Professional Documents
Culture Documents
Yanılsamalar Kitabı - Paul Auster
Yanılsamalar Kitabı - Paul Auster
ISBN 9789750721410
ROMAN
Ay Sarayı, 1991
Yalnızlığın Keşfi, 1991
Son Şeyler Ülkesinde, 1992
Şans Müziği, 1993
Kırmızı Defter, 1994
Leviathan, 1994
Yükseklik Korkusu, 1995
Duman - Surat Mosmor, 1998
Timbuktu, 1999
Cebi Delik, 1999
Köşeye Kıstırmak, 2000
Kehanet Gecesi, 2004
New York Üçlemesi, 2004
Brooklyn Çılgınlıkları, 2007
Yazı Odasında Yolculuklar, 2007
Duvar Yazısı, 2008
Karanlıktaki Adam, 2008
Lulu Köprüde, 2009
Görünmeyen, 2010
Sunset Park, 2010
Kış Günlüğü, 2012
Şimdi ve Burada, 2013
PAUL AUSTER, 1947 yılında ABD’nin New Jersey
eyaletinde, Newark’ta doğdu. Daha 12 yaşındayken, önemli
bir çevirmen olan amcasının kitaplarını okuyarak edebiyata
büyük bir ilgi duymaya başladı. Columbia Üniversitesi’nde
Fransız, İngiliz ve İtalyan edebiyatı okuduktan sonra dört yıl
kadar Fransa’da yaşadı, Fransız yazarlardan çeviriler yaptı.
XX. yüzyıl Fransız şiiri üstüne önemli bir antoloji hazırladı.
İlk kez 1987’de New York Üçlemesi adlı yapıtıyla büyük ilgi
gördü. Daha sonra Ay Sarayı, Kehanet Gecesi, Köşeye
Kıstırmak, Son Şeyler Ülkesinde, Leviathan, Şans Müziği,
Timbuktu, Yanılsamalar Kitabı, Yükseklik Korkusu, Brooklyn
Çılgınlıkları, Yazı Odasında Yolculuklar, Karanlıktaki Adam
ve Sunset Park adlı romanları, Yalnızlığın Keşfi adlı anı-
romanı, Kırmızı Defter adlı öykü kitabı birbirini izledi.
Auster, eşi yazar Siri Hustvedt ve iki çocuğuyla birlikte New
York, Brooklyn’de oturuyor.
Saçma sapan bir şeydi ama beni sarstı. Mesaj bitip de bip sesi
duyulduğunda aklıma söyleyecek hiçbir şey gelmedi, teybin
kayıt yapmadan dönmesini beklemektense telefonu kapattım.
Bu makinelere konuşmaktan oldum olası hoşlanmazdım. Beni
sinirlendirir, rahatsız ederlerdi; ama Jacob’un konuşmasını
dinlemek başımı döndürmüş, ayaklarımı yerden kesmiş,
çaresizliğe benzer bir şeyin içine itmişti beni. Sesi fazlasıyla
mutluluk doluydu, sözcüklerinin kenarlarından dökülen
kahkahalar çok fazlaydı. Todd da neşeli ve zeki bir küçük
çocuktu, ama şimdi sekiz buçuk yaşında değildi, yedi
yaşındaydı. Jacob büyüdükten sonra bile Todd yedi yaşında
kalmaya devam edecekti.
Sen ne düşünmüştün?
İlginç.
Feinbaum.
Olabildiğince az.
Arayamazdım.
Belki değildir. Ama daha önce kimse ben olmadı ki. Belki de
ben ilkim.
Bir Ölünün Anıları’nın sunuş bölümünden (Paris, 14 Nisan,
1846, düzeltildiği tarih: 28 Temmuz):
Parkamı arıyorum.
Oysa o bir yıl ancak üç ay sürdü. İki yüz elli sayfa daha
çevirmiş, yirmi üçüncü kitaptaki “Temmuz Devrimi”
bölümüne gelmiştim (acılar ve mucizeler ikiz kardeştir, aynı
anda doğarlar); yaz başında nemli ve huzursuz bir öğle
sonrası posta kutumda Frieda Spelling’in mektubunu buldum.
Başta çok etkilendim, ama yanıtımı gönderdikten ve bu konu
üzerinde biraz düşündükten sonra bunun bir göz boyama
olduğuna inandırdım kendimi. Kadına yanıt yazmam hata
değildi, ancak kartlarımı açık oynadığıma göre, yazışmamızın
oracıkta sona ereceğini düşünüyordum.
