Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 204

KÂZIM TAŞKENT KLASİK YAPITLAR DİZİSİ

Lıov

Çeviren: Kayhan Yükseler

YAPI KREDİ YAYINLARI


ISBN 978-975-08-4737-0
25 TL
KDV’den
9 789750 847370 muaftır.
Anton Çehov’un henüz 24 yaşındayken yazmaya
başlayıp “Antoşa Çehonte” takma adıyla
yayımladığı Avda Trajedi yazarın tek romanıdır.
On dokuzuncu yüzyılda Rusya taşrasında işlenen
bir cinayetin iki anlatıcının ağzından aktarıldığı
roman, polisiye türünün yenilikçi bir örneğidir.
Eleştirmenler tarafından olgun Çehov’u
öne çıkaran dikkat çekici bir çalışma olarak
değerlendirilmiştir. Farklı sosyal sınıflardan
insanların -kontların, soyluların, köylülerin,
Çingenelerin ve umutsuz buıjuvalann- sahne
aldığı roman birçok dile çevrilmiş, sinemaya,
tiyatroya ve baleye uyarlanmıştır. Türkiye’de
ilk kez 1943’te, Adnan Tahir Tan’ın çevirisiyle
Kırmızı Entarili Kız adıyla yayımlanmış romanı
Kayhan Yükseler Rusçadan Türkçeye çevirdi.
Ant on Pavloviç Çekov

AVDA TRAJEDİ
(Gerçek Bir Olay)
KÂZIM TAŞKENT KLASİK YAPITLAR DİZİSİ

Anfon Pavloviç Çehov

(Gerçek Bir Olay)

Çeviren
Kayhan Yükseler

K
YAPI KREDİ YAYINLARI
Yapı Kredi Yayınlan - 5628
Kâzım Taşkent
Klasik Yapıtlar Dizisi -102

Avda Trajedi / Anton Pavloviç Çehov


özgün adı: Drama Na Ohole
Çeviren: Kayhan Yükseler

Kitap editörü: Şeyda Öztürk


Düzelti: Filiz Özkan

Kapak ve sayfa tasarımı: Mehmet Ulusel


Grafik uygulama: Arzu Yaraş

Baskı: Asya Basım Yayın Sanayi Tic. Ltd. Şti


15 Temmuz Mah. Gûlbahar Cad. No: 62/B Güneşli - Bağcılar / İstanbul
Telefon: (0 212) 693 00 08
Sertifika No: 36150

Çeviriye temel alınan baskı: İzdalelskoye obyedineniye Vışça Şkola Kiev, 1989
1. baskı: İstanbul, Ağustos 2020
ISBN 978-975-08-4737-0

© Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş., 2018


Sertifika No: 44719
Bütün yayın haklan saklıdır.
Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş.


İstiklal Caddesi No: 161 Beyoğlu 34433 İstanbul
Telefon: (0 212) 252 47 00 Faks: (0 212) 293 07 23
http://wwwykykultur.coin.tr
e-posta: ykykulturiSfykykultur.com.ir
facebook.com/yapikrediyayinlari
twitter£om/YKYHabcr
instagram.com/yapikrediyayinlari

Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık


PEN International Publishers Circle üyesidir.
ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ

Avda Trajedi Anton Pavloviç Çehov’un Rus aristokrasisinin manevi


çöküş dönemi yaşadığı, kırsalda görece serflik dönemi kalıntılarının
hüküm sürdüğü yıllarda eleştirel gözle kaleme aldığı bir romanıdır.
Kimi eleştirmenlerce ünlü eserlerinden bazılarının önüne geçtiği
söylenen bu karanlık, ilgi çekici roman sadece polisiye tarzının
mükemmel bir örneği değil, aynı zamanda yenilikçi bir eser olarak
görülmüştür. Hem Rusyada hem de diğer pek çok ülkede defalarca
sinemaya, tiyatroya ve baleye uyarlanmış, Bolşevik Devrimi’nin en
civcivli günlerinde (1918) bile filme çekilmiştir.
Avda Trajedi ilk kez 1884-1885’te Moskova’da basılan Günün
Haberleri gazetesinde “Antoşa Çehonte” imzasıyla tefrika halinde
çıkmaya başlar, göründüğü kadarıyla eksiksiz nüshasıyla yayımla­
nır. Tiyatro gazetesinin editörü ve yayıncısı S. N. Alekseyev anıla­
rında Çehov’la karşılaşmasından şöyle söz eder: “Antoşa Çehonte
biraz utangaç ama etkileyici bir genç (...) Sayfası en fazla beş kapiğe
küçük bir gazeteyle anlaşmış da olsa büyük umutlar vaat eden bir
yazar...” Anton Çehov romanını Günün Haberleri gazetesine toptan
satar. Sansürlü yerler söz konusu olduğunda yeterli yedek metin
bulundurması koşuluyla titiz bir el yazısıyla yazılmış hikâyenin
neredeyse tamamını gazeteye teslim eder.
Çehov bir süre sonra gazeteci-yazar Leykin’e bir mektup yazıp
gazetenin yayın kurulunun romanı için uzun zamandır ödeme yap­
madığını bildirir. Çehov’un kardeşi Mihail anılarında bu konuyla
ilgili bir olayı şöyle anlatır:
6

“Avda Trajedi romanı için ağabeyime haftada üç ruble öden­


mesi gerekiyordu. Gazetenin yazı işlerine uğrar, akşama kadar
dört gözle birilerinin gelmesini beklersiniz. Böyle uzun süre
beklediğim bir gün yayıncı geldi, ‘Ne bekliyorsunuz’ diye sordu,
‘Şey, üç ruble almak için gelmiştim’ dedim. ‘Hiç param yok,’ diye
karşılık verdi, ‘belki bir tiyatro bileti yahut yeni bir pantolon olur,
isterseniz terzi Arontriher’e gidin, benim hesabımdan bir pantolon
ahn.‘“ 1885’te (tarihsiz bir mektubunda) Mihail, ağabeyine şöyle
yazar: “Dün Lipskerov’a (gazetenin yayıncısı ve editörü) uğradım.
Ortalığı velveleye verdi. Voskresensk’e gideceğimi, paraya ihtiyacın
olduğunu, ayın yirmi altısında döneceğimi söyledim. Kendini
zorlayıp üç ruble verdi.”
Avda Trajedi nin kaderi sıradışıdır. Gazetede yayımlandıktan
sonra Çehov bu yapıtıyla bir daha ilgilenmemiş, yayıncıların ısra­
rına karşın ne düzeltme yapmış ne de bir yorumda bulunmuştur.
Dostlarıyla mektuplaşmalarında bu yapıtından hiç söz etmediği
gibi, ileride kitap halinde basıldığında bile herhangi bir değişikliğe
gitmemiştir, hem romanın yazılması hikâyesi hem de bu yapıt
hakkında Çehov’un ifadeleri bilinmemektedir.
1870-1880 yılları arası Rusya’da polisiye edebiyata karşı yoğun
ilginin duyulduğu bir dönemdir. Avda Trajedi’de para mülk ve mi­
ras gibi nesnel nedenler olmadığından, o dönemin eleştirmenleri
hikâyenin temel motifini oluşturan, işlenen cinayette Çehov’un
klasik dedektiflik hikâyesinin bir parodisini yaratmaya çalıştığını
öne sürerler. Ayrıca o yıllarda cinai roman ve melodramın parodisi
vardır, Çehov parodilere övgüde bulunur.
Çehov polisiye romanda romantizmin yeri olmadığını düşü­
nerek atmosferi tamamen farklı bir açıdan göstermeye çalışır,
böylece ironi ve parodi, melodram ve trajediyle iç içe geçer. O
yılların tanınmış edebiyat eleştirmeni ve yayıncısı Aleksandr
Yefimoviç İzmaylov romanın düşük düzeyde bir gazetede yayım­
lanmasına ve sonraki yapıtlarına göre uyumsuz olmasına karşın
ciddi, ilgiye değer bir yapıt olarak değerlendirir. Ona göre konusu
klasik polisiye öykülere uymaz, trajedinin nedenleri psikolojik
alandadır. Belki de, bu nedenle, Avda Trajedi'nin yayımlanması
İzmaylov’un belirttiği gibi çağdaşları arasında, Çehov’un klasik
7

polisiye öykünün bir parodisini yarattığını düşünmelerine yol


açmıştır.
Bu roman Çehov’un genel yapıtlarından önemli ölçüde farklıdır;
ancak, Çehov bu eserinde tüm toplumun kötülüklerine ve birey­
lerin denetlenmemiş tutkularına yansıyan insanın derin doğasını
araştırır. Polisiye roman olmasına rağmen kahramanların ruh
halleri, deneyimleri ve iç çatışkıları ön plandadır.
Olay Güney Rusya’nın uzak bir kasabasında geçer. Kırk yaş­
larında emekli olan İvan Petroviç Kamışov adlı bir sorgu yargıcı
genç yaşta ne yapacağını bilemeyip bir hikâye yazmaya karar verir.
Hikâyesini bitirdikten sonra bir gazeteye uğrar ve yazı işleri mü­
düründen, içinde kendisinin de başat rol oynadığı Sergey Petroviç
Zinovyev adıyla bir hikâye yayımlamasını ister. Hikâyede geçen
trajik olayların bire bir tanığı olduğunu ve her şeyin gözlerinin
önünde cereyan ettiğini bildirir. Öyküde aşk, cinayet, ihanet her
şey vardır. Öykü çekmecede iki üç ay bekler. Sonra eseri iki kez
okuyan editör bir insanın korkunç sırrını keşfetmiş gibi acı verici
bir düşünceye kapılır. Bunun sadece yazınsal bir kurgu değil, ger­
çek bir suç hikâyesi olduğunu fark eder.
Romanın ikinci önemli karakteri olan Kont Aleksey Karneyev,
iki yıl kaldığı Avrupa gezisinden ülkesine yeni dönmüştür. Kont
ahlaksızlığın derin dehlizlerinde dolaşan bencil, insanlıktan yok­
sun bir kişiliktir. Yaptığı ilk iş akşam yapacakları âlemin hayaliyle
can dostu Sergey Petroviç Zinovyev’i malikânesine çağırtmak olur.
Sorgu yargıcı Zinovyev davete icabet etmekte uzun süre tereddüt
geçirdikten sonra atına atlayıp romanda önemli bir yer tutan
efsanevi gölün kıyısından kontun malikânesine gelir. Romanın
kahramanları yavaş yavaş sahneye çıkmaya başlarlar. Mekân kont
Karneyev’in uçsuz bucaksız arazisi ve malikânesidir. İçkili ikin-
diüstü yemeğinden sonra kontun dut, kızılcık, Fransız begamot
ve zeytin ağaçlarıyla kaplı harika bahçesinde gezintiye çıkarlar;
yanlarında mülkün yönetiminden sorumlu elli yaşlarındaki Pyotr
Yegoriç Urbenin de vardır ve trajedide çok geçmeden yerini alan
orman bekçisinin güzel kızı Olga’yla burada karşılaşırlar. Ağaçla­
rın arasından parlak kırmızı elbisesiyle birden ortaya çıkan bu on
dokuz yaşındaki güzeller güzeli kız kontun ve Zinovyev’in aklını
8

başından alır. Annesi gibi eski bir mezann tepesinde kendini yıl­
dırım çarpmasına bırakarak öldürme hayalleri kuran neşeli, hayat
dolu “Kırmızılı Kız”dır o... (Biga'ya daha önceden ilgi duyan kâhya
Urbenin onunla evlenme hayalleri kurmaktadır. Ormandan çılgın,
yaşlı bir babanın kulübesinden çıkıp kontun kâhyasının evine gelin
gider. Pahalı elbiseler giymekten, takılar takmaktan başka derdi
sıkıntısı olmayan uçarı kız ahlaki çöküşün girdabında debelenip
durur, daha düğün yemeğinde bir mağarada Zinovyev’le birlikte
olur. Kısa bir süre sonra da kontun kollarına düşer ve sonunda
korkunç bir cinayete kurban gider. Zavallı, aldatılmış koca -ka­
tilin tam olarak kim olduğu bilinmediği halde- suçlu bulunarak
Sibirya’da kürek cezasına çarptırılır.
Çehov insan ruhunun uçurumlarını bilir: Bir koca ve iki erkek
arasında paramparça olmuş evli genç bir kadın... Kont mülkünün
sefih bataklığında Çingenelerle vahşi gece âlemleri... İnsan ruhu­
nun en olumsuz yanlarını üzerinde toplamış bir kont... En ufak
pişmanlık duymayan, vicdan azabı çekmeyen acımasız bir katil...
Adaletli gibi görünen ama kimi olaylarda kuşku verici tavırlar
sergileyen bir sorgu yargıcı... Pşehotski gibi çıkarcılığın doruğun­
da gezinen gizemli bir tip... İnsani sorumluluk duygusuna olan
sonsuz inancından bir çivinin bile sökülemeyeceği iyiliksever
Doktor Pavel İvanoviç... Homojen olmayan Rus toplumu - kontlar,
soylular, mujikler, Çingeneler, umutsuz burjuvalar. Daha düğün
yemeği sırasında ihanete uğrayan bir koca... Av partisinde işlenen
vahşi bir cinayet, hunharca öldürülen evcil bir papağan, katilin
kim olduğunu bilen bir köylünün tutukevinde öldürülmesi... Evet,
aşk, ihanet, kıskançlık, tutku, cinayet... Bir okur için bundan daha
heyecan verici, daha çekici ne olabilir?
Eleştirmen L.İ. Vukolov, Avda Trajedi'nin yapıtlarında olgun
Çehov’u öne çıkaran çok dikkat çekici bir uygulama olduğunu,
ince mizah öykülerinin yazan olan Çehov’un gitgide okuyucunun
keşfetmesi gereken karmaşık psikolojik çatışmalann yazan haline
geldiğini öne sürer.
Avda Trajedi tezlere, araştırmalara, tartışmalara konu olmuş,
üzerine birçok yazı kaleme alınmıştır. Bu kendine özgü yapıtın
türü bugün bile ciddi bir tartışma konusu olmayı sürdürmektedir.
9

Son yıllarda Avda Trajedi üzerine yapılan birçok çalışmada


Çehov’un romanı katıksız bir parodi değil, karmaşık, tartışmalı,
gerçekçi bir yapıt olarak değerlendirilmiş, yazarın parodi tarzının
özellikleri saptanmaya çalışılmıştır.
Gölün romanda önemli bir işlevi var, genellikle olumsuz
olaylarda galeyana gelir, ender de olsa huzur verdiği de olur:
Romanın başkişisi Sergey Petroviç gölle ilgili duygularını şöyle
dile getirir:

“Yolum gölün kıyısından geçiyordu. Su canavarı akşam şarkısını


çoktan çalmaya başlamıştı. Ak sırtlı yüksek dalgalar engin yüzeyi
tümüyle kaplamıştı. Havada bir uğultu ve homurtu vardı. Soğuk,
nemli bir rüzgâr iliklerime işliyordu. Öfkeli göl sol taraftaydı,
sağda ise iç karartıcı ormanın tekdüze uğultusu yükseliyordu.
Doğayla karşı karşıya kalmışım, onunla yüzleştiriliyormuşum
gibi hissettim kendimi. Bana öyle geliyor ki, doğanın bütün bu
öfkesi, bütün bu uğultusu ve kükremesi salt benim için, kafam
içindi”
“Göl, güneş ışığını yansıtan köpüklü dalgalarla usulca kıpraşarak
gündüz uykusuna hazırlanıyordu... Orman ve kıyı söğütleri sabah
duasındaymış gibi hareketsiz dikiliyordu... Tam o andaki ruh
durumumu anlatması zor... Ama fazla ayrıntıya girmeden sadece
şunu söyleyebilirim ki, kontun malikânesinden kıyıya doğru
ilerlerken dürüst emeği ve hastalıklar yüzünü buruş buruş etmiş
yaşlı Mihail’in kutsal yüzünü görünce hem tarif edilmez derecede
memnun kalmış hem de utançtan kıpkırmızı kesilmiştim... Mi-
hail, dış görünüşüyle Incil’deki balıkçıları hatırlatıyordu... Saçı
sakalı kar gibi bembeyaz ve tefekkürle gökyüzüne bakıyor... Yaşh
Mihail kıyıda hareketsiz durup koşan bulutlan izlerken, insan
pekâlâ gökte melekleri gördüğünü düşünebilir..."
“Onu görünce dizginleri kısıp Zorkayı durdurdum ve dürüst,
nasırlı eline dokunarak annmak istermiş gibi ona elimi uzattım...
Küçük, zeki gözlerini bana kaldırıp gülümsedi.”
“Beş dakika sonra evdeydim. Zifiri karanlık vardı. Göl öfkeyle
kuduruyor ve benim gibi bir günahkârın yeni günahlann tanığı
olmasına öfkelenmiş görünüyordu. Karanlıkta gölü göremiyor-
dum. Görünmez bir canavar kükrüyor gibiydi, beni kuşatan
karanlık da kükrüyordu...”
10

Sergey Petroviç gece âleminden sonraki ruh durumunu şöyle


anlatır:

“Sonrasına dair anılarım karmakarışık bir hal almaya başlıyor...


Her şey birbirine kanştı, birbirinin içine geçti, her şey belirsiz ve
bulanık... Sabahın gri gökyüzünü anımsıyorum... Bir kayıktayız...
Göl hafifçe dalgalanıyor, gürültülü sefahatimize homurdanıyormuş
gibi... Kayığın ortasında ayakta durmuş sallanıyorum... Tina suya
düşebileceğimi söyleyerek ısrarla oturmamı istiyor...”

Bazen Sergey Petroviç’in iyilik damarlarının kabardığı da olur:

“Sustuk, düşüncelere daldık...Urbenin’in kaderini düşünmek bana


sürekli acı veriyordu; şimdi, onu mahveden kadın gözlerimin
önünde at oynatırken, bu düşünce yüreğimde bir dizi ağır düşün­
ceye yol açmıştı... Ona ve çocuklarına ne olacaktı? Olga’nın sonu
nasıl olacaktı? Bu iğrenç zavallı kont hangi ahlak bataklığında
ömrünü tamamlayacaktı?”

Sergey Petroviç özeleştiri yapabiliyor, pişmanlık duyabiliyordu:

“Kontla yaşıtız. İkimiz de aynı üniversiteyi bitirdik, ikimiz de


hukukçuyuz ve ikimizin de hukuk bilgisi yetersiz: Ben az çok
biliyorum, kont ise alkolle yatıp alkolle kalktığı için bildiklerini
unutuyor. İkimiz de gururluyuz ve sadece kendimizin bildiği
birtakım nedenlerden, insan düşmanı vahşi adamlar gibi dünya­
dan uzak duruyoruz. İkimiz de kamunun (yani S... ilçesinin) ne
düşüneceğinden çekinmiyoruz, ikimiz de ahlaksızız ve ikimizin
de sonu kötü bitecek. İşte bizi birleştiren “manevi çıkarlar” bunlar.
Bizi tanıyan insanlar ilişkimizin durumu hakkında daha fazlasını
söyleyemezler.”
“Sonraları bunu defalarca düşündüm: O akşam kesin olarak geri
dönmeye cesaretim olsaydı yahut Zorka’m kudurup da bu korkunç,
koca gölden ahp beni uzaklara götürseydi, böylesi derin mutsuzlu­
ğu omuzlarımda taşımak zorunda kalmaz, komşularıma ne büyük
bir iyilik yapmış olurdum! Şimdi bunca ıstırap çektiren anıyla
başım çatlayacakmış gibi ağrımaz, kalemimi iki de bir elimden
bırakıp kafamı tutmaya zorlamazdı.”

Her şeye rağmen kadersiz Olga’nın da nedenleri var, yaşlı Urbenin’le


evlenmesini eleştiren sorgu yargıcı Sergey Petroviç’e şöyle yanıt
verir:
11

“Bundan hoşlanmadınız mı? Öyleyse lütfen bozdoğanlardan ve


divane babamdan başka kimselerin olmadığı ormana... bu donuk
yere gidin ve genç bir güvey gelene kadar orada bekleyin bakalım!
Geçen akşam hoşunuza gitti ama bir de kışın nasıl olduğunu gör­
seniz, ölümün bir an evvel gelmesini dilerdiniz...”

Çehov sınıfsal farklılığın getirdiği derin hoşnutsuzluğu başkahra-


rnanına şöyle söyletir:

“Ancak zihinsel olarak kör, ruhen yoksul ruhuyla her grileşmiş


mermer levhada, her tabloda, kont bahçesinin her karanlık kö­
şesinde şimdi çocukları kont köyünün sefil izbelerinde yaşayan
insanların terini, nasırlarını ve gözyaşlarını görmüyordu...”

Bahçe kapısının romanlarda önemli işlevi olduğunu belirten Sergey


Petroviç bu konuda düşüncelerini şöyle dile getirir:

“Benim romanım da kapıdan azade değil. Ama benim kapım diğer­


lerinden farklı olacak, çünkü benim kalemim bu kapının içinden
pek çok mutsuz insanı geçirirken nadiren mutlu birilerinin geç­
mesini sağlayacak. Daha da kötüsü, bu kapıyı bir romancı olarak
değil, bir sorgu yargıcı olarak tarif etmek zorunda kalmış olmam...
Romanımda, kapımdan sevgililerden çok suçlular geçecek.”

Çehov romanının sıradanhğına vurgu yapar ama kahramanının


ağzından da olsa hakkını teslim eder:

“Pek olağanüstü bir hikâye değil. İçinde çok uzun ve pürüzlü yerler
var... Yazar efektlere ve keskin ifadelere pek meraklı... Acemi ve eği­
timsiz bir kalemi var... Her şeye rağmen hikâyesi kolay okunuyor.
Konu var, ruh da, en önemlisi de özgün, çok karakteristik, nasıl
derler, sui generis. Edebi açıdan az çok nitelikli olduğu söylenebilir.
Kısacası, okumaya değer...”

Kayhan Yükseler
GÎRÎŞ

1880 yılının Nisan ayının öğle saatlerinden birinde bekçi Andrey


odama girdi ve gizemli bir fısıltıyla, yazı işlerine bir beyefendinin
geldiğini, editörle görüşmek için ısrar ettiğini bildirdi.
“Bir memur olmalı, efendim,” diye ekledi Andrey, “kokartı var...”
“Başka bir zaman gelmesini söyle” dedim. “Bugün meşgulüm.
Editörün sadece cumartesi günleri misafir kabul ettiğini söyle.”
“Üç gün önce geldi, sizi sordu. İşinin acil olduğunu söylüyor.
Rica ediyor, ağladı ağlayacak. Cumartesi günü boş vaktinin olma­
dığını söyledi... Emrederseniz içeri alayım.”

İçimi çektim, kalemi bıraktım ve kokartlı beyi beklemeye koyul­


dum. Çiçeği burnunda yazarlar ve aslında mesleğin sırlarına vâkıf
olmayan herkes, “Yazı İşleri” sözcüğü karşısında öylesine ilahi
bir huşuya kapılır ki, odaya girmeden sizi uzun bir süre beklete­
bilirler. Editörün “Girin” demesinden sonra uzun uzun öksürüp
burunlarını çeker, kapıyı yavaşça açıp ağır ağır içeri girerler, bu çok
zaman alır. Ama kokartlı bey kapıda hiç oyalanmamıştı. Kapı henüz
Andrey’in ardından kapanmamıştı ki, bir elinde bir kâğıt rulosu,
diğerinde kokartlı bir şapka tutan, uzun boylu geniş omuzlu bir
adamın odamın içinde dikiliverdiğini gördüm.
Benden randevu almayı başaran bu adam, hikâyemde çok
önemli bir rol oynuyor. Bu nedenle dış görünümünü anlatmam
gerekiyor.
Daha önce dediğim gibi uzun boylu, geniş omuzlu ve iyi cins
koşum atı gibi dinç. Tüm bedeninden sağlık ve kuvvet fışkırıyor.
1-1

Yüzü pembe, elleri kocaman, göğsü geniş ve kaslı, saçları gür, bir
çocuğunkine benziyor. Yaşı kırkın altında görünüyor. Son modaya
göre ve zevkli giyinmiş, muhtemelen bir terzinin elinden çıkmış
yeni bir tüvit takım elbise var üzerinde.
Göğsünde, küçük süslerin dizili olduğu kalın bir altın köstek,
serçe parmağında parlak minik yıldızcıklar kakılmış pırlanta bir
yüzük var. Ama en önemli şeye, bu romanın, daha doğrusu asgari
saygınlık iddiasında bulunan her romanın kahramanı açısından en
can ahcı olan meseleye gelirsek - bu adam son derece yakışıklı.
Ben ne kadınım ne de sanatçı. Erkek güzelliğinden pek anlamam
ama bu kokartlı bey dış görünüşüyle beni epey etkiledi. Yayvan
ve köşeli yüzü belleğimden hiç silinmedi. Bu yüz üzerinde hafif
kemerli gerçek bir Yunan burnu, incecik dudaklar ve iyilikle, adını
koymakta zorlandığınız bir şeyle ışıyan harika mavi gözler vardı.
Bu “bir şey” üzgün ya da acı çeken küçük hayvanların gözlerinde
de fark edilebilir. Dokunaklı, çocuksu, uysal sabır gibi bir şey...
Kurnaz ve zeki insanların gözleri asla böyle bakmaz.
Bunun yanı sıra bu yüzün tamamından bir dürüstlük, engin,
sade bir karakter ve doğruluk yayılıyordu etrafa...Yüzün ruhun
aynası olduğu yalan değilse eğer, bu kokartlı beyle tanışıklığımızın
henüz ilk gününden itibaren, asla yalan söyleyemeyeceğine yemin
edebilirim. Hatta isteyenle bu konuda bahse bile girebilirim. Bu
muhayyel bahsi kaybedip kaybetmediğimi okur, ileride görecektir.
Kestane rengi gür saçı ve sakalı, ipek gibi, yumuşacık görü­
nüyor... Yumuşak saçların naif, sevecen, “ipek gibi” bir kalbin
belirtisi olduğu söylenir genelde... Suçluların, zalim ve inatçı
karakterlerin çoğunlukla sık saçları vardır. Bunun doğru olup
olmadığını da okur ileride görecektir... Ancak bu kokartlı beyin
ne yüzündeki ifade ne de sakalının yumuşaklığı, yumuşaklık ve
zariflikte o devasa cüssesinin hareketleriyle boy ölçüşebilirdi. Bu
hareketlerinden eğitimlilik, rahatlık, zarafet ve hatta -af buyurun-
kadınsı bir şeyler yayılıyordu etrafa... Kahramanımın bir at nalını
bükmesi ya da bir sardalye kutusunu yumruğuyla yamyassı etmesi
için fazla çaba göstermesi gerekmiyor, öte yandan, tek bir hareketi
bile fiziksel gücünü açık etmiyor. Kapı tokmağına ya da şapkaya,
bir kelebeğe dokunuyormuş gibi dokunuyor: Yumuşak ve dikkatli
15

biçimde, parmaklarıyla hafifçe dokunarak... Adımları sessiz, el


sıkışı yumuşak... Ona bakınca, Goliath kadar güçlü olduğunu,
tek eliyle yazı işlerindeki beş Andrey’in kaldıramayacağı bir yükü
kaldırabileceğini unutuverirsin. Nazik davranışlarına bakıldığında
güçlü ve iri yarı biri olduğuna inanmak gerçekten zor... Spencer1
olsa, tam bir zarafet timsali diyebilirdi.
Odama girdiğinde kafası karıştı. Belli ki asık suratlı, hoşnutsuz
tavnm, onun naif, duyarlı ruhunu sarsmıştı.
“Ne olur beni bağışlayınız!" diye söze başladı, yumuşak, tatlı
bir bariton sesle. “Kararlaştırılmış randevu saatinin dışında birden
karşınıza çıkarak benim için bir istisna yapmaya zorladım sizi. O
kadar meşgulsünüz ki! Ama neler olup bittiğini görüyorsunuz,
sayın editör: Yarın çok önemli bir iş için Odessa’ya gidiyorum...
Bu yolculuğu cumartesi gününe kadar erteleme imkânım olsaydı,
inanın bana, benim için bir istisna yapmanızı kesinlikle istemezdim.
Kuralların önünde boynum kıldan incedir, çünkü düzeni severim...”
“Ama ne kadar da çok konuşuyor!” diye düşündüm pek de
boş zamanım olmadığını belli etmek amacıyla elimi kaleme doğru
uzatırken... (O günlerde ziyaretçiler beni canımdan bezdirmişti!)
“Sadece bir dakikanızı alacağım!” diye konuşmasını sürdürdü
kahramanım özür dileyen bir tonda. “Ama önce kendimi tanıtmama
izin verin... Hukuk Fakültesi mezunu İvan Petroviç Kamışov, eski
sorgu yargıcı... Yazarlar kulübünün bir üyesi olma şerefine nail
olmasam da burada tamamen bir yazara özgü nedenlerle huzuru­
nuza çıkıyorum. Karşınızda kırklı yaşlarında olmasına rağmen yeni
başlayanların arasına girmek isteyen biri duruyor. Hiç olmayacağına
geç olması daha iyidir.”
“Çok memnun oldum... Size nasıl yardımcı olabilirim?”
Yeni başlayanların arasına katılmaya hevesli bey oturdu ve yal­
varan gözlerini yere dikerek konuşmasını sürdürdü:
“Size gazetenizde basılmasını istediğim küçük bir hikâye getir­
dim. Açıkça söyleyeyim, sayın editör: Hikâyemi ne yazarlık ünü
için ne de tatlı övgüler duymak için yazdım...12 Bu güzel şeyler
1 Herbert Spencer (1820-1903) İngiliz felsefeci ve biyolog, (ç. n.)
2 Ünlü Rus şair Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in (1799-1836) “Şair ve Kalabalık” adlı
şiirinden bir dizenin değiştirilmiş şekli. Aslı şöyle: Tatlı sesler ve dualar için. (ç. n.)
16

için çok yaşlandım. Bu yazarlık yoluna sadece ticari dürtülerden


giriyorum... Para kazanmak istiyorum... Şimdi kesinlikle bir işim
yok. Bildiğiniz gibi S... ilçesinde sorgu yargıcıydım, beş yılı aşkın
hizmet gördüm ama ne para biriktirebildim ne de masumiyetimi
korudum...”
Kamışov sıcak bakışlarını bana kaldırıp hafifçe güldü.
“Usandırıcı bir işti... Sürekli çalışıp durdum, sonra elimin
tersiyle itip bıraktım. Şimdi işim yok, neredeyse hiçbir şey yok...”
Hikâyemi kıymetsizliğine rağmen yayımlarsanız, bana büyük
bir iyilik yapmış olmayacaksınız sadece.... Bir yandan da bana yar­
dım etmiş olacaksınız.. Gazeteniz ne düşkünlerevi ne de yoksullar
barınağı... Bunu biliyorum ama... istirham etsem...”
“Yalan söylüyor!” diye aklımdan geçirdim.
Kösteğindeki süslemeler ve serçe parmağındaki yüzük, bir di­
lim ekmek uğruna yazı yazma hikâyesiyle hiç bağdaşmıyordu ama
Kamışov’un yüzünden, sadece nadiren yalan söyleyen insanların
yüzlerinde görülebilen ve ancak deneyimli bir gözün fark edebi­
leceği bir bulut geçti.
“Hikâyenizin konusu nedir?” diye sordum.
“Konu... Size nasıl söyleyeyim? Konu yeni değil... Aşk... cina­
yet... Okuyunca göreceksiniz. ‘Sorgu yargıcının notlarından...”’
Kaşlarımı çatmış olmalıyım çünkü Kamışov mahcup bir tavırla
gözlerini kırpıştırdıktan sonra silkinip canlandı ve çabucak ekledi:
“Hikâyem eski sorgu yargıçlarının üslubuyla yazılmıştır ama...
içinde gerçek ve yaşanmış bir olayı bulacaksınız... Hikâyede anlat­
tığım her şey baştan sona gözlerimin önünde cereyan etti... Görgü
tanığıydım, hatta kahramanlarından bir bendim.”
“Önemli olan gerçek değil... Bir şeyi betimlemek için onu mut­
laka görmek gerekmiyor... Bu önemli değil. Asıl mesele Gaborio3
ve Şklyarevski’nin4 uzun zamandan beri zavallı okurlarımıza kabak
tadı vermiş olması... Bütün bu gizemli cinayetlerden, dedektif­
lerin kurnazlıklarından ve sorgu yargıçlarının olağanüstü pratik
zekâlarından bıktılar. Okur kitlesi elbette farklı farklı oluyor ama

3 Emile Gaboriau (1832-1873) Fransız polisiye roman yazarı, (ç. n.)


4 Aleksandr Andreyeviç Şklyarevski (1837-1883) Rus polisiye roman yazarı, (ç. n.)
17

benim gazetemi okuyan insanlardan söz ediyorum. Hikâyenizin


başlığı nedir?”
“Avda Trajedi”
“Hımm... Pek de ciddi bir başlık değil bu, bilirsiniz... Sonra,
doğrusunu söylemek gerekirse, bende bunun gibi o kadar çok
metin var ki, kuşkusuz değerli oldukları halde yenilerini kabul
etmemiz kesinlikle mümkün değil...
“Ama benim hikâyemi kabul edin, lütfen... Ciddi bir başlık olma­
dığını söylüyorsunuz, ancak... bir metni görmeden değerlendirmek
zordur aslında... Yoksa bir sorgu yargıcının ciddiyetle yazabileceğini
kabul edemiyor musunuz?”
Kamışov bu sözleri söylerken kekelemiş, kalemini parmakları­
nın arasında çevirip durmuş, gözlerini yerden hiç ayırmamıştı. Aşın
mahcubiyetten gözlerini kırpıştınyordu. Onun için üzülmüştüm.
“Pekâlâ, bırakın” dedim. “Ama hikâyenizin kısa zamanda oku­
nacağına söz veremem. Beklemeniz gerekecek...”
“Uzun süre mi?”
“Bilmiyorum... İki ya da üç ay sonra uğrarsınız...”
“Ah, çok uzun... Ama ısrar etmeye cesaret edemem... Dediğiniz
gibi olsun...”
Kamışov ayağa kalktı ve şapkasını aldı.
“Beni huzurunuza kabul ettiğiniz için teşekkür ederim” dedi.
“Şimdi eve gideceğim ve kendimi umutlarla besleyeceğim. Üç ay
umut! Yalnız sizi epey sıktım. Size merhaba deme onuruna eriştim!”
“Affedersiniz, sadece tek bir soru” dedim, küçük el yazısıyla
yazılmış kalın not defterinin sayfalannı çevirerek. “Burada birinci
şahısla yazıyorsunuz... Demek ki sorgu yargıcı derken burada ken­
dinizi kastediyorsunuz, değil mi?”
“Evet ama farklı bir isim altında. Bu hikâyedeki rolüm biraz
utanılacak cinsten... Asıl adımla yakışıksız olurdu... Üç ay içinde
öyle mi?"
“Evet, sanırım, daha erken değil...”
“Hoşça kahn!”
Eski sorgu yargıcı gösterişli bir edayla eğildi, kapının tokmağını
özenle çevirdi ve eserini masamın üzerine bırakıp gözden kayboldu.
Defteri aldım ve masamın çekmecesinde sakladım.
18

Yakışıklı Kamışov’un hikâyesi masamda iki ay bekledi. Bir gün,


kır evine gitmek üzere büromdan ayrılırken defteri hatırladım ve
yanımda götürdüm.
Vagonda otururken, okuma kopyasını açıp ortadan okumaya
başladım. Ortası ilgimi çekmişti. Aynı gün akşamleyin, boş za­
manım olmamasına rağmen, tüm hikâyeyi baştan, geniş ve büyük
harflerle yazılmış “Son” kelimesine kadar okudum. Geceleyin
bu hikâyeyi bir kez daha okudum ve şafak vakti ansızın üşüşen
yeni, ıstırap verici bir düşünceyi kafamdan silip atmak istermiş
gibi terasta bir aşağı bir yukarı dolanıp durdum... Kafamdaki dü­
şünceler gerçekten acı verici, dayanılmaz biçimde keskindi... Ne
bir sorgu yargıcı ne de psikoloji uzmanı jüri üyesi olan ben, bir
insanın korkunç bir sırrını keşfetmiştim, benimle hiçbir şekilde
ilgisi olmayan bir sırrı... Terasta dolaşıyor, bu keşfime inanmamam
gerektiği konusunda kendimi ikna etmeye çalışıyordum...
Kamışov’un hikâyesi okurla sürdürdüğüm bu sohbetin sonun­
da açıklayacağım nedenlerden dolayı gazetemde yayımlanmadı.
O son bölümde okurla bir kez daha buluşacağım. Şimdi, onu
uzun bir süreliğine terk ederek, Kamışov’un hikâyesini okumasını
öneriyorum.
Pek olağanüstü bir hikâye değil. İçinde çok uzun ve pürüzlü
yerler var... Yazar efektlere ve keskin ifadelere pek meraklı...
Acemi ve eğitimsiz bir kalemi var... Her şeye rağmen hikâyesi
kolay okunuyor. Konu var, ruh da, en önemlisi de özgün, çok
karakteristik, nasıl derler, sui generis.5 Edebi açıdan az çok nite­
likli olduğu söylenebilir. Kısacası, okumaya değer... İşte burada:

5 Kendine özgü (Lat.) (yayıncının notu)


AVDA TRAJEDİ
Bir Sorgu Yargıcının Notlarından

BİRİNCİ BÖLÜM

“Adam karısını öldürdü! Ah, ne kadar aptalsın! Şeker versene!”


Bu çığlıklar uyandırmıştı beni. Gerindim, bütün uzuvlarımda
bir ağırlık, kırıklık hissettim... Kolum, bacağım yatmaktan da uyuş­
muş olabilir ama bu kez tüm bedenim, baştan aşağı uyuşmuş gibi
geldi bana. Bu boğucu, kuru havada sinek ve sivrisinek vızıltıları
eşliğinde ikindiüstü uykusu, insanda zindelik yerine bir halsizlik
yaratıyor. Yorgun ve terden sırılsıklam olmuş halde kalktım, pence­
renin önüne gittim. Saat altı olmuştu. Güneş hâlâ yükseklerdeydi ve
üç saat öncesi gibi yakıyordu. Günbatımma ve akşamın serinliğine
daha uzun zaman vardı.
“Adam karısını öldürdü!”
“Yalan atmayı bırak, İvan Demyanıç!" dedim papağanın burnuna
ufak bir fiske kondurup. “Kocalar, kanlarını sadece romanlarda ve
Afrika’ya özgü tutkuların fokur fokur kaynadığı tropik bölgelerde
öldürürler, canım. Ayrıca bizde de gasp ve hırsızlık ya da kimlik
sahtekârlığı gibi yeterince korkunç suç var.”
“Gasp ve hırsızlık...” diye mırıldandı İvan Demyanıç. “Ah, ne
kadar aptalsın!”
“Ama ne yapalım, canım? Beynimizin belli sınırlarının olması
bizim suçumuz mu? Öte yandan İvan Demyanıç, böyle aşın sıcak
bölgelerde aptal olmanın hiç de zaran yoktur. Al işte, sen benim
zeki mi zeki cicimsin ama herhalde bu sıcakta beyninin pestili
çıkar, kafan kalınlaşırdı.”

Papağanıma ne alelade bir papağan adı ne de başka bir kuş adı


verdim, İvan Demyanıç koydum adını. Bu ismi tamamen rastlantı
eseri edinmişti. Uşağım bir gün Polikarp’ın kafesini temizlerken
soylu kuşumun ölene dek bir papağan adı taşımasına son verecek
20

bir şey keşfetti... Tembel uşağım birdenbire, papağanımın burnunun


köyümüzün bakkalı İvan Demyanıç’ın burnuna çok benzediğini
fark etti. O günden sonra uzun burunlu bakkalın adı ve soyadı,
sonsuza kadar papağanımın üzerine yapıştı kaldı.
Kuş Polikarp’ın isteğiyle halkın arasında kabul gördü, bakkal
ise gerçek adını kaybetti: Ömrünün sonuna kadar da köylüler ta­
rafından “sorgu yargıcının papağanı” olarak anılacaktı.
İvan Demyamç’ı tayinimden kısa bir zaman önce vefat eden
selefim sorgu yargıcı Pospelov’un annesinden satın almıştım. Eski
meşe mobilyalar, kırık dökük mutfak eşyası ve genel olarak müte­
veffadan kalan tüm eşyayla birlikte satın aldım onu. O zamandan
beri akrabalarının fotoğrafları duvarlarımı hâlâ süslüyor ve esas
sahibinin bir portresi şimdi bile yatağımın üstünde asılı. Müteveffa,
zayıf, sırım gibi bir adam, kızıl bıyıklan var, altdudağı haddinden
fazla dolgun, solgun ceviz çerçevenin içinden pörtlek gözleriyle,
yatağında uzanan bana bakıp durur... Duvarlardaki tek bir fotoğrafı
indirmedim, sözün kısası, daireyi olduğu gibi kabul ettim. Kendi
rahatlığımla ilgilenme konusunda fazlasıyla tembelim, duvarlanma
sadece ölülerin değil, isteyen canhlann da fotoğraflannın asılmasına
mani olmam.1
İvan Demyanıç da benim gibi boğucu sıcaktan nefes alamıyordu.
Tüylerini karıştırıp duruyor, kanatlarını kışkırtırcasına kabartıyor
ve selefim Pospelov’dan ve Polikarp’tan öğrendiği cümleleri yüksek
sesle tekrarlıyordu. Öğleden sonra vakit öldürmek için kafesin
önüne oturdum ve boğucu havanın ve kanatlarında yuva yapan
böceklerin neden olduğu işkenceden bir çıkış yolu bulmak için
nafile yere çabalayan papağanın hareketlerini izlemeye başladım...
Zavallıcık çok mutsuz görünüyordu...
“Saat kaçta uyanır?” diyen birinin bas sesi duyuldu antreden...
“Ne zaman mı?” diye yanıtladı Polikarp’ın sesi. “Bazen beşte
uyanır, bazen de sabaha kadar leş gibi uyur... Bilinen bir durum,
yapacak bir şey yok...”

1 Bu tür ifadeleri kullandığım için okuyucularımdan özür dilerim. Talihsiz Ka-


mışov'un hikâyesi bu bakımdan zengindir, onları silmemişsem, bunun nedeni,
yazarın karakteristik özellikleri doğrultusunda, hikâyesini in toto (tam olarak)
basmayı gerekli bulduğum içindi. (A. Ç)
21

“Onun bakıcısı mı olursun?”


“Uşağıyım. Beni rahatsız etme, kapa çeneni... Bir şeyler okudu­
ğumu görmüyor musun?”
Antreye baktım. Benim Polikarp orada, büyük kırmızı bir san­
dığın üzerine uzanmış, her zamanki gibi kitap okuyordu. Uykulu
da olsa, hiç kırpmadığı gözleriyle kitabı yerdi, dudaklarını oynattı,
suratı asılmıştı. Belli ki sandığın önünde dikilen ve konuşmayı ge­
reksiz yere uzatmaya çalışan bu uzun boylu, koca sakallı mujiğin
varlığından rahatsız olmuştu. Ünümde dikilen köylü sandıktan bir
adım gerileyip bir asker gibi hazır ola geçti. Polikarp hoşnutsuzca
yüzünü ekşitti ve gözlerini kitaptan ayırmadan hafifçe doğruldu.
“Ne istiyorsun?” diye sordum köylüye.
“Konttan geliyorum, ekselansları. Kontun size selamlan var ve
hemen gelmenizi rica etti, efendim...”
“Kont gerçekten döndü mü?” diye şaşkınlıkla sordum.
Kesinlikle doğru, ekselanslan... Dün gece geldi... İşte bir mek­
tup, efendim...”
“Yine şeytanın işi olmah!” dedi benim Polikarp. “Onsuz iki
sessiz yaz geçirdik ama şimdi ilçemizde tekrar cehennem çukurları
açılacak. Yeniden utanç bataklığına gömüleceğiz.”
“Kes sesini, sana fikrini soran olmadı!”
“Sormanız gerekmez... Kendim anlatacağım. Evlerinize yine
zilzuma sarhoş döneceksiniz. Üzerinizdeki kıyafetle birlikte gölde
yıkanacaksınız! Sonra temizlik! Üç günde üzerindeki kiri, çıkar
bakalım çıkarabilirsen!”
“Kont şimdi ne yapıyor?” diye sordum köylüye...
“Beni size gönderdikleri sırada akşam yemeğine oturmuşlar­
dı... Öğle yemeğinden önce gölde balık avladı... Ne söylememi
emredersiniz?”
Mektubu açıp okudum:
“Sevgili Lecoq’um!2 hâlâ hayattaysan, iyi durumdaysan ve henüz
zirzopların şahı arkadaşını unutmadıysan, bir saniye beklemeden
hemen giyin, dörtnala bana gel. Daha dün gece geldim ama çok­
tan sıkıntıdan patladım. Sınırsız bir sabırsızlıkla seni bekliyorum.

2 Fransız polisiye roman yazarı Emile Gaboriau’nun (1832-1873) kahramanı, (ç. n.)
22

Kendim gelip seni inime götürmek istiyordum, ancak boğucu hava


tüm organlarımı esir aldı. Oturduğum yerden kımıldamadan yel­
pazeleniyorum. Peki, nasılsın? Üstün zekâ İvan Demyanıç nasıl?
Senin muhalif Polikarp’la hâlâ cenkleşiyor musun? Çabuk gel,
hepsini anlat bana.
Hürmetler, A. K.”

Dostum Kont Aleksey Karneyev’in sarhoşken yazdığını belli hantal


ve çirkin el yazısını tanımak için imzaya bakmaya gerek yoktu.
Mektubun kısalığı, neşeli ve şakacı görünme arzusu, benim dar
görüşlü arkadaşımın bu mektubu yazmayı başaramadan önce çok
kâğıt harcadığını gösteriyordu.
Mektup ilgi zamirinden yoksundu, zarf kullanmaktan da özenle
kaçınılmıştı, bunların ikisi de kontun tek bir oturuşta nadiren ba­
şarıyla kullandığı yardımcı kelimelerdi.
“Nasıl bir cevap vermemi emredersiniz?” diye tekrar sordu
adam.
Bu soruya hemen yanıt vermedim, ayrıca her dürüst insan benim
yerimde olsa işi ağırdan alırdı. Kont beni severdi, içtenlikle arkadaş­
lığımı arardı ama ona karşı hiç benzer dostluk hissi beslemedim,
hatta sevmedim onu; bu yüzden ona iki yüzlü davranmak yerine
dostluğunu düpedüz reddetmek daha dürüstçe olurdu. Ayrıca konta
gitmek, Polikarp’ın bataklığa benzettiği hayatıma tekrar gömülmek
demekti ve bu hayat kont Petersburg’a gitmeden iki yıl önce, hiç
sorun yaşamadığım sağlığımı hissedilir derecede bozmuş, beynimi
dumura uğratmıştı. Bu sefih, sarhoşlukla dolu olağandışı hayat
bünyeme zarar vermese de vilayetin tamamında tanınmama yol
açtı... Popüler olmuştum...
Sağduyum bana katıksız gerçeği fısıldadı ve yakın geçmişte
olanları hatırlayınca yüzüm utançtan kıpkırmızı oldu, kontun da­
vetini reddetme cesareti gösteremeyeceğimden öyle bir korktum ki
kalbim sıkıştı ama tereddüdüm fazla uzun sürmedi. Bir dakikadan
az mücadele ettikten sonra:
“Konta selamlarımı söyle” dedim elçiye, “beni hatırladığı için
teşekkürlerimi ilet... işim olduğunu söyle... Söyle, benim...”
Gelgeldim dudaklanmdan kesinlikle “Hayır” sözcüğü kopacağı
anda, ansızın içimi ağrılı bir duygu kapladı... Kaderin buyruğuyla
23

köyün kuytu köşelerine terk edilmiş, güç, arzu ve yaşamla dolup


taşan bir genç yalnızlıkla ve acıyla sarmalanmıştı...
Birden gözlerimin önünde serin seralarının görkemli bitkileri,
yeşil kemerli loş gezi yollarıyla kontun bahçeleri canlandı. Dallan
birbirine dolanmış yemyeşil yaşlı ıhlamurlann teşkil ettiği kemerle
güneşten korunan bu gezi yollan, beni iyi bilir... Aşkımı ve yan
loş noktaları arayan kadınları da... Kadife kanepelerinin, ağır per­
delerinin ve kuştüyü kadar yumuşak, tok halılarının verdiği tatlı
rehaveti, genç, sağlıklı hayvanların pek meraklısı olduğu o tem­
belliğiyle şaşaalı konuk salonunu hatırladım... Tam o anda şeytani
kibri ve yaşam tiksintisinde sınır tanımayan o sarhoş küstahlığım
geldi aklıma... Sonunda uzun uzun uyumaktan yorgun düşmüş
koca bedenim hareket özlemi çekiyordu...
“Geleceğimi söyle!”
Mujik yerlere kadar eğilerek çıktı.
“Bilseydim o adamı içeri almazdım,” diye mırıldandı Polikarp
kitabın sayfalarını amaçsızca çevirirken, “Lanet olsun!”
“Kitabı bırak da Zorka’ya eyer vur!” dedim sertçe. “Çabuk!”
“Çabuk... Ne demezsin, elbette... Peki, ben de koşar giderim...
Hayırlı bir iş için gitse tamam, oysa şeytanın boynuzlarını kırmaya
gidecek!”
Bunları yanm ağızla söylemişti ama anladım. Uşak bu küstahça
sözleri mırıldandıktan sonra küçümser gibi sırıttı ve öfkeyle karşılık
vermemi bekleyerek karşımda dikilmeye başladı ama bu sözleri
duymamış gibi davrandım. Suskunluk - Polikarp’la cenkleşmeler­
de - en gözde, en keskin silahımdır. Bu zehirli sözlerin kulak ardı
edilmesi, onu etkisiz duruma getirir ve savunduğu bütün noktaları
çürütür. Bu tutum, ceza olarak enseye tokattan yahut küfürlü söz­
cükler sağanağından daha güçlü bir etki yaratır...Polikarp Zorka’ya
eyer vurmak için avluya çıktığında okumasına engel olduğum
kitabına göz attım... Dumas’nın korkunç romansı Monte Cristo
Kontu’ydu... Benim uygar salağım, meyhanelerin tabelalarından
tutun, okumayıp sandığa attığım diğer kitaplarla birlikte Auguste
Comte’a kadar her şeyi okuyordu; ama bu tüm basılı ve yazılı yığının
içinden sadece “şöhretli şahsiyetlerin”, zehrin ve yeraltı geçitleri­
nin bulunduğu, çok kötü, çok hareketli olanları kabul ediyor, geri
24

kalanları “zırva” olarak nitelendiriyordu. Bu okuma faslına ileride


tekrar değinmem gerekecek, şimdi gitmeliyim! On beş dakika sonra
Zorka’mın toynakları köyden kontun mülküne giden yolun tozunu
kaldırmaya başladı. Güneş ufukta batmak üzereydi ama sıcak ve
boğucu hava hâlâ kendini hissettiriyordu... Kızgın hava hareketsiz
ve kuru olmasına rağmen yolum bir gölün kıyısından geçiyordu...
Sağımdaki büyük su kütlesini görüyor, solumdaki meşe ormanının
genç ilkbahar yaprakları gözlerimi okşuyordu, bununla birlikte ya­
naklarım Sahra Çölü’nün kuru havasını andıran havadan mustaripti.
“Bir fırtına çıksa!” dedim, soğuk, harika bir sağanak yağmurun
hayalini kurarak...
Göl sessizce uyuyordu. Zorka’mın toynak sesleri karşısında çıtı
çıkmadı, sadece genç bir su çulluğunun çığlığı hareketsiz devin
ölü sessizliğini bozuyordu. Güneş bu kocaman aynada kendine
bakıyor gibiydi ve yolumdan başlayarak ta uzak kıyıya kadar uza­
nan gölün tamamını göz kamaştıran bir ışığa boğuyordu. Işıktan
kamaşmış gözlerime doğa, güneşten değil, gölden ışık alıyormuş
gibi görünüyordu.
Boğucu hava gölün ve yemyeşil kıyılarının her zerresinden fışkı­
ran o yaşamın tamamını uyuşturmuş gibiydi. Kuşlar gölgeliklere giz­
lenmiş, suda balıklar sıçramıyor, çekirgeler, cırcır böcekleri suskun,
serinliğin inmesini bekliyor. Etraf çöl olmuş. Zorka bazen kıyıdaki
sivrisineklerin oluşturduğu yoğun bulutların içinden geçiriyordu ve
uzakta gölde balık tutma imtiyazını elinde bulunduran balıkçımız
ihtiyar Mihail’in üç siyah teknesini zor da olsa görebiliyordum.

Düz bir hatta ilerlemiyor, yuvarlak gölün kıyısı etrafındaki yolu


takip ediyordum. Sadece tekneyle düz bir hatta ilerlemek müm­
kündü, karadan gidenlerse büyük bir daire çiziyor ve yolu yaklaşık
sekiz kilometre uzatıyordu. Yol boyunca, göle baktığımda, üzerinde
çiçekli kiraz bahçesi şeridinin belirdiği killi karşı kıyıyı görürdüm,
kiraz ağaçlarının ardından kontun rengârenk güvercinlerle dolu
çiftlik deposu ve yine kontun kilisesinin küçük çan kulesi yük­
selirdi. Killi kıyıda etrafı brandayla kaplı bir yüzme havuzu vardı;
korkuluklarının üzerine kurutmak için çarşaflar asılmıştı. Bütün
bunları görüyordum ve dostum kontla aramda sadece bir kilometre
25

kalmış gibi geliyordu bana, oysa kontun malikânesine varmak için


on altı kilometre yol yapmam gerekiyordu.
Yolda kontla olan tuhaf ilişkilerimi düşündüm. Durumumuzu
kendime izah etmek ve bir düzene sokmak ilginç olurdu ama -hey­
hat!- gücümün üstünde bir meseleydi bu. Ne kadar düşünürsem
düşüneyim ya da bir karara varayım, son tahlilde sadece kendim
konusunda değil, genelde tüm insanlar konusunda da kötü bir
insan sarrafı olduğum sonucuna vardım. Beni ve kontu tanıyan
insanlar karşılıklı ilişkilerimizi farklı şekilde açıklıyorlardı. Burun­
larının ötesini görmeyen dar kafalılar, anlı şanh kontun bu “fakir
ve vasat” sorgu yargıcında sevimli bir dalkavuk ve bir içki arkadaşı
bulduğunu söylüyorlardı. Bu satırları yazan ben onların kavrayışına
göre kontun masasının önünde sürünüp yemek artıkları ve kemik­
ler için yaltaklanan biriyim! Onların düşüncesine göre, tüm S...
ilçesinin çekindiği ve imrendiği bu anh şanh milyoner çok zeki ve
liberal biriydi; kontun züğürt bir adliye memuruyla dost olmasına
yol açan zarif lütfü ve kendisine “sen” diye hitap etmeme neden
olan o laubaliliğe gösterdiği hoşgörü başka türlü açıklanamazdı.
Bununla birlikte daha akh başında insanlar yakın ilişkimizi müş­
terek manevi çıkarlarımızla açıklıyorlardı. Kontla yaşıtız. İkimiz
de aynı üniversiteyi bitirdik, ikimiz de hukukçuyuz ve ikimizin de
bilgisi yetersiz: Ben az çok bir şeyler biliyorum, kont ise alkolle yatıp
alkolle kalktığı için bildiklerini unutuyor. İkimiz de gururluyuz ve
sadece kendimizin bildiği birtakım nedenlerden, insan düşmanı
vahşi adamlar gibi dünyadan uzak duruyoruz. İkimiz de kamunun
(yani S... ilçesinin) ne düşüneceğinden çekinmiyoruz, ikimiz de
ahlaksızız ve ikimizin de sonu kötü bitecek. İşte bizi birleştiren
“manevi çıkarlar” bunlar. Bizi tanıyan insanlar ilişkimizin durumu
hakkında daha fazlasını söyleyemezler.
Kuşkusuz, kont dostumun ne kadar zayıf, yumuşak ve uysal bir
doğası olduğunu, benimkinin de ne kadar güçlü ve sağlam olduğunu
bilselerdi daha farklı konuşurlardı. Bu çelimsiz adamın beni nasıl
sevdiğini, benimse ondan ne kadar hoşlanmadığımı bilselerdi kim
bilir ne gevezelikler ederlerdi! Bana arkadaşlık teklifinde bulunan
oydu, ona da ilk “sen” diye hitap eden ben oldum, yalnız ne kadar
farklıydı sesimin tonu! İyi duyguların seliyle kendinden geçerek bana
26

sanldı ve ürkekçe arkadaşı olmamı istedi. Bense, hor görme ve tiksin­


ti coşkularının beni ele geçirmesine göz yumarak ona şöyle dedim:
“Kes şu zırvahğı!”
Bu “sen” hitabını da dostluğun ifadesi olarak kabul etti ve bana
dürüstçe, kardeşçe bir “sen” ile karşılık vererek o ifadeye bağlı
kaldı...
Evet, Zorkayı geri çevirip Polikarp’a ve İvan Demyanıç’a geri
dönseydim daha iyi ve onurluca bir iş yapmış olurdum.
Sonraları bunu defalarca düşündüm: O akşam kesin olarak geri
dönmeye cesaretim olsaydı yahut Zorka’m kudurup da bu korkunç,
koca gölden ahp beni uzaklara götürseydi, böylesi derin mutsuzlu­
ğu omuzlarımda taşımak zorunda kalmaz, komşularıma ne büyük
bir iyilik yapmış olurdum! Şimdi bana bunca ıstırap veren anılarla
başım çatlayacakmış gibi ağrımaz, kalemimi ikide bir elimden bı­
rakıp başımı ovmaya zorlamazdı! Ancak talihsiz olaylar üzerinde
sık sık durmam gerekeceğinden, şimdilik daha fazlasını söylemek
istemiyorum. Şimdi neşeli konulardan söz edelim...
Zorka beni kontun mülkünün ana kapısına getirdi. Kapının tam
önünde birden tökezledi, üzengiler ayağımdan kurtulunca az daha
yere kapaklanacaktım.
“Kötüye işaret, efendim!” diye bağırdı kontun uzun ahırlarından
birinin önünde duran bir köylü.
Attan düşen bir adamın boynunun kırılabileceğine inanırım
ama genelde batıl inançlarım yoktur. Dizginleri köylüye verdikten
sonra kamçımla botlarımın tozunu ahp koşar adımlarla malikâneye
gittim. Beni kimse karşılamadı. Odaların bütün kapılan ve pencere­
leri ardına kadar açıktı, buna rağmen havada ağır ve tuhaf bir koku
vardı. Bu, terk edilmiş eski ev kokusuyla, limonluktan odalara yeni
getirilmiş sera bitkilerinin hoş ama uyuşturucu kokusunun bir
karışımıydı... Salonda, açık mavi ipek kumaşla döşeli kanepelerin
birinde iki buruşuk yastık vardı. Kanepenin önündeki yuvarlak
masada, birkaç damla sıvı içeren ve etrafa keskin bir Riga balsamı
kokusu yayan bir bardak gördüm. Bütün bunlar evde binlerinin
yaşadığını gösteriyordu ama on bir odanın hepsini dolaşmama
rağmen tek bir canlıya rastlamadım. Evde tıpkı gölün kıyıları gibi
derin bir sessizlik hüküm sürüyordu...
27

“Mozaik” konuk odası olarak adlandırılan konut salonunun


büyük cam kapısı bahçeye açılıyordu. Kapıyı gürültüyle açıp mer­
mer terastan bahçeye indim. Gezi yolunda birkaç adım yürüdükten
sonra, bir zamanlar kontun dadısı olan, doksanlık Nastasya’yla
karşılaştım. Ölümün bile unuttuğu bu ufak tefek buruşuk yaratığın
kafası kel, bakışları deliciydi. Yüzüne baktığınız zaman, elinizde
olmadan hizmetçilerin ona taktıkları “Kukumav” adı gelirdi aklı­
nıza... Beni görünce titredi, iki eliyle tuttuğu, içinde kaymak olan
bardağı az daha yere düşürecekti.
“Merhaba, Kukumav!” dedim.
Bana yan yan bakıp sessizce önümden geçti... Omzundan ya­
kaladım...
“Korkma, aptal... Kont nerede?”
Yaşh kadın duymuyormuş gibi elini kulağına götürdü.
“Sağır mı oldun? Ne zamandan beri duymuyorsun? ”
Yaşh kadın, çok ileri bir yaşta olmasına rağmen, mükemmel
işitip görüyordu ama beş duyusunun da zayıfladığından şikâyet
etmekten geri durmuyordu... Tehdit eder gibi parmağımı sallayıp
gitmesine izin verdim.
Birkaç adım daha attıktan sonra sesler duydum ve bir süre sonra
insanlar gördüm. Gezi yolunun dökme demir banklarla çevrili ve
uzun beyaz akasyaların gölgesinin düştüğü geniş bir terasa açıl­
dığı noktada üzerindeki semaverin parıl parıl parladığı bir masa
duruyordu. İnsanlar masanın etrafında sohbet ediyorlardı. Ses
çıkarmadan çimenlerin üzerinden terasa doğru yürüdüm, leylak
ağacının arkasına gizlenerek kontu aramaya başladım.
İKİNCİ BÖLÜM

Dostum Kont Kameyev masa başında katlanır bir hasır iskemlede


oturmuş çay içiyordu. Üzerinde iki yıl önce de gördüğüm rengârenk
sabahlığı, başında bir hasır şapka vardı. Yüzü kaygılıydı, yüz çizgile­
ri daha da derinleşmiş, gözleri bir noktaya odaklanmıştı, dolayısıyla
onu tanımayan biri, o anda derin bir düşüncenin ve endişenin ona
işkence ettiğini düşünebilirdi... Bir bıldırcın kılavuzununki gibi
çelimsiz ve pörsük, küçük cılız bedeni değişmemişti... Kızıl saçlarla
kaplı küçük kafasını taşıyan dar, marazlı omuzlan... Burun eskisi
gibi kıpkırmızı, yanakları iki yıl önce olduğu gibi, paçavra gibi
sarkıyor. Yüzünde güç, cesaret ve yiğitliğe dair tek bir şey yok...
Tümüyle zayıf, kayıtsız ve soluk... Tek saygı uyandıran tarafı sar­
kık koca bıyıkları... Birisi dostuma uzun bıyıklann ona yakıştığını
söylemiş. O da inanmış, şimdi her sabah solgun dudaklannın üze­
rindeki bitki örtüsünün ne kadar uzadığını ölçüyor. Bu bıyığıyla,
bıyığı gür ama cıhz ve çelimsiz bir kedi yavrusunu andınyor.
Masada kontun yanında tanımadığım göbekli bir adam otu­
ruyordu, kocaman başı tıraşlıydı ve simsiyah kaşlan vardı. Yüzü
yağlıydı ve olgun bir kavun gibi parlıyordu. Bıyıkları kontunkin-
den daha uzundu, alm dardı, dudaklarını büzmüş, tembel tembel
gökyüzüne bakıyordu... Yüz hatları belirsizdi ama kurumuş deri
gibi sertti. Rus tipi yoktu... Göbekli adamın üzerinde ne redingot
ne de yelek vardı, sadece yer yer ter lekeleriyle kararmış bir gömlek
vardı. Çay yerine seltzer1 suyu içiyordu.
Masadan belli bir mesafede duran, yerden bitme, sağlam yapılı
adamın kırmızılaşmış kalın bir ensesi, kepçe kulakları vardı. Kon­
tun kâhyası Urbenin’di bu adam. Ekselanslarının gelmesi onuruna,
yeni bir siyah takım elbise giymişti ve şimdi işkence çekiyordu.
Kavrulmuş kırmızı yüzünden sel gibi ter boşanıyordu. Kâhyanın
yanında bana mektupla gelen köylü duruyordu. Bu adamın tek

1 Maden suyu. (ç. n.)


29

gözlü olduğunu ancak o sırada fark ettim. Hazırolda duruyor, en


ufak bir harekette bulunmamak için uğraşan haliyle bir heykele
benziyordu ve kendisine soru sorulmasını bekliyordu.
“Kuzma,” dedi kâhya, etkileyici, yumuşak bir bas sesle ve her
sözcüğün ardından duraklayarak, “Kırbacını yanma alaydın da de­
rin soyulana kadar kendini bir güzel ıslataydm, efendinin emirlerini
bu kadar baştan savma yerine getirmek nerede görülmüş? Buraya
hemen gelmesini söylemen ve tam olarak ne zaman varacağını
öğrenmen gerekirdi.”
“Evet, evet, evet..." dedi endişeyle kont. “Her şeyi öğrenmek zo-
rundaydın! O ‘geleceğim!’ dedi. Ama bu yeterli değil! O bana şimdi
lazım! Mut-la-ka şimdi! Gelmesini istedin ama o seni anlamadı!”
Göbekli adam “Onu neden çağırıyorsunuz?” diye konta sordu.
“Onu görmem gerekiyor!”
“Sadece bu mu? Ama bana kalırsa, Aleksey, şu senin yargıç,
bugün evde otursaydı daha iyi ederdi. Konukla ilgilenecek halim
yok benim.”
Gözlerim kocaman açılmıştı bu otoriter, “konukla ilgilenecek
halim yok” cümlesi ne anlama geliyordu?

“Ama bu konuk değil ki!” dedi dostum yalvaran bir sesle. “Yolcu­
luktan sonra dinlenmene engel olmayacak. Ona resmi davranma,
rica ederim!.. Nasıl bir insanmış göreceksin! Onu hemen sevecek
onunla, dost olacaksın, kuzum!”
Leylak ağacının arkasından çıktım ve masaya doğru yöneldim.
Kont beni gördü, tanıdı ve aydınlanan yüzüne tatlı bir gülümseme
yayıldı.
“İşte o! İşte o!” diye bağırdı, sevinçten kıpkırmızı kesilerek ve
masadan fırladı. “Çok lütufkârsmız!”
Koşar adım bana doğru gelerek beni kucakladı, sert bıyıkları
birkaç kez yanaklarımı çizdi. Ardından bunu öpüşme, uzunca bir
tokalaşma ve gözlerimin içine bakma faslı izledi.
“Ah, Sergey, hiç değişmemişsin! Hâlâ aynısın! Aynı yakışıklı,
güçlü erkek! Davetimi kabul edip geldiğin için teşekkür ederim!”
Kontun kollarından kurtulduktan sonra, eski ahbabım kâhyayla
selâmlaşıp masaya oturdum.
30

“Ah canım!” diye konuşmasını sürdürdü kont, hem endişeli,


hem memnun “Ah, kuzum” diye devam etti heyecanlı ve kaygılı
bir ses tonuyla. “Senin şu ciddi çehreni görmenin beni ne kadar
mutlu ettiğini bir bilsen! Tanışmıyorsunuz değil mi? İzin verin sizi
tanıştırayım: İyi dostum Kaetan Kazimiroviç Pşehotski. İşte bu da” -
beni şişman adama takdim ederken devam etti, “has, kadim dostum
Sergey Petroviç Zinovyev! Bölge yargıcı...”
Kara kaşlı şişman adam hafifçe doğruldu ve terden sırılsıklam
tombul elini bana uzattı.
“Çok memnun oldum” diye mırıldandı beni tepeden tırnağa
süzerek. “Tanıştığımıza sevindim.”
Duygularını dışa vurduktan sonra yatışan kont, bana bir bardak
demli soğuk çay koydu, önüme bisküvi kutusunu sürdü.
“Ye lütfen... Moskova’dan geçerken Einem’den2 satın aldım bun­
ları. Sana kızgınım, Seryoja, öyle sinirlendim ki seninle kavga etmek
bile istedim!.. Şu iki yılda bana tek bir satır yazmadın, mektuplarımın
hiçbirine cevap vermeye tenezzül bile etmedin! Bu hiç de dostça bir
davranış değil!”
“Mektup yazmayı beceremiyorum” dedim, “ama bu arada yazışmak
için zamanım da yoktu. Hem, lütfen söyle, sana ne yazacaktım ki?”
“Yazacak az şey mi vardı?”
“Aslında, hiçbir şey yoktu... Sadece üç çeşit mektup kabul ediyo­
rum: Aşk, tebrik ve iş. İlkini yazmam, çünkü sen bir kadın değilsin
ve sana âşık değilim, İkincisine ihtiyacın yok, seninle ortak bir işimiz
olmadığı için de üçüncüsünden kurtulduk.”
“Bu doğru sayılır” dedi kont, söylenen her şeyi hiç tereddüt
etmeden, aceleyle kabul ederek.
“Ama... hiç değilse bir satırcık yazsaydın...” dedi, “Sonra, Pyotr
Yegoriç’in dediği gibi, iki yıl boyunca hiç ziyarete gelmedin, bin kilo­
metre uzakta yaşıyormuşsun... yahut mülkümden iğreniyormuşsun
gibi. Burada bir süre kalabilir, avlanabilirdin. Ben burada yokken
çok şey mümkündü!”
Kont uzun uzun konuştu. Bir konu hakkında konuşmayagörsün,
konu ne kadar küçük ve değersiz olursa olsun çenesi durmadan
çalışırdı.

2 Ünlü şekerleme fabrikası, (ç. n.)


31

Ağzından ses çıkarmaya geldi mi, tıpkı benim İvan Demyanıç


gibi yorulmak bilmezdi. Bu özelliğine güçlükle katlanıyordum. Bu
kez onu, gümüş bir tepside bir kadeh votka ve yarım bardak su
getiren uşak İlya durdurdu. Uşak ince, uzun boyluydu, üzerinde
yıpranmış lekeli bir uşak üniforması vardı. Kont votkayı içti, ardın­
dan bir yudum su aldı, yüzünü buruşturarak başını iki yana salladı.
“Şu fazla içki içme alışkanlığını bir türlü bırakmadın!” dedim.
“Bırakmadım, Seryoja!”
“Ya, hiç değilse, yüzünü buruşturup başını sallama huyundan
vazgeç! Çok çirkin.”
“Kuzum, tümüyle bırakacağım... Doktor içki içmemi yasakladı.
Birden bırakmak sağlığa zararlı olduğu için şimdilik içiyorum...
Yavaş yavaş olmalı...”
Kontun hasta, yıpranmış yüzüne, kadehe, sarı potinli uşağa
baktım; daha ilk gördüğümde bana nedense malın gözü, düzen­
baz biri gibi gelen siyah sakallı Leh’e baktım; asker gibi hazırolda
bekleyen tek gözlü köylüye baktım - ürperdim, boğulacak gibi
oldum... Ona karşı duyduğum sınırsız tiksintiyi konta açıklar
açıklamaz bu kirli ortamı hemen terk etmek istedim... Artık
kalkmaya ve uzaklaşıp gitmeye hazır olduğum bir andı... Ne var
ki gitmedim... (İtiraf etmekten utanıyorum) sıradan fiziksel tem­
bellik beni alıkoydu...
“Bana da votka getir!” dedim İlyaya.
Gezi yoluna ve oturduğumuz terasa uzun gölgeler yayılmaya
başlamıştı...
Uzaklarda kurbağaların vıraklamaları, kargaların çığlıkları ve
sarıasma kuşlarının cıvıltıları güneşin batışını selamlıyordu. Keyifli
bir akşam başlıyordu...
“Urbenin’i oturt” dedim konta fısıltıyla. “Önünde bir çocuk
gibi dikiliyor.”
“Ah, akıl edemedim! Pyotr Yegoriç,” dedi kont kâhyaya dönerek,
“otur, lütfen! Bu kadar ayakta durman yeter!”
Urbenin oturdu ve minnet dolu gözlerle bana baktı. Her za­
man sağlıklı ve neşeli olurdu ama bu kez canı sıkkın, hasta gibi
görünüyordu. Yüzü buruşuk ve uykuluydu, gözleri bize cansız ve
isteksizce bakıyordu...
32

“Yeni bir şeyler var mı Pyotr Yegoriç?” diye sordu Karneyev.


“Güzel şeyler.. Yok mu şöyle olağanüstü bir şey?”
“Değişen bir şey yok, ekselansları...
“Hımm... yeni kızlar, Pyotr Yegoriç?”
Erdemli Pyotr Yegoriç’in yüzü kızardı.
“Bilmiyorum, ekselansları... Bu işlerle ilgilenmiyorum.”
“Vardır ekselanstan,” dedi bas sesiyle o ana kadar hiç konuş­
mayan tek gözlü Kuzma, “hem de ne değerlileri...”
“Güzeller mi?”
“Her çeşitten, ekselanstan, her zevke göre... esmerler, sanşın-
lar...”
“Bak sen!.. Dur, dur... Seni şimdi hatırladım... Benim eski
Leporello’m,3 bir nevi sekreterim... Adın Kuzma, değil mi?”
“Doğrudur...”
“Hatırlıyorum, hatırlıyorum... Simdi, kimi gözüne kestirdin?
Yeni birileri var mı, hepsi köylü kadınlar mı?”
“Çoğunlukla köylü kadınlar elbette ama daha zarif olanlar da
var...”
“Peki, nereden buldun bu daha zarif hanından?” diye sordu İlya
Kuzma*ya göz kırparak.
“Postacının baldızı Paskalya için geldi... Nastasya İvanovna...
Kız cıvıl cıvıl, ben ilgilenirdim ama para lazım... Yanaklarından
kan damlıyor, vesaire vesaire... Ondan daha zarifi de var elbette.
Sadece sizin için, ekselanstan. Genç, dolgun ve kıvrak... şahane
bir güzellik! Öyle böyle değil, ekselanstan, Petersburg’da böylesini
göremezsiniz...”
“Peki, kim bu kadın?”
“Orman bekçisi Skvortsov’un kızı Olenka.”
Urbenin’in altındaki sandalye gıcırdadı. Yüzü kıpkırmızı otan
kâhya ellerini masaya dayayıp yavaşça kalktı ve yüzünü tek gözlü
köylüye çevirdi. Yorgunluk ve can sıkıntısı ifadesi yerini büyük bir
öfkeye bıraktı...
“Kes sesini, aşağılık herif!” diye bağırdı “Seni tek gözlü öküz!..
Canının istediği gibi konuş ama dürüst insanlara sakın dokunayım
deme!”
3 Don Juan'ın uşağı, (ç. n.)
33

“Size dokunmuyorum, Pyotr Yegoriç” dedi Kuzma istifini boz­


madan.
“Kendimle ilgili konuşmuyorum, kütük! Yalnız... beni affedin,
ekselansları” dedi kâhya konta hitap ederek. “Bu sahneye neden
olduğum için lütfen beni bağışlayın, ancak tüm çabasını, her türlü
saygıyı hak eden insanlara yönelten bu Leporello adını taktığınız
adama, ekselanslarının dur demesini isterdim!”
“Hiçbir şey anlamadım...” diye mırıldandı saf kont. “Pek öyle
ayıp bir şey demedi.”
Kınlan ve son derece üzülen Urbenin masadan uzaklaşarak
bize yanını döndü. Kollannı göğsünde kavuşturup gözlerini kır-
pıştınrken kıpkırmızı olmuş yüzünü bir dahn arkasına gizleyip
düşüncelere daldı.
Bu adam, yakın gelecekte ahlaki duygulannın bin kat daha beter
aşağılanacağını öngörebilir miydi?
“Neden alındığını anlamıyorum!” dedi kont fısıldayarak. “Bu­
yurun size bir eksantrik! Söylenenlerin gerçekten onur kinci bir
tarafı yoktu.”
İki yıl ayık yaşadıktan sonra bir bardak votka beni biraz çarp­
mıştı. Beynimi ve tüm bedenimi bir hafiflik ve haz kapladı. Bu
arada ağır ağır gündüz sıcaklığının yerini alan akşam serinliğini
hissetmeye başlamıştım... Yürüyüşe çıkmayı önerdim. Konta ve
Polonyah yeni arkadaşına evden redingotları getirildi, yürümeye
başladık. Urbenin peşimizden geliyordu.

İçinde yürüdüğümüz kontun bahçeleri, olanca ihtişamıyla özel ve


teknik bir anlatımı hak ediyor. Botanik, ekonomik ve diğer birçok
açıdan, bir zamanlar gördüğüm tüm bahçelerden daha zengin ve
daha görkemliydi bu bahçeler. Yukanda sözünü ettiğim yeşil ke­
merli bulvarın yanı sıra, kaprisli bir şımarıklıkla bu tür bahçelerde
aranabilecek her şeyi barındırıyorlardı. Burada kiraz ve erikten kaz
yumurtası büyüklüğünde kayısıya kadar her çeşit yerli ve yabancı
meyve ağacı vardı. Her adımda karşınıza dut, kızılcık, bergamot ve
hatta zeytin ağaçlan çıkardı... Burada, yosun bağlamış yıkık dökük
mağaralar, çeşmeler; havuz balıklan ve sazanlar için tasarlanmış
göletler, tepeler, çardaklar, çok değerli seralar vardı... Dedelerinin
Â-1

ve babalannın emeğiyle yaratılmış bu görkemli dünya, bu büyük,


dolgun gül öbekleri, şiirsel mağaraları ve ardı arkası kesilmeyen
gezi yollarıyla dolu bu zenginlik, barbarca ihmal edilmiş, yabani
otların egemenliğine, güzellikten çalan baltalara ve çirkin yuvalarını
düşüncesizce bu nadide ağaçların tepelerine kuran ekinkargalanna
terk edilmişti! Bu servetin yasal sahibi yanımda yürüyordu, bu ih­
malin, insan işi bu iğrenç özensizliğin karşısında, sanki bahçenin
sahibi kendisi değilmiş gibi zayıf yüzünün tek bir kası bile oynama­
mıştı. Sadece bir kere, o da laf olsun diye kâhyaya hafifçe çıkışmış,
küçük yollara kum serpilmesinin iyi olacağını söylemişti. Kimsenin
istemediği kumun yokluğu dikkatini çekmişti ama dondurucu
kışta donup kalmış çıplak ağaçları ve bahçede dolaşan inekleri fark
etmemişti. Urbenin kontun uyarısına, bahçede gerekli gözetimin
yapılması için yaklaşık on işçiye ihtiyaç duyulduğu, ekselansları
kendi mülkünde yaşamadığı için bahçeye yapılacak bu masrafın
gereksiz ve yararsız bir lüks olacağı yanıtını verdi. Kont, elbette,
bu argümanı hemen kabul etti.
“Hem, doğrusunu söylemek gerekirse bunun için hiç zamanım
yok!” dedi Urbenin elini sallayarak. Yazın tarladayız, kışın da şehir­
de tahıl satıyoruz... Burada bahçeyle ilgilenecek zamanımız yok!”
Bütün güzelliğini, yaşh ve geniş gövdeli ıhlamur ağaçlarına
ve iki yanında rengârenk şeritler halinde uzanan lale öbeklerine
borçlu olan “ana yol” adlı gezi yolu, uzakta sarı bir noktada sona
eriyordu. Bir zamanlar içinde bilardo, bowling ve Çin oyunu
oynanan, bir de yemek büfesi olan, sarı, taştan bir kameriyeydi
bu nokta. Amaçsızca bu kameriyeye yöneldik... Girişinde, zaten
pek cesur olmayan yol arkadaşlarımın sinirlerini bozan canlı bir
yaratık karşıladı bizi.
“Yılan!” diye birden çığlık attı kont elime yapışarak, yüzü bem­
beyaz olmuştu. “Bakın!”
Polonyah bir adım geriledi, bu hayaletin yolunu engellemek
istermiş gibi kollarını genişçe iki yana açarak olduğu yerde mıh­
lanmış gibi kalıverdi... Yarı yıkık taş merdivenin üst basamağında,
Rusya’da yaygın olan engerek türünden bir yavru yılan duruyordu.
Bizi görünce, başını kaldırıp harekete geçti... Kont yine çığlığı basıp
arkama saklandı.
“Korkmayın, ekselansları!..” dedi Urbenin uyuşukça ve ilk
basamağa adımını attı...
“Ya ısırırsa?”
“Isırmaz. Yeri gelmişken, aslında bu yılanların ısırma tehlikesi
abartılıyor. Bir keresinde beni yaşh bir yılan ısırmıştı, gördüğünüz
gibi ölmedim. İnsanın sokması yılandan daha tehlikelidir!” dedi Ur­
benin ve bir kıssadan hisse aktarmış olmanın rahatlığıyla iç geçirdi.
Gerçekten de... Kâhya iki üç basamak çıkmıştı ki, yılan basamak
boyunca uzanarak iki mermer arasındaki aralığa girdi ve şimşek
hızıyla gözden kayboldu. Kameriyeye girince, başka bir canlı varlık
gördük. Çuhası yırtık ve soluk eski bilardo masasının üzerinde, kısa
boylu, lacivert ceket, çizgili pantolon giymiş, başında jokey şapkası
olan yaşh bir adam yatıyordu. Tatlı tatlı ve sakin uyuyordu. Açık,
dişsiz ağzının etrafında, sivri burnunun üzerinde sinekler uçuşu­
yordu. Orada ağzı açık ve hareketsiz uzanan bir deri bir kemik bu
adam, otopsi için morgdan getirilmiş bir cesedi andınyordu.
“Franz!” diye onu dürtükledi Urbenin. “Franz!”
Birkaç dürtüklemeden sonra Franz ağzını kapatıp hafifçe doğ­
ruldu, etrafına bakındıktan sonra tekrar uzandı. Bir dakika sonra,
ağzı tekrar açıldı ve horlamadan meydana gelen hafif titreme bur­
nunun etrafında uçan sinekleri yeniden rahatsız etti.
“Hâlâ uyuyor ahlaksız domuz!” diye inledi Urbenin.
“Bu bizim bahçıvan Tricher, değil mi?” diye sordu kont.
“Ta kendisi... Her gün sürekli böyledir... Gündüzleri ölü gibi
uyur, gece ise iskambil oynar. Dün gece sabahın altısına kadar kâğıt
oynadığını söylediler...”
“Ne oynuyor?”
“Kumar oyunları... Genellikle stukolka.”4
“Bunun gibi adamlar iyi çalışamaz... Boşuna maaş alıyorlar.”
“Bunu size herhangi bir niyetle söylemedim, ekselansları,” diye
bir hatırlatmada bulundu Urbenin, “şikâyet etmek ya da memnu­
niyetsizliğimi ifade etmek için değil, sadece... böyle yetenekli bir
insanın tutkularının esiri olmasına üzülüyorum. Çalışkan, gerçek­
ten becerikli bir insandır... boş yere maaşını almıyor.”
4 52 kartlık desteyle oynanan, Firavun’a benzeyen geleneksel Rus iskambil oyunu.
(ç.n.)
36

Kumarbaz Franz’a bir bakış daha attıktan sonra kameriyeden


ayrıldık. Buradan, tarlalara açılan bahçe kapısına yöneldik.
Bahçe kapısının önemli işlev yüklenmediği çok az roman vardır.
Şayet bunu fark etmediyseniz, hayatı boyunca pek çok kötü ya da
kötü olmayan roman yutmuş Polikarp’ıma bir danışın, bu önemsiz
ama kendine özgü gerçeği doğrulayacaktır.
Benim romanım da kapıdan azade değil. Ama benim kapım
diğerlerinden farklı olarak, çünkü benim kalemim bu kapının
içinden pek çok mutsuz insanı geçirirken nadiren mutlu birilerinin
geçmesini sağlayacak. Daha da kötüsü, bu kapıyı bir romancı olarak
değil, bir sorgu yargıcı olarak tarif etmek zorunda kalmış olmam...
Romanımda, kapımdan sevgililerden çok suçlular geçecek.
On beş dakika sonra bastonlarımızdan destek alarak Taş Mezar
adı verilen tepeye vardık. Çevre köylerde bu tepeyle ilgili söylene­
gelen efsaneye göre bu taş yığını altında, ölümünden sonra naaşım
düşmanlarının kirleteceğinden korkan ve bu nedenle üzerinin bir
taş yığınıyla kaplanmasını vasiyet eden Tatar Han yatmaktaymış.
Ama bu efsanenin doğruluğu kuşku götürür... Taş katmanları, bo­
yutları ve konumlanışlan, bu tepecikte insan elinin müdahalesini
saf dışı bırakıyor. Tarlaların arasında tersyüz olmuş bir kümbet gibi
yapayalnız duruyor.
Tepeden gölün tamamı bütün büyüleyiciliği ve tarifi zor gü­
zelliğiyle gözlerimizin önünde uzanıyordu. Artık gölün sularına
yansımayan güneş batmış, ardında, gökyüzünü tath bir turuncuya
boyayan geniş, mor bir şerit bırakmıştı. Evi, kilisesi ve bahçesiyle
kontun malikânesi ayaklarımızın altına serilmişti, uzakta, gölün
öbür kıyısında yaşamaya yazgılı olduğum köy uzanıyordu. Gölün
yüzeyi hâlâ hareketsizdi. İhtiyar Mihail’in tekneleri birbirinden
belli bir mesafede hızla kıyıya yaklaşıyordu.
Küçük köyümün solunda, tren istasyonunu oluşturan yapılar
lokomotiflerin dumanıyla kararmıştı; arkamızda, Taş Mezar’ın
eteğinde iki yanında yaşlı kavakların yükseldiği bir yol uzanıyordu.
Bu yol, ufuk noktasına kadar uzanan kontun ormanına çıkıyordu.
Kontla birlikte tepeye çıktık. Urbenin ve Polonyah iri kıyım
olduklarından, bizi aşağıda, yolda beklemeyi yeğlemişlerdi.
Başımla Polonyahyı işaret ederek:
57

“Bu züppe de kim?” diye konta sordum. “Onu nereden bulup


getirdin?”
“Çok tatlı bir beyefendidir, Seryoja, çok tatlı!” dedi kont endi­
şeyle. “Yakında onunla dost olacaksın!”
“Doğrusu, böyle olacağını sanmam. Neden hiç konuşmuyor?”
“Doğası gereği sessiz! Ama, bir akıllı ki!”
“İyi de, nasıl bir adam?”
“Onunla Moskovada tanıştım. Çok tatlı biri... Her şeyi sonra öğ­
reneceksin, Seryoja, şimdilik bana bir şey sorma. Aşağı inelim mi?”
Mezarın bulunduğu tepeden inip ormana doğru yola koyulduk.
Hava kararmaya başlamıştı. Ormandan guguk kuşunun sesi ve
sanırım genç, yorgun bir bülbülün titrek şarkısı geliyordu.
“Hey! Hey!” diye tiz bir çocuk sesi duyduk ormana yaklaşırken.
“Yakalayın beni!”
Ormandan beş yaşlarında, açık mavi elbiseli, lepiska saçlı küçük
bir kız çıktı. Bizi görünce tiz bir kahkahayla güldü ve Urbenin’e
doğru koşup dizlerine sarıldı. Urbenin de onu kollarına alıp ya­
nağından öptü.
“Kızım Şaşa!” dedi. “Takdim ederim.”
Urbenin’in liseye giden on beş yaşlarındaki oğlu ormandan
çıkmış kız kardeşini kovalıyordu. Bizi görünce, kararsızlık içinde
şapkasını çıkardı, başına taktı, tekrar çıkardı. Arkasından sessiz
kırmızı bir siluet bize doğru geliyordu. Bu siluet birden tüm dik­
katimizi üzerine çekmişti
“Bu ne harika bir görüntü!” diye haykırdı kont koluma ya­
pışarak. “Bakar mısın? Bu ne güzellik böyle! Kim bu kız? Böyle
Naiad’lann5 ormanımda yaşadığını bilmiyordum doğrusu!”
Bu kızın kim olduğunu sormak için Urbenin’e döndüm ve ne
tuhaftır ki, tam o anda kâhyanın çok sarhoş olduğunu fark ettim.
Istakoz gibi kızarmıştı, ayakta zor duruyordu, dirseğime yapıştı.
“Sergey Petroviç!” diye kulağıma fısıldadı, beni alkol buharına
boğarak, “Yalvarıyorum size, kontun bu kız hakkında fazla yorum
yapmasına engel olun. Alışkanlığı gereği yersiz sözler edebilir, kız
son derece saygıya değer bir kişidir!”

5 Su perileri. Yunan Mitolojisi, (ç. n.)


38

“Bu son derece saygıya değer kişi” uzun, dalgalı san saçları ve
tatlı mavi gözleriyle on dokuz yaşında bir kızdı. Üzerinde, ne küçük
bir çocuğa ne de bir genç kıza uygun şekilde dikilmiş kıpkırmızı bir
elbise vardı. Kalem gibi ince bacaklanna kırmızı çorap geçirmiş, kız
çocuklarına özgü küçücük potinler giymişti. Ben ona hayranlıkla
bakarken yuvarlak omuzlan, gözlerim onlan ısırmış ya da ürpermiş
gibi işveyle titriyordu.
“Bu kadar genç bir yüzde bu ne harika hatlar!” dedi kont fısıl­
dayarak. Kadınlara saygı gösterme duyarlılığını daha delikanlılık
çağında yitirmişti ve onlara ancak şımank bir hayvanın bakış açı­
sından bakabiliyordu.
Göğsümü iyi bir duygunun kapladığını anımsıyorum. Hâlâ bir
şairdim ve ormanlar âleminde, bir mayıs akşamında ve ışıldamaya
başlayan akşam yıldızlarının altında, bir kadına ancak bir şair
gözüyle bakabilirdim... “Kırmızı elbiseli kıza” ormanlara, dağlara,
mavi gökyüzüne bakmaya alışkın olduğum derin saygı duygusuyla
bakmıştım. O zamanlar, Alman annemden miras aldığım duygu­
sallığın bir miktarını hâlâ koruyordum.
“Kim bu kız?” diye sordu kont.
“Orman bekçisi Skvortsov’un kızı, ekselansları” dedi Urbenin.
“Tek gözlü köylünün söz ettiği Olenka mı?”
“Evet” diye yanıtladı kâhya, bana kocaman açılmış, yalvaran
gözlerle bakarak.
Kırmızılı kız bizim farkımıza bile varmadan yanından geçme­
mize izin verdi. Gözleri yan taraftaki bir şeye çevrilmişti ama ben,
kadınları iyi tanıyan biri olarak gözlerini yüzümde hissediyordum.
“Hangisi kont?” diye kızın arkamızda fısıldadığını duydum.
“Uzun bıyıklı olanı” diye yanıtladı lise öğrencisi.
Ve arkamızda berrak bir kahkaha duyduk... Hayal kırıklığı
kahkahasıydı bu... Kız kontun, bu devasa ormanın ve büyük gö­
lün sahibinin alkolik yüzüyle ve uzun bıyığıyla bir cüce değil, ben
olduğumu düşünmüştü...
Tıknaz Urbenin’in sapasağlam göğsünün derin bir iç çekişle
kabardığını duydum. Çelik gibi adam ayakta zor duruyordu.
“Kâhyaya izin ver” dedim konta alçak sesle. “Hasta ya da...
sarhoş galiba.”
39

“Hasta görünüyorsun Pyotr Yegoriç!” dedi kont. “Sana şimdilik


ihtiyacım yok, istersen gidebilirsin.”
“Endişelenmeyin, Ekselansları. İlginiz için teşekkür ederim
ama hasta değilim.”
Arkama baktım... Kırmızı siluet yerinde çakılı kalmış, bizi
izliyordu...
Zavallı, küçük sarışın kafa! Bu dingin, huzur dolu mayıs ak­
şamında, ileride benim fırtınalı hikâyemin kahramanı olacağını
düşünebilir miydim?
Şimdi, oturmuş bu satırları yazarken, sonbahar yağmuru sıcak
pencerelerime hışımla vuruyor, başımın üstünde bir yerlerde rüzgâr
delice uğulduyor. Karanlık pencerenin arka plandaki gece karanlı­
ğına bakarak imgelemimin gücüyle alımlı kahramanımın resmini
anımsamaya çalışıyorum... Sonra onu masum çocuksu, naif, sevimli
yüzü ve sevgi dolu gözleriyle görüyorum. Tüy kalemi bir tarafa atıp
kırmak, daha önce yazdıklarımı yakmak istiyorum. Neden bu genç,
günahsız varlığın hatırası içime dokunuyor?
Ama onun portresi hemen şuracıkta mürekkep hokkamın ya­
nında duruyor. Bu fotoğrafta sarışın kafa, tamamıyla ahlaksız güzel
bir kadının tümüyle değersiz ihtişamında yansıtılmış. Yansıttık­
ları sefahatle gurur duyan yorgun gözleri donuk... Bu fotoğrafta,
Urbenin’in bile abartılı bulmayacağı kadar zehirli bir ısırığı olan
tamı tamına bir yılan...
O fırtınaya bir öpücük verdi, fırtına da çiçeği tam kökünden
kopardı. Çok şey elde etti ama karşılığında çok ağır bir bedel ödedi.
Okur onun günahlarını affetsin!
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Ormanın içinden yürüdük.


Çamların tekdüze sessizliği sıkıcıdır. Hepsi aynı boyda, birbirle­
rine benzer ve her mevsimde görünüşlerini korur, ne ölümü ne de
baharın yenilenmesini bilir. Yine de somurtkan olmaları nedeniyle
çekicidirler: Hepsi kederli bir düşünceye dalmış gibi hareketsiz ve
sessiz kahr.
“Geri dönelim mi?” dedi kont.
Bu soruya kimseden yanıt gelmedi. Polonyah için orası ya da
burası hiç fark etmiyordu, Urbenin fikrinin bir değeri olmadığını
düşünüyordu, bana gelince ormanın serin havası, reçine kokusu
geri dönmeyi istemeyecek kadar mest etmişti beni. Kaldı ki akşama
kadar bir şeylerle, en azından basit yürüyüşlerle vakit öldürmemiz
gerekiyordu. Yaklaşan vahşi gece düşüncesi tath kalp çarpıntılarını
beraberinde getirdi. Onu hayal ettiğimi ve içimden onu dört gözle
beklemenin hazzına vardığımı itiraf etmekten utanç duyuyorum.
Kont da aynı duygularla sabırsızca ikide bir saatine bakıyordu ve bu
beklemenin ona azap çektirdiği her halinden belliydi. Birbirimizi
anladığımızı hissetmiştik.
Çamların arasında küçük, orman bekçisinin kare şeklinde bir
alana sığdırılmış evinin yakınında, parlak sarı renkte iki küçük
köpeğin tiz, ahenkli havlayışıyla karşılaştık. Irklarını bilmiyordum
ama derileri yılanbalığı gibi parlak, kıvrak köpeklerdi. Urbenin’i
görünce kuyruklarını neşeyle sallayıp ona doğru koştular, buradan
kâhyanın sık sık orman bekçisinin evini ziyaret ettiği sonucunu
çıkarabiliriz. Evin hemen yanında şaşkın yüzü kocaman çillerle
kaph yalınayak, şapkasız bir delikanlı karşıladı bizi. Bir an sessizlik
içinde bize baktı, kontu tanıyınca gözleri fal taşı gibi açıldı ve bir
çığlık atıp ok gibi eve koştu.
“Neden koştuğunu biliyorum” diye güldü kont. “Onu hatırlı­
yorum... Mitka bu.”
Kont yanılmamıştı. Daha bir dakika dolmadan Mitka evden çıkıp
tepsiyle bir bardak votka ve bir bardak su getirdi
------------------------------------- --------------------------------------

“Sağlığınıza, ekselansları!” dedi, aptal ve şaşkın yüzüyle gü­


lümseyerek.
Kont votkayı içti, ardından “su aldı” ama bu kez yüzünü bu­
ruşturmadı. Evden yaklaşık yüz adımlık bir mesafede, çam ağaç­
ları kadar yaşh dökme demir bir sıra vardı. Oturduk ve mayıs
akşamının dingin güzelliğini seyre koyulduk... Ürkmüş kargalar
tepemizden çığlık çığlığa uçup geçiyor, çeşitli yönlerden bülbül­
lerin şakımaları geliyordu; hüküm süren sessizliği bozan bunlardı
sadece.
Kont, insan sesinin en tatsız gelebileceği, sessiz bir bahar ak­
şamında bile sessiz kalmayı beceremiyordu.
“Memnun olup olmayacağını bilmiyorum ” dedi bana. “Akşam
hani balığı çorbası ve av eti hazırlamalarını söyledim. Votka için
soğuk mersin balığı ve yabanturplu domuz olacak.”
Şiirsel çamlar bu yavan düzyazıya öfkelenmişler gibi tepelerini
sallamaya başladı ve ormanın içinden dingin bir mırıltı uçup geçti.
Serin bir esinti kayran boyunca koşup çimenleri dalgalandırdı.
“Otur, otur!” diye bağırdı Urbenin, sokulganlıklarıyla sigara­
sını yakmasına engel olan alev rengi köpeklere. “Bugün yağmur
yağacak gibime geliyor. Havadan hissediyorum bunu. Bugün hava
o kadar sıcaktı ki, yağmur yağacağını öngörmek için profesör
olmanıza gerek yok. Buğday için iyi olacak.”
“Buğday senin neyine gerek” diye düşündüm, “kont onu içkiye
harcıyorsa? Yağmuru, hasadı düşünmenin bir anlamı yok.”
Ormandan bir kez daha bir esinti geçti ama bu kez daha şiddet­
liydi. Çamlar ve çimenler daha yüksek sesle uğuldamaya başladı.
“Eve gidelim.”
Kalktık ve ağır ağır kulübeye doğru yürüdük.
Urbenin’e döndüm, “İnsanlarla,” dedim, “birlikte yaşamak
ve bir sorgu yargıcı olmak yerine, şu sarışın Olenka’nın yerinde
olmak ve burada hayvanlarla yaşamak daha iyi... Daha huzurlu.
Öyle değil mi Pyotr Yegoriç?”
“Hiç önemi yok, yeter ki kişi huzurlu olsun, Sergey Petroviç.”
“Bu güzel Olenka’nın kalbi huzur içinde mi?”
“Başkasının kalbini bir tek Tanrı bilir ama bana göre endişele­
necek bir durumu yok gibi. Küçük üzüntüler, herhalde günahları
•12

da reşit olmayan bir kızınki kadardır... Çok iyi bir kız. Bakın
yağmur geliyor, gökyüzü nihayet yağmurdan söz etmeye başladı..."
Birden gümbürtü duyuldu, uzaktaki bir arabanın ya da do­
kuz kuka oyununun gürültüsüne benziyordu... Ormanın ardında
uzaklarda gök gürledi... Sürekli bizi izleyen Mitka irkildi ve hemen
istavroz çıkardı...
“Fırtına!” dedi kont şaşkınlıkla. “İşte bunu beklemiyordum! Yol­
da yağmura yakalanacağız... Hava da karardı! ‘Sana geri dönelim!’
dedim. Ama hayır, sen yine de yürümeye devam ettin.:.”
“Fırtına geçene kadar bekçinin kulübesinde bekleyelim” dedim.
“Neden kulübede kalıyoruz?” dedi Urbenin aceleyle ve güzleri
tuhaf bir şekilde parladı. “Yağmur bütün gece yağacak, geceyi bu
kulübede mi geçireceğiz? Lütfen endişelenmeyin. Siz yürümeye
devam edin, Mitka önden koşarak arabanızın sizi gelip almasını
sağlar.”
“Zararı yok,” dedim, “yağmur bütün gece yağmayabilir... Fırtına
bulutları genellikle çabuk geçer... Yeri gelmişken, yeni ormancıyla
henüz tanışmadım, şu Olenkayia sohbet etmek... nasıl bir kız ol­
duğunu öğrenmek isterdim...”
“Hayır demem!” diye kabul etti kont.
Urbenin endişeyle “Ama oraya nasıl gideceksiniz, ya... ya etraf
dağınıksa?” diye eveleyip gevelemeye başladı. “Ekselansları, evde
olabileceğiniz yerde, burada, boğucu ortamda oturmak... Bundan
nasıl zevk aldığınızı anlayamıyorum!.. Hem, ormancı hastaysa nasıl
tanışacaksınız...”
Kâhyanın, ormancının evine girmemizi kesinlikle istemediği
açıktı. Hatta bizi engellemek ister gibi kollarını iki yana açtı... Bizi
içeri sokmamak için nedenleri olduğunu yüzünden anladım. Baş­
kalarının nedenlerine ve sırlarına saygı duyarım ama bu kez merak
duygusu kışkırttı beni. Israr ettim ve sonunda eve girdik.
Sevinçten neredeyse nefesi sıkışan çıplak ayaklı Mitka, “Lütfen
misafir odasına geçin!” dedi ağzından tükürükler saçarak...
Boyasız ahşap duvarlarıyla dünyanın en küçük misafir odasını
hayal edin bir. Duvarlara “Niva”nın1 taklit yağlıboya resimleri, kavkı

1 19. yüzyılın ortalarında Rusya’da çıkan haftalık popüler edebiyat dergisi, (ç. n.)
^3

çerçevelerde fotoğraflar, sertifikalar asılmış... Bir sertifika uzun yıl­


lar verilen hizmet nedeniyle bir baronun takdirnamesi, diğeri atlarla
ilgili... Duvarlarda yer yer sarmaşıklar... Köşede küçük bir ikona­
nın önündeki lambanın alevi için için yanıyor, mavi ışığı gümüş
çerçeveye hafifçe yansıyor. Duvara yakın zaman önce satın alındığı
belli birbirine bitişik sandalyeler dizilmiş... Belli ki gereğinden çok
sandalye satın alınmış ve koyacak bir yer bulunamadığından hepsi
duvarın dibine yerleştirilmiş... Aynı köşede üzeri kar beyazı dantelli,
fırfırlı örtülerle kaplı kanepeler ve bir koltuk birbirine bitiştirilmiş,
yanlarında vernikli yuvarlak bir masa var. Kanepede evcil bir tavşan
uyukluyor... Oda rahat, temiz ve ılık... Bir kadının varlığı evin her
yerinde açıkça hissediliyor. Küçük kitaplığın bile masum, kadınsı
bir görünümü var, burada kısır romanlardan, dingin şiirlerden
başka bir şey olmadığını söylemek istiyormuş gibi... Böyle rahat
ve sıcak odaların güzelliği ilkbaharda değil, soğuktan ve nemden
korunmak istediğiniz sonbaharda hissedilir daha çok...
Mitka gürültüyle burundan soludu, bir kibrit çakıp iki mum
yaktı ve elinde sıcak süt taşıyormuş gibi sakınarak masanın üstüne
koydu. Sandalyelere oturduk, birbirimize bakıp güldük...
“Nikolay Yefimıç hasta yatıyor” dedi Urbenin ev sahibinin
yokluğuna açıklama getirerek, “Olga Nikolayevna da çocuklarıma
eşlik etmeye gitmiş olmalı...”
Bitişikteki odadan “Mitka, kapılar kilitli mi?” diye zayıf bir
tenor ses duyduk.
“Kilitledim, Nikolay Yefimıç!” diye seslendi Mitka boğuk bir
sesle ve aceleyle yandaki odaya seğirtti.
“Ha, şöyle! Hepsinin kilitli olmasına dikkat et...” dedi aynı zayıf
ses. “Sımsıkı kapa... Hırsızlar gelirse, bana söylersin... Bu alçakları...
hergeleleri silahımla...”
“Elbette, Nikolay Yefimıç!”
Gülmeye başladık ve sorgular gibi Urbenin’e baktık. Kıpkırmızı
olmuştu, utancını gizlemek için pencerenin perdesini düzeltmeye
girişti... Bu ne anlama geliyordu? Yeniden birbirimize baktık.
Ama şaşkınlığa düşmek için zamanımız olmadı. Avluda, sonra
sundurmada hızh adımlar duyuldu, kapı gürültüyle kapandı. “Kır­
mızılı kız” uçar gibi salona girdi.
------------------------------------- -H --------------------------------------

“Se-ve-rim ma-yıs ba-şı fır-tı-na-sı-nı!”2diye yüksek sesli ve tiz


bir sopranoyla şarkı söylerken birden durup tiz bir kahkaha attı
ama birden bizi karşısında görünce ansızın sesini kesti.
Utanarak, bir kuzu gibi, sadece babası Nikolay Yefimıç’ın sesinin
duyulduğu odaya girdi.
“Bunu beklemiyordu!” dedi Urbenin gülümseyerek.
Bir süre sonra tekrar sessizce içeri girdi, kapıya en yakın sandal­
yeye oturdu ve bizi hiç çekinmeden, ısrarla incelemeye başladı, biz
onun için ilk kez gördüğü insanlar değil, hayvanat bahçesindeki
hayvanlardık sanki. Bir an için biz de hiç hareket etmeden sessiz­
ce ona baktık... O akşam o kadar güzeldi ki bir yıl kımıldamadan
oturmaya ve ona bakmaya razı olabilirdim. Açık hava gibi taptaze,
pembe yanaklarıyla sık sık nefes alıp verirken inip kalkan göğsü,
alnına, omuzlarına ve yakasını düzelten sağ eline dökülen zülüfleri,
ışıl ışıl yanan iri gözleri... Ve bunların hepsi tek bir bakışta tamamını
görebileceğiniz küçük bir bedende bir araya gelmişti... Kapladığı
ufak alana bir kez baktı mı, tam yüz yıl boyunca bitimsiz bir ufka
bakarken gördüğünüzden daha fazlasını görmüş olurdunuz... Kız
beni ciddiyetle, baştan aşağıya süzerek, sorgular gibi inceledi,
gözlerini benden ayırıp konta ya da Polonyahya çevirdiğindeyse
gözlerine tam tersi bir bakış oturduğunu, onlan baştan aşağı şöyle
bir süzerken için için güldüğünü görüyordum...
Önce ben konuştum.
“Kendimi takdim edeyim,” dedim ve kalkıp ona yaklaştım,
“adım Zinovyev... Şimdi de size dostum Kont Karneyev’i tanıştı­
rayım... Bu güzel evinize davetsiz, zorla girdiğimiz için bizi bağış­
layın... Fırtına bizi zorlamasaydı elbette bunu hiç yapmazdık...”
“Ama fırtına evimizi yıkacak değil ya!” dedi gülerek ve elini
bana uzattı.
Gülerken harika dişlerini sergiledi. Yanındaki bir sandalyeye
oturdum ve yolda ansızın fırtınaya yakalandığımızı anlattım. Tüm
sohbet başlangıçların başlangıcından, hava durumundan bahsetme­
ye başladım. Ben onunla sohbet ederken, Mitka konta iki kez votka
ve ayrılmaz parçası olan sudan bir bardak getirmeyi başarmıştı...

2 19. yüzyılın ünlü Rus şairlerinden Fyodor Tyutçev’in (1803-1873) “İlkbahar Fır­
tınası" adlı şiirinin ilk dizesi, (ç. n.)
45

Ona bakmadığımı zanneden kont her iki kadehten sonra yüzünü


tatlı tatlı buruşturup başını salladı.
“Bir şey içmek ister misiniz?” diye sordu Olenka ve yanıtımı
beklemeden odadan çıktı.
İlk damlalar camlara vurmaya başladı... Pencereye yaklaştım...
Koyu bir karanlık çökmüştü, dışanya baktığımda, camdan aşa­
ğıya kayan yağmur damlalanndan ve burnumun yansımasından
başka hiçbir şey göremedim. Şimşek çaktı ve yakındaki çamlan
aydınlattı...
“Kapılar kilitli mi?” Yine o zayıf tenor sesi duydum. “Mitka,
çabuk gel, seni domuz, kapılan kilitle! Tanrım bu ne işkence!”
Bir kuşakla sıkıcı bağlanmış kocaman bir göbeği olan, aptal,
endişeli yüzlü bir kadın, salona girip kontun önünde eğildi ve
masaya beyaz bir örtü yaydı. Ardından mezeleri dikkatlice taşıyan
Mitka girdi içeri. Bir dakika sonra votka, rom, peynir ve tüylü av
hayvanı kızartmasından oluşan büyük bir tabak masanın üzerine
konmuştu. Kont bir kadeh votka içti ama yemek yemedi. Polonyah
ise kuş kızartmasını kuşkuyla kokladıktan sonra kesmeye başladı.
Olenka içeri girdiğinde, “Bakın!” dedi, “Yağmur başladı!”
“Kırmızılı Kız” pencereye yanıma geldi ve tam o anda birden
beyaz bir ışık ikimizi aydınlattı... Tepemizde bir çatırtı koptu,
gökte kocaman ağır bir şey yerinden koparak büyük bir gürültüyle
yeryüzüne düşmüş gibi gelmişti bana. Pencere camları ve kontun
önündeki kadehler tıngırdadı, çınlama sesleri salona yayıldı... Gök
gürültüsü çok şiddetliydi...
“Fırtınadan korkuyor musunuz?” diye sordum Olenka’ya.
Yanağını yuvarlak omzuna dayayarak çocukça bir güvenle bana
baktı.
“Korkarım” diye fısıldadı biraz düşündükten sonra. “Annem
yıldırım çarpmasından öldü... Bu olayı gazeteler bile yazdı... Annem
bir tarladan ağlaya ağlaya geçiyordu... Bu dünyada çok acı çekmiş­
ti... Tanrı ona acıdı ve onu göksel elektriğiyle öldürdü.”
“Elektrik olduğunu nereden biliyorsunuz?”
“Öğrendim... Biliyor musunuz? Fırtınada, savaşta ölenler ve
doğum yaparken ölen kadınlar cennete giderler... Bunu hiçbir ki­
tap yazmaz ama doğrudur bu. Annem şimdi cennette... Bana öyle
‘16

geliyor ki fırtına bir gün beni de öldürecek ve böylece cennete


gideceğim... Siz kültürlü bir insan mısınız?”
“Evet...”
“Öyleyse bana gülmezsiniz... Bakın nasıl ölmek isterdim: Geçen­
lerde Şeffer adlı buralı toprak sahibinin eşinin üzerinde gördüğüme
benzeyen çok pahalı, şık bir elbise giymek, kollarıma bilezikler
takmak... Sonra herkesin beni görmesi için Taş Mezar’ın en tepe­
sinde durup kendimi yıldırım çarpmasına bırakarak öldürmek...
Bilirsiniz, korkunç bir gök gürültüsü ve son...”
“Ne garip bir fantezi!” diye gülümsedim, korkunç ama muhte­
şem bir ölümün karşısında duyulan kutsal korkuyla dolu gözlerine
baktım. “Sıradan bir elbiseyle ölmek istemiyor musunuz?”
“Hayır...” diye kafasını salladı Olenka. “Herkesin beni göreceği
şekilde yapacağım bunu.”
“Şu üzerinizdeki elbise, pahalı bir son moda elbiseden çok daha
güzel... Size yakışmış. Bu elbiseyle yeşil ormanlardaki kırmızı bir
çiçeğine benziyorsunuz.”
“Hayır, bu doğru değil!” dedi Olenka safça içini çekerek. “Ucuz
elbise güzel olamaz.”
Kont bulunduğumuz pencereye yaklaştı, belli ki o da güzel
Olenka’yla konuşmak istiyordu. Arkadaşım üç Avrupa dili bilme­
sine rağmen, kadınlarla nasıl konuşacağını bilmez. Beceriksizce
yanımızda durdu, anlamsızca gülümsedi, sonra sıkıntılı bir sesle,
“Hımm” diye mırıldandı ve dönüp içinde votka olan sürahiye
doğru yürüdü.
“Siz, buraya, odaya, ‘Severim Mayıs başı fırtınasını’ söyleyerek
girdiniz” dedim. “Bu şiir şarkıya mı uyarlandı?”
“Hayır, sadece bildiğim tüm şiirleri kendi tarzımda ben şarkı
haline getiriyorum.”
Tam o anda öylesine arkama göz attım. Urbenin bizi izliyordu.
Gözlerinde onun yumuşak ve sevimli yüzüne hiç gitmeyen nefret
ve öfke dolu bir ifade gördüm.
“Kıskanıyor mu, ne?” diye düşündüm.
Zavallı adam sorar gibi bakışlarımı yakalayınca, sandalyesinden
kalkıp nedendir bilinmez girişe yürüdü... Adımlarında bile belirgin
bir huzursuzluk vardı. Gök gürültüsü giderek daha da yükseliyor,
-17

şiddetleniyor, daha sık aralıklarla tekrarlanıyordu... Peş peşe çakan


şimşekler gökyüzünü, çamlan ve ıslak toprağı tatlı ama kör edici
bir ışığa boğmuştu... Yağmur henüz duracak gibi değildi. Pencere­
nin önünden ayrılıp kitapların bulunduğu rafa doğru yürüdüm ve
Olenka’nın kitaplığını incelemeye başladım. Ancak raflarda simetrik
biçimde duran kitaplardan Olenka’nın zihinsel düzeyi ve eğitsel
yeterliliği hakkında “bana ne okuduğunu söyle, sana kim olduğunu
söyleyeyim" şeklinde bir sonuç çıkarmak zordu. Kitaplıkta tuhaf
bir kanşım vardı: Üç antoloji, Bom’un3 bir kitabı, Yevtuşevski’nin4
aritmetik kitabı, Lermontov’un ikinci cildi,5 Şklyarevski, Dyelo,6
bir yemek kitabı, Masraflara Ortaklaşa Katılım Kitapçığı...7 Size
daha fazla kitap sayabilirdim, ancak Masraflara Ortaklaşa Katılım
Kitapçığını raftan çıkanp sayfalannı çevirmeye başladığım sırada
yandaki odanın kapısı açıldı. Birden dikkatimi Olenka’nın eğitim
düzeyinden saptıran bir adam girdi salona. Sırım gibi, uzun boylu
bir adamdı, üzerinde pamuklu bir gömlek, ayaklarında yıpranmış
ayakkabılar vardı. Sıra dışı yüzü mavi damarlarla kaplıydı, başçavuş
bıyığı ve favorisiyle genel hatları bir kuşun fizyonomisini andırı­
yordu. Bütün yüzü burnunun ucuna dayanmaya çalışıyormuş gibi
öne doğru uzanmıştı... Bu tür yüzler bir sürahinin ağzını andırır.
Bu adamın küçük kafası, koca âdemelmah uzun incecik bir boyna
oturuyordu ve rüzgârda sığırcık kuşu yuvası gibi sallanıyordu... Bu
tuhaf adam donuk yeşil gözleriyle etrafı inceledikten sonra konta
dikti gözlerini...
“Kapılar kilitli mi?” diye yalvaran bir sesle sordu.
Kont bana bakıp omzunu silkti...
“Endişelenme baba!” dedi Olenka. “Her yer kilitli... Odana git!”
“Ya, ahır, kilitli mi?”
“Biraz gariptir,” diye fısıldadı Urbenin holden odaya girerken,
“bazen heyecanlanıyor. Hırsızlardan korkuyor, gördüğünüz gibi,

3 Gcorge Born (1837-1902) Alman macera roman yazarı, (ç. n.)


4 Vasiliy Adrianoviç Yevtuşevski (1836-1888) Ünlü pedagog, matematikçi, (ç. n.)
5 Mihail Yuryeviç Lermontov (1814-1842). Ünlü Rus şair, roman dram ve öykü
yazarı, (ç. n.)
6 Aylık edebiyat ve siyaset dergisi, (ç. n.)
7 Şamara ilinde yaşanan kıtlık döneminde, kıtlık mağdurları için 1874 yılında
Petersburg’da çıkarılan bir kitapçık, (ç. n.)
48

kapıların derdine düşmüş... ‘Nikolay Yefimıç,’ diye tuhaf adama


seslendi, ‘odana gidip yat!’ Endişelenme, her yer kilitli!”
“Pencereler kilitli mi?”
Nikolay Yefimıç aceleyle bütün pencerelerin, sürgülerini iyice
yokladı ve bize bakmadan ayaklarını sürüyerek odasına gitti.
Urbenin adam odadan çıkar çıkmaz açıklama yapmaya başladı:
“Bazen bu zavallının başına böyle haller gelir. Gerçekten çok
iyi bir insan, bilirsiniz, aile babası, gerçekten sıkıntılı bir durum!
Neredeyse her yaz akh karışıyor...”
Olenka’ya baktım. Utanmıştı, yüzünü bizden gizleyerek raf­
lardaki dağılmış kitapları yerleştirmeye girişti. Babasının çılgınca
davranışlarının onu utandırdığı belliydi.
“Bir araba geldi, ekselansları!” dedi Urbenin. “İsterseniz gide­
bilirsiniz!”
“Bu araba da nereden çıktı?” diye sordum.
“Gelmesi için ben adam yolladım.”
Bir dakika sonra kontla arabada oturmuş, gök gürültüsünü
dinliyordum, cinlerim tepemdeydi...
“Bizi evden yine de çıkaran şu kahrolası Pyotr Yegoriç oldu!”
diye homurdandım, şakacıktan değil, öfkelenerek, “Olenkayı in­
celememize bile fırsat vermedi! Onu yemezdim ki!.. Yaşh budala!
Kıskançlıktan ne yapacağını bilemedi... Bu kıza âşık...”
“Evet, evet, evet... Düşünsenize, bunu ben de fark ettim! Sırf
kıskançlıktan bizi eve sokmadı, evet, kıskançlıktan araba yolladı...
Ha-ha-ha!..”
“Kırkından sonra azanı teneşir paklar... Gelgeldim, dostum,
bu kızı bugünkü gibi her gün görürseniz, ona âşık olmamanız
imkânsız! Olağanüstü Güzel! Sadece kendine layık olduğunu
düşünmemeli... Bunu anlamalı ve bu kadar bencilce kıskançlık
yapmamalı... Seversen sev ama başkalarına karışma, özellikle de
o kızın senin kaderine yazılmadığını bilmelisin... Yaşh budala!”
“Hatırlıyor musun?” dedi kont kıs kıs gülerek, “Çay içerken
Kuzma kızın adını anınca nasıl da alevlenmişti. O sıra hepimize
zarar vereceğini düşünmüştüm... Kayıtsız kaldığınız bir kadını bu
kadar ateşli savunamazsınız...”
“Savunulur, arkadaş... Ama önemli olan bu değil... Burada
49

önemli olan... Bu adam bugün bize böyle davranıyorsa, emri altında


bulunan alt sınıftan insanlara hayatı zindan eder! Büyük olasılıkla,
bu küçük dünyanın idarecilerinin, kâhyalarının, avcıların vb... kıza
yaklaşmasına izin vermiyordur! Aşk ve kıskançlık, insanı adaletsiz,
acımasız, insan düşmanı birine dönüştürür... Olenka yüzünden
emri altındaki çok çalışanının hayatını cehenneme çevireceğine
bahse girerim. Şu ya da bu gerekçeyle çalışanlarını işten çıkarmay­
la ilgili raporlarına ve şikâyetlerine pek itibar etmezsen akıllı iş
yapmış olursun. Şimdilik, yetkilerini sınırlandırmakla yetin... Aşk
geçer, o zaman korkacak bir şey kalmaz. Her şeye rağmen dürüst,
iyi bir adam...”
“Nasıl, kızın babacığı hoşuna gitti mi peki?” diye kahkahayı
bastı kont.
“Delirmiş... Onu akıl hastanesine kapatmalı, orman falan idare
edemez... Malikânenin ana kapısına Akıl Hastanesi’ tabelası asar­
sanız, hiç de yanlış bir iş yapmış olmazsınız... Burası gerçek bir
Bedlam!8 Bu ormancı, Kukumav, aklını oynatmış kumar düşkünü
Franz, âşık bir ihtiyar, coşkulu bir genç kız, içkici kont... daha ne
olsun?”
“Ama bu ormancı ücret alıyor! Delirmişse nasıl çalışır?”
“Açıkçası, Urbenin onu sadece kızı yüzünden tutuyor... Urbenin,
Nikolay Yefimıç’a delilik nöbetlerinin yaz aylarında geldiğini söy­
lüyor... Ama bunun böyle olduğunu sanmam... Sadece yazın değil,
ormancı sürekli hasta... Neyse ki, senin Pyotr Yegoriç nadiren yalan
söyler, şayet söylerse kendini zaten ele verir...”
“Urbenin geçen yıl bana, eski ormancı Ahmetyev’in keşiş olmak
için Athos’a9 gideceğini bildirmiş ve deneyimli, dürüst ve bu göreve
layık’ Skvortsov’u önermişti... Elbette, her zaman yaptığım gibi,
kabul ettim. Sonuçta mektuplar insan yüzlerine benzemez, yalan
söylediklerini bir bakışta anlamak kolay değildir.”
Araba avluya girdi ve kapının önünde durdu. Arabadan indik.
Yağmur dinmişti. Şimşeğin aydınlattığı fırtına bulutları öfkeyle
gürleyerek hızla kuzeydoğuya doğru çekiliyor, yavaş yavaş yıldızlı
mavi gökyüzünü ortaya çıkarıyordu. Sanki bir ordu ortalığı yakıp
8 14. yüzyılda İngiltere’de inşa edilmiş Bethlehem Akıl Hastanesi, (ç. n.)
9 Yunanistan'daki Aynaroz Manastırı, (ç. n.)
50

yıkmış, korkunç ganimetini ele geçirdikten sonra yeni zaferlerine


yelken açmıştı... Geciken küçük bulutlar ardından gidiyor, ona
yetişememekten korkuyormuş gibi koşuyordu... Doğaya huzur
yeniden gelmişti...
Ve bu huzur, erinçle ve bülbül şakımalarıyla dolu sakin, hoş
kokulu havaya, uykuya dalmış bahçesinin sessizliğine ve yükselen
ayın tatlı tath okşayan ışığına şaşırmış gibi görünüyordu... Göl
gündüz uykusundan uyanmış, tath mırıltısıyla insanların kulağını
okşuyordu.
Böyle bir zamanda rahat bir arabayla kırlarda gitmek yahut gölde
kürek çekmek çok hoştur... Ama biz eve girdik... Orada bizi farklı
bir “şiir” bekliyordu.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Zihinsel bir acının etkisiyle ya da dayanılmaz acıların baskısıyla,


ruhen çökmüş bir insanın kafasına kurşun sıkmasına intihar denir;
baharın ve gençliğin kutsal günlerinde zavallı, sefih tutkulara gem
vurmayanlara insan dilinde isim yoktur. Kurşunun ardından mezar
sükûneti gelir, mahvolmuş gençliği kederle ve acı çektirici anılarla
dolu yıllar izler. Kendi baharına saygısızlık eden ruhumun şu anki
durumunu anlayacaktır. Henüz yaşlanmadım, saçlarıma da kır
düşmedi ama hayatım hayat değil. Psikiyatrların anlattığına göre,
Waterloo Savaşı’nda yaralanan bir asker aklını yitirmiş ve zamanla
kendisiyle birlikte herkesin Waterloo’da öldürüldüğüne inanmaya
başlamış, şimdi kendisi sandıkları şeyin onun gölgesi, geçmişin
bir yansıması olduğunu söylüyormuş. Şimdi ben de bu yan ölüme
benzer bir deneyim yaşıyorum...
“İyi ki ormancının evinde yemeğe kalmadık da iştahımız ka­
panmadı” dedi kont eve girdiğimizde. “Harika bir akşam yemeği
yiyeceğiz... Eski günlerdeki gibi... Servise başlayabilirsin!” dedi
redingotunu çıkarıp ev kıyafetini giymesine yardımcı olan İlya’ya.
Yemek odasına yürüdük. Burada, servis masasında “hayat çoktan
kaynamaya” başlamıştı. Tiyatro salonlarının büfelerindeki gibi,
her renkte ve olabilecek her boyutta bir dizi içki şişesi lambaların
ışıklarını etrafa yansıtarak ilgimizi çekmeye çalışıyordu. Başka bir
masanın üzerinde tuzlu ve salamura çeşit çeşit atıştırmalık yanında
bir sürahi votka ve bir şişe İngiliz acısı1 duruyordu. Şarap şişelerinin
yanında iki tabak soğuk domuz eti ve mersin balığı vardı...
“Evet, beyler,” dedi omuzlan büyük olasılıkla soğuktan titreyen
kont üç kadehe içki koyarken, “Sağlığınıza! İçkini alsana, Kaetan
Kazimiroviç!”
Ben içtim ama Polonyalı olumsuz biçimde başını iki yana salladı.
Mersin balığını önüne çekip kokladı ve yemeye başladı.

1 Aperatif olarak, akşam yemeğinden önce iştah açması ve mideyi diri tutması için
alman votka benzeri alkollü içki. (ç. n.)
52

Şimdi pek “romantik” olmayan konulara gireceğimden okurun


affını rica ediyorum.
“Hadi, bir tane daha içelim...” dedi kont ikinci kadehleri dol­
dururken “Hadi Lecoq!” dedi.
Kadehimi aldım, biraz inceledim ve masaya koydum...
“Lanet olsun, uzun zamandır içmemiştim” dedim. “Eski günleri
hatırlamıyor musun?”

Sonra daha fazla düşünmeden beş kadehi doldurdum ve peş peşe


boğazımdan aşağıya yuvarladım. Yoksa içemezdim. İlkokul çocuk­
ları sigara içmeyi kendilerinden büyük çocuklardan öğrenirler:
Kont, bana bakarak, kendine beş kadeh doldurdu, vücudunu bir
yay gibi öne büktü, yüzünü buruşturup başını salladıktan sonra
hepsini art arda içti. Benim beş kadehim ona bir meydan okuma gibi
görünmüştü ama iyi bir içici olmakla böbürlenmek için içmemiş­
tim asla... Küçük köyümde yaşarken uzun zamandır yaşamadığım
küfelik sarhoşluğu yeniden yaşamak istemiştim. İçkileri bitirdikten
sonra masaya oturup domuza giriştim...
Sarhoşluk kısa sürede etkisini gösterdi. Çok geçmeden hafif
bir baş dönmesi hissettim. Göğsüme tath bir serinlik hissi yayıldı.
Mutlu bir taşkınlık halinin başlangıcıydı. Belirgin bir geçiş olma­
dan kalbim neşeyle dolup taştı. Boşluk hissi ve can sıkıntısı yerini
tam bir neşe ve mutluluk duygusuna bıraktı. Gülmeye başladım.
Birden canım insanların arasına girmeyi, onlarla sohbet etmeyi,
kahkahalar atmayı istedi. Domuz etini çiğnerken hayatın dopdolu
oluşunu, kendi kendine yetişini, handiyse mutluluğunu hissetmeye
başladım.
“Neden bir şey içmiyorsun?” diye sordum Polonyalı’ya.
“Hiç içmez o” dedi kont, “Onu zorlama.”
“Ama biraz bir şey içseydiniz!”
Polonyah ağzına kocaman bir mersin balığı dilimi attı ve olmaz
der gibi başını salladı. Sessizliği beni kışkırtmıştı.
“Baksana, Kaetan...” dedim “baba adın nedir... Neden hiç ko­
nuşmuyorsun? Henüz sesini duyma zevkine erişemedim.”
Bir kırlangıcın açılmış kanatlarına benzeyen iki kaşını kaldırarak
gözlerini bana çevirdi.
------------------------------------- oo --------------------------------------

“Konuşmamı mı istiyorsun?” diye sordu ağır bir Polonya ak-


sanıyla.
“Çok istiyorum.”
“Peki, neden istiyorsun?”
“Rica ederim! Gemilerde akşam yemeğinde, yabancı insanlar
aralarında sohbet ederler; birbirimizi birkaç saattir tanıyoruz,
birbirimize bakıyoruz ama hâlâ aramızda tek kelime konuşmadık!
Bu ne anlama geliyor?”
Polonyah susuyordu.
“Neden konuşmuyorsun peki?” dedim, biraz bekledikten sonra.
“Bir şekilde yanıt ver!”
“Size cevap vermek istemiyorum. Sesinizde bir alay seziyorum
ve alaydan hoşlanmam.”
“Kesinlikle sana gülmüyor!” dedi kont endişeliyle. “Bunu da
nereden çıkardın, Kaetan? Adam seninle dostça konuşuyor...”
“Kontlar ve prensler benimle bu tonda hiç konuşmadılar!” dedi
Kaetan kaşlarını çatarak. “Bu tondan hoşlanmıyorum.”
“Demek sohbetinle beni onurlandırmayacaksın, öyle mi?” diye
takılmayı sürdürdüm, gülerek bir kadeh daha devirdim.
“Buraya neden geldiğimi biliyor musun?” diye araya girdi kont
konuşmanın seyrini değiştirmek isteyerek. “Bundan sana bah­
setmedim mi? Petersburgda, düzenli olarak tedavi olduğum bir
doktor arkadaşıma gitmiştim. Stetoskopla dinledi, parmaklarıyla
vurarak muayene etti, oramı buramı yokladı, biliyor musunuz ne
oldu. Sadece şöyle dedi: ‘Sen bir korkak mısın?’ Korkak olmasam
da, bilirsiniz, bembeyaz kesildim: ‘Bir korkak değilim’ dedim.”
“Kısa kes, ahbap... Sıkıldım.”
“Petersburg’u terk etmeyip şehir dışına çıkmazsam yakın zaman­
da öleceğimi söyledi! Sürekli içki içmekten karaciğerim neredeyse
iflas etmiş... Buraya gelmeye karar verdim. Evet, orada kalmak
aptallık olurdu... Zengin, konforlu bir mülküm var... Hava bir ha­
rika!.. En azından insan burada bir işle uğraşabilir! Emek en iyi,
en etkili bir ilaçtır. Öyle değil mi Kaetan? Çiftlik işleriyle uğraşıp
içkiyi bırakacağım... Doktor bana tek bir kadeh için bile izin ver­
medi... tek bir kadeh bile!”
“Ee, içme o zaman.”
w
“İçmiyorum... Bugün son kez, seninle buluşmanın hatırına
(kont bu sırada bana uzanıp yanağımdan öptü)... Benim sevgili,
has dostum, yarın bir damla bile koymayacağım ağzıma! Bugün
Bacchus beni ebediyen terk ediyor... Seryoja, birlikte bir veda kon­
yağı içelim mi?”
Konyak içtik.
“İyileşeceğim sevgili Seryoja, tarımla uğraşacağım... Sürdürü­
lebilir tarımla! Urbenin işine bağlı, kibar bir adam... her şeyden
anlıyor anlamasına ama gerçekten bir çiftlik yönetebilir mi? Gele­
nekçidir! Dergilere abone olmak, çok şey okumak ve izlemek, tanm
ve hayvancılık fuarlarına katılmak gerekir, ancak bunun için yeterli
eğitimi yok! Olenka’ya... gerçekten âşık mı? Ha-ha-ha! Kendim her
şeyle ilgilenip onu da yardımcım yapacağım... Fuarlara katılacağım,
milleti eğlendireceğim, ha? Sonuçta, burada mutlu yaşayabilirim!
Sen ne diyorsun? Ah, sen gülüyorsun! Hep gülersin zaten! Aslında
seninle ciddi bir şey konuşmak imkânsız!”
Neşelendim, çok eğleniyordum. Kont beni güldürdü, yemek
odasının duvarlarını süsleyen mumlar, şişeler, yapma tavşanlar ve
ördekler beni eğlendirdi... Sadece Kaetan Kazimiroviç’in ayık yüzü
beni güldürmedi. Bu adamın varlığı beni rahatsız ediyordu.
“Şu Polonyah asilzadeyi cehennemin dibine yollayalım mı?”
dedim konta fısıltıyla.
“Neler diyorsun sen! Tanrı aşkına...” diye mırıldandı kont iki
koluma yapışıp. Polonyalı’ya saldırmaya niyetlendiğimi sanmıştı.
“Onu rahat bırak!”
“Ama ona bakmaya dayanamıyorum! diye konuşmaya devam
ettim ve Pşehotski’ye seslendim. “Benimle konuşmayı reddettiniz
ama bağışlayın beni, sohbet becerinizi yakın zamanda yakından
görme umudumu henüz yitirmedim...”
“Bırak şunu!” dedi kont kolumdan çekerek. “Sana yalvarıyo­
rum!”
“Bana yanıt verene kadar size rahat vermeyeceğim” dedim. “Ne
somurtuyorsunuz öyle? Acaba şu an sesimdeki alayı hissediyor
musunuz?”
“Sizin kadar içmiş olsaydım, sizinle sohbete başlardım ama
sizinle bir değiliz...” diye söylendi Polonyah.
55

“Sizinle bir değiliz - işte kanıtlanması gereken olay bu... Tam da


bunu söylemek istemiştim... Kazla domuz arkadaş olamaz, ayıkla
sarhoş bir değildir... Sarhoş, ayığı rahatsız eder, ayık da sarhoşu.
Bitişik oturma odasında harika yumuşak kanepeler var! Yabanturplu
mersin balığından sonra üzerlerinde yatmak iyidir. Orada sesimi
duymazsınız. Oraya gitmek ister misiniz?”
Kont heyecanla ellerini çırptı ve gözlerini kırpıştırarak yemek
odasına doğru yürüdü.
Korkağın tekiydi ve “kaba saba” konuşmalardan kaçınıyordu...
Bana gelince, içkili olduğum zaman anlaşmazlıklar ve ağız kavgaları
beni eğlendirirdi...
“Anlamıyorum! Anlamıyorum!” diye inledi kont, ne söyleyece­
ğini, ne yapacağını bilmeyerek...
Beni durdurmanın zor olduğunu biliyordu.
“Sizi hâlâ pek tanıyamadım,” diye devam ettim, “belki de çok
iyi bir insansınız, dolayısıyla sizinle erkenden kavga etmek iste­
mem... Sizinle kavga etmiyorum zaten... Sizi sadece bir ayık olarak
sarhoşların arasında yeriniz olmadığını anlamaya davet ediyorum.
Ayık bir insanın varlığı sarhoş organizmayı rahatsız ediyor!.. Bunu
anlayın artık!”
“İstediğinizi söyleyebilirsiniz!” diye inledi Pşehotski. “Bana vız
gelir tırıs gider, genç adam...”
“Vız gelir, öyle mi? Ya, size inatçı domuz desem, kırılmaz mıy­
dınız?”
Polonyah’nın yüzü kıpkırmızı oldu, hepsi bu kadardı... Kont
solgun yüzüyle bana yaklaştı, yüzüne yalvaran bir ifade kondurup
kollarını iki yana açtı.
“Lütfen sana yalvarıyorum! Tut şu dilini!”
Sarhoş rolüme çoktan soyunmuştum ve sürdürmek istiyordum
ama kontun ve Polonyah’nın şansına yaklaşan birinin adımları du­
yuldu ve sonra Urbenin yemek odasına girdi.
“Afiyet olsun!” diye başladı söze. “Ekselansları, bir emrinizin
olup olmadığını öğrenmek için gelmiştim.”
“Şimdilik emrim yok, bir ricam var...” diye karşılık verdi. “Gel­
mene çok sevindim, Pyotr Yegoriç... Akşam yemeğinde bize katılın
da çiftlik hakkında konuşalım...”
56

Urbenin oturdu. Kont konyak içti ve kâhyaya sürdürülebilir


ekonomi üzerine gelecekteki faaliyet planını anlatmaya başladı.
Konuyu yorucu bir şekilde ikide bir tekrarlayarak ve değiştirerek
uzun uzun konuştu. Urbenin onu, çocukların ve kadınların ge­
vezeliklerini umursamaz bir ilgiyle dinleyen ciddi insanlar gibi
dinledi... Balık çorbası içti ve tabağına üzüntüyle baktı.
“Yanımda güzel çizimler getirdim!” dedi kont laf arasında.
“Harika çizimler! Sana göstermemi ister misin?”
Karneyev ayağa fırladı ve çizimleri almak için çalışma odasına
koştu. Urbenin yokluğundan yararlanarak, içinde votka olan bir
çay bardağının yarısını mideye indirdi, ardından hiçbir şey yemedi.
“Bu votka berbat!” dedi, sürahiye nefretle bakarak.
“Neden kontun yanında içmiyorsun, Pyotr Yegoriç?” diye
sordum. “Yoksa çekiniyor musun?”
“Sergey Petroviç, kontun yanında içmektense, gizlice içmek,
iki yüzlü davranmak daha iyidir. Bilirsiniz, kontun tuhaf bir ka­
rakteri vardır... Ondan bile bile yirmi bin ruble çalsam, kayıtsızlığı
nedeniyle hiçbir şey söylemez, gelgeldim ona hesap verirken on
rubleyi unutsam yahut yanında votka içsem, kâhyasının hırsız
olduğundan yakınır durur. Onu iyi tanırsınız.”
Urbenin kendine yarım bardak votka daha koyup kafasına
dikti.
“Sanırım, sen daha önce içki içmiyordun, Pyotr Yegoriç” de­
dim.
“Evet, ama şimdi içiyorum... Hem de çok içiyorum!” diye
fısıldadı. “Aşırı derecede, gece gündüz, bir dakika durup din­
lenmeden! Kont hiçbir zaman benim şimdi içtiğim kadar içme­
miştir... Çok zor, Sergey Petroviç! Kalbimde taşıdığım yükün
ağırlığını bir tek Tanrı bilir! Kesinlikle acıdan içiyorum... Sizi her
zaman sevdim ve size saygı duydum, Sergey Petroviç, size açıkça
söyleyeceğim... İnanın, arada bir kendimi asma düşüncesi bana
mutluluk veriyor!”
“Nereden çıktı şimdi bu?”
“Aptallığımdan... Sadece çocuklar aptal değildir... Elli yaşında
aptallar da var. Bana nedenlerini sormayın.”
Kont içeri girince açıklamalarına son verdi.
57

“Harika bir likör!” dedi kont ve “muhteşem” çizimlerin yeri­


ne masanın üzerine Benediktinlerin2 balmumu mühürlü göbekli
şişesini koydu. “Moskova’dan geçerken Depres’ten3 aldım. İster
misin Seryoja?”
“İyi de, çizimleri almaya gitmiştin!” dedim.
“Ben mi? Ne çizimleri? Ah, evet! Ama dostum, şeytan bile ba­
vullarımda ne olduğuna akıl sır erdiremez... Didik didik aradım ve
sonunda vazgeçtim... Likör çok nefis... İster misin?”
Urbenin bir süre daha oturduktan sonra vedalaşıp çıktı. Kâhya
ayrıldıktan sonra kırmızı şaraba giriştik. Kendimi bu şaraba iyice
kaptırmıştım. Kontu ziyaret ettiğim zamanlarda olmak istediğim
şekilde sarhoş olmuştum. Son derece cesur, aktif ve aşın derece­
de neşeliydim. Göz boyayan olağandışı, gülünç kahramanlıklar
yapmayı çekiyordu canım... Bu anlarda bütün gölü bir uçtan bir
uca geçebileceğim, en karmaşık davaları çözebileceğim, bir kadı­
na boyun eğdirebileceğim duygusuna kapılırdım... Bu dünya ve
üzerinde yaşanan hayatlar beni kendine hayran bırakıyordu ama
aynı zamanda gereksiz yere birine çıkışmaya, zehirli nüktelerimle
ve alaylarımla onun canını sıkmaya can atıyordum... Karakaşlı
komik Polonyalıyı ve kontu alaya almak, acı esprilerle canlarından
bezdirmek ve onları heba etmek istiyordum.
“Neden konuşmuyorsunuz?” diye tekrar başladım lafa. “Konu­
şun sizi dinliyorum! Ha-ha-ha! Ciddi, güvenilir yüzleriyle çocuklar
gibi saçmalayan insanlara bayılırım!.. Ne gülünçtür ama, tam bir
alay konusu, insanın zekâsıyla resmen alay eder!.. Yüz beyne hiç
uymaz! Yalan söylememek için, aptal bir yüzünüz olmalı, oysa
sizde Yunan bilgelerinin yüzü var!”
Daha söyleyeceklerim vardı... Bir kelime etmeye değmez, basit
ve değersiz insanlarla konuşmakta olduğumu düşününce dilim
dolanmıştı! İnsanlarla dolu bir salona, harika kadınlara, binlerce
ışığa ihtiyacım vardı... Ayağa kalktım, bardağımı aldım ve odalarda
dolaşmaya başladım. Keyif çatarken, kendimizi mekânla, sözgelimi
sadece yemek salonuyla sınırlandırmayız, hayır, tüm evi hatta tüm
malikâneyi kullanırız.
2 Katolik manastır tarikatı rahipleri tarafından imal edilmiş likör, (ç. n.)
3 Tarihi 1812’lere uzanan ünlü içki evi. (ç. n.)
58

“Mozaik” salonda kendime bir Türk divanı seçtim, üzerine


uzandım ve kendimi fantezilere ve kuru hayallere kaptınp gittim.
Giderek daha da şatafatlı, daha da sınır tanımaz bir hal alarak birbiri
ardında sıralanan sarhoş düşünceler tazecik beynimi ele geçirdi.
Sersemletici hazlarla ve tarifi zor güzelliklerle dolu yeni bir dünyanın
kapısı açıhverdi önümde.
Bana kalan tek şey uyaklarla konuşmak ve halüsinasyonlar
görmekti.
Kont gelip divanın bir ucuna oturdu... Bana bir şey söylemek
istiyordu. Yukarıda anlatılan beş kadehi yuvarladıktan hemen sonra
bana bir şey söylemek istediğini gözlerinden anlamıştım. Ne hak­
kında konuşmak istediğini biliyordum...
“Bugün o kadar çok içtim ki!” dedi. “Bu benim için herhangi bir
zehirden bile daha zararlı... Ama bugün son kez... Şeref sözü, son
kez... Ben de iradeli bir insanım...
“Tamam, tamam...”
“Son bir... Seryoja, sevgili dostum, şehre son bir kez, bir telgraf
yollayabilir misin?”
“Olur, gönderelim...”
“Son bir kez şöyle layıkıyla bir âlem yapalım... Hadi, kalk da, yaz.”
Kont doğru dürüst telgraf yazmayı bilmiyordu. Telgrafları çok
uzun ve ona göre yetersiz oluyordu. Kalktım ve yazdım:
“S-----Londra Restoranı. Koro şefi Karpov’a. Her şeyi bırak ve
saat ikideki trenle hemen gel. Kont.”
“Şimdi on bire çeyrek var” dedi kont, “İstasyona gitmek kırk beş
dakikada, bilemedin bir saat sürer... Karpov da telgrafı saat birle iki
arasında alır... Öyleyse trene yetişir, yetişemezse yük treniyle gelir...
Öyle değil mi?”

Telgraf tek gözlü Kuzmayia gönderildi... llya’ya bir saat sonra is­
tasyona araba yollaması emredildi... Biraz vakit öldürmek için, tüm
odaların lambalarını ve mumlarını ağır ağır yakmaya başladım, sonra
piyanoyu açıp parmaklarımı tuşlar üzerine gezdirdim...
Sonra, aynı divana uzandığımı, hiçbir şey düşünmediğimi,
konuşmalarıyla beni rahatsız eden kontu hiç konuşmadan elimle
uzaklaştırmaya çalıştığımı anımsıyorum... Bir çeşit bilinçsizlik, yarı
59

uyku hali yaşamıştım, sadece lambaların parlak ışığını ve neşeli,


huzurlu bir ruh hali duyumsuyordum... Karşımda ufacık başını
omzuna eğmiş kırmızılı genç kızın hayali duruyordu, dramatik bir
ölümle karşı karşıymış gibi gözleri korku doluydu ve küçük par­
mağını tehdit eder gibi hafifçe bana sallıyordu... Solgun ve gururlu
yüzüyle karalar giymiş başka bir kızın hayali geçti önümden. Bana
yakanyla yahut sitemle bakar gibiydi.
Sonra gürültüler, kahkahalar, koşuşmalar... Siyah, derin gözler
beni karanlıkta bırakmıştı. Bu gözlerin parıltısını gördüm, kahkaha­
larını... Dolgun dudaklarında sevinçli bir gülümseme dolaşıyordu...
Bu benim gülümseyen Çingene Tina’mdı...
“Bu sen misin?” diye sordu sesi. “Uyuyor musun? Kalk, sevgi­
lim... Seni uzun zamandır görmemiştim...”
Hiç konuşmadan eline sarılıp kendime çektim.
“Hadi oraya gidelim... Bizimkiler gelmiş...”
“Burada kal... Burası benim için daha iyi, Tina...”
“Ama... burada çok fazla ışık var... Sen delisin... Biri girebilir...”
“Buraya girenin gırtlağına yapışırım... Kendimi iyi hissediyorum,
Tina... Seni görmeyeli iki yıl oldu...”
Salonda birisi piyano çalmaya başladı.

“Ah, Moskova, Moskova, beyaz taşlı Moskova..." diye bağıra çağıra


şarkı söylüyorlardı.

“Bak hepsi orada şarkı söylüyor... Kimse girmeyecek...”


“Evet, evet...”
Tina’yla buluşmam beni yarı bilinçli durumdan çıkarmıştı...
On dakika sonra beni koromuzun yarım daire şeklinde yerleştiği
salona götürdü... Kont yüksek arkalıklı bir sandalyeye oturmuş
elleriyle tempo tutuyordu... Pşehotski de kontun sandalyesinin
arkasında duruyor, şaşkın gözlerle orman korosuna bakıyordu...
Karpov’un balalaykasını ellerinden çekip aldım, çalarken bir
yandan da.
“Vol-ga-A-na-dan-n-nA-şa-ğı ...” diye söylemeye başladım.
Koro da “Vol-ga-a-a-dan..." diye bana katıldı.
60

“Ah, yak, konuş... konuş...”4

Elimi salladım ve birden, şimşek hızıyla yeni bir şarkıya geçildi...

“Çılgın geceler, mutlu geceler..."

Hiçbir şey bu tür ani geçişler kadar sinirlerimi bozup gıdıklamaz.


Hazdan titriyordum, bir elimle Tina'yı kucaklarken diğeriyle ba­
lalaykayı havada sallayıp “Çılgın Geceleri” bitirdim:.. Balalayka
elimden yere düşüp gürültüyle parçalara ayrıldı.
“Şarap!”
Sonrasına dair anılanın karmakarışık bir hal almaya başlıyor...
Her şey birbirine kanştı, birbirinin içine geçti, her şey belirsiz ve
bulanık... Sabahın gri gökyüzünü anımsıyorum... Bir kayıktayız...
Göl hafifçe dalgalanıyor, gürültülü sefahatimize homurdanıyormuş
gibi... Kayığın ortasında ayakta durmuş sallanıyorum... Tina suya
düşebileceğimi söyleyerek ısrarla oturmamı istiyor... Ama ben gölde
Taş Mezar kadar yüksek dalgalar olmamasından yakınıyor, gölün
mavi yüzeyinde beyaz lekeler halinde belirip kaybolan gümüş
martılan çığlığımla ürkütüyorum. Ardından, bitmek bilmez kah-
valtılan, on yılhk likörleri, punçları5 ve gürültü patırtısıyla uzun ve
sıcak bir gün izliyor... Bu günden sadece birkaç anı hatırlıyorum...
Kendimi bahçede bir salıncakta Tina’yla sallanırken anımsıyorum.
Oturağın bir ucunda ben duruyorum, diğerinde o. Gücümün yet­
tiği kadar tüm bedenimle gayretle sallanıyorum ve tam olarak ne
istediğimi bilmiyorum: Tina’nın salıncaktan düşüp ölmesini mi,
yoksa bulutlara yükselmesini mi? Tina ölü gibi solgun duruyor ama
gururlu ve mağrur, korkusunu belli edecek bir ses çıkarmamak için
dişlerini sıkmış. Salıncakta gitgide hızlanıp adeta uçuyoruz ve...
nasıl bittiğini hatırlamıyorum. Sonra bunu, yeşil bir kubbeyle güneş
ışınlarından korunan uzaktaki bir gezi yolunda Tina’yla gezinti
izliyor. Şiirsel bir alacakaranlık, siyah zülüfler, dolgun dudaklar,
fısıltılar... Sonra ufak tefek kontraltoyla yürüyorum, sivri burunlu,
incecik belli, çocuksu gözleri olan bir sarışın. Tina ardımızdan ge­

4 Eski bir Rus halk şarkısından.


5 Rom ve votkayla yapılan geleneksel Rus içkisi, (ç. n.)
61

lip olay çıkarana kadar yürüyoruz... Çingenenin beti benzi atmış,


öfkeli... Bana “lanetler” savuruyor, kırgın mı kırgın, şehre dönmek
istiyor. Yüzü sararmış kont titreyen elleriyle çevremizde koşturuyor
ve her zaman olduğu gibi, Tina’yı kalmaya ikna edecek kelimeleri
bulamıyor... Sonunda kadın bana bir tokat atıyor... Tuhaf: Bir er­
keğin ağzından çıkan en ufak bir hakaret beni çılgına döndürüyor
ama kadınların bana attığı tokatlara kayıtsız kalıyorum... Yine,
uzun bir “akşam yemeği sonrası”, yine merdivenlerde bir yılan,
yine ağzının etrafından sinekler uçuşurken uyuklayan Franz, yine
bahçe kapısı... Kırmızılı Kız Taş Mezar’ın üzerinde duruyor ama
bizi görünce bir kertenkele gibi gözden kayboluyor.
Akşama doğru, Tina’yla barışmışız. Tıpkı bir önceki gece gibi
müziğiyle, geçişleriyle, insanın sinirlerini zıplatan kışkırtıcı şarkı­
larıyla sefih bir gece... ve bir dakika bile uyku yok!
“Bu intihar!” diye fısıldıyor bana, şarkılarımızı dinlemek için
uğrayan Urbenin...
Kuşkusuz haklı. Sonra, kontla bahçede karşılıklı durup, tartıştı­
ğımızı anımsıyorum. Hiçbir zaman eğlencemize katılmayan, buna
rağmen uyumayıp bir gölge gibi sürekli peşimizden gelen kara kaşlı
Kaetan, etrafımızda dolaşıyor... Gün çoktan ağarmış, doğmakta olan
güneşle en yüksek ağacın tepesi altın rengine bürünmeye başlamış.
Oynaşan serçelerin, şakıyan sığırcıkların sesleriyle, geceleyin ağır­
laşmış kanatların hışırtıları ve çırpma sesleri geliyordu... Büyükbaş
hayvanların böğürtüsünü, çobanların bağırışlarını uzaktan uzağa
duyuyordum. Önümüzde küçük bir mermer masa, masanın üze­
rinde de soluk ışıkla yanan bir Şandor6 mumu var. Sonra yerde
sigara izmaritleri, şekerleme kâğıtları, kırılmış kadehler, portakal
kabuklan...
“Bunu almalısın!” dedim konta bir paket banknot uzatarak.
“Almanı istiyorum!”
“İyi de onlan ben davet etmiştim, sen değil!” Kont ceketimin
düğmesinden tutmuş, beni ikna etmeye çalışıyordu. “Burada ev sahibi
benim... Seni davet eden, ağırlayan benim, neden ödemek zorunda­
sın ki? Böyle davranmakla bana hakaret ettiğinin farkında mısın?”

6 Ağır şamdan, (ç. n.)


62

“Ama ben de Çingeneleri çalıştırdım, bu yüzden yarısını öde­


yeceğim. Almıyor musun? Bu inceliğinin nedenini anlamıyorum!
Yoksa şeytan kadar zengin olduğun için, bana böyle iyilikler yap­
maya hakkın olduğunu mu sanıyorsun? Lanet olsun! Karpov’u
ben tuttum ve parasım ben ödeyeceğim! Senin yansını ödemeni
de istemiyorum! Telgrafı ben yazdım!”
“Seryoja, restoranda olsak istediğin kadar ödeyebilirsin ama
benim evim bir restoran değil... Ayrıca neden rahatsız olduğunu
kesinlikle anlamıyorum, neden bunun derdine düştüğünü, böyle
aceleci davrandığını anlamıyorum. Az paran var, bana bakacak
olursan, denizde kum bende para... Adalet benim tarafımda!”
“Yani almayacak mısın? Hayır mı? İhtiyacın yok, öyle mi?”
Banknotları şamdandaki mumların soluk ateşine yaklaştırıyo­
rum, onları yakıp yere fırlatıyorum. Ansızın Kaetan’ın göğsünden
bir inilti kopuyor. Beti benzi atan Polonyah, gözlerini kocaman
açarak kendini yere atıyor ve tutuşmuş paraları avuçlarıyla sön­
dürmeye çalışıyor... Bunu başarıyor da.
“Anlamıyorum!” diyor yanmış banknotları cebine koyarak. “Para
yakmak da ne demek?! Geçen yıldan kalma tahıl fazlasını ya da
eski aşk mektuplarını yakar gibi. Ateşe atmaktansa yoksul birine
vermeyi yeğlerim.”
Eve gidiyorum... Bütün odalarda, kanepelerin ve halıların üze­
rinde, kalçalarını oynata oynata canı çıkmış, yorgunluktan bitkin
düşmüş şarkıcılar uyuyor... Tina’m “mozaik salonda” divanda
uyuyor...
Uzanmış, nefes almakta zorlanıyor... Dişleri sıkılı, yüzü solgun...
Büyük olasılıkla bir salıncağın düşünü kuruyor... Kukumav tüm
odaları dolaşıyor, bu unutulmuş malikânenin ölü sessizliğini böyle
birden bozan insanlara keskin ve öfkeli bakışlar atıyor... Dolaşması
ve yaşlı kemiklerini yorması boşuna değil...
Bu iki çılgın geceden sonra belleğimde kalanların hepsi buydu,
geri kalanı zaten sarhoş beyin hatırlayamazdı ya da anlatılması
uygun olmazdı... Ama bu kadarı yeter!

Zorka hiçbir zaman banknotları yaktığım o sabahki kadar büyük


bir hevesle koşturmamıştı beni... O da eve gitmeye can atıyordu...
63

Göl, güneş ışığını yansıtan köpüklü dalgalarla usulca kıpraşarak


gündüz uykusuna hazırlanıyordu... Orman ve kıyı söğütleri sabah
duasındaymış gibi hareketsiz dikiliyordu... Tam o andaki ruh
durumumu anlatması zor... Ama fazla ayrıntıya girmeden sadece
şunu söyleyebilirim ki, kontun malikânesinden kıyıya doğru
ilerlerken dürüst emeği ve hastalıklar yüzünü buruş buruş etmiş
yaşh Mihail’in kutsal yüzünü görünce hem tarif edilmez derecede
memnun kalmış hem de utançtan kıpkırmızı kesilmiştim... Mi-
hail, dış görünüşüyle İncildeki balıkçıları hatırlatıyordu... Saçı
sakalı kar gibi bembeyaz ve tefekkürle gökyüzüne bakıyor... Yaşh
Mihail kıyıda hareketsiz durup koşan bulutları izlerken, insan
pekâlâ gökte melekleri gördüğünü düşünebilir... Böyle yüzleri
severim...
Onu görünce dizginleri kısıp Zorka’yı durdurdum ve dürüst,
nasırlı eline dokunarak arınmak istermiş gibi ona elimi uzattım...
Küçük, zeki gözlerini bana kaldırıp gülümsedi.
“Günaydın efendim!” dedi ve elini bana beceriksizce uzattı.
“Yine atla mı geldiniz? Yoksa o serseri geri mi geldi?”
“Geldi.”
“Anladım... Yüzünüzden belli oluyor... Burada durup olan biteni
izliyorum... Dünya her zaman dünyadır. Bunlar beyhude işler...
Baksanıza! Alman’ın ölmesi gerek ama boş işlerle uğraşıyor...
Görüyor musunuz?”
Yaşlı adam elindeki sopayla kontun göl hamamını gösterdi.
Oradan hızla bir tekne çıktı. İçinde, başında jokey şapkası olan
lacivert ceketli bir adam oturuyordu. Bahçıvan Franz’dı bu.
“Adaya her sabah para taşıyıp bir yere gizliyor... Salak işte, onun
için kum ve paranın aynı değerde olduğunu anlamıyor... Yarın öle­
cek - paralan yanında götürecek. Bayım, lütfen bir sigara verin!”
Ona sigara tabakasını verdim. Üç sigara alıp gömleğinin cebine
koydu.
“Bunlar yeğenim için... İçmesine izin verdim.”
Sabırsız Zorka huzursuzlandı ve hızla ileri atılarak beni rüzgâr
gibi uçurdu. Hafifçe öne eğilerek, gözlerimi yüzünde gezdirmeme
izin verdiği için yaşh adama teşekkür ettim. Balıkçı uzun süre
arkamdan baktı.
64

Evde beni Polikarp karşıladı... Yine elbiselerimle yüzüp yüzme­


diğimi anlamak ister gibi, aşağılayıcı, sert bakışlarla soylu bedenimi
baştan aşağıya süzdü.
“Kutlarım!” diye homurdandı. “Belli ki keyifli saatler geçir­
mişsiniz!”
“Kapa çeneni, seni aptal!” dedim.
Aptal yüzü kızdırmıştı beni. Çabucak soyundum ve üzerime
yorganı örtüp gözlerimi kapattım.
Başım dönmeye başladı, dünya sise bürünmüştü sanki. Siste
tanıdık görüntüler belirip kaybolmaya başladı... Kont, yılan, Franz,
ateş rengi köpekler, Kırmızılı Kız, çılgın Nikolay Yefimıç.
“Adam karısını öldürdü! Ah, ne kadar aptalsın!”
Kırmızılı kız tehdit eder gibi bana parmağını salladı, Tina siyah
gözleriyle ışığı kapattı ve... derin bir uykuya daldım...
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

“Ne kadar tatlı ve huzur içinde uyuyor! Bu solgun, yorgun yüze,


bu masum çocuksu gülümsemeye baktığınızda, bu düzenli nefe­
se kulak verdiğinizde, burada yatanın bir sorgu yargıcı değil de
rahat bir vicdanın cisimleşmiş hali olduğunu düşünebilirsiniz!
Kont Kameyev’in henüz gelmemiş olduğunu, ne sarhoşluğun, ne
Çingenelerin, ne de göldeki skandallann olduğunu düşünebilir­
siniz... Kalk, sinsinin sinsisi adam! Huzurlu bir uyku nimetinden
yararlanmaya layık değilsin! Kalk ayağa!”
Gözlerimi açtım, tatlı tatlı gerindim... Pencereden yatağıma
düşen geniş güneş ışığında sayısız beyaz toz zerresi telaşla birbirini
kovalıyor, ışığın kendisi mat bir beyazlığa kesmiş gibi görünüyor­
du... Bölgemizin değerli doktoru Pavel îvanoviç Voznesenski odamı
arşınlarken aldığı pozisyona göre ışık kâh bütün görüş alanımı
kaplıyor, kâh gözden kayboluyordu. Düğmeleri iliklenmemiş uzun
redingotu boşta sallanan bir elbise askısını andırıyordu. Ellerini alı­
şılmadık derecede uzun pantolonunun cebine sokmuş, köşeden kö­
şeye, sandalyeden sandalyeye, portreden portreye dolaşıyor, miyop
gözlerini önüne çıkan her şeye yönlendiriyordu. Fırsat bulabildiği
her şeye burnunu sokma ve göz ucuyla bakma alışkanlığına sadık
biri olarak, kâh eğilip kâh güçbela doğrularak lavaboya, indirilmiş
storların kıvrımlarına, kapı aralıklarına, lambanın içine bakıyordu...
Bir şey arıyormuş ya da her şeyin sağlam olduğundan emin olmak
istiyormuş gibi... Gözlüklerinin üzerinden duvar kâğıtlarında
bir yırtık ya da leke olup olmadığına dikkatle bakarken kaşlarını
çatıyor, yüzü üzüntülü bir ifadeye bürünüyordu, uzun burnuyla
kokluyor, tırnağıyla özenle kazıyordu... Bütün bunları içgüdüsel ve
bilinçsiz bir halde, alışkanlıktan yapıyordu, yine de gözlerini bir
nesneden ötekine hızla geçirirken bir değerlendirme yapan işinin
ehli biri gibi görünüyor.
“Sana kalkmanı söyledim!” diye melodik bir tonla seslendi,
gözüyse sabunluktaydı ve sabununun üzerinden bir saç telini tır­
nağıyla çıkarmaya çalışıyordu.
------------------------------------- 66 -------------------------------------

Lavabonun üzerine eğilen doktoru görünce:


“A...a...a...” diye esnedim, “Merhaba, bay İspinoz! Yüzünü gören
cennetlik!”
Bütün ilçe, sürekli kısık gözleri nedeniyle doktoru “İspinoz”
lakabıyla anardı, ben de ona bu lakapla sesleniyordum. Voznosenski
uyandığımı görünce, yanıma gelip yatağımın kenarına oturdu ve
hemen bir kibrit kutusu ahp kısık gözleriyle yakından inceledi...
“Sadece tembeller ve vicdanı rahat olan insanlar böyle uyur”
dedi, “Sen ne o, ne bu olduğundan, biraz erken kalkman gerekirdi,
dostum...”
“Şimdi saat kaç?”
“On bire gelmek üzere."
“Lanet olsun, İspinoz! Kimse senden beni bu kadar erken
uyandırmanı istemedi. Biliyorsun, bugün saat altıda uyudum, sen
gelmeseydin geç saatlere kadar uyurdum.”
“Bu doğru!” Bitişik odadan gelen Polikarp’ın bas sesiydi bu. “Az
uyumuşmuş! İki gündür uyuyor ama her şey ona az geliyor! Hangi
gün olduğunu biliyor musun?” diye sordu Polikarp, yatak odasına
girdi ve bana zeki insanların aptallara baktığı gibi baktı.
“Çarşamba” dedim.
“Hiç kuşkunuz olmasın, elbette. Sırf sizin için bir haftada iki
çarşamba olacak şekilde ayarlamışlar her şeyi.”
“Bugün perşembe!” dedi doktor. “Demek ki kuzum, bütün
çarşambayı uyumakla geçirdin, öyle değil mi? Çok hoş! Çok tatlı!
Sormama izin verirsen ne kadar içtin?”
“İki gün kadar uyumadım ama içtim, ne kadar içtiğimi hatır­
lamıyorum.”
Polikarp’ı başımızdan savdıktan sonra, giyinmeye ve yakın
zaman önce yaşadığım, romanslarda son derece güzel ve duygulu
bir şekilde sunulan ama gerçekte çok çirkin ve saçma sapan olan,
“hovardalık gecelerimizi” doktora anlatmaya başladım. Tanım­
lamalarımda, sonuçlara ve çıkarımlara hevesli olan bir insanın
doğasına aykırı da olsa, “vodvil türünün” sınırlarını aşmamaya,
gerçeklere uymaya ve ahlak dersi vermemeye çalıştım. Beni zerre
endişelendirmeyen havadan sudan konulardan söz ediyormuş gibi
davrandım. Pavel İvanoviç’in onurunu zedelememek için ve konta
------------------------------------- 67 --------------------------------------

olan nefretini de bildiğimden, pek çok şeyi sakladım, çoğuna da


üstünkörü değindim ama sesimdeki oyuncu tonlamaya ve anlat­
tıklarımı karikatürleştirmeme rağmen, tüm konuşmam boyunca
yüzüme ciddi ciddi baktı, ikide bir başını sallayıp sabırsızca omuz­
larını silkti. Bir kez olsun gülümsemedi... Açıkçası, benim “vodvil
türüm” onu pek etkilememişti.
“Peki, neden gülmüyorsun, İspinozcuğum?" diye sordum açık­
lamamı bitirince.
“Bütün bunları bana anlatmamış olsaydın ve bir olay vuku
bulmasaydı, bunların hiçbirine inanmazdım. O kadar iğrenç ki,
sevgili dostum!”
“Sen hangi olaydan söz ediyorsun?”
“Dün akşamüzeri kaba biçimde kürekle okşadığın bir köylü
geldi bana... İvan Osipov...”
“Ivan Osipov...” Omuzlarımı silktim. “Bu adı ilk kez duyuyo­
rum!”
“Uzun boylu, kızıl saçh bir adam... Yüzünde çiller var... Hatır­
lamaya çalış! Kafasına kürek indirmişsin.”
“Hiçbir şey anlamıyorum! Osipov diye birini tanımıyorum,
kürekle de kimseyi okşamadım... Bütün bunlan rüyanda gördün
galiba, amca!”
“Keşke rüya olsaydı... Karneyevski Bucak yönetiminden resmi
bir başvuruyla bana geldi ve bir sağlık raporu istedi... Evrakta yaz­
dığına göre adam yalan söylemiyormuş, ona vuran kişi şenmişsin...
Hâlâ hatırlamıyor musun? Alnında, saçlarının dibinde çürük bir
yara... Adamın kemiğine vurmuşsun be, dostum!”
“Hatırlamıyorum!” diye fısıldadım. “Kimmiş? Ne iş yapıyor­
muş?”
“Sıradan bir köylüymüş, siz orada eğlenirken gölde kürek çe­
kiyormuş...”
“Hımm... Olabilir! Hatırlamıyorum... Sanırım sarhoştum ve bir
şekilde kazara...”
“Hayır, efendim, kazara falan değil... Bir şey için ona kızdığını,
uzun bir süre küfrettiğini ve sonra küplere binerek üzerine atıldığını
ve tanıkların önünde küreği kafasına indirdiğini söylüyor... Üstelik,
‘Seni öldüreceğim, seni piç kurusu!’ diye bağırmışsın.”
68

Yüzüme kan hücum etti, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya baş­
ladım.
“Öldürsen de hatırlamıyorum!” dedim belleğimi tüm gücümle
zorlayarak, “Hatırlamıyorum! ‘Küplere binerek...’ demiş, ha! Sarhoş
olduğum zaman affedilmez pislikler yapıyorum!”
“Bundan âlâsı can sağlığı!”
“Bu adam belli ki bir skandal yaratmak istiyor ama bu önemli
değil... Önemli olan gerçek - bu dayak... Kavgaya eğilimli biri mi­
yim ben? Ve zavallı bir adama neden vurayım?”
“Evet, efendim! Elbette ona rapor veremedim ama size ulaşma­
sını tavsiye ettim hemen... Bir şekilde onunla uzlaşın... Çürükler
hafif ama gayn resmi olarak yorumlarsak, kafatasına nüfuz eden bir
baş yarası ciddi bir meseledir... Dıştan bakıldığında hafif darbeler
sonucu oluşan en basitinden bir baş yarasının kafatası kemiklerinin
nekrozuna neden olduğu, dolayısıyla adputres’le1 sonuçlandığı pek
çok olay vardır.”
Konuşurken heyecanlanan “İspinoz” ayağa kalktı, duvarların
dibinden ayrılmayarak odayı arşınlamaya ve karşımda elini kolunu
sallayarak cerrahi patolojiyle ilgili bilgilerini sayıp dökmeye baş­
ladı... Kafatası kemiklerinin ölümü, beyin iltihabı, ölüm ve diğer
dehşetler, bunlara eşlik eden makro ve mikro işlemler, bunların
hepsi benim için gayet puslu ve hiç de ilginç olmayan bir terra
incognita12 idi.
“Yeter, sus artık!” diye bağırıp doktorun tıbbi gevezeliğine son
verdim. “Bu konuların beni ne kadar rahatsız ettiğini bilmiyor
musun?”
“Bunun seni rahatsız edip etmemesi önemli değil... Dinlemeli ve
vicdan azabı çekmelisin... Belki ileride daha dikkatli olur, gereksiz
saçmalıklar yapmazsın... Onunla uzlaşmazsan bu hödük Osipov
yüzünden mevkiini kaybedebilirsin! Themis’in3 rahibinin dayak
için yargılanması... Düpedüz skandal!..”
Pavel İvanoviç yargılarını rahatlıkla, yüzümü asmadan dinledi­
ğim, gözlerime sorgulayıcı biçimde bakmasına ve araştırıcı eliyle

1 Olum (Lat.) (yayıncının notu)


2 Bilinmeyen yer, bölge (Lat.) (yayıncının notu)
3 Adalet tanrıçası, (ç. n.)
69

ruhumun dehlizlerini yoklamasına izin verdiğim tek kişi. Biz ke­


limenin tam anlamıyla arkadaşız ve aramızda her ne kadar tatsız,
kinci olay yaşanmış olsa da birbirimize saygı duyuyoruz... Aramıza
kara kedi gibi, bir kadın girmişti. Bu ebedi casus belli4 aramızda
kırgınlıklara yol açmasına rağmen birbirimizden kopmadık, barış
içinde yaşamayı sürdürüyoruz. “İspinoz” mükemmel bir insan...
Koca burunlu basit yüzünü, kısık gözlerini, seyrek, kızıl sakalını
seviyorum. Paltosunun ve redingotunun bir elbise askısına geçi­
rilmiş gibi görünmesine yol açan uzun, ince, dar omuzlu figürünü
seviyorum.
Kötü dikimli pantolonunun dizleri hep potludur, çizmelerinin
topuklan aşınmıştır; beyaz kravatı her zaman yamuktur. Ama pa­
saklı biri olduğunu düşünmeyin... Onun sevimli, bir şeylere odak­
lanmış yüzüne bir kez baktınız mı, onun kıhk kıyafetine ayıracak
zamanı olmadığını, aynca bunu nasıl yapacağını bilmediğini hemen
anlarsınız... Bu genç ve dürüst adam kibirli değildir, mesleğini sever,
günleri yollarda geçer - bu, gösterişsiz ve özensiz kıyafetlerinin
dezavantajını lehine çeviren bir durum. Bir sanatçı gibi, paranın
değerini bilmez ve bir tutkusu uğruna bütün rahatından ve hayatın
nimetlerinden vazgeçmiştir, bu yüzdendir ki varlıksız olduğu, iki
yakasını bir araya getiremediği izlenimi verir... Sigara da kullan­
maz, içki de içmez, kadınlara para harcamaz, ben tüm paralarımı
sefahat âlemlerinde tüketirken o, hastaneden ve muayenehaneden
elde ettiği geliri farklı bir şekilde harcayıp bitirir. Cebini boşaltan
iki tutkusu vardır: Borç para verme ve gazetede reklamını gördüğü
ürünleri alma alışkanlığı... Borç isteyen herkese tek kelime etmeden,
geri ödeme konusunda zorlamadan borç para verir... İnsanların
dürüstlüğüne beslediği kayıtsız şartsız inancından onu vazgeçirmek
hiçbir şekilde mümkün değildir ve gazetede reklamını gördüğü
her şeyi satın alma tutkusu da bu inancının açık bir göstergesiy­
di... Gerekli gereksiz her şeyi sipariş eder... Kitaplar, teleskoplar,
mizah dergileri, “100 parçalık sofra takımı,” kronometreler. Pavel
İvanoviç’e gelen hastalar odasını bir cephaneliğe ya da bir müzeye
benzetirlerdi... Sürekli aldatılıp kandırılsa da insanlara olan inancı

4 Savaş nedeni(Lat ) (yayıncının noıu)


70

sarsılmazdır... O anlı şanlı bir çocuk ve bu romanın ilerleyen say­


falarında onunla sık sık karşılaşacağız...
“Yanında ne çok kalmışım” dedi birden, Moskova’dan sipariş
ettiği “5 yıl garantili” -yine de iki kez tamire giden- tek kapaklı
ucuz saatine bakarak. “Gitmeliyim dostum! Hoşça kal, sözlerime
kulak ver! Kontun bu gece âlemlerinden hayır gelmez! Sadece sağ­
lığından söz etmiyorum Ah, evet! Yarın Tenevo’da olacak mısın?”
“Yarın orada ne var ki?”
“Tapınak Bayramı!5 Herkes orada olacak, sen de gideceksin!
Mutlaka git! Kesinlikle orada olacağına söz verdim. Beni sakın
yalancı çıkarma...”
Kime söz verdiğini sormaya gerek yoktu. Birbirimizi anlıyorduk.
Doktor benimle vedalaştıktan sonra yıpranmış paltosunu giydi ve
gitti...
Yalnız kalmıştım... Zihnime üşüşen tatsız düşünceleri bastırmak
için düşünmemeye ve kendimle hesaplaşmamaya çalışarak yazı
masama gittim. Mektuplarla ilgilenmeye başladım. Gözüme ilk
ilişen zarfın içindeki mektupta şunlar yazıyordu:

“Biricik sevgilim Seryoja! Seni rahatsız ettiğim için üzgünüm ama


o kadar şaşkınım ki, kime başvuracağımı bilemedim... Çok berbat
bir durum. Şimdi elbette geri alınamaz, üzülmüyorum ama kendin
bir karar ver, hırsızlara göz yumulursa, düzgün bir kadın hiçbir
yerde rahat huzur bulamaz. Sen gittikten sonra, divanda uyandım
ve pek çok şeyimin yerinde olmadığını gördüm. Bir bilezik, bir altın
kol düğmesi, kolyemden on inci, ayrıca çantamdan da yaklaşık yüz
ruble çalınmış. Konta şikâyet etmek istedim, ne var ki uyuyordu,
ben de öylece ayrıldım. Bu hiç de iyi olmadı. Meyhaneymiş gibi
kontun evinde hırsızlık yapılıyor. Konta sen söyle. Seni öpüyor,
selamlarımı gönderiyorum.
Senin sevgili Tina’n.”

Ekselanslarının evinin hırsızlarla dolup taşması benim için yeni


bir şey değildi, Tina’nın mektubunu bu konuyla ilgili belleğimdeki
bilgilere ekledim. Bu bilgileri eninde sonunda kullanmaya başla­
yacaktım... Hırsızları tanıyordum.

5 Azizler günü. (ç. n.)


71

Kara gözlü Tina’nın mektubu, koyu, zarif el yazısı, bana mozaik


konuk odasını hatırlattı ve mahmurluğumu içkiyle giderme isteği
uyandırdı içimde, ancak bu isteğime gem vurup kendimi çalışmaya
zorladım. İlk başta, polis memurlarının el yazılarını sökmek benim
için adeta işkence oldu ama sonra dikkatimi yavaş yavaş azılı hır­
sızlık vakalarına yöneltince zevkle çalışmaya başladım. Gün boyu
masamda oturdum, Polikarp ikide bir yanımdan geçiyor, kuşkuy­
la çalışmamı izliyordu. Ciddiyetime inanmıyor, her an masadan
kalkıp Zorka’yı eyerlemesini emretmemi bekliyordu ama akşama
doğru, kararlığımı görünce ikna oldu ve yüzündeki huysuz hava
yerini gönül rahatlığı ifadesine bıraktı. Ayaklarının ucuna basarak
dolaşıyor, fısıltıyla konuşuyordu...
Penceremin önünden akordeonlu gençler geçerken dışarı çıkıp
bağırmaya başladı:
“Ne halt etmeye burada dolaşıyorsunuz? Hadi bakalım, başka
sokağa! Düzen bilmez haydutlar, burada beyefendi çalışıyor!”
Akşamleyin yemek odasına bir semaver getirdikten sonra kapımı
sessizce açtı ve tatlı bir dille çay içmeye çağırdı.
“Lütfen bir bardak çay için!” dedi şefkatle içini çekerek, sonra
saygıyla gülümsedi.
Çay içerken, sessizce arkamdan gelip omzuma hafifçe dudak­
larını dokundurdu...
“Bu şekilde daha iyi, Sergey Petroviç” diye mırıldandı. “Şu
lepiska saçlı şeytana metelik vermeyin... Sizin gibi eğitim düzeyi
yüksek ve derin fikirleri olan birinin aşağılık insanlarla ilgilenmesi
nasıl mümkün olabilir? Soylu bir mesleğiniz var... Herkesin sizin
gönlünüzü alması, sizden çekinmesi lazım ama o şeytanla beraber
olup insanların kafalarını kırar, bir de elbiseyle gölde yüzerseniz,
herkes şöyle der: ‘Hiç akh yok! Ne kadar boş bir adam!’ Sonra bu
itibar peşini hiç bırakmayacak! Kabadayılık tüccara yakışır, soylu
adama değil... Soyluya bilim gerekir, hizmet var...”
“Ama yeter, yeter artık...”
“Kontla düşüp kalkmayın Sergey Petroviç! Şayet bir arkadaş
aramak istiyorsanız Dr. Pavel İvanoviç gibi adamı nerede bulur­
sunuz? Tamam, üstü başı dökülüyor ama sonuçta çok zeki bir
adam!”
72

Polikarp’ın içtenliği çok duygulandırmıştı beni... Ona tatlı sözler


söylemek istedim...
“Şimdi hangi romanı okuyorsun?” diye sordum.
“Monte Cristo Kontu. İşte size bir kont! Yani gerçek bir kont!
Senin pislik konta benzemez!”
Çaydan sonra tekrar işe koyuldum, gözkapaklarım düşerek
yorgun gözlerimi kapatana kadar çalıştım... Uyumaya gittiğimde,
Polikarp’a beni saat beşte uyandırmasını söyledim.
Ertesi sabah saat altıda kalktım, neşeyle ıslık çalarak, bastonum­
la çiçeklerin başlarını kopararak Tapınak Bayramı’nın kutlandığı,
dostum “İspinoz” Pavel İvanoviç’in de beni davet ettiği Tenevo’nun
yolunu tuttum. Harika bir sabahtı. Yeryüzünün üzerinde bir mutlu­
luk bulutu asılmıştı sanki, her bir çiyde yansıyarak gelen geçenlerin
ruhuna işliyordu adeta. Sabah ışığına bulanmış orman adımlarımı,
beni güvensizlik ve korku ifadesiyle karşılayan kuş sürüsünün
cıvıltılarını dinlercesine sessiz ve hareketsizdi... Hava, taze yeşil
bitkilerin buğusuyla doymuş, sağlıklı akciğerlerimi tatlı tatlı okşu­
yordu. Havayı içime çekiyor, önümde uzanan enginliği esrimeyle
seyrediyordum, ilkbaharı ve gençliği hissettim, genç huşlann, yol
kenarındaki çimenlerin ve aralıksız vızıldayan mayıs böceklerinin
duygulanım paylaştığı izlenimine kapıldım.
“Şu dünyada insan,” diye düşündüm, “yaşamak ve düşünmek
için burada bu kadar geniş bir alan varken neden iç karartıcı kulübe­
lerde, yetersiz, sınırlı düşünceleriyle yaşar? Neden buraya gelmez?”
Şiirsel hayal gücüm, kış ve ekmek derdi düşüncesine kanşmak
istemiyordu; şairleri soğuk, tatsız bir Petersburg’a ve kirli Moskova’ya
süren bu iki acı, şiirler için telif ücreti ödüyordu ama ilham vermi­
yordu.
Ayine ve panayıra yetişmek için acele eden köylülerin arabalan
ve toprak sahiplerinin faytonları yanımdan geçip gidiyordu. Sürekli
şapkamı çıkarmam, köylülerin ve tanıdık toprak sahiplerinin se­
lamlarına karşılık vermem gerekiyordu. Herkes “arabaya binmemi”
teklif ediyordu ama yürümeyi tercih ettiğimden tekliflerini geri
çeviriyordum. Yanımdan bir de lacivert ceketi ve jokey şapkasıyla
drojkiye6 kurulmuş, kontun bahçıvanı Franz geçti... Bana boş boş,

6 Üstü açık hafif yolcu arabası, (ç. n.)


73

uykulu, soğuk gözlerle bakarak elini şapka siperinin altına uyu­


şukça dokundurdu. Arkasında beş kova hacminde demir çemberli
-belli ki votka için- bir fıçı bağlıydı... Franz’ın iğrenç yüzü ve fıçısı
şiirsel havamı bozmuştu ama çok geçmeden arkamda bir arabanın
gürültüsünü duyduğumda şiir tekrar üstün geldi. Arkamı dönünce
iki doru atın çektiği büyük bir şarabanın7 içinde, üzerinde deri bir
yastık olan bir kutuya koltukta oturan ve daha iki gün önce anne­
sinin “yıldırım çarpmasından” öldüğünü söyleyen yeni tanıştığım
“Kırmızılı Kız”ı gördüm... Ormanı yoldan ayıran tarla sınırından
yürüdüğümü görünce Olenka’nın yeni yıkanmış, biraz uykulu
güzel yüzü parladı ve hafifçe kızardı. Beni neşeyle selamladı ve eski
bir dostunu görmüş gibi içtenlikle gülümsedi.
“Günaydın!” diye bağırdım.
Bana elini salladı, daha da canlanmış güzel, minicik yüzüne
doya doya bakamadan büyük arabasıyla gözümün önünden kay­
bolup gitti. Bu kez kırmızı elbisesini giymemişti. Üzerinde büyük
düğmeli koyu yeşil bir çember etek, başında geniş kenarlı bir hasır
şapka vardı. Ancak eski elbisesini daha çok sevmiştim. Onunla
konuşmak, sesini dinlemek neşeme neşe katardı. Güneşin parıltılı
ışığında şimşeklerin çaktığı o akşamda yaptığım gibi, o derin göz­
lerine bakmak isterdim. Onu o çirkin arabadan aşağıya indirmeyi
ve ona yolun geri kalan bölümünü birlikte yürümeyi teklif etmek
isterdim, toplumun “koşulları” olmasaydı bunu yapardım. Nedense
bu öneriye gönülden katılacağını düşünmüştüm... Öyle ya, araba
uzun kızılağaç korusunu döneceği sırada bana iki kez bakması
boşuna değildi!..
Oturduğum yerle Tenevo arası altı kilometre kadardı, güzel bir
sabahta genç bir insan için ciddi bir uzaklık değildi bu. Saat yediye
doğru arabalarla panayır sergileri arasından Tenevo Kilisesi’ne doğ­
ru ilerlemeye başladım. Kilisede henüz ayin bitmediği ve sabahın
erken saatleri olduğu halde alışveriş edenlerin sesi havayı doldur­
muştu. Araba gıcırtıları, atların kişnemesi, ineklerin böğürmesi,
oyuncak trompet sesleri - hepsi at cambazı Çingenelerin bağırtı­
larına ve bu saatte “fitil gibi sarhoş olmayı” başarmış mujiklerin
şarkılarına karışıyordu. Bunca bayram sevinciyle dolu yüz, bunca
7 Birkaç sıralı büyük gezi arabası, (ç. n.)
7-1

farklı tip! Sabah güneşinin ışığına bulanmış parlak renkli giysile­


riyle bu karmakarışık insan kitlesinde ne müthiş bir çekicilik ve
devinim var! Bu binlerce insan birkaç saat içinde işini halletmek
ve akşama doğru saman döküntülerini, oraya buraya saçılmış yu­
laf ve ceviz kabuklarını bir hatıra gibi arkalarında bırakıp oradan
ayrılmak için cebelleşip duruyor, deviniyor, gürültü ediyordu...
Halk yoğun kalabalıklar halinde kiliseyle panayır yeri arasında
gidip geliyordu.
Kilisenin tepesindeki haç, güneş gibi altın rengi ışınlar yayıyor­
du. Parıldıyor, altından alevlerle için için yanıyor gibi görünüyor­
du. Haçın altındaki kubbenin tepesi de aynı ateşle yanıyor, yeni
boyanmış yeşil kubbe güneşte parlıyordu, ışıldayan haçın ardında
duru mavi gökyüzü uzanıyordu. İnsanlarla dolu avluda kendime
yol açarak kiliseye girdim. Ayin yeni başlamıştı, içeri girdiğimde
sadece Elçilerin İşleri okunuyordu. Kilisede duaların ve buhurdanı
sallayan diyakozun adımlarının dışında derin bir sessizlik hüküm
sürüyordu. Halk sakin ve hareketsiz durmuş, derin bir huşuyla Çar
Kapılarına8 bakıyor, bir yandan da uzun duayı dinliyordu. Taşraya
özgü görgü kuralları, daha doğrusu ahlak anlayışı, kilisedeki bu
saygın sessizliği bozmaya yönelik her türlü girişimi sıkı biçimde
izler ve gerekli önlemleri alır. Kilisede beni gülümsemeye ya da
konuşmaya zorlayan bir şey olması beni her zaman utandırırdı.
Ama ne yazık ki, çok fazla tanıdığım vardı ve kilisede hemen hep­
siyle karşılaşırdım, görmediğim çok az kişi olurdu; kiliseye girer
girmez genellikle bir “entelektüel” hemen bana doğru yaklaşır,
hava durumuyla ilgili uzun bir girişten sonra, kişisel işleriyle ilgili
konuşmaya başlar. “Evet”, “hayır” diye kısa yanıtlarıma rağmen
nezaketi elden bırakmam, muhatabımda “seni dinleyecek durumda
değilim” duygusu yaratmam. Genelde nezaketim bana pahalıya mal
olur. Sohbet ederken utançla hemen yakınımda dua edenlere bir
göz atar, boş gevezeliğimle onları rahatsız ettiğimden çekinirim.
Ama bu seferki tanıdığı kaçıramazdım. Zira kilisenin eşiğinde,
hemen girişte Tenevoya gelirken yolda karşılaştığım kahramanımı,
“Kırmızılı Kız”ın ta kendisini gördüm.

8 Kiliselerde ikonaların merkezinde bulunan çift kanatlı kapı. Aynı zamanda


imparatorluk kapısı, (ç. n.)
75

Zavallı kız ıstakoz gibi kızarmıştı, terden sırılsıklam olmuş ce­


maatin arasında duruyor, bir kurtarıcı arar gibi yalvaran gözlerini
insanların üzerinde gezdiriyordu. İyice birbirine geçmiş kalabalığın
arasında saplanıp kalmıştı, ne ileri, ne geri hareket edebiliyordu,
avuç içiyle kuvvetlice sıkılmış bir kuş gibiydi. Beni görünce, acı acı
gülümsedi ve güzel çenesini kaldırarak selam verdi.
“Tanrı aşkına beni buradan çıkarın!” dedi koluma yapışarak.
“Burası son derece havasız... ve kalabalık... Size yalvarıyorum!”
“Ama ilerisi de sıkışık!” dedim.
“Ama orada iyi giyimli saygın insanlar var... Burası işçi köylü
dolu, ön tarafta bizim için ayrılmış yer var... Sizin de orada olmanız
gerekir...”
Demek ki kıpkırmızı olmasının nedeni kilisenin havasız ve
sıkışık olması değildi. Dahil olduğu sosyal sınıfı dert ediyordu!
Bu kibirli kızın yalvarışlarına kulak verdim ve halkı hafifçe iterek,
bizim ilçenin monde’un9 bütün renkleriyle nazır bulunduğu vaiz
kürsüsüne kadar götürdüm. Olenkayı aristokrat eğilimlerine uygun
bir yere yerleştirdikten sonra, beau monde’un arkasında durdum ve
gözlemlerime başladım.
Her zamanki gibi erkekler ve kadınlar fısıltıyla konuşuyor,
kıkırdıyorlardı. Sulh hâkimi Kalinin, el kol hareketleri eşliğinde
başını sallarken, alçak sesle toprak sahibi Deryayev’e kendi hasta­
lıklarından söz ediyordu. Deryayev sesini yükselterek doktorlara
veryansın ediyor, sulh hâkimi Yevstrat İvanıç adlı bir doktorda
tedavi görmesini sahk veriyordu. Kadınlar Olenka’yı görünce iyi bir
konu bulmuş gibi üzerine atladılar ve aralarında fısır fısır konuş­
maya başladılar. Görünüşe göre sadece genç bir kız dua ediyordu...
Dizlerinin üstüne çökmüştü, siyah gözlerini önüne eğmiş, dudak­
ları oynuyordu. Şapkasından kurtularak solgun alnına gelişigüzel
dökülen buklesini fark etmemişti, Genç kız Olenka’yla birlikte
yanında durduğumuzu da fark etmemişti.
Bu kız sulh hâkimi Kalinin’in kızı, Nadejda Nikolayevnaydı.
Daha önce bu kadından söz ederken, benimle doktor arasında ko­
şup duran bir kara kediye benzetmiştim onu... Doktor onu sevgili
“İspinozum” gibi asil ruhların sevdiği gibi sevi... Şimdi boynunu
9 Yüksek sosyete, (yayıncının notu)
76

kaldırmış, sırık gibi onun yanında hazırolda duruyordu... Bazen


sorgulayıcı, sevgi dolu gözlerini genç kadının bir şeylere odaklan­
mış yüzüne kaldırıyordu... Dualarını izliyor gibiydi ve gözlerinde
kadının duasının nesnesi olan tutkulu ve hüzünlü bir istek parlı­
yordu. Ama ne yazık ki kimin için dua ettiğini biliyordu... Onun
için değildi...
Pavel İvanoviç arkasını dönüp bana baktığı zaman başımla
selamladım, birlikte kiliseden çıktık.
“Hadi, panayırda dolaşalım” dedim.
Birer sigara yakıp dükkânlara doğru yürüdük.
“Nadejda Nikolayevna nasıl?” diye sordum, oyuncakların sa­
tıldığı çadıra girerken.
“Fena değil... Sağlıklı görünüyor...” diye yanıtladı doktor, bir
yandan açık mor yüzlü, koyu kırmızı üniformalı oyuncak bir askere
gözlerini kısarak bakıyordu. “Seni sordu...”
“Peki, ne sordu?”
“Öylesine, genel olarak... Uzun zamandır onlara uğramadığın
için kızıyor... Seninle görüşmek ve evlerine bu ani soğukluğun
girmesinin nedenlerini senden öğrenmek istiyor... Hemen her gün
giderdin ama sonra, Bana bak! İlişkiyi kesmişsin gibi... Selam bile
vermiyormuşsun.”
“Yanılıyorsun, İspinoz... Gerçekten, hiç boş zamanın olmadığı
için Kalinin’lere uğramayı kesmiştim... İşin aslı bu... Bu aileyle
ilişkilerim eskisi gibi mükemmel... Onlardan kiminle karşılaşırsam,
her zaman selam veririm.”
“İyi de, geçen perşembe günü babasıyla karşılaştığında, selam
vermeye bile tenezzül etmemişsin.”
“Bu odun kafalı yargıçtan hoşlanmıyorum,” dedim, “yüzüne
kayıtsızca bakamıyorum, buna rağmen bana uzanmış bir eli sık­
maya hâlâ gücüm var. Büyük olasılıkla perşembe günüydü, onu
fark etmemiş ya da tanımamış olabilirim. Bugün havanda değilsin,
İspinozcuğum, kavga çıkarmaya çalışıyorsun...”
“Seni seviyorum, kuzum” diye içini çekti Pavel İvanoviç, “ama
sana inanmıyorum... yok fark etmedim, yok tanımadım... Gerek­
çelerine de, açıklamalarına da ihtiyacım yok... Bu kadar gerçekten
uzak şeylerin ne diye lafını ediyorsun? İyisin, harika bir insansın
77

ama hasta beyninde, bir çivi gibi yerinden oynamış küçük bir parça
var ki, üzgünüm, her türlü pisliği yapabilecek nitelikte...”
“Çok teşekkür ederim.”
“Kızma, canım... Umarım, yanılmışımdır ama biraz psikopat bir
yanın varmış gibi geliyor bana. Bazen sende, seni dürüst bir insan
olarak tanıyan herkesi şaşırtan, iradene ve iyi karakterinin eğili­
mine aykırı istek ve davranışlar ön plana çıkıyor... Bilme onuruna
eriştiğim yüksek ahlaki ilkelerinin, sonunda aleni bir iğrençliğe
vardıran bu ani dürtülerinle bir arada yaşayabilmesi gerçekten çok
şaşırtıcı! Nasıl bir hayvan bu?” diye birden satıcıya döndü Pavel
İvanoviç sesinin tonunu değiştirerek; yüzüne bir insan burnu
kondurulmuş, yeleli ve sırtı gri çizgilerle kaph bir ahşap hayvanı
gözlerine yaklaştırdı.
“Aslan” diye esnedi satıcı. “Belki de başka bir yaratıktır. Şeytan
bilir ne olduğunu!”
Oyuncakçı barakasından çıkıp hummalı bir alışverişin döndüğü
tekstil tezgâhlarına yöneldik.
“Bu oyuncaklar çocukları aldatır sadece” dedi doktor. “Bitki
ve hayvan dünyası hakkında en yanlış fikirlere yol açar. Şu aslan,
örneğin... Çizgili, koyu kırmızı, bir de gıcırdıyor. Gıcırdayan aslan
nerede görülmüş?”
“Bana bak, İspinozcuk,” dedim. “Gördüğüm kadarıyla, bana söy­
lemek istediğin bir şey var ama söylemeye çekiniyorsun... Konuş...
Bana tatsız şeyler söylesen bile seni dinlemek hoşuma gidiyor...”
“Dostum, tatsız ya da değil sadece dinle... Seninle birçok şey
hakkında konuşmak istiyorum...”
“Başla o zaman... Can kulağıyla dinliyorum.”
“Sana bir psikopat olduğuna dair düşüncemi daha önce söyle­
miştim. Şimdi, kanıtlan duymak ister misin? Açıkçası, gayet dürüst,
hatta bazen sert laflar edeceğim... Sözlerim seni biraz kırabilir
ama kızma, dostum... Sana olan duygulanım bilirsin: İlçede seni
herkesten çok sever, saygı duyarım... Seni kınamak, incitmek ya
da başına kakmak için söylemem bunları. İkimiz de nesnel olalım,
dostum... Psikolojine bir karaciğer yahut mide gibi tarafsız bir
gözle bakalım...”
“Peki, nesnel olahm” diye kabul ettim.
78

“Harika... Kalinin’le olan ilişkinden başlayalım... Belleğine da­


nışırsan, sana kutsanmış ilçemize varır varmaz hemen Kalinin’leri
ziyaret etmeye başladığını söyleyecektir... Tanıdıklarını aramadın...
Daha ilk başta kibirli tavrın, alaycı ses tonun, kontla olan dostlu­
ğun ve işret düşkünlüğün sulh hâkiminin hoşuna gitmedi. Onu
önce sen ziyaret etmeseydin, onun evine hiç gidemezdin. Hatırlıyor
musun? Nadejda Nikolayevna’yla tanıştın ve neredeyse her gün
hâkimin evine gitmeye başladın... Oraya ne zaman gitsem, sen de
orada olurdun... Büyük hüsnü kabul görüyordun. Sana cana yakın
davranmakta gecikmediler... Anne de, baba da, küçük kız kardeş­
ler de... Sana bir akraba gibi bağlandılar, sana hayran oldular, el
üstünde tuttular, en saçma esprilerine kahkahayla güldüler... Sen
onlar için zekânın, asaletin, centilmenliğin kusursuz bir örneğiy­
din. Bütün bunları anlamış, bu yakınlığa yakınlıkla karşılık vermiş
gibiydin: Her gün onlara gidiyordun, bayram arifelerinde, koştur­
ma, telaş ortamında bile... Sonunda, Nadenka’da uyandırdığın bu
mutsuz aşk senin için bir sır değil... Sır değil, öyle değil mi? Sana
sırılsıklam âşık olduğunu bildiğin halde sürekli oraya gittin... Peki,
sonra ne oldu dostum? Bir yıl önce, durup dururken ziyaretlerini
ansızın kestin... Seni bir hafta, bir ay... bugüne kadar beklediler,
sen hâlâ ortalarda yoksun... Sana yazıyorlar, cevap vermiyorsun...
Sonunda selam bile vermez oldun... Senin gibi inceliğe büyük
önem veren birine bu davranışların en âlâsından bir saygısızlık
olarak görünür! Kalinin’lerden neden böyle ansızın ve böyle in­
citici biçimde uzaklaştın? Seni kırdılar mı? Hayır... Sıkıldın mı?
Eğer öyleyse, yok yere kabalık etmeden, incitmeden, yavaş yavaş
ayrılmanız gerekirdi...”
“Ziyaret etmeyi bıraktım” diye sırıttım, “ve böylece psikopatla­
rın safında yerimi aldım. Ne kadar safsın İspinozcuğum! Dostluğu
hemen kessen ne olur, yavaş yavaş kessen ne olur? Hiç fark eder
mi? Birden kesilmesi daha dürüst, dolayısıyla daha az iki yüzlü
olur. Ama bütün bunlar ne kadar saçma!”
“Bunların saçmalık olduğunu ya da yabancı bir gözü ilgilendir­
meyen birtakım gizli nedenlerin seni ansızın bu yola zorladığını
varsayalım. Ancak sonraki davranışlarını nasıl açıklayacaksın?”
“Örneğin?”
79

“Örneğin, bir gün bizim Zemsvo Yönetimi’nin1011 bir toplantısı­


na katılmıştın, orada ne işin olduğunu bilmiyorum, başkan sana
Kalinin’lere neden hiç uğramadığını sormuştu, sen yanıt vermiş­
tin... Ne dediğini hatırla bakalım! ‘Evlenmekten korkuyorum!’
Dudaklarından dökülen kelimeler buydu! Bunu toplantı sırasında
anlaşılır şekilde yüksek sesle söyledin, böylece toplantı salonunda
bulunan yüzlerce kişi seni duyabilecekti! Ne hoş, değil mi? Bu
sözleri duyanlar gülmekten kırılıyor, sonra damat avcılığı üzerine
bir sürü aşağılayıcı fıkra anlatılıyor. Aşağılık adamın teki seni dinle­
dikten sonra, soluğu Kalinin’lerde alıyor ve akşam yemeği sırasında
Nadenka\a anlatıyor... Bu aşağılamanın sebebi ne, Sergey Petroviç?”
Pavel İvanoviç yolumu kapatıp önümde durdu, yüzüme bakarak
ağlamaklı gözlerle şöyle dedi:
“Bu aşağılamanın sebebi ne? Niye? Bu iyi kalpli kız seni sevdiği
için mi? Babanın her baba gibi, seninle ilgili planları olduğunu var­
sayalım... O, bir baba olarak herkesi: Seni de, beni de, Markuzin’i
de göz önünde tuttu... Bütün anne babalar aynıdır... Hiç kuşkusuz,
sana delice âşık olan kadın belki de karın olmayı umuyordu... Bu
yüzden sana okkah bir tokat atmadı mı? Azizim, azizim. Sana böyle
davranıİmasını teşvik eden de sen değil misin? Her gün gittin oraya,
sıradan konuklar öyle sık sık gitmezler. Gündüzleri onunla balık
avlamaya gittin, akşamları tefe a tete’inizi” herkesten sakınarak
bahçede gezintiler yaptınız... Seni sevdiğini öğrendin ve tavrını
hiç değiştirmedin... Bu durumda iyi niyetinden kuşku duyulabilir
mi? Onunla evleneceğinden emindim! Ama sen... sen şikâyet ettin,
onunla alay ettin! Neden? Sana ne yaptı?”
“Bağırma, İspinozcuğum, insanlar bize bakıyor” dedim ken­
dimi Pavel İvanoviç’ten uzaklaştırarak. “Bu konuşmayı keselim.
Bu kocakarı gevezeliklerine döndü iyice... Sana sadece bir iki şey
söyleyeceğim ve artık konuşmayacaksın. Kalinin’lere gidip geldim
çünkü sıkılıyordum ve Nadya bana ilginç geliyordu... Çok ilgi çekici
bir kız... Onunla evlenebilirdim ama senin benden önce ona bir
yakınlık beslediğini ve ona karşı kayıtsız kalamadığını öğrenince bir

10 Toprağa bağlı kölelik düzeninin 1862'de kaldırılmasından sonra kurulan, yol


bayındırlık işleriyle uğraşan teşkilat, (ç. n.)
11 Baş başa kalma (İng.) (ç. n.)
80

kenara çekilmeye karar verdim... Senin gibi muhteşem bir insanın


önünü tıkamak benim için zalimlik olurdu...”
“Bu inceliğin için eksik olma! Ben senden asla böyle zarif bir
lütuf beklemedim, şimdi, yüzündeki ifadeden görebildiğim ka­
darıyla, yalan yanlış ve boşuna konuşuyorsun, sözlerin ağzından
düşünmeden çıkıyor... Hem, iyi niyetli bir adam olduğum gerçeği
seni son ziyaretlerinden birinde, çardakta Nadenkaya teklifte bu­
lunmaktan alıkoymadı ki, onunla evlendiği takdirde bu iyi niyetli
adam için hiç de iyi olmayacaktı bu!”
“Vay canına!.. Bu önerimi nereden biliyorsun İspinozcuğum?
İnsanlar böyle sırlarını sana açıyorsa, demek ki ilişkilerin fena değil!
Yalnız öfkeden betin benzin attı, üzerime saldıracak gibi bir halin
var... Oysa daha demin tarafsız olmak konusunda anlaşmıştık! Ne
komik adamsın İspinozcuğum! Pekâlâ, bu saçmalığı bir kenara
bırakalım... Postaneye doğru gidelim...”

Üç küçük penceresi panayır alanına bakan postaneye yöneldik.


Külrengi çitlerin arasından, çiçek tarhları, çim vb düzenleme işinde
uzman olan ilçemizin tanınmış siması tesellüm memuru Maksim
Fyodoroviç’in rengârenk çiçekliği görünüyordu.
Maksim Fedoroviç’i hayatından gayet memnun bir şekilde
çalışırken yakaladık... Memnuniyetten kızarmış yüzüyle gülüm­
seyerek yeşil masasında oturmuş, yüzlerce rubleden oluşan kahn
bir desteyi bir kitabın sayfalarını çevirir gibi evirip çeviriyordu.
Görünüşe göre, başkalarının parasını görmek bile ruh durumunu
etkileyebiliyordu.
“Merhaba, Maksim Fyodoroviç!” dedim. “Bu kadar para nere­
den geldi?”
“Efendim, St. Petersburg’a gönderilecek!” dedi tesellüm memuru
tatlı tath gülümseyerek, çenesiyle postanede bir sandalyede oturan
karanlık bir insan figürünün bulunduğu köşeyi gösterdi...
Bu figür beni görünce sandalyeden kalkıp bana doğru yaklaştı.
Yakınlaştığında kim olduğunu gördüm, kontta kaldığımda sar­
hoşken sürekli hakaret ettiğim, yeni tanıştığım, yeni peydahlanan
düşmanımdı...
“Saygılarımla” dedi.
81

“Merhaba, Kaetan Kazimiroviç,” diye karşılık verdim, uzattığı


elini görmemiş gibi davranarak. “Kontun sağlığı nasıl?”
“Tanrıya şükür iyi... Sadece biraz canı sıkılıyor... Her an çıkıp
gelmenizi bekliyor...”
Pşehotski’nin benimle konuşmak istediğini yüzünden okumuş­
tum. Ona o akşam “domuz” dedikten sonra bunu nasıl isteyebilirdi
ve davranışındaki bu değişikliğin sebebi neydi?
“Ne kadar çok paran var!” dedim göndereceği yüz rublelik
desteye bakarak.
Bir el beynimi dürtmüştü sanki! Yüz rublelerden birinin kenarla­
rının yanık olduğunu gördüm, bir köşesi tamamen yanmıştı... Kont
Çingenelere ödenecek parayı benden almayı reddedince şandor
ateşinde yakmak istediğim, Pşehotski’nin de yerden topladığı yüz
rublenin ta kendisiydi bu.
“Onu ateşe atmaktansa bir dilenciye veririm daha iyi” demişti
o zaman.
Acaba bu parayı şimdi hangi “dilenciye” gönderiyordu?
“Yedi bin beş yüz ruble” diye ağır ağır saydı Maksim Fyodoroviç.
“Kesinlikle doğru!”
Başkalarının sırlarına burnunu sokmak rahatsız edici bir şey
ama bu kara kaşlı Polonyah’nın Petersburg’a kimin parasını, kime
gönderdiğini öğrenmeyi çok istiyordum. Bu para ne olursa olsun
onun değildi, kontun göndereceği kimsesi de yoktu.
“Sarhoş kontu soyup soğana çevirmiştir” diye düşündüm. “Sağır
ve salak Kukumav bile kontu soyabildikten sonra bu kaz, kontun
cebine pençesini daldırmakta ne zorluk çekebilir ki?”
“Ah... bu arada, ben de para gönderecektim” dedi Pavel İvanoviç
aceleyle. “Biliyor musunuz beyler? İnanamazsınız! On beş ruble
verince ücretsiz beş şey alınabilir! Dürbün, bir kronometre, bir
takvim ve başka şeyler... Maksim Fyodoroviç, bana bir kâğıt ve bir
de zarf ver!”
İspinoz on beş ruble gönderdi, ben gazeteleri ve mektupları
aldım, postaneden ayrıldık...
Kiliseye doğru yola koyulduk. İspinoz bir sonbahar günü gibi
solgun ve mutsuz, arkamda yürüyordu. Kendini “tarafsız” göster­
meye çalıştığı sohbet onu beklemediği kadar derinden etkilemişti.
------------------------------------- 82 -------------------------------------

Kilisenin çanı çaldı. Sonu gelecek gibi görünmeyen yoğun bir


kalabalık kilisenin avlusundan ağır ağır iniyordu. Kalabalıktan
kutsal kilise sancakları ve haç alayının en önünde yer alan bir kara
haç yükseliyordu. Güneş, din adamlarının cüppelerinde neşeyle
oynuyor, Tanrı Doğuran Meryem Ana’nın tasviri göz kamaştırıcı
bir ışık saçıyordu...
“İşte bizimkiler!” dedi doktor, ilçemizin “beau monde"unu gös­
tererek, kalabalıktan ayrılmış, bir kenarda duruyorlardı.
“Sizinkiler, bizimkiler değil” dedim.
“Hepsi aynı... Hadi, onlara doğru yürüyelim...”
Tanıdıklarımın yanma varıp selâmlaştım. Sulh hâkimi Kalinin
uzun boylu, geniş omuzlu, kır sakallı bir adamdı, bir kereviti
andıran pörtlek gözleri vardı, en önde durmuş, kızının kulağına
bir şeyler fısıldıyordu. Beni görmezden gelerek bulunduğu tarafa
gönderdiğim selama karşılık vermedi.
“Hadi, güle güle, meleğim” dedi ağlamaklı bir sesle, kızını
soluk alnından öperek. “Eve yalnız git, ben akşam döneceğim...
Ziyaretlerim kısa sürecek.”
Kızını bir kez daha öpüp “beau monde”a tath tath gülümsedi,
sonra kaşlarını iyice çatarak tek topuğu üzerinde sertçe döndü ve
arkasında duran polis rozetli köylüye12 çıkıştı.
“Arabamın geçmesine ne zaman izin verilecek?”
Polis heyecanlanarak kollarını salladı.
“Destur!!”
Alayın arkasından yürüyen kalabalık iki yana açıldı, hâkimin za­
rif ve çıngıraklı atları dörtnala geldi, Kalinin arabaya bindi, görkemli
bir şekilde eğildi ve “Dikkat!” diye bağırarak kalabalığı tedirgin
ettikten sonra bana bakmaya tenezzül etmeden gözden kayboldu.
“Ne harika bir domuz!” diye fısıldadım doktorun kulağına.
“Hadi, buradan gidelim!”
““Nadejda Nikolayevnayia gerçekten konuşmak istemiyor mu­
sun?” diye sordu Pavel İvanoviç.
“Artık eve gitmeliyim. Zamanım yok.”
Doktor bana öfkeyle baktı, içini çekerek yanımdan ayrıldı.
Ben de oradakilere selam verdim ve barakalara yöneldim. Yoğun
12 Köy polisi, (ç. n.)
83

kalabalığın arasından geçerken, etrafıma baktım ve hâkimin kızını


gördüm. Beni gözleriyle takip ediyordu, acı bir kırgınlık ve sitemle
dolu delici bakışlarına dayanıp dayanamayacağımı denemek ister
gibiydi.
“Neden?!” diyordu gözleri.
Göğsümde bir şeyler kıpırdamaya başladı, aptal davranışımdan
pişman olup utanç duydum. Birden henüz tümüyle kirlenmemiş
yumuşak ruhumun tüm gücüyle geri dönmek ve beni candan seven
ama kalbinde onmaz yaralar açtığım bu genç kızı kucaklamak, sevip
okşamak ve ona suçlu olanın ben değil, yaşamama, nefes almama
ve adım atmama izin vermeyen lanet olası gururum olduğunu
söylemek istedim. Ah şu havai, züppece, aptalca gururum... Her
davranışımın ilçenin dedikoducu ve “kötü niyetli yaşh kadınları”
tarafından izlendiğini gördükten sonra, sorumsuz bir adam olan
ben, barışmak için elimi uzatabilir miydim? Bu ahmak kadınların
pek hoşlandıkları “sağlam” karakterim ve gururuma besledikleri
inancı sarsmaktansa, Nadejda’nın bir süre daha onların alaylı ba­
kışlarına ve gülüşmelerine maruz kalmasını tercih ettim.
Pavel İvanoviç’le daha önce konuşurken içten davranmamış,
Kalinin’lere yaptığım ziyaretleri ansızın kesmemin nedenlerini
tamamen çarpılmıştım... Asıl nedeni saklamıştım, çünkü nedenin
önemsizliğinden utanıyordum... Nedeni toz zerresi kadar önemsiz­
di... İçeriği şöyleydi: Son gelişimde Zorka’yı arabacıya teslim edip
Kalinin’lerin evine girdiğimde, şu sözler kulağıma çarptı:
“Nadya, neredesin? Nişanlın geldi!”
Bu söz büyük olasılıkla onu duyabileceğimi hesaba katmayan
babası sulh hâkimi tarafından söylenmişti. Ne var ki duymuştum
ve gururum kabarmıştı.
“Ben nereden nişanlısı oluyorum?” dedim içimden. “Bana ni­
şanlın demene kim izin verdi? Hangi temele dayanarak?”
Göğsümde bir şeyler kopmuştu sanki... Gururum öne çıktı ve
Kalinin’e gelirken hatırladığım her şeyi unuttum... O kızın aklını
başından aldığımı ve onsuz tek bir akşam geçiremeyecek kadar ona
gönlümü kaptırdığımı unuttum... Gece gündüz aklımdan çıkmayan
güzel gözlerini, tath gülümsemesini ve melodik sesini unuttum...
Hem benim hem de onun için bir daha asla tekrarlanmayacak
84

sessiz yaz akşamlarını unuttum... Her şey, safdil babanın aptalca


sözleriyle ayaklanan şeytani gururumun baskısı altında çöktü...
Öfkeden kudurmuş halde gerisingeri dönüp Zorka’ya atladım ve
iznim olmadan beni kızının nişanlısı saymaya cüret eden Kalinin’i
“ağlatmaya” yemin ederek dörtnala uzaklaştım...
Eve dönerken bu ani ayrılığımı haklı çıkarmak için, “Ayrıca Voz-
nesenski onu seviyor” diye düşündüm... “Benden önce Nadya'nın
etrafında dört dönüyordu ve onunla tanıştığımda zaten damat
olarak benimsenmişti. Ona engel olmayacağım!”
Ve o zamandan beri Kalinin’lere hiç gitmedim, gerçi Nadenkaya
duyduğum özlemden acı çektiğim zamanlar oldu, ruhum can atı­
yordu, evet, geçmişin yenilenmesine can atıyordu... Ama tüm ilçe
geçmişte yaşanan ayrılığı, “evlilikten kaçtığımı” biliyordu... Ama
gururumdan asla ödün veremiyordum!
Kim bilir? Kalinin o cümleyi söylemese, ben de böyle aptallık
derecesinde gururlu ve evhamlı olmasaydım, belki de geriye dönüp
bakmam gerekmez, onun da bana böyle bakması söz konusu olmaz­
dı... Ama bu gözler, bu aşağılanma duygusu ve sitem, Tenevo Kilise-
si’ndeki karşılaşmadan birkaç ay sonra bu gözlerde gördüğümden
daha iyiydi! Şimdi bu siyah gözlerin derinliklerinde parlayan keder,
ansızın hızlanan bir tren gibi, bu kızı yeryüzünden silen korkunç
felaketin sadece başlangıcıydı... Onun kırılgan bedenine ve özlem
dolu ruhuna korkunç zehrini akıtmak için olgunlaşan meyveleri
andırıyorlardı!
BEŞİNCÎ BÖLÜM

Tenevo’dan çıkınca sabah geldiğim yoldan yürüdüm. Güneş öğlen


olduğunu gösteriyordu... Köylülerin talikalan, toprak sahiplerinin
briçkalan,1 yine sabah olduğu gibi, gıcırtıları ve çıngıraklarının
metalik gümbürtüsüyle kulaklarımı okşuyordu. Bahçıvan Franz
yine votka fıçısı yüklü arabasıyla geçti, fıçı bu kez büyük olasılıkla
doluydu... Bana yine ters ters bakarak elini şapkasının siperliğine
götürdü. İğrenç yüzü midemi bulandırmıştı ama bu kez, ormancı­
nın kızı Olenka’nın ağır arabasıyla peşimden gelmesiyle bahçıvanla
karşılaşmamın yarattığı ağır izlenimden eser kalmadı.
“Beni arabaya ahn!” diye seslendim.
Neşeyle başını sallayıp arabayı durdurdu. Yanına oturdum,
araba Tenevo ormanının üç kilometrelik kayranında parlak bir
şerit gibi uzanan yolda sarsılarak ilerlemeye başladı. Bir iki dakika
birbirimize sessizce baktık.
“Gerçekten de çok güzel!” diye içimden geçirdim, boynuna ve
dolgun çenesine bakarak. “Bana ikisinden birini seçmemi, yani
Nadenkayia onun arasında seçim yapmamı önerseler, bu kızın
üzerinde dururdum... Bu daha doğal, daha diri, daha geniş, daha
pervasız... İyi ellere geçse ondan çok şey yaratabilir! Diğeri ise asık
suratlı, kuruntulu... zeki.”
Olenka’nın eteğinin dibinde iki parça keten bezi ve birkaç paket
vardı.
“Ne kadar çok almışsınız!” dedim. “Bu kadar keteni ne yapa­
caksınız?”
“Şimdilik bu kadarına ihtiyacım yok!” diye yanıtladı Olenka.
“Arada diğerleriyle birlikte aldım işte... Ne kadar çok işim olduğunu
hayal bile edemezsiniz! Bugün tam bir saat panayırda dolaştım,
yann alışveriş için kasabaya gitmem gerekecek... Sonra da buyu­
run dikişe... Bakar mısınız, bana dikiş dikebilecek kadın tanıyor
musunuz?”

1 Tek atlı hafif yolcu arabası, (ç. n.)


86

“Hayır, sanmıyorum... Peki, neden bu kadar çok satın aldınız?


Bu kadar dikiş neden? Sonuçta, aileniz kalabalık değil... sayıları
bir elin parmağını geçmez...”
“Siz erkekler çok tuhafsınız! Hiçbir şeyden de anlamazsınız!
Bakın, nikâhtan sonra kannız karşınıza pasaklı bir şekilde çıkarsa,
bu duruma elbette çok sinirlenirsiniz. Pyotr Yegoriç’in buna ihtiyacı
olmadığını biliyorum ama bir şekilde kendinizi ilk günden iyi bir
ev sahibesi olarak göstermemek beceriksizlik olur...”
“Pyotr Yegoriç’in bununla ne ilgisi var?”
“Hımm... Hiç bilmiyormuş gibi bir de gülüyor!” dedi Olenka,
hafifçe kızararak.
“Siz, küçükhanım, bilmece gibi konuşuyorsunuz..”
“Gerçekten de duymadınız mı? Pyotr Yegoriç’le evleniyorum!”
“Evlenmek mi?” dedim. Şaşkınlıktan, gözlerim neredeyse yu­
valarından fırlayacaktı. “Hangi Pyotr Yegoriç’le ?”
“Of, Tanrım! Urbenin’le!”
Kızarmasına, gülümseyen yüzüne baktım...
“Evleniyorsunuz... Urbenin’le evleniyorsunuz, öyle mi? Ne
şakacısınız ama!”
“Asla şaka değil... Hatta neden şaka olduğunu düşündüğünüzü
anlamıyorum...”
“Demek evleniyorsunuz... Urbenin’le...” dedim nedenini bilme­
den kırık bir sesle, “Bu bir şaka değilse, o zaman ne?”
“Ne şakası!.. Burada neyin sıradışı ve tuhaf olduğunu anlamı­
yorum bile...” dedi Olenka suratını asarak.
Bir dakika boyunca tam bir sessizlik oldu... Bu güzel kıza ve
genç, neredeyse çocuksu yüzüne baktım ve böyle korkunç bir
şaka yapmasına şaşırdım. Hemen kırmızı yüzü, kepçe kulakları
ve dokunuşuyla, yaşamaya yeni başlamış genç bir kadının narin
bedenini hırpalayabilecek kaba elleriyle göbekli, yaşh Urbenin’i
canlandırdım gözlerimde... Böyle bir görüntü şimşek çaktığında,
gök öfkeyle gürlediğinde gökyüzündeki şiirselliği görebilen bu
güzel orman perisini ürkütmez mi? Aslında ben ürktüm!
“Doğrusu, biraz yaşh” diye içini çekti Olenka, “ama beni ger­
çekten seviyor... Sevgisi güvenilir.”
“Mesele güvenilir aşkta değil, mutlulukta...”
87

“Onunla mutlu olacağım... Durumu iyi Tanrıya şükür, yoksul


değil, sefil değil, bir beyefendi. Ona elbette âşık değilim. Ancak aşk
evliliği yapanlar mutlu mu? Bu aşk evliliklerini iyi bilirim ben!”
“Yavrum,” dedim, ışıltılı gözlerine dehşet içinde bakarak, “şu
küçük zavallı kafanızı bu korkunç dünya bilgeliğiyle doldurmayı
ne zaman başardınız? Bunları bana şakadan söylediniz diyelim, iyi
de, bu kadar eski moda, kaba şakalar yapmayı nerede öğrendiniz?
Nerede? Ne zaman?”
Olenka bana şaşkınlıkla bakıp omuzlarını silkti...
“Neden söz ettiğinizi anlamıyorum...” dedi. “Genç bir kızın
yaşlı bir adamla evlenmesi hoşunuza mı gitmiyor? Bu mu olay?”
Olenka’nın yüzü birden kıpkırmızı oldu, çenesini sinirle oynat­
maya başladı ve yanıtımı beklemeden aceleyle konuştu:
“Bundan hoşlanmadınız mı? Öyleyse lütfen bozdoğanlardan ve
divane babamdan başka kimselerin olmadığı ormana... bu donuk
yere gidin ve genç bir güvey gelene kadar orada bekleyin bakalım!
Geçen akşam hoşunuza gitti ama bir de kışın nasıl olduğunu gör­
seniz, ölümün bir an evvel gelmesini dilerdiniz...”
“Ah, bütün bunlar çok saçma, Olenka, bunlar akılsızca ve aptal­
ca! Şaka yapmıyorsanız, o zaman ne diyeceğimi bilemiyorum! En
iyisi çenenizi kapatmanız ve şu temiz havayı dilinizle kirletmeme­
niz! Sizin yerinizde olsaydım kendimi asardım, siz tutmuş keten
satın alıyor... gülümsüyorsunuz! Ah...ah!”
“Hiç değilse kendi imkânlarıyla babamı tedavi ettirecek...” diye
fısıldadı.
“Babanın tedavisi için ne kadar paraya ihtiyacın var?” diye bağır­
dım. “Benden al! Yüz mü? İki yüz mü? Bin mi? Yalan söylüyorsun
Olenka! İhtiyacın olan babanın tedavisi değil!”
Olenka’dan aldığım haberler beni öyle heyecanlandırmıştı ki,
arabanın köyümün önünden geçtiğini ve kontun avlusuna girip
kâhyanın verandasının önünde durduğunu fark etmemiştim bile...
Kaçışan çocukları ve Olenkayı indirmek için ona doğru koşan
Urbenin’in gülümseyen yüzünü görünce arabadan atladım ve alla­
haısmarladık demeden koşar adımlarla kontun evine gittim. Burada
beni yeni bir haber bekliyordu.
88

“Tam zamanında geldin, dostum, tam zamanında!” diye beni kar­


şıladı kont uzun, diken gibi bıyıklarıyla yanağımı tırmalayarak.
“Daha uygun bir zaman seçemezdin! Öğle yemeğine yeni oturduk...
Kuşkusuz, tanışıyorsunuz... Sanırım, adliyede defalarca karşı kar­
şıya gelmişsinizdir... Ha-ha-ha!..
Kont iki eliyle yumuşak sandalyelerde oturmuş, soğuk dil yiyen
iki erkeği gösterdi. Birinin sulh hâkimi Kalinin’in olması beni ra­
hatsız etmişti, diğerinde oturan, ufak tefek, kır saçlı, tepesi kel yaşh
adam ise, ilçe teşkilatının daimi üyesi ve zengin bir toprak sahibi
olan en iyi dostu Babayev’di. Selam verirken Kalinin’e şaşkınlıkla
baktım... Konttan ne kadar nefret ettiğini, şimdi evinde bezelyeli
dilleri iştahla gövdesine indirdiği, on yıllık likörünü içtiği kont
hakkında ne söylentiler yaydığını biliyordum. Dürüst bir adam
bu ziyareti nasıl açıklayabilir? Hâkim bakışımı yakaladı, büyük
olasılıkla durumu anladı.
“Bugünü ziyaretlere ayırdım” dedi. “Bütün ilçeyi şöyle bir do­
laşacağım... Gördüğünüz gibi ekselanslarına uğradım...”
Uya dördüncü servisi açtı. Oturdum, bir bardak votka içtikten
sonra yemeğe başladım...
“İyi değil, ekselansları... İyi değil!” dedi Kalinin gelişimle ke­
sintiye uğrayan konuşmasını sürdürerek. “Biz, küçük insanlar için
günah değil ama siz soylu, zengin, parlak bir insan için... bir şeyleri
savsaklamak günahtır.”
“Bunun günah olduğu doğru...” dedi Babayev.
“Mesele nedir?” diye sordum.
“Nikolay İgnatiç bana iyi bir fikir verdi!” dedi kont başıyla
hâkimi işaret ederek. “Bana geldi... yemeğe oturduk, ona canımın
sıkıldığından dert yandım...”
“Evet, bana can sıkıntısından dert yandı...” diye kontun sözü­
nü kesti Kalinin. Can sıkıntısı, üzüntü... şuradan buradan... tek
kelimeyle, hayal kırıklığı... Bir tür Onegin...2 ‘Kendiniz suçlusu­
nuz ekselansları ...’ dedim ‘Nedenmiş o?’ ‘Çok basit...’ dedim, ‘can
sıkıntısından kurtulmak için çalışmalısınız... örneğin, çiftçilikle
uğraşmalısınız... Çiftçilik mükemmel, harika bir iş... Çiftçilikle
2 Ünlü Rus şair Aleksandr Puşkin’in Yevgeni Onegin adlı şiir romanın başkişisi.
(ç. n.)
89

uğraşmaya niyetli olduğunu, yine de sıkıldığını söyledi. Deyim ye­


rindeyse, eğlendirici, heyecan verici öğelerden yoksunmuş çiftçilik.
Şey yokmuş... Nasıl demeli... eh... güçlü duygular...”
“Peki, ona nasıl bir fikir verdiniz?”
“Doğrusunu söylemek gerekirse fikir falan vermedim, ekselans­
larını sadece kınamaya cüret ettim. ‘Ekselansları,’ dedim, ‘sizin gibi
genç, eğitimli, parlak bir insan böyle kapalı bir hayat sürebilir mi?
Günah değil mi bu? Hiçbir yere çıkmıyorsunuz, kimseleri kabul
etmiyorsunuz, yaşh bir adam hatta bir münzevi gibisiniz... Eviniz­
de günlük haftalık kabul günleri düzenlemek, toplantılar yapmak
neye mal olur ki?”
“Ona neden bu kabul günlerini salık verdiniz?” diye sordum.
“Neden mi? Birincisi, ekselansları, evinde akşam partisi ver­
diğinde, toplumla yakından tanışacak... bir bakıma olan biteni
öğrenecek... İkincisi, toplum, en zengin toprak sahiplerimizden
birini yakından tanıma onuruna erişecek... Bir anlamda karşılıklı
konuşmaların, fikir alışverişlerinin yapıldığı eğlenceli bir ortam...
Ne kadar çok eğitimli küçük hanımefendimiz, delikanlımız oldu­
ğunu düşünsenize!.. Ne harika müzik akşamlan, danslar, piknikler
düzenlenir, düşünün bir! Kocaman salonlar, bahçede bir sürü
çardak... vesaire... İlde kimsenin düşünde bile göremeyeceği ama­
tör temsiller, konserler verilebilir... Vay canına, bir düşünsenize!..
Şimdi bütün bunlar neredeyse yok yere kayboluyor, toprağa gömülü
durumda ama sonra... sadece ne yapacağınızı bilmek gerekiyor!
Ekselanslannın imkânlan bende olsaydı nasıl yaşamam gerektiğini
gösterirdim! Bir de hayatın sıkıcı olduğunu söylüyor! Vay canına...
dinlemek bile gülünç... söylemeye utanıyorum...”
Kalinin gerçekten utandığını göstermek istermiş gibi kirpiklerini
kırpıştırdı...
“Bu kesinlikle doğru” dedi kont, oturduğu yerden kalkıp ellerini
cebine sokarak. “Muhteşem akşam partileri verebilirim... Konserler,
amatör tiyatrolar... hepsi gerçekten cazip bir şekilde düzenlenebilir.
Ayrıca bu akşamlar sadece toplumu eğlendirmekle kalmayacak, aynı
zamanda eğitimsel bir işlevi de olacak!.. Öyle değil mi?”
“Tabii ya” diye onayladım. “Bizim küçük hanımefendiler senin
bıyıklı yüzüne bakar bakmaz medeniyet ruhuyla dolup taşacaklar...”
90

“Bana takılmasan olmaz, Seryoja,” dedi kont alınarak, “bana


hiç dostça bir tavsiyede bulunmazsın! Hayat senin için eğlence­
den ibaret! Ama artık öğrenci hayatından kalma bu alışkanlıkları
bırakmanın zamanı geldi!”
Kont odayı baştan başa arşınlamaya ve akşam toplantılarının
insanlığa sağlayacağı faydayı uzun sıkıcı varsayımlarla bana anlat­
maya başladı. Müzik, edebiyat, tiyatro, binicilik, avcılık... Sadece
av bile, ilçenin tüm seçkinlerini bir araya toplayabilir!..
“Kont kahvaltıdan sonra Kalinin’le vedalaşırken “Bu konuyu
sizinle tekrar görüşelim” dedi.
“Öyleyse ekselansları,” dedi yargıç, “ilçemiz bu konuda bir
şeyler yapacağınızı umabilir mi?”
“Elbette, elbette... Bu düşünceyi geliştireceğim, çaba gösterece­
ğim... Memnunum... hatta çok... Bunu herkese söyle...”
Yargıç arabasına binip, “Hadi, gidelim!” dediğinde yüzüne yayı­
lan mutluluk görmeye değerdi. O kadar mutluydu ki, aramızdaki
anlaşmazlığı unutup vedalaşırken bana “kuzum” diye hitap etti ve
elimi kuvvetlice sıktı.
Ziyaretçiler ayrıldıktan sonra kontla masaya oturduk ve yemeğe
devam ettik. Masamızdan servis tabaklarının kaldırıldığı akşam
saat yediye kadar sürdü yemeğimiz. Genç içkiciler uzun araları
nasıl geçireceklerini iyi bilirler. Sürekli içip iştahımızı koruyacak
küçük lokmalar halinde yedik, zira yemeği tamamen bıraksaydık
iştahımız kesilirdi.
Birden sabah Tenevo postanesinde gördüğüm yüz rublelik
banknotları hatırladım.
“Bugün binlerine para gönderdin mi?” diye sordum konta.
“Hiç kimseye."
“Lütfen söyle bana, senin... adı neydi? Şu yeni arkadaşın, Kazi-
mir Kaetanıç yahut Kaetan Kazimiroviç, zengin bir adam mıdır?”
“Hayır, Seryoja. Çulsuzun biri!.. Ama ne temiz bir ruhu ve kalbi
var! Yalnız onu boş yere aşağılıyor, ona saldırıyorsun... İnsanları
ayırt etmeyi öğrenmelisin, dostum. Bir kadeh daha içelim mi?”
Pşehotski akşam yemeği için geri döndü. Beni masada oturmuş
içerken görünce yüzü asıldı ve masamızın etrafında bir süre dolaş­
tıktan sonra selameti odasına çekilmekte buldu. Başının ağrıdığını
91

bahane ederek akşam yemeğini reddetti, ancak kont, yatak odasın­


da yatağında yemek yemesini tavsiye edince buna hiçbir itirazda
bulunmadı.
İkinci yemek sırasında içeriye Urbenin girdi. Onu tanımakta
zorlandım. Geniş, kırmızı yüzü keyifle parlıyordu. Mutlu gülüm­
semesi, kepçe kulaklarına ve sık sık şık kravatını düzelttiği kalın
parmaklarına bile bulaşmış gibi görünüyordu.
“Bir ineğimiz hastalandı, ekselansları” dedi. “Veterinerimize
adam yolladım ama yerinde yokmuş. Kasaba veterinerine yollasak
olmaz mı ekselansları? Ben gönderirsem beni dikkate almayıp
gelmez ama siz yazarsınız, o zaman başka. Belki de ineğin bir şeyi
yoktur ama başka bir şey de olabilir.”
“Tamam, yazacağım...” diye mırıldandı kont.
“Seni kutlarım, Pyotr Yegoriç” dedim, ayağa kalkıp elimi uzat­
tım.
“Neden efendim?” diye alçak sesle sordu.
“Öyle ya, evleniyorsun!”
“Evet, evet, düşünebiliyor musun, evleniyor!” dedi kont, kıp­
kırmızı kesilmiş Urbenin’e göz kırparak. Ne diyorsun bu işe? Ha-
ha-ha! Hep sessiz kaldı sonra birden - al sana! Kiminle evlendiğini
biliyor musun? O akşam seninle tahmin etmiştik! Evet, Pyotr
Yegoriç, yine o akşam, senin uçan kalbinde hiç uygun olmayan
şeylerin vuku bulduğuna karar vermiştik. Sergey Petroviç sana ve
Olenka’ya bakıp dedi ki, ‘Ya, bu çocuk âşık!’ Ha-ha-ha! Bizimle
yemeğe otur, Pyotr Yegoriç!”
Urbenin dikkatli ve saygılı bir şekilde oturdu, gözleriyle İlya’ya
çorba getirmesini işaret etti. Ona bir kadeh votka koydum.
“İçmiyorum, efendim” dedi.
“Hadi, canım! Bizden daha iyi içiyorsun.”
“İçiyordum efendim ama artık pek içmiyorum,” diye gülümsedi
kâhya. “Şimdi içemem... Gerek yok... Tanrı’ya şükür, her şey yolun­
da gitti ve kalbime göre oldu, beklediğimden bile fazla.”
“Hadi, hiç değilse bu mutluluğun şerefine için” dedim ona şeri
koyarak.
“Peki, neden olmasın? Gerçekten çok içerdim eskiden. Şimdi
ekselanslarının karşısında itiraf edebilirim. Sabahtan gece yarılarına
92

kadar içerdim. Sabah kalkar kalkmaz, aklıma hep aynı şey düşerdi...
Elbette, doğal olarak dolabın önünde bulurdum kendimi. Şimdi,
Tann’ya şükür, votkada boğulmamı gerektirecek bir durum yok.”
Urbenin bir bardak şeriyi içti. Bir daha doldurdum. Bunu da
içti ve farkına varmadan sarhoş oldu...
“Buna inanamıyorum...” dedi, mutlu çocuksu bir kahkahayla
gülerek. “Burada şu yüzüğe bakıyorum, kabul ederken söylediği
sözleri hatırlıyorum ve inanamıyorum... Hatta gülünç geliyor...
Evet, şu yaşımla ve fiziğimle, bu değerli kızın yetim çocuklarımın
annesi olmaktan yüksünmeyeceğini nasıl bekleyebilirdim? Gerçek­
ten güzel bir kız, gördüğünüz gibi, ete kemiğe bürünmüş bir melek!
Tek kelimeyle mucize! Bana yine içki mi koydunuz? Peki, bu son ol­
sun... Kederden içiyordum, şimdi de mutluluğa içeceğim. Ne acılar
çektim beyler, ne dertlere katlandım! Onu bir yıl önce görmüştüm,
inanır mısınız? O zamandan beri ne huzurla uyuduğum bir gecem,
ne de içki içmediğim günüm oldu... ne de budalalığım yüzünden
ahmakça zayıflığıma lanet etmediğim bir gün... Ona pencereden
bakar, hayran kalırdım ve... tutup saçlarımı yolardım... Bu arada
kendimi asabilirdim de... Ama Tann’ya şükür... göze alamadım,
teklif ettim, bilirsiniz, gerçekten de heyecandan ölebilirdim! Ha-ha-
ha! Kulaklanma inanamıyordum... ‘Kabul ediyorum’ dedi bana ama
‘Defol, cehennemin dibine, seni lanet moruk!’ der gibi gelmişti...
Ama beni sonra gerçekten öptüğünde inanmıştım.”
Ellilik Urbenin romantik Olenka’nın bu ilk öpücüğünü anarken
gözlerini bir çocuk gibi kapadı, kızardı, yüzü kıpkırmızı oldu... Bu
tablo gözüme iğrenç göründü...
“Beyler,” dedi bize mutlu ve nazik gözlerle bakarak. “Neden
evlenmiyorsunuz? Neden hayatınızı boş yere harcıyor, pencereden
dışarı atıyorsunuz? Neden yeryüzündeki tüm canlı varlıkların en
lütufkân olanlara bu kadar yabancısınız? Sonuçta sefahatin ver­
diği hazlar, huzurlu bir aile yaşamının sunduklarının yüzde birini
sağlamaz! Gençler... Ekselanstan ve siz, Sergey Petroviç... Şimdi
mutluyum ve... Tann ikinizi ne kadar çok sevdiğimi biliyor! Ap­
talca tavsiyelerim için beni bağışlayınız ama... gerçek şu ki mutlu
olmanızı istiyorum! Neden evlenmiyorsunuz? Aile hayatı bir mut­
luluktur... Bu herkesin görevidir!..”
93

Genç bir kızla evlenecek olan ve sefih hayatımızı mutlu bir aile
için değiştirmemizi öğütleyen yaşlı bir adamın mutlu ve dokunaklı
tavrı benim için dayanılmaz hal almıştı.
“Evet,” dedim, “aile hayatı bir görevdir. Sana katılıyorum. Demek
ki, bu görevi ikinci kez yerine getireceksin, öyle mi?”
“Evet, ikinci kez... Genellikle aile hayatını severim. Benim için
bekâr yahut dul olmak yarım bir hayat sürmektir. Ne derseniz deyin,
beyler, evlilik harika bir şey!”
“Ya, elbette... Kocanın yaşı karısından neredeyse üç kat büyük
olsa bile mi?”
Urbenin’in yüzü pancar gibi oldu. Ağzına bir kaşık çorba götüren
eli titredi, çorba tabağa döküldü.
“Ne demek istediğinizi anlıyorum, Sergey Petroviç” diye mırıl­
dandı. “Açık sözlülüğünüz için size teşekkür ederim. Bunun acıma­
sızca olup olmadığını kendi kendime soruyorum, bana acı veriyor!
Ancak yaşlılığımı, ucubeliğimi... ve her şeyi unutmuşken, kendimi
her dakika mutlu hissederken burada kendimi neden sorgulayayım
ve farklı çözümler arayayım? Homo sum3 Sergey Petroviç! Yaş farkı
sorusu bir saniyeliğine aklıma düştüğünde, yanıtlamak için kendi­
mi zorlamıyor, elimden geldiğince kendimi yatıştırıyorum. Olga’ya
mutluluk verdiğimi hissediyorum. Ona bir baba, çocuklarıma da bir
anne verdiğimi düşünüyorum. Gelgeldim bütün bunlar bir roman
gibi ve... başım dönüyor. Bana bu kadar şeriyi gereksiz yere içirdiniz.”
Urbenin ayağa kalktı, yüzünü peçeteyle sildi ve tekrar oturdu.
Bir dakika sonra bir kadeh şeriyi bir dikişte içti, merhamet diler gibi
dokunaklı gözlerle uzun uzun bana baktı, sonra omuzlan sarsılmaya
başladı ve birden bir çocuk gibi ağlamaya başladı.
“Önemli değil efendim... önemli değil” diye mırıldandı, hıçkırık­
larını zapt etmeye çalışarak. “Endişelenmeyin. Sizin sözlerinizden
sonra kötü bir önsezi sıkıştırdı kalbimi. Ama bu önemli bir şey
değil efendim.”
Urbenin’in önsezisi gerçekleşti, öyle çabuk gerçekleşti ki kalemi­
mi değiştirmeye ve yeni bir sayfa açmaya bile zaman bulamadım. Bir

3 İnsanım. (Lat.) Latin oyun yazan Terentius'a ait bir özdeyiş. Cümlenin tamamı
şöyle: Homo sum, humani nil a me alienum puto. (İnsanım, insana ait olan hiçbir
şey bana yabancı değildir.) (yayıncının notu)
94

sonraki bölümden itibaren, sakin esin perimin yüzündeki dinginlik


ifadesi yerini öfke ve kedere bırakıyor. Önsöz bitti, trajedi başlıyor.
Bir insanın suç işleme isteği tüm şiddetiyle sahne alıyor.

Güzel bir pazar sabahı olduğunu anımsıyorum. Kontun kilisesinin


pencerelerinden duru masmavi gökyüzü görünüyordu, boyah
kubbeden döşemeye kadar tüm kiliseye, tütsü bulutlarının içinde
neşeyle oynadığı donuk bir ışık sızıyordu... Açık pencerelerden
ve kapılardan kırlangıçların ve sığırcıkların cıvıltıları geliyordu...
Belli ki gözü pek bir küçük serçe kapıdan içeri dahp cıvıldaya­
rak başımızın üstünde dolandı durdu ve donuk ışığa birkaç kez
dalış yaptıktan sonra pencereden uçup gitti... Kilisede de şarkılar
söyleniyordu... Şarkılar dudaklardan ahenkle dökülüyor, gözlerin
sürekli üzerlerine çevrildiğini gördüklerinde, kendilerini anın
kahramanları olarak hisseden Ukraynah şarkıcılara özgü bir duygu
ve coşkuyla söylüyorlardı... Gitgide neşelenen, coşan melodiler,
duvarlarda ve dinleyicilerin giysilerinde kırpışan güneş ışınlarının
parlak “yansımaları” gibiydi... Oynak düğün melodisine rağmen
bu işlenmemiş ama yumuşak ve canlı tenor seste sert, hüzün­
lü akortlar yakalıyordu kulağım, sanki şarkıcı ayı görünümlü,
kocamış şişko Urbenin’in güzel, romantik Olenka’yla yan yana
durmasına üzülmüştü... Bu uyumsuz çifte üzülerek bakan tek kişi
ben değildim... Ne kadar neşeli ve kayıtsız görünmeye çalışsalar
da görüş alanımı dolduran yüzlerce yüzdeki hüznü bir aptal bile
ayırt edebilirdi.
Yeni takım elbisemi giymiştim, Olenka’nın arkasında duruyor,
başının üstünde tacını tutuyordum. Betim benzim atmıştı, kendimi
çok kötü hissediyordum... O malum içki âleminden ve göl gezinti­
sinden başım hâlâ çatlayacakmış gibi ağrıyordu, şimdi ikide bir tacı
tutan elimin titreyip titremediğine bakıyordum... Kendimi yağmur­
lu bir sonbahar gecesi ormandaymış gibi çok kötü hissediyordum,
tüylerim ürperiyordu. Çok üzgün, berbat, zavallı bir haldeydim...
İçim vicdan azabına benzer duygularla kan ağlıyordu... Orada, de­
rinlerde, kalbimin ta derinliklerinde küçük bir şeytan kurulmuş,
Olenka’nın hödük Urbenin’le evlenmesinin günah olduğunu, bu
günahta benim de payım bulunduğunu inatla ve ısrarla kulağıma
95

fısıldayıp duruyordu... Bu düşünceler nereden geliyordu? Bu aptal


genç kızı, bu büyük hatanın içerdiği akıl almaz risklere karşı uyar­
mak konusunda elimden ne gelirdi ki?
“Kim bilir!” diye fısıldadı küçük şeytan. “Bunu senden iyi kim
bilebilir?”

Hayatım boyunca uyumsuz çok evlilik gördüm, Pukirev’in4 tablo­


sunun önünde defalarca durdum, karı koca arasında uyuşmazlığı
konu edinen pek çok roman okudum, sonunda uyumsuz evlilikleri
tartışmasız biçimde cezalandıran fizyoloji bilimini öğrendim, ancak
hayatımda hiçbir zaman şimdi Olenka’nın arkasında durup sağdıç­
lık görevinden kurtulamamanın getirdiği kadar kötü hissetmedim
kendimi... Peki, beni rahatsız eden şey acıma duygusuysa eğer,
neden daha önce katıldığım başka düğünlerde bu acıma duygusunu
hissetmemiştim?
“Bu acıma değil” dedi küçük şeytan fısıltıyla. “Kıskançlık ...”
Ama birini sadece sevdiğimizde kıskanabiliriz, ben Kırmızılı
Kızı seviyor muyum ki? Şu dünyada yaşarken tanıştığım bütün
kızları sevseydim, buna kalbim dayanamazdı, üstelik tadını bile
çıkaramazdım...
Dostum, Kont Kameyev, kilise kapısının hemen yanındaki kilise
dolabının arkasında durmuş mum satıyordu. Saçlarını iyice yağlayıp
düzleştirmişti, sersemletici, boğucu bir parfüm kokusu saçıyordu
etrafa. O gün o kadar sevimli görünüyordu ki, selâmlaşırken ken­
dimi tutamayıp şöyle dedim:
“Aleksey, bugün tam bir kadril dansçısı gibi görünüyorsun!”
Geleni gideni tath gülümsemelerle karşılayıp uğurluyordu,
ondan mum satın alan her kadını büyük komplimanlarla ödüllen­
dirdiğini duyuyordum. O, hayatı boyunca eline bakır para almamış,
onu nasıl kullanacağını bilmeyen kaderin şımarık çocuğu, üç ka-
pikleri, beş kapikleri yere düşürüyordu. Yanında, dolaba yaslanmış,
boynunda Stanislav nişanıyla görkemli Kalinin duruyordu. Yüzü ışıl
ışıl parlıyordu. “Kabul günleri fikrinin verimli bir toprağa düşerek
meyve vermeye başlamasından mutlu... Kalbinin derinliklerinde,
4 Vasili Vladimiroviç Pukirev (1832-1890) Dengesiz evlilikleri konu alan tablolarıyla
tanınan Rus ressam, (ç. n.)
96

Urbenin’e binlerce teşekkür yağdırıyordu: Evliliği ne kadar saçma


olursa olsun, düğünü ilk kabul günü için bahane olmuştu...
Şöhret düşkünü Olenka mutlu olmalıydı... ilçemizin çiçek
bahçesinin temsilcileri olan kadınlar, nikâhın kıyıldığı kürsüden
mihrabın kapılarına kadar iki sıra halinde dizilmiş... Konuklar sanki
kontun düğününe gelmiş gibi, en şık kıyafetlerini giymişler... Ka­
dınların çoğu soylu sınıfındandı... Ne bir rahibin karısı var araların­
da ne de bir tüccarın karısı... Olenka’nın daha önce selam vermeye
bile hakkı olmadığı kadınlar bile var aralarında... Olenka’nın evle­
neceği adam bir kâhya ama ayrıcalıklı bir hizmetkârdı, dolayısıyla
Olenka’nın gösteriş budalalığına zarar veremezdi... Kocası olacak
adam bir soyluydu ve komşu ilçede ipotekli bir mülkü vardı. Babası
komşu ilçenin başkomiseriydi ve dokuz yıldan beri de burada sulh
hâkimi görevini sürdürüyordu... Soyluluk unvanı doğuştan gelme­
yen5 birinin kızı olan hırslı gelin daha ne işteşindi? Nikâh şahidinin
ilin bon vivant’ı6 ve Don Juan’ı olarak nam salması bile onun için
gurur kaynağıydı. Kadınlar gözlerini adamdan alamıyordu. Kırk
bin nikâh şahidi bir vücutta bir araya gelse7 ancak bu kadar etkili
olabilirdi ve daha da önemlisi, aristokratların bile nikâh şahitliğini
yapmayı reddetmiş bu adam onun, bu önemsiz küçük kızın nikâh
şahidi olmayı reddetmemişti.
Ama kendini beğenmiş Olenka mutlu değildi... Geçenlerde Te­
nevo panayırından satın aldığı ketenler kadar soluktu. Mumu tutan
eli ve çenesi arada bir titriyordu. Gözlerinde büyük bir şaşkınlık
ifadesi vardı, ansızın bir şeye şaşırmış ya da korkmuş gibiydi... Daha
dün bahçede koşturup salonda kullanacakları duvar kâğıtlarını, ko­
nuklarını hangi günlerde davet edeceklerini vb büyük bir coşkuyla
anlatırken, gözlerinde parlayan o sevinçli ışık sönüp gitmişti. Yüzü
şimdi gereğinden fazla ciddiydi...
Urbenin’in üzerinde yeni bir takım elbise vardı. Uygun bir şekilde
giyinmişti, ancak saçlarını 1812’deki8 Rus Ortodoksların tarzında

5 Miras bırakma hakkı olmayan soylu, (ç. n.)


6 İşret düşkünü (Fr.) (yayıncının notu)
7 William Shakespeare’in Hamlet, V. Perde, 1. sahne oyunundan kotarılmış bir
cümle. Aslı şöyle: Kırk bin kardeş gelse, kırk bin sevgi birleşse, (ç. n.)
8 Napolyon'un Moskova'yı yakıp yıktığı ünlü Barodino Savaşı sırasında moda olmuş
saç stili kastediliyor.
<)7

taramıştı. Her zamanki gibi yüzü kırmızı ve ciddiydi. Gözleriyle


dua ediyor, her “Tanrım bize merhamet et” nidasında mekanikliğe
kaçmadan, içtenlikle haç çıkarıyordu.
Arkamda Urbenin’in ilk evliliğinden çocukları vardı, biri liseye
giden Grişa, diğeri saçları sapsarı olan küçük kızı Şaşa. Babalarının
kırmızı ensesine ve kepçe kulaklarına bakıyorlar ve yüzleri soru
soran bir ifadeye bürünüyordu. Çocuklar Olya teyzenin neden ba­
balarına verildiğini ve onu alıp evlerine götüreceğini anlamıyorlardı.
Şaşa sadece şaşkındı, on dört yaşındaki Grişa ise kaşlarını çatmış,
hoşnutsuzlukla ona bakıyordu. Babası ondan evlenmek için izin
istemiş olsa büyük olasılıkla kabul etmezdi...
Düğün ayini büyük bir ciddiyetle yerine getiriliyordu. Ayini üç
papaz ve iki diyakoz yönetiyordu. Ayin uzun sürmüştü, o kadar
uzun sürmüştü ki, ellerim tacı tutamayacak duruma gelmişti.
Genelde taç giydirme törenini seyretmeye meraklı hanımlar çifte
bakmayı bırakıyorlardı. Başrahip duaları ölçülü bir tonlamayla ve
hiç atlamadan okuyordu; koro uzun bir ilahi söylüyor, diyakoz
kendi oktavından övünme fırsatı bularak, havarileri “eşsiz biçimde
çeke çeke” okuyordu... Ama sonunda başrahip tacı elimden aldı...
Yeni evlileri öptü. Konuklar dalgalandı, düzgün sıralar dağıldı,
kutlama, öpücük ve ah vah sesleri kiliseyi doldurdu. Baştan aşağıya
ışıyan ve gülümseyen Urbenin, genç gelinin koluna girdi, böylece
hepimiz dışarı çıktık...
Kilisede benimle birlikte olanlardan biri bu anlatımın eksik ol­
duğunu ve pek de doğruları içermediğini söylerse, bu yanlışlıkları
baş ağrısına, gözlemde bulunmama ve dikkatimi yönlendirmeme
engel olan daha önce dile getirdiğim zihinsel ruh durumuma
yorsun... O zaman bir roman yazmam gerekeceğini bilseydim,
kuşkusuz anlattığım o sabah yaptığım gibi yere bakmaz, baş ağnma
bu kadar takılmazdım!
Kader kimileyin kendine acıh, zehirli espriler yapma olanağı
sağlar! Evli çift kiliseden çıktıktan az sonra istenmeyen ve bek­
lenmedik bir sürprizle karşılaştı. Düğün alayı güneşte yüzlerce
alacalı bulacah renk alarak kiliseden kontun evine doğru ilerliyor­
du, Olenka birden bir adım geriledi, durdu ve kocasının dirseğini
sarsacak derecede çekti...
98

“Onu salmışlar!” dedi yüksek sesle, korkuyla dolu gözlerini


bana çevirmişti.
Zavallı kız! Çılgın babası orman bekçisi Skvortsov gezi yo­
lundan düğün alayına doğru koşuyordu. Elini kolunu sallayarak,
tökezleyerek ve deli gibi gözlerini ona dikmiş bakarken hayli tatsız
bir görüntü sergiliyordu. Belki de bütün bunların nedeni kızının
düğün elbisesinin ihtişamına uymayan eski püskü pamuk kaftanı
ve ev terlikleriydi, bunlar olmasaydı bu kadar dikkat çekmezdi.
Yüzü uykuluydu, saçları rüzgârda dalgalanıyordu, gece mintanının
önü açıktı.
“Olenka!” diye mırıldandı, yanlarına geldiğinde. “Bizi neden
terk ettin?”
Olenka kızardı ve yan gözle gülümseyen kadınlara baktı. Zavallı
kız utancından kıpkırmızı olmuştu...
“Mitka kapıları kilitlemedi” diye devam etti ormancı bize dö­
nerek. “Hırsızlar eve girmekte zorlanmaz! Geçen yıl mutfaktan
semaveri çaldılar, şimdi de soyulmamızı istiyor!”
“Onu kimin serbest bıraktığını bilmiyorum!” dedi alçak sesle
Urbenin bana dönerek. “Odada kapalı tutulmasını emretmiştim...
Sergey Petroviç, kuzum, bize bir iyilikte bulunun da bir şekilde bu
tatsız durumdan bizi kurtarın! Bir şekilde!”
“Sizin semaveri kimin çaldığını biliyorum” dedim ormancıya.
“Gel, sana göstereyim.”
Beline sarılıp Skvortsov’u kiliseye götürdüm... Avluya soktum,
onunla konuşmaya başladım, yaptığım hesaplamaya göre düğün
alayı eve ulaştığında, çalınan semaverlerinin nerede olduğunu
göstermeden onu orada bırakıp ayrıldım.
Bu çılgın adamla karşılaşma ne kadar beklenmedik ve sıradışı
olursa olsun, kısa sürede halkın belleğinden unutulup gitti... Ancak
kaderin yeni evlilere sunduğu sürpriz daha da tuhaftı...
ALTINCI BÖLÜM

Bir saat sonra hep beraber uzun masalara oturmuş akşam yemeği
yiyorduk.
Kontun dairelerindeki örümcek ağlarına, küflere ve Çinge­
nelerin vahşi çığlıklarına alışmış olan biri bu terk edilmiş harap
odalarının sessizliğini sıradan gevezelikleriyle bozan bu yavan, can
sıkıcı kalabalığı garip karşılardı. Bu rengârenk gürültücü kalabalık,
geçerken terk edilmiş bir mezarlığa dinlenmek için inen sığırcık
sürüsünü ya da -soylu kuş bu karşılaştırma için beni affetsin!- göç
günlerinin birinde alacakaranlıklardan terk edilmiş bir şatonun
kalıntılarına inen bir leylek sürüsünü andırıyordu.
Oturdum ve kont Kameyev’lerin çürüyen zenginliğine soğuk bir
ilgiyle bakan bu kalabalıktan nefret ettim. Mozaik duvarlar, oymah
tavanlar, değerli Acem halıları ve rokoko tarzı mobilyalar coşku ve
şaşkınlık uyandırıyordu. Kontun bıyıklı yüzünden kibirli sırıtması
hiç eksik olmazdı... Konuklarının coşkulu pohpohlamalarını bir
hizmet olarak kabul ediyordu ama doğrusunu söylemek gerekirse
ihmal ettiği yuvasının zenginliğinde ve lüksünde hiçbir payı yoktu,
tam tersine, babasının ve ataların günlerce değil onlarca yıl biriktir­
diği mülke karşı körü körüne ilgisizliği nedeniyle en ağır kınamaları,
hatta aşağılanmaları hak ediyordu! Ancak zihinsel olarak kör, ruhen
yoksul ruhuyla her grileşmiş mermer levhada, her tabloda, kont
bahçesinin her karanlık köşesinde şimdi çocukları kont köyünün
sefil izbelerinde yaşayan insanların terini, nasırlarını ve gözyaşlarını
görmüyordu... Ve düğün masasında oturan ve en acımasız gerçekleri
bile söylemekten çekinmeyen zengin, bağımsız çok sayıda insanın
içinden konta burnundan kıl aldırmayan gülümsemesinin, aptalca
ve yersiz olduğunu söyleyecek tek kişi bile yoktu... Herkes dalka­
vukça gülümsemeyi ve ucuz övgüler düzmeyi gerekli buluyordu! Bu
“basit” bir kibarlık olsaydı (bizde pek çok şeyi kibarlığın ve edebin
üzerine yıkmayı severler), o zaman elleriyle yemek yiyen, başkasının
tabağından yiyecek alan ve iki parmağını burnuna götürüp sümkü-
ren kaba saba bir adamı kibar insanlara yeğlerdim...
------------------------------------- 100 -------------------------------------

Urbenin gülümsüyordu ama bunun için kendi nedenleri vardı.


Yaltaklanarak, saygıyla ve çocuksu bir mutlulukla gülümsüyordu.
Geniş gülümsemesiyle çok mutlu bir köpeğe benziyordu. Sadık ve
sevecen köpeği okşayıp mutlu etmişlerdi ve şimdi, şükran belirtisi
olarak, kuyruğunu neşeyle ve içten bir şekilde sallıyordu...
Alphonse Daudet’nin romanındaki senyör Risler* gibi, mut­
luluktan parlayarak ve ellerini zevkle ovuşturarak genç karısına
bakıyordu ve duygularının taşkınlığından peş peşe şu soruları
sormaktan belki de kendini alamıyordu:
“Bu güzel kızın benim gibi yaşh bir adama âşık olacağı kimin
aklına gelebilirdi? Gerçekten de, daha genç ve zarif birini bulamaz
mıydı? Şu kadınların gönlüne akıl sır ermez! ”
Sonra bana dönüp şunları söyleyecek kadar cesurdu:
“Evet, zaman gelip çattı, bir baksana! He-he-he! İhtiyarın biri,
gencin burnunun dibinden güzel bir periyi alıp götürüyor! Peki,
neden sadece seyrettin? He-he-he... Hayır, günümüzde böyle genç­
ler şimdi, eskisi gibi değil!”
Geniş göğsünü doldurup taşıran şükran duygularının fırtınasın­
da nereye gideceğini bilmeyerek kadehini kontun kadehine uzattı
ve heyecandan titreyen sesiyle dedi ki:
“Size karşı hislerimi biliyorsunuz, ekselansları... Bugün benim
için o kadar şey yaptınız ki, size duyduğum sevgi yanında toz zerresi
gibi kalır... Ekselansları için mutluluğuma katılacak kadar bunu
hak edecek ne yaptım? Ancak bankacılar ve kontların böyle dü­
ğünleri olur! Bu ihtişam, eşraftan oluşan bu seçkin topluluk... Ah,
ne diyebilirim!.. İnanınız, ekselansları, sizi hiçbir zaman unutma­
yacağım, tıpkı hayatımın en güzel, en mutlu gününü belleğimden
silmeyeceğim gibi...”
Vesaire vesaire vesaire... Olenka kocasının cafcaflı konuşmasını
ve abartılı saygınlığını yadırgamış gibi görünüyordu... Yemeğe
katılanların yüzlerinde gülümsemeler uyandıran konuşmalarına
üzüldüğü her halinden belliydi ve hatla bundan utanıyor gibiydi...
Bir kadeh şampanya içmesine rağmen, her zamanki gibi neşesiz ve
somurtkandı... Yüzü kilisedeki gibi solgundu, gözlerinde de aynı
1 Alphonse Daudet’nin Genç Fromont ve Büyük Ristler romanından bir karakter.
(ç.n.)
------------------------------------- 101 --------------------------------------

korku ifadesi vardı... Pek konuşmuyor, tüm soruları ağırdan alarak


yanıtlıyordu, kontun nüktelerine zoraki gülümsüyor, pahalı yiye­
ceklere neredeyse hiç dokunmuyordu... Sarhoş olmaya başlayan
Urbenin kendini ölümlülerin en mutlusu görürken, Olenka’nın
güzel yüzü bir o kadar mutsuzlaşıyordu. Ona bakınca düpedüz
üzülüyor, bu sevimli yüzü görmemek için tabağıma bakmaya
çalışıyordum.
Bu üzüntüsünün nedenini nasıl açıklamalı? Zavallı kız pişman­
lık azabı mı çekmeye başlamıştı? Belki de kibri nedeniyle çok daha
debdebeli bir kutlama beklemişti?
İkinci yemeğin servisi sırasında başımı kaldırıp ona baktığımda
içim sızladı. Zavallı küçük kız kontun kimi gereksiz sorularını
yanıtlarken yutkunmaktan neredeyse nefesi kesilecekti: Boğazında
hıçkırıklar toplanıyordu. Mendili ağzından çıkarmadı, ağlamak
üzere olduğunu fark edip etmediğimizi anlamak için korkmuş bir
hayvan yavrusu gibi ürkek ürkek bize bakıyordu.
“Neden yüzünü ekşitiyorsun böyle?” diye sordu kont. “Hey!
Pyotr Yegoriç, bu senin suçun! Hadi, karını neşelendirecek bir
şeyler yap! Beyler, bir öpücük istiyorum. Ha-ha-ha!.. Kendim için
değil elbette... onlar öpüşsünler diye söylüyorum! Üzücü!”
“Üzücü!” diye lafı ağzından aldı Kalinin.
Urbenin kıpkırmızı olmuş yüzüyle ayağa kalktı, gözlerini kır­
pıştırmaya başladı. Konukların bağırışları ve çığlıklarıyla kalkmak
zorunda kalan Olenka, hafifçe yerinden doğruldu, hareketsiz ve
cansız dudaklarını Urbenin’e yaklaştırdı... Gelini öptü... Olenka,
kocasının onu ikinci kez öpeceğinden korkmuş gibi dudaklarını
birbirine bastırdı ve bana baktı... Büyük olasılıkla bakışlarımı
beğenmemişti. Bunu sezince birden kıpkırmızı oldu, mendiline
uzandı ve korkunç kafa karışıklığını hiç değilse biraz gizlemek
için burnunu silmeye koyuldu... Bu davranışı bana, bu öpücükten,
evlilikten utanmış gibi göründü...
“Senin durumun beni ne ilgilendirir?” diye düşünmekle birlikte
Olenka’nın kafa karışıklığının nedenini bulmak amacıyla gözümü
ondan ayırmadım...
Zavallı kız bakışlarıma katlanamadı. Doğrusu, utanç kızarıklı­
ğı çok geçmeden yüzünden kayboldu, buna karşılık gözlerinden
------------------------------------- 302 -------------------------------------

yaşlar, daha önce yüzünde hiç görmediğim sahici gözyaşları dö­


külmeye başladı... Yüzüne mendilini bastırdıktan sonra kalktı ve
yemek odasını koşarak terk etti...
“Olga Nikolayevna’nın başı ağrıyor” dedim aceleyle ayrılışına
bir açıklama getirmek için. “Daha sabahtan bana şikâyet edip
duruyordu...”
“Bırak, dostum!” diye sözümü kesti kont. “Baş ağrısının bunun­
la hiçbir ilgisi yok... Her şeye öpücük neden oldu, utandı. Kararı
bildiriyorum beyler, hanımefendiler, damada ağır bir kınama cezası
verilsin! Gelini öpücüklere henüz alıştırmamış! Ha-ha-ha!”
Kontun esprisini çok beğenen konuklar kahkahayı bastılar...
Oysa gülmenin hiç de yeri değildi...
Beş dakika, on dakika geçti, genç kız geri dönmedi... Ortalık
sessizleşti... Kont bile şaka yapmaz oldu... Olenka tek kelime
etmeden ansızın ayrıldığı için yokluğu daha çok göze batmaya
başlamıştı... Herkesi şaşkınlığa düşürecek şekilde görgü kurallarını
ihlal etmesi bir yana, Olenka kocasıyla öpüştükten hemen sonra
masayı terk etmişti, demek ki onunla öpüşmek zorunda kaldığı için
canı sıkılmıştı.İnsan bir dakika, iki dakika utanabilir ama biz bek­
leyenlere bir ebediyet kadar uzun gelen on dakika boyunca utan­
maz. Erkeklerin esrik kafalarında kim bilir ne kötücül düşünceler
parlayıp söndü, tetikte bekleyen kibar hanımefendiler kim bilir ne
dedikodular üretmeye hazırlandı! Gelin masadan kalkıp salonu
terk etmişti - ilçenin “üst tabakasında” tam bir dram yaşanmasına
yol açacak bir sahne!
Urbenin huzursuzlanarak etrafına bakmaya başladı.
“Sinirli...” diye mırıldandı. “Ne bileyim, belki de tuvaletinin bir
yeri açılmıştır... Bu kadınlara akıl sır ermez! Şimdi... hemen gelir...”
Ama on dakika daha geçtiği halde kız görünmedi, Urbenin bana
öyle mutsuz ve yalvaran gözlerle baktı ki içim sızladı...
“Onu aramaya gidersem,” diyordu gözleri, “siz, azizim, bu
korkunç durumdan kurtulmak için bana yardım edebilir misiniz?
Burada en zeki, yürekli ve becerikli insan sizsiniz, lütfen bana
yardım edin!”
Mutsuz gözlerindeki yakarışı dikkate aldım ve ona yardım etme­
ye karar verdim. Ona nasıl yardım ettiğimi okur birazdan görecek...
------------------------------------- 103 --------------------------------------

Kendimi “yardıma hazır” aptal rolünde gördüğüm için sadece şunu


söyleyeceğim, Krilov’un2 masalında münzeviye yardım eden ayının
benim gözümde tüm ihtişamını yitirmiş, sönükleşmiş, masum
bir haşlamlıya dönüşmüştü. Benimle ayı arasındaki tek benzerlik,
hizmetimizin kötü sonuçlarını öngörmeden, ikimizin de yardıma
içtenlikle gitmesidir, aramızdaki fark ise çok büyüktü... Urbenin’in
alnına yapıştırdığım taş ağır mı ağırdı.
“Olga Nikolayevna nerede?” diye sordum bana salata servisi
yapan uşağa.
“Bahçeye çıkmıştı” diye yanıtladı.
Hanımlara hitap ederek şakacı bir ses tonuyla şöyle dedim:
“Bu hiçbir şeye benzemiyor, mesdames!3 Gelin kaçtı gitti, şara­
bım ekşidi!.. Tüm dişleri ağnsa bile onu bulup buraya getirmeliyim,
tüm dişleri ağrısa bile! Sağdıç resmi bir kişiliktir ve otoritesini
gösterecek!”
Ayağa kalktım, dostum kontun abartılı alkışlan eşliğinde, ye­
mek odasından bahçeye doğru yürüdüm. Öğlen güneşinin yakıcı
ışıkları doğrudan şarapla kızışmış kafama vuruyordu. Boğucu ve
nemli hava yüzüme esiyordu. Yan gezi yollarından birinde rastgele
yürümeye başladım, öylesine hafiften ıshk çalıp, sıradan bir hafiye
edasıyla araştırmacı yeteneklerime “tam gaz” verdim. Tüm çalılıkla­
rı, çardakları, mağaraları araştırdım, sola değil de sağa saptığım için
pişmanlık çekmeye başlamışken, ansızın tuhaf sesler duydum. Biri
gülüyor ya da ağlıyordu. Sesler araştırmak istediğim son mağaradan
geliyordu. Hemen içeri daldım, nem, küf, mantar ve kireç kokusu
altında, aradığım şeyi gördüm.
Siyah yosun bağlamış ağaç bir sütuna yaslanmıştı, korku ve
umutsuzluk dolu gözlerini bana kaldırdıktan sonra, saçlarını
yolmaya başladı. Gözyaşları sıkılan bir ıslak süngerden akar gibi
gözlerinden boşanıyordu.
“Ne yaptım ben?” diye mırıldandı. “Ne yaptım ben!”
“Evet, Olya, ne yaptın sen?” dedim ellerimi önünde kavuştu­
rarak.

2 Fabllarıyla ünlü Rus yazar İvan Krilov’un (1769-1844) Pavurya ve Ayı masalından
bir alınlı, (ç. n.)
3 Hanımefendi. (Fr.) (yayıncının notu)
------------------------------------- 104 -------------------------------------

“Neden onunla evlendim? Gözlerim neredeydi? Aklım nerede?”


“Evet, Olya... Bu adımını açıklamak bayağı zor... Bunu deneyim­
sizlikle açıklamak fazla hoşgörülü olur, çürümüşlükle açıklamak
- Bunu istemem...”
“Ancak bugün anladım... bugün! Bunu neden dün anlayama­
dım? Şimdi hiçbir şey geri döndürülemez, her şey yitip gitti! Her
şey, her şey! Beni seven sevdiğim adamla evlenebilirdim!”
“Peki, kiminle, Olya?” diye sordum.
“Seninle!” dedi doğrudan bana bakarak... “Ama acele ettim! Ben
bir aptalım! Sen zeki, asil bir gençsin... Zenginsin... Bana erişilemez
gibi gelmiştin!”
“Her neyse, yeter, Olya” dedim elini tutup. “Şimdi şu küçük
gözlerini silelim ve gidelim... Orada bekliyorlar... Ee, yeter artık,
ağlamayı kes...” Elini öptüm. “Yeter, küçük kız, yeter! Aptalca bir
şey yaptın ve şimdi bunun bedelini ödeyeceksin... Bu senin suçun...
Ee, yeter sakinleş biraz...”
“Beni gerçekten seviyor musun? Evet mi? Çok büyük bir insan­
sın, yakışıklısın! Gerçekten seviyor musun?”
“Gitme vakti, canım...” dedim, zira Olenkayı alnından öpüp
kolumu da beline dolayınca birden korkmuştum, o da beni sıcak
nefesiyle yakıyor, boynuma asılıyordu.
“Yeter artık” diye mırıldandım “Yeter!..
Beş dakika sonra, edindiğim yeni izlenimlerin verdiği rahatsız­
lıkla kızı kollarımda taşıyarak mağaradan dışarı çıkardım ve yere
bıraktım, mağaranın tam eşiğinde Pşehotskfyi gördüm... Orada
durmuş sinsice bana bakıyor, sessizce alkışlıyordu... Onu tepeden
tırnağa süzdüm ve Olgayı kolundan tutarak eve doğru yürüdüm.
“Bugün burada olmayacaktın!” dedim Pşehotski’ye etrafıma
bakıp. “Bu ispiyonculuğunun cezasını çekeceksin!”
Öpücüklerim çok ateşli olmuş olsa gerek ki Olga’nın yüzü alev
alev yanıyordu. Yüzünde gözyaşlarından eser kalmamıştı...
“Söylendiği gibi, gözümü budaktan sakınmam!” diye mırıl­
dandı, benimle birlikte eve doğru yürürken isterik bir şekilde
dirseğimi sıkıyordu. “Sabah korkudan nereye gideceğimi bilemi­
yordum, ama şimdi... benim güzel devim, şimdi mutluluktan ne
yapacağımı bilemiyorum! Kocam orada oturuyor beni bekliyor...
------------------------------------- 105 --------------------------------------

Ha-ha! Umurumda değil! Hatta bir timsah, korkunç bir yılan da


olsa... hiçbir şeyden korkmuyorum! Seni seviyorum ve hiçbir şey
bilmek istemiyorum.”
Mutlulukla ışıyan yüzüne, inandırıcı bir sevgiyle ve sevinçle dolu
gözlerine baktım ve bu güzel, mutlu varlığın geleceğini düşününce
korkudan yüreğim sıkıştı: Bana olan aşkı uçuruma bir adım daha
yaklaşmaktan farklı değildi... Gülen, geleceğini hiç düşünmeyen bu
kızın sonu neye varacaktı? Kalbim sıkıştı ve ne acıma ne de şefkat
denebilecek bir duygudan döndü, çünkü bu iki duygudan daha
güçlüydü. Durdum ve elimi Olga’nın omzuna koydum... Bundan
daha güzel, daha zarif ama aynı zamanda bu kadar acınası bir varlık
hiç görmedim... Düşünmek, görüşmek ve ölçüp biçmek için hiç
zamanım yoktu, duygularla dolup taşan ben dedim ki:
“Hemen bize gidiyoruz Olga! Şimdi!”
“Nasıl? Ne dedin?” diye sordu, ciddi ses tonumdan hiçbir şey
anlamamıştı.
“Hemen bize gidiyoruz!”
Olga gülümsedi ve bana evi gösterdi...
“Bunda ne var ki?” dedim. “Seni ha bugün, ha yarın alıp gö­
türeceğim, fark eder mi? Ama ne kadar erken olursa o kadar iyi...
Hadi, gidelim!”
“Ama... bu biraz tuhaf görünüyor...”
“Sen skandaldan mı korkuyorsun, küçük kız? Evet, olağanüstü,
büyük bir skandal kopacak ama bin skandal burada kalmandan
daha iyidir! Seni burada bırakmayacağım! Seni burada bırakamam!
Anlıyor musun Olga? Korkularını, kadınsı mantığını unut ve beni
dinle! Ölmek istemiyorsan beni dinle!”
Olga’nın gözleri beni anlamadığını gösteriyordu... Oysa zaman
durmuyor, kendi akışını sürdürüyordu, biz gezi yolunda beklerken
zaman daralıyordu. Karar vermek gerekiyordu... Şimdi fiilen karım
olan Kırmızılı Kız’ı göğsüme bastırdım, bu anlarda onu gerçekten
sevdiğimi bir koca sevgisiyle sevdiğimi, kaderinin vicdanıma bağlı
olduğunu hissetmiştim... Bu varlığa sonsuza dek ve geri dönülmez
bir şekilde bağlandığımı görmüştüm.
“Dinle beni sevgilim, hâzinem!” dedim. “Bu cesurca bir adım...
En yakın dostlarımızla aramızı açacak, binlerce serzenişe, şikâyet
------------------------------------- 106 -------------------------------------

eden gözyaşlarına yol açacak. Bu adım kariyerimi bile mahvedebilir,


üstesinden gelemeyeceğim binlerce sıkıntıya neden olabilir, ama
sevgilim, karar verildi! Karım olacaksın... Daha iyi bir eşe ihtiya­
cım yok. Başka kadınlar benim neyime! Seni mutlu edeceğim, seni
gözüm gibi koruyacağım, yaşadığım sürece, seni eğiteceğim, seni
bir kadın yapacağım! Sana söz veriyorum ve işte dürüst elimi sana
uzatıyorum!”
Rolünün en heyecanlı bölümünü oynayan bir jeune premier
duygusuyla, içten bir coşkuyla konuşuyordum. Gayet güzel ko­
nuştum, başımızın üstünden geçen kartal bana boşuna kanatlarını
çırpmamıştı. Sonra Olya’m uzanmış elimi küçük ellerine alıp şef­
katle öptü. Ama bu bir nza belirtisi değildi... Daha önce hiç böyle
bir konuşma duymamış toy bir kadının yüzünde beliren aptalca
şaşkınlık ifadesiydi... Hâlâ beni anlamış değildi.
“Senin evine gelmemden söz ediyorsun...” dedi düşünceli bir
şekilde... “Tam olarak ne demek istediğini anlamıyorum... Onun
ne söyleyeceğini bilmiyor musun yoksa?”
“Ama onun söyleyeceğinin senin için ne önemi var?”
“Nasıl önemsememeyim? Hayır, Seryoja, artık bir şey söyleme...
Lütfen bırak bunu... Beni seviyorsun, bunun dışında hiçbir şeye
ihtiyacım yok. Senin bu aşkınla cehennemde bile yaşayabilirim...”
“Benim küçük aptalım, nasıl yapacaksın bunu?”
“Burada yaşayacağım, sen de... her gün geleceksin... Seni kar­
şılamaya çıkacağım.”
“Ama böyle bir hayatı ürpermeden hayal bile edemiyorum!..
Geceleri o, gündüzleri ben... Hayır, bu imkânsız! Olya, şu anda seni
öyle seviyorum ki!.. hatta delice kıskanıyorum... böyle duygularım
olabileceğinden kuşku bile duymadım...”
Ama bu ne ihtiyatsızlık! Elimi beline dolamıştım, o da gezi
yolundan geçen birinin bizi her an görebileceği sırada şefkatle
elimi okşamıştı.
“Hadi, gidelim” dedim, ellerimi çekerek. “Üstünü başını topla,
gidelim!”
“Ama çok aceleci davranıyorsun...” diye ağlamaklı bir sesle mırıl­
dandı Olenka. “Yangın çıkmış gibi acele ediyorsun... Kim bilir neler
uydurdun! Düğünden hemen sonra kaçmak! İnsanlar ne diyecek!”
------------------------------------- 107 --------------------------------------

Ve Olenka omuzlannı silkti. Yüzünde şaşkınlık, kafa karışıklığı


ve yanlış anlama ifadeleriyle dalgalanıyordu, ben de bu yüzden işi
oluruna bıraktım ve onun “hayati sorununu” çözmeyi bir sonraki
sefere kadar erteledim. Üstelik sohbeti sürdürecek zamanımız yok­
tu: Terasın taş basamaklarını çıkar çıkmaz insan sesleri duyduk.
Olya yemek odasının kapısının önünde kendine çekidüzen verdi,
saçını başını düzeltti. Yüzünde utançtan eser yoktu. İçeri beklen­
timin ötesinde bir cesaretle girdi.
“Kaçağı size geri getirdim beyler” dedim içeri girince, sonra
masadaki yerime oturdum. “Zorlukla buldum... Ararken canım
çıktı... Bahçeye gittim, sağa sola baktım, gezi yolunda yürürken
gördüm... ‘Burada ne yapıyorsun?’ diye sordum... ‘Öylesine,’ dedi,
‘havasızlıktan bunalmıştım!..’”
Olya bana, konuklara ve kocasına baktı... Kahkahayla gülmeye
başladı. Bir şey onu birden güldürmüş, neşelendirmişti. Yüzünde,
onu ansızın saran mutluluğu düğün yemeğine katılanlarla pay­
laşmak isteğini okudum... Bunu sözcüklerle ifade etme olanağı
bulunmadığı için kahkahaya dökmüştü.
“Ne komik biriyim!” dedi. “Gülüyorum ama neden güldüğümü
bilmiyorum... Sayın kont, gülsenize!”
“Üzüntü verici!” diye bağırdı Kalinin.
Urbenin öksürdü, sorar gibi Olya’ya baktı.
“Ne var?” diye sordu Olya, kısa bir an kaşlarını çatarak.
“Üzüntü verici diye bağırıyorlar da” dedi Urbenin sırıtarak,
ayağa kalkıp dudaklarını peçeteyle sildi.
Olga da ayağa kalktı ve hareketsiz dudaklarına bir öpücük kon­
durmasına izin verdi... Soğuk bir öpücüktü ama göğsümde hafif hafif
yanmakta olan ateş her an alevlenmeye hazırdı... Dudaklarımı sıkıp
arkamı çevirdim, yemeğin bitmesini beklemeye başladım... Neyse ki
yemek kısa bir süre sonra sona erdi, yoksa dayanamazdım...
Yemekten sonra konta yaklaşıp sert bir sesle:
“Benimle bir gelsene!” dedim.
Kont şaşkınlıkla bana baktı ve götürdüğüm boş odaya kadar
beni izledi.
“Ne istiyorsun sevgili dostum?” diye sordu, yeleğinin düğme­
lerini açıp geğirerek...
------------------------------------- 108 -------------------------------------

“İkimizden birini seç...” dedim. Beni baştan aşağı saran öfkeden


ayakta zor duruyordum. “Ya ben ya Pşehotski! Bana bu aşağılık
herifin köyünden bir saat içinde ayrılacağına söz vermezsen, bir
daha senin mülküne asla adım atmayacağım! Sana cevap için yarım
dakika veriyorum!”
Kont puroyu ağzından düşürdü ve kollarını açtı...
“Neyin var senin Seryoja?” diye sordu gözlerini genişçe açarak.
“Yüzün değişmiş!”
“Daha fazla uzatma lütfen! Şu ispiyoncuya, hergeleye, alçağın al­
çağı adama, şu arkadaşın Pşehotski’ye katlanamıyorum, seninle olan
iyi ilişkilerimiz adına buradan derhal gitmesini talep ediyorum!”
“İyi de sana ne yaptı?” diye sordu kont, endişelenmişti. “Ona
ne diye böyle saldırıyorsun?”
“Sana soruyorum: Ben mi, o mu?”
“Ama cancağızım, beni son derece zor bir duruma sokuyorsun...
Dur, elbisenin üzerinde bir tüy var... Benden imkânsızı istiyorsun!”
“Elveda!” dedim. “Seni artık tanımıyorum.”
Sonra sert bir dönüş yapıp antreye girdim, giyinip aceleyle dışarı
çıktım. Atımın eyerlenmesini söylemek üzere bahçeden hizmetçi­
lerin mutfağına geçerken durduruldum... Nadya Kalinina, elinde
küçük bir kahve fincanıyla bana doğru geliyordu. O da Urbenin’in
düğünündeydi, ancak belirsiz bir korku beni onunla konuşmak­
tan alıkoymuştu. Bütün gün yanma gitmeyip onunla tek kelime
konuşmamıştım...
“Sergey Petroviç!” dedi yanından geçtiğimde, sesi son derece
alçaktı, şapkamı hafifçe kaldırdım. “Durun!”
“Bir şey mi buyurdun?” diye sordum yanma gelerek.
“Buyuracağım bir şey yok... Sen uşak değilsin” dedi, doğrudan
yüzüme bakarak, yüzü çok solgundu. “Acelen var galiba, yalnız
biraz vaktin varsa, seni bir dakikalığına alıkoyabilir miyim?”
“Elbette... Ne soracağını bile bilmiyorum...”
“Sergey Petroviç o halde oturalım...” dedi. Oturduk “Bugün beni
sürekli görmezden gelmeye çalıştın,” dedi, “benimle karşılaşmaktan
korkuyormuşsun gibi, bugün bilerek seninle konuşmaya karar ver­
dim... Gururluyum ve kibirliyim... Bir görüşme dayatamam... ama
insan hayatında bir kez olsun gururundan özveride bulunabilir.”
------------------------------------- 109 --------------------------------------

“Neden söz ediyorsun?”


“Bugün sana sormaya karar verdim... Soru aşağılayıcı, benim için
zor... Nasıl dile getireceğimi bilmiyorum... Bana bakmadan cevap
ver... Benim için üzülmüyor musun Sergey Petroviç?”
Nadya bana baktı, başını hafifçe iki yana salladı. Yüzü daha da
soluklaştı, üstdudağı titredi ve büzüldü...
“Sergey Petroviç! Bence bir çeşit yanlış anlaşılmadan, kapristen
dolayı ayrıldık birbirimizden... Bana öyle geliyor ki meramımızı
doğru dürüst anlatsaydık her şey eskisi gibi yolunda gidecekti... Ben
olanları böyle görmeseydim şimdi duyacağın soruyu böyle kararlı bi­
çimde sormazdım... Sergey Petroviç, mutsuzum... Bunu görmelisin...
Hayatım hayat değil... Her şey kurudu... En önemlisi de, umut edip
etmeme konusunda yaşadığım belirsizlik... Bana karşı davranışınız o
kadar anlaşılmaz ki, kesin bir sonuca varmak imkânsız... Söyle bana,
ne yapmam gerektiğini bileyim... En azından o zaman hayatıma bir
yön veririm... Böylece kararımı buna göre şekillendiririm...
“Nadejda Nikolayevna, bana bir şey sormak istemiştiniz” dedim.
Tahmin ettiğim bu soruya içimden yanıtı hazırlamıştım.
“Evet, sormak istiyorum... Alçaltıcı bir soru... Biri kulak misafiri
olursa... Puşkin’in Tatyana’sı gibi dayattığımı düşünür... ama bu
zoraki bir soru...”
Gerçekten de zoraki bir soruydu. Nadya bu soruyu sormak için
yüzünü bana çevirdiğinde korktum: Nadya titriyor, parmaklarını
sinirli bir şekilde sıkıyor, meşum sözcüğü dudaklarında hüzünlü
bir yavaşlıkla bastırıyordu. Yüzü ölü gibi sararmıştı.
“Umudum olabilir mi?” diye fısıldadı sonunda. “Doğrudan
söylemekten çekinme... Yanıt ne olursa olsun, belirsizlikten iyidir.
Öyle değil mi? Umudum olabilir mi?”
Bir yanıt bekliyordu, oysa ruh halim nedeniyle bu soruya man­
tıklı bir yanıt veremiyordum. Sarhoştum, mağaradaki olayla he­
yecanlanmış, Pşehotski’nin casusluğu ve Olga’nın kararsızlığıyla
öfkeden kudurmuş, bir de kontla aptalca bir konuşma yapmıştım,
bu halimle Nadya’yı zor dinliyordum.
“Umudum olabilir mi?” diye tekrarladı. “Cevap versene!”
“Ah, cevap verecek durumda değilim, Nadejda Nikolayevna!"
Kalkarken ellerimi salladım. “Şimdi bir cevap veremiyorum. Beni
------------------------------------- İH) -------------------------------------

affet, yalnız seni tam duymadım, anlamadım. Şu an kendimi aptal


gibi hissediyorum ve çok öfkeliyim... Doğrusu, kendini boş yere
paralıyorsun.”
Bir kez daha el salladım ve Nadya’dan ayrıldım. Ancak daha
sonra kendime gelince, kızın basit, anlaşılır sorusuna yanıt ver­
mediğim için ne kadar aptal ve zalim biri olduğumu fark ettim...
Neden onu yanıtlamamıştım?
Şimdi, geçmişime tarafsız gözle baktığımda, acımasızlığımı o za­
manki ruh durumumla açıklayamıyorum... Ona cevap vermeyerek,
onunla flört etmiş, şaklabanlık yapmışım gibi geliyor bana. İnsan
ruhunu anlamak zordur, ancak kendi ruhunuzu anlamak daha
bir zordur. Gerçekten onunla oynamışsam, Tanrı beni bağışlasın!
Ayrıca başkalarının acılarıyla alay etmenin affı olmamalıdır.
Üç gün boyunca kafeste bir kurt gibi bir köşeden bir köşeye
yürüyüp durdum ve insanüstü bir iradeyle evden çıkmamaya
çalıştım. Masada duran ve sabırla ilgimi bekleyen kâğıt yığınına
dokunmadım, kimseyi kabul etmedim, Polikarp’la kavga ettim,
bağırıp çağırdım... Kontun malikânesine adım atmadım, bu ısrarım
şiddetli bir sinir krizine neden oldu. Şapkamı binlerce kez elime
alıyor, sonra tekrar bırakıyordum... Bazen elâleme aldırmamaya ve
ne pahasına olursa olsun Olga’ya gitmeye niyetleniyor, evde otur­
maya karar verince kendime veryansın edip duruyordum.
Sağduyum kontun malikânesine gitmeme karşıydı. Bir kere,
kontun mülküne bir daha ayak basmayacağıma yemin ettiğime göre
onurumu, gururumu feda edebilir miydim? O salakça konuşmamız­
dan sonra, hiçbir şey olmamış gibi ona gitseydim, bu bıyıklı züppe
ne düşünürdü? Ona haksızlık ettiğim anlamına gelmez miydi bu?
Ayrıca dürüst bir insan olarak, Olga’yla her türlü ilişkiyi ko­
parmak zorundaydım. İleride söz konusu olabilecek bir ilişki ona
ölümden başka bir şey getirmezdi. Urbenin’le evlenmekle bir hata
yapmıştı, ama benimle buluşarak bir kez daha hata yapmıştı. Yaşh
bir kocayla yaşarken, aynı zamanda âşığıyla buluşmak, onu ahlak­
sız bir bebek yapmaz mı? Böyle bir hayatın ilkece ne kadar iğrenç
olduğu bir kenara, sonuçlarını düşünmek gerekiyordu.
Ne kadar ödlek biriyim! Sonuçlardan, geçmişten, günümüzden
korktum... Sıradan bir insan söylediklerime güler geçer. Odada bir
------------------------------------- 111 -------------------------------------

aşağı bir yukarı dolanıp durmaz, başını avuçlarının arasına almaz,


türlü çeşitli plan hazırlamaz ama değirmen taşlannı bile öğütecek
kadar sağlam bir hayat kurardı. Hayat onun yardımını da, iznini
de istemeden her şeyi sindirirdi... Yalnız korkaklığa gelince kuşku­
luyum... Evet, bir aşağı bir yukarı dolaştım. Olga’ya merhametten
acı çektim, bir yandan coşkulu anlarında yaptığım teklifi dikkate
alacağı düşüncesinden dehşete düştüm. Ondan evime gelmesini
nasıl olup da talep etmiştim! Ya beni dinleyip peşimden gelseydi, ne
olurdu? Peki, bu “sonsuza dek” ne kadar sürerdi ve benimle hayat
zavallı Olga’ya ne kazandırırdı? Ona bir aile, dolayısıyla mutluluk
da veremezdim. Hayır, Olga’ya gitmemeliydim!
Oysa kalbim onun için deli gibi yanıp tutuşuyordu... İlk kez âşık
olup da rendez-vous'ya* gitmesine izin verilmemiş bir oğlan çocuğu
gibi... Mağaradaki olaydan deneyimli olan ben, yeni buluşmalara
can atıyordum ve çok iyi bildiğim gibi tasa ve özlemden bunalmış,
yollarımı bekleyen Olga’nın kışkırtıcı imgesi bir an bile aklımdan
çıkmıyordu...
Kont bana mektup üstüne mektup yolladı, her biri diğerinden
daha acıklı, daha alçaltıcıydı... “Olan biteni unutmam” için yal­
varıyordu, gelip Pşehotski için özür dileyecekmiş, bu “iyi kalpli,
sıradan, ancak biraz önemsiz kişiyi” bağışlamamı rica ediyor,
kadim dostlukları incir çekirdeğini doldurmayan nedenler yüzün­
den sona erdirmemi şaşkınlıkla karşılıyordu. Son mektuplarından
birinde, bizzat geleceğine söz veriyor, uygun bulursam -“kendini
kesinlikle suçlu hissetmese de”- benden özür dilemek için yanın­
da Pşehotski’yi de getireceğini bildiriyordu. Mektupları okudum
ve cevaplamak üzere, mektupları getiren her ulağa beni yalnız
bırakmalarını rica ettim. Bunu nasıl zorlaştıracağımı biliyordum!
Gerginliğimin doruk noktaya çıktığı bir saatte, pencerenin
önünde oturmuş, kontun malikânesinin dışında bir yere gitmeyi
düşünüyor, beni bekleyen Olga’nın başrolde olduğu sahneleri hayal
ederek kendimi paralıyordum, kapım sessizce açıldı, arkamda hafif
ayak sesleri duydum ve çok geçmeden boynuma iki küçük harika
kol dolandı...

4 Randevu (Fr.) (yayıncının notu)


------------------------------------- 112 --------------------------------

“Sen misin Olga?” diye bağırdım arkamı dönerek.


Onu sıcak nefesinden, boynuma sanlma şeklinden ve hatta
kokusundan tanımıştım. Başını yanağıma yaslamıştı, bana çok
mutlu görünüyordu... Hatta mutluluktan konuşamıyordu... Onu
göğsüme bastırdım, üç gün boyunca bana işkence eden elemler ve
sorular bir yerlere uçup gitmişti! Keyiften kahkahalar atıyor, bir
okul çocuğu gibi zıplayıp oynuyordum.
Olga’nın üzerinde solgun tenine, harika lepiska saçlarına çok
iyi giden açık mavi ipek bir elbise vardı. Yeni moda bir elbiseydi ve
çok pahalı olmalıydı. Herhalde Urbenin’in yıllık maaşının dörtte
birine mal olmuştu...
“Bugün ne kadar güzelsin!..” diyerek Olgayı kucaklayıp boynu­
na bir öpücük kondurdum. “Eee, nasılsın? Sağlığın yerinde mi?”
“Ama senin burası ne kadar kötü!” dedi çalışma odama göz
gezdirirken. “Zengin bir insansın, yüklü bir maaş alıyorsun ama
ne kadar... sade yaşıyorsun!”
“Canım, herkes kont gibi lüks ihtişam içinde yaşamıyor” dedim.
“Ama şu zenginliğimi bir kenara bırakalım şimdi. Seni hangi iyilik
meleği buralara, bu inime getirdi?”
“Bırak beni Seryoja, elbisemi buruşturuyorsun... Beni yere
indir... Sana bir iki dakikalığına uğradım, canım! Evde herkese
kontun çamaşırcısı Akatiha’ya, uğrayacağımı söyledim, sana
yakın, senden iki üç ev ileride... Gitmeme izin ver, canım, yoksa
kendimi huzursuz hissedeceğim... Uzun zamandır neden gö­
rünmedin?”
Bir şeyler söyledim, karşısına oturup güzelliğini seyre koyul­
dum... Bir dakika boyunca sessizce birbirimize baktık...
“Çok güzelsin, Olya!” dedim İçimi çekerek. “Hatta çok yazık
ve bu kadar güzel olmana üzülüyorum!”
“Neden üzülüyorsun ki?”
“Kim bilir kimin eline düştün.”
“Ama daha ne istiyorsun? Sonuçta ben şeninim! Geldim işte,
buradayım... Beni dinle, Seryoja... Sana bir soru sorarsam gerçeği
söyler misin?”
“Elbette, söylerim...”
“Piyotr Yegoriç’le evlenmeseydim, benimle evlenir miydin?”
------------------------------------- 113 -------------------------------------

“Büyük olasılıkla hayır” demek isterdim ama zavallı Olya’nın”


hâlâ acı çekmekte olan kalbinin yarasını neden deşeyim ki diye
düşündüm.
“Elbette” dedim gerçeği söyleyen bir insanın sesi tonuyla...
Olya iç geçirdi ve başını yere indirdi...
“Ah, ne büyük bir hata yaptım ben, ne büyük hata! En kötüsü
de, düzeltilemez! Onu boşamam imkânsız değil mi?”
“Evet, imkânsız...”
“Neden böyle acele ettim, anlamıyorum! Biz kızlar çok aptalız
ve havai... İyi bir dayağı hak ediyoruz! Ne var ki geri dönemezsin ve
burada artık tartışacak bir şey yok... Ne kafa yormalar, ne gözyaşları
yardımcı olur. Seryoja, dün gece sabaha kadar ağladım! Orada...
yanımda yatıyordu, bense seni düşünüyor... Uyuyamıyordum...
Hatta gece ormana, babamın yanma bile kaçmak istedim... Orada,
onun gibi biriyle yaşamaktansa, çılgın babamın yanında kalmak
daha iyiydi...”
“Olya, değerlendirmeler bir işe yaramıyor... Bunları Tenevo’dan
seninle yolculuk yaptığım o gün değerlendirmek gerekiyordu,
zengin biriyle evleneceğine seviniyordun... Tumturaklı sözlerle
egzersiz yapmak için artık çok geç...”
“Çok geç... peki, öyle olsun! ” dedi Olga, kararlı bir şekilde elini
sallayarak. “Durum daha kötüye gitmezse, yaşamayı sürdürebiliriz...
Elveda! Gitmem gerekiyor...”
“Hayır, elveda değil...”
Olyayı kendime çektim ve üç kayıp gün için kendimi ödül­
lendirmeye çalışıyormuş gibi yüzünü öpücüklere boğdum. Bana
üşümüş bir kuzu gibi sarıldı, sıcak nefesiyle yüzümü ısıttı... Odaya
sessizlik çökmüştü...
“Adam kansını öldürdü!” diye zırladı papağanım...
Olya titredi ve kollarımdan kurtuldu, sorar gibi bana baktı...
“Bu bir papağan, canımın içi...” dedim. “Rahat ol...
“Adam kansını öldürdü!” diye tekrarladı İvan Demyanıç.
Olya kalktı, sessizce şapkasını başına takıp elini bana uzattı...
Yüzünde korku vardı.
“Ya Urbenin öğrenirse?” dedi iri gözleriyle bana bakarak. “Beni
gerçekten öldürür!”
------------------------------------- İM -------------------------------------

“Ee, yeter... diye güldüm. “Seni öldürmesine izin verirsem


iyi bir insan olurdum! Evet, cinayet gibi olağandışı bir eylemi
gerçekleştireceğini sanmam... Gidiyor musun? Pekâlâ, güle güle,
yavrum... Bekliyorum... Yarın ormanda yaşadığın kulübenin ya­
kınlarında olacağım... Görüşürüz...”
Olgayı yolcu edip çalışma odama döndüğümde orada Polikarp’la
karşılaştım. Odanın ortasında durmuş, sert sert bana bakıyor, aşa­
ğılar gibi başını sallıyordu...
“Burada bir daha böyle bir şey olmasın Sergey Petroviç!” dedi
sert bir anne babaya özgü sesle. “Bunu istemiyorum...”
“Neden söz ediyorsun?”
“O şeyden... Görmediğimi mi sanıyorsun? Her şeyi gördüm...
Buraya bir daha gelmeye cüret etmesin! Burası aşna fişne yeri değil!
Bunun için başka yerler var...”
Tam havamdaydım, bu yüzden Polikarp’ın casusluğu, akıl
hocalığı beni kızdırmamıştı. Güldüm ve onu mutfağa yolladım.
Olga’nın ziyaretinden sonra henüz kendime gelmeye zaman
bulamadan, yeni bir konuk teşrif buyurdu. Evimin önüne gürül­
tüyle bir araba yanaştı ve Polikarp sağma soluna tükürerek, ağır
sözler ederek “o cehennem olosı’nm... ”, yani tüm kalbiyle nefret
ettiği kontun geldiğini bildirdi bana. Kont içeri girdi, ağlamaklı
gözlerle bana bakıp başını iki yana salladı...
“Bana yüz çeviriyor... Konuşmak istemiyorsun...”
“Sana yüz falan çevirmiyorum” dedim.
“Seni çok severim, Seryoja, sense... saçma sapan nedenlerden!
Niçin bana hakaret ediyorsun? Niçin?”
Kont oturdu, içini çekerek başını iki yana salladı...
“Kes şöyle aptallık etmeyi!” dedim. “Tamam!”
Bu sıska adamcağız üzerindeki etkim ona duyduğum nefret
kadar güçlüydü... Kırıcı ses tonuma alınmadı, tam tersine... Be­
nim “tamam” dediğimi duyunca ayağa fırlayıp beni kucakladı...
“Onu yanımda gelirdim... Arabada oturuyor... Senden özür
dilemesini ister misin?”
“Peki, suçunu biliyor musun?”
“Hayır.”
“Bu iyi. Özür dilemesin, ancak, ileride buna benzer bir şey
------------------------------------- 115 --------------------------------

olursa pek sinirlenmeyeceğim ama gerekli önlemleri alacağım


konusunda onu uyar.”
“Demek ki barış, öyle mi Seryoja? Bu harika! Uzun zaman önce
olması gerekirdi, aynca neden tartıştığımızı da şeytan bilir ancak!
Kız öğrenciler gibi!.. Ah, sevgili dostum! Yarım bardak votka yok
mu? Boğazım çok kurudu!”
Votka getirmelerini söyledim. Kont iki kadeh içti, kanepeye
devrilip sohbete başladı.
“Dostum, az önce Olya’yla beraberdim... Harika bir kadın!
Urbenin’den nefret etmeye başladığımı söylemeliyim... Bu da,
Olenka’dan hoşlandığım anlamına geliyor... Şeytani bir güzelliği
var! Onunla flört etmeyi düşünüyorum.”
“Evli kadınlardan uzak durmalı!” diyerek içimi çektim.
“Ama yaşh bir adam... Pyotr Yegoriç’in karısını alıp götürmek
hiç de günah olmaz... Onun için doğru bir eş değil. Adam bir
köpek gibi: Ne kendi yer ne de başkasına yedirir... Bugün hamle
yapmaya başlayacağım ve düzenli olarak sürdüreceğim... Böyle bir
yaratık... hımm... gerçek bir güzellik, ahbap! Parmaklarını yersin!”
Kont üçüncü bardağı içip devam etti:
“Yerli sakinlerin içinden hâlâ kimden hoşlandığımı biliyor
musun? Şu aptal Kalinin’in kızı Nadenka’dan... Soluk yüzlü,
ateşli bir esmer, bilirsin, gözleri bir harika... Ben de oltamı oraya
atmalıyım... Özellikle Paskalya’ya doğru onu davet etmek için...
müzikli bir edebiyat akşamı düzenleyeceğim... Sonra burada,
dostum, kahrı çekilir bir hayat var, bayağı eğlenceli! Toplum da,
kadınlar da... ve... Senin burada kestirsem... bir iki dakikacık,
ha?”
“Elbette... Peki, arabadaki Pşehotski’ye ne yapalım?”
“Beklesin, canı cehenneme!.. Dostum, ondan ben de hoşlan­
mıyorum.”
Kont dirseklerinin üzerinde doğruldu ve gizemli bir sesle şöyle
dedi:
“Sadece zorunluluktan, ihtiyaçtan yanımda tutuyorum... Her
neyse, cehennemin dibine gitsin!”
Kontun dirseği kıvrıldı, başı yastığa düştü. Bir dakika sonra,
horlamaya başladı.
------------------------------------- 116 -------------------------------------

Kont akşamleyin ayrıldıktan sonra üçüncü bir konuk geldi:


Doktor Pavel İvanoviç... Bana Nadejda Nikolayevna’nın hastalan­
dığını ve kızın onu kesinlikle reddettiğini bildirmeye gelmişti.
Zavallı adam üzgündü ve ıslak bir tavuğa benziyordu.

Şiirsel Mayıs ayı geldi geçti...


Leylaklar ve laleler çiçeklerini döktü ve onlarla birlikte suçluluk­
larına ve hayal kırıklıklarına rağmen, arada bir bizlerde bellekler­
den silinemeyen tath anlar bırakan aşkın hazları da aynı kaderi
paylaştı. Kişioğlunun yaşamından aylarını ve yıllarını feda edeceği
anlar vardır!
Haziran ayının bir akşamı güneş batarken, ardında bıraktığı
mor, altuni şerit uzak batıda hâlâ kızıllığını sürdürüyor, ertesi gü­
nün sakin ve açık geçeceğini muştuluyordu - Zorka’yla Urbenin’in
yaşadığı pavyona vardım. Kont o gün “müzik” akşamı düzenle­
mişti. Konuklar çoktan gelmeye başlamıştı ama kont evde değildi:
Gezintiye çıkmış, hemen döneceğini bildirmişti.
Bir süre sonra dizginlere asılarak verandanın önünde durdum
ve Urbenin’in kızı Saşa’yla sohbet ettim. Urbenin de merdiven
basamağında oturuyordu, yumruklarını başına dayamış, gözlerini
görülebilecek mesafede uzaklara dikmişti. Yüzü asıktı, sorularıma
isteksizce yanıt veriyordu. Onu yalnız bırakıp Saşa’yla ilgilendim.
“Yeni annen nasıl, iyi mi?” diye sordum.
“Kontla gezintiye çıktı. Her gün ata biniyorlar.”
“Her gün" diye mırıldandı Urbenin içini çekerek.
Bu iç çekişte çok sayıda duygu duyulabilirdi. Beni endişelendi­
ren, kendime açıklamaya çalıştığım ama açıklayamadığım ve türlü
tahminler yürüttüğüm duygular dile geliyordu onda.
Olga her gün kontla birlikte atla gezintiye çıkıyordu. Ama bu
hiçbir şey ifade etmiyordu. Olga konta âşık olamazdı, Urbenin’in
kıskançlığı bu yüzden temelsizdi. Kıskanmamız gereken kişi
kont değil, uzun zamandan beri anlayamadığım “başka bir şey”di.
Bu “başka bir şey” Olga^la benim aramda sağlam bir duvar gibi
yükseliyordu. Beni hâlâ seviyordu, yalnız bir önceki bölümde
anlattığım ziyaretinden sonra, yanıma sadece iki kez gelmişti ve
------------------------------------- 117 --------------------------------

evimin dışında buluştuğumuzda nedense tuhaf bir şekilde kızmış,


sorularıma yanıt vermekten ısrarla kaçınmıştı. Okşamalarıma çok
ateşli karşılıklar veriyordu ama bu tepkileri o kadar taşkın ve ür­
kekti ki, kısa buluşmalarımızdan belleğimde sadece acı verici bir
şaşkınlık kalmıştı. Vicdanının açık olmadığı belliydi ama Olga’nın
suçlu yüzünden tam olarak ne olduğunu kestirmek olanaksızdı.
“Yeni annenin sağlığı nasıl?” diye Saşaya sordum. “Umarım
iyidir.”
“İyi. Ama dün gece dişi ağrıdı. Ağladı.”
“Ağladı mı?” dedi Urbenin Saşaya bakarak. “Gördün mü? Hayal
etmişsindir, yavrum.”
Olga’nın dişi ağrımıyordu. Ağlamışsa, acıdan değil başka bir
nedendendi bu... Saşa’yla biraz daha konuşmak istedim ama fırsat
bulamadım, birden toynak sesleri duydum, kısa bir süre sonra
eyerde biçimsizce zıplayan bir biniciyle zarif bir amazonu gördük.
Sevincimi Olga’dan saklamak için Saşa’yı kollarımda kaldırdım
ve parmaklarımı sarı saçlarından geçirerek sapsan kafasını öp­
tüm.
“Çok güzelsin, Şaşa!” dedim. “Bu ne harika bukleler!”
Olga bana şöyle bir göz attı, selamıma sessizce karşılık verdi
ve kontun eline yaslanarak pavyona girdi. Urbenin kalkıp peşle­
rinden gitti.
Kont yaklaşık beş dakika sonra pavyondan çıktı. Daha önce
hiç görmediğim kadar neşeliydi. Yüzü daha bir canlanmış gibiydi.
“Beni tebrik et!” dedi koluma girip kıs kıs gülerek.
“Nedenmiş o?”
“Zaferim için... Böyle bir iki gezinti daha yapayım, soylu ata­
larımın külleri üzerine yemin ederim, bu çiçekten taç yaprak
koparırım.”
“Ama hâlâ koparmadın mı?”
“Hâlâ mı? Birazcık! On dakika boyunca “elin elimde” şarkısını
söylemeye başladı, “ve... Elini hiç çekmedi... ellerini öptüm! Yalnız
yarına kadar bekleyeceğiz ama şimdi gidelim. Beni bekliyorlar. Ah,
evet! Seninle konuşmam gerek canım, bir mesele hakkında. Söyle
bana, sevgili, dostum, Nadejda Kalinina’yla ilgili kötü niyetlerin
olduğu söyleniyor, bu doğru mu?”
------------------------------------- 118 -------------------------------------

“Ee, ne var bunda?”


“Bu doğruysa, seni rahatsız etmeyeceğim. İşine taş koymak
benim kitabımda yoktur. Onda gözün yoksa tabii...”
“Böyle bir şey yok.”
“Merci, canım!”
Kont bir taşla iki kuş vurmanın hayalini kuruyordu, bunu
yapacağından da emindi. Söz konusu akşam bu iki tavşanın izini
sürdüm. Güzel bir karikatür kadar aptal ve gülünçtü. Bu kome­
diyi izlerken, kontun bayağılığına sadece gülebilir ya da isyan
edebilirdim; ancak hiç kimse, bu çocuksu takibin, kiminin ahlaki
çöküşüyle, kiminin kaybıyla, bir üçüncüsünün de suç işlemesiyle
sona ereceğini düşünemezdi!
Kont bir taşla iki kuş öldürmekle kalmadı, daha fazlasını yaptı!
Evet, onları öldürdü, ancak kuşların derisi ve eti onun olmadı.
Onu her seferinde küçümseyici bir sırıtmanın da eşlik ettiği
dostça bir gülümsemeyle karşılayan Olga’nın elini gizlice sıkarken
gördüm. Bir keresinde de onunla benim aramda bir sır olmadığını
göstermek için yanımda Olga’nın elini öpmüştü.
“Ne odun kafah!” diye kulağıma fısıldayıp elini sildi.
“Bana bak Olga!” dedim, kont gittikten sonra. “Bana söylemek
istediğin bir şeyler var sanırım. Öyle değil mi?”
Sorgular gibi yüzüne baktım. Birden kızardı, hırsızlık yaparken
yakalanan bir kedi gibi süklüm püklüm gözlerini kırpıştırdı.
“Olga,” dedim sertçe, “bana söylemelisin! Bunu senden talep
ediyorum!”
“Evet, sana bir şey söylemek istiyorum” diye fısıldadı, elime
sıkıca yapışarak. “Seni seviyorum, sensiz yaşayamam ama... beni
görmeye gelme, sevgilim! Beni artık sevme ve bana ‘sen’ deme. Artık
böyle devam edemem... İmkânsız... Ve beni sevdiğini kimselere
belli etme.”
“Peki, neden?”
“Böyle istiyorum. Nedenlerini bilmene gerek yok, bunları sana
söylemeyeceğim. Gelenler var... Benden uzak dur.”
Yanından ayrılmadım, konuşmamızı kendisi sona erdirmek
zorunda kaldı. Yanımdan geçen kocasının koluna girdi, iki yüzlü
bir gülümsemeyle başını sallayıp uzaklaştı.
-------------------------------------- 119 --------------------------------------

Diğer kuş Nadenka Kalinina, o akşam kontun özel ilgisine


mazhar oldu. Kont etrafında dolanıp duruyor, fıkralar anlatıp şa­
kalaşıyor, kur yapıyordu... Nadenka yorgun ve bitkin görünüyordu,
yüzü solgundu, dudakları zoraki bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.
Soruşturma yargıcı Kalinin sürekli onları izliyor, sakalını sıvazlıyor,
anlamlı anlamlı öksürüyordu. Kontun kızına kur yapması yargıcın
istediği bir şeydi. Bir kont onun damadı olacaktı! İlçe bon vivant'ı
için bu hayalden daha tath ne olabilirdi? Kont kızına kur yapmaya
başladıktan sonra, boyu kendi gözünde iki metre büyümüştü. Beni
ne küstah bakışlarla ölçüyor, benimle konuşurken öyle alaycı bir
şekilde öksürüyordu ki! “Sonuç olarak sen fazla teşrifat gösterdin,
gittin, bizse umursamadık! Şimdi bir kontumuz var!”
YEDİNCİ BÖLÜM

Ertesi akşam yine kontun malikânesine gittim. Bu kez Saşayla değil


liseye giden erkek kardeşiyle konuştum. Çocuk beni bahçeye götür­
dü ve içini döktü. Bu iç dökmelere yol açan, onun “yeni anneyle”
yaşamının nasıl gittiğini sormamdı.
“O sizin iyi arkadaşınız,” diye söze başladı, okul kıyafetinin
düğmelerini sinirli biçimde açarak, “ona anlatacaksınız ama kork­
muyorum... İstediğinizi söyleyin! O kötü kalpli, aşağılık bir kadın!”
Ve bana Olga’nın odasını elinden aldığını ve Urbenin’in yanında
on yıl hizmet eden yaşh dadıyı kovduğunu, sürekli bağırıp çağır­
dığını, öfkelendiğini söyledi.
“Dün kız kardeşim Saşa’nın saçını övdünüz... Bu saçlar ger­
çekten güzel değil mi? Harika bir lepiska saç! Ama Olga bu sabah
onları kesti!”
Olga’nın, yabancısı olduğu berberlik alanına müdahalesi “kıs­
kançlıktan başka bir şey değil” diye düşündüm...
“Onun saçlarını değil, Saşa’nın saçlarını övdüğünüz için kıs­
kanmış gibiydi!” dedi çocuk düşüncemi doğrular gibi. “Babamı
da canından bezdirdi. Babam onun için çok para harcıyor, işinden
uzaklaşıyor... Yine içmeye başladı! Yine! O aptal bir kadın... Böyle
küçük bir evde yoksulluk içinde yaşamak zorunda olduğu için
bütün gün ağlıyor. Babam çok parası olmadığı için suçlu mu?”
Çocuk bana pek çok üzücü şey anlattı. Gözleri adeta körleşmiş
babanın göremediği ya da görmek istemediği her şeyi görüyordu.
Zavallı çocuk babası yüzünden haksızlığa uğramıştı, kız kardeşi,
yaşh dadısı haksızlığa uğramıştı. Kitaplarını koyduğu ve yakala­
dığı ispinozları beslediği köşesi zorla elinden alınmıştı. Herkese
hakaret ediliyor, her şeye egemen olan budala, üvey anne karşısına
ne çıksa alaya alıyordu! Ama zavallı çocuk, onunla konuştuğum
günün akşamı bizzat tanık olduğum şeyi, bu genç üvey annenin
ailesine ettiği korkunç hakaretleri hayal bile edemezdi. Bu haka­
retten öncekilerin değeri sıfıra indi, Saşa’nın kesilen saçları bunun
yanında hiç kalırdı.
------------------------------------- 121 --------------------------------------

Akşamın geç vaktinde kontta oturuyordum. Her zamanki gibi


içiyorduk. Kont içkiyi fazla kaçırmıştı, bense çakırkeyiftim.
“Bugün beline kazara da olsa dokunma durumum oldu” diye
mırıldandı. “Demek ki yarın biraz daha ileri gidebiliriz.”
“Peki, Nadya? Nadyayla işler nasıl gidiyor?”
“Dolaşıyoruz! Onunla sadece başlangıç aşamasındayız... Şim­
dilik gözlerimizle konuşma dönemi yaşıyoruz. Dostum, onun si­
yah, kederli gözlerini okumayı seviyorum. Bu gözlerde kelimelere
dökemeyeceğimiz ancak kalbimizle anlayabileceğimiz bir şeyler
yazıh. İçelim mi?”
“Öyleyse, seninle saatlerce konuşma sabrı varsa, senden hoşla­
nıyor. Babası da senden hoşlanır.”
“Babası mı? Bu odun kafalıdan ne söz ediyorsun? Ha-ha! Bu
şavalak dürüst niyetlerimden kuşkulanıyor!”
Kont boğulacakmış gibi öksürmeye başladı, içkisinden bir
yudum aldı.
“Adam kızıyla evleneceğimi düşünüyor! Onunla evlenmenin
imkânsız olduğunu bir kenara bırakalım, açıkça söylemek gerekir­
se, bu kızla evlenmekten çok onu baştan çıkarmak benim için daha
dürüstçe bir yol olur... Öksürüp duran orta yaşh, sürekli sarhoş bir
adamla sonsuza dek yaşamak - brrr! Eşim olacak kadın eriyip gider
yahut ertesi gün kaçardı... Ama bu gürültü de ne?”
İkimiz de ayağa fırladık... Birkaç kapı hemen hemen aynı anda
çarptı ve Olga koşarak oturduğumuz odaya daldı. Yüzü çarşaf gibi
bembeyazdı ve hızla vurulan bir arpın telleri gibi titriyordu. Saç­
ları darmadağınıktı, gözbebekleri genişlemişti. Boğulur gibi nefes
alıyordu. Geceliğinin ön kıvrımlarını parmaklarıyla mıncıklıyordu.
“Olga, ne oldu sana?” diye sordum kolundan tutup, benim de
rengim uçmuştu.
Kontun ağzımdan istemeden çıkan “Sen” ifadesine şaşırması
gerekirdi ama duymamıştı. Her şey büyük bir soru işaretine dönüş­
müştü, Kont hayalet görmüş gibi ağzı açık, gözleri yuvalarından
fırlamış halde Olgaya bakıyordu.
“Ne oldu?” diye sordum.
“Beni dövüyor!” dedi Olga, hıçkırarak sandalyeye devrildi.
“Beni dövüyor!”
------------------------------------- 122 -------------------------------------

“Kim?”
“Kocam! Onunla yaşayamam! Ayrıldım.”
“Rezalet!” diye masayı yumrukladı kont. “Buna ne hakkı var? Bu
zorbalık... Bunun... bunun ne olduğunu şeytan bilir ancak! Karısını
dövmek, ha? Dövmek! Bunu sana neden yaptı?”
“Hiçbir neden yokken” dedi Olya, gözyaşlarını silerek. “Cebim­
den mendilimi çıkarırken, dün bana gönderdiğin mektup düştü...
hemen atıldı, mektubu ahp okudu ve... dövmeye başladı... Elime
yapıştı, kuvvetlice sıktı, bakın, elimde hâlâ çürük izleri var, sonra
bir açıklama istedi... Ben de, açıklama yapmak yerine, koşarak
buraya geldim... Bana arka çıkarsanız tabii! Onun, karısına böyle
kaba davranmaya hakkı yok! Ben aşçı kadın değilim! Asil bir
kadınım!”
Kont bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, içkiden peltekleşmiş, dola­
nan diliyle zar zor bir şeyler geveliyordu, ayık diline çevrildiğinde
“Rusya’da kadınların durumu üzerine” anlamına gelen sözler.
“Bu düpedüz barbarlıktır! Yeni Zelanda mı burası! Bu adam
kendi cenazesinde karısının da boğazlanacağını falan mı sanıyor?
Öyle ya, vahşiler dünyaya veda ederken yanlarında karılarını da
götürürler!..”
Bir türlü kendime gelemiyordum... Olga’nın gece elbisesiyle
ansızın gelişini nasıl anlamam ve ne şekilde düşünüp sonra bir
karara varmam gerekiyordu? Dayak yiyor, onuru iki paralık edili­
yorsa, neden babasına ya da ev sahibine ve nihayet her şeye rağmen
ona en yakın olan bana değil de konta gitmişti? Dahası gerçekten
hakarete uğramış mıydı? Kalbim, safdil Urbenin’in masum olduğu­
nu fısıldıyordu bana; kalbim gerçeği hissederken, bu sersemlemiş
kocanın o sırada hissetmesi gerektiği acıyla burkuluyordu. Sorular
sormadan ve nereden başlayacağımı bilmeden, Olga’ya bir kadeh
şarap verip onu yatıştırmaya çalıştım.
“Ne büyük bir hata yaptım! Ne büyük bir hata!” Gözyaşları
içinde içini çekti, kadehi dudaklarına götürdü. “Oysa bana kur
yaparken ne kadar uysal davranırdı! Bir insan değil, melek oldu­
ğunu düşünürdüm!”
“Ama cebinden düşen mektubun onun hoşuna gideceğini mi
sandın?” diye sordum, “Kahkahalara boğulmasını mı istedin?”
------------------------------------- 125 -------------------------------------

“Bundan söz etmeyelim!” diye sözümü kesti kont. “Ne olursa


olsun onun davranışı alçakça! Kadınlara böyle davranılmaz! Onu
düelloya davet edeceğim! Ona gününü göstereceğim! İnan, Olga
Nikolayevna, onun yanına kâr kalmayacak bu!”
Kont bir hindi gibi kabarıyordu ama hiç kimse ona karı koca
arasına girme yetkisi vermemişti. Bir şey söylemedim ve karşı
çıkmadım, çünkü başka birinin karısının intikamının sadece dört
duvar arasında sarhoşluğun getirdiği sözcük bombardımanıyla
sınırlı kalacağını ve düellonun hemen ertesi gün unutulacağını
adım gibi biliyordum. Ama Olga neden sessiz kalmıştı? Kontun
ona sunduğu hizmetlere karşı olmadığını düşünmek istemedim.
Bu aptal güzel kedinin sarhoş bir kontun karı ve kocanın yargıcı
olmasını kabullenmekle pek onurlu davranmadığına inanmak
istemedim...
“Onu yerle bir edeceğim!” diye bağırdı çiçeği burnunda şövalye.
“Sonunda tokadı atıp onu düelloya davet edeceğim! Hemen, yarın!”
Ama Olga, tek suçu aldanmak ve aldatılmak olan bir adama
hakaret eden bu düzenbazın ağzının payını vermedi! Urbenin onun
elini kuvvetlice sıkmış, bu da rezil biçimde kontun evine koşma­
sına yol açmıştı, şimdi de bu sarhoş yeniyetme asilzade, Olga’nın
gözlerinin önünde, tam o sırada kendi evinde aldatıldığını idrak
etmiş halde, acıdan ve belirsizlikten içi içini yiyen onurlu bir ada­
mın adını ezip geçiyor, üzerine çirkef sularını boşaltıyordu. Olga
hiç değilse bir kaşını gözünü oynatsaydı!
Kont öfkeler savurup, Olga da gözyaşlarını silerken, uşak kızar­
mış keklik getirdi. Kont konuğun tabağına yanm keklik koydu...
Olga olumsuz biçimde başını salladı, sonra bilinçsizce çatah ve
bıçağı alıp yemeye başladı. Kekliği büyük bir kadeh şarap izledi ve
kısa bir süre sonra gözlerinin çevresindeki pembe lekeler ve arada
bir derin derin iç çekmesi dışında gözyaşından hiçbir iz kalmamıştı.
Çok geçmeden kahkahalar yükselmeye başladı... Olga teselli
bulmuş, kırgınlığını unutmuş bir çocuk gibi gülüyordu. Ona ba­
karak kont da gülmeye başladı.
“Ne düşündüğümü biliyor musun?” dedi kont, Olga’ya biraz
daha sokularak. “Malikânemde amatör bir temsil düzenlemek isti­
yorum. Güzel kadın rolleri olan bir temsil verelim. Ee? Ne dersin?”
------------------------------------- 12-1 -------------------------------------

Bu amatör temsil hakkında konuşmaya başladılar. Bu saçma


sapan konuşma, bir saat önce solgun, ağlamaklı yüzü ve darmadağı­
nık saçlarıyla koşan Olga’nın yüzündeki o korkuya hiç uymuyordu!
Bu korku, bu gözyaşları ne kadar ucuzmuş böyle!
Bu arada zaman geçmiş, saat çoktan gece yarısını vurmuştu.
Namuslu kadınlar bu saatte yataklarında olurlar. Olga’nın gitme
zamanıydı. Ancak saat yarımı geçtiği halde Olga oturmuş, hâlâ
kontla sohbet ediyordu.
“Uyku vakti geldi” dedim saatime bakıp. “Ben gidiyorum... Sana
eşlik etmeme izin verir misin, Olga Nikolayevna?”
Olga bir bana, bir konta baktı.
“Peki, ben nereye gideceğim” diye fısıldadı. “Ona gidemem.”
“Evet, evet, elbette artık ona gidemezsin” dedi kont. “Seni bir
daha dövmeyeceğini kim garanti edebilir? Hayır, hayır!”
Odada dolaşmaya başladım. Derin bir sessizlik çökmüştü. Bir
aşağı bir yukan dolaşıyordum, dostum kont ve âşığım ardımdan
adımlarımı izliyordu. Hem bu sessizliği hem de bakışları anhyor-
muşum gibi geliyordu bana. Sabırsız bir beklentiyle dolu halleri
gözümden kaçmamıştı. Şapkamı koyup kanepeye oturdum.
“Evet, efendim” diye mırıldandı kont, ellerini sabırsızca ovuş­
turarak. “Evet, efendim... Karmakarışık işler...”
Saat bir buçuğu vurdu. Kont hızla saatine bakıp kaşlarını çattı,
odada bir aşağı bir yukan dolaşmaya başladı. Benden yana fırlat­
tığı bakışlardan, bana gerekli ama nazik ve tatsız bir şey söylemek
istediği belliydi.
“Dinle Seryoja!” diye kulağıma fısıldayarak yanıma oturdu,
sonunda söylemeyi göze almıştı. “Canım, sen darılma... Elbette,
durumumu anlarsın, ricam sana garip ve küstahça gelmeyecek.”
“Çabuk söyle! Ağzında geveleyip durma!”
“Bilirsin işte, mesele şu... sen... Buradan git, sevgili dostum! Bizi
rahatsız ediyorsun... O yanımda kalacak... Sana kapıyı gösterdiğim
için beni bağışla ama... sabırsızlığımı anlayacaksın.”
“Peki.”
Dostum iğrençti. Titiz biri olmasaydım, sıtma tutmuş gibi
titreyerek onu Urbenin’in karısıyla yalnız bırakmamı istediğinde,
onu bir böcek gibi ezebilirdim. Olağanüstü ölüm hayalleri kuran,
------------------------------------- 125 --------------------------------------

ormanlarla, öfkeli gölle beslenmiş şiirsel “Kırmızılı Kız”ı, bütün


bedeni alkolle ve hastalıklarla dolu bu zayıf ruhlu bir münzevi
ele geçirmek istiyordu. Hayır, onun beş yüz metre yakınında bile
olmamalıydı!
Ona yaklaştım.
“Gidiyorum” dedim.
Başını salladı.
“Buradan gitmeli miyim? Evet mi?” Kızarmış, güzel yüzündeki
gerçeği okumayı denedim. “Evet mi?”
Uzun siyah kirpiklerinin belli belirsiz bir hareketiyle, “Evet”
diye yanıtladı.
“Bunu düşündün mü?”
Sinir bozucu bir rüzgârdan uzaklaşır gibi benden uzaklaştı.
Konuşmak istemedi. Ayrıca neden söz edecekti ki? Uzun bir ko­
nuya kısa yanıt vermek mümkün değildir, uzun konuşmaların da
ne yeri ne zamanıydı.
Şapkamı aldım ve hoşça kal demeden çekip gittim. Bir süre
sonra Olga olanları bana anlattı: Oradan ayrılışımdan hemen sonra,
ayak seslerim rüzgânn ve bahçenin uğultusuna karışır karışmaz,
sarhoş kont onu hemen kollarına ahp sıkmış. Olga da gözlerini
kapatmış, ağzını ve burun deliklerini tıkamış, ancak mide bulan­
tısından ayakta zor duruyormuş. Neredeyse kollarından kurtulup
göle kaçacakmış. Saçlarını yolup ağladığı anlar olmuş. Kendini
satmak kolay değil öyle.
Evden çıkıp Zorka’nın bulunduğu ahıra doğru ilerlerken,
kâhyanın evinin önünden geçmem gerekiyordu. Pencereye bak­
tım. Yoğun is bağlamış lambanın loş ışığında masada Pyotr Yegoriç
oturuyordu. Yüzünü görmedim. Yüzünü avuçlarının arasına almıştı.
Ancak bu şişman, sakar kişide o kadar keder, özlem ve umutsuz­
luk vardı ki, ruhunun durumunu anlamak için yüzünü görmeye
gerek yoktu. Önünde iki şişe duruyordu. Biri boştu, diğeri daha
yeni açılmıştı. İkisi de votkaydı. Zavallı adam huzuru kendinde ve
insanların arasında değil, alkolde arıyordu.
Beş dakika sonra evdeydim. Zifiri karanlık vardı. Göl öfkeyle
kuduruyor ve benim gibi bir günahkârın yeni günahların tanığı
olmasına öfkelenmiş görünüyordu. Karanlıkta gölü göremiyordum.
------------------------------------- 126 -------------------------------------

Görünmez bir canavar kükrüyor gibiydi, beni kuşatan karanlık da


kükrüyordu.
Zorkayı durdurdum, gözlerimi kapattım ve canavarın kükreyişi
eşliğinde dalıp gittim.
“Ya şimdi dönüp onları yok etsem?”
Öfkeden kuduruyordum... Uzun yıllar süren kokuşmuş bir hayat­
tan sonra içimde kalan iyilik ve dürüstlük duygusu, çürümüşlükten
zarar görmemiş, koruduğum, üzerine titrediğim, gurur duyduğum
ne varsa hepsi, aşağılanmış, iki paralık edilmiş, pisliğe bulanmıştı!
Kendini satan kadınları daha önceden tanıyordum, onları satın
almıştım, içlerini dışlarını öğrenmiştim ama o Mayıs sabahı or­
mandan Tenevo panayırına giderken gördüğüm masum yanaklar
ve içten mavi gözler yoktu onlarda... İliklerine kadar kusurlu olan
ben bağışladım, her saldırganlığa karşı sabrı vaaz ettim, zayıflığa
düşecek kadar hoşgörülü davrandım... Bir pislikten pislik olma­
masının talep edilemeyeceğine ve koşulların zorlamasıyla çamura
atılmış altın paraların suçlanamayacağına kani oldum... Ama altın
paraların çamurda çözüneceğini ve tek bir kütlede birleşeceğini
bilmiyordum o zamanlar, çamur içinde çözünebilir ve tek bir kütle
ile karıştırılabilir. Demek ki altın da çözünebilir!
Kuvvetli bir rüzgâr akımı şapkamı başımdan uçurdu ve onu
kuşatan karanlığa taşıdı. Kafamdan kurtulan şapka havada uçarken
Zorka’nın kafasına değdi. At ürküp şaha kalkarak bildik bir yolda
dörtnala gitmeye başladı.
Eve gelince, yatağa devrildim. Bana soyunmamı söyleyen Poli-
karp durduk yerde şeytan lafını yiyiverdi.
“Şeytan sensin” diye homurdandı Polikarp yataktan uzaklaşarak.
“Ne dedin? Ne dedin?” diye fırladım.
“Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz.”
“Ah... Hâlâ bana küstahça sözler etmeye cüret ediyorsun, ha!”
Öfkeden titreyerek tüm zehrimi zavallı uşağıma döküyordum.
“Defol! Bir daha gözüm görmesin seni, alçak herif! Defol git!”
Uşağın odadan çıkmasını beklemeden kendimi yatağa attım ve
bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Gergin sinirlerim
iflas etmişti. Güçsüz öfkem, incitilmiş duygularım, kıskançlık -
hepsi öyle ya da böyle dışarı dökülmek zorundaydı.
------------------------------------- 127 -------------------------------------

“Adam karısını öldürdü!” diye yine yaygarayı bastı benim pa­


pağan, seyrek tüylerini çırparak...
Bu çığlığın etkisiyle, Urbenin’in karısını öldürebileceği düşün­
cesi geliverdi aklıma...
Uykuya daldığımda cinayeti gördüm. Acı çektiren boğucu bir
karabasandı... Ellerimin soğuk bir şeyi okşadığı ve gözlerimi açar
açmaz da bir ceset göreceğim duygusuna kapılıyordum... Urbenin’in
yatağımın başucunda yalvaran gözlerle bana baktığını görür gibi
oluyordum.
Anlattığım bu geceden sonra ortalık sakinleşti.
Evde oturmaya başladım, kendime sadece işle, mesleğimle ilgili
bir işim olduğunda dışarı çıkma izni vermiştim. İşler birikmişti,
yapacak çok işim vardı, dolayısıyla sıkılmam olanaksızdı. Sabahtan
akşama kadar masada oturuyor, şevkle çalakalem bir şeyler karalı­
yor, yahut pençelerime düşen insanları sorguluyordum. Kameyev-
ka, kontun malikânesi beni artık hiç çekmiyordu.
Artık Olgayı hiç düşünmüyordum. Arabadan düşen şey kaybol­
muş sayılır; benim arabamdan düşen de oydu ve düşündüğüm gibi
geri dönülmez bir şekilde kaybolmuştu. Onu artık düşünmüyor,
düşünmek de istemiyordum.
Yoğun çalışmalarım sırasında ne zaman hayalimde canlansa onu
“Aptal, sefih yaratık!” diyerek aşağılıyordum.
Bazen, yatağa yattığımda ya da sabah uyandığımda, Olga’yla
tanışıklığımızdan ve kısa yaşantımızdan çeşitli anlar anımsıyor­
dum: Taş Mezar, Kırmızılı Kız’ın yaşadığı orman evi, Tenevo’ya
giden yol, mağarada buluşma... ve kalbim deli gibi atmaya başlı­
yordu... rahatsız edici bir acı hissediyordum... Ama tüm bunlar
kısa ömürlü oldu. Berrak anılar, ağır anıların baskısı altında hızla
silinip gitti. Geçmişin hangi şiiri bugünün katıksız çamuru kar­
şısında durabilir? Ama Olga’yla işimi bitirdikten sonra, artık bu
şiire eskisi gibi bakmıyordum... Şimdi onu optik bir yanılsama,
yalan ve iki yüzlülük olarak görüyordum... Ve gözlerimde çeki­
ciliğini yitirmişti.
Konttan kesinlikle tiksinti duyuyordum. Onu görmediğime
çok memnundum, bıyıklı yüzü hayalimde ürkekçe canlandığında
öfkeme engel olamıyordum.
------------------------------------- 128 -------------------------------------

Kont, can sıkıntısı çekmemem ve yalnız “bir münzevi gibi”


eve kapanmamam için her gün bana mektuplar yazıyor, yalvarıp
yakarıyordu. Onun mektuplarını okusaydım kendimi çok rahatsız
hissederdim.
“Bitti!” diye düşündüm. “Tanrıya şükür... Bıktım usandım... “
Kontla ilişkimi kesmeye karar verdim ve bu kararımda hiç
zorlanmadım. Üç hafta önce Pşehotski yüzünden çıkan tartışma
sonunda evde kalan o kişi değildim şimdi. Artık yemleme yoktu...
Sürekli evde oturmaktan canım sıkılınca, Dr. Pavel İvanoviç’e bir
mektup yazıp biraz sohbet etmek için bana uğramasını rica ettim.
Nedendir bilinmez, mektuba yanıt alamadım. İkincisini yazdım.
Yine yanıt alamadım... Açıkçası, sevgili “İspinoz” bana hâlâ kırgın­
mış gibi davranıyordu... Zavallı adam, Nadya Kalinina tarafından
reddedilince, talihsizliğinin sebebini benden bilmişti. Kızmaya
hakkı vardı, daha önce hiç kızmadıysa bunu beceremediği içindi.
“Peki, öğrenmeyi ne zaman başardı?” dedim içimden; mektup­
larıma yanıt gelmeyince şaşıp kalmıştım.
Kendimi ısrarla eve kapatmamın üçüncü haftasında, kont beni
ziyarete geldi. Ona gitmediğim ve mektuplarına yanıt vermediğim
için biraz söylendikten sonra kanepeye yayıldı ve horlamadan önce
en sevdiği konuyu açarak kadınlardan söz etmeye başladı...
“Anlıyorum,” dedi, baygın gözlerini kısarak, ellerini başının
altına koydu, “nazik ve titiz bir insansın. Düetimizi bozmaktan,
karıştırmaktan korktuğun için bana gelmiyorsun... Davetsiz konuk
Tatar’dan beterdir, iyi de, balayında davetsiz bir konuk boynuzlu bir
şeytandan daha beterdir. Seni anlıyorum. Ama dostum, sen konuk
değil, bir arkadaş olduğunu, sevildiğini, sayıldığını unutuyorsun...
Evet, sırf varlığınla uyumu tamamlardın... Ama ne uyum aziz dos­
tum! Sana tarif edemeyeceğim bir uyum!”
Kont başını elinin altından çekip salladı.
“Onunla yaşamanın iyi mi yoksa iğrenç mi olduğunu çözemi­
yorum. Bunu şeytan çözememiş! Hayatımızın yansını gerçekten
bis'e1 adayacağımız anlar vardır, öte yandan kükremeye hazır, ileri
geri çılgın gibi yürümeye başladığımız günler de vardır...”

1 Tekrar, bir kere daha. (İng.) (yayıncının notu)


------------------------------------- 129 --------------------------------------

“Neden peki?”
“Şu Olgayı anlamıyorum, dostum. Kadın değil, bir çeşit ateş...
Ateşte bir yanıyorsun, bir üşüyorsun, böylece günde beş kez değişim
geçirir. Bazen neşelidir, bazen de üzüntülü, gözyaşlarını içine atıyor
ve dua ediyor... Beni kâh seviyor, kâh sevmiyor... Oldum olası hiçbir
kadında görmediğim şekilde beni tutkuyla okşadığı anlar var ama
şöyle de oluyor: İstemeyerek uyanıyorum, gözlerimi açınca bana
çevrilmiş bir yüz görüyorum... Öyle korkunç, öyle vahşi... Bu kinle
ve tiksintiyle buruşmuş bir yüz... Böyle bir şey görünce, bütün
çekiciliği kaybolup gidiyor tabii... Sık sık bana böyle bakıyor...”
“İğrenmeyle mi?”
“Evet, evet!.. Hiçbir şekilde anlamıyorum... Beraberliğimizde
sevgi olduğuna beni inandırmaya çalışıyor ama gecem böyle bir yüz
görmeden geçmiyor. Nasıl açıklamalı bunu? Bana öyle geliyor ki,
elbette inanmak istemiyorum, bana katlanamıyor ama kendini bana
sadece ona yeni satın aldığım paçavralar yüzünden teslim ediyor.
Bu paçavraları bir seviyor ki! Yeni elbisesiyle aynanın karşısında
sabahtan akşama kadar dikilebilir; sökülmüş bir fırfır yüzünden
gece gündüz ağlayabilir... Koşturup duruyor sürekli. Benimle ilgili
en sevdiği şey kont olmam... Kont olmasaydım beni sevmezdi. Onu
aristokrat toplumun içine sokmadığım için gözyaşlanyla bana sitem
etmediği bir öğle ya da akşam yemeği olmadı. Görüyorsun ya, bu
toplumda üstün bir konumda olmak istiyor... Tuhaf bir kadın!”
Kont donuk bakışlarını tavana dikip düşüncelere daldı. Beni şaş­
kınlığa sürükleyen bir şey fark ettim, kont bu kez her zamankinden
daha ayıktı. Bu beni epey şaşırttı, hatta bana dokundu.
“Bugün normalsin,” dedim, “sarhoş değilsin, votka da istemi­
yorsun. Bu rüya ne anlama geliyor?”
“Şey! İçmeye zamanım yoktu, sürekli düşünüyordum... Sana
söylemem gerek, Seryoja, gerçekten ona bağlandım, şaka yap­
mıyorum. Ondan çok ama çok hoşlandım. Evet, anlaşılabilir bir
durum... Dış görünüşü bir yana, az rastlanır, sıradışı bir kadın.
Parlak zekâh değil ama onda öyle bir duygu, zarafet ve tazelik
var ki!.. Şu ana kadarki sıradan aşklarımla, Amaliya, Anjelika ve
Gruşayla kıyaslanamaz. Başka dünyadan bir varlık, bana yabancı
olan bir dünyadan...”
------------------------------------- 150 -------------------------------------

“Felsefe yapıyorsun!” dedim gülerek.


“Bağlandım, âşık olmak gibi bir şey bu! Ama şimdi sıfırı dörde
yükseltmede boşuna çaba gösterdiğimi anlıyorum. Bende yanlış
beklentilere yol açan bir maske takmıştı. O pembe masum yanaklar
aslında ne kadar sertti ve aşk öpücükleri ise yeni bir elbise satın
alma talepleri... Onu evime bir eş gibi götürdüm ama o bir metres
gibi davranıyor. Artık yeter! Kalbimdeki endişeyi yatıştırıyorum ve
Olga’yı metres olarak görmeye başlıyorum... Yeter!”
“Peki, kocası ne yapıyor?”
“Kocası mı? Hımm... Peki, onun hakkında sen ne düşünüyor­
sun?”
“Ondan daha mutsuz bir erkek hayal etmenin zor olduğunu
düşünüyorum.”
“Böyle mi düşünüyorsun? Bunlar boş sözler... O öylesine alçak,
öylesine hinoğlu hin bir herif ki ona kesinlikle acımıyorum. Böyle
bir aşağılık adam asla bahtsız olamaz, kendine her zaman bir çıkış
yolu bulur...”
“Ona neden bu kadar ağır sözler söyleyip duruyorsun?”
“Çünkü bir düzenbaz... Ona saygı duyduğumu ve bir dost gibi
inandığımı bilirsin... Ben de, sen de herkes onu genelde dürüst,
namuslu, yalan yanlış işlere eğilimi olmayan bir kişi olarak görüyor­
du. Oysa benden çalıyor, soyup soğana çeviriyordu! Kâhya sıfatını
kullanarak mülkümü istediği gibi yönetiyordu. Sadece yerinden
oynatması mümkün olmayan eşyayı alamıyordu.”
Urbenin’i son derece dürüst ve çıkarsız bir insan olarak tanıyan
ben, kontun sözlerini duyunca, yılan sokmuş gibi sıçrayıp konta
yaklaştım.
“Çalarken yakaladın mı?”
“Hayır, ama hırsızlık numaralarını güvenilir kaynaklardan
biliyorum.”
“Bunun hangi kaynaklardan olduğunu öğrenebilir miyim?”
“Endişelenme, bir insanı yok yere suçlamam. Olga bana onun
hakkında her şeyi anlattı. Henüz karısı olmadan önce, kâhyanın
şehre arabalarla kesilmiş tavuk ve kaz sevk ettiğini gözleriyle gör­
müş. Benim kazlar, tavuklar lise öğrencisi oğlunu barındıran kimi
yardımseverlere defalarca hediye olarak gönderilmiş. Dahası Olga
151

aynı yere un, darı, domuz yağı da gönderildiğini görmüş. Bütün


bunların entipüften şeyler olduğunu varsayalım ama nihayetinde
kendine aldı mı almadı mı? Burada önemli olan değer değil, ilkedir.
İlke yerle bir edilmiş! Sonra, dahası da var efendim. Dolabında bir
deste banknot görmüş. Kimin parası olduğu ve nereden aldığını
sorunca, parası olduğunu uluorta yerde konuşmamasını rica etmiş
ondan. Sevgili dostum onun çulsuz biri olduğunu bilirsin! Maaşı
ancak beslenmesine yeter... Açıkla bana, onda para ne gezer?”
“Bu küçük sürüngenin sözlerine inanacak kadar aptal mısın?”
diye bağırdım kalbimin derinliklerinden gelen bir öfkeyle. “Ondan
kaçmakla kalmadı, ilçenin dört bir yanında kocasının şerefini iki
paralık etti. Hâlâ ona ihanet etmek istiyor! Bu kadar küçük, zayıf
bir beden bunca iğrençlikleri nasıl içinde barındırıyor!.. Tavuklar,
kazlar, darı... Ey, toprak beyi, toprak beyi! Politik ekonomi bakış
açın, tarımsal bilgi kıtlığın ortada ve yerlerde sürünüyor, Urbenin
bayrama yakın, kesilmese ve armağan edilmese tilkilere ve ko­
karcalara yem olacak kesilmiş kümes hayvanlarını bağış olarak
gönderdi, peki sen Urbenin’in sana sunduğu dağ gibi raporları bir
kez olsun kontrol ettin mi? Hiç binlerce, on binlerce ruble saydın
mı? Hayır! Sana daha ne söyleyebilirim? Sen bir aptalsın, bir cana­
varsın Âşığının kocasının hapse girmesini istersin ama bunu nasıl
becereceğini bilmiyorsun!”
“Olga’yla ilişkimin bununla hiçbir ilgisi yok. O kocası olsa
da olmasa da çaldığı sürece ona açıkça hırsız derim. Ancak bu
düzenbazlığı bir kenara bırakalım. Söyle bana: günlerce kendine
gelemeden fitil gibi sarhoş olup devrilip yatmak ve maaş almak
dürüstçe bir davranış mı, değil mi? O her gün sarhoş! Zikzak çiz­
meden yürüdüğünü gördüğüm bir gün yok! İğrenç, aşağılık bir
adam! Düzgün insanlar böyle davranmaz.”
“Düzgün insan olduğu için içiyor” dedim.
“Bu tür insanları savunmak gibi bir tutkun var. Ama ben acı­
masız olmaya karar verdim. Bugün parasını ödedim ve başkasına
yer açmasını istedim. Sabrım kalmadı.”
Kontu haksızlığı, idaresizliği ve aptallığı konusunda ikna etme­
nin gereksiz olduğunu düşündüm. Urbenin’e kontun önünde arka
çıkmak benim işim değildi.
------------------------------------- 132 -------------------------------------

Urbenin’in liseli oğlu ve kızıyla birlikte şehirde yaşamaya baş­


ladığını beş gün sonra öğrendim. Bana, şehre giderken sarhoş ve
baygın olduğunu, arabadan iki kez yere düştüğünü anlattılar. Liseli
ve Şaşa yol boyunca ağlamış.
Urbenin’in ayrılmasından birkaç gün sonra, hiç istemediğim
halde kontun malikânesinde bulunmam icap etti. Hırsızlar kilidi
kırarak kontun ahırlarından birine girmişler ve birkaç değerli eyeri
alıp götürmüşler. Durumu sorgu yargıcına, yani bana bildirdiler ve
ben de nolens-volens2 gitmek zorunda kaldım.
Kontu sarhoş ve kızgın buldum. Odalara girip çıkıyor, tasadan
sığınacak yer arıyor ama bulamıyordu.
“Şu Olga beni canımdan bezdirdi!” dedi elini sallayarak. “Bu
sabah bana sinirlendi, kendini suya atmakla tehdit edip evden çekip
gitti, gördüğün gibi, hâlâ yok. Kendini öldürmeyeceğini biliyorum,
yine de berbat bir durum. Dün gün boyu keyifsizdi, kabı kaçağı
kırıp döktü, İkincisi midesini çikolatayla doldurdu. Onun nasıl bir
ruh halinde olduğunu Tanrı bilir!”
Kontu yatıştırdım ve onunla yemeğe oturdum.
“Hayır, bu çocukça davranışları bırakmanın zamanı geldi” diye
yemek boyunca homurdanıp durdu. “Zamanı geldi, çünkü aptalca
ve gülünç. Ayrıca, ne yalan söyleyeyim, bu ansızın değişen ruh
halleri bana artık kabak tadı vermeye başladı. Nadenka Kalinina
benzeri biriyle sakin, düzenli, mütevazı bir hayat istiyorum, bilir­
sin... Harika kız!”
Yemekten sonra, bahçede dolaşırken “boğulan kadm"la karşılaş­
tım. Beni görünce kıpkırmızı oldu -ne tuhaf kadın- mutluluktan
gülmeye başladı. Yüzündeki utanç sevince, keder de mutluluğa
karışmıştı. Bana yan gözle baktıktan sonra, birden bana doğru
koşup hiç konuşmadan boynuma sarıldı.
“Seni seviyorum” diye fısıldadı, boynumu sıkarak. “Seni öyle
özledim ki, gelmeseydin ölürdüm.”
Onu kucakladım ve sessizce bir çardağa götürdüm. On dakika
sonra ona veda ederken, cebimden yirmi beş ruble banknot çıkarıp
ona verdim. Gözleri fal taşı açılmıştı.

2 İstesek de, istemesek de (Lat.) (yayıncının notu)


------------------------------------- 133 -------------------------------------

“Neden bu?”
“Bugünkü aşk için sana ödediğim para bu.”
Olga durumu kavrayamadı ve bana hayretle bakmayı sürdürdü.
“Bilirsin, kadınlar vardır,” diye açıklamaya giriştim, “para için
sevişen. Onlar satılıktır. Onlara para ödemek gerekir. Alsana!
Başkalarından alıyorsun da neden benden almak istemiyorsun?
Ayrıcalık istemem! ”
Onu aşağılayarak ne kadar hayâsızca davranırsam davranayım,
Olga beni anlamıyordu. Henüz hayatı tanımıyor “satılık” kadının
ne anlama geldiğini bilmiyordu.

Güzel bir Ağustos günüydü.


Güneş yaz aylarında hep olduğu gibi ısıtıyor, mavi gökyüzü insanı
uzaklara gitmeye davet ediyordu tath tath ama havada sonbahar
mevsimi hissediliyordu. Kurumaya yüz tutmuş yapraklar durgun
ormanın yeşilliğinde altın rengi parıltılar saçıyor, kararmış düzlük­
ler kasvetli ve hüzünlü görünüyordu.
Kaçınılmaz olan sonbaharın donukluğunu önceden bilmek
hepimizin omzunda ağır bir yüktü. Artık felaketin ne kadar yakın
olduğunu öngörmek zor değildi. Boğucu atmosferi tazelemek
için gök gürültülerinin kopması, yağmur boşalması lazım bir an
önce! Fırtına öncesinde karanlık, kurşuni bulutlar gökyüzünde
alçaldığı zaman, hava boğucu bir hal aldığı gibi, ahlaki boğuculuk
da hepimize baskı yapmaya başlar. Her şeyde etkisini gösterir:
Davranışlarımızda, gülümsemelerimizde ve konuşmalarımızda...
Hafif bir faytonla yolculuk ediyordum. Yanımda hâkimin kızı
Nadenka vardı. Yüzü bembeyazdı, çenesi ve dudakları ağlamaya
başlayacakmış gibi titriyordu, derin bakışlı gözleri kederle doluydu,
oysa bütün yol boyunca gülmüş, son derece neşeli davranmıştı.
Önümüzde ve arkamızda hareket halinde her türde, yaşta ve
boyutta araba vardı. Kadın ve erkek biniciler iki yanımızdan dört­
nala geçiyordu. Yeşil av kıyafeti giymiş kont Karneyev bir avcıdan
çok palyaçoya benziyordu, öne ve yana doğru eğilerek kuzguni
atının üzerinde acımasızca zıplıyordu. Kıvrılmış bedenine ve içkili
yüzünde ikide bir beliren acı ifadesine bakıldığında, ilk kez ata
bindiğini düşünmek mümkündü. Sırtında bir çift namlulu tüfek
------------------------------------- 1 3*1 -------------------------------------

sallanıyordu, yan tarafında, içinde vurulmuş bir çulluğun debe­


lendiği bir çanta vardı.
Atlılar alayının süsü Olenka Urbenina’ydı. Üzerinde siyah binici
elbisesi, başında beyaz tüylü şapka vardı, kontun ona armağan
ettiği yağız atma binmiş bu kadın, artık birkaç ay önce ormanda
karşılaştığımız o kırmızılı kıza benzemiyordu. Şimdi görünüşünde
bir kibir, “Büyük Leydi” havaları vardı. Kırbacını her sallayışı, her
gülümsemesi - hepsi soyluluğa ve yüceliğe göre ölçülüp biçilmişti.
Hareketlerinde ve gülümsemelerinde meydan okuyucu, yakıcı bir
şey vardı. Erdemli kadınlarımızın ona yönelttiği yüksek perdeden
serzenişlere “bana vız gelir” dermiş gibi, başını kibirle ve küçümse­
meyle yukarı kaldırmış, atının üstünden halkın üzerine aşağılayıcı
bakışlarını fırlatıyordu. Onlara meydan okuyor, kontun artık ondan
bıktığını ve kurtulmak için her dakika fırsat kolladığını bilmiyor­
muş gibi “kontun yanında” konumuyla yüzsüzce cilve yapıyordu.
“Kont beni kovmak istiyor!” dedi bana atlılar alayı avludan
ayrılırken, çıngıraklı bir kahkaha attı, demek ki durumdan haberi
vardı ve anlıyordu...
Ama bu kahkaha neyin nesiydi? Ona baktım ve şaşkına döndüm:
Ormanda yaşayan bu basit kız bunca beceriyi nereden kazanır?
Eyerde bu kadar zarif salınmayı, burun deliklerini gururla kabart­
mayı, emredici jestlerle caka satmayı ne zaman öğrenmişti?
“Ahlaksız bir kadının domuzdan bir farkı yoktur” dedi Pavel
İvanoviç. “Onu masaya oturttuklarında, ayaklarını masanın üstüne
koyar...”
Ama bu açıklama çok basitti. Kimse benim kadar Olga’ya kızgın
olamazdı, ona ilk taşı atan ben olurdum; ancak gerçeğin o tedirgin
edici sesi, bunun zengin ve halinden memnun bir kadının becerisi
ve çalımı değil, yakınlardaki kaçınılmaz felaketin umutsuzluğu ve
önsezisi olduğunu bana fısıldıyordu.
SEKİZİNCİ BÖLÜM

Sabahın kör vaktinde çıktığımız avdan dönüyorduk. Av başarısız


geçmişti. Büyük umutlar beslediğimiz bataklıkların yakınında, avın
ürkütücü olduğunu söyleyen bir avcı grubuyla karşılaşmıştık. Üç
çulluğu ve bir ördek yavrusunu öbür dünyaya göndermeyi başar­
dık- on avcının payına düşen topu topu buydu. En nihayet, binici
kadınlardan birinin diş ağrısı tuttu, bir an önce geri dönmeliydik.
Kasvetli ormanın kenarında, her iki tarafında yakın zaman önce
toplandığı belli sarı çavdar demetlerinin uzandığı güzel bir tarla
yolundan geri dönüyorduk... Sağ tarafta kontun evi ve kilisesi
görünüyordu. Onların sağında gölün ayna gibi yüzeyi geniş bir
alana yayılmıştı, solda Taş Mezar’ın karanlık kütlesi yükseliyordu...
“Ne korkunç bir kadın!” dedi Nadenka alçak sesle, Olga araba­
mıza her yaklaştığında söyleniyordu. “Ne korkunç! Güzel olduğu
kadar kötü kalpli de... Düğünde onun nikâh şahidi olmandan bu
yana uzun zaman mı geçti? Daha düğünde giydiği ayakkabılar eski­
meden başka bir adamın ipekli, şalını taktığı gibi, pırlantalarıyla da
çahm satıyor... Böylesi tuhaf ve hızlı bir başkalaşıma inanmak hayli
zor... Böyle hırsları varsa, hiç değilse bir iki yıl bekleseydi bari...”
“Yaşamak için acele ediyor! Bekleyecek zamanı yok!” diyerek
içimi çektim.
“Kocasına ne olduğunu biliyor musun?”
“Küfelik olana kadar içiyormuş...”
“Evet... Babam üç gün önce şehre gitmişti, onun arabayla bir yer­
den geldiğini görmüş. Başı, yana sarkmış, başında şapkası yokmuş,
yüzü kirden görünmüyormuş... Adamın hayatı mahvoldu! Yoksul
düşmüşler: Ne yiyeceğe ne de evin kirasına yetecek paralan varmış.
Zavallı Şaşa gün boyu yemek yemeden oturuyormuş. Babam bütün
bunları konta anlattı... Ama sen kontun nasıl bir adam olduğunu
biliyorsun! Dürüsttür, kibardır ancak düşünmeyi ve kafa yormayı
sevmez. ‘Ona yüz ruble göndereceğim’ demiş. Tutup gönderdi...
Sanırım, Urbenin’i, ona gönderilen bu para kadar hiçbir şey incit­
mezdi... Bu kont sadakasına içerleyecek ve daha çok içecektir...”
------------------------------------- 136 -------------------------------------

“Evet, kont aptal” dedim. “Bu parayı benim aracılığımla ve


benim adıma gönderebilirdi.”
“Ona para göndermeye hakkı yoktu! Sana hayatı zindan etmiş­
sem, sen de benden nefret ediyorsan seni beslemeye ne hakkım var?”
“Bu doğru...”
Sustuk, düşüncelere daldık...Urbenin’in kaderini düşünmek
bana sürekli acı veriyordu; şimdi, onu mahveden kadın gözleri­
min önünde at oynatırken, bu düşünce yüreğimde bir dizi ağır
düşünceye yol açmıştı... Ona ve çocuklarına ne olacaktı? Olga’nın
sonu nasıl olacaktı? Bu iğrenç zavallı kont hangi ahlak bataklığında
ömrünü tamamlayacaktı?
Yanımda oturan varlık, oradaki tek düzgün ve saygıya layık
kişiydi... Kasabamızda sevebileceğim, saygı duyacağım, benden
daha yüksek oldukları için bana sırt çevirme hakkı olan iki insan
tanıyorum... Bunlar Nadejda Kalinina ve Doktor Pavel İvanoviç’ti...
Onları ne bekliyordu?
“Nadejda Nikolayevna!” dedim. “Sana hiç istemeden çok kötü­
lük yaptım, senden içten davranış bekleyenlerden en az hakkı olan
benim. Ama yemin ederim, hiç kimse seni benim anladığım kadar
anlayamaz. Senin kederin benim kederim, senin mutluluğun benim
mutluluğum... Şimdi sana bir soru sorsam, gereksiz bir meraktan
olduğunu sakın düşünme. Söylesene bana, canım, şu cüce kontun
sana yaklaşmasına neden izin veriyorsun? Ondan uzaklaşmana ve
onun yapmacık bir kibarlıkla sarf ettiği sözleri kulak arkası etmene
engel olan ne? Gerçek şu ki, onun kurları dürüst bir kadına şeref
kazandırmaz! Niçin bu dedikoducu kadınların, ismini onunla yan
yana koymasına neden oluyorsun?”
Nadenka bana ışıl ışıl gözlerle baktı ve yüzümde bir yakınlık
okumuş gibi neşeyle gülümsedi.
“Peki, ne diyorlarmış?” diye sordu.
“Babanla kontu ağa düşürmeye çalıştığınızı, kontun da sonunda
sizi oyuna getireceğini söylüyorlar.”
“Kontu tanımıyorlar, bu yüzden böyle konuşuyorlar!” diye
birden parlayıverdi Nadenka. “Utanmaz dedikoducular! İnsanların
bir tek kötü yanını görmeye alışmışlardır... Onlar iyilik gördü mü
anlamaz!”
------------------------------------- 137 --------------------------------------

“İçinde iyi bir şeyler buldun mu peki?”


“Evet, buldum! Dürüst niyetlerinden emin olmasaydım yanıma
yaklaşmasına izin vermeyeceğimi en iyi sen bilmelisin!”
“O halde senin işin, ‘dürüst niyetleri’ vardı, öyle mi?” dedim
şaşırarak. “Bakalım yakında... Onun dürüst niyetleri sana nasıl
görünecek?”
“Bilmek ister misin?” dedi, gözleri parlamıştı. “O dedikoducu
kadınlar yalan söylemez: Onunla evlenmek istiyorum! Öyle şaşırmış
bir yüz ifadesi takınma ve gülme! Sevmeden evlenmenin dürüst­
lük vesaire olmadığını, bunun artık binlerce kez dile getirildiğini
söyleyeceksin, iyi de... ne yapmalıyım peki? Bu dünyada kendini
işe yaramaz bir mobilya gibi hissetmek çok acı verici... Bir amacın
olmadan yaşamak korkunç... Hiç sevmediğim bu erkek benimle
evlendiği zaman hayatımın bir amacı olacak... Onu düzelteceğim, iç­
kiden arındıracağım, ona çalışmayı öğreteceğim... Ona bir bak! Şimdi
insana benzer bir yanı görünmüyor ama ben onu insan yapacağım.”
“Vesaire, vesaire, vesaire” dedim. “Onun muazzam servetini
ayakta tutacaksın, iyi işler yapacaksın... Bütün ilçe seni kutsayacak
ve seni herkes bahtsızları teselli etmek için gönderilmiş bir melek
gibi görecek... Anne olacaksın ve onun çocuklarını yetiştireceksin...
Evet, harika bir amaç! Zeki bir kızsın, ancak bir lise öğrencisi gibi
düşünüyorsun! ”
“Benim düşüncem hiçbir işe yaramasın varsın, isterse gülünç ve
zayıf olsun, en azından bu düşünceyle hayat buluyorum... Onun
etkisiyle, daha sağlıklı ve daha neşeli biri oldum... Ama şimdi beni
hayal kırıklığına uğratma! Kendimi hayal kırıklığına uğratırsam
uğratayım ama şimdi değil, bir gün... sonra, uzak bir gelecekte...
Bu konuşmayı bırakalım!”
“Nezaketsiz bir soru daha: Birinden bir teklif bekliyor musun?”
“Evet... Bugün ondan aldığım nota göre, kaderime akşam karar
verilecek... Bugün... Bana söyleyecek önemli bir şeyi olduğunu yazı­
yor... Tüm mutluluğunun benim yanıtıma bağlı olduğunu ekliyor...
“Dürüstlüğün için çok teşekkür ederim” dedim.
Nadenka’nın aldığı notun anlamı benim için gayet açıktı. Zavallı
kızı iğrenç bir teklif bekliyordu... Onu konttan kurtarmaya karar
verdim.
------------------------------------- 138 -------------------------------------

“Ormanımıza vardık” dedi kont, arabamızla yan yana geldiğin­


de. “Nadejda Nikolayevna, mola vermek ister misin?”
Kont bir yanıt beklemeden, ellerini çırptı ve hırıltılı bir tenorla
buyurdu:
“Mo-laa!”
Orman kenarına yerleştik. Güneş, ağaçların ardında kaybol­
muştu, sadece en yüksek kızılağaçların tepelerini altın mor renge
boyuyor, çok uzaklarda görünen kontun kilisesinin altın haçında
parlıyordu. Ürken şahinler ve sarıasma kuşları başımızın üstünde
uçuyordu. Erkeklerden birisi ateş edip kanatlılar âlemini daha da
rahatsız etti. Bitmek bilmeyen kuş konseri başladı. Bu konserin
ilkbahar ve yaz aylarında büyük bir çekiciliği vardır ancak hava­
da serin sonbaharın gelişi hissedildiğinde, sinirlere dokunur ve
yaklaşan göçü anımsatır.
Gür ormandan akşamın serinliği esiyordu. Kadınların burunları
soğuktan morarmıştı, soğuğa duyarlı olan kont ellerini ovuştur­
maya başladı. Semaver kömürünün kokusundan ve çay takımının
tıngırtısından daha keyifli bir şey olamaz... Tek gözlü Kuzma
yüksek otların arasında nefes nefese dolaştıktan sonra, ayaklarını
sürüyerek bir kutu konyak getirdi. Isınmaya başladık.
Taze ve serin havada uzun bir yürüyüş, her türlü iştah şurubun­
dan daha çok kabartır iştahı. Kurutulmuş mersin balığı, havyar,
kızarmış keklik ve diğer yemek türleri bir ilkbahar sabahının erken
saatlerinde görülen bir gül gibi gözleri okşar.
“Bugün çok zekisin,” dedim konta, kendime bir dilim mersin
balığı keserken. “Hiç olmadığın kadar... Bu gezi bundan daha
zekice düzenlenemezdi...”
“Bunu birlikte düşündük” dedi Kalinin kıkırdayarak ve ara­
balardan yiyecek torbalarını, içki ve servis takımlarını indiren
arabacılara göz kırptı. “Şahane bir küçük piknik olacak!.. Sonuna
doğru şampanya içeceğiz...”
Sulh hâkiminin yüzü bu kez her zamankinden daha açık
seçik bir mutlulukla ışıdı. Bu akşam Nadenka’sına bir teklif
yapılacağını düşündüğünden mi? Şampanyanın bolluğu genç
çifti kutlamak için miydi? Onun yüzüne dikkatlice baktım ama
her zamanki gibi, tasasız bir memnuniyet, doygunluk ve baştan
-------------------------------------- 159 --------------------------------

aşağı tüm bedenine yayılmış anlamsız bir vakarın dışında hiçbir


şey çıkaramadım.
Aperatifleri neşeyle atıştırmaya başladık. Halıların üzerine
konmuş, yenmesinde sakınca olmayan yiyecek ziyafetine içimiz­
den sadece iki kişi kayıtsız kalmıştı: Olga ve Nadenka Kalinina...
İlki sırtını arabaya yaslamış ayakta duruyor, hiç kımıldamadan
sessizce kontun yere attığı av çantasına bakıyordu. Av çantasındaki
vurulan çulluk oraya buraya atılıp duruyordu. Olga talihsiz kuşun
hareketini izliyor, sanki onun ölümünü bekliyordu.
Nadya ise yanımda oturuyor, yiyecekleri neşeyle çiğneyip du­
ranlara kayıtsızca bakıyordu.
“Bütün bunlar ne zaman sona erecek?" diyordu yorgun gözleri.
Ona havyarh bir sandviç teklif ettim. Bana teşekkür edip bir
kenara koydu. Açıkçası, yiyecek durumda değildi.
“Olga Nikolayevna! Neden oturmuyorsun?” diye seslendi
kont.
Olga yanıt vermedi, bir heykel gibi hareketsiz durmayı ve kuşa
bakmayı sürdürdü.
“Ne acımasız insanlar var” dedim Olga’ya yaklaşıp. “Sen, bir
kadın olarak bu yaralı kuşun çektiği işkenceyi böyle umursamazca
nasıl seyredersin? Çırpınmasını izlemek yerine kesilmesini söyle-
seydin daha iyi olurdu.”
“Başkaları acı çekiyor, o da çeksin” dedi Olga bana bakmadan,
yüzü asılmıştı.
“Ee, başka kim acı çekiyormuş?”
“Beni rahat bırak!” dedi hırıltılı bir sesle. “Bugün ne seninle...
ne de aptal kontunla kesinlikle konuşacak durumda değilim!
Defol git buradan!”
Öfke ve gözyaşlarıyla dolu gözlerini bana kaldırdı. Yüzü sapsarı
olmuştu, dudakları titriyordu.
“Ne değişim ama!” dedim av çantasını kaldırıp kuşun işini
bitirerek. “Ne ton değişikliği! Sarsıldım! Tümüyle sarsıldım!”
“Beni yalnız bırak diyorum sana! Şaka yapacak durumda de­
ğilim!”
“Senin neyin var, şekerim?”
Olga beni baştan aşağı süzüp sırtını döndü.
------------------------------------- 1-10 -------------------------------------

“Ancak kendini satan ahlaksız kadınlarla bu tonda konuşulur”


dedi. “Beni bu tür kadınlardan sayıyorsun... eh, o zaman onların, o
azizelerin yanma git!.. Ben burada herkesten daha kötü, herkesten
daha rezilim... Sen şu namuslu Nadenkayia gittiğinde, yüzüme
bakmaya korktun... Ee, onlara git sen de! Ne duruyorsun? Hadi!”
“Evet, buranın en kötü kadını sensin ve herkesten daha aşağı­
lıksın” dedim, öfkenin beni yavaş yavaş ele geçirdiğini hissederek
“Evet, ahlaksız ve satılıksın.”
“Evet, bana o lanet olası parayı nasıl teklif ettiğini hatırlıyorum...
O sıra bunun ne demek olduğunu kavramamıştım ama şimdi her
şeyi anlıyorum...”
Öfke tüm varlığıma egemen olmuştu. Ve bu öfke, bir zamanlar
kırmızılı kıza karşı içimde yeşermekte olan aşk kadar güçlüydü...
Sonra kim taş gibi kayıtsız kalabilirdi ki? Karşımda acımasız bir yaz­
gının çamura fırlattığı güzelliği gördüm. Ona ne gençlik, ne güzellik
ne de zarafet bağışlanmıştı... Şimdi bu kadın bana her zamankinden
daha güzel göründüğünde, doğanın onun şahsında ne çok kayba
neden olduğunu hissettim, kaderin adaletsizliği ve olayların bu
şekilde seyretmesi kalbimi acı veren bir öfkeyle doldurdu...
Öfke anlarında kendimi nasıl kontrol edeceğimi bilemiyorum.
Bana sırtını dönüp gitmeseydi, Olga’nın benden daha neler duymak
zorunda kalacağını doğrusu bilmiyorum. Sessizce ağaçlara doğru
yürüdü, çok geçmeden ağaçların arkasında gözden kayboldu... Bana
ağhyormuş gibi gelmişti...
“Saygıdeğer hanımefendiler ve beyefendiler! Kalinin’in sesiydi
bu. Bir araya gelmek için toplandığımız bu gün... Burada, bu top­
lantıda herkes birbirini tanıyor, eğleniyoruz, uzun zamandır arzu
ettiğimiz bu birlikteliğimizi, ışığımız ve ilimizin parlayan yıldızı
olan kişiden başka hiç kimseye borçlu değiliz... Evet, siz sayın
kont, mahcup olmanıza gerek yok... Hanımlar kimden söz ettiğimi
anlarlar... He-he-he!.. Böylece efendim, devam edelim... Çünkü tüm
bunlan aydın, gencimize... gencimize... Karneyev’e, borçluyuz o
halde kadehlerimizi onun şerefine kaldırmayı öneriyorum... Ama
biri geliyor! Bu da kim?”
Kontun malikânesi yönünden oturduğumuz kayrana doğru
hızla bir araba geliyordu...
-------------------------------------- 141 --------------------------------------

“Kim olabilir?’’ dedi kont, şaşırmıştı, dürbünü arabaya doğru


yöneltti. “Hımm... garip... Yoldan geçen biri olmalı... Oh, hayır!
Kaetan Kazimiroviç’in yüzünü görüyorum... Kiminle birlikte?”
Kont birden yılan sokmuş gibi sıçradı... Yüzü bir ölününki gibi
bembeyaz oldu, dürbün ellerinden düştü. Gözleri köşeye sıkışmış
bir fareninki gibi hızla gibi etrafını tararken, yardım istermiş gibi
bir benim, bir Nadya’nın üzerinde duruyordu... Kimse onun panik
halini fark etmemişti çünkü hemen herkes dikkatini yaklaşmakta
olan arabaya çevirmişti.
“Seryoja, bir dakika gelsene!” diye fısıldadı, kolumdan tutup bir
kenara çekerek. “Kuzum, sana, dostuma, dünyanın en iyi insanına
yalvarıyorum... Soru sorma, sorguya çekme, şaşırma! Daha sonra
sana her şeyi anlatacağım sana! Yemin ederim, senden gizli tek bir
sırrım kalmayacak... Bu, hayatta başıma gelmiş öyle bir felaket ki,
sözcüklerle anlatılması bile imkânsız! Her şeyi sonra öğreneceksin,
şimdilik hiçbir şey sorma! Yardım et bana!”
Bu arada araba gitgide yaklaşıyordu... Sonunda durdu ve kontu­
muzun aptal sırrı böylece ilçe sakinlerinin zihnine yerleşmiş oldu.
Arabadan, oflayıp puflayarak ve gülümseyerek Pşehotski indi,
üzerinde yeni bir şantuk elbise vardı. Arkasından yirmi iki yirmi
üç yaşlarında bir hanımefendi ustalıkla yere atladı. Sarışın, uzun
boylu, fidan gibi bir kadındı, gözleri maviydi. Düzgün ama soğuk
yüz hatlan vardı. Ben sadece o ifadesiz, mavi gözleri, pudralı bur­
nu, ağır ama şatafatlı elbiseyi ve iki kolundaki birkaç kalın bileziği
hatırlıyorum... Akşam neminin ve yere dökülen brendi kokusunun
yerini keskin parfüm kokularına bırakışını anımsıyorum.
“Burada ne çok insan var!” dedi yabancı kadın aksanlı bir Rus-
çayla. “Çok eğlenceli olmalı! Merhaba Aleksisi”
Aleksis’e doğru yürüdü ve öpmesi için yanağını uzattı. Kont
çabucak öpüp endişeyle konuklara baktı.
“Size karımı tanıştırayım!” dedi mırıltılı bir sesle. “Sozya, bunlar
sevdiğim dostlarım... Hımm... Öksürüğüm tuttu.”
“Daha yeni geldim! Kaetan bana dinlenmemi söylüyor ama
ben de diyorum ki, bütün yol boyunca uyuduğuma göre neden
dinleneyim! Avlanmayı yeğlerim! Av kıyafetleri giydim, geldim...
Kaetan, sigaralarım nerede?”
------------------------------------- 1-12 -------------------------------------

Pşehotski sarışına doğru alıldı ve ona altın bir sigara tabakası


uzattı.
“Bu karımın kardeşi...” diye mırıldanmayı sürdürdü kont
Pşehotski’yi göstererek. “Ama beni bu zor durumdan kurtar!” di­
yerek dirseğimden dürttü. “Tanrı aşkına yardım et!”
Kalinin’in kötüleştiğini ve ona yardım etmek isteyen Nadya’nın
oturduğu yerden kalkamadığını anlattılar bana sonra. Birçoğu
aceleyle arabalarına binip ayrılmış. Bunları görmedim. Yol bulmak
için ormana girdiğimi ve önüme bakmadan, bacaklarımın beni
götüreceği yere kadar gittiğimi hatırlıyorum.1
Ormandan çıktığımda ayaklarımdan yapışkan kil parçaları sarkı­
yordu, üstüm başım çamura bulanmıştı. Herhalde bir derenin üze­
rinden atlamam gerekmişti ama bu ayrıntıyı hatırlamıyorum. So­
palarla ölesiye dövülmüş gibi kendimi aşırı yorgun hissediyordum.
Zorka’ya binip kontun malikânesine gitmem gerekiyordu. Ama
bunu yapmadım, yürüyerek eve gittim. Kontu lanet malikânesinde
görmeye dayanamazdım.12
Yolum gölün kıyısından geçiyordu. Su canavarı akşam şarkısını
çoktan çalmaya başlamıştı. Ak sırtlı yüksek dalgalar engin yüzeyi
tümüyle kaplamıştı. Havada bir uğultu ve homurtu vardı. Soğuk,
nemli bir rüzgâr iliklerime işliyordu. Öfkeli göl sol taraftaydı, sağda
ise iç karartıcı ormanın tekdüze uğultusu yükseliyordu. Doğayla
karşı karşıya kalmışım, onunla yüzleştiriliyormuşum gibi hissettim
kendimi. Bana öyle geliyor ki, doğanın bütün bu öfkesi, bütün bu
uğultusu ve kükremesi salt benim için, kafam içindi. Başka koşul­
larda ürkek davranabilirdim ama şimdi çevremi kuşatan devleri
güçlükle fark ediyordum. İçimde kaynayan fırtınaya kıyasla doğanın
gazabının ne hükmü olurdu?3
Eve geldiğimde soyunmadan yatağa devrildim.
“Yazıklar olsun, göle yine elbiseyle girmiş!” diye homurdandı
Polikarp, ıslak, çamurlu kıyafetimi üzerimden çıkarırken. “Bana

1 Burada Kamışov’un el yazmasında yüz kırk satır karalanmış. (A. Ç.)


2 El yazmasının bu yerinde mürekkeple korkudan çarpılmış bir görünüşü olan
güzel bir kadın kalası çizilmiş. Altında yazılanların tümü özenle karalanmış. Bir
sonraki sayfanın üst yarısı da çapraz karalanmış ve yoğun mürekkep lekesinin
içinden sadece “tapınak” sözcüğü seçilebiliyor. (A. Ç.)
3 Bu da karalanmış. (A. Ç.)
yine bir sürü dert! Eğitimli, efendi bir insan ama baca temizleyi­
cisinden de kötü... Üniversitede sizlere neler öğrettiklerini bilmi­
yorum.”
Ne insan sesine ne de yüzüne dayanabiliyordum, beni yalnız
bırakması için Polikarp’a bağırmak istedim ama sözüm boğazımda
takılıp kalmıştı. Dilim de bedenimin tüm organları kadar zayıf ve
tükenmişti. Ne kadar acı verici olursa olsun, Polikarp’ın üzerimde
ıslak ne varsa çıkarmasına izin vermeliydim.
“Hiç değilse dönseydiniz!” diye homurdandı uşağım, beni bir
bebek gibi bir o yana, bir bu yana çevirirken. “Yarın ayrılıyorum!
Ne-ne ne... kadar para verirseniz verin! Bana, bu budalaya yetti
artık! Kalırsam cehennemin dibine gideyim!”
Tertemiz, sıcak çamaşırlar ısıtmadı, yatıştırmadı beni. Hem
öfkeden, hem korkudan öyle titriyordum ki dişlerim birbirine
vuruyordu. Ama bu korkuma bir anlam veremiyordum... Ne haya­
letler, ne mezarlardan çıkan ölüler, hatta ne de tepemde asıh duran
selefim Pospelov’un portresi korkuturdu beni. Cansız gözlerini
benden ayırmaz, sanki bana göz kırpardı ama ona baktığımda beni
asla kızdırmazdı. Geleceğim pek açık olmamasına rağmen hiçbir
şeyin beni tehdit etmediğini, yakınlarda kara bulutlar olmadığını
büyük olasılıkla söyleyebilirim. Ölüm yakın değildi, hastalıklar
beni korkutmuyordu, mutsuzluğa aldırış etmiyordum... Peki, ne­
den korktum da şimdi dişlerim böyle birbirine vurmaya başladı?
Öfkemi de bir türlü anlamıyordum... Kontun “sırrı” beni o
kadar küplere bindiremezdi. Ne kont, ne benden sakladığı evliliği
zerre umurumdaydı.
Geriye sadece bunu o zamanki ruh halime -sinir bozukluğuna
ve yorgunluğa- bağlamak kalıyor. Farklı bir açıklama boyumu aşar.
Polikarp gittikten sonra, uyumak niyetiyle örtüyü başımın üze­
rine çektim. Ortalık karanlık ve sessizdi... Ama papağan kafesinde
huzursuzca kendini oraya buraya atıyor, Polikarp’ın odasından
duvar saatinin düzenli vuruşları duyuluyordu, bunun dışında
her yerde huzur ve sessizlik hüküm sürüyordu... Fiziki ve ruhsal
yorgunluk baskın çıktı, uyumaya başladım... Üzerimden yavaş
yavaş ağır bir yükün kalktığını, lanetli imgelerin bilincimde sis
bulutlarına dönüştüğünü hissettim. Düş görmeye başladığımı
------------------------------------- H-1 -------------------------------------

anımsıyorum. Düşümde parlak bir kış sabahı Petersburg’da Nevski


Bulvan’nda yürüdüğümü görüyorum, oyalanmak için mağazala­
rın vitrinlerine göz gezdiriyorum. Kendimi hafiflemiş ve mutlu
hissediyorum... Acelem yok, yapacak hiçbir şeyim yok, mutlak
bir özgürlük... Köyümden, kontun malikânesinden, öfkeli, soğuk
gölden uzakta olma bilinci, bana gitgide huzur ve neşe veriyor. En
büyük vitrinin önünde durdum. Kadın şapkalarını incelemeye baş­
ladım. Bu şapkalar bana tanıdık geldi... Şapkaların birinde Olgayı,
diğerinde Nadyayı üçüncüsünde de ava çıktığımız gün ansızın
gelen Sozya’nın sarışın kafasını görmüştüm... Şapkaların altındaki
tanıdık yüzler gülümsemeye başladı... Onlara bir şey söylemek
istediğimde, birden üçü de birbirine karışıp kocaman kırmızı bir
yüze dönüştü. Yüz öfkeyle gözlerini devirip dilini çıkardı... Biri
arkamdan boynumu sıktı...
“Adam kansını öldürdü!” diye bağırdı kırmızı yüz. Birden irkil­
dim, çığlık attım ve yılan sokmuş gibi yataktan fırladım... Kalbim
çekiç gibi vuruyor, alnımdan soğuk terler boşanıyordu.
“Adam kansını öldürdü!” diye tekrarladı papağan. “Bana şeker
ver! Ne kadar aptalsın! Seni budala!”
“Bir papağan...” diye kendimi yatıştırıp yatmaya gittim. Tann’ya
şükür...
Tekdüze bir uğultu duyuldu... Çatıya yağmur damlaları düşme­
ye başladı... Gölün kıyısında yürürken batıda gördüğüm bulutlar
şimdi bütün gökyüzünü kaplamıştı. Hafif bir şimşek çaktı ve
müteveffa Pospelov’un portresini aydınlattı...Tam başımın üstünde
gök gürledi...
“Bu, yazın son fırtınası” diye düşündüm.
İlk fırtınalardan birini hatırladım... Orman bekçisinin evine ilk
kez gittiğimde kopan gök gürültüsüne benziyordu bu da... Kırmızılı
kızla pencerede durup şimşeklerin aydınlattığı çamları seyretmiş­
tik... Güzel varlığın gözleri korkuyla parlıyordu. Annesinin yıldırım
çarpmasından öldüğünü, kendisinin de böyle ses getirici bir ölüme
susadığını söylemişti... İlçenin en zengin aristokrat kadınları gibi
giyinmeye can atardı. Lüks kıyafetlerin güzelliğine yakıştığını bi­
liyordu. Beyhude ihtişamının bilincinde, onunla gurur duyar, Taş
Mezar’a tırmanıp orada ölmek isterdi.
------------------------------------- 145 --------------------------------------

Onun hayali ger... Taş Mezarda olmasa da...4


Uykuya dalmaktan umudumu kesince kalkıp yatağa oturdum.
Yağmurun dingin tıpırtısı, ruhum korku ve öfkeden azadeyken o
çok sevdiğim kızgın kükremeye dönüştü. Ama şimdi, bu kükreme
bana uğursuz görünüyordu. Peş peşe gök gürledi.
“Adam kansını öldürdü!” diye cıyakladı papağan...
Bu onun son cümlesiydi... Haince bir korkuyla gözlerimi ka­
padım, kafesi karanlıkta el yordamıyla bulup bir köşeye fırlattım.
“Cehennemin dibine git!” diye bağırdım kafesin gürültüsünü
ve papağanın acı acı çığlığını duyunca...
Zavallı, soylu kuş! Köşeye uçuşu ona pahalıya mal oldu... Er­
tesi gün kafesi soğuk bir ceset içeriyordu. Onu neden öldürdüm?
Kansını öldüren bir koca hakkında en sevdiği cümleyi hatırlan...5
Selefim Pospelov'un annesi, daireyi bana teslim ederken ben­
den tüm mobilyalann, tanımadığım insanların fotoğraflannın bile
parasını almıştı. Ama sevgili papağanı için benden tek kuruş bile
almamıştı. Kadın Finlandiya’ya gitmeden önceki gece sabaha ka­
dar soylu kuşunun yanından ayrılmamıştı. Bu vedalaşmaya eşlik
eden hıçkırıkları ve acıh gözyaşlarını anımsıyorum. Dönene kadar
benden ona bakmamı isterken akıttığı gözyaşlarını hiç unutmuyo­
rum. Papağanının benimle tanıştığına pişman olmayacağına dair
ona şeref sözü vermiştim. Ama verdiğim sözü tutamadım. Kuşu
öldürdüm. Çığırtkanının kaderini öğrendiğinde yaşh kadının bana
neler söyleyeceğini hayal edebiliyorum!
Birisi usulca penceremi tıklattı. Oturduğum ev önümüzden
geçen yolun sonunda bulunuyordu, özellikle kötü havalarda, yol­
dan geçenler bannacak yer aradıklarında, bu cam tıkırtısını sık sık
duyardım. Bu kez pencereyi tıklatan bir yolcu değildi. Pencereye
yaklaşıp şimşeğin çakmasını beklerken, uzun, ince bir adamın
karanlık siluetini gördüm. Pencerenin önünde durdu, soğuktan
titriyor gibiydi. Pencereyi açtım.
“Kim var orada? Ne istiyorsun?” diye sordum.
4 Burada neredeyse tüm sayfada çözmek için bir ipucu vermeyen gelişigüzel kara­
lamalar var. (A. Ç.)
3 Ne yazık ki burada da karalama var. Kamışov’un yazarken değil, sonradan
karaladığı açıkça görülüyor. Hikâyenin sonunda bu karalamalara özel dikkat
göstereceğim. (A. Ç.)
------------------------------------- 1-16 -------------------------------------

“Sergey Petroviç, benim!" Ancak uyuşmuş son derece korkmuş


insanlarda rastlanan hüzünlü bir ses duydum. “Benim! Sana geldim
sevgili dostum!”
Karanlık siluetin kederli sesinden, büyük bir şaşkınlıkla dos­
tum Doktor Pavel İvanoviç’i ayırt ettim. Düzenli bir hayat süren
ve on ikiden önce yatağa giren “İspinoz”un ziyareti anlaşılacak
gibi değildi. İlkelerini bir kenara bırakıp gecenin ikisinde, üstüne
üstlük böylesi korkunç bir havada onu bana gelmeye zorlayan ne
olabilirdi?
“Ne istiyorsun?” diye sordum, kalbimin derinliklerinde bu
beklenmedik konuğu cehenneme yollayarak.
“Kusura bakma, kuzum... Kapıyı çalmak istedim ama sanırım
Polikarp’ınız bir ölü gibi uyuyor. Pencereyi tıklatayım dedim.”
“Peki, ne istiyorsun?”
Pavel İvanoviç pencereme yaklaştı ve anlaşılmaz bir şey mırıl­
dandı. Sendeliyor, sarhoş gibi görünüyordu.
“Seni dinliyorum!” dedim sabrımı yitirerek.
“Sen... sen... bakıyorum, öfkelisin ama... olanları bir bilseydin,
uykunun kesilmesi ve geç saatte ziyaret gibi ufak tefek şeyler için
öfkelenmeye hemen son verirdin... Şimdi uyku zamanı değil! Aman
Tanrım! Dünyada otuz yıl yaşadım, ancak bugün ilk defa çok ama
çok mutsuz oldum! Mutsuzum, Sergey Petroviç!”
“Ah, ne oldu peki? Aynca, beni ne ilgilendirir? Kendim ayakta
zor duruyorum zaten... Kimseyle uğraşacak halim yok!”
“Sergey Petroviç!” dedi İspinoz, ağlamaklı bir sesle, karanlıkta
yağmurdan ıslanmış elini yüzüme doğru uzattı. “Dürüst adam!
Dostum!”
Sonra bir adamın ağladığını duydum. Doktor ağlıyordu.
“Pavel İvanoviç, evine git!” dedim kısa bir aradan sonra. “Şimdi
seninle konuşamam... Hem kendimden hem de senin ruh halinden
korkuyorum. Birbirimizi anlamayacağız...”
“Aziz dostum!” dedi doktor yalvaran bir sesle “Onunla evlen.”
“Aklından zorun var senin!” dedim pencereyi küt diye kapa­
tarak...
Papağandan sonra doktor, ruh halimin ikinci kurbanı olmuştu.
Onu içeriye davet etmemiş, pencereyi de yüzüne kapatmıştım.
------------------------------------- 1-17 -------------------------------------

Herhangi birini, hatta bir kadını bile düelloya çağırmaya yetecek


kadar kaba, yakışıksız davranışlarda bulunmuştum.6 Ama uysal ve
yumuşak başlı “İspinoz” düellodan anlamazdı. Kızgın olmanın ne
anlama geldiğini bile bilmiyordu.
Bir iki dakika sonra şimşek çaktı ve pencereye baktım, konu­
ğumun yere bükülmüş figürünü gördüm. Bu seferki pozu sadaka
dilenirken yol bekleyen bir dilencide olduğu gibi, yılışık ve fırsat
kollayıcıydı. Herhalde onu affetmemi ve derdini dökmesine izin
vermemi bekliyordu.
Neyse ki bu hali vicdanıma dokundu, beni harekete geçirdi.
Kendime üzüldüm, doğanın bana çok fazla sertlik ve pislik aşıla­
masına üzüldüm! Aşağılık ruhum taş gibiydi, tıpkı sağlıklı bedenim
gibi... Pencereye gidip açtım.7
“İçeri gir!” dedim.
“Vakit yok!.. Her dakika değerlidir! Zavallı Nadya kendini
zehirledi, doktor yanından hiç ayrılmadı... Zavallıyı zor hayata
döndürdük... Bu facia değil de ne? Daha dinlemeden pencereyi
neden yüzüme çarpıyorsun?”
“Hâlâ yaşıyor mu?”
“Hâlâ... Güzel, dostum, felakete uğramışlar hakkında bu tonda
konuşulmaz! Bu zeki, namuslu varlığın kont gibi bir herif yüzünden
hayatına son vereceği kimin aklına gelirdi? Hayır, dostum ne yazık
ki erkekler için kusursuz kadın olamaz! Bir kadın, ne kadar zeki
olursa olsun, ne kadar kusursuzluk bağışlanırsa bağışlansın yine
de hem kendinin hem de başkalarının yaşamasına engel olan bir
arazı vardır... Nadya’yı alalım ele... Bunu neden yaptı peki? Aşın
gurur! Aşırı gurur! Hastalıklı bir aşırı gurur! Seni incitmek için
kontla evlenmeyi kafasında kurdu... Ne para ne de yücelik içindi
bu... Sadece canavarca kibrini gidermeye ihtiyacı vardı... Sonra
birdenbire bir başarısızlık... Biliyorsunuz, kontun karısı gelmişti...

6 Son cümle karalanan satırın üstüne yazılmış şöyle bir anlam çıkarılabilir: “Başını
gövdesinden ayırıp pencereleri kırardım.” (A. Ç.)
7 Bunu yazarın zihinsel dayanıklılığının ahenkli olarak gösterişli bir yorumlaması
izler. İnsani acıların görünmesi, kan, otopsi vb üzerinde hiçbir izlenim yaratmaz.
Bütün bu yer böbürlenme, aptallık, içtensizlik izleri taşır, kabalığıyla şaşırtıcıdır,
ben de bu yeri serbest bıraktım. Kamışov'un karakteristiği için bu yerin bir önemi
yoktur. (A. Ç.)
------------------------------------- 148 -------------------------------------

Bizim ahlaksız evliymiş meğer... Bir de kadınların erkeklerden daha


dayanıklı, daha tahammüllü olduğunu söylerler!.. Böyle zavallı bir
neden elini hemen kibrite götürmek zorunda bırakıyorsa nerede bu
dayanıklılık! Bu dayanıklılık değil, aşın gurur!”
“Üşüteceksin...”
“Şu an tanık olduğum şey her türlü soğuktan daha beter... Bu
gözler, solukluk... Ah! Başansız bir aşka, başansız bir girişime, bir de
seni rahatsız edecek başansız bir intihar eklendi... Daha büyük bir
talihsizlik hayal etmek zor! Sevgili dostum, şayet sende bir parçacık
olsun acıma duygusu varsa... şayet... şayet onu bir görsen... Peki,
ona neden gitmeyesin ki? Onu seviyorsun! Artık sevmiyorsan bile,
neden onun için boş zamanından bir parça fedakârlık yapmayasın
ki? İnsan hayatı değerlidir, insan bunun için her şeyini feda edebilir!
Bir hayat kurtar!”
Biri kapıma şiddetle vurdu... İrkildim... Kalbim kan ağlıyordu...
Önsezilere inanmam ama endişem bu kez boşuna değildi... Sokak­
taki birisi kapıma vuruyordu...
“Kim var orada?” diye pencereden bağırdım...
“Sayın efendim!..”
“Ne istiyorsun?"
“Konttan mektup getirdim, saygıdeğer efendim! Biri öldürüldü!”
Koyun postu gocuk giymiş koyu bir figür, pencereye yaklaştı,
havaya söylenip bana bir mektup verdi... Pencereden hızla uzaklaş­
tım, bir mum yaktım ve aşağıdakileri okudum:
“Tanrı aşkına, dünyada ne var ne yoksa hepsini unut ve hemen
gel. Olga öldürüldü. Kendimi kaybettim ve şimdi çıldıracağım.
Senin A. K.”
Olga öldürüldü! Bu kısa cümleden başım döndü gözlerim karar­
dı... Yatağa oturdum, beynim durmuştu, ellerimi indirdim.
“Sen misin, Pavel İvanoviç?” Gönderilen adamın sesiydi bu.
“Tam da sana gelecektim... Sana da mektup var.”
Beş dakika sonra, “İspinoz’Ta üstü kapalı bir arabaya bindik
ve kontun malikânesine doğru yola koyulduk... Arabanın üzerine
yağmur damlaları düşüyordu, önümüzde sürekli göz kamaştırıcı
şimşekler çakıyordu.
------------------------------------- 1-19 --------------------------------------

Gölün homurtusu yükseliyordu...


Dramın son perdesi başlıyordu ve aktörlerden ikisi sarsıcı bir
sahne görmeye gidiyordu.
“Peki, ne dersin, bizi ne bekliyor?” diye sordum sevgili Pavel
îvanoviç’e.
“Hiçbir şey düşünmüyorum... Bilmiyorum...”
“Ben de bilmiyorum...”
“Hamlet yerin ve göğün Rabbinin intiharı yasaklamasına üzü­
lüyordu ya, ben de şimdi kaderin beni doktor yapmasına üzülüyo­
rum... Çok üzülüyorum!”
“Korkarım, ben de bir sorgu yargıcı olduğum için pişmanlık
duyacağım” dedim. “Kont bir hata yapıp intiharla cinayeti ka-
nştırmamışsa eğer, Olga gerçekten öldürüldüyse, o zaman zavallı
sinirlerim harap olacak!”
“Bu işi reddedebilirsin...”
Pavel İvanoviç’e sorar gibi baktım, o elbette karanlık yüzünden
hiçbir şey göremedim. Bu işi reddedebileceğimi nereden biliyordu?
Olga’nın sevgilisiydim ama Olga’dan ve bir seferinde beni alkışlayan
Pşehotski’den başka kim biliyordu bunu?
“Neden reddedebileceğimi düşünüyorsun?” diye sordum
“İspinoz”a.
“Hiç, öylesine... Hasta olur, istifanı verebilirsin... Bunlar asla
onur kinci şeyler değil çünkü senin yerine geçecek birileri bulunur
ama doktorun durumu tamamen farklı...”
“Sadece bu mu?” diye düşündüm.
Uzun, yorucu killi yolda geçen yolculuktan sonra nihayet araba
girişte durdu. Girişin hemen üstündeki iki pencere parlak bir ışıkla
aydınlatılmıştı, en sağdaki pencereden, Olga’nın yatak odasından
loş bir ışık sızıyordu, diğer pencereler karanlık bir leke gibi görünü­
yordu. Merdivenlerde Kukumav’la karşılaştık. Delici gözleriyle bana
baktı ve buruşuk yüzü kötücül, alaycı bir gülümsemeyle kırıştı.
“Şimdi sana bir sürprizim olacak!” der gibiydi gözleri.
Büyük olasılıkla, içki âlemine geldiğimizi sanmıştı, evdeki ke­
derden haberi yoktu.
“Şunu dikkatine sunayım” dedim Pavel İvanoviç’e ve ihtiyar
kadının kafasından takkesini çekip tek saç teli olmayan kel kafasını
------------------------------------- 150 -------------------------------------

ortaya çıkardım. “Bu cadı doksan yaşında, canım.” Bir gün ikimiz
böyle bir kişinin otopsisini yapmak durumunda kalsaydık kesinlikle
fikir ayrılığına düşerdik. Sen yaşlılığın getirdiği beyin körelmesi
bulurdun, oysa ben onun tüm ilçemizin en zeki ve kurnaz varlığı
olduğuna seni inandırırdım... Etekli şeytan!”
Salona girince şaşırdım. Burada gördüğüm manzara kesinlikle
beklenmedikti. Tüm sandalyeler ve kanepeler işgal edilmişti...
Köşelerde ve pencerelerin yanında da ayakta duranlar vardı. Bu
insanlar nereden gelmiş olabilirlerdi? Biri daha önce burada bu
insanlarla karşılaşacağımı söylemiş olsaydı, kahkahalarla güler­
dim. Olga’nın odalardan birinde öldüğü yahut ölmekte olduğu
bir zamanda bu insanların kontun evinde bulunmaları o kadar
inanılmaz ve uygunsuzdu ki! Okurun ilk bölümlerden birinde
tanıştığı “Londra” restoranından Çingene Karpov’un Çingene
korosuydu bu. İçeri girdiğimde eski arkadaşım Tina beni tanıdı
ve sevinçten çığlık atarak grupların birinin yanından ayrılarak
yanıma geldi. Elini tuttuğum zaman esmer, solgun yüzüne bir
gülümseme yayıldı ve bana bir şey söylemek isterken gözlerinden
yaşlar boşandı... Gözyaşları yüzünden konuşamıyordu ve ondan
tek kelime alamadım. Öteki Çingenelere yöneldim ve burada bu­
lunma sebeplerini onlardan öğrendim. Kont sabahleyin onlara,
kente bir telgraf gönderip koronun tüm ekiple birlikte akşam
saat dokuzda kontun malikânesinde mutlaka hazır bulunmasını
istemiş. Bu “emri” yerine getirerek trene binmişler ve saat sekizde
bu salona gelmişler...
“Ekselanslarına ve konuklara keyifli bir akşam sunmayı hayal
etmiştik...” dedi Çingenelerden biri. “O kadar çok yeni romans
öğrendik ki!.. Ama sonra birden...
Sonra birden bir köylü at sırtında çıkageldi, av sırasında hun­
harca bir cinayetin işlendiğini söyledi ve Olga Nikolayevna’ya bir
yatak hazırlanması talimatını bildirdi. Köylüye inanmadık çünkü
adam ‘körkütük’ sarhoştu, ancak merdivenlerde bir gürültü duyup
koridorda da siyah bir bedenin taşındığını görünce artık şüphelen­
memiz için bir neden kalmamıştı...
“Şimdi ne yapacağımızı bilmiyoruz! Burada kalamayız... Or­
tama bir rahip girdiğinde, eğlence için gelmişlerin gitmesi lazım
------------------------------------- 151 -------------------------------------

gelir... Ayrıca bütün şarkıcı kadınlar endişe içinde ağlayıp sızlı­


yorlar... Bir ölünün bulunduğu evde duramazlar... Buradan bir
an önce ayrılmalıyız, bu arada bize at vermek istemiyorlar! Sayın
kont rahatsızlanmış, kimseyi yanına almıyorlar, hizmetçiler at talep
edince alay ediyor... Böyle bir havada, böyle karanlık bir gecede
yürümemize izin verme! Ayrıca hizmetkârlar son derece kaba!..
Bizim kadınlar için semaver istediğimizde, canınız cehenneme
dediler...”
Bütün bu şikâyetler yüce gönüllülüğümü öven ağlamaklı ya­
karışlarla son buldu. Ben bu “lanetlenmiş” evden ayrılıp gitmeleri
için onlara bir araba bulabilecek miydim?
“Atlar otlakta değilse, sürücüler de bir tarafa gönderilmemişse,
gideceksiniz” dedim. “Emir verdim...”
Palyaço kıyafetleri giymiş, girişken tavırlarıyla cilve yapmaya
alışkın bu zavallı insanlara, asık bir yüz ve kararsız tavır pek uy­
muyordu. Onları istasyona göndereceğime söz verince biraz neşe­
lendiler. Erkeklerin fısıltıları yüksek perdeden nidalara dönüştü,
kadınlar da ağlamayı kesti...
Sonra bir dizi karanlık, aydınlatılmamış ara odalardan geçerek
kontun çalışma odasına doğru ilerlerken karşıma çıkan pek çok
kapının birinden içeri baktım ve kalbime dokunan bir tabloyla
karşılaştım. Bir masada tıslayan semaverin çevresinde Sozya ve
kardeşi Pşehotski oturuyor... Sozya hafif bir bluz giymiş, yine aynı
bilezikleri ve yüzükleri takmış, bir parfüm şişesinden bir şey kok­
luyor, yüzünde çayı iğrenerek yudumluyormuş gibi bir ifade var.
Gözleri yaşh... Büyük olasılıkla avdaki olay sinirlerini harap etmiş,
bozuk ruh hali de uzun sürmüştü. Pşehotski hiç değişmeyen o aynı
ifadesiz yüzüyle çayını fincan tabağından büyük yudumlarla içerken
kız kardeşine bir şeyler söylüyor. Yüzündeki akıl hocası tavırlarına
bakılırsa kız kardeşini yatıştırıyor ve ağlamamasını istiyor.
Kontu elbette, perişan, dağılmış halde buldum. Cılız, kuvvetsiz
adam iyice kilo vermiş, avurtları iyice çökmüştü... Yüzü sapsarıydı
ve dudakları hummalı gibi titriyordu. Mendil bağlanmış başından
bütün odaya keskin bir sirke kokusu yayılıyordu. İçeri girdiğimde
uzandığı kanepeden fırladı ve sabahlığının önünü kapatarak bana
doğru koştu.
------------------------------------- 152 -------------------------------------

“A! A!” diye bir çığlık attı, titriyor, sevinçten kabına sığmıyordu.
“Ee?”
Birkaç anlaşılmaz ses çıkardıktan sonra, koluma yapışıp beni
kanepeye sürükledi, oturmamı bekledikten sonra, ürkmüş bir kö­
pek yavrusu gibi bana sokuldu ve içini dökmeye başladı...
“Kim beklerdi? Ha? Bir dakika bekle, kuzum, bir şala sarına­
yım... Sıtmalı gibi tir tir titriyorum... Zavallı kız öldürüldü! Hem
de ne vahşice! Hâlâ hayatta ama Zemstvo doktoru bu geceyi çıka­
ramayacağını söylüyor... Korkunç bir gün!.. Damdan düşer gibi
geldi... şu... lanet kan... Bu en talihsiz hatamdı. Seryoja, sarhoşken
Petersburg’da evlendim. Senden saklıyordum, utanıyordum ama
işte geldi onu görebilirsin... Ona bak ve beni cezalandır... Ah, lanet
olası zayıflığım! Anın ve alkolün etkisi altında, dilediğin her şeyi
yapabilirim! Karımın gelişi birinci hediye, Olga’yla birlikte olan
skandal İkincisi... Üçüncüsünü bekliyorum... Daha neler olacağını
biliyorum... Biliyorum! Çıldıracağım!”
Biraz ağladıktan sonra üç kadeh votka içti, kendini eşek, aşağı­
lık, ayyaş bir adam olarak niteledi, kont avda vuku bulan trajediyi
anlatırken heyecandan dili de, kafası da karıştı... Bana olanları aşağı
yukan şöyle anlattı:
Ben Sozya’nın gelişi nedeniyle yaşadığım büyük şaşkınlığı
atlatıp evden ayrıldıktan sonra Sozya’nın gelişinin yarattığı şok
da yavaş yavaş dağılmaya başlamış ve Sozya çalışanlarla tanışarak
ev sahibi gibi davranmaya başlamışken, yaklaşık yirmi beş otuz
dakika sonra iliklere işleyen yürek paralayıcı bir çığlık duyulmuş
ansızın. Bu çığlık ormanın içinden geliyormuş ve dört kez yankı­
lanmış. O kadar sıradışıymış ki, duyanlar hemen ayağa fırlamış,
köpekler havlamaya başlamış, atlar kulaklarını dikmiş. Çığlık doğal
değilmiş ama kont bir kadın sesi olduğunu ayırt etmiş... Bu seste
umutsuzluk, dehşet çınhyormuş... Kadınlar bir hayalet ya da ani
bir bebek ölümü gördüklerinde böyle bağırırlarmış... Endişelenen
konuklar konta, kont da onlara bakmış. Birkaç dakika boyunca
ölüm sessizliği hüküm sürmüş...
Ve beyler birbirlerine bakıp sessiz kalırken, arabacılar ve uşaklar
çığlığın duyulduğu yere koşmuşlar. Acıyı ilk haber veren, yaşh uşak
İlya olmuş. Ormanın içinden koşarak gelmiş, yüzü bembeyazmış,
------------------------------------- 153 --------------------------------------

gözbebekleri büyümüş, bir şey söylemek istiyor ama nefes darlığı


ve uzun süreli heyecan konuşmasına engel oluyormuş. Sonunda
kendine gelip istavroz çıkardıktan sonra:
“Hanımefendi öldürüldü!” demiş.
“Hangi hanımefendi? Kim öldürdü?” Fakat İlya bu sorulara
bir cevap verememiş... İkinci haberci rolü, hiç beklenmeyen ve
ortaya çıkışıyla herkesi çok şaşırtan birine düşmüş. Bu adamın
ansızın ortaya çıkışı ve sergilediği görüntü çok acayipmiş... Kont
onu görüp, Olga’nın ormanda yürüyüşler yaptığını hatırlayınca,
kalbi durur gibi olmuş ve korkunç bir önseziyle birden dizlerinin
bağı çözülmüş.
Bu, kontun eski kâhyası ve Olga’nın kocası Pyotr Yegoriç
Urbenin’miş. Grup ilk başta, ağır ayak sesleri ve çah çırpı çıtırtısı
duymuştu... Orman kenarından bir ayı süzülerek yaklaşıyormuş
gibi... Sonra talihsiz Pyotr Yegoriç’in koca gövdesi ortaya çıkmış...
Yol kenarına çıktığında grubu görünce bir adım gerilemiş ve olduğu
yere mıhlanmış. Neredeyse iki dakika boyunca ne konuşmuş ne de
hareket etmiş, böylece herkese kendini inceleme olanağı sağlamış
olmuş... Üzerinde her gün giydiği gri ceketi ve çok yıpranmış panto­
lonu varmış... Başında şapka yokmuş, darmadağın olmuş saçları terli
alnına ve şakaklarına yapışmış... Genelde koyu kırmızı olan ve sıkça
mora çalan yüzü bu kez sapsarıymış... Gözleri deli gibi bakıyormuş,
gözbebekleri kocaman olmuş... Dudakları ve elleri titriyormuş...
Gelgelelim en ürkütücü olanı, afallamış izleyicilerin en çok
dikkatini çeken şey kanh elleriymiş... İki eli ve manşetleri kan
banyosunda yıkanmış gibi yoğun kana bulanmıştı.
Bu üç dakika süren katalepsiden sonra Urbenin, derin bir uy­
kudan uyanmış gibi gözlerini açmış, çimin üzerinde Türk usulü
bağdaş kurup inlemiş. Olağandışı bir koku hisseden köpekler
etrafını çevirip havlamaya başlamış... Donuk gözlerini herkesin
üzerinde gezdiren Urbenin yüzünü avuçlarının arasına almış, yeni
bir katalepsi başlamış...
“Olga, Olga, ne yaptın sen?” diye inlemeye başlamış.
Göğsünden boğuk hıçkırıklar kopmuş, güçlü omuzlan sarsılma­
ya başlamış... Ellerini yüzünden çektiği zaman ellerinden yüzüne
bulaşan kanı herkes görmüş.
------------------------------------- 15-1 -------------------------------------

Bu noktaya gelince kont işi oluruna bıraktı, bir bardak votkayı


sinirli biçimde kafasına dikip devam etti:
“Sonra zihnim karışıyor. Düşünebileceğin gibi, bütün bu olaylar
beni öyle sersemletti ki, düşünme yeteneğimi kaybettim... Sonra
ne olduğuna dair hiçbir şey hatırlamıyorum! Sadece birkaç adamın
ormandan, üzerinde yırtılmış kanh elbise olan bir bedeni getirdik­
lerini hatırlıyorum... Ona bakamadım! Arabaya koyup götürdüler.
Ne inilti ne de ağlama sesi duydum... Dediklerine göre böğrüne her
zaman yanında taşıdığı küçük hançer saplıymış... Hatırlar mısın?
Bunu ona ben armağan etmiştim. Şu bardağın kenarından daha kör
bir hançer... Onu saplamak için ne kadar güç gerekiyormuş demek!
Dostum, Kafkas silahlarına düşkünüm ama şimdi cehennemin
dibine! Yarın fırlatıp atmalarını emredeceğim!.."
Kont bir kadeh votka daha devirip konuşmasını sürdürdü:
“Ama bu ne rezalet! Ne iğrençlik! Onu eve taşıyoruz... Her­
kes, bilirsin, çaresizlik içinde, dehşete kapılmış. Sonra birden şu
cehennem olası Çingenelerin cüretkâr şarkıları gelmeye başla­
dı!.. Hergeleler dizilmişler, bir cayırtı koparıyorlar ki!.. Bilirsin,
zarif bir karşılama yapmak istiyorlardı, ne var ki çok uygunsuz
oldu... Cenazeyle karşılaşınca durum sevinçten içi içine sığma­
yan ve avazı çıktığı kadar, ‘Taşıyın, taşımayın!’ diye bağıran aptal
İvanuşka’ya benziyor. Evet, dostum! Konuklarını memnun etmek
istedim, Çingenelere haber gönderip eve davet ettim ama ortaya
bu saçmalık çıktı. Çingeneleri değil, doktorları ve din adamlarını
davet etmemiz gerekiyormuş meğer. Şimdi ne yapmam gerektiğini
bilmiyorum! Ne yapmalıyım? Bu formaliteleri bilmiyorum. Kim
aranacak, kime adam gönderilecek? Belki de polisin, savcının
burada olması gerekir... Öldürseniz hiçbir şeyden anlamıyorum!..
Bereket, skandali öğrenince peder Yeremiyah Aşai rabbani ayini
düzenlemeye geldi ama onu davet etmeyi düşünemezdim. Yalvarı­
rım, dostum, tüm bu gaileli işleri üzerine al! Tanrı şahidim olsun
aklımı oynatacağım! Eşimin gelişi, cinayet... Brrr!.. Eşim nerede
şimdi? Onu gördün mü?”
“Gördüm, Pşehotski’yle çay içiyor.”
“Kardeşiyle, diyorsun... Bu Pşehotski aşağılık adamın teki!
Petersburg’dan gizlice kaçarken kokumu aldı, böylece peşimi bırak-
------------------------------------- 155 --------------------------------------

inadı... Bütün bu zaman boyunca benden ne kadar para sızdırdığını


havsalan almaz!”
Kontla uzun süre konuşacak zamanım yoktu. Kalktım ve kapıya
doğru yöneldim.
“Baksana,” dedi kont beni durdurup, “Seryoja... bu Urbenin beni
bıçaklamaz değil mi?”
“Peki, Olgayı gerçekten o mu öldürdü?”
“Elbette, o... Ancak oraya nasıl gittiğine aklım ermiyor! Onu
ormana ne getirdi? Sonra neden özellikle bu ormana! Orada sak­
landığını ve bizi beklediğini varsayalım, ancak başka yerde değil
de orada durdurmak istediğimizi nereden bilecek?”
“Hiçbir şey anlamıyorsun" dedim. “Aklımdayken, senden son
bir kez rica ediyorum... Bu davayı ben ele alacaksam, bana lütfen
kendi görüşlerini söyleme... Sadece sorularıma cevap vermekle
ilgilen, daha fazlası değil.”
Konttan ayrılıp Olga’nın yattığı odaya gittim...8
Odada yüzleri hafifçe aydınlatan küçük, mavi bir lamba yanı­
yordu... Böyle bir ışıkta ne yazılır, ne okunurdu. Olga yatakta yatı­
yordu. Başı sargılar içindeydi; görünen sadece son derece solgun,
sivri burnu ve kapalı gözkapaklarıydı. İçeri girdiğim sırada göğsü
çıplaktı: Üzerine buzlu bir torba konmuştu.9 Demek ki Olga hâlâ
yaşıyordu. İki doktor etrafında koşturup duruyordu. Girdiğimde
Pavel İvanoviç gözlerini kısmış, oflayıp pufluyor, onun kalbini
dinliyordu.
Zemstvo doktoru, son derece yorgun, dıştan hastaymış gibi gö­
rünüyordu, yatağın yanındaki koltukta oturuyor, düşünceler içinde
Olga’nın nabzına bakıyormuş gibi davranıyordu. Görevini yeni
bitiren Peder Yeremiyah, atkısını haça sarmış, ayrılmak üzereydi...
“Pyotr Yegoriç, kederlere düşme!” dedi içini çekip gözlerini bir
köşeye dikerek. “Her şey Tann’nın iradesine göre olur, O’na başvur.”
Urbenin bir köşede taburenin üzerinde oturuyordu. O kadar çok
değişmişti ki, onu güçlükle tanıdım. Son zamanlardaki savrukluğu
8 Burada iki satır karalanmış. (A. Ç.)
9 Bir duruma okuyucunun dikkatini çekerim. Kendi ruhsal durumuyla ilgili olarak
her ortamda -Polikarp'la çatışmalarını anlatırken bile- çene çalmaktan hoşlanan
Kamışov, ölmekle olan Olga'yla ilgili izlenimlerinden hiç söz etmez. Bunun kasıtlı
bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. (A. Ç.)
------------------------------------- 156 -------------------------------------

ve sarhoşluğu kıyafetlerinde olduğu gibi, dış görünüşünde de ken­


dini gösteriyordu: Giysileri de yıpranmıştı, yüzü de.
Zavallı adam hareketsiz oturuyordu, yumruklarını başına daya­
mış gözlerini yatağından ayırmıyordu... Elleri ve yüzü hâlâ kanlıy­
dı... Yıkamayı unutmuştu...
Ah, ruhumun ve zavallı kuşumun kehaneti!
Kendi ellerimle öldürdüğüm soylu kuşum, kansını öldüren bir
koca hakkında cıyaklayıp dururken hayalimde sürekli Urbenin
beliriyordu. Neden? Kıskanç kocaların genellikle ihanet eden ka-
nlannı öldürdüklerini biliyordum ama aynı zamanda Urbenin gibi
insanların kimseleri öldürmediğini de biliyordum... Olga’nın kocası
tarafından öldürülme olasılığını saçma bulup kafamdan siliyordum.
“O mu yoksa değil mi?” Bu soruyu kendime sorup onun mutsuz
yüzüne baktım.
Doğrusunu söylemek gerekirse kontun hikâyesine ve Urbenin’in
ellerinde ve yüzünde gördüğüm kana rağmen elle tutulur bir yanıta
varamadım.
“Urbenin öldürmüş olsaydı, ellerine yüzüne bulaşan kanı çoktan
yıkamış olurdu.” Aynı zamanda arkadaşım olan bir meslektaşımın
tezini hatırladım. “Katiller kurbanlarının kanma dayanamazlar.”
Gri hücrelerimi çalıştırmayı isteseydim, buna benzer pek çok
tez hatırlardım, ancak bu konuda çok hızh gitmem ve kafamı olur
olmaz savlarla doldurmam doğru değil.
“Merhaba!” dedi Zemstvo doktoru. “Gelmenize çok sevindim...
Söyler misiniz lütfen, buranın sahibi kim?”
“Buranın sahibi yok... Burada kaos hüküm sürüyor...” dedim.
Zemstvo doktoru pervasızca öksürerek “Bunlar çok güzel sözler
ama bana hiçbir faydası yok” dedi. Asabi asabi öksürmeye başladı.
“Üç saattir rica ediyorum, buraya bir şişe porto şarabı ya da şampan­
ya getirmeleri için yalvarıyorum, hiç değilse birisi lütfedip getirsey­
di! Hepsi sağır, orman horozu gibi! Üç saat önce istememe rağmen
buzu yeni getirdiler. Nedir bu? Burada bir insan ölüyor, neredeyse
zil çalıp oynayacaklar! Kont çalışma odasında likörleri deviriyor,
bana bir kadehi fazla görüyor! Şehre eczaneye birini yollayacağım,
atların canı çıktığını, ayrıca sarhoş oldukları için gidecek arabacı
olmadığını söylüyorlar... İlaç ve sargı bezi için bizim hastaneye adam
------------------------------------- 157 --------------------------------------

göndermek istiyorum, bana bir iyilik yapıp ayakta güçlükle duran


bir sarhoşu veriyorlar. İki saat önce gönderdim, ne oldu? Şimdi
gittiğini söylüyorlar! Peki, bu bir rezalet değil mi? Hepsi sarhoş,
kaba, yontulmamış adamlar! O kadar aptallar ki! Yemin ederim,
böyle kalpsiz insanları hayatımda ilk kez görüyorum.”
Doktor öfkelenmekte haklıydı. Hiç de abartmıyordu, tam tersine...
Kontun malikânesinde meydana gelen tüm karışıklıklara ve rezaletlere
öfke kusmak için bütün gece yeterli olmazdı. Başıboşlukla kargaşayla
morali bozulan hizmetçiler çok çirkin davranıyorlardı. Aralarında
dünyaya kazık çakmamış, yağ bağlamamış bir tek uşak yoktu.
Şarap bulmaya gittim. Birkaç tokattan sonra, doktorları çok mut­
lu eden şampanya ve kediotu damlası almayı başardım.1011 Bir saat
sonra hastaneden bir sağlık memuru geldi ve gereken tüm sağlık
malzemelerini getirdi.
Pavel İvanoviç, Olga’nın ağzına bir çorba kaşığı şampanya dök­
meyi başardı. Yutmak için çabaladı ve inledi. Sonra deri altına
Hoffman11 damlasına benzer bir sıvı enjekte etti.
Zemstvo doktoru kulağına eğilerek “Olga Nikolayevna!” diye
bağırdı. “Olga Ni-ko-la-yevna!”
“Bilincinin yerine gelmesi zor görünüyor!” dedi Pavel İvanoviç
içini çekerek. “Çok kan kaybetti, dahası, ağır bir aletle kafasına
aldığı darbe büyük olasılıkla beyin sarsıntısına yol açtı.
Bir sarsıntı olup olmadığına karar vermek benim işim değildi
ama Olga birden gözlerini açtı ve su istedi... Uyarıcılar etkisini
göstermişti.
“Şimdi ihtiyacın olan şeyi sorabilirsin...” dedi Pavel İvanoviç beni
dirseğimden dürterek. “Sor.”
Yatağa doğru yürüdüm... Olga’nın gözleri bana çevrildi.
“Neredeyim?” diye sordu.
“Olga Nikolayevna” diye başladım. “Beni tanıdın mı?”
10 Okuyucunun dikkatini çok önemli bir noktaya çekmem gerekiyor. Kamışov iki üç
saat boyunca odadan odaya dolaşmakla, doktorlara kızmakla, hizmetçilere sille
tokat girişmekle vb uğraşıyor. Böyle bir kişi sorgu yargıcı sıfatı taşıyabilir mi?
Görünüşe göre hiç acelesi yok, bir şekilde zaman geçirmeye çalışıyor. Açıkçası
katili tanıyor, daha sonra aşağıda anlatıldığı gibi, hiçbir gerekçeye dayanmayan
Kukumavın odasının aranması, bir Çingene’nin soruşturulması, sorgulamadan
çok şakaya benziyor, bu sadece zamanı geciktirmek için yapılabilir. (A. Ç.)
11 Ağrıları dindirmek için kullanılan eter alkol karışımı bir sıvı. (ç. n.)
------------------------------------- 158 -------------------------------------

Olga bana birkaç saniye bakıp gözlerini kapadı.


“Evet!” diye inledi. “Evet!”
“Ben sorgu yargıcı Zinovyev. Seninle tanışma onuruