bile
en ağır lanetleri savuranlardan gelecek. Tüm bunlara rağmen
ve en keskin hoşnutsuzluğu uyandırma tehlikesine karşın,
her şeyden önce bu konu hakkında konuşmayı tercih ettim.
Kendi başıma bırakılsaydım, davamın yazgısı adına ürperebi
lirdim, ama müttefiklerim var. Bunlar, meşhur sürgünlerin
veya sapkınların saflarında yer almıyorlar; aralarında Croo
kes, Wilhelm Weber ve hepsinden öte Zöllner3 gibi fazlasıyla
saygı duyulan, parlak simalar var. Müttefiklerim daha ziyade,
48
otoritelerine gönderme yapmaktan kimsenin çekinmeyeceği
itibara sahip kişiler. Aralarından üçünü; eleştirel kudretleri ve
yargı keskinlikleri tarbşılmaz olan üç ismi seçtim. Başvuraca
ğım ilk otorite olarak David Strauss' tan, 4 kendisinin Charakte
ristiken und Kritiken5 (Portreler ve Eleştiriler) metninde Justinus
Kemer ve Prevorstlu kahine6 (Die Seherin von Prevorst) hak
kındaki klasik değerlendirmesinden alıntı yapacağım.
Kahine hakkında şöyle yazıyor Kemer:
4 David Friedrich Strauss ( 1 808-1874), Protestan teolog ve gayet etkili İsa 'nın
Yaşam ı kitabının yazarı. Strauss aynca spiritüalist fizikçi Justinus Kemer'in
kitapları hakkında eleştiri yazılan kaleme almış ve bunlar Charakteristiken und
Kritiken: Eine Sammlung Zerstreuter A ufsiitze aus den Gebieten der Theologie,
A nthropologie und Aesthetik (Leipzig: 1 839) derlemesinde yer a lmıştır. Stra
uss'un bu deneme derlemesinin ikinci bölümünde Kemer'in Beobachtungen
aus dem Gebiete kakodiimonisch-magnetischer Erscheinungen ( 1 834) kitabı için ka
leme alınmış bir eleştiri yazısı bulunur (Strauss'un metnindeki VI. deneme).
Bu yazıyla birlikte, Strauss'un " Kritik der verschiedenen Ansichten über die
Geistererscheinungen," adlı XI. denemesi Kemer'in, müşahede eşliğinde iyi
cil ve kötücül ruhları gören, çarpma ve cinlerle ilgili başka fenomenleri ger
çekleştirebilen bir kadına yönelik gözlemlerini tartışır.
s Kitap hakkınd a bir önceki dipnota bakılabilir.
6 Jung. Kemer'in bu Prevorstlu kahine hakkındaki kitabından sık sık alıntı yapar;
özellikle tıp doktorasında. Bkz. The Collected Works l, ss. 49-148 ve birçok yer.
7 Olası bir karışıklığa mahal vermemek adına hatırlatmakta yarar var; ilk alın
49
İ kinci müttefikim olarak Arthur Schopenhauer'den alıntı
yapacağım. Şöyle diyor Parerga und Paralipomena'da: "Her şe
ye kusur bulup durması gündelik yaşama gölge düşüren şu
cehalet kuşkuculuğuyla savaşmak benim işim değil ."8 "Bu
günlerde, hayvani manyetizmadan ve onun gerçekleştirdiği
duru görüden kuşkulananlara kuşkucu değil cahil demek la
zım."9 Schopenhauer bunu neredeyse elli yıl önce yazmıştı.
Ü çüncü müttefikim büyük ustamız Immanuel Kant; pek
de haksız sayılmayacak bir tavırla, son filozof diye adlandırı
lan Königsberg bilgesi ve kahin-peygamberi. Kant yüzyıl ön
ce, metafizik derslerinde, rasyonel psikolojiye ayrılmış ikinci
bölümde şunu iddia etmişti:
"Bir şey, mümkün oluşu gayet açık olduğu sürece, sorunlu bir
temel üzerinden, kabul edilebilir. Ruhların var olması gerektiğini
apodiktik olarak tarutlayamayız, ama kimse bunun aksini de ka
nıtlayamaz."
50
yonel varlıklar, yani ister burada, yeryüzünde ister diğer göksel
cisimlerde olsunlar; maddenin ham haline -ama şimdi ama gele
cekte ama geçmişte- canlılık kazandırıp kazandırmadıklarına,
ona hareket verip vermediklerine bakılmaksızın, hepsi kendi do
ğalarına uygun bir birlik içinde var olurlar. Ü stelik, cisimsel var
lıklar arasındaki ilişkileri sınırlayan koşullarca belirlenmeden var
olurlar; mekanları ve zamanları ayıran mesafeler, yani görülebilir
dünyada tüm birlikleri bozacak engin bir uçurum yaratan mesa
feler burada kaybolup gider . Demek ki insan ruhunu halihazır
da, daha şimdiki yaşamda iki d ünyayla bağlantılı görmek zorun
ludur. Bir bedenle kişisel bir birlikle birleşmiş olarak ruh, açık ki,
bu dünyalardan ilkini ancak maddi olarak kavrarken, öte yan
dan, tin dünyasının bir mensubu olarak ruh gayrimaddi doğala
rın saf etkilerini kabul edip kendisi de bu etkileri yayar, öyle ki
ruhun bedenle birliği sona erir ermez geriye onun tinsel doğalar
la birlikte kesintisizce ikamet ettiği birlikten başka bir şey kal
maz; ruh kendini bilince berrak bir temaşanın nesnesi olarak teş
hir etse gerektir. " 1 1
ıı a.g.e., s. 20.
12 a.g.e., s. 2 1 .
51
Rasyonel Psikoloji
Giriş
"Tamam, her şey gayet güzel," der eğitimli hödük, "ama
kendi gözlerimle görmeden hiçbir şeye inanmam. Metafizik
dediğiniz şeyin devri geçeli çok oldu, arhk kimse onu ciddiye
almıyor. Ü stelik, metafizik mefhumlar bugün hata ortalıkta
dolaşıyorsa, kendileriyle başı henüz hoş olmayanlara musal
lat olacak bir takıntı biçimindedir olsa olsa. Rasyonel insanın
yaşamındaki her şey tümüyle fiziksel ve doğal bir düzlemde
gün yüzüne çıkar."
Evet, gerçekten du Bois-Reymond'un toplama kampına
varasıya her şey mükemmelen açık ve kavranabilirdir, ayrıca
"Rab Tanrının yarattığı" her şey kamu yararına çalışan birinin
sonunda bu tehlikeli sınırlarda inşa ettiği kampa müteşekkir
olmalıdır. Onun dört duvarı arasında gayet güvende ve rahat
hissedilir; varsın mucizeler olmasın, ki huzuru bozardı muci
zeler.
Dar görüşlü eğitimli hödüğün hayahnda şaşılası hiçbir şey
yoktur kesinlikle. Doğar, büyür ve kendini geliştirir, değil mi
ki daha yüksek bir işleyiş seviyesi ayrışmış organlar ister.
Sonra, kişiliğine ve amaçlarına uygun bir evlilik yapar. Yu
murta hücresinin döl hücresiyle birleşmesi sayesinde çocuk
ları olur. Çocuklarına, Hertwig'in kalıtım kuramı13 uyarınca,
ebeveyninin sıfatları bahşedilir. Derken ağır ağır yaşlanır eği
timli hödük; gerçi artık bu olgu sisteme öyle pek de uymaz.
Peki sonra, sonra ne olur? Sonra, sisteme hiç uymayan, tü
müyle kavranamaz bir şey olur; bir yalan berraklaşır ve bir
hata düzeltilir;14 ölür bizimki. Ama neden, hangi amaç uğru
na? Doktoru soğukkanlılıkla kaydeder; hastalık ve yaşlılık
yüzünden cebren ölüm. Kısacası oyun bitmiştir. İ şte ceset so
ğuk ve katı uzanmış, az sonra protein çürümesi devreye giri
yor. İ nanılmaz bir olgu bu; yalnızca bir kez olsaydı, sadece bir
1 3 Oscar Hertwig'in The Celi and the Tissues (çev., Londra: 1 895) metninin 1 892
şetle düzeltilir.
52
kişinin başına gelseydi dünyada kimse böyle bir şeyin olabi
leceğine inanmazdı. Oysa aynı şey hepimizin başına gelecek;
kaçınılmaz bu. Ortalama ömür zar zor otuz yıl sürüyor. Peki
neden ölüm geliyor? Sınırsız bir özen ve ehliyetle inşa edilmiş
bir organizma, en içteki amacı yaşamak olan bir organizma
neden nihayet bulsun, solup gitsin veya çürüsün ki? Bir ama
ca yönelmiş bu yaşama dürtüsü neden böylesi bir aşağıla
mayla kesiliyor? Ö lüm, en yüce ve kutsal hakkımızı, yani var
olma hakkımızı vahşi bir ihlal olarak etki ediyor üzerimizde.
Ani bir darbe ve işte tüm planlarımız, tüm umutlarımız, neşe
dolu tüm yaratıcılıklarımız paramparça. Ü stelik bu ihlal nasıl
da haince olup bitiyor. Aslında organizmaya fiilen uygulanmış
veya ondan alınmış bir şey bulmak imkansız; cesedi tarttığı
mızda canlıyken geldiği ağırlığında. Bütün olarak organizma
işte orada, yekpare ve yaşamaya hazır; ama ölüdür artık, üs
telik onu diriltebilecek hiçbir zanaattan haberdar değiliz.
Rasyonel Psikoloj i
Bedenden ayrılan, tuhaf Bir Şeydir; yaşama istenci taşıyan
Bir Şey, yaşamda organizmayla onun yaşamsal ortamı ara
sındaki uyumu koruyan bir kuvvet. Öğesel bir kuvvet gibi,
bir dirim ilkesi gibidir bu. Eskiden fizyologlar buna yaşam
kuvveti diyor ve böylece "nedensellik kategorisi"ne, gayet
yerinde, başvuruyorlardı. "Görünen o ki," der Kant, "entelekt
sahibi bir varlık ilişik olduğu maddeyle çok yakın bir ilişki
içinde mevcuttur; üstelik bu varlık, öğelerin birbirleriyle iliş
kili olmasını sağlayan kuvvetlere göre değil, onların halleri
nin içsel ilkesine göre eyler."ıs
" İ çsel ilke"ye göre eyleyen bu "entelekt sahibi varlık"a
modern fizyolojinin verecek bir adı yok, zira, sömestre değer
lendirmemde yediğim azarlara rağmen iddia etmeye cesaret
edersem, modern fizyoloji burada da nedenle etkiyi safça ka
rıştırmaktadır.
En çok küçümsenen dirimselcilerden biri olan fizyolog
Burdach16 Die Physiologie Als Erfahrungswissenschaft (Ampirik
53
Bilim Olarak Fizyoloji) eserinde şunu ortaya atıyor: "Materya
lizm, açıklamaya giriştiği yaşamı önden varsayar. Çünkü ma
teryalizmin, yaşam süreçlerini türettiği şu bileşenler karışımı
nın ve organizma yapısının ta kendileri bir yaşam sürecinin
ürünleridir." Eski dirimselciler çokça hatalar yaptılar, ama
mantığın temel zorunluluklarını asla sistemlerinin çıkarına
feda etmediler.
Yaşam sürdükçe bedene direnç gücünü bahşeden dirim il
kesi fenomenal alemdeki kalıcı etkendir. Bildiğiniz gibi, be
dendeki tüm moleküller aşağı yukarı yedi yılda bir yenilenir.
Dolayısıyla bedenin tözü sürekli değişir. Yaşamı düzenleyen,
yaşamı şekillendiren kuvvet maddede ikamet etseydi şayet,
bedenin görünüşünün sürekli dönüşümünden daha doğal bir
şey olamazdı. Fakat gerçekte olup biten bu değil, insanın dış
sal özellikleri aynı kalır. En küçük ayrıntıya dek her şey ko
runur. İ nsanın belleğindeki tüm imgeler sabit kalır, üstelik
entelektüel yetileri aşağı yukarı aynı seviyeyi muhafaza eder.
Kısacası, tözündeki değişime rağmen birey aynı kalır. Demek
ki görünüşe bakılırsa principiu m vitae, yani deyiş yerindeyse
maddenin inşa edildiği binanın iskeleti varlığını sürdürür.
Burdach'ın iddiasına göre: "Bedenlerimizin maddesi sü
rekli değişirken, yaşamlarımız bir ve aynı kalır. Cisimsel ya
şam organik maddenin daimi, eşzamanlı bozuluşu ve şekille
nişiyle sarmalanmıştır. Şu halde yaşam, maddeye baskın da
ha yüksek bir şeydir . . .
"
54
maz oluşu giderek daha da açıklık kazanıyor. Hal böyleyken
bugün bu köhne yanlış patikaya bir kez daha koyulanlar ya
kında sessiz sedasız, başları önde, gerisingeri dönecekler; tıp
kı bütün selefleri gibi."17
Organik yaşam fenomenini yeter neden ilkesine tabi tutar
sak, yani "nedensellik kategorisi"ni doğruca işletirsek, optik
alanında eterin varlığını postulat olarak koymanın zorunlu
luğu gibi, bir dirim ilkesinin varlığını koymak da zorunlu
olur. Bu postulat, bilim yönteminin ilk ilkesini, yani bir feno
meni açıklamak için kullanılan ilkelerin asgaride tutulması
gerektiğini dillendiren ilkeyi ihlal etmez. Elimizdeki vaka
daysa yeni bir ilkenin kabulüne mecburuz, çünkü önceden
var olan hiçbir ilke uygun bir açıklama sağlamıyor.
Birey hakkında doğru olan, herkes için doğrudur; Darwin'in
doğal ayıklama kuramı evrimi hakkıyla açıklayamadı, hatta
yeni türlerin evrimi söz konusu olduğunda göz ardı edilebilir
bir etkene dönüşüveriyor. Filogeni alanında bir dirim ilkesi
nin varlığını postulat olarak koymak, diğer alanlarda oldu
ğundan daha zorunludur.
Dirim ilkesi eski fizyologların "yaşam kuvveti"yle aşağı
yukarı denktir. Bu ilke, beyninkiler de dahil olmak üzere tüm
bedensel işlevleri yönetir, dolayısıyla bilinç serabral korteksin
işlevlerince belirlendiği ölçüde bilinci de yönetir. Şu halde,
Kant'ın yaptığını yapmamalı, yani yaşamın ilkesini bilinçte,
daha özel olarak öz-bilinçte aramamalıyız.
Dirim ilkesi, bedenin -bildiğimiz gibi- bilinçle idare etme
diğimiz işlevlerini, bitkisel psişeye ait işlevleri de yürüttü
ğünden bilincimizin çok ötesine uzanır. Bilincimiz beynimizin
işlevlerine, bunlar da dirim ilkesine bağlıdır, dolayısıyla di
rim ilkesi bir tözü temsil ederken, bilinç olumsal bir fenomeni
temsil eder. Ya da Schopenhauer'in dediği gibi: "Bilinç aşkın
sal bir ideanın nesnesidir." Hayvani ve bitkisel psişe işlevleri
nin ortak bir kökü olduğunu böylelikle görüyoruz; edimsel
özne. Cesaret edip bu aşkınsal özneye "ruh" diyelim. Peki
"ruh" ile ne kastediyoruz? Ruh, uzam ve zamandan bağımsız bir
zekadır.
55
1. Ruh mu tlaka zeka sahibi olsa gerek. Zekanın ölçütü eylem
lerinin bir amaca bağlı olmasıdır. Bedenlerimizin bizde fazla
sıyla maksatlı etkilerde bulunduğu yadsınamaz, dolayısıyla
ruhun zeka sahibi olduğunu postulat olarak koyuyoruz. Ne
densellik yasası herhangi bir a priori konuma sahip değilse, bu
postulat kanıtlanmış olacaktır.
2. Ruh, uzamla zamandan m utlaka bağımsız olsa gerek. Uzam
ve zaman kavramları anlama yetisinin kategorileridir, bu
yüzden Ding an sich [bizzat şey] söz konusu olduğunda mec
buri kavramlar değillerdir. Ruh tüm duyu algılarından sıyrı
lır, dolayısıyla ruh herhangi bir maddi kuvvet biçimi olamaz.
Yalnızca maddi bir biçimdeki kuvvetler algının nesneleri ola
bilir. Beri yandan, uzam ve zaman kategorilerinde yargı yetisi
duyu algılarına dayanır. Şu halde, yalnızca maddi bir biçim
deki kuvvetler yargı yetisinin nesneleri olabilir, yani yalnızca
maddi bir biçimdeki kuvvetler uzamla zamanın sınırları için
de hareket eder. Ö rneğin, uzam-zaman oranına eşit olan hız
kavramım dikkate alalım. Ya da fiziğin temel mekanik yasala
rından herhangi birini düşünelim.
Ruh maddi bir biçimdeki kuvveti temsil etmez, o halde
onunla ilgili hiçbir yargı da olamaz. Beri yandan, hakkında
yargıya varılamayan her şey uzam ve zaman kavramlarının
dışında durur. Böylece, ruhun ölümsüzlüğünü postulat ola
rak koymak için yeter nedenimiz vardır.
Ampirik Psikoloji
Giriş
Buraya kadar Kantçı felsefenin kutsanmış zeminine basa
geldik. Şimdi, "karanlığın diyarı"na girmemize engel olan
kapıları yarmayı tercih edersek bize başka kim eşlik edecek?
Bizzat Kant'ın şu ifadeleri çıldırtıcı değil mi: "Deneyimin
bizlere sadece iç duyuya sahip varlıkların var olduğunu öğ
retmesine imkan yok" ? (Psikoloji)IB
Ya da bir başka pasajda şöyle diyor: "Bu ruhlar hakkında
daha fazlasını, bedenden ayrılmış bir ruhun neler başarabile
ceğini mesela, söyleyemeyiz. Bunlar dış duyularla algılanabi-
56
lir nesneler olmadığından uzamda var olmazlar. Bunun öte
sinde hiçbir şey söyleyemeyiz; söylersek ham hayaller uy
durmaktan başka bir şey yapmamış oluruz." (Psikoloji)
İ şte bir başkası: "Şunu söylemeye cüret ediyorum: Gözle
mim . . . felsefi içgörünün bu türden varlıklar hakkında bir şey
leri gözler önüne serebileceğinı büsbütün gösteriyor, üstelik
gelecekte onlar hakkında artık böylesi anlayışlara sahip ol
mama ihtimalimize rağmen, şu an bildiğimizden fazlasını as
la bilemeyeceğiz. "19
Kant başka türlü konuşamazdı, zaten kendi bakış açısına
göre kesinkes haklıydı. O bunları söyledikten sonra yüzden
fazla yıl gelip geçti. Bu süre zarfında Kant'ın dediklerini
onaylayacak hem de bunların anlamlarını umulmadık tarzda
genişletecek pek çok şey olup bitti . Kant epistemolojisi de
ğişmeden öylece duruyor, fakat tüm dogmatik sistemlerin ba
şına mutlaka geldiği gibi onun dogmatik öğretileri de değişi
me uğradı. Kant' ın fikirlerini gölgede bırakacak taze bir dahi
ortaya çıkmadı. Onun fikirlerini gölgede bırakanlarsa geçerli
likleri sorgulanamaz olgular.20 Bugün, Wallace' ın21 isabetle
belirttiği gibi, tembellikleri veya kudurgan kuşkuculukları
bazı duyu dışı verileri inkara yol açanlara, hiç uğraşmadan,
gülüp geçebiliriz.
Kant'ın söz konusu olguları bilmesi imkansızdı, başka tür
lü konuşmanın elinden gelememesinin nedeni de bu. Baron
de Pre1,22 bugün yaşasaydı Kant'ın kesinlikle bir spiritüalist
olacağını söylüyor haklı olarak. Kant, Swedenborg'la temasa
geçmeye ne zaman ne de çaba harcamıştı;23 elinden geldiğince
Swedenborg'un iddialarının doğruluğunu sınadı, ayrıca onla
rı dikkatli ve tarafsızca okudu. Alman topraklarında, bugüne
dek doğmuş bilgelerin bu en büyüğüyle onun çocuksu taklit-
57
çileri arasında; hani kendilerine Kant' a gönderme yapma şe
refini bahşeden oysa onun derin fikirlerini olsa olsa onayla
yabilecek bir şeyi bastırmaktan veya bununla alay etmekten
başka ellerinden bir şey gelmeyen bu taklitçiler arasında ne
büyük bir tezat var!
Ü stelik insanlar spiritüalizme saldırmada Kant'ın fikirleri
ni kullanırken ancak budalalıklarını teşhir ediyorlar; halbuki
bizzat Kant şöyle demişken:
21 a y.
'" Johann Zöllner'in Wissenschaftliche Abhandlungen eseri 1 878-79 tarihleri ara
sında Leipzig'de yayımlandı.
58
yat eden bir çığlık" tı. Bilimin ve toplumun Yahudileştirilme
sine karşı mücadelesinde ölümcül yara almış bu yüce gönüllü
adam 1882'de bedeni yaralı, kalbi kırık vaziyette öldü. Elbette
dostları, meşhur fizikçi Wilhelm Weber, filozof Fechner,29 ma
tematikçi Schubner ve Ulrici Zöllner'in davasını desteklemeyi
sürdürürken, beri yandan inatçı Wundt,30 kaypak Carl
Ludwig31 ve kinci du Bois da ahlaki çöküş içindeki Alman
ya'nın her yanında bu davayı karaladılar. Her şey boşunaydı;
Berlin Yahudisi galebe çaldı. İ manlıların o küçük bölüğü bu
harlaşıp gitti. Almanya' da spiritüalizmin tek eğitimli taraftarı,
inatla görmezden gelinen Baron Cari du Prel' dir, Rusya' daysa
bilimsel eğitim alıp spiritüalizm davasını savunan iki kişi var:
St. Petersburg' da, ihtiyar meclis danışmanı Alexander Aksa
kov32 ve St. Petersburg Ü niversitesinde zooloji profesörü olan
Wagner.33 1892'de iki İ talyan; Brera Gözlemevinin müdürü
olup Mars hakkındaki çalışmasıyla ünlenen astronom Schia
parelli34 ile meşhur antropolog ve psikiyatrist Lombroso3S spi
ritüalizme inandıklarını ilan ettiler. Lombroso bunu klasik iti
rafıyla yaptı: "Gerçeklerin kölesi olmaktan gurur duyuyo
rum ." İ ngilizlerin daha özgürce düşündüğünün bir gösterge
si, sadece meslekten bilim insanlarından oluşan Dialektische
Gesellschaft'ın kuruluşuydu, ki bana göre bu dernek Britanya
Bilim Derneğinin bir şubesiydi.
Almanya' da -ve İ sviçre' de- Kant, Schopenhauer veya Zöll
ner gibi insanlar sanki hiç yaşamamış gibi, esamisi okunmu-
şünen hekim.
59
yor. Geçip gittiler ve unutuldular. İnsanlar, çok daha yakın
dan incelenmeyi hak eden du Prel şöyle dursun, bugünlerde
kendisi ve bilinçdışı kuramı oldukça moda olan Eduard von
Hartmann'ı bile dinlemeyecek. Bilimin şu söylev kürsülerin
den işittiğimiz şey materyalizmin bin katlı yankısı . Bu iğrenç,
pis kokulu bitki memleketin tüm bilimsel kurumlarında yetiş
tiriliyor, üstelik kariyer insanlarının gübresiyle gayet güzel
besleniyor. Mekanizm yanlısı psikolojide ve sinir-kas fiziğin
de36 boğulmuş bir profesör şaşkın zihinleri dölleyen zehirli
tohumunu ekiyor; bu zihinler de böylece, bazısı otuz, bazısı
altmış, bazısı yüz katlı, görkemli meyveler veriyor, kıyas ka
bul etmez zırvalar doğuruyor. Üniversitenin tepelerinden
çamur sızıyor aheste aheste. Bunun doğal sonucuysa toplu
mun üst kademelerinin ahlaki değişkenliği ve işçilerin tüm
den vahşileştirilmesi. Netice: Anarşistler, toplumculuk karşıtı
yasalar vesaire. Ruhban sınıfı imansızlık şeytanının insanların
kalbindeki istikrarlı ilerleyişine karşı doğal olarak büyük pa
tırtı koparıyor, gelgelelim bu durum onların vaiz kürsülerine
çıkmalarını, spiritüalizm günahını şiddetle kınamalarını, ay
rıca insanları spiritüalistler hakkında her türden batıl inançla
doldurmalarını engellemiyor. Böylece ruhban sınıfı hiç far
kında olmadan genel ahlaki çöküşü yüreklendiriyor, üstelik
polis, yani yasaların muhafızı da spiritüalizm sahtekarlığını
engelleyerek aynı amaca hizmet ediyor. Yaşamda her şeyin
salt "doğal" olduğuna inanan her rasyonel insan, öğretmen
mesela, kendi aydınlandığı lambayı söndürme tehdidinde bu
lunan bu Ortaçağ saçmalığına karşı öfkeden deliye dönüp
ona savaş açıyor. Gözüyle göremeyeceği hiçbir şeye inanma
yan, pek değerli eğitimli hödükse spiritüalizm karşıtı her asıl
sız habere, gazetecilerin söylediği her sefil yalana körü körü
ne inanıp "ilerici" basının konu hakkında yayımladığı litera
tür bataklığına zevkle yuvarlanıveriyor. Mutluluk saça saça,
Lüdwig Büchner'in Kraft und Staffını;37 Göttingen'in eski pro
fesörü Lichtenberg' in,38 "Bir kafa bir kitaba tosluyor da kof bir
60
ses çıkıyorsa, bütün suç kafanın mıdır?" değinisinin tam an
lamıyla uyacağı bu kitabı okuyor.
Günün birinde eğitimli hödüğün doğal tarihi yazılırsa
tembellik bölümü kitabın yarısını tutmalı. Kant bu konuda
şöyle diyor: "Tembellik ve ödleklik insanların büyük çoğun
luğunun, doğa onları diğerlerinin vesayetinden kurtardıktan
çok sonra bile, ömürleri boyunca büyümeye razı gelmemele
rinin nedenidir."
Bu alınh üzerine başka yorum yapmam gereksiz, görüşü
mü tastamam açıklıyor çünkü. Şu halde yapılabilecek en iyi
şey onayımı bir zeyl gibi eklemek.
Ampirik Psikoloj i
Konuşmamın, ampirik psikolojiyi ele alacak, ikinci bölü
münde, ilk bölümdeki kuramsal refleksiyonlardan tümüyle
memnun olmayanları tahnin etmesi gereken belge niteliğinde
kanıtlar sunacağım. Beri yandan, aynı olgusal kanıtlar birinci
bölümdeki kuramsal anlatımdan, ilkece, tahnin olanların iş
tahını kaçıracak.
Tıpkı gündelik pratik yaşamlarımızda olduğumuz gibi,
araştırmada da tümüyle ampirik yönteme bağlıyız. Sezgi,
eleştirel zihni ikna etme gücünden yoksundur; tıpkı kuramsal
düşünümlerin pratik durumlarla nasıl uğraşacağımızı gös
termeye güçlerinin yehnemesi gibi. Hal böyleyken, tuhaf olan
şu ki rasyonel psikolojinin bulgularıyla baştan ayağa hemfikir
olan çok sayıda insan psikolojinin ampirik bir yanı da oldu
ğunu kabule çeşitli gerekçelerle yanaşmıyor. Düz bir ifadeyle
söylersek, Eski ve Yeni Ahitin mucizelerine kesinkes inanan,
oysa yeryüzünde hiçbir şey için aynı veya benzer olayların
bugün de olabileceğini kabul etmeyen yüzlerce belki binlerce
insan var Basel' de. Yine, ruhun varlığını ve bir dizi mümkün
sıfata sahip olduğunu kuramsal düzlemde kabul edip her
hangi birinin böylesi şeylerin pratik deneyimini yaşayabilece
ğini reddeden insanlar var. Hiçbir şeyi umursamayan ve ya
şam resminde sırf karanlık gölgeleri canlandıran insanlara ge
lince, onlardan söz etmemize hiç gerek yok.
Ampirik psikolojinin asli kaygısı rasyonel psikolojinin ku
ramlarını destekleyen, olgusal belgelemeler sunmakhr. Ras-
61
yonel psikolojinin ilk ilkesi, ki ruhun varlığıyla ilgilidir, olgu
sal belgeleme gerektirmez. "Nedensellik kategorisi"ni doğru
işletirsek ruhun varlığını mecburen kabul etmemiz gerekir.
Nedensellik kategorisini işletmeyen veya daha ziyade, buna
ihtiyaç duymayan insanlar konu hakkında görüş bildirmeye
doğal olarak ehil değildir. Ruhun varlığını destekleyen olgu
ların sayısı adeta bir ordu kadardır. Ruh var olmasaydı bu ol
guların var olması da imkansız olurdu. Oysa imkansız olgu
diye bir şey olmadığına göre ruh mutlaka vardır.
Ampirik psikolojinin esas görevlerinden biri rasyonel psi
kolojinin belirlediği ruh tanımının ayrıntılarıyla belgelenme
sini sağlamaktır. Ruhun uzam ve zamandan bağımsız bir
zeka olduğunu yukarıda belirtmiştik.
1. Ruh zeka sahibidir. Bu ilkeyi destekleyecek asli kanıt ru
hun amaca yönelik etkinlikleri, onun düzenleme ve tasarruf
gücüdür. Ruhun, bu gücüyle ilgili etkinliği maddileşme feno
meninde açığa çıkar. Tüm dinleyicilerimin maddileşme teri
minin anlamını bilip bilmediğini kestiremediğimden, bu fe
nomeni açıklamak adına değinilerime ara verdiğim için bilen
lerden beni mazur görmelerini rica ediyorum.
Ruh duyularla algılanamaz, çünkü varlığı uzanım dışın
dadır. Bir şeyin duyularla algılanabilir hale gelmesi için
uzamsal, yani maddi bir biçime bürünmesi gerekir. Ruhun,
duyularca algılanan her temsili maddileşmedir. En şaşılası ve
inanılmaz maddileşme, ki asla meydana gelmemiştir, bizzat
insandır. Beri yandan, çoğu insan kendi varoluşuna hayret
etmekten acizdir, dolayısıyla "ruhun maddileşmesi olarak in
san" mefhumunu hakkıyla anlayamaz. Şu halde başka feno
menler bakınmalıyız, öyle fenomenler arayalım ki kendiliğin
den ve aniden gerçekleşen tezahürleri bizleri zeka sahibi bir
varlığı tam da bu fenomenlerin spiritus rectorlarına indirge
meye mecbur bıraksın. Aradığımız fenomenler Crookes,
Zöllner, Wilhelm Weber, Fechner, Wagner, Wallace ve başka
pek çoklarınca gözlemlenen, olağanüstü maddileşmeler. Royal
Society üyesi olan Varley ve Crookes 1873' te, Londra'daki la
boratuvarlarında Florence Cook adlı medyumun yardımıyla
bir maddileşme gerçekleştirmeyi, aynca elektrik ışığı altında
medyumla birlikte bu maddileşmenin tekrar tekrar fotoğrafı-
62
nı çekmeyi başardılar. Onca başarısız gırışımın ardından
Wagner de, Pribitkov[a] hanımefendinin desteğiyle, St. Pe
tersburg Üniversitesinin bir odasında medyumun başının
üzerindeki bir eli fotoğraflamayı başardı. 1877- 1879 arasında
medyum Dr. Stack'la birlikte deneyler yapan Fechner, Wil
helm Weber ve Zöllner, bildiğim kadarıyla, hiç fotoğraf çek
mediler, fakat iki yazı taşı arasına serili, is karası bir kağıdın
üzerinde birkaç el izi ve ayak izi elde ettiler.
1875'te ilk kez, boş alanda kendi kendine maddileşmiş el
lerden parafin kalıpları alındı. Massachusetts'teki Wellesley
College'da jeoloji profesörü olan William Denton'ın (ö. 1883)
Yeni Gine'deki bir jeoloji gezisi sırasında kazandığı bir başa
rıydı bu. O dönemden beri söz konusu deneyler İ ngiltere'de
ve Kıta Avrupa'sında büyük başarıyla tekrarlandı. Bizzat be
nim elimde de bu tür fenomenlerin fotoğrafları var, görmek
isteyen herkes istediği zaman görebilir. Ruhun zeka doğrul
tusundaki düzenleme ve tasarruf etkinliği fikrini doğrulayan
kanıt parçalarına gönderme yaparak devam etmek şimdi da
ha kolay olacaktır. Gelgelelim konuşmamın kapsamının sınır
lı olduğu düşünülürse, önceden gönderme yaptığım örnekler
yeterli gelecektir. Bu konuların peşine düşmek isteyenlere
Mutze'nin Leipzig'de bulunan Spiritüalizm kütüphanesinde
Zöllner'in Wissenschaftliche Abhandlungen'ine ve Alexander
Aksakov'un Animismus und Spiritismus'una, ayrıca Wallace ve
Crookes' in incelemelerine bakmalarını öneririm.
Şimdi, ruh tanımımızdaki ikinci öğeyi belgelemek zorun
dayız. Neydi bu öğe: Ruh, uzam ve zamandan bağımsızdır.
Kavramsal kategorilerimizin, yani uzamla zamanın öte
sindeki her şey aşkınsaldır. Aşkınsal olan, yani uzamsal ol
mayıp zamansal da olmayan her şey tarafımızca kavranabilir
değildir, tam da bu anlamda "Ignorabimus" [ (Asla) Bileme
yeceğiz] iddiası tümüyle makuldür. Aşkınsalla yüz yüze geli
şimiz duyusal deneyimin o psişik alemiyle sınırlı değildir.
Aksine, Isaac Newton' un Philosophia? Naturalis Principia Mat
hematica (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) eserinin yayım
lanmasına tanıklık eden 1687 yılından beri insanlar gündelik
yaşamlarında aşkınsalla karşılaşma deneyimini yaşayabilmiş
tir. Uzaktan, temas etmeksizin etki edebilecek (actio in distans)
63
bir kuvvet olarak tanıtılan evrensel kütle çekimi, son derste
bu yasaya yönelik eleştirimde açıkladığım üzere, aşkınsal bir
ilkenin doğrudan tezahürüdür.
Kütle çekimi salt aşkınşaldır. Onun uzam ve zamandan
başarıyla azade oluşu, en başta, asli unsur niteliği taşıyan bir
kuvvet olarak enerjinin korunumu yasasına uymayışı; ikinci
olarak, corpus ibi agere non potest, ubi non est (bir cisim bizzat
bulunmadığı yerde etki edemez) ilkesine uymayışı nedeniyle
ve üçüncü olarak, mutlak şekilde sabit olduğundan iş görme
si için zamana ihtiyaç duymayışı nedeniyledir. Uzak mesafe
den etki etmenin, yani actio in distansın alametifarikası işte
budur.
Organik yaşam fenomeninin metafiziksel ön varsayımı
olarak ruh da uzamı ve zamanı aşkındır, tam da bu nedenle
ruhun duyuyla algılanabilir tezahürden azade oluşu kendisi
nin actiones in distansın temel kuvveti gibi görünmesiyle açık
lanmalıdır. O halde, ruh tanımımızın ikinci kısmını doğrula
mak istiyorsak actio in distansı doğrulayan kanıtı sunmalıyız.
Kanıtımızı en anlaşılabilir ve şeffaf şekilde sunmanın en
iyi yolu buradaki tartışmayı; 1) uzamda uzaktan etki ve 2) za
manda uzaktan etki, olmak üzere ikiye ayırmaktır.
Uzamda uzaktan etki meselesi de ikiye ayrılabilir; telekine
ziyle ilişkili ve telepatiyle ilişkili fenomenler.
Hipnotizma telekinezi fenomenlerinden sayılmalıdır. Bana
kalırsa, bu bağlamda, hipnotizma fenomenleriyle ilgili daha
fazla ayrıntıya girmeme gerek yok, zira birinci sınıf bir ko
nuşma zaten bu konuya ayrılmıştı. Söz konusu konuşmada
söylenenleri kısaca özetlemekle yetineceğim. Hipnotizmada,
etkiyi alan ile uygulayıcı arasındaki yakın bağ anlamına gelen
rapportun kurulması söz konusudur. Böylesi bir rapportu
kurma yollarının, etkiyi alanda, bakışların sabit bir noktaya
dikilmesine ve genel olarak, tekdüze uyaranlara neden oldu
ğunu biliyoruz. Uygulayıcıda veya etkiyi alanda özel bir kabi
liyet varsa fenomen yoğunlaşabilir. Uygulayıcı etkiyi alanı üç,
dört veya beş adım uzaklaştırabilir. Yakaların birinde ünlü
hipnotizmacı Hensen seksen adım geri çektirmeyi başarmıştı.
Uygulayıcı ayrı bir odada olursa daha fazlası bile başarılabi
lir. Özel olarak duyarlı bir alıcı söz konusu olduğunda uygu-
64
!ayıcı yirmi, otuz kilometre hatta daha da uzakta olduğu hal
de rapport kurabilir. Yoğun ölçüde psişik uyarım söz konusu
olduğunda, ölmekte olan kişi vakasındaki gibi mesela, mesafe
bu fenomeni asla kısıtlayamaz. Kuşkusuz herkes bu tü rden
vakaları bizzat ailesinden deneyimlediği veya işittiği için bel
ge niteliğinde kanıt sunmamın gerekmediğini düşünüyorum.
Doppelgiinger veya öteki-ben fenomeni bu fenomenlerle
yakından ilişkilidir. Ö lmek üzere olup bir arkadaşına ölümü
nün çok yaklaşhğı bilgisini uzak mesafeden ileten bir kişi,
zaman zaman, hipnotik algıyı halüsinasyona neden olacak
derecede yoğunlaştırabilir; hatta aslına bakılırsa, sık sık oldu
ğu gibi, maddi etkiler üretebilecek edimsel, nesnel tezahürler
bile yaratabilir.
Sahici bir Doppelgiingerin (eidolon) ortaya çıkışı esnasında
fail genellikle derin, bizzat uyarılmış bir uyurgezerlik tran
sındadır. Beri yandan hal her zaman böyle değildir. Dop
pelgiingerin niteliğini belirleyen farkındalık derecesinin canlı
failin farkındalık derecesiyle ters orantılı olduğuna inanma
mız için ikna edici gerekçeler var ortada.
Ö rneğin, uzaktaki akrabalarını veya arkadaşlarını ölü
münden haberdar etmek için bunlarla iletişime geçen ölüm
döşeğindeki birinin yarattığı maddi etkiler de bu telekinezi
fenomenlerinden sayılmalıdır.
Uzamda meydana gelen duru görü ise telepati fenomenleri
ne dahildir. Bazı vakalarda, etkiyi kavrayanın bu telekinetik
etkilere duyarlılığı telepati şeklinde adlandırılabilir. Öte yan
dan bu duyarlılık ancak uygulayıcının etkinlik halindeki psi
şik kudretine ağır bastığı ölçüde telepatiyi temsil eder. Böyle
bir durumda, etkiyi alanda hakiki bir duru görüye tanıklık
ederiz. Uzamdan doğan tüm engeller yitip gitmiştir. Handiy
se ruh, bedenin ağır kabuğundan sıyrılarak tüm prangalardan
azade gezip dolaşmadadır. Duru görünün, güvenilir tarihsel
kaynaklarca doğrulanmış, klasik bir örneğini Charlotte von
Knobloch' a Swedenborg hakkında yazdığı mektubunda Kant
alıntılar. Bu mektupta Kant, Swedenborg'un Gothen
burg' dayken Stockholm'de 1756'da çıkan büyük yangının du
ru görüsüne nasıl eriştiğini, ayrıca dehşet içindeki halka yan
gının gidişatını anbean nasıl aktardığını betimler. Tüm bunlar
65
cumartesi akşamı gerçekleşmiş, oysa Stockholm' den haberleri
at sırtında getiren habercinin Gothenburg' a varması pazartesi
akşamını bulmuştu. Birtakım kuşkucular, bu olağanüstü ola
yın doğal açıklamasını bulmak adına, Swedenborg' a aslında
yangını kendisinin çıkardığı ithamını yöneltecek kadar ileri
gittiler.
Duru görünün sadece bu örneğiyle yetinebiliriz, zira başka
vakalara gönderme yapmak gerçekten zaman israfı olacaktır.
Konuyla ilgili literatüre bir kez olsun göz atan herkes söz ko
nusu fenomeni doğrulayan çokça vakayı kolaylıkla keşfedebi
lir. Meseleye ilgi duyanlara du Prel'in Entdecku ng der See
le'sinin39 ikinci cildi olan Fernsehen und Fernwirken'i tavsiye
edebilirim.
Zamanda uzaktan etki kuramı40 okült fenomenler aleminin
en karanlık ve karmaşık konularındandır. İ çe doğmaları,
kehanetvari ilhamları, altıncı hissi ve dar anlamıyla duru gö
rüyü bu başlık altında sınıflandırıyoruz. Daha önce tartışılan
hiçbir fenomenin açıklanmasına girişmedim, çünkü böylesi
bir açıklama konuşmamın kapsamının çok ötesine taşar. Yine
aynı nedenden, zamanda uzaktan etkiyi açıklamaya da giriş
meyeceğim; bu sorun hayati önemde olup nerdeyse yorum
dilenmesine rağmen. Gelgelelim, olası bir tanımın dönebile
ceği yön hakkında hiç değilse ipucu verme dürtüsüne karşı
koyamıyorum. Bu yüzden Schopenhauer'in Parerga und Para
lipomena' daki beyanını alıntılıyorum:
39 Die En tdecku ng der Seele du rch die Geheimwissenschaflen, 2 Cilt, Leipzig: 1 894-
1 895.
40 Bu bölümün kenarına Jung kırmızı kalem le Actio in dis tan t in d. Zeit yazıp
ardından Actio kelimesini çizmiş ve Passıo yazmış; gerçi başka yerlerde, bu
ifadedeki Actio kelimesini kullanmayı sürdürmüştü r .
66
nındaki küçük değişimlerle tözsel olarak değişen bu biliş tarzı
nedeniyle arnk aşılmaz engeller olmadıkları ortaya çıkıyor. "41
67
Sonuç
A rtık kesin bir sonuca varmış bulunuyoruz: Ruh tanımı
mızı doğrulayacak ampirik kanıh ortaya koymayı başardık.
Birçok kişi bu yeni ve müstesna yordamdan hayrete düşebilir
tabii ki, yine birçokları çileden çıkmış muhafazakarların kal
dırdığı toz yüzünden nefes almada zorluk çekebilir.43 Zira,
budalaca kuruntular ve eleştirel omuz silkmeler, herhangi bir
karara varmayı ayak sürüyerek reddetmeler, sorunları ka
rartmak ve hasır altı etmek için a priori ilkelere gönderme
yapmalar, dar kafalı bilgiçlik ve dar görüşlü kuşkuculuk;
bunlar "gülünç"ün kapı komşularıdır. Schopenhauer gibi ben
de "şu cehalet kuşkuculuğuyla savaşmak benim işim değil"
diyebilirim. Kuşkuculuğun ve modaya uygun şüphenin züp
pelerine, olsa olsa, gülebilirim. Gelecek kuşağın Homerosvari
o laubali kahkahası materyalizmin alt ettiği Almanya'nın re
zilliğini ilan eden çan seslerine karışacak yakında. Dönem de
ğerlendirmesi ve Merkez Komitesine rağmen şimdi, doğru
olduğuna inandığım şeyleri söyleyeceğim.
Günün birinde insanlar, övülüp durulan Alman alimlerini
baştan çıkaran o rezil yola hem gülecek hem ağlayacak. İn
sanlar, "ve" bağlacını kullanarak materyalizmi canavarlıkla
ilişkilendiren Schopenhauer'in heykelini dikecek. Beri yan
dan, şu sokak çocuklarının, eğitimli proletaryanın açık ağzını
bir yığın materyalist çerçöple doldurdukları için Cari Vogt,44
Ludwig Büchner, Moleschott,45 du Bois-Reymond ve niceleri
ni lanetleyecekler.
Schopenhauer' in Parerga' sını ilerletecekler ve onun Hegel'i
payladığı sözlerle -tabii daha fenalaştırarak- materyalistleri
topa tutacaklar. Hegel gençlerin zihinlerini dumura uğrat
makla, idraklerini enemekle, kafataslarını çıkarıp beyinlerini
bozmakla suçlanmıştı. Benzer suçlamalar ileride her şeyin
43 Silinmiş: Tozun altında ne olduğuna bakmanın tam zamanı; altın mı bir tu
tam dışkı mı?
44 Cari Vogt ( 1 8 1 7-1 895), Alman natüralist. Canlı organizmaların çeşitli jeolo
raftarı.
68
mahvından sorumlu tutulacak materyalizme de yapılacak; o
değil mi ahmaklığın saltanatını ilan edip doğanın baş eğmez
yasalarındaki ebedilik ve yücelik hakkındaki budalaca zırva
ları beyinlerimize akıtan; o değil mi ahlaklılığı zehirleyip eği
timli sınıfların ahlaki değişkenliğini tetikleyen?
Yürek dağlayan bu bozguna nasıl karşı koymalıyız? Her
şeyden önce, belirli aşkınsal hakikatler aracılığıyla bilime ve
bilim savunucularına ahlakı dayatarak "tepeden inme bir dev
rim" başlatmalıyız; ne de olsa bilim insanları kendi kuşkucu
luklarını ve ahlaki köksüzlüklerini dünyaya dayatmaktan hiç
çekinmemişlerdi. Fizyoloji eğitimi veren kurumlarda öğrenci
lerin utanç verici, insanlık dışı deneylere katılmaları, hayvan
lara zalimce yapılan işkencelere, hani şu insani inceliği gülünç
duruma düşüren bu eziyetlere tanık olmaları yüzünden öğ
rencilerin ahlaki yargıları kasten bozulur. Her şeyden evvel,
bana göre, tam da böylesi kurumlarda olduğu gibi, etik olma
yan yollarla varılmış hiçbir hakikatin ahlaken var olma hak
kının olmadığını öğretmeliyiz. Yaşam araştırmasının barınak
ları olarak tasarlanmış bu kamu kurumlarında insanlar psişik
fenomenler hakkında deneysel araştırmalar yapmalı ve bu
mekanlarda şu "çıkık kafatasları"yla safdil filozoflar46 değil,
ileri görüşlü ve özgür düşünceli insanlar çalışmalıdır. Demin,
kaba duyusalcılığa karşı "birtakım aşkınsal hakikatler" silahı
aracılığıyla savaşmamız gerektiğini söylemiştim. Bu hakikat
leri nereden devşireceğiz peki? Dinden mi? Teologların, şu
din idarecilerinin yıllar yılı inançsızlık şeytanıyla dövüşmeye
çabalarken bağıra bağıra sesleri kısıldı kaldı. Hegel felsefesi
ve eldeki dinsel ortodoksi parlaklığını yitirdiğinden beri in
sanlar her türden yeni mefhumlar, çoğunu Ritschl gibilere
borçlu olduğumuz mefhumlar öne sürüyorlar. Oysa dinle
mekte olduğumuz vaazlar, kimin elinde sahiden bizlere söy
leyecek özel bir şeyler olduğu konusunda hiçbir ipucu vermi
yor, zira bu çağın ürünleri arasında, birini rencide edebilecek
her şeyi kılıfına uydurup gizlemek için kullanılan berbat vaiz
kürsüsü jargonu, "Kenan dili" de yer alıyor. Önceden düşü
nülmüş fikirler barındırmayan vaazları dinleyip durursak ya-
69
kında kendimizi kurtuluş tasarıları ve inayet tasarımlarına
can atar vaziyette bulacağız. Ruhban sınıfı hem işçilere hem
de eğitimli sınıfa bu şekilde hitap ediyor. İşçilere, muazzam
coşkulu ama az başarılı Hıristiyan Sosyalistleri47 bakıyor.
Amaç dini canlandırmak, Hıristiyan inancını diriltmek; ama
hepsi nafile! Bugün kitleler artık inanmak istemiyor. (Bu kü
çük muzipliği üst tabakadan kaptılar. ) Tıpkı ahlakçı olmayan,
inançsız alimler gibi kitleler de bilmek istiyor artık. Böyle bir
durumda kelimeler ne işe yarar? Bilumum idealizm bu dün
yada ne işe yarar? Dini canlandırmak için icraat gerekli, muci
zeler gerekli ve mucizevi güçlerle donanmış insanlar. Pey
gamberler, Tanrının gönderdiği insanlar! Yavan bir kuramcı
dan veya lafı çok icraatı yok bir idealistten asla bir din doğ
madı. Dinleri, esrarın ve "duyu dışı alem"in gerçekliğini icra
atlarıyla kanıtlayan insanlar yarattı. Aklın yavan postulatları
ve sade dini hisler çağımızın tahribatını onaramaz; bunu be
cerebilecek tek şey duyularımızın ötesindeki bir şeyin doğru
luğunu doğruca vazeden olgulardır.
Tabii ki, insanların büyük çoğunluğunun bir olgunun de
ğerini takdir edebilecek yeterlikte olduğunu dillendiren ya
nılsamaya asla kapılmamalıyız. Zira insanın derinlerinde bir
edilgenlik tortusu, eskiden beri var olan inatçı bir balçık bu
lunur; üstelik ilk yaratım edimi her gün bu balçıktan cehen
nemi bir zihinsel uyuşukluk yaratır.
Tanrı bir Faust yaratmayı becerir becermez, uyanık Şeytan
derhal işe koyulup dar görüşlü binlerce entelektüel hödüğü
cehennemden salıverir ki bunlar, ne zaman "bu manasızlık
denizini aşmaya"48 çalışsa Faust'un kabanının kuyruğundan
tutsunlar da sınırsız tembellik tutkallarıyla onu yere mıhla
sınlar. Eğitimli hödüğün alametifarikası tembellik, ödleklik ve
dar bakış açısı, ayrıca "metafizik açlık"tan tümüyle yoksun
luktur. Pazarları cemaatle birlikte kiliseyi mesken tutar eği
timli hödük, akşam yemeğine kadar da en ahlak timsali söz-
70
!erle, iş ve düşüncelerle meşgul halde yuvarlanıp gider. Öğle
sonları pek mülayim, pek efendi usludur. Adeta bir kuraldır;
akşamları müzik üstadı gibi davranır ya da dışardaki Yaratılış
kitabında sükuneti bulmak için doğayla söyleşme niyetiyle
dışarlarda gezer. Genelde, fazlasıyla yüksek bir ruh halinde
dir ve keskin bir ödev bilinci taşır. Fakat bunlar dışında insan
için hiçbir şey ifade etmez, engin bir çorakta yitip gider. İçin
de canlılığa, takate, coşkuya dair hiçbir iz yoktur. Al ışık ol
madığı her şeyden nefret eder, korkar ve onu kötüler. Mizaç
ları tek bir deyimle, yani "incir çekirdeğini doldurmaz" de
yimiyle özetlenebilecek şu dayanıksız kelebek ve güvelerden
müteşekkil koca sürü, eğitimli hödüğün sadık müttefikidir.
Bir küçük bataklıktan diğerine uçuşan, her esintiyle savrulan
entelektüel efemera.
Meramımı açıklığa kavuşhırdum gibi . Fakat biliyorum ki
telve, telvedir ve fincanın dibinde kalır. Beri yandan, yakarı
şımın bugün hala değişime açık ve bozulmadan kalabilmiş
birkaç zihne etki ettiğini düşündüren iyimserliğim belki hoş
görülebilir. Bu ümit boşa çıksa bile ödevimi yerine getirdiğim
düşüncesiyle kendimi avutabilirim:
Hakikati b i l i p de söylemeyen,
Ne sefi l bir yarahkhr hakikaten .49
49 August Binzer'in (1 792-1 868) Stossl an! ]ena soil !eben ! adlı şiirinden. Şiir
1 8 1 8'lerde öğrenciler ve işçiler arasında bir özgürlük şarkısı olarak meşhur
olmuştu . (D.S.) [Wer die Wahrheit kennet und saget sie nicht, /der bleibt
fürwahr ein erbarmlicher Wicht. (-çn.)]
71
duğunu görüyoruz. Metafiziksel düzenden taşıp bize belli be
lirsiz bir tanrısallık bahşeden bu ışığın karşısında zihin evre
nimizi yöneten yasalar sönükleşiyor. İki dünyanın sınırında
yaşar insan. Metafiziksel varlığın bilinmezlik loşluğundan çı
kar, fenomenal dünyayı baştan sona alev almış bir göktaşı gi
bi hızla kat eder ve ardından, sonsuzluğa giden seyrine de
vam etmek için bu dünyayı terk eder.
72
111
Zo fingia Cemiyeti Açılış Töreni
Başkanlık Konuşması
(1897-98 Kış Dönemi)
Değerli dostlar,
Yeni seçilen başkanın cehenneme giden yolu iyi niyet taş
larıyla döşeyen bir başkanlık konuşması yapması adettendir.
Yeni vazifemin ne denli çetin olduğunu bildiğimden kendi iyi
niyet payımı aldım da geldim. Onları pratiğe dökebilecek mi
yim? Bilemiyorum, hadi hayırlısı diyelim.
Sizlere bu iyi niyetlerimden söz etmek gerçekten benim
için meşakkatli olurdu. İnanıyorum ki buradaki herkes birbi
rine fazlasıyla saygı duyuyor, böylece herkes ödevlerini özen
le yerine getirme niyeti konusunda birbirlerine yekten güve
niyor. Tartışmaya çok daha layık başka bir konu var, yani
başkanın vekalet etme görevi, yani Cemiyetimiz. Kimsenin
ikincil bir paye biçemeyeceği bir konu bu. O halde soralım:
Zofingia'mızda ne var ne yok?1
Yüzeysel bir bakış oldukça iyi eğitimli bir bölük gencin bir
kulüp kurduğunu, İsviçre'nin çeşitli şehirlerinde şubeleri olan
Zofingia'yı kurduğunu söyler. Bu kulüpte kardeşlik, karşılıklı
anlayış ve bir bütün olarak cemiyete bağlılık hakkında, ayrıca
ortak hedeflerimize doğru beraberce ilerleyişimiz ve benzeri
şeyler hakkında pek çok şey duyuyoruz. Uygun fırsatlar çık-
1 Silinmiş: Her şey bir yana, Zofingia ti.im çabalarımızın en önemlisi. Tüm
kaygılarımızın odak noktası Cemiyetin refahıdır. Zofingia'nın şimdiki duru
munu geçmişteki durumuyla karşılaştırarak betimlemek tarihçilere bırak
mamız gereken bir görev . Zofingia'nın şimdiki durumunu gelecekteki olası
durumuyla karşılaştırarak betimlemekse ahlak filozofuna bırakmamız gere
ken bir görev . Gelgelelim, Zofingia'nın bugünkü durumunu, ne geçmişe ne
geleceğe bakarak, salt şimdi söz konusu olan durumunu betimlemek yeni se
çilm iş başkanın ödevleri arasına zımnen koyabileceğimiz bir görev.
73
tığında, ki her sömestrde en az bir kere çıkıyor, oldukça can
landırıcı olduğunu düşündüğümüz yurtsever havai fişekler
den çokça patlatıyoruz. Dışarıdan bakıldığında Zofingia sağ
lam ve kendinden emin görünüyor; önemli bir işlev üstlenen
d iğer muhkem kulelerle birlikte, yüksek surlarla çevrili bir
eski dünya şehrine gözcülük yapan taştan bir kule gibi duru
yor. "Tarihsel zorunluluklar" denen tüccarlar yaşıyor bu şe
hirde. Fakat şehrin tam göbeğinde görkemli bir katedral;
gelmiş geçmiş tüm insanların hac ziyareti yaptığı bir mekan
yükseliyor kule gibi . İşte buna da "fikir" deniyor.
Taş kuleyi çok uzaktan görebiliriz. Gerçekten de sağlam
yapılmış; vatansız birçok insan kapıyı kırmaya çalışarak ken
dini boşa paralıyor.
Şimdi, merhamet etmeyip d aha yakından bakalım. Yaklaş
tıkça, şu kule metaforumuz çözülüp sis misali dağılıyor; tıpkı
tüm metaforlar gibi. Gözümüze görünen tüm dayanıklı ve
baş eğmez özellikleri tek bir imgede zapt etmeye çalışarak,
boşuna yeni bir metafora erişmeye çalışıyoruz. Ama hiçbir
metafor oturmuyor; ne "beyaz badanalı mezar"2 ne de Tarih
tanrıçasının kırmızı-beyaz bir kementle birbirine bağladığı
dik başlı çalı destesi.3 Uygun metafor bulamadıysak, gerçekli
ğin ne mene bir şey olduğuna bakalım haydi. O zaman ana
yasaya bakalım, tek entelektüel paydamıza, Cemiyet içinde
muhalefet görmeyecek tek şeye. Haz veren bir ürperişle açı
yoruz bu saygıdeğer belgeyi. Heyhat, daha ilk sayfada, üçün
cü maddenin hemen yanı başında birtakım Alman barbarları
tüyler ürperten bir mürekkep lekesi bırakmış!
Artık, en başta şehre göz atıverdiğimiz o yüksek nöbet ye
rine dönelim. Aslında manzara pek de nahoş değil. Esnaf bir
sürü tarihsel kirli çamaşır sermiş ve bir yığın kokuşmuş tica
ret yapılıyor dar sokaklarda. Ama hacıların kilisesinin damını
da görüyoruz; günışığında parlıyor, üstelik kül rengi kuleler
le duvarların merkezdeki tek bir şeyi hep beraber koruduğu-
çürük olan binalar üzerinden dışarı dan iyi görünüp içinde onca kötülük bes
leyen ikiyüzlüler hakkında kurulan benzetme. (-çn.)
3 Kırmızıyla beyaz İ sviçre bayrağında bulunan renklerdir, bu bağlamda İ sviç
74
nu görüyoruz. Çatıdan temele kadar binlerce yarık ve çatlak
duvarları kaplamış, oysa yapı tek parça duruyor.
Doğru metaforu bulduk. Daha önce ıskaladığımız şey
"yukarıdan bakmak"mış. Ama aşka gelmeyelim hemen. Kü
çük cemiyetimize dönelim, orada neler olup bittiğine baka
lım. Biz de küçük, sıcacık kulübemizde saklanamaz yarıklara;
kendi menfaati peşindeki serçelerle kargaların yuva yaptığı
bu yarıklara ev sahipliği mi yapıyoruz? Bu durumu, vicda
nımız rahat inkar edemeyiz. Büyük bir hasarın mağduru de
ğiliz. Döşemeler biraz çürümüş, bu yüzden bazıları tökezle
yip ayak bileklerini incitti.
Yazları çok sıcak, kışları çok soğuk değil; iki mevsim ara
sında da sert rüzgarlar esmiyor. Ezcümle, fazlasıyla müşkül
pesent olmayanlara sıcak bir ev sahipliği sunabilecek konum
dayız. Onlar da misafirlik teklifimizi genelde kabul ediyorlar,
böylece insan mekanın havasının neredeyse biraz fazla yu
muşak olduğu hissine meylediyor. Ama dikkatli olalım, dışa
rıda soğuk bir rüzgar esiyor ve yaşam bize karşılıksız hiçbir
şey vermeyecek.
Zofingia, üyelerinden, toplumsal ve siyasal yaşamın tüm
alanlarında ilerleme için çalışan, sorumluluk sahibi yurttaşlar
yaratma ödeviyle kuruldu. Siyasal açıdan fırtınalı ve gergin
bir çağda doğan ve 19. yüzyılın ortasında, siyasal düşüncenin
türlü iniş çıkışı arasında olgunlaşan Zofingia'nın artık huzur
içinde hatta belki de bir limanın; iyiliksever, siyasal çaba li
manının durgun dalgalarında dinlenme vakti geldi. İnsanlar
bazı bazı kalburüstü siyasetçileri gösterip Zofingia cemiyeti
nin işini gayet iyi yaptığını söylüyorlar. Ancak bundan kuş
kulanasım geliyor. Düşlediğimiz ideale henüz varamadık.
Binlerce mezun herhangi bir siyasal fikre karşı en ufak bir he
yecan bile sergilemeden Zofingia'nın faal saflarını bırakıp git
ti. Aralarında İsviçre' de yüksek bir itibara sahip olanlar da
var. Elbette, kendimize erişilemez bir ideal belirlememiz yüce
ideallere bağlılığımızın ahitnamesi adeta, fakat üyelerimiz şu
soruyu ağırbaşlılıkla sormaya mecbur hissettiklerinde asıl
günümüz belki de o zaman gelecek: Gayet hoş ama erişilemez
bir gökkuşağını yakalamak için, "tarihsel zorunluluk" denen
şu rengarenk sabun baloncuğunun peşinden koşmak mı bi-
75
zim idealimiz? Asıl günümüz belki de kuşkuyla dopdolu ve
kuşkudan donakalmış vaziyette kendimize şunu sorduğu
muzda gelecek: En ateşin coşkumuzu gerçekten, atayurdu
şeklindeki o tarihsel fikre mi adamalıyız? En önemli yetenek
lerimizi değerli olduğunu düşündüğümüz bazı siyasal hare
ketlerin hizmetine mi vakfetrneliyiz? Güzel günlerin gelece
ğini düşlüyoruz hala, ama bunu daha ne kadar sürdürebili
riz? Bugünlerde, siyasal ayaklanmaların ne olduğunu bilmi
yoruz artık. Siyasal azmin turna geçidi bıkkın çağı m ı zın gö
ğünde yitip gitti . Dehşetengiz bir bitkinlik hissediliyor her
yerde; sırf halkoylamalarındaki perişan katılım oranını dü
şünmek bile bunu kanıtlayacaktır. Abel Burckhardt4 gibi bir
isim tüm bunlara ne derdi? Gazeteler bitkinliğimiz, bıkkınlı
ğımız ve usanmışlığımızı artırma babında Üzerlerine düşeni
yapıyorlar. Murdar bir gazeteci bozuntusunun uydurabilece
ği tarif edilemez rezillikte dolaplar, köhne hileler, iftiralar, it
hamlar ve en müstehcen imalar; her gün ayaktakımını gale
yana getiren, eğitimlileri de huzurlarını kaçırıp baştan savan
basının sermayesi bunlar işte. Bu tür şeyler her toplulukta
olur, topluluğun ne kadar muhafazakar olduğu önemli değil.
Düzgün gazeteler, okurların ahlaki tutumlarını dikkate alıp,
düpedüz aşağılık olan girdileri yayımlamıyorlar gerçi, gelge
lelim bunlar da büsbütün fasa fisolukta en yükseğe çıkmayı
başarıyorlar. İşte sevgili atayurdumuzda olan biten bu. Ulus
lararası siyaset söz konusu olduğunda, işler İsviçre dışında da
hemen hemen aynı, her şey daha geniş bir ölçekte olup bitiyor
sadece. Siyaset diye bir şeyin olmadığı başka bir gezegenden
gelen düzgün bir dost aniden Dünyaya düşse ve Girit' in, Yu
nanistan'ın başına neler geldiğini;5 Dünyadaki tüm hüküm-
• Elyazmasında Jung önce Jakob Burckhardt yazmış sonra şahsın adını Abel
olarak değiştirmiş.
Abel Burckhardt ( 1 805-1 882), "Was brausest du mein junges Blut" şarkısının
söz yazarı ve Basel şubesinin ilk başkanı. 1 823'ten beri Zofingia üyesi olup
teoloji ve papazlık eğitimi alan Burckhardt yoldaşlarını cesaret göstermeye,
içsel bir dinsel yaşam sürdürmeye yüreklendiren birçok ders vermiştir. Bkz.
Centralblatt des Schweizeriscken Zofingervereins, XXIIJ:3 (1883 Ocak), s. 1 10 vd.
(M.-L. v. F.) Yine papaz olan başka bir Abel Burckhardt ( 1 871-1958) ise
)ung'un Zofingia'dan arkadaşıdır.
5 Giritliler 1 896'da Türk egemenliğine karşı isyan ettiler ve 1 897' de, isyancıla
ra yardım için asker gönderen Yunanistan' a katıldıklarını ilan ettiler. 1 897 ta-
76
ranların Neva' da Moğol hükümdarına nasıl yaltaklandığını
ve ona saygılarını sunmak için birbirleriyle nasıl yarıştığını;
Alman Kayserinin Türkiye'ye çıkarı için nasıl yakınlık gös
terdiğini görse, bu dostumuz Blücher'in6 şu ferahlatıcı sözüne
canı gönülden katılırdı: "Diplomatlar, şu geberesice piçler! "
Siyasetin gerçek doğası günbegün daha açık hale geliyor.
Perişan bir çıplak resimdir siyaset gerçekten; gülünç olama
yacak kadar üzücü bir yüz ekşitme. Hani neredeler şu ruh ve
ateşten doğanlar, yaratıcı bir fikrin tarafgirleri? Evren çarkı
nın dişlilerine kudretli ellerini uzatanlar, tam şekillenmemiş
fikirler taşkınını aktarmak için yeni arklar kazanlar nerde?
Geçmişte kaldılar, doğurdukları yaratıcı düşünceler de öyle.
Kuşkusuz aramızdan birkaç optimist itiraz edecek ve mo
dem insanın siyasal vakalara kutsi bir azim göstermekten
vazgeçmediğini savunacaktır. İçten siyasal coşkularını sergi
leyen iki üç yoldaştan müteşekkil küçük bölüklere sağda sol
da rastlayabileceğimizi kabul ediyorum. Ancak genellikle,
bugünün kitle coşkusu en üst seviyeden aptalca işlerde ortaya
çıkar. Langenthal Radikallerinin7 kutsi şevklerini hatırlama
nız yeterli; hani yağma baskını meselesinde oy vermeleri is
tendiğinde gümbürtülü bir "Hayır" oyunu büyük bir tanta
nayla basmışlardı. Veya kendi piyasamızdaki ahlak timsali
anları düşünelim; hani nezleyle boğuştuğu için Brenner Beye
fendi j imnastik kulübünü ve öğretmenler birliğini selamla
yamamıştı. Adeta bir kural gibi, böylesi olaylarda her zaman
bir gazete muhabiri bulunur, yanında da saygıdeğer bir ihti
yar vardır; heyecanına yenildiği için sürekli gözlerini silmeye
77
mecbur kalan, ayrıca bağımsızlık savaşını ve Prusya müzake
relerini görecek kadar yaşlı olduğu halde daha önce böylesine
hoş ve mutluluk verici bir şey yaşamadığına ciddiyetle yemin
billah eden bir ihtiyar.
Daha da saçma olan, kamu coşkusunun pan-Alman İmpa
ratorluğundaki resmi teşhirleridir, fakat en saçma olanı Fran
sızların Ruslara yönelik gayret gösterileridir.
Siyasal kanaatin, son dönemlerde tanık olduğumuz, gör
kemli ifşalarından yalnızca biri Yunanların Türklerle savaş
masından duyulan heyecandır. Bunu görmek gerçekten insa
nın yüreğini ısıtıyor. O zamanlar Avrupa'nın dört bir yanın
dan resmi siyasi kışkırtıcılar gayrimeşru, rezil, sefih, aptal ve
ıvır zıvır ne varsa bunu galibiyete taşıma niyetiyle hiç dü
şünmeden abalıya vurmaya hürya girişmişlerdi.
Zofingia bu kaosa yetkin siyasetçiler göndermemizi talep
ediyor. Peki, yetkin siyasetçi kimdir? Bir homo politicus, ruh ve
vicdan taşımayan özel bir insan teki mi? Şayet siyasetçi, siya
sal çamur nehrini geçmeye zorlanıyorsa, ihtiyacımız olan bu
türden bir siyasetçi olacaktır. Neyse ki böyle insanlar sonra
dan imal edilemez, doğuştan böyledirler; her çağda, bunlar
dan ikisi ya da üçü zamanın akıl sır ermez rahminden doğar.
Ne için doğdularsa onu gerçekleştirmek zorunda olan insan
lardır bunlar. Uluslar bunları takdis edip azizler gibi tebcil
eder ya da Tanrının kırbacı diye telin eder. Zofingia' dan böy
le adam çıkamaz. Bu dernek iyi yurttaşlar, homonculi politici
(ılımlı ölçekte siyasal insanlar) yaratır. Fakat bu iyi yurttaşla
rın, büyük adam timsali olacaklarsa, ruh ve vicdan taşımaları
gerekir; büyük adamların, ruhları alevlenip gök gürültüsü ve
şimşek saçıncaya kadar, kendilerini adeta bir parça çakmakta
şına sürter gibi sürtebilecekleri bir sürtünme kaynağı olmaları
gerekir. Yine bu iyi yurttaşların ilerlemeyi teşvik etmeleri, ye
ni fikirlerin taraftar ve sancaktarı olmaları gerekir belki de.
Büyük adam, yapıcı veya yıkıcı olmalarına bakmaksızın,
dünyayı sorunlar ve ödevler bombardımanına tutar. Ancak
Zofingia Cemiyeti dünyada yeni sorun ve ödevlere karşılık
verecek insanların bulundu ğunu, kelimenin tam anlamıyla
insanların mevcut olduğunu sağlama almak için var. Zofingia
siyasal canlılar değil insanlar şekillendirmeli; gülen ve ağla-
78
yan insanlar, zihin ve istençlerinin bilincinde olan insanlar,
diğer insan tekleri arasında yaşadıklarını ve toptan insan ol
maya hüküm giydiklerinden birbirlerine müsamaha göster
meleri gerektiğini bilen insanlar. Böylesi bir ödev insanı
umutsuzluğa sürüklemek için yeter de artar; zira bunu ger
çekleştirmek, Augeas' ın ahırlarını temizlemekten pek de aşa
ğı değildir, iki insan arasına art niyetle sızıveren şu devasa
çöp dağını devirmeye çalışmaktan farklı değildir. Bu ideali
mize gerçekten dikkatle bakalım! Yüce bir ideal bu, zira insan
olarak bizlerin yeryüzünde yapmamız gereken her şeyi kuşa
tıyor. İdealimiz hem kendimizi hem komşularımızı yükseltme
ödevidir.
Bu hedefe ulaşmanın birden çok yolu var. Tüm önyargı
lardan ve ikincil güdülerden azade, çıkarsız entelektüel mü
badelenin bu yollardan en soylusu olduğunu düşünüyorum;
insanı toplum ahırının sevimli bir sureti olarak değil insan
olarak tanımayı öğrenme yolu. Böylesine samimi bir değiş to
kuş bizleri görünüşe bakıp yargılamaktan, yüzeye bakıp
hükme varmaktan koruyacaktır. Düsturumuzda yer alan a nı i
citia [dostluk] kelimesinin hakkını veren arkadaşlık bağlarını
kaynatmamıza el verecektir. O, artık hiçbir üniversitenin
sunmadığı, litterisin, eğitim-öğretimin yolunu açacaktır. Ah,
ne olurdu her şey eskisi gibi; A tina'nın serin sokaklarında
milletin bir aşağı bir yukarı dolandığı zamanlardaki gibi ol
saydı . . .
Gündelik yaşam dünyasına adım atar atmaz orada öğren
cilik günlerindeki şiarına -Patria?- uygun yaşayabilen bir
yurttaşın olduğunu göreceğiz.
Üniversite öğrencisinin alametifarikasına dönüşmüş, faz
lasıyla iftiraya uğrayıp yanlış anlaşılmış eğlenceye, yani içme
işine gelince, içme yarışmalarımızı asilleştirip onları gerçek
bir symposiurna çeviremez miyiz yani?
Entelektüel paylaşımı teşvik etmek sizlerin ve benim öde
vimiz. Yüksek bir ödev bu, ama erişilemez değil; yerine ge
tirmemiz gereken görevimiz. Görevimizi her zaman yerine
getirmeliyiz. Çünkü, Nietzsche'ye rağmen, nihayetinde ahlak
lılıkta hakkaniyetli bir şeyler var.
"İtiraf" ım burada sona eriyor.
79
iV
Spekülati f Düşüncenin Değeri ve Doğa Ü zerine
Düşünceler
(1898 Yaz Dönemi)
Giriş
ı Sayfa kenarına "yazar için not" olarak şu ifade eklenmiş: Gezgin, tam sırası, ça
bucak harekete geç yoksa ayağın takılacak!
81
tumturaklı ve sıkıcı olacak, çünkü fikirler uğruna, her sayfaya
iki alıntı, "iyi yazarlardan alınan ilkeler" ekledim; bunlar öyle
ilkeler ki her genç üniversiteli bunlara göre eylese iyi etmiş
olur. Söylemek durumunda olduklarım, her iyi ve büyük tar
tışma konusu gibi, fazlasıyla uzun ve sıkıcı. Kuraldır: Zo
fingia Cemiyetine çekilen ideal söylev üç şiarımızdan biriyle
ilgili olur. Bu yüzden federal bankalar, halk müziği, kardeşlik
cemiyetindeki kardeşler ve üniversiteye yeni başlayanlar
hakkında konuşmalar dinliyoruz. Benim sunumum üç şiarı
mızla da ilgili. Başka deyişle, Zofingia dairesine verilen kübik
bir ders. (Yazar için not.) Dolayısıyla, dediğim gibi, her şey
yolunda.
Gelgelelim bazıları, bilim ve bilimsel araştırmaya karşı
beslediği duygulara bağlı olarak, tam aksini de düşünebilir:
Birine göre yüce, göksel bir tanrıça o, kimine göre tereyağı veren
semiz bir inek.ı
82
lenmiş çalışma planından her türlü sapmadan kaçınmak en
iyisi, gibi bir düşünce var. Neden? Çünkü sapmaların, diğer
alanlara yapılan akınların hiç getirisi yok. Başka deyişle, ücra
topraklara yapılan gezintiler, kendi alanında kimseye rakiple
ri karşısında bir üstünlük sağlamıyor. Gerçekten de böylesi
gezintiler insanın etkinlik güçlerini dağıtıyor ve alandaki iler
lemesine sekte vurma eğilimi taşıyor. Fakat Kant her bilimin
lüks olduğunu söyler. Lüks eşyası yararlı olmayan bir şeydir.
Doğrusu, hiçbir bilim zerre kadar yararlı değildir. Dünyanın
uygarlaşmamış halkları insanın bilim olmadan da varlığını
pekala sürdürebileceğine toptan tanıklık ediyorlar. Bilim, biz
zat amaç şeklindeki yüce mevkiini terk edip bir endüstri dü
zeyine inmedikçe yararlı değildir. Bütün çağların uygar halk
ları bilimi her daim hissedilen yararsızlığından kurtarmak ve
onu pratik ereklerin hizmetine koşmak için durmaksızın ça
baladılar. Zira doğal durumdaki insana göre, kullanılamayan
bir şey son tahlilde hiçbir şeydir, dahası elle tutulur bir mah
sul vermeyen bir etkinlik, etkinlik değildir. Rençber ve tüccar
ların, bilgini avare bir tufeyli olarak görmelerinin nedeni işte
budur. Bilimlerin en soylusu olan felsefe daima ufak çapta
başının belası olmuş aşağılamaya artık çok büyük çapta ma
ruzdur. İster iş adamı ister fabrika sahibi ister kimyacı veya
fizikçi3 olsun, endüstriyle ilişkili herkes elle tutulur mahsuller
üretmeyen bütün çabalar hakkında "yararsızdır" yargısına -
ve yararsız olduklarına göre, " düpedüz zararlıdır" yargısına
varır.4 Çağımızın tepeden tırnağa pratik ve bütünüyle gerçek
çi eğilimi her türlü idealizme karşıdır. İlginin odak noktası
dışsal şeyler arasındaki ilişkilere doğru yön değiştirmiştir. İn
san türünün kurtuluşu iyi düzenlenmiş devletlerdeymiş, top
lumsal ilerlemedeymiş gibi geliyor insanlara. Bireyin mutlu
luğunu, mali güvence gibi dışsal koşullarca belirlenmiş bir
şey olarak görüyorlar. Dolayısıyla, her şeyin bu amaca uydu
rulmasında şaşılacak bir yan yok. İnsani ilgilerin sekülerleş
mesinin, bazı alanlarda, olağanüstü verimli olduğu ortaya
83
çıkmış bulunuyor. İlkin, genel olarak kültürümüzün gelişme
sini buna borçluyuz. Modem ulus-devletin pürüzsüz tertibat
lı yapısını o doğurdu, yine bilimlerle erişilen pratik teknolojik
ve endüstriyel her ilerlemenin kaynağı da o. Maddi başarının
hazlarıyla sarhoş olmuş insanlar kendilerini varoluş
hengamesine ve koşturmasına atıveriyorlar. Maddi başarının
kendilerine her şeyi vereceğini umuyorlar. Bu eğilimin, bazı
dikkat çekici çelişkileri önceki çağlardan çok daha derinden
gün yüzüne çıkarması mantıklı değil de nedir? Söz konusu
çelişkilerden birkaçını anmadan edemezdik; nasyonalizm,
devlete toptan bağlılık ve toplumsal demokrasi. Hatta kilise
bile (situm teneamus; mevkilerimizi koruyalım!) el ele verip halay
çekmekte ve her türlü tuhaf özellikleri sergilemekte. İnsanlar
kiliselerde atayurdunun refahı için dua ediyorlar, fakat görü
nüşe bakılırsa her toplumsal faydanın bazı toplumsal belalara
mal olduğundan habersizler. Böylelikle, yabancı imalatçılar
felakete uğrasın da bizim endüstrimiz bu durumdan kar et
sin, diye dua etmiş oluyoruz dolaylı olarak. Doğrusunu söy
lemek gerekirse, modem Hıristiyan kilisesinin temsilcileri
devlete bağlılık hakkında vaaz verecek ve kiliseyi iyi yurtta
şın şekillendirilmesinden sorumlu kurum olarak görecek den
li ileri gittiler. Şöyle demişti Nietzsche:
84
Ortaçağ varoluşun odak noktasının dışsal fenomenlerde değil
her insan tekinin içsel yaşantısında bulunduğunu ortaya atan
binlerce manastır ve kiliseye, ayrıca teokratik devlet fikrinin
serpilmesine tanık olmuştu. İnsan doğayla daha çok temas
halindeydi, uygarlaşmış yaşamın binlerce imkanından doğan
yapay ilişkilerce kuşatılmamıştı. Bireyler arasında bir birey
olacak zamanı vardı insanın. Onun uygarlığının temel ilkesi
geleceğin dünyasıyla ilgilenmekti. Başka deyişle, Ortaçağ in
sanı maddi başarıyı ya çok az önemsiyor ya da hiç önemse
miyordu. Ona göre ilerleme dışsal değil içsel bir meseleydi.
Ortak refah kavramına, toplumsal kalkınmaya dair hiçbir şey
bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da şuydu: Dünya, ancak
bireyin gelişimi ve iyileştirilmesiyle geliştirilebilir, ıslah edilip
kurtarılabilir. Ortaçağ insanının alametifarikası aşkınsal bir
"benci" likti . Hıristiyan bakış açısının hangisi olduğunu be
lirtmeye gerek yok. Modern insan birey hakkında hiçbir şey
bilmiyor. Onun bildiği bireyler kantonlar ve ulus-devletler.
Modern insan, çoğunca, bir birey olarak kendine dair bilincini
çoktan yitirdi . Kendini, bir atom gibi, devleti imal eden bitim
siz zincirin halkalarından yalnızca biri gibi hissediyor. Mo
dern insan bireysel mutluluk sorumluluğunu kendinden dev
lete, yani kendisiyle hemşerisi arasında söz konusu olup yasal
açıdan düzenlenmiş ilişkilere kaydırdı. Bireyler arasındaki
farklara bireylerin gereksinimleri dahildir. Bu türden farklar
devletin yasal birliğini ve türdeşliğini sarsan ince ayrımlara
yol açar, dolayısıyla modern insan herkesi mümkün oldu
ğunca aynı şekilde eğiterek bireyselliği tesviye, yani tasfiye
etme peşindedir. Herkesin kendi geleceğinin mimarı oluşu
bugünlerde doğru değildir; aksine, devlet bireyin geleceğini
onun için yaratır.
Tüm ilgilerin mutlak olarak sekü lerleştirilmesi modern in
sanı Ortaçağ insanından ayıran ölçüttür.
Dışsal ilişkilerin mükemmelleştirilme süreci insanın do
ğayla bağını kopardı, fakat koparılan bağ bilinçdışı değil bi
linçli bağdır. Uygarlaşmış insan doğanın hamlıklarının çok
üzerine yükseldiğine inanır. Yirmi otuz yıldır majesteleri Kral
Falanca cenaplarının özel danışmanıdır ya da İsviçre temsilci
ler meclisinin üyesidir, vesaire. Ama işe bak; ansızın hain bir
85
bakteri geliverir ve dünyadaki en iyi düzene sahip, dışardan
bakıldığında bunca görklü olan ulusun uygar insanındaki
tüm ihtişam birdenbire sefilce yere serilir, darmadağındır ar
tık; Hottentot kabilesine mensup bir insandan ya da ataları
mız mağara insanlarından ne eksik ne fazla! O halde topye
kfın uygar dünyanın ne faydası var; teknolojik ilerleme saye
sinde torunlarımızın uçaklarda seyahat edebilecekleri ve ya
pay protein tüketebilecekleri bir geleceğin, dört gözle bekle
mek zorunda oldukları böylesine muhteşem bir geleceğin ya
rarı ne? Zavallı yaşlı uygar insan, ne kadar uygar ve siyasal
açıdan güncel olursa olsun, yaşam tarafından terk edilmiş; üs
telik, en derin onay ve olumlamasını sunduğu bir varoluşu,
yaşamın bu gaddar fermanına uyarak, ardında bırakmak zo
runda! Maddi başarıya ulaştı işte, peki onu mutlu etti mi bu?
Elbette hayır. Bir şeye sahip olmada haz yoktur; haz, bir şeye
erişmededir. Hiç kimse daha fazlasını istemeyeceği bir başa
rıya erişememiştir. Bunun nedeni basit; insan mutluluğun pe
şinde koşar, oysa mutluluk ancak elde edildiği an için mutlu
luk olarak kalır, ardından insanın daha önceden bildiği o aynı
köhne, yavan dairesine döner. Modern insanın, mutluluğu
maddi başarıda araması, bu yegane ereğe yönelmemiş her ça
bayı boş diye ıskartaya çıkarmasına neden olur. Mutluluğun
dış etkenlerde bulunduğu varsayımı büyük ölçüde a priori bir
yargıdır, yani çoğu insanda, mutluluğun bundan başka bir
şeyden de doğup doğamama imkanına dair en ufak bir kuşku
dahi yoktur. İ nsanların çoğu, esenliğin dışsal nedenlerden
başka bir şeye de dayanabileceğini adeta hiç düşünmez. Oysa
bu, baştan ayağa hatalı bir çıkarımdır. Tabii ki söz konusu çı
karım tümevarımla ilerleyen akıl yürütmenin kesin bir parça
sı gibi görünen öğeye, yani insanların maddi başarıyı haz his
sinin kaynağı olarak görmesine dayanır. Bu gözlem, maddi
başarı tüm sevincin nedenidir ve insanları her halükarda mut
lu eder, şeklindeki yanlış bir kavrayışa yol açar. Başarı köken
sel olarak mutlaka sevinçle bağlantılı değildir. Bizzat başarı
tümüyle yansızdır, her şey bireye bağlıdır. Birey zaten mut
luysa başarı onun mutluluğunu artıracaktır. Şayet birey mut
suzsa, en olağanüstü başarı bile, sık sık olduğu gibi, muaz
zam bir acılık hissi uyandırabilecektir. Mutluluk salt özneldir
86
ve dışsal herhangi bir şeyle hiçbir zorunlu ilişkisi yoktur. Bu
söylenen doğru olmasaydı, bir milyon frangı olmayan herkes,
bu hedeften uzaklığının karesiyle doğru orantılı şekilde mut
suz olurdu. Oysa mutluluk, çoğunca dışsal etkenlerden tü
müyle bağımsız olacak kadar özneldir. Goethe'nin dediği gi
bi: "Kendi ruhundan taşmazsa / Bulamazsın ferahlığı ."6
Şu halde, modem insanın mutluluk çabasının tek yanlı ol
duğunu görüyoruz, yani mutluluğu bizlere dışsal olup özsel
olmayan, ilineksel nedenlerde arıyoruz. Oysa Schopenha
uer'in çok önceleri ortaya koyduğu gibi; bizlere dışsal olan
mutluluk son tahlilde mutluluk olmayıp sadece mutsuzluğun
bir anlık duraklamasıdır. Dolayısıyla, olumlu anlamıyla mut
luluğu arayışımızda tamamen kendi imkanlarımıza, yani öz
nel etkenlere bağımlıyız. Kendi dışımızda hiçbir yerde olum
lu anlamıyla hiçbir mutluluk yoktur, çünkü olumlu anlamıyla
mutluluk öznel bir haldir ve bu halin nedenleri de neden-etki
şeklindeki nesnel zincirin tümüyle dışında yer alır. O zaman,
mutluluğa giden yol bizi tiyatrolara ve konser salonlarına ya
da şeref ve görkeme yönlendirmez, bunun yerine kendi varlı
ğımızın dipsiz derinlerine daldırır veya çıkartır. "Kendi varo
luşumuzun ardında," diyor Schopenhauer, "ancak dünyayı
bir kenara koyarsak erişebileceğimiz başka bir şey vardır."
Olumlu anlamıyla mutluluğun öğelerinden biri vicdan rahat
lığı denen şeydir, yani ahlaken masum olma hissidir. Bu his,
Kant' ın kategorik buyruk dediği içgüdüsel itkinin doyurul
masından doğar. İyi gördüklerimizi yapmayı ve ahlaki açıdan
kötü gördüklerimizden kaçınmayı buyuran bastırılamaz ta
leptir bu. Her itkinin doyurulması durumunda olduğu gibi,
ki bu doyurma beraberinde belirli bir yoğunlukta haz getire
cektir, o da bize kategorik buyruğun gereklerince eylemekten
doğan haz hissini verir. Son dönemlerde Eduard von Hart
mann içgüdünün doyurulmasından doğan bu haz duyuşuna
özel bir anlam atfetti ve onu sayısız bilimsel örnek üzerinden
tümevarımcı mantık aracılığıyla kanıtladı . Mutluluğun bir
diğer tükenmez kaynağı nedensel içgüdünün doyurulması
87
olabilir. Nasıl ki pratik aklın alanında tek bir karar ve tek bir
yasa eylemlerimizi yönetiyorsa, saf aklın alanında da tüm bi
limsel yasaların türetildiği tek bir yasa, yani nedensellik kate
gorisi hükmeder. Kant insan düşüncesini yöneten yasaları so
ruştururken tüm düşüncenin, kategoriler dediği bazı formla
rın sınırları içinde yayıldığını keşfetmişti. Kendisi bu katego
rilerin on iki olduğunu düşündü. Schopenhauer ise kategori
lerin sayısını üçe indirdi; zaman, uzam ve nedensellik. Za
manla uzam algının formlarıyken, nedensellik düşüncenin
formudur. Bu üçü a priori kategorilerdir, yani varoluşa önsel
hükümlerdir. Onlar olmadan zihin iş göremez, zira zaman
uzam yapısında yayılmayan hiçbir zihinsel imge yoktur; en
derin doğası nedensel lik olmayan hiçbir düşünce süreci yok
tur. Nedensel düşünme ihtiyacı esas itibarıyla her insan te
kinde doğuştandır, fakat özel olarak felsefi zihinlerde gelişir.
Nedensel düşünme ihtiyacının doyurulmasına hakikat denir.
Kuvvetle muhtemeldir ki hakikat kavramında içerilen bütün
nedenlerin bilgisine eleştirel aklın ışığında erişmek mümkün
dür. Beri yandan, kavradığımız hakikatin mutlak ya da tüm
den göreli oluşu mutluluğumuz açısından fark oluşturmaz,
çünkü nedensel olarak düşünme ihtiyacımızı doyurmak bili
şimizin doğruluk değeriyle değil ona yüklediğimiz inanç de
recesiyle orantılıdır. Neredeyse tüm bilgimiz son derece göre
lidir, fakat bilgimizin mutlak olduğuna imanımız bizlere keyif
dolu bir mutluluk verir.
Belirli koşullar altında insanı mutlu eden ve ona hiçbir
dışsal öğenin sunamayacağı hoşnutluk hissini veren işte bu
iki a priori gereksinimin, yani kategorik buyrukla nedensellik
kategorisinin doyurulmasıdır. İnsan yaşamındaki tüm dışsal
etkenlerin güçsüz ve eğreti doğası tartışma gerektirmeyecek
denli belirgindir. İnsan tüm arkadaşlarından ve akrabaların
dan uzun yaşayabilir, en sevdiğini toprağa verebilir ve ya
bancı bir devirde bir yabancı olarak yapayalnız yaşayabilir;
oysa insan kendisinden ve yaşamının doğuştan gelen öğele
rinden daha uzun yaşayamaz, onları gömemez, çünkü onlar
insanın ta kendisi olup devredilemezdir.
Kimileri burada, kişiye dışsal olan etkenlerin, değişkenlik
lerine rağmen, hiç değilse var oldukları sürece, olumlu anla
mıyla mutluluk kaynağı olabilecekleri yönünde bir itiraz geti-
88
rebilir. Gelgelelim, bu türden mutluluğun çoğu insana aşağı
lık görünmesi bir yana, haz ve haz yoksunluğu söz konusu
olduğunda dışsal ilişkilerin ama öyle ama böyle yansız olduk
larına, üstelik her şeyin kişinin öznel haline bağlı olduğuna
değinilmelidir. İnsanın dişi ağrıyorsa, en muhteşem manzara,
en tanrısal müzik bir tutam dumandan başka bir şey değildir.
İster sağlık ister gönül huzuru; her dışsal hazza uygun içsel
bir hal vardır.
Buraya kadar söylediklerimizden açığa çıktığı üzere, biri
kalıcı ve sahih, öteki salt görünürde ve fazlasıyla değişken
olmak üzere iki tür mutluluk vardır. Elbette, bu hakikatin içe
rimlerini hakkıyla değerlendirebilecek tek kişi, söylemenin bir
faydası olur mu bilmem ama, mutluluğunu zaten sağan ve
ondan vermesi gereken her şeyi isteyen kişidir. Bu hakikat,
can attıkları mutluluğu elde etmeye çalışarak çalmadık kapı
bırakmayan memnuniyetsizlere aşinadır. Halinden memnun
insan, tatmin olmuş insan bu konuları yargılamaktan hoşnut
değildir. (Yazar için not.) Mutluluk çabası son tahlilde her in
san ediminin saikı olarak betimlenebilir. Fakat insan bir başı
na yaşamaz, insanın bir başına yaşaması iyi bir şey de değil
dir ayrıca . Türdeşleri, diğer herkesten ettikleri gibi ondan da
mutluluk istirham ederler. İnsanın devleti icadı, yani bireysel
başarıyı soğurup sonra onu seyrelterek tüm yurttaşlara yeni
den dağıtan düzeneği icadı işte bu arzuyu doyurmak içindir.
Öte yandan, tüm yurttaşlarının bütünselliği olarak devlet an
cak maddi başarıdan yarar sağlayabilir, dolayısıyla ancak
maddi başarı çabasına alenen değer atfedilebilir. Demek ki bi
reysel mutluluk nesnellik taşımalıdır, yani nesnel biçimde al
gılanabilir bir kaynaktan devşirilmelidir. Safça ideal olan
mutluluk örneğinde olduğu gibi, böyle bir kaynağın tedarik
edilememesi durumunda, ideal erekler için çabalamanın de
ğersizliği sonucuna varılır. Bu noktada karşımıza yeni bir so
ru çıkıyor: Felsefe ve saf bilim aşkınsal anlamda entelektüel
birer lüks müdür hakikaten, ayrıca metafizik gerçeklik, ne
densel açıdan7 düşünme ihtiyacını doyurma şeklindeki -
şimdiye dek- ideal olan amaca atfedilebilir mi?
Radikal öznelciler, yani dünyayı yanılsama ve çokluğu da
89
parıldayan hiçliğin gösterisi olarak görenler herhangi bir
amacın nesnelliğini yadsırlar. Yani bu kişiler insana dışsal
olan hiçbir türden teleolojinin varlığını kabul etmeyip, bunun
yerine, tam da çılgınlar olarak bizlerin doğanın bir amaç ta
şıması fikrini dünyaya yansıthğımızı iddia ederler. Ya da en
azından, Kant'ın taklitçileri bu konuda materyalistlerle ortak
tır. Açık ki bu bakış açısı aşırı derecede çorak ve verimsizdir.
O, tümevarımla ilerleyen, bilimsel yönteme dayalı spekülatif
soruşturmanın ölümü demektir. O, yüreği ve duyarlılığı sağ
lam olan herkes için umutsuzluk demektir. Her türden felsefe
ampirik bir temele yaslanmalıdır. Felsefenin tek hakiki zemini
kendimizde deneyimlediklerimiz ve bizi sarmalayan dünya
da kendimiz aracılığıyla deneyimlediklerimizdir. Deneyimle
rimizi birer soyutlamaya dönüştüren her a priori yapı bizleri
hatalı çıkarımlara götürecektir mecburen. Gerçi Fichte, Schel
ling ve Hegel gibi Kant sonrası dönemin ilk filozoflarının ya
nılgılarını gözlemleyen bizler bunu zaten şimdiye kadar bil
memiz gerekirdi. Nietzsche'nin dediği gibi, felsefemiz her
şeyden evvel elimize en yakın olanın felsefesi olmalıdır. Fel
sefemiz, gerçek deneyim zemininde ve yeter neden ilkesiyle
uyum içinde, bilinmeze dair çıkarımlar yapmaya bağlı olma
lıdır; yoksa, dışsala dayanıp içsel dünya hakkında çıkarımlar
yapmaya veya sırf içsel dünyayı olumlayarak dışsal gerçekli
ği yadsımaya bağlı olmamalıdır. Zaman, uzam ve nedensel
likten8 ibaret sekiz9 a priori kategorinin dışında, deneyime da
yanmayan hiçbir kategori yoktur. Şu halde, amaç hakkındaki
yargılar a priori yargılar değildir, çünkü a priori yargıların
nesnelliği tanıtlanamaz. Öte yandan, yeter neden ilkesine gö
re, bizlere dışsal olan amaçları tanıtlamak mümkündür. Edu
ard von Hartmann bunu gerçekleştiren ilk kişiydi, üstelik bu
nu, sağın bilimden devşirilmiş bir yöntemle, yani olasılık he
sabıyla yaptı.
Herhangi bir eylem, nesnel bir amaç mefhumuna dayanı
yorsa, "bir amaca bağlı" şeklinde adlandırılabilir. Yeter neden
90
ilkesine göre herhangi bir amaç mefhumu, amaçlı bir yapıda
olması kastedilmiş her eyleme önsel olarak var olmalıdır. Her
insan teki bu ilkenin kesinliğine yönelik öznel bir deneyime
sahip olsa gerektir. Kendimizden başka birinin amaç taşıyan
bir eylemini gözlemlediğimizde, kendi kasti eylemlerimizde
gözlemlediğimiz şeyle kıyaslayarak, bu kişinin zihninde belir
li bir yönelim/kasıt taşıdığını çıkarırız. Bizzat kişinin tanıklığı
aracılığıyla a posteriori olumlama da tedarik edilir. Söz konusu
olumlama, benzetmeye dayalı çıkarımımızın doğru olduğunu
söyler bize. Yüz binlerce doğru çıkarımı özetlersek, bir ama
cın nesnelliği hakkında tümevarımsal bir kanıta erişiriz. Bir
amaca yönelik yönelimin/kashn öncelemediği başka amaçlı
eylemlere delalet eden hiçbir mefhumumuz yoktur, elverir ki
sözü edilen eylem içgüdüsel olmasın. Kendisini meydana ge
tiren her adımın zorunlu olarak bir amaca bağlı olması ve do
ğurduğu sonucun olabileceklerin en iyisi olması içgüdüsel bir
eylemin alametifarikasıdır. İçgüdüsel bir eylemi aydınlatmak
adına, Newton'un neredeyse tümden unutulmuş Regulae phi
losophandi'sini ffelsefe yapma kuralları] hatırlatmak yerinde ola
caktır; ne diyordu Regulae seconda [ikinci kural]:
ı o "Il. kural: Bu nedenle, aynı doğal sonuçlara, mümkün olduğunca, aynı ne
91
yani elle tutulur olabilen, oysa gerçek saikı herhangi bir ama
ca dayalı ve bizce bilinmez bir fikir olabilen eylemdir. 1 1
İçgüdü, istencimize tabi olmadan eylemlerimizi etkileyen,
daha ziyade eylemlerimizi bilinçlice ayırdında olmadığımız
bir yönde dönüştüren ve ancak a posteriori fark edilen bir
amildir. Nedensellik kategorisi, bu tanım üzerinden, bir içgü
dü olarak adlandırılabilir. Helmhotz psikolojik optik kuramı
hakkındaki kitabında şöyle diyor: "Demek ki yeter neden il
kesi tüm algılarımızı zihnimizin yönetimine tabi kılan zihin
itkisinden başka bir şey değildir; bir doğa yasasıdır."12 Bu savı
kanıtlamak zor değil. Nedenselliğin en ilksel biçimi bilinçsiz
çıkarımlarda bulunur. Çevresel sinir uçlarımız uyarılırsa ve
uyaran, bir duyu algısı biçiminde bilincimize dahil olursa dış
sal bir nedenin ideası da mevcut olmalıdır, yani uyaranı der
hal, bilinçsizce dışsal bir nedenle ilişkilendiririz. Dolayısıyla,
nedensel içgüdü, istencimizle iş birliğine bağımlı olmadan,
vakti gelince bilinçli bir düşünce sürecine dönüşebilecek şeyi,
yani dışsal bir nedenle bağlantıyı önceden sezer. Bağlantı bi
linçdışı düzeyde, istençten tamamen bağımsız şekilde gerçek
leşir ve elde edilen sonuç bize hazır şekilde, sanki dışımızdan
geliyormuş gibi teslim edilir.
Aşk gibi öteki içgüdülere benzer şekilde, nedensel açıdan
düşünmeye yönelik içgüdüsel ihtiyaç da zayıf ve güçlü form
larda tezahür eder. Nedensel düşünme içgüdüsünün ilksel
formu, bazı koşullar altında, tüm entelektüel işlevleri devra
lıp onları kendine göre dönüştürebilecek denli güçlü olabilir.
Tıpkı cinsel dürtünün insanı sık sık canavara dönüştürmesi
gibi, asli öğe niteliği taşıyan nedensellik kategorisi de her şeye
nüfuz eden ve insanların doyurmak için yaşamlarını bile feda
edeceği doymak bilmez bir iştiha, bir ihtiyaç kılığına bürüne-
ı ı Silinmiş: Eduard von Hartmann bunu olasılık kuramına d ayalı bir kanıtla
ispatladı.
Alman filozof Hartmann ( 1 842-1906) Hegel ve Schopenhauer'den etkilendi. Geç
dönem eserlerinde Jung, Hartmann'ın 1869 tarihli Philosophie des Unbewussten
(Bilinçdışının Felsefesi) metninden ve diğer eserlerinden sık sık alınb yapar.
ıı Hermann von Helmholtz, A Treatise on Physiological Optics (özgün dilinde
basımı; 1 867), İ ng. çev . New York: Dover, 1961, C. iV, par. 26, "Conceming
the Perceptions in General" ("Genel Olarak Algılar Hakkında"), ss. 30-31 .
92
bilir. Bizi yakıp tutuşturan, insanın tüm iş ve hükümlerini kü
çümser hale getiren, başkaları ağlarken güldüren yorulmak
bilmez bir özlemdir o. (Yazar için not.) İşte hakikate yönelik
bu ateşli arzudur tüm engelleri çabucak yıkıp geçen hatta ya
şama istencini bile ezmeye gücü yeten. Dipsizin derinliğini
ölçmek için Etna yanardağına atlayan Empedokles hikayesi
iyi bir hikayedir; velev ki uydurma olsun. Tabii Horatius ona
başka saikler, tam da bir Romalıya yaraşır saikler atfeder:
13 Horatius, Ars Poetica (Şiir Sanatı), 464-466. dizeler: "Ölümsüz bir tanrı ola
93
arzunun tümden ifadesi olarak her sahici felsefe dindir. Ço
cukları, "tanrılarından mahrum bırakılmış doğanın merha
metsiz hengamesi" ve kargaşası yüzünden dehşete düşmüş,
ezici varoluş muammasıyla umutsuzluğa sürüklenmiş vaziyet
te kendisine kaçhğında onlara müşfik kollarını açan anadır din.
Bitki ve hayvanlardaki benzersizce harika ve bir amaca
bağlı eylemlerin hepsi için, tüm bilim insanlarında doğruca
huşu uyandıran bu eylemlerin tümü için "içgüdüsel eylem"
terimini kullanıyoruz. Özellikle bu yüzyılın başında, önde ge
len birçok düşünür içgüdü meselesine en yoğun şekilde ilgi
göstermiştir. Bu doğrultuda Schelling şöyle demişti: "Hayva
ni içgüdünün tezahürleri düşünen her insanın bildiği en etki
leyici meseleler arasındadır, üstelik her sahici felsefenin ger
çek mihenk taşıdır." Charles Darwin, içgüdüyü yeni bir ilke
olarak evrim kuramına yerleştirmeye mecbur hissetmişti.16
Bildiğimiz gibi Schopenhauer içgüdüyü istencin nesnelleşme
sindeki bir aşama olarak tarif etmişti; buna, amaca yönelik
yönelim/kasıt, şeklindeki mutlak olarak özsel öğeyi ekleyen
Hartmann da öyle.
Mutlak amaçlılık içgüdüsel eylemlerin alametifarikasıdır.
Önceden tanıtladığımız üzere nedensellik kategorisi içgüdü
sel bir şey olarak görülmelidir. O halde, nedenselliği tatmin
etme içgüdüsü aynı zamanda mutlak olarak amaçlıdır. 17
Bir neden-etki zincirinde geriye doğru gidersek anlama
yetimizin, yani somut nedenlerin idealarını sıraya dizme ka
biliyetimizin arhk iş göremeyeceği bir sınıra varırız. Fizik bu
bağlamda mükemmel bir örnek sunar. Taş yere düşer. Ne
den? Kütle çekiminden. Peki taş kütle çekimine neden karşılık
verir? Çünkü böyle yapması ona özgü bir niteliktir. Durumu
kavrama yeteneğimiz bu noktada tükenir. Biz de bizzat, kav
ranamaz evrensel bir kütle çekimi ilkesini vazederiz, yani aş
kınsal bir postulat koyarız. Nedensellik bizi, hakkında daha
hen Glaubens vom Standpunkt des Glaubens dargestellt ( 1 846) adlı eseri bulunu
yordu.
1 6 Silinmiş: Bu yordam, kimi bilim insanlarının, mantığın makul koşulları bağ
rak görülebilir.
94
fazla açıklama yapamayacağımız bir Ding an siche, aşkınsal
yapılı bir nedene getirdi. Nedensellik kategorisi bu anlamda,
aşkınsal bir doğanın nedenlerine, yani bir görülemez ve kav
ranamaz dünyasına; maddi doğanın hesaplanamazda, ölçü
lemezde sürmesine ve künhüne varılamaza uzamasına a priori
gönderme yapan, baştan ayağa fevkalade bir gönderge şek
linde yorumlanmalıdır. Böylesi bir yorumun Ding an sich öğ
retisine başka bir açıdan baktığını, ayrıca canlı evrenin zengin
amaçlılığı hakkında beklenmedik bir ipucu sağladığını ekle
mem sanırım gereksiz.
Daha önce sorduğumuz soruya dönelim: Nedenselliği
tatmin etme ihtiyacı şeklindeki, en baştan ideal olan amacın
metafizik gerçekliği var mı? Yukarıdaki tartışma, amacın var
lığını yeter neden sayesinde tanıtladığımızı gösterdi. Neden
etki ilkesinin a priori durumunda bir amaç varsa, o halde bu
ilkenin bir yararı da vardır, fakat bu yarar, tıpkı amaç gibi,
aşkınsaldır. Nedenselliğin altındaki amaç mevcut varoluşu
muzun çok ötesine uzanır, üstelik sonsuz başarı tarafından
gözlenen sonsuz bir etkiler zinciri meydana getirme babında
beslediğimiz umutları meşrulaştırır. Ancak, her ne olursa ol
sun, nedenselliğin amacı vardır, dolayısıyla bilimin, felsefe ve
dinin de bir yararı, aşkınsal bir yararı vardır. Şu halde, ne
densel düşünme ihtiyacının doyurulmasını, bunun yararsız
olduğu iddiasıyla küçümseyenler yığını tümden hatalıdır.
Öy leyse bırakalım konuşup dursunlar! Biz de Goethe'nin dü
şüncesiyle teselli bulalım:
ı s Goethe'nin Sprüche (1808) metninde yer alan, 190 numaral ı '"Ktaffer" şiirinden.
Özgün hali: "Und seines Bellens lauter Schall / Beweist nur, dass wir reiten."
95
yor mudur? Onun yolculuk arzusu, amacı bilinçli zihinden
gizli diye amaçsız mıdır yani? Fakat insan olarak bizler, şimdi
mevsimin güz olduğunu ama kışın gelmekte olduğunu; sağ
lam bir sezgi tarafından, dehşetinden kaçmamız konusunda
uyarıldığımız bir kışın geldiğini bilmeliyiz. Nefis bir pasaj da
şöyle diyor Nietzsche:
96
"Orada seni neyin beklediğini biliyor musun? Ne kadar bü
yük bir bedel ödediğini? Kesin olan bir malla kesin olmayanı
takas ettiğini ? En çetin savaşı yürütecek kadar güçlü hissedi
yor musun kendini? Zihinle yürek, duyguyla düşünce çahştı
ğında, şu çok başlı, ölümsüz kuşku yılanının şarkısına eşlik
edecek yürek var mı sende? Ya kendi içindeki düşmanla
mertçe yüzleşecek cesaret?"
Biz de, öte yandan, diyoruz ki: Ekmeden biçilmez! Mutlu
luğunu kendine dışsal şeylerde temellendiren biri bütün
dünyasının aniden parçalandığını görebilir. Bizlere dışsal
olan her şey değişebilir. Ötekilerle ilişkili olduğumuz her şey
kayıplara karışabilir. Kraliyet maiyeti ve toprakları olmayan
bir kral nedir ki? Ya askerleri olmayan bir general? Konumu
nu tanıyacak insanlar yoksa mevki sahibi kimdir? Tüm dışsal
başarılar ve dışsal itibar un ufak olabilir, üstelik günün birin
de olacaktır. Oysa kimse içsel kazanımlarımızı alamaz bizden,
çünkü bunlar kendi varlığımızla tutarlı ve uyu mludur. İnsan
lar falancayı bir yeralh zindanına kapatabilirler, onu kör edip
dilini kesebilirler ama o, falanca olarak kalır; zihninin variyeti
ve serveti ona aittir, ayrıca kendisi var olduğu sürece, devre
dilemez ve solmaz halde, onun kalacaktır.
Nedenselliği tatmin etmeye yönelik içgüdüsel ihtiyaç, aş
kınsal nedenlere gönderme yapan a priori bir gönderge olarak,
dini kurar. İnsanı hayvani doğadan kurtarıp felsefeyle bilimin
düzeyine yükselten, böylece ölümsüzlüğe taşıyan son derece
ince faildir o. Ama buna rağmen söz konusu ihtiyaç içgüdü
seldir. Bu kavrayış bizi yeni bir düşünce dizisine, yeni ve
karmaşık bir soruna getiriyor. Soru şöyle: Nedensel içgüdüyle
diğer içgüdüler arasındaki ilişki nedir ve nedensel içgüdüye
öncelik tanımanın gerekçesi buradan devşirilebilir mi?
Buraya kadarki bölümde, nedensellik yasasını tatmin etme
ihtiyacının doyurulmasını, bunun en büyük mutluluğun kay
nağı olduğu iddiası üzerinden, doğruladık. Ayrıca mutlulu
ğun her daim salt öznel bir hal olduğunu, dolayısıyla akıl yü
rütme hattımızın bir argumen tum ad hominemden başka bir şey
doğurmadığını tanıtladık. Şimdi bu tanıtlamayı bir argu men
tum ad ren t ile pekiştirmeliyiz.
Bu yeni zorluk, felsefi dünya görüşlerinin hudutsuz savaş
alanı gibi uzak bir yere getiriyor bizi.
97
Şafaklar arasında bir alacakaranlıkla
ölümün arazisine varır insanın yolu.
Güçlerin baş okşamasından kfih köteğinden
yorgun gider uykuya.
98
gibilerinin eylemlerinde amaç olduğunu bilmek istemesi gibi.
Büyük muammanın her yere yayılmış karanlığını aydınlat
mak için göklerden şimşeği çalan bir Prometheus' tur insan.
Doğada bir anlam olduğunu, dünyanın bir gizemi gizlediğini
ve kendi yaşamındaki amacın da bu gizemi keşfetmek oldu
ğunu bilir.
Platon'un derdi, yani ebedi idealar, Uyuyan Güzel misali
iki bin yıllık uykuya daldıktan sonra, çok katmanlı değişimle
riyle felsefe, Königsberg filozofunun; bu antik meseleyi ölüm
cül uykusundan cesur borusuyla uyandırıp ürkmüş bir dün
yaya yeni kılığında sunan adamın yolunu hazırladı. Kant'ın
hamlesi Ding an sich sorununu ortaya koymaktı.
Ding an sich, algımızdan kaçan her şeyi, somut bir zihinsel
imgesine sahip olmadığımız her şeyi kapsar. Söz gelimi, bi
zim için "Rimatara" terimi Ding an sichı temsil eder. Kuvvetle
muhtemel ki hiçbirimiz Rimatara'nın ne olduğunu bilmiyo
ruz. Fakat bir atlasa bakarak Rimatara'nın Güney Denizinde
bir mercan adası olduğunu keşfederiz. Ding an sich derhal
somut bir imgeye dönüşür. Deneyimin bizlere bir Güney De
nizi adasına yüklemeyi öğrettiği tüm sıfatlara sahip bir ada
resmederiz kafamızda. Böylece Rimatara'nın yaklaşık olarak
şekliyle ilgili bir mefhumumuz vardır, yani bilinmeyeni bili
nene dönüştürmüş ve tek bir terim sayesinde Ding an sichin
aşkınsal alanını daraltmışızdır. Bilim, bilinmeyenin ve elle tu
tulamazın alemini daraltmak suretiyle zihinsel evrenimizi
genişleterek bunu her yönüyle gerçekleştirir. Bu işi ya olumlu
keşifler yaparak ya da fenomenleri açıklayarak halleder. Bir
fenomenin nedenine dair şekilsel bir imgeden hala yoksun
sak, ilke denen bir şey yaratırız, yani şu an elimizdeki araçlar
la açıklanamayan bir Ding an sichin varlığını postulat olarak
koyarız. Eskiden bilim insanlarının, nedensel ilişkiler hakkın
daki bilgimizde gerçekleşen müteakip ilerlemeler yüzünden
artık ilke olarak görülmeyen birçok ilkeyi neden vazettiklerini
anlamak böylece kolaydır. Örneğin, geçmişte nem ilkesi hak
kında, sıcak, soğuk, su barındıran ve benzerleri hakkında ne
kadar çok şey söylenmişti. Oysa bugün bu sözde ilkelerin
kaynağını artık fark etmiş, yani onları daha yüksek bir neden
etki zincirini keşfimiz aracılığıyla açıklamış bulunuyoruz. Bir
99
ilkenin nedenini anladığımızda artık o, ilke değildir, çünkü
principium [ ilke] ilk ve nihaidir.
Modem bilimin ilkeleri daima uzayan neden dizileri hak
kındaki bilgimizin azami sınırını işaretler. Bir sonraki malu
mata varmamızı, yani gelişkin yöntemlerle daha yüksek bir
neden-etki zincirini keşfehnememizi engelleyebilecek hiçbir
neden yoktur. Beri yandan, çok yakın gelecekte her şeyin
açıklanmış olacağını dünyaya d aha şimdiden muzafferane bir
edayla ilan edenler epistemolojinin şu temel ilkesine kulak
verip hakkında kafa yorsalar iyi ederler: Yeter neden ilkesine
göre neden-etki zinciri sınırsızdır. Duyularımızın gücünü ba
zı araçlar sayesinde artırarak temel ilkelerin bilgisine erişme
konusunda büyük atılımlar yapabiliriz elbette,22 gelgelelim
hiçbir nedenin son neden olmadığını, bilakis kendisinin de bir
nedenin etkisini temsil ettiğini her daim hatırda tutmalıyız.
Şeylere bu açıdan baktığımızda, birbirleriyle eşmerkezli olan ve
olmayan çemberler gibi ilişkili sonsuz sayıda dünyaların var
olduğunu kavrayabiliriz. Bu dünyalar, doğal olarak, tümüyle
özneldir ve açık söylersek, her bir (biliş) öznesinin kendi
dünyasına sahip olacağı şekilde yapılanmıştır. Beri yandan,
deneyimin gösterdiği üzere, aynı tü rlere ait bireylerin dünya
ları söz konusu bireylerin duyu organlarındaki tek tiplilik
nedeniyle öyle veya böyle uyumludur. Amibin kendine özgü
dünyası vardır, kurtçuğun da öyle; yine memelilerin ve dola
yısıyla insanın da. Bu çeşitli dünyalar arası ilişkiler mevcut
duyu organlarının niteliğine bağlıdır. Sözü edilen örnekler
den gidersek, amibin dünyası kurtçu ğun dünyasında aşağı
yukarı kapsanmıştır; ikisinin dünyası da memelinin dünya
sında ve üçünün dünyası insan dünyasında kapsanmıştır.
Daha çok farklılaşmış duyu organlarına karşılık düşen her
dünya daha az farklılaşmış duyu organlarına karşılık düşen
diğer tüm dünyalarla ilişkilidir; Ding an s ich i n dünyasının in
san dünyasıyla ilişkili olması gibi . Esasında, yani bizzat var
olan her şey, "bilindik bir alanı kaplayan meşhur sürü bile"
bir ve aynı dünyada, yani bilinmez bir son nedenin idaresi al
tında akıl sır ermezcesine var olan bir dünyada hareket eder.
1 00
Mutlak alem, bir yanda Ding an sich diğer yanda fenomenler
dünyası olmak üzere iki seçik aleme bölünmüş değildir. Hep
si birdir. Ayrışma ancak bizle ilişkili olarak söz konusudur,
çünkü duyu organlarımız mutlak-olarak-dünyanın ancak be
lirli alanlarını algılama yeteneğine sahiptir.
(Yazar için not. ) Burada geliştirdiğim şeyin Ding an sichin
türetilişine dair az çok yeni bir görüş olduğunu pekala biliyo
rum. Ancak bana kalırsa bu, epistemoloji sorununun kesin ve
gerçekten evrensel olan tek yorumu. Mutlak öznekiliğin yak
laşımının aksine şunu iddia etmek durumundayım: X ışınları,
keşfedilişinden önce, bir Ding an sichi temsil ediyordu; hem
de saf aklın postulatlarının nesneleri, yani Tanrı, özgürlük ve
ölümsüzlük ne kadar temsil ediyorsa o kadar temsil ediyordu.
Felsefesinin olumlu boyutuyla Kant tü retme meselesinde
temel olarak numenin üstünlüğünü kabul etse bile, Kantçı
epistemoloji eleştirisi, az önce açıklandığı üzere, Ding an sich
sorununu çözmeden bırakır. Kant sonrası filozoflardan, bu
sorunu felsefe için yeniden yararlı hale getirerek akıllıca bir iş
yapan ilk filozof Schopenhauer idi. Bildiğimiz gibi Schopen
hauer Ding an sichi kör istenç olarak yorumladı. Schopenha
uer' in entelektüel varisi Eduard von Hartmann bu istenç kav
ramını devraldı, fakat ona aşkınsal idea öğesi ekleyip Ding an
sichi de içten gelen, bilinçsiz isteme ve imgeleme şeklinde yo
rumladı. Schopenhauer ve Hartmann tekçiydiler, yani dün
yayı tek bir tözden, belirsiz doğanın tek bir son nedeninden çı
kan bir şey olarak görüyorlardı. İkisinin zihinleri de berrak ve
neden-yönelimliydi; ama bunlar aynı zamanda duygu insa
nıydılar, bu yüzden, insan yüreğinin en içteki çatışmasını gö
ren keskin gözleri ve her insan yaşamının peşrevindeki
ahenksizliğe kulak veren keskin kulaklarıyla birer pesimistti
ler. İnsan ısbrabının felsefe için taşıdığı derin anlam ve önemi
anlamışlardı; en bön barbarlığa ve hayvaniliğe dönen opti
mistlerin aksine, tüm yarabkların mustarip olduğu tarifsiz
acıdan burunları havada yüz çevirmediler. Sahici bütün filo
zofların yapması gerektiği gibi, düşüncelerinde ıstıraba baş
köşeyi ayırdılar. lsbrap, Schopenhauer'in, o ilksel istencinin
körlüğünden türettiği ilk öğedir. Hartmann da ıstırabın tüm
varoluşun temeli olduğunu düşünür. İkicilik felsefede,
1 01
Kanf tan önce bile, tabuydu, dolayısıyla Schopenhauer ve
Hartmann da tekçiydi. Gelgelelim bu ikisinin yürekleri, insani
hisleri isyan etti ve onlar da ıstıraba Ding an sich te aşkınsal bir
zemin tahsis etmeye mecbur kaldılar. Dolayısıyla Schopenha
uer'in istenci kördür çünkü ıstırapla dolu bir dünya yaratmış
tır. Hartrnann'ın bilinçdışı da bizzat bilinçli değildir, üstelik
hala mutsuzdur ve hep mutsuz olagelmiştir çünkü kasti ola
rak mümkün olan en iyi yaşamı; ebedi sefalete kıyasla görece
mutlu olan bir yaşamı tasarlamıştır. Öte yandan, eğer ikiciliği
temel alır da bu yüzden birlik çabamızı tatmin edemezsek,
derhal dünyanın ıstırap çekmesi için fazlasıyla yeterli bir ne
den geçer elimize. Ampirizmin tüm spekülatif soruşturmanın
tek mümkün temeli olduğunu ilan etseydik, ikici dünya gö
rüşü öyle pek de yanlış görünmeyecekti.
Son dönemdeki bilimsel araştı rmalar ikilik konusunda faz
lasıyla değerli bazı veriler sunuyor. Ancak modernlere geç
meden önce, eskilerden ikisinin, zaman ve mekan bakımın
dan birbirlerinden oldukça uzak iki insanın sözlerini şükran
ve takdirle hatırlatmak yerinde olacaktır.
Şöyle diyor Yeşu ben Sirak:
Şerrin karşıtı hayır; ölü m ü n karşıtı yaşam; yine dindarın karşıtı gü
nahkar.
Yüce Tanrının eserlerine böyle bakmak gerek; her şey çifter, karşıtıyla
beraber.
Ecclesiasticus/Sirak Kitabı 33: 1 5- 1 6 ( sic]
102
Doğaya karşı saf temaşayla dolu bir yaklaşım benimser
sek, düşünce bize şunu dayatacakhr: Doğanın derinlerinde
bir yerlerde, dile söze gelmeyecek kadar duygusuz bir şey,
durmadan tüm girişimleri felç etmeye ve her bağımsız etkin
liği bashrmaya çabalayan bir şey gizlenmiş olsa gerek. Bu
"şey," kendi kudreti hakkında neşeyle dolu vaziyette yük
selmekte olan taşı havadaki hükümranlıktan tekrar aşağı in
dirmeye zorlayan, bön ve geri kafalı kuvvettir belki de; zayıf
yoldaşlarını o çok faydalı güneş ışığından mahrum bırakma
ya çalışan uzun ağaan kıskançlıkla dolu gayretidir ya da; fi
lizlenen yaşamı mahvetmeye uğraşarak, inatçı bir dayanıklı
lıkla, tüm kuşaklan kat eden hastalıkhr belki; veya her itkiye
direnen ama herhangi bir itici gücü bir kez benimsediğinde
ona budala bir azimle yapışıp kalan maddenin sınır tanımaz
aptallığıdır.
Doğayı nesnelce temaşa ettiğimizde şöyle düşünmeye zor
lanmıyor muyuz: Kökten farklı iki güç burada şiddetli bir ta
hakküm mücadelesine girişmiş? Güçlerden biri her şeyi yerle
bir etmeye, düzleştirip dümdüz etmeye, durgunlaşhrmaya;
tüm etkinlikleri ve hareketleri bastırmaya; tüm güzellikleri
mahvetmeye; her şeyi uysal, hareketsiz ve ölü kılmaya çalışı
yor durmadan. Diğer güç ise her şeye yaşam ve renk katma
ya; tüm yönlerde hareketi tahrik etmeye; maddeyi maddenin
ezici kucaklamasından özgürleştirmeye; hesapsız bir şekil ve
biçim bolluğu yaratmaya uğraşıyor daima.
Doğadaki bu çahşan amaçlardan doğan izlenim o kadar
çarpıadır ki bu nefret/çekişme bir biyolojik ilke biçiminde -
varoluş mücadelesi- bilime bile girmiştir.
Bu çahşkının kaynaklarını soruşturmak istediğimizde, ön
celikle genel fiziğin kaynaklarına bağımlıyızdır. Psikolojiyi de
kapsayan bir şey olarak anlaşılması gereken genel fizik tüm
doğal fenomenleri belirli ilkelere, yani doğaları şu anki şartla
ra göre hala bilinmez olan öznel, son nedenlere indirgemeye
girişir. Şu halde, söz konusu çahşkı için yeterli bir açıklama
sunacak bütün asli kuvvetlerin bu bilimde keşfedilebileceğini
umuyoruz.
Şimdilik inorganik doğayla yetinelim. Tüm inorganik fe
nomenlerin ilkeleri kütle çekimi, adezyon, kohezyon, kapila-
103
rite, soğurma, elastikiyet, afinite, a talet, manyetizma, elektrik,
ısı, ışık ve harekettir. Bugün bu kuvvetlerin hepsi haia ilke
konumundadır, çünkü, örneğin, ışığı eterdeki dalgaların ha
reketi üzerinden açıklamamız eterin şekilsel, zihinsel bir im
gesini elde etmek mümkün oluncaya kadar hiçbir müstakil
anlam taşımaz. Bu ilkeler yığınına baktığımızda onların iki
ayrı, az çok iyi tanımlanmış sınıfa ayrıldığı hemen gözümüze
çarpıyor. İlk olarak, maddede içkin, a priori ilkeler vardır;
ikinci olarak, maddeyle ancak a pos teriori temasta olan ilkeler
söz konusudur. Isı, ışık, elektrik ve hareket kesinkes; manye
tizmaysa koşullu olarak ilk gruba girer. İlk grubu kısaca tarif
edersek: Mutlak, asli kuvvetler olarak bunlar enetjinin koru
numu yasasına tabi olmayan kuvvetlerdir; çünkü bu ilkeler
enetjinin değişimlerini temsil etmeyip bilakis gerilimi ve geri
limin azalmasını hem mümkün hem görünür kılan koşul ve
nedendir. Dolayısıyla bu birinci gruptaki ilkelerin ikinci grup
takilerle olumsuz bir ilişkisi vardır. Sadece afinite dikkat çeki
ci bir orta konum işgal eder. Bunlar arasındaki ortak nokta bir
çekim öğesidir; kütle çekiminde, kohezyon ve adezyonda,
kapilarite ve soğurmada yaygın şekilde, afinite ve ataletteyse
yeğin şekilde gözlemlenebilen bu öğedir. Tüm çekimlerin özü
maddenin tüm noktalarını mümkün olan azami derecede du
rağanlık haline sokma ve bunu sabit halde tutma çabasıdır. O
halde, bu grubun kendine özgü niteliği edilgenlik eğilimidir.
Şimdi ikinci grubu tarif edelim: Işık ve ısının, elektriğin,
elektromanyetizma ve hareketin enetji biçimleri enetjinin ko
runumu yasası aracılığıyla etki ederler. Bu gruptaki kuvvetler
ne a prioridir ne de maddede içkindir, çünkü bir cisim eo ipso
atıl olduğu veya kütle çekim özgülüğüne sahip olduğu tarzda
eo ipso sıcak, ışıklı veya elektrikli değildir. Bu gruptaki kuv
vetler ancak ilk gruptakilerin yardımıyla iş görebilirler. Bu
yüzden, örneğin hareket ancak bir cisim atıl olduğunda ger
çekleşebilir. Potansiyel enetji ancak kütle çekimsel çekim
mevcutsa kinetik enetjiye dönüşebilir, ayrıca kimyasal tahliye
ancak afinite mevcutsa gerçekleşebilir. Bu ikinci grup ilk grup
aracılığıyla işlevsel olduğuna göre, ataletin hareket itkisine
mağlup olduğunu görürüz, aksi durumda bu itki ısı biçimini
alıp kaynağına geri döner. Isı kohezyona baskın çıkar; elekt-
1 04
rik de kimyasal afiniteye. İki gruptan bazı kuvvetler birbirle
riyle karşılıklı bağımlılık şeklinde dikkat çekici bir ilişkiye gi
rerler; ısı ve afinite mesela. Afinite mutlak sıfır derecesinde ( -
2730C. [-469°F.]) neredeyse kesin olarak artık var olmaz.
Manyetizma iki grup arasında bir orta konumu işgal eder
ve bu rol, tıpkı afinitenin üstlendiği ortacı rolü gibi, yani
elektromanyetizmayla atalet arasında söz konusu olabilecek
bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi üzerinden açıklanabilir. Elasti
kiyete gelince, onu henüz beni tatmin edecek şekilde türet
meyi başaramadığımı, dürüst olmam gerekirse, kabul etmeli
yim. Belki de o, tersten atalet olarak görülebilir, öyle ki atalet
olumsuz bir yadsıma oluştururken, o, bir itkinin olumlu yad
sınışını temsil eder.
Bu grubun ortak öğesi, konumun genişleme ve yeğinleşme
şeklindeki değişimine yönelik çabadır, başka deyişle kesinti
siz etkinlik çabasıdır. Tam da burada söz konusu kuvvetlere
ilişkin fizik kuramını hatırlatmak yararlı olacaktır. Işık, ısı ve
elektrik eter dalgaları üzerinden açıklanır. Eterin mutlak ola
rak özsel olan özgülüklerinden bi ri sınırsız itmedir, yani ko
numun değişimine yönelik sınırsız imkanlara doğru çabala
maktır. Eduard von Hartmann, iki tür enerji öğesi olduğunu,
ilk gruptakilerin birbirlerini sürekli ittiğini ve diğerlerinin sü
rekli çektiğini söyleyerek aynı noktaya işaret etmişti. Şu
halde, özünde Hartmann' ınkiyle benzer bir sonuca varmış
bulunuyoruz; şu farkla ki biz algıyı başlangıç noktası almış
tık, o ise kuram zemininde ilerledi. Zöllner de maddenin öz
gülükleri hakkında kafa yorarken, çatışan eğilimlerin kabulü
ne, aynca iten ve çeken kuvvetlerin eşzamanlı var olmaları
meselesine varmıştı . Başka deyişle o, doğanın devingen özgü
lüklerinin derinlerinde temellenen bir ikiciliğe varmıştı.
Kant Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels [ Ev
rensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı] metninde aynı hatta ilerler:
n Kant, Allgemeine Naturgeschichte und Theorie des Himmels, ein Versuch von der
Verfassung und dem mechanischen Ursprunge des ganzen Weltgebiıudes nach
1 05
Fizik ilkeleri hakkında şimdiye kadar söylediklerimizi kı
saca özetlersek:
Kütle çekiminin, adezyon ve kohezyonun, kapilarite ve
soğurmanm, atalet, afinite ve elastikiyetin özsel öğesi mutlak
durağanlığa veya tarafsızlığa erişme şeklindeki olumlu çabadır.
Hareketin, ışık ve ısının, elektriğin özsel öğesiyse sınırsız
değişime, daimi etkinliğe yönelik olumlu çabadır. Bwtlarm
bitimsiz etkinliklerinin ifadesi enerjinin korunumu yasasıdır.
Henüz etkin kuvvetlerle donanmamış bir dünya resmede
lim. Bu türden bir dünya "kerih bir topak halinde," ayrıca sa
kin, katı ve ölü vaziyette, hareket ve değişimden mutlak yok
sun şekilde uzanım karanlıklarında asılı kalırdı mecburen.
Böyle bir resimle karşılaşan biri Musa'nın sözlerini hatırlama
sın ya ne yapsın: "Ve arz şekilsizdi, boştu; karanlık sarmıştı
enginin yüzünü" (Yaratılış!fekvin 1:2.) Şayet yaşam etkinlik
kuvvetleri tarafından bir gelin gibi süslenmeyeydi yeryüzü
onu nasıl tasarlayabilirdi ki?
"Ve Tanrı buyurdu: Işık olsun!"24 (Yaratılış{fekvin 1 :3.)
Yaratma edimi karanlık kaosu aydınlattığında,25 dünyanın
kurtuluşu, henüz herhangi bir organik varlık rahmani ışığın
Iütfunu tatmazdan çok evvel, başladı. Isının etkin kuvveti ön
celikle unsurları katı madde yığınından kurtarmak, sıvıyı ka
tıdan ve gazı sıvıdan ayırmak zorundaydı. Bu kuvvet mad
deyi söze dökülmez baskıdan kurtarmak zorundaydı . İ şte bu
gerçekleşir gerçekleşmez madde harekete başladı. Böylece sı
vı ortaya çıkıp gezegenlerin yüzeyinde aktı. Gazlar kaynayıp
kayalara doldu, unsurları eritti. Afinite eğiliminin hevesi or
taya çıkmaya başladı. Unsurlar birbirlerini sevmeye ve birbir
lerinden nefret etmeye başladılar, beri yandan bunların kar
şıtlığından çokluk doğdu .
Burada, en ilkel ama aynı zamanda en olağanüstü biçi
minde bir çatışkı görmüyor muyuz? İ şte ikiciliğin kökleri bu
radadır. Burada tam da kaynaktayız. Bu noktada, karşıtlığın
1 06
kuvvetleri inorganik doğada birbirlerine baskın çıkma peşin
deler. Filozofların dünyanın ıshrabı dediği mücadelenin baş
ladığı yer burası. Canlıyla ölü, etkinle edilgen arasındaki bu
ilksel ve temel karşıtlık dünyanın şarkısını başlatan güçlü mi
nör akordur. Çekişen iki unsurdan üçüncüyü, dördüncüyü,
onuncuyu, yüzüncüyü ve bininciyi oluşturan işte bu çahşkıdır.
"Böylece," diyor Hartmann, "maddi dünyayı oluşturan ilke
olarak, kutuplaşmış bir ikiliğe doğru ayrışmayı görüyoruz."
H<lm hayallere kapılmaktan sakınmak istiyorsak bu orga
nik çatışkıyı dünyanın doğası hakkındaki tüm spekülasyonun
gerçek, ampirik temeli olarak görmek zorundayız. Wundt, fi
zik için ortaya koyduğu ilk iki aksiyomunda bu ikiliği gerçek
ten klasik bir biçimde ifade eder: " 1 ) Doğadaki tüm nedenler
hareketin nedenleridir. 2) Hareket doğuran her neden hareket
ettirilenin dışında mevcuttur." Demek ki Wundt da dünyanın
şekillenmesindeki ilk ilke olarak, her ikisi de a priori var olan
bir durağan etkeni ve bir de hareket doğuran etkeni kabule
mecbur hissetmişti kendini .
Schelling de bütün doğanın zemini olan ikilik ilkesinden
kaçamaz. Bu doğrultuda şöyle der: "Şayet 'mutlak' kendine
açık olmak durumundaysa, o, amacına uygun olarak, başka
bir şeye, kendine yabancı olan bir şeye bağımlı gibidir."
Boyuna hor görülen Jacob Böhme'den ne duyuyoruz?
"Hiçbir şey, karşıtlık olmadan kendine açık hale gelemez."
Buraya kadar, fiziğin ilkelerindeki ikiliğin köklerini gös
termiş bulunuyoruz, şimdi organik doğa alemindeki ikiliği
göstermek kalıyor geriye. İnorganik maddede tarutladığımız
aynı ikilikle fiziksel organizmalarda da karşılaşacağımızı
apodiktik bir kesinlikle ve a priori iddia edebiliriz. Anlaşılma
sı kolay bir noktadır bu, şöyle ki fiziksel organizma inorganik
doğanın maddi kuvvetleriyle etkileşim halindeki X'in ürünü
dür. Maddi dünyadaki temel bölünme, göreceğiz ki, insani ıs
tırap şeklindeki tuhaf fenomenin fiziksel organizmada ortaya
çıkışının ön koşuludur. Kuşkusuz yaşam en yüksek etkinliğin
tezahürünü temsil eder. Organizma, tüm doğa yasalarının
şiddetli saldırısına rağmen kendi tutkulu dürtülerini muhafa
za eder. Yıllar yılı tüm direnişin üstesinden gelir, maddenin
yasala rının -kütle çekimi, atalet, afinite vesaire- ortaya koy-
1 07
duğu tüm engelleri alt eder. Şöyle diyor Hartmann: "Bir can
lının yaşamı olarak bitkinin bütün yaşamı sonsuz sayıda do
ğal sağaltım ediminin sonsuz bir toplamını meydana getirir,
zira yıkıcı fiziksel ve kimyasal etkilerin saldırısı her an kesil
meli, her an alt edilmelidir." Canlı organizma, tek kelimeyle,
mucizedir çünkü fiziğin mutlak güven yayan tüm yasalarının
üzerine yükseltir kendini. Açık ki organizma fizik yasalarını
da karşılar, zira, her şeyden önce, maddeden bileşmiştir. Fa
kat bu olgu hiçbir surette bir dirim ilkesinin varlığını yadsı
mak için yeterli nedeni sunmaz. Yaşamı salt karmaşık, fiziksel
bir yapı olarak görmek büyük bir kargaşanın işaretidir. Orga
nizma, yaşamsal ortamıyla bitimsiz bir mücadele içindedir;
organik fenomenin nihai ikiliğidir bu. Darwin bu ikiliğin do
ğasını kavramış ve ona biyolojik ilke payesi biçmişti, üstelik
farklılaşma fenomenini de geniş ölçüde bu ilkenin işlerine in
dirgemişti . İkicilik her öz-bilinçli varlıkta ikili bir formda or
taya çıkar. Bilinçli her varlıkta kendinin bir dışsal, bir de içsel
imgesi bulunur. Runge26 fizyolojik kimya hakkındaki met
ninde Schopenhauer'in bu fikriyle ilişkili bazı ayrıntılara gi
rer. Bizim ikicilik resmimiz algının ikili doğasıyla uyumlu
olarak ikili olacaktır. İlkin, yaşamımızı sürdürmek için yürüt
tüğümüz dışsal mücadelenin imgesine; ikinci olarak, bu mü
cadeleye dair, bir tür fiziksel bölünme hissi biçiminde, içsel
refleksiyona sahibiz:
Brust,/ Die eine will sich von der andern trennen;/ Die eine halt, in derber Li
ebeslust,/ Sich an die Welt, mit klammernden Organen;/ Die andre hebt gewalt
sam sich vom Dust,/ Zu den Gefilden hoher Ahnen. 1 1 1 2-1 1 1 7. dizeler -çn.)
1 08
İnsanın içsel ikiliği inorganik doğadaki ikiliğin doğrudan
devamıdır. Yaşam bildiğimiz en yüksek etkinliktir, dolayısıy
la daha az etkin olan her şey yaşamın yolunu tıkamaya çalışa
caktır. Dıştaki tüm yaşamsal ortam, organizmanın serbest et
kinliğini baltalayan bir engel gibi iş görebilir. Yaşamsal or
tamla her ilişki bir engeli temsil eder, zira yaşam ortamımız
maddidir ve mümkün olan azami durağanlık derecesine
erişmeye çabalar. İç dünyamızla her ilişkiyse, azami etkinliğe
yöneldiği düşünülürse, destekleyici yapıdadır, zira tüm etkin
likler engelleyici herhangi bir edilgenlikten ne kadar uzakla
şırsa o kadar özgürce açılır. Nedensel içgüdü bizleri tüm dış
sallıktan, a priori, ayırıp aşkınsal nedenlerin içselliğine götü
rii r . Şu halde, maddi tözün duygusuzluğuyla ve atıllığıyla
hiçbir ortaklığı olmayan, olmaması gereken birincil ve bize
özgü doğamıza gelince, bizi daima edilgenlikten uzağa, etkin
liğe doğru yönlendirir.
Nedensel içgüdüye diğer tüm içgüdüler karşısında öncelik
verme tutumumuzun meşruiyetini işte bu ikilikten, zemini
doğanın derinlerinde bulunan ikilikten devşiriyoruz; zira
yalnızca söz konusu nedensel içgüdü doğanın gerçek kökeni
ne, yani kayıtsız şartsız etkinliğe işaret eder. Doğanın saf te
maşası bize nedensel içgüdünün kayıtsız şartsız olumlanma
sını sunar. Yine burada, en büyük mutluluğun, nedensellik
ihtiyacının tatmini aracılığıyla elde edilen bu mutluluğun öz
nel görii n ümü için nesnel bir neden geçer elimize. Hiçbir in
san kendi türii nden başkalarını bulana kadar iyi ve mutlu
hissetmez. Varlığımızın köklerine ne kadar yaklaşırsak, mut
luluğumuz da o kadar kalıcı ve katışıksız olur.
Nedensellik kategorisindeki teleolojik öğeyi ve spekülatif
soruşturmanın etik meşruiyetini tanıtladığımıza göre, neden
sel içgüdünün olumlanmasından doğan sonuçları kısaca tas
vir etmek kalıyor geriye.
İlk sonuçlardan biri insani ilgilerin sekülerleşmesini red
detmek olacaktır, yani insani doğamızın tezahürii bağlamın
da, maddi şeylerle kurulan ilişkinin amaç dolu olmadığı şek
lindeki kavrayışın bir sonucu olarak tüm kaygıların odak
noktası maddi dünyadan aşkınsal dünyaya doğru yön değiş
tirecektir. Maddi varoluş istencini, doğamıza içkin etkinliğin
1 09
gelişimi babında, uygunsuz diye reddedeceğiz. Ö te yandan,
varolan diğer her şeyle bir birey arasındaki kökten başkalık
anlamında, bireysellik istencini, kişisellik istencini olumlaya
cağız; değil mi ki en radikal başkalaşma doğamıza içkin olan
etkinlikle tutarlıdır ve dolayısıyla başkalaşıp çeşitlenme isten
ci amaca bağlıdır. İstencin olumsuzlanmasının en eksiksiz ve
en kesin ifadesi olarak intiharın meşrulaştırılması; Schopen
hauer' in girift bir sofizmle çürütmeye çalıştığı bu meşrulaş
tırma şu temel kavrayış zemininde yadsınmalıdır: Bir karşıt
var olmadan hiçbir başkalaşma gelişemez, o halde ikilikten
çıkan ıstırap başkalarından farklılaşmış bir kişiliğin gelişi
minde mutlak olarak özseldir.
İ kici dünya görüşünün temel sureti, içkin pesimizm, şu acı
ama doğru kavrayışla belirlenir: Eylemlerimiz ve türdeşleri
mizin eylemleri çoğunlukla, insanın metafizik amacı bağla
mında, amaçsızdır, ayrıca fenomenal dünyanın mevcut du
rumu bağlamında yaşam, Schopenhauer'in dediği gibi,28 ıstı
raptan başka bir şey değildir.
Her sahici felsefe, her hakiki din, pesimizmin; insana yara
şır dünyayı insani hiçliğin farkındalığında görmenin tek sa
hih tarzı olarak pesimizmin dünyevi örtüsüne bürünmüştür.
Başka türlü iyi bir itibara sahip olamayacak kimi insanların
optimist olduklarını iddia edip topyekun pesimizmi zararlı
diye kötülemeye muazzam özen göstermeleri, hatta Lord By
ron' ın pesimizminden çarpık bacaklılığını sorumlu tutacak ve
Schopenhauer' in pesimizmini Venedik' te kaptığı frengiye
yükleyecek denli kendilerini kaybetmeleri optimizmin gerçek
doğası hakkında derinden düşünmedeki yeteneksizliklerinin
ve Schopenhauer'in eserleriyle boğuşmadaki beceriksizlikle
rinin sonucudur. Oysa Schopenhauer'de şöyle pasajlar bula
bilirlerdi:
1 10
sıvışıverd iği tüm kasvetli meskenler açılabilseydi; nihayet kendi
sine, aç bı rakılarak ölüme terk edilen Ugolino' nun29 mahpusunu
seyretme izni verilebilseydi, kesinlikle sonunda o da bu meilleur
des mondes possibles' in [m ümkün dü nyaların en iyisi] gerçek yüzünü
görürdü."30
3 1 a.y.
ll l
lıkla, etik hakkında metafizikten mahrum bir sürü şirin ko
nuşma yaptılar; ki bu da doğal olarak en densiz optimizmle
sonuçlandı . Optimist olan ve büyük ihtimalle, bütün evrenin
şerrin hükümranlığında (ön o Koaµoç öAoç Ev ı:w 7tOVTJQu>
K E.lı:m)33 olduğunu bilmeyen Hıristiyan teologlar bile var.
Aıa, herkesin keyfi bilir!
Spekülatif soruşturmanın değeri ve doğa hakkındaki faz
lasıyla uzun akıl yürütme zincirimize tekrar baktığımızda, kı
sa bir ders çerçevesinde aktarılabilecek hemen her şeyi aktar
dık gibi duruyor.
Sonuç olarak, sizde söylediklerimin hiç değilse birazının
kalacağını, a priori nedensellik şeklindeki olağanüstü çekici
sorunun boşuna sunulmadığını umuyorum.
Son olarak, Nietzsche' den hoş bir alıntı yapmak istiyorum:
"Size diyorum ki; insan, dans eden bir yıldız doğurmak için
içinde kaos taşımalıdır."34
İşte daha iyi bir seçenek:
" Her şeyde yalanı yakalamaya çal ışan ve bile isteye sefaletle ah
baplık eden, kendisi için bambaşka bir hayal kırıklığı mucizesi
nin hazırlanmış olduğunu görecek: Dile gelmez bir şey, mutlulu
ğun ve hakikatin kendisi için artık oyma puttan farklı olmadığı
bir şey ona doğru hareket ediyor işte; yeryüzü çekme kuvvetini
yitiriyor, dünya olayları ve yeryüzü güçleri birer düşe dönüşü
yor, işte onu yaz akşamları itibarıyla bir başkalaşım sarıyor. Bu
nu seyreden kişi yeni yeni uyanmaktaymış gibi hisseder, etrafın
daki dünyadan geriye bir düşün kaybolup giden bulutlarından
gayrı bir şey kalmamış gibi hisseder. Zamanla bunlar da uçup
gidecek, çünkü vakt erişti . "Js
112
v
Hıristiyanlığın Yorumlanmasına Dair, Albrecht
Ritschl'in Kuramından Hareketle Ortaya Konan
Düşünceler
(1899 Oca k)
1 13
istediğim iş yanılgıyı ortadan kaldırmak ve hem kendim hem
ötekiler için berraklığı sağlamak. Dolayısıyla, beni harekete
geçiren saik adalet; yargıya varmadan önce basitçe dinleyip
soruşturma ve kimseye adaletsiz davranmama arzusu.
Beri yandan, ayağımın bastığı sağlam zemini terk etme ka
rarımın nihai ve en yüksek nedeni hakikat. Thmalkar, dalgın
ve endişeli bakan parıltılı çocuk gözlerinde ezelden beridir
yatan hakikat bu; vahşi özlemi ve kızgın ateşiyle yaşamda,
fani yıldızlarla dolu şu deveran eden göğün altındaki sefil ya
şamda yatan; nihayet ölünün ihmalkar, dalgın ve endişeli ba
kan sabit gözlerinde yatan hakikat.
Hakikat beni öğleden önce sabanımı terk etmeye zorluyor,
seçtiğim mesleğin arazilerinde verdiğim emeği öylece bırak
maya ve hepinizden şunu istemeye zorluyor: Gelin gözleri
mizi işten kaldırıp batıya; güneşin, kadim geleneklere uygun
olarak, adıyla çağırdığınuz günü sona erdireceği batıya bakalım!
Cahil bir amatör olarak, aşina olmadığım bir bilimin en
kutsal yerine girerken bocalıyorum, üstelik kabaca kapının
gösterilmesi gibi bir tehlike de var. Ama bir insan olarak, ha
sımlarımdan bile konukseverlik bekliyorum.
Adalet ateşinden, eğitimli birinin ruh u na düşmüş tek bir kıvılcım onun
yaşamını ve çabaların ı aydınlatıp arındırmaya, yakıp kül etmeye kafidir;
öyle ki bu insan artık huzur bulamaz, sıradan bilginlerin gündelik işle
rini yürüttüğü o don uk veya soğuk zihin serasını ebediyen terk etmeye
mecburdur.
Nietzsche
114
lar. Onları dünya doğurmaz, bilakis onlar yeni bir dünya ya
ratırlar, yeni bir gök ve yeni bir arz. Değerleri başkadır, haki
katleriyse yeni. Gerekli olduklarını, onları beklediğimizi, on
ları nicedir beklediğimizi bilirler; dünyanın tarihsel gelişi
mindeki nedensel dizinin sadece onlar için tarlaları sürdüğü
nü, tarlaları tohum ekilecek ve ekini harman edilecek kıvama
onlar için getirdiğini bilirler. Dünya sanki onlara aitmişçesine
dünyaya gelirler ve kendilerini, sayısız işlerin yolunu hazır
ettiği bir amacın tecessümü gibi görürler. Onca yüzyılın eme
ğinin yönelegeldiği anlam ve erek olduklarını, işte bu ereğin
maddi temsili olduklarını bilirler. Dünyaya gelirken yanla
rında getirdikleri fikirle özdeşleşirler, bu fikrin sonsuza dek
yaşayacağı ve insan yorumuyla ihlal edilemeyeceği hissiyle
sonuna kadar bu fikir için yaşarlar. Söz konusu kişiler, tarihin
ürünlerini kendi varlık koşulları olarak değil de kendi eylem
lerinin nesnesi olarak, kendilerinin dünyayla bağlantısı olarak
deneyimledikleri için tarihsel çözümlemeye elverişli değiller
dir; çağlarının zihinleri arasında mutlak ve kısıtlanmamış du
ran bu insanlar bizzat fikirleridir. Herhangi bir tarihsel te
melden zamanla gelişmiş değillerdir, aksine en içteki doğala
rında tüm olumsallıklardan azade olduklarını ve kendi fikir
lerinin külliyesini tarihin temeli üstüne dikmek için geldikle
rini bilirler.
Nasıralı İsa işte bunlardan biriydi. Bu durumu biliyor ve
dünyaya ilan etmekten çekinmiyordu.
İ nsanların elinde, büyük zihinleri ölçebilecekleri mihenk
taşları olmamıştır hiçbir zaman. Yüzyıllardır Mesih'in tanrı
mı, insan-tanrı mı yoksa insan mı olduğunu tartışıp duruyor
lar. Ortaçağda, Yeni Ahit'teki, Mesih'le ilgili tüm izahların
mutlak güvenilebilir olduğu varsayılmıştı. Ortaçağ, Mesih'i
ölçebileceği mihenk taşından yoksundu. Bir tanrı qualitas oc
cultadır; bir tanrı-insan daha da fazlasıdır; insan Mesih'le ke
sinlikle kıyaslanabilir değildir. Demek ki Mesih bir tanrı
insan veya tanrıydı; daha fazla açıklanamaz bir niteliktir bu.
Modem, Rönesans sonrası felsefenin evrimi sırasında du
rum kökten değişti . Baştan ayağa felsefenin temel meselesini
teşkil eden epistemoloji yıllar içerisinde, genel zihin işlemleri
için özsel olan bir kavramı, yani normal insan kavramını ka-
115
deme kademe gelişti rmişti. "Normal insan" kamu hukukunca
tanınmış bir nicelik değildir tabii ki, aksine o, yazılı olmayan
bir sözleşmenin ürünüdür; tüm epistemolojik sonuçların ör
tük şekilde gönderme yaptığı şeydir; her yerde var olan ama
hiçbir yerde var olmayan bir şey. Paris'te belirlenen ölçü nasıl
ki diğer tüm ölçümlerin kendisine göre ayarlandığı standart
metre hizmetini görüyorsa, zihinleri bilim yönelimli insanla
rın yüreklerinin saptanamaz bir yerlerinde de tüm bilimsel
felsefi sonuçların ölçümü olarak kullanılan "normal insan
standardı" yer alır.
Modern insan artık Yeni Ahit'teki izahları mutlak değil
görece güvenilir görüyor. Bu hükmün silahını kuşanmış eleş
tirel bilgin de Mesih'in kişiliğine sarıyor, bu kişiliği az oradan
az buradan kırpıp Mesih' i normal insan ölçütüyle yargılama
ya başlıyor kah el altından kah açıktan, pervasızca ve gaddar
bir saflıkla. Eleştirmenin laboratuvarındaki o pek mahir ama
yanar döner düzenekle damıtıldıktan sonra, diğer kıyıda ta
rihsel İsa siması ortaya çıkıyor. Eline "bilgin"in imbiğini al
mış insan bu bedene, normal insan ölçütünü karşılamak üzere
imal edilmiş ve uluslararası tüketim için patent vurulmuş bu
bedene artık ilgi duymuyor, böylece Mesih' in tanrı mı tanrı
insan mı yoksa insan mı olduğu konusunda karar vermeyi
dünyaya bırakıyor.
Homo sapiens türünün Germen türevi müstesna duyarlılığı
ve derin hissiyatıyla maruftu r. Bu durum bir bütün olarak
Alman ulusu için doğru olabilir belki, fakat başarıları henüz
hayattayken takdir edilmiş büyük bilginler istisnadır. Bir ha
kikatin, bir bilimsel bilgi parçasının şu eğitimli insanlarımız
da bu kadar az heyecan uyandırması cidden şaşırtıcıdır. Tan
rıyı bir Ding an sich olarak, "saf olumsuz, sınırlayıcı bir kav
ram" olarak gören Kant'ın nasıl ha.Ja bir dini olabiliyordu;
bizzat kendisi, bilinemez bir Ding an sich olarak bu "olumsuz,
sınırlayıcı kavram" ın kasvetli çölünde nasıl yaşayabiliyordu?
Dünyanın etik amacına erişebilecek veya bu amaca sahip ola
bilecek hiçbir şey ortada yokken, Wundt bu amaca karşı nasıl
böylesine coşkulu olabiliyor? Hartmann etik eylemin her tür
den itkisini nasıl boşluğa ve hissiz bilinçdışına atfedebiliyor?
Son olarak, nasıl oluyor da Albrecht Ritschl adanmış bir Hı-
1 16
ristiyan olabiliyor; üstelik, tanrısı insanlık için ne zaman iyi
bir şey yapmak istese resmi yollardan geçmek zorunda kalı
yorken?
Böylesi sonuçlara varıp da yüreğinden yaralı hissetmemek
için inanılmaz bir duyarlılık yoksunluğu gereklidir. İma etti
ğim alimler muhtemelen fazla çalışmaktan mustarip, ayrıca
görüşlerine mutlaka eşlik etmesi gereken duygu derinliklerini
ve yüksekliklerini kişisel olarak deneyimleyecek vakitleri yok
ya da bunları korku ve titremeyle yaşıyorlar. Kendi hakikatini
yaşamayı beceremeyen biri onun sonuçlarını saptamayı da
beceremeyecektir. Oysa, bir hakikatin içsel çelişkilerini ancak
onun sonuçlarını bilirsek fark edebiliriz. Genel kural olarak,
insanın kendi fikirlerindeki saçmalığı, değişkenliği veya man
hksal kusuru saptaması için öyle pek de uzağa bakmasına ge
rek yok.
Ritschl'in Hıristiyanlığma bir anlam vermek istiyorsak, ön
de gelen bilginler olarak tanınan insanların alametifarikası olan
bu duyarlılık yoksunluğunu akıldan çıkarmamamız gerek.2
Mesih ve öğretilerine yönelik modern yorumların en öz
günü ve önemlisi tarhşmasız Ritschl' in yorumudur. Kendisi
nin eserlerini incelerken, böylesine sağlam bir felsefi değerle
karşılaştığımda gerçekten şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Şayet
teologların dediklerine güvenseydik, Ritschl'de, teologların
"Mesih' in insani kişiliğine dair basit bir nutuk çekme"den
başka bir şey bulmayı ummamız gerekirdi. Oysa Ritschl'in
savları ne basit ne de kolay anlaşılabilirdir. Aksine, söz konu
su savlardan, tam da Kantçı tarzda, tümüyle normal insandan
hareketle ölçülmüş ve son derece mahir bir epistemoloji çıkar.
Yine bu savlarda, oldukça keskin zekalı ve iknaa zorlayan bir
akıl yürütme hattı; ilüminizm şeklindeki felsefi sorunla ol
dukça derinden bir ilişki; ayrıca bütün olarak değerlendiril
diklerinde, Lutherciliğin sağlam temeline dayanan Kantçı bir
epistemoloj inin birinci sınıf, mantıksal ve oldukça ikna edici
şekilde geliştirilmesi söz konusudur. Teologlarımızın elinde
117
ne varsa saklanmaya pek gayret ediyor. Örneğin, tarihsel bir
Hıristiyanlık görüşü benimseyen en son dönem teologları,
Vishner'in3 kendi eserinde ilüminist felsefe hakkında bir şey
ler söylemesi karşısında tek kelime etmeyip, sanki böylesi bir
anlayış tarihsel görüşle tümüyle uyumluymuş gibi alkışladı
lar. Teologların şu gizemli "insani kişilik" kavramları hak
kında bir ipucu bulurum diye boşuna umarak, iki yılı aşkın
dır onları dikkatle dinliyorum. İnsani kişiliğin kendi itici gü
cünü nereden aldığını keşfedeyim diye boşuna çabaladım
durdum. Görünüşe bakılırsa bu insani kişilik betimlemesi bi
ze açıkça tanımlanmış bir imge vermeyi amaçlıyor. Bir etik ki
şiliğin şekillenmesi Mesih imgesine tutunmaktan doğsa gere
kir. Bu imgeyse ya algıya açık olmayan gizli haberleşme aracı
lığıyla elde edilmiştir ya da içimizde Mesih' i taklit itkisi
uyandıran bir kalıp olarak iş görmesi beklenen imgedir. An
tikler bu ikinci yöntemi daha yüzyıllar öncesinde kullanıyor
lardı; Theseus ve Solon, Atina gençliği için bir modeldi mese
la. Buda imgesi Hindu çocuklarına tekrar edile edile belletilir
veya kutsal bir Hint fakiri onların önünde sergilenir. Robinson
Cr u soe'yu okuyan bir çocuk bu kahramandan o kadar heye
canlanır ki bir siyahinin Avrupa'ya ait şapkayı ve yaka düğ
melerini takmaktan sakınrnayabileceğini buyuran benzer do
ğa yasasıyla uyum içinde, çocuğun tüm eylemlerini kahra
manının eylemleri belirler. Kişi basitçe, taklide yönelik tüm
itkilere boyun eğmeyi seçerse, sırf eğlence olsun diye, He
gel'in kişiliğinin ona sahip olmasına izin vererek başı derin
düşünceyle eğilmiş vaziyette dolaşabilir ve sonunda, mutlak,
kendinde ve kendi için a priori Varlık hakkındaki savlarıyla
dünyayı büyüleyebilir. Hem zaman bakımından hem de yo
rumlar yüzünden bizden fazlasıyla uzak olan Mesih'in kişili
ğinde bulabileceğimiz tahrik gücünün daha fazlasını başka
kişiliklerde, hatta daha aşina olduğumuz modem kişiliklerde
de bulabiliriz. O halde Mesih'i özel kılan ne ki o, itici güç ol
sun?4 Neden başka bir model -Pavlus, Buda, Konfüçyüs veya
1 18
Zerdüşt mesela- değil de o? Ahlaki değerlerin ikna edicilik
özelliği yalnızca metafizikten türer. Hartmann'ın dediği gibi,
metafizikten kopmuş etiğin dayanacak zemini yoktur. Eğer
Mesih'i insan teki olarak görürsek, onu eylemlerimiz için ikna
edici bir model olarak görmenin hiçbir şekilde ve mutlak ola
rak anlamı olmayacaktır. Dünyayı Hıristiyan etiğinin zorun
luluğu konusunda ikna etmeye çalışmak, bu koşullar altında,
umutsuz bir girişim olacaktır. Beri yandan, tıpkı Ritschl'in
yaptığı gibi Mesih'in tanrısallığı dogmasını kabul edersek, bu
kez de Hıristiyan etiğinin neden ilk başta yürürlükte olup
sonradan, etik eylemi belirleme tarzı şeklindeki daha sınırlı
bir meseleye indirgendiği sorunu kalacaktır.
Şimdi Ritschl'in, Hıristiyan ahlaki eylemi için Mesih'in ki
şiliğinin ikna edici özelliği hakkındaki kuramını betimlemeye
geçiyorum.
Gerçek olan her şey, yani bilişin her nesnesi bir "duyuyla
algılama" meydana getirir. Böylesi duyu algılarını biriktirmek
belleğin işlevidir. Herhangi bir anda bellek özünde gerçek
olan bir olayın imgesini bizim için yeniden üretebilir. Bellek
teki imge iki seçik nesneden meydana gelir. Bunlardan ilki as
li olayın imgesidir, ikincisi asli olayın bizde doğurduğu hissin
imgesidir. Demek ki belleğin ilk kısmı sırf actus p urus un, yani
saf olayın imgesinden oluşurken, ikinci kısım, olayın bizde ne
türden bir his, haz mı hoşnutsuzluk mu, uyandırdığından
haber verir. Bellekteki imgenin bu ikinci kısmından doğan
şeyse aslında saf olmakla kendi başına yansız olan olaya bi
zim atfettiğimiz değer hissi ve ideasıdır. Şu halde bellekteki
imge saf olaya dair ideamızdan, değer duyuşuyla birleşmiş
bu ideadan oluşur. Nihil est in in tellectu, quod nan an tea fuerit in
sensu [Anlama yetisinde, daha önce duyularda var olmayan hiçbir
şey yoktur] ilkesine uygun olarak, deneyimlediğimiz her hissi
dışsal bir uyarana dayandırmayı alışkanlık haline getirmişiz
dir. Böylece bir hissi dışsal, maddi olayla ilişkilendirme ve bu
hissi hakiki bir duyu algısıyla denkleştirme işlemi kolayca
hesabıma başka bir modele giderim. Şimdi sizlere, Ritschl'in kendi öğretisini
meşrulaştırmak için ileri sürdüğü argümanları ve teologların, akıl sır ermez
nedenlerden dolayı, kendilerinden gizlediklerini tarafsızlıkla anlatıp ifşa ede
ceğim .
1 19
gerçekleştirilir. Söz konusu ilişki çoğu durumda edimsel ola
rak mevcut olacakken, bazı durumlarda olmayabilir. Galiba
din meselelerinde bu tü rden y anılgılara bilhassa açığız. Du
rumu somut bir örnekle açıklayacağım.
Mesih'in zamanında bir efsane vardı; bir melek belirli za
manlarda Beythesta' daki havuzun suyunu karıştırıp dalga
landırırmış.5 Şimdi, bir meleğin vaktiyle suyu gerçekten karış
tırdığını ve birinin de bu olaya tanık olduğunu varsayalım.
Tanık olan kişi olayın imgesini diğer insanlara olayı hatırla
dığı şekliyle aktarıp bırakmıştır. Tanığın belleğindeki imge bu
noktada dinleyenlerin zihnine geçecek ve onlar da söz konu
su imgeyi, insanların bir meleğin ortaya çıkışına gelenekler
üzerinden atfettikleri değer duyuşuyla ilişkilendirecekler.
Şimdi suyun, tıpkı bu insanların belleğindeki gibi, tekrar ka
barıp fokurdadığını farz edelim; hikayeyi ilk kez anlatan
adamın onlara aktardığı değer duyuşunu kaçınılmaz olarak
bu olayla ilişkilendirirler. Fakat capcanlı tahayyülleri kuşan
mış olduklarından, maddi bir uyarandan gelen duyu algısıyla
salt öznel olan bir hissi karıştırırlar. Ancak her duyu algısı bi
ze dışsal olan ve duyu algısını kendisine atfettiğimiz edimsel
bir olaydan türer. Bu nedenle insanlar bir meleğin edimsel
olarak suyu karıştırdığına ve onlarda bu duyu algısını, ya da
daha doğrusu bu hissi, bizzat mevcudiyet aracılığıyla mey
dana getirdiğine inanırlar. Demek ki duygu temelli bir melek
sanrısı geçmişte hissedilmiş ve şimdi yalnızca yeniden anım
sanan bir hisle nesnel nedenlerin doğurduğu ve hakikaten var
olan bir hissin bilinçsizce karıştırılmasından kaynaklanır.
Dinsel doğanın konularını, her şeyden önce unio mystica
[ (tanrısalla) mistik birleşme] meselesini, yani "pietist"6 denen
birçok kişinin iddia ettiği şekliyle insanın Tanrıyla ve Me
sih'le dolaysız ilişkisini Ritschl'in çözümleme yolu işte budur.
1 20
İncil yazarları Mesih hakkında ne hatırlıyorlarsa onun im
gesini aktardılar bize. Daha önce söylediğimiz gibi, burada
iletilen şey mutlak olarak saf, ayrışmamış imgedir, fakat bu
imge insan türüne zerk edilegelmiş değer duyuşuyla yakın
dan bağlantılıdır. Şimdi bir insan, hatırladığı şekliyle Mesih'e
uygun Hıristiyanca bir eylemi gerçekleştirdiğinde, aslında
ona İncil yazarlarınca aktarılıp zerk edilen ve Hıristiyanca
dürtüsü eylemde gerçekleştiği anda yeniden anımsadığı de
ğer hissi bu kişiyi hakiki bir duyu algısı deneyimlemekte ol
duğuna inandırır, üstelik söz konusu kişi, bu duyu algısının
şahsına dışsal olan birtakım nesnel nedenlerden, yani Me
sih'in edimsel ve etki sahibi hazır bulunuşundan kaynaklan
dığı kanısına kapılır. Yani bu insan, bizzat Mesih'in nesnel ve
maddi bir formda yanında durduğuna, Mesih' le gerçek, so
mut bir ilişki kurduğuna inanır. Aynı işleyiş süreci, insan te
kiyle Tanrı arasında var olduğu iddia edilen dolaysız ilişkiyi
de açıklar.
Dernek ki Ritschl her türlü ilürninist ve öznel bilgiyi yad
sır, bunun sonucu olarak da u n io mystica yı; topyekun Ortaçağ
mistisizminin odağı olup aydınlanmış, uygarlaşmış zamanı
mıza kadar, aslında hatasız ve doğru düşünen halkın kafa
sında ve yüreğinde kendi rneşurn yollarında yürüyegelen
unio mysticayı reddeder. Fakat Ritschl bu olumsuz tutumu
sürdürmez, bilakis kendi etiğini öznel hissin gücünde temel
lendirir. Bunu da öylesine ustalıkla ve şaşırtıcı bir maharetle
yapar ki Tanrı-insan ilişkisi bağlamında o güne kadar "pie
tist" çevrelerde yürürlükte olan söz dağarcığını, en ufak bir
yanlış anlaşılmaya veya gerginliğe mahal vermeden, kullan
maya devam etmesi mümkün olmuştur. Doğal olarak bu du
rum Ritschl'in kuramının sahiden, derinlemesine anlaşılması
babında pek de küçük bir engel sayılmaz; Ritschl'in dediğim
dedik söylevinin teolog olmayan birine çelişkiler ve müphem
likler yığını gibi görünmesinin nedeni budur.7 Elbette hiçbir
teolog durumun böyle olduğunu kabul etmeyecektir. Fakat
121
şunu söylemem gerekiyor: Modem teologların kullandığı
teknik terimler o denli anlaşılmaz ve yanıltıcıdır ki eğitimli
insanlar bile "dinsel-etik saik" gibi ifadelerle, simgesel veya
doğaüstü düzeyde, ne kastedildiğini anlamak için anlama ye
tisinden feragat etme gibi bir uğraşa girişmek zorunda kalır.
Ayrıca, son olarak, Ritschl'in kurduğu herhangi bir yapı aynı
eski terimler altında ele alınan bir fikrin üzerine yerleştirildi
ğinde, insan ancak şaşkınlıktan ağzı açık vaziyette bu akıl al
maz gösteriye olsa olsa sabırla katlanabilir. Sonunda yanın
dakine, "Sanırım böyle olması gerek! " diyecektir.
Ritschl'in etik dayanağı, ilüminizmi çürütürken dayandığı
aynı epistemolojik temelden türer.
Sözüm ona "pietist" der ki: "Tanrıyla dolaysız ve yakın bir
ilişki içindeyim. Onun hazır bulunuşunun gücü ve yakınlığı
eylemlerimde onun iradesine göre eylemeye, yani ahlakla ey
lemeye belirliyor beni." Ritschl, yukarıda söylenenler zemi
ninde, böylesi bir ilişkinin dolayımsız doğasını reddederek,
unio mys ticayı öznel bir değer hissinin nesneke belirlenmiş bir
duyu algısıyla karıştırılmasından doğan bir şey diye açıklar.
Ritschl, kendi etik temelini tümüyle gidimli akıl ve duyusal
algılanabilirlik evreninde geliştirir. Şöyle diyor kendisi: " Et
kin ve bilinçli duyu algısı evreninin dışında, insan zihni üze
rinde bir başkasının etki edebileceğini tanıtlayamayız."
Yani herhangi biri yekdiğeri üzerinde, ancak etkiyen uya
ran bu diğer kişinin bilinç evrenine alınıp işletilirse etki edebi
lir. Öyle ki, bir insan bilincinin, duyusal algılanabilirlik daire
si, daha doğrusu "bilinçli 'duyuyla algılama'" evreni dışında
etkilenmiş olabilmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla Ritschl' e göre, bilinçli "duyu algısı" dışında
insan bilincine hiçbir etki bırakılamaz. Hipnoz sonrası telkin8
denen olgunun ve benzerlerinin, uzun yıllar önce h i l i m i n or
taya koyduğu varlık imkaru bu kuram sayesinde gerçekten
imkansızlığa dönüşür. İnsan, bilincinin bütün içeriğini bilinçli
"duyuyla algılama" evreninden, duyusal algılanabilirlik dai
resinden elde eder. Demek ki insan, etik eylem için her türlü
tahrikini de bilinçli "duyuyla algılama" yoluyla, başka deyişle
122
diğer insanlarla iletişimden alır. Ötekilerden aldığımız iletim
ise bellekten çekilen bir imgedir. Daha önce açıkladığımız gi
bi, bu imge yalnızca iletilen şeyin ideasını ve bu ideaya atfet
tiğimiz değer hissini içerir. İdeaya atfettiğimiz değerin dere
cesine bağlı olarak, bu his eylemlerimizin saikı olabilir. Ö znel
değer hissi, aslında kendi başına yansız ve edilgen olan bu
ideaya tahrik, etkime ve dolayısıyla gerçeklik gücü bahşeder.
Böylelikle, salt edilgen olan bir ideaya gerçeklik ve varlık
vermiş oluruz. "Zihinsel gerçeklik"imizi hissederiz, oysa bu
gerçeklik bir saik tarafından, yegane gerçekliği bizim ona
bahşettiğimiz değer hissinden devşirilen bir saik tarafından
belirlenmiştir. Öte yandan, değer hissinin gerçekliği öz
saygının gerçekliğinde temellenir. Ritschl oldukça karmaşık
olan bu düşünceyi şöyle tarif ediyor: "Zihinsel gerçekliğimize
iliştirdiğimiz haysiyet, dünyada bulunan değerli ve etkin bir
varoluş olarak kendi gerçekliğimize katkı sunan her şeyin
gerçekliği için yeterli bilişsel nedendir."
Burada, kendini ateşe atmış birini anlatan bir tür efsanenin
elimize geçtiğini görüyoruz, daha doğrusu göremiyoruz.
Genel olarak, etik eylemlere ilişkin değer hislerini bize
başkaları zerk eder. Bu hislerin telkini de iletişim aracılığıyla
gerçekleşir. Çocuklara Mesih' in fakire ve hastaya yardım etti
ği öğretilir. Bu actus purustur, herhangi bir tahrik gücü olma
yan ve zihinde bulunan imgedir. Kendisine fakirlere yardım
etmenin iyi olduğu öğretildikten sonra çocuk bu gücü eyleme
aktarır. Eyleme atfedilen değer hissi bu süreç aracılığıyla o
denli yoğunlaşır ki sonunda fakire yardım etme düşüncesi,
yoğunlaşmış değer hissinin marifetiyle, benzer bir eylemi tah
rik edecek kadar etkili hale gelir. Bütün Hıristiyanca eylemle
rin tahriki bu yolla gerçekleşir. İncil yazarları bize Mesih'in
amelleri hakkındaki kendi anılarını aktarmıştı. Etik eyleme
yönelik değer hissi, bize zerk edilen bu his Mesih'in ahlaki
yaşamı şeklindeki - bizzat yansız olan- ideaya bağlanır ve bu
ideaya, irademizi harekete geçirebilmesi için mutlaka sahip
olması gereken etkililiği bahşeder. Mesih'in tarihsel kişiliğine
ne kadar derinden nüfuz edersek, o kadar çok ahlaki eylem
niyeti benimser ve irademiz için o kadar çok saik kazanmış
oluruz.
1 23
Ritschl değerle ilgili saikları elde etmede bilinçli duyu al
gısından başka yol olmadığını düşündüğünden, Mesih'in ya
şam ı hakkında en kadim kaynakların sunduğu bellek imgele
rine bağlıd ır tümüyle. Kendisinin insanla Tanrı ve Mesih iliş
kisi kuramı bu epistemolojik zorunluluktan türer.
Üstelik Ritschl, aynı zamanda, zihninde "normal insan" a
tahsis ed ilmiş bir tapınak inşa ettiğinden bilir ki; yukarıda or
taya konan nedenlerden dolayı, hiç kimse "bilinçli duyu algı
sı" dairesi dışında başkasına etki edemez ve bu yüzden kim
se, Kutsal Kitaplarda yer alan kaynakların dışında herhangi
bir tahrik kaynağına erişemez. Ritschl'in bakış açısına göre
Yeni Ahit, nihai anlamıyla, bize Mesih' in yaşamını öğretir. Ya
da fazlasıyla basitçe söylersek, Mesih kendi yaşamını bizde
imal eder. Tam bu noktada sözüm ona "pietist" tuzağa düşüp
şöyle diyecektir: "Bu düpedüz unio mystica işte!" Ne münase
bet! Sahiden ifadeler fazlasıyla mistik gibi geliyor kulağa, üs
telik Aziz Assisili Francesco bunları yüzü kızarmadan söyle
yebilirdi. Ama Goethe'nin şu dizelerini hafifçe değiştirerek
alınhlama ayartısına kapılıyorum:
9 İlk dizenin aslı: "lncil'i işitebiliyorum ama imanım yok . . . " şeklindedir. Die
Botschaft hör' ich wohl, allein mir fehlt der Glaube / Das Wu nder isi des Glaubens li
ebstes Kind. Faust /, "Nacht" (Gece), 262-263. dizeler. -çn.
1 24
dersler çıkarmış, aydınlanmış bir Ritschl taraftarı bilir ki; Tan
rı veya Mesih gerçekten maddi olarak (in substan tia) hazır bu
lunur değildir, bilakis insanın, aslen gerçek olmayan zihinsel
ideaya eylemlerini tahrik etıne gücünü ve gerçek varoluş
özelliğini, kendine zerk edilen değer hissi aracılığıyla, bahşet
tiği sürece hazır bulunurdur.
Klasik antikitede, yarı tanrı Prometheus çalışırken keyifle
şarkı söyler:
ıo Goethe'nin Prometheus şiirinden; Hier sitz ' ich, forme Menschen. -çn.
11 Jung burada Unzeitgemıifien Betrachtungen'a (Zamana Aykırı Bakışlar) ve Ni
etzsche'nin kendini geleneksel Alman tarzında bir filozof olarak değil bir
psikolog olarak sunuşuna gönderme yapıyor.
1 2 Silinmiş: Ritschl'in teolojide verdiği ziyafette hala doymayan . . .
1 25
ğim gibi olduğunu gösteren, bizzat kendisine ait pasajlardan
kelimesi kelimesine alınh yapabilirim ve şimdi tam da bunu
yapacağım.
Örneğin, insanla Tanrı veya Mesih arasında doğrudan bir
ilişki, bir unio mys tica bulunduğunu iddia ederek Mesih'in
"Ve işte ben her daim, dünyanın sonuna kadar sizinleyim! "ıJ
vaadine yönelik somut yorumu takip eden hasımlarına serze
nişte bulunuyor Ritschl. İ ddiasına göre: "Bu kişiler, belleğin
gayrisahih ve istikrarsız imgelerinden başka bir şey olmayanı
şeylerin gerçekliği yerine koyuyorlar."
Ö te yandan Ritschl bir insanın bilinç dairesinde etki etmek
için tek yolun bellekten, herhangi bir eylemi tahrik etme gücü
öznel değer hissine dayanan bellekten geçtiğini bilir. Bu doğ
rultuda şunları söyler:
1 1 Matta 28:20. Silinmiş: Veya " Nerede iki veya üç kişi benim adıma toplanır
1 26
Kanun ve Müjdesinin/İncilinin dolayımı olmadan, Tanrının
Mesih'teki bu kişisel tecellisini titizce yad etmeden bir Hristi
yanla Tanrı arasında hiçbir kişisel ilişki yoktur."
Bu ifadenin oldukça açık ve daha fazla yorum gerektirme
yen bir ifade olduğunu düşünüyorum. Mesih' in yargılandığı
davayı yürüten baş kahin bu denli anlayışsız bir sima olma
saydı, belki onun yaphğı gibi haykırmak cazip gelebilirdi:
"Başka şahide ne hacet! İşte küfrü işittiniz." [Matta 26:65]
Ritschl'in epistemolojisinden doğan dünya görüşüne
bakmak kalıyor geriye. Kendisinin anladığı şekliyle evren
dramasında Tanrı, Mesih ve insan hakikaten patetik bir rol
üstlenir. Bir Tanrı ki insanlar belleklerindeki Tanrı imgesine
kendi hareketlerini tahrik etme gücü atfettiği ölçüde var olsun
ve dünya düzenine ancak bu ölçüde etki edebilsin! Mesih de
burada, insana dönüşen beceriksiz ve çaresiz aynı tanrıdır;
üstelik bir insan olarak sanrılardan mustarip, biçare bir düş
çüdür; hatta ve hatta, Ritschl'in gayet yerinde değinisiyle;
"mistisizm literatüründe pek de bilgili" değildir -Mesih'in,
halefi Pavlus'la sadakatle paylaştığı bir özelliktir bu. Zira
Ritschl kelimesi kelimesine şöyle diyor: "Mesih veya Tanrıyla
doğrudan kişisel bir ilişki iddiasını sürdü renler açık ki misti
sizm literatüründe pek de bilgili değildir."
Ritschl'in Tanrısını önemsemeyebiliriz, ama Ritschl' in za
vallı Hristiyaruna acımaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Her paganın, kederlendiği veya korktuğu zaman yakardığı
tanrıları vardı r; velev ki bu tanrı parlak cilalanmış bir kundu
ra, bir gümüş düğme ya da odundan bir değnek olsun. Oysa
Ritschl'in Hristiyanı kendi tanrısının ancak kilisede, okulda
ve evde var olduğunu, dahası etkili olabilmesini belleğin te
min ettiği şu öznelce belirlenmiş tahrik gücüne borçlu oldu
ğunu bilir. Bu güçsüz Tanrı mıdır bir Hıristiyanın bedensel ve
ruhsal yoksunluktan kurtarması için güya dua ettiği? Bu Tan
rı parmağını bile oynatamaz, olsa olsa tarihsel olarak, gelenek
içinde ve kesinlikte sınırlı bir anlamda vardır. Fransızlar
Şarlman'ı şu sefil Almanları bozguna uğratıp Alsas-Loren' i
kurtarması konusunda bu kadar kolay -ve bu kadar başarı
sız- sıkboğaz edebilirlerdi ancak.
Bu noktada, dikkate değer bilginlerde tipik olan his yok-
1 27
sunluğunu hatırlatacağım. Yürek çölünde zıplayıp duran bu
yerel iblis Ritschl'i nasıl da faka bastırdı.
Kendisine psikolojik bakış açısıyla yaklaştığımızda Alb
recht Ritschl çok daha erişilebilir biridir. Göttingen' de bir
Lutherci kurumda profesör olan Ritschl Lutherci öğretiyle
uyum içinde ders vermek durumunda kalmıştı; bu nedenle
mecburen bir Lutherci oldu. Ritschl'in ana ilkesi Luther'in
topyekun mistisizme ve kadim kilisenin bütün peygamberlik
geleneğine ansızın indirdiği darbeydi. Bizzat Ritschl şunu id
dia eder: "Başka türlü ders vermeye ne ihtiyacım ne yetkim
var. Reformasyon mezhebince önceden belirlenmiş öğretiler
den sapmadım diye Weiss gibi bir teoloğun beni kendi göste
rişli pietist iddialarıyla yargılamaya cesaret etmesi her şeye
rağmen takdire şayan bir olgu."
Luthercilik onun mutlak zeminiydi. Ritschl, tam da saygın
bir ilahiyat hocasına yaraşırcasına, ilaveten bir de sektiler fel
sefeyle, hem de Kant epistemolojisinin Luther Hıristiyanlığıy
la baştan ayağa uyumlu olduğunu göstermeye yetecek dere
cede, boğuşmak zorunda kaldı.
Gel gör ki şu Königsberg filozofu cezasız bırakmadan
kimseye kendi fikirleriyle oynaşma izni vermez. Kant'ın saf
aklın eleştirisindeki normal insanın dindeki gizem öğesinden
çok az behresi vardır, bu normal insan anlayışı Ritschl'i her
insan göğsünde uyuklayan gizemi inkar edecek kadar baştan
çıkardı; sonunda o da işleri güçleri soruları görmezden gelip
kesinliği teşvik etmekten ibaret şu insanlar yığınınca yutuldu.
Evrenin dramasındaki gizemin şaşılası tarihi, Ritschl'in be
timlediği o cılız daireleri yutarak kendi yolunda yükselir.
Sonsuzluktan gelen bir ima tüm insan yorumlarının üstünde
esip onları uçuruverir. Ö yle veya böyle gizem, zamanın son
demine kadar insan yüreğinde kalacaktır.
Açıkçası Mesih' in kişiliğim anlama konusunda çok az me
safe kat ettik. Mesih hakkındaki saçma yorum ve itha mlar -
"şeylere insani bir cihet verme" arzusunu tatmin eden fikirler,
sosyo-politik açıklamalar vesaire; hepsi de daha doğdukları
andan itibaren kendi saçmalıklarının lanetini taşır- bir yana,
Mesih'i anlamak için içtenlikle çabalayan ama meslekten teo
log olmayan her eğitimli insan için teologların, en büyük
1 28
dünyalığın bekçileri ve muhafızlarının Mesih' i nasıl ele aldık
larını görmek oldukça tuhaf olsa gerek. Tüm saflıklarıyla teo
logların inancına göre dünya o kadar tatlı ve iyi ki yeryüzün
deki herkesin kendini bu Modelin ayakları altına coşkuyla fır
latmasını sağlamak için gereken tek şey Mesih' in kişiliği hak
kında bir vaaz vermek. Teologlar, anımsanan imgenin sırf
muhafaza edilmesinin ahlaki eylemi belirlemede yeterli ola
cağını düşünüyorlar. Görünüşe bakılırsa teologlarımızın ço
ğu, herkesin bu anımsanan imgeye derhal bir değer hissi at
fedeceğine ve dolayısıyla kalplerinde söz konusu imgeye ey
lem gücü bahşedeceğine inanacak kadar dünyanın iyi oldu
ğuna ikna olmuş durumdalar. Açık ki teologlar dünyanın
vaaz vermeye ve ellerini dehşetle kaldırmış vaizlere büsbütün
bigane olduğunu bilmiyorlar. "Bellekteki . . . mutlak olarak is
tikrarsız imge" dünyayı karıştıramaz, çünkü Mesih'in kişiliği
bağlamında hiçbir değer hissi henüz dünyaya zerk edilme
miştir. Dünya Mesih hakkında henüz ders almamıştır ve
onunla ilgili değildir. Mesih'in kendini nasıl gördüğü ve tan
rısallık iddiası hakkında hala pek az şey biliyoruz; Mesih'i
değer hisleriyle donatmada, onun kendi metafizik anlam ve
önemine dair kendi kavramına yönelik anlayışımız hala pek
az. Günümüz pratik teologları, tabii çoğu, dünyaya eğitim ve
ikna ile galip gelme anlayışını aslında terk etmiş bulunuyor.
Üstatları Ritschl'in benimsediği, hani şu ikinci bendi değer
hissiyle alakalı olan ahlaki psikolojiyi yekten reddediyor ve
saf imgesi tahrik gücünden yoksun tarihsel İ sa hakkında öyle
gamsız gamsız vaaz ediyorlar. Oysa tam aksine, bu izleğin
her pazar günü yinelenmesi onu sıkıcı hale getiriyor. İ nsan
türünü yeni bakış açılarını kabul edecek şekilde eğitmek gibi
külfetli bir görevden kaçmak için teologlar sırf omuz silkmeyi
tercih ediyor ve "Açık değil! " [ non liquet] diyerek eleştirel bir
dünyaya boyun eğiyorlar. Aslında Mesih'in kişiliğinin Wünü
kabule dünden razılar; Mesih'in mucizelere imanı, peygam
berliğe ilişkin güçleri ve kendi tanrısallığına dair bilinci. Ta
rihsel İ sa hakkında vaaz vermekle yetiniyorlar; bir insan teki
olarak Mesih, Ritschl'den bu sapma, yüksek bir noktanın da
ha aşağı bir noktaya indirgenmesinden ibaret. Nihayetinde
İ sa gücünden ve halesinden hatta keskin muhakeme yetene-
1 29
ğinden soyulmuş, bir kilise faresi kadar zavallı, "saf bir idea
list" e dönüşüyor. Doğal olarak bu deneyler ve tavizler dün
yaya galip gelme ihtimallerini esasen azalhyor, hatta sonunda
Selamet Ordusunun tekniklerini kullanmaya; din hizmetleri
ne her türden hileli araç gereci sokmaya; kiliselerin içini ve
dışını değersiz, abarhlı süslerle bezemeye; müziğin sesine gö
re dönen ve sırayla değişen sahne dekoruyla donatılmış vaftiz
kapları ve ayin masaları döşemeye; uygun noktalara, aynı
zamanda sunak olarak da iş gören ve bir lira atıldığında iste
nen konuda on dakikayı geçmeyecek şekilde vaaz veren oto
ma tik vaaz makineleri yerleştirmeye doğru sürüklendiğimizi
şimdiden görüyoruz -bunların hepsi de sakin ama emin şe
kilde dinsel yaşamı ele geçiren ölümcül bıkkınlığı bu şamata
sayesinde defetmek için sadece.
Kiliseyi veya bir din hizmetini eğlenceli bir şeye dönüş
türmek; bize aşılamak için atalarımızın kan ve gözyaşı döktü
ğü değerlerle kumar oynamak; on sekiz asırlık fırtınalı evrim
boyunca cetlerimizin biriktirdiği bilgi servetini saçıp savur
mak tabii ki insanlara öğrenmeleri için çok çalışmaları gere
ken şeyleri öğretmekten ve böylece onları yeni, engin doruk
lara götürmekten çok daha kolay ve konforlu.
Kurunun yanında yaşı da yakmada bir numara yok. Ayrı
ca, "biz on sekiz asırdır Mesih siması etrafında inşa edilen her
şeyi, tüm öğretileri, tüm gelenekleri yakıyor ve sadece tarihsel
İ sa'yı kabul ediyoruz" demek de öyle pek marifet sayılmaz,
çünkü en başta, böyle konuşan insanların, çoğunca, ellerinde
yakacakları bir şey yok. Buna rağmen, onların yaklaşımları
nın "eleştirel" diye tarif edildiğini duyuyoruz sık sık. İ nsan
türünü geliştirip güzelleştirme seferberliğine çağrılan bizler
eğer ardımızda çorak bir araziye dönüşecek tahammül edile
mez kurallardan ve sığ dinsel kavramlardan meydana gelen,
harap bir kilise gibi mahsuller bırakırsak torunlarımız bize
güç bela şükran duyacaktır.
Şu halde işte buradayız, kendimize ne yapmamız gerekti
ğini soruyoruz. Tarihsel İsa hakkında vaaz vermenin neden
anlamı yok? Neden insanlar kiliseye gitmektense bilim ders
lerine kahlmaya ilgi gösteriyorlar? İ nsanların ilgileri neden
Darwin, Haeckel ve Büchner odaklı? Dahası neden insanlar
1 30
geçmişte uğruna öldükleri dinsel sorunları bugün tartışmaya
dahi zahmet etmiyorlar? Aslına bakılırsa, dinsel müşkülleri
tarhşmak bazı çevrelerde sadece kullanışsız değil ayrıca dü
pedüz yakışıksız görülüyor. Toplumumuz mutlaka eğitilmeli,
ona ulvi sorulara dair bir kaygı zerk etmeliyiz, ancak bunlar
gerçekleştikten sonra sözüm ona tarihsel İ sa hakkında vaaz
vermeye ve insanların Mesih'e atfettiği değer duyuşuna baş
vurmaya başlamamız gerekir. Gelgelelim dünya, Mesih'in en
az "normal bir insan" olmadığı kadar, gerçeklikten tümüyle
soyulmuş soyut kavramlar dünyasındaki bir öğe de olmadı
ğını anlayıncaya dek söz konusu değer duyuşu ortaya çıkma
yacakhr. Mesih kendini nasıl yorumlamamızı öğrettiyse onu
bu şekilde yorumlamamız gerekir, hatta buna mecburuz. Me
sih imgesi, bizzat Mesih'teki Mesih ideası üzerinden, yani bir
peygamber, Tanrının gönderdiği bir adam şeklinde ıslah
edilmelidir. Mesih'in zihin evrenimizde tuttuğu yer onun
kendi iddialarıyla tutarlı olmalıdır. Modem insan Mesih'in
evren-üstü doğasını kabul etmelidir, ne eksik ne fazla! Bunu
kabul etmezsek arhk Hıristiyan değilizdir, zira bu adın imle
diği görüşleri kabul etmiyorsak onu taşımaya da hakkımız
yok. Kendimize Mesih'in adını verdiğimiz sürece onun öğre
tilerini her açıdan gözetmeye ahlaken mecburuz. İmkansız
görünene dahi iman etmek zorundayız, yoksa Hıristiyan adını
kötüye kullanmış oluruz. Çetin bir reçete bu; akıldan el çek
me diye kınanacak. Ancak insan Hıristiyan olmayı kafasına
koyduysa eleştirel aklın karşısında inancını yeni bir skolasti
sizm yeşertmek pahasına savunmalıdır. Bunu yapmak iste
miyorsa çıkış yolu kolaydır; işi dolandırmadan, Hıristiyan
olma niyetinden vazgeçmelidir. Sonra kendine, seçeceği her
hangi bir adı verebilir; ahlaki terbiyenin muhafaza edilmesiy
le ilgilenen bir adam veya dünyayı iyileştirmeye kararlı bir
ahlak filozofu. Öte yandan, Hıristiyanlığımızın bir cevheri
olacaksa eğer, ilk Hıristiyanların metafiziksel, kavramsal ev
renini bütünüyle ve kayıtsız şartsız kabul etmemiz gerekir.
Bunu yapmak, tenimize batmış, acı veren bir dikeni çıkarmak
gibi olacaktır, ama Hıristiyan unvanı adına bunu yapmalıyız.
Herkesi, özellikle teologları, Eduard von Hartmann'ın tüm
Hıristiyanların ayaklarına serdiği hakikati hahrlamaya davet
ediyor ve onun sesine kulak vermeleri için yalvarıyorum:
131
" Metafizik fikirler dünyası dini ibadettek i hissin canlı pınarı ol
malı her zaman; etik eylem iradesini uyandıracak pınar. Ne za
man ki bu pınar kurur, o zaman ibadet taşlaşıp ölü ve anlamsız
bir törene dönüşür, dinsel etik de kimseye çekici gelmeyen, kuru
ve soyu t bir ahlak nutkuna veya aşın duygusal, süslü bir söyleve
doğru solup gider."
" [ Gaipten] haber verici derinlik olmaksızın, her insana farklı bir
veçhe gösteren o gizemin sonsuz zenginliği olmaksızın hiçbir din
mümkün değildir."
132
Söz konusu mucize, verem hakkında bir şeyler okuyan bir
hastalık hastasının kendi kendine öksürmeye ve tükürmeye
başlamasından daha muazzam değildir. Beri yandan, teolog
lar anılan fenomeni, Hıristiyan terminolojisiyle söylersek, Me
sih'in maddi, tözsel hazır bulunuşuna gönderme yapan bir
fenomen şeklinde yorumluyorlarsa, bu durumda o gerçekten
muazzam bir mucizedir. Ritschl'in şu tarihsel İ sa kavramı
nın14 yanı sıra terminolojisinin de ancak kendi fikirlerinin
hayranı tarafından kullanıldığında anlamı olacak bu termino
lojinin de defterini neden dürmeyelim ki? Zira bu durumda
Mesih, bizi duyusal dünyanın dışına terfi ettiren mistik bir
birleşme halinde birleştiğimiz metafizik bir simadır. Yine bu
durumda, bizler, meslekten teolog olmayanlar tarihsel İ sa fik
rinden vazgeçmeliyiz, çünkü söz konusu fikrin Ritschl' den
devşirilmiş sabit bir anlamı var artık ve o, başkaca bir yorum
lamaya değil yalnızca yanlış yorumlamaya el verir. Bu du
rumda teolog, Heinrich Suso'nun diliyle, yanlış anlamaya el
vermeyen bu dille ya da Jacob Böhme'nin o derin ve karanlık
imgeleriyle konuşsa daha iyi. Teolog böyle yaparak, dini his
sin zirvelerine ilerlemeci teolojinin yavan ifadeleri aracılığıyla
yaklaştığından daha çok yaklaşacaktır.
Bir unio mysticanın mümkün olup olmadığına karar verme
işini Hıristiyan olmayı arzulayan herkese bırakıyorum. Bu adı
şerefle taşıyan herkes bu bağlamda olumlu bir karara vara
caktır, çünkü Mesih kendini, halkıyla birlikte "dünyanın so
nuna kadar" kalmayı hem arzulayan hem de buna gücü yeten
biri olarak görmüştü. Tehlikeli bir görüştür bu, üstelik bera
berinde, Ritschl'i korkutan çekinceyi, yani gerçeklikle sanrıyı
ayırt etmenin her türden imkanını ıskartaya çıkarma tehlike
sini getirir. Bu görüşün katarında topyekun metafizik gele
nek, asketizm ve vecde dayalı bilgi meseleleri, ayrıca Mesih' in
tanrısallığı ve öğretilerinin yanılmazlığı sorunları peş peşe
seyreder. Mistik idealin her türden tutarlı tahakkuku skolas
tik spekülasyonun konularıyla ilgili tartışmaları mutlaka ye
niden sunmalı ve dolayısıyla hem toplumsal hem bilimsel ta-
dürmeyelim?
1 33
rafsızlık imkanına yaklaşmalı, uygarlığın daha da ilerlemesini
sorgulamalıdır. Bunların hepsi netameli, oldukça geniş kap
samlı ve sersemletici imkanlar; binlerce yıllık Ortaçağ boyun
ca insanlık bunların uzun vadeli hükümranlığına tanık olma
saydı kimsenin aklına takılmayacak imkanlar. Hıristiyan
inancındaki esasların metafizik gerçekliğine sıkıca sarılmak
isteyen herkes bu tehlike ve zorlukları fark etmeli, ayrıca Hı
ristiyanlığın topyekun dünyayla bağı kesmekten, insanın gay
riinsanileştirilmesinden, "tüm değerlerin yeniden değerlendi
rilmesi"nden (Nietzsche) başka bir şeyi temsil etmediğini asla
gözden kaçırmamalıdır. Hıristiyan öğretilerinden kar elde
edemeyecek tek bir uygarlık öğesi yoktur. Bireyin, kendi içe
risinde ruhani kılınması ve buna eşlik edecek, mevcut doğa
düzeninin dağılması sorunu karşısında, bu muazzam sorun
karşısında her şey ikincildir. Mesih dünyaya barış değil kılıç
getirmeye geldi,1 s çünkü Mesih ikili, bölünmüş iradeyi salıverir.
Hıristiyan inancına yönelik bu tehlikeli yorum, Ortaçağ
dünya görüşünün temeli olan bu yorum neredeyse iki bin
yıldır, Yuhanna teolojisindeki doğumundan Schopenha
uer'deki çöküşüne kadar, en seçkin zihinleri büyüleyip dur
du. Bu durum, söz konusu yorumun tamamen ortadan kalkıp
kalkmadığından kuşkulanmak için yeterli bir nedendir, üste
lik onun karanlık katmanlarından saçılan son şimşek yalazı
nın henüz görülmediği tahminine iter bizi.
Plurimi pertransibunt, et m ultiplex erit scientia!16
1 34
V. Bölüme Ek
Metinler1
Matta 'dan
Mesih' in insanlığa ilk sözleri:
1 . Tövbe edin! Göklerin melekfıtu yakındır. [3:2]
Dağda vaaz [Matta 5]
2. Ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü göklerin melekfıtu onla
rındır. [5:3]
3. Ne mutlu yüreği temiz olanlara; çünkü onlar Tanrıyı görecek
ler. [5:8]
4. Ne mutlu salah uğrunda eza çekmiş olanlara; çünkü göklerin
melekfıtu onlarındır. [5: 1 0 ]
5. Sevinin v e meserretle coşun; çünkü göklerde karşılığınız bü
yüktür. [5:12]
6. Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve
insanlara öylece öğretirse, göklerin melekfıtunda kendisine en
küçük denilecektir ve onları kim yapar ve öğretirse, göklerin me
lekfıtunda kendisine büyük denilecektir. Zira size derim ki,
salahınız yazıcılar ve Ferisilerinkinden ziyade olmazsa, göklerin
melekfıtuna hiç girmeyeceksiniz. [5:1 9-20]
7. (Tanrıya hitaben) Melekfıtun gelsin. [6:1 0]
8. . . . bizi şerirden kurtar . . . [6:13]
9. Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin . . . Fakat ken
dinize gökte hazineler biriktirin . . . [6:1 9-20]
10 . . Ne yiyeceksiniz yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne
. .
135
13 . . . . Benim ardımca gel; ölüleri bırak, kendi ölülerini gömsün
ler. [8:22]
14. (Havarilere) Ve giderken: Göklerin melekfıhı yakındır, diye
vaaz edin! [ 1 0:7]
15. İşte, sizi kurtların arasına koyunlar gibi gönderiyorum . . .
[ 1 0 : 1 6]
16. Fakat insanlardan sakının . [ 1 0 : 1 7]
. .
1 36
32. Eğer her biriniz kardeşini gönülden bağışlamazsa, göksel Ba
bam da size öyle davranacaktır. [ 1 8:35]
33 . . . . göklerin melekfıtu uğrunda kendilerini hadım edenler de
vardır. [ 1 9: 12]
34. Ve bunu işitince, şakirtler: Öyle ise, kim kurtulabilir? diyerek
çok şaştılar. Ve İsa onlara bakıp dedi: İnsanlar katında bu
imkansızdır, fakat Tanrı katında her şey mümkündür. [ 1 9:25-26]
35. İsa da onlara dedi: Doğrusu size derim: İnsanoğlu her şeyin
yenilenmesinde, izzetinin tahtına oturacağı zaman, siz ki benim
ardımca gelenlersiniz, siz de İsrail'in on iki oymağına hükmede
rek on iki taht üzerinde oturacaksınız. [19:28]
36. Ve benim ismim uğruna evler ya kardeşler ya kız kardeşler
ya baba ya ana ya çocuklar ve yahut tarlalar bırakan her adam
yüz katını alacak ve ebedi hayatı miras alacaktır. [ 1 9:29]
37. Dünyanın eli kulağındaki sonu hakkında kehanet. [Matta 24]
38. Bunun için siz de hazır olun; zira sanmadığınız saatte İnsa
noğlu gelir. [24:44]
39. Yahut ben Babama rica edemez miyim sanırsın? O da bana on
iki lejyondan fazla melekleri şu anda eriştirir. [26:53]
40 . . . . fakat sana derim: Şimdiden sonra İnsanoğlunun Kudretin
sağında oturduğunu ve göğün bulutları üzerinde geldiğini göre
ceksiniz. [26:64]
Markos
41 . Vakit tamam oldu ve Tanrının melekfıtu yakındır; tövbe edin
ve İncil'e iman eyleyin! [1 :15]
Luka
42 . . . . sağlam olanlar değil ancak hasta olanlar hekime muhtaç
tırlar. Ben salihleri değil, ancak günahkarları tövbeye çağırmağa
geldim. [5:31 -32]
43. O günde sevinin ve sevinçten sıçrayın; çünkü, işte, gökte kar
şılığınız büyüktür . . . [6:23]
44 . . . . zira hangi ölçekle ölçerseniz, o ölçekle size ölçülecektir.
[6:38]
45. Çünkü benden ve sözlerimden kim utanırsa, İnsanoğlu da,
kendisinin, Babasının ve mukaddes meleklerin izzetiyle geldiği
zaman, ondan utanacaktır. [9:26]
46 . . . . Şeytanın gökten şimşek gibi düştüğünü gördüm. [ 1 0 : 1 8]
47. Fakat ruhlar size itaat ettiler diye sevinmeyin, lakin adlarınız
göklerde yazıldı diye sevinin. [ 1 0 :20]
1 37
48 . . Sizin gördüğünüz şeyleri gören gözlere ne mutlu! [10:23)
. .
55. Eğer bir kimse bana gelir ve kendi babasına, anasına, karısına,
çocuklarına, kardeşlerine, kız kardeşlerine, evet hatta kendi ca
nına buğzetmezse, benim şakirdim olamaz. [14:26)
1 38