Dün eve çıktı. Bu sabah ilk uçağa atladım, iki buçuk civarında
Boston’a indim ve bir araba kiralayıp doğru buraya geldim.
Mektup yazmaktan daha kestirme, değil mi? Üç, dört, hatta
beş gün yerine bir günde. Beş gün içinde Hector ölmüş
olabilirdi.
Kameraman.
Yedi yıl kadar önce geri döndüm oraya. Annem ölmüştü, ben
de cenaze için gittim. Ondan sonra da kalmaya karar verdim.
Charlie birkaç yıl sonra öldü ama ben hâlâ oradayım.
Ne yapıyorsunuz?
Hector’un biyografisini yazıyorum. Tam altı buçuk yılımı aldı
ama artık bitmek üzere.
Elbette anlayacaksınız. İki bin dört yüz mili sizden bazı şeyler
gizlemek için gelmedim ya.
Saat bir buçuk. Boston’a uçak yedi buçukta kalkıyor. Bir saat
içinde hareket edersek herhalde yetişiriz.
Şaka mı ediyorsunuz?
Alma Grund tek söz etmeden elini çantasına attı ve küçük bir
kâğıt torba çıkardı. Torbanın üzerinde mavi-yeşil bir damga
vardı, altında da birkaç satır yazı. Durduğum yerden bir tek
sözcüğü seçebiliyordum, ama torbanın içinde ne olduğunu
anlamam için bilmem gereken tek sözcük de oydu. Eczane.
Ne demek bu?
Yo, biri bana bir kitap verdi. O yılın Noel’inde annem bana
bir Amerikan öyküleri antolojisi aldı. Klasik Amerikan
Öyküleri, yeşil bez ciltli kocaman bir kitap, kırk altıncı
sayfada Nathaniel Hawthorne’un bir öyküsü vardı. “Doğum
Lekesi.” Biliyor musun o öyküyü?
Ölümlülük damgası.
Hoşlandın.
Başka ne biliyoruz?
Her şeye rağmen Hector bir yıl dayandı o işte. Önce arka
odada depo görevlisi olarak, sonra baş tezgâhtar ve müdür
yardımcısı olarak çalıştı; doğrudan O’Fallon’a bağlıydı. Nora
babasının elli üç yaşında olduğunu söylemişti, ama Hector
ertesi pazartesi günü onunla tanıştırılırken adamın daha yaşlı
göründüğünü düşündü, belki altmış, belki de yüz yaşındaydı.
Eski atletin saçları artık kızıl değildi, bir zamanlar çevik olan
bedeni eski kıvraklığını kaybetmişti, dizindeki romatizma
yüzünden arada sırada topallıyordu. O’Fallon mağazaya her
sabah tam dokuzda geliyordu, ama belli ki bu işten pek zevk
almıyordu, genellikle saat on bir ya da on bir buçukta gitmiş
olurdu. Eğer bacağından bir sıkıntısı yoksa arabayla kulübe
gidip iki üç arkadaşıyla bir parti golf oynardı. Sıkıntısı varsa
sokağın karşısındaki Bluebell Inn’de erkenden öğle yemeği
yer, sonra eve dönüp öğle sonrasını yatak odasında geçirirdi,
gazeteleri okur, her ay Kanada’dan gizlice ülkeye soktuğu
Jameson’s marka İrlanda viskisini içerdi.
Nisan ortasında bir salı gecesi, Nora ile Hector dersin sonuna
gelmişlerken Nora ona dönüp bir evlenme teklifi aldığını
söyledi. Damdan düşercesine söylemişti bunu, durup
dururken; bu yüzden Hector birkaç saniye acaba doğru mu
duydum, diye düşündü. Böyle bir şeyi haber verirken insan
gülümserdi, hatta gülerdi, oysa Nora gülümsemiyordu, bu
haberi Hector’la paylaşmaktan mutlu da görünmüyordu.
İki gece sonra Nora, ters davranışı için özür diledi. Şimdi
kendimi daha iyi hissediyorum, dedi, kriz sona ermişti.
Adama olumsuz yanıt vermişti, kararı karardı. Mesele
kapanmıştı, kaygılanmaya gerek yoktu. Albert Sweeney iyi
bir insandı, ancak çok gençti, Nora da çocuklarla birlikte
olmaktan sıkılmıştı, özellikle de babalarının parasıyla geçinen
zengin çocuklardan. Evlenecek olursa bir erkekle evlenecekti,
ne yaptığını bilen, başının çaresine bakabilen olgun bir
erkekle. Hector ona, babası zengin olduğu için Sweeney’i
kınayamazsın, dedi, onun suçu değil ki bu. Hem zengin
olmanın neresi kötüydü? Hiçbir yeri, dedi Nora. Ama ben
onunla evlenmek istemiyorum, işte bu kadar. Evlilik ömür
boyu sürecek bir şeydi, doğru adamı bulana kadar da
kimsenin teklifini kabul edecek değildi.
Nora’ydı.
Anlamadım efendim?
Elbette değilim.
Bu ilk seferdi, dedi Alma; ama beşinci kez de, on birinci kez
de, on sekizinci kez de aynısı oldu, ondan sonra altı kez daha.
Pierson onların en sadık müşterileriydi, Highland Park’taki o
eve, halının üzerinde yuvarlanmak ve paralarını almak için
defalarca gittiler. Hiçbir şey Sylvia’yı o paradan daha mutlu
etmiyordu, Hector bunun farkına varmıştı; birkaç ay
geçmeden Sylvia bu işten öyle çok para kazandı ki malını
White House Oteli’nde sunmaktan vazgeçti. Paranın hepsini
kendi cebine atmıyordu elbette, ama koruyucum dediği adama
paranın yarısını verdikten sonra bile geliri yine de eskiye göre
iki üç kat fazla oluyordu. Sylvia eğitim filan görmemişti,
aşağı tabakadan köylünün biriydi, yarı cahildi, olumsuz
cümleyi olumlu gibi kullanıyor, sözcüklerini yanlış seçiyordu,
ama kafası ticarete iyi çalışıyordu. Randevuları o ayarlıyor,
müşterilerle pazarlık ediyor, bütün gündelik işleri
hallediyordu: işe gidip gelmeleri, kostüm kiralamayı, yeni
işlerin ayarlanmasını. Hector’un bu ayrıntılarla uğraşmasına
gerek kalmıyordu. Sylvia telefon edip nerede ve ne zaman
bulunacaklarını söylüyordu, Hector’un yapması gereken tek
şey Sylvia’nın onu almak üzere bir taksiyle evinin kapısına
gelmesini beklemekti. Yazılı olmayan kurallardı bunlar,
ilişkilerinin sınırlarıydı. Birlikte çalışıyor, birlikte
düzüşüyorlar, birlikte para kazanıyorlardı, ancak hiçbir zaman
arkadaş olmaya çalışmadılar ve yeni bir oyunu birlikte prova
ettikleri zamanlar dışında birbirlerini ancak gösteri sırasında
gördüler.
Vay be!
Yine de...
İlk başta olmadı. Ama Frieda onu terk etmekle tehdit edince
sonunda peki dedi. Fazla isteksiz olduğunu da
söyleyemeyeceğim. Film işine dönmek için yanıp tutuşuyordu
aslında. Tam on yıl kamera açıları, ışık düzeni, senaryolar
hayal edip durmuştu. Yapmak istediği, dünya yüzünde
anlamlı bulduğu tek şey buydu.
Ne gibi?
Çiftlikte mi çalıştılar?
Ya annen?
Birinin ona bir eşek şakası yaptığını düşündü önce. Eğer öyle
değilse, bir hayaletle konuşuyor demekti, ama babam
hayaletlere inanan biri olmadığından Hector’a siktir git deyip
telefonu kapadı. Hector üç kez telefon ettikten sonra babama
işi kabul ettirebildi.
Bu ne zaman oldu?
Kuşkulanmıştım zaten.
Ne dedi sana?
Fikir tümüyle ona aitti. Ben bunu akıl edemezdim. Akıl etsem
bile Hector’a bundan söz edemezdim. Cesaret edemezdim.
Peki onun seni kullanmış olduğu hiç aklına gelmedi mi? Sen
kitabını yazacaksın, evet ve bir aksilik olmazsa önemli bir
kitap olarak kabul görecek, ama aynı zamanda Hector senin
kanalınla yaşamayı sürdürecek. Filmleri sayesinde değil;
onlar artık var olmayacaklar bile, ama senin onun hakkında
yazdıkların sayesinde.
Ve?
Nasıl yani?
Şu işe bak!
Uyduruyorsun.
Biyografi mi?
Hector evinde ölmek istiyor, dedi Frieda. Son iki gündür bana
durmadan bunu söylüyor, ben de onun isteğine karşı çıkacak
değilim. Ona söz verdim.
Eh, ben döndüm işte, dedi Alma, David de burada. Her şeyi
sen üstlenmek zorunda değilsin.
Hector birkaç saat sonra, sabaha karşı üçle dört arasında öldü.
O öldüğünde Alma ile ben konuk odasındaki yatakta örtülerin
altında çırılçıplak uyuyorduk. Sevişmiş, konuşmuş, tekrar
sevişmiştik; bedenlerimizin ne zaman iflas ettiğini
bilemiyorum. Alma iki gün içinde ülkenin bir ucundan öteki
ucuna gidip gelmiş, havaalanlarına gidip dönmek için
yüzlerce kilometre yol yapmıştı, yine de Juan gelip kapıyı
tıklattığında uykusundan sıyrılıp doğrulabildi, bense bunu
beceremedim. Bütün o gürültü ve karmaşa içinde uyudum ve
her şeyi kaçırdım. Yıllarca uykusuzluk ve uykusuz geceler
geçirdikten sonra sonunda deliksiz uyumuştum, ne var ki
uyumamam gereken tek gecede olmuştu bu.
Birkaç tarih ve sayı dışında Alma bana film hakkında pek bir
şey anlatmadı. Martin Frost’un İçsel Yaşamı, Hector’un
çiftlikte çektiği dördüncü filmdi, dedi; çekimin Mart 1946’da
tamamlanmasından sonra Hector film üzerinde beş ay daha
çalışmış ve son biçimini verip 12 Ağustos günü özel bir
gösterimde sunmuştu. Filmin süresi kırk bir dakikaydı.
Hector’un bütün filmlerinde olduğu gibi, siyah beyaz
çekilmişti, ancak Martin Frost öteki filmlerden bir biçimde
farklıydı, komedi sayılabilirdi (ya da komik öğeler içeren bir
film), bu yüzden bu son dönem filmleri arasında iki makaralık
eski şamatalı filmlerini andıran tek filmdi. Süresi yüzünden
bunu seçtim, dedi Alma, ama bu, bu filmle başlamanın kötü
bir seçim olduğu anlamına gelmiyordu. Alma’nın annesi
Hector için ilk kez bu filmde rol almıştı, birlikte yaptıkları en
iddialı çalışma olmasa da herhalde en tatlısıydı. Alma
gözlerini öte yana çevirdi. Sonra, derin bir soluk alıp bana
döndü ve Faye o zamanlar öylesine canlı, öylesine
hareketliydi ki, dedi. Onu seyretmekten hiç bıkmıyorum.
Salon ekrana gelir. Martin ile Claire bir şişe şarap açmışlardır,
ama Martin hâlâ sinirli görünmektedir, bu tuhaf ama çekici
felsefe öğrencisine nasıl davranması gerektiğini hâlâ
bilmemektedir. Acemice şaka yapmaya çalışarak kızın
svetşörtünü işaret eder ve Berkeley’in kitabını okuduğun için
mi göğsünde Berkeley yazıyor, der. Hume’ un kitabını
okumaya başlayınca da üzerinde Hume yazan bir svetşört mü
giyeceksin?
Yine de, der Martin, uzun bir aradan sonra, bir karışıklığı
ortadan kaldırınca başka bir karışıklık yaratmış olursun.
Neyi anlayacağımı?
O ana kadar Claire utanmış görünmüştür, pişman gibidir,
Martin’i kandırdığı için değil de yakalandığı için utanmış
havalarındadır. Ancak Martin hiçbir şey bilmediğini itiraf
edince Claire’in ifadesi değişir. Gerçekten şaşırmış gibidir
şimdi. Anlamıyor musun Martin? der. Bir haftadır birlikteyiz
ve sen hâlâ bir şey anlamadığını mı söylüyorsun?
Gördün mü?
Martin ağzına bir lokma atmak için çatalını kaldırır, ama tam
çatalını ağzına sokmak üzereyken Claire’e gider gözü, kızın
gırtlağından yükselen küçük zevk inlemeleri dikkatini
dağıtmıştır, dikkati yaptığı işten bir an kayınca bileği aşağıya
doğru birkaç derece eğilir. Çatal, Martin’in ağzına doğru olan
yolculuğuna devam ederken çataldan akan salata sosu ince bir
ip gibi Martin’in gömleğinin önünden aşağıya süzülür. Martin
önce fark etmez bunu, ama ağzını açıp gözlerini yeniden
çatalda bekleyen kuşkonmaz lokmasına çevirince neler
olduğunu görür. Yerinden sıçrar, çatalı elinden düşürür. Lanet
olsun! der. Yine aynı şey!
Hiç gerek yok. Bana birkaç aspirin daha ver. Yarım saate
kalmaz kendimi toparlarım.
Dinlenmelisin.
Yetişecek mi Anna?
Şimdi yaz.
Aynı gün daha geç bir saatte, Martin Frost’un kopyası imha
edildi. Onu izlemiş olduğum için, Mavi Taş Çiftliği’nde bir
filmin son gösteriminde hazır bulunduğum için kendimi
herhalde şanslı saymalıydım, ama bir yanım o sabah Alma
keşke göstericiyi çalıştırmamış olsaydı, o zarif ve ürkütücü
kısa filmi görmemiş olsaydım diyor. Filmden hoşlanmamış
olsaydım, onu kötü ya da acemice hazırlanmış bir hikâye
sayıp boş vermiş olsaydım sorun yoktu, ama film kesinlikle
kötü değildi, kesinlikle acemice değildi, yok edilecek şeyin ne
olduğunu artık bildiğimden, bir suçun işbirlikçisi olmak için
tam iki bin mil yol katetmiş olduğumun farkına varmıştım. O
temmuz öğle sonrasında Hector’un öteki yapıtlarıyla birlikte
İçsel Yaşam da alevler içinde kaldığında bir trajedi gibi geldi
bu bana, lanet olası, kahrolası dünyanın sonu gibi geldi.
Anladığını sanmıştım.
Sonraki iki gün boyunca hep bir şeyler yakıldı, ama Alma
bunların hiçbirinde hazır bulunmadı, Juan ile Conchita
yardımcı olurlarken Alma kendi işine baktı. Üçüncü gün,
seslendirme stüdyosunun arka odalarından çıkarılan dekorlar
yakıldı. Donatım yakıldı, kostümler yakıldı, Hector’un
günlükleri yakıldı. Hatta Alma’nın evinde okuduğum günlük
bile yakıldı, ama biz yine de olayların nereye doğru aktığını
kavramaktan acizdik. O günlük, otuzlu yılların başında
tutulmuştu, Hector film işine geri dönmeden çok önce.
Alma’nın hazırladığı biyografiye bilgi sağlamak dışında bir
değer taşımıyordu. O kaynak ortadan kalkınca, biyografi
sonunda yayınlansa bile anlattığı hikâyenin inanılırlığı
olmayacaktı. Bunu anlamalıydık, ancak o gece telefonda
konuşurken Alma bu konunun üzerinde fazla durmadı. O
günün önemli haberi Hector’un sessiz filmleriydi. O filmlerin
kopyaları ortalıkta dolaşıyordu elbette, yine de Frieda, bu
filmler çiftlikte ele geçerse birinin kalkıp Hector Spelling ile
Hector Mann arasında bağlantı kurabileceğinden korkuyordu,
bu yüzden onların da yakılmasına karar vermişti. Çok acı
veren bir iş bu, dediğini aktarmıştı Alma bana, yine de
yapılması gerekiyordu. Eğer işin bir bölümü bitirilmeden
bırakılırsa öteki bölümlerin hiçbirinin anlamı kalmayacaktı.
Odanın eşiğinde bir anlık bir umut, kısa süren bir iyimserlik
dalgası ve sonra her şeyin sonu. Alma çalışma odasına girince
bilgisayarın durduğu yerin bomboş olduğunu görmüştü.
Masanın üstü bomboştu, ne bilgisayar, ne klavye, ne yazıcı ne
de içinde yirmi bir tane etiketli disket ve elli üç farklı
araştırma dosyası bulunan mavi plastik kutu vardı. Frieda
hepsini alıp götürmüştü. Kuşkusuz suç ortağı Juan’dı; Alma
durumu doğru değerlendiriyorsa, bunları kurtarmak için çok
geç kalınmıştı. Bilgisayar parçalanmıştı mutlaka, disketler un
ufak edilmişti. Bütün bunlar yapılmamış bile olsa onları
nerede arayabilirdi? Çiftlik dört yüz dönümden büyüktü.
Onların yapacakları tek şey, bir yer seçmek, bir çukur
kazmaktı: Kitap bir daha bulunmamak üzere ortadan kalkardı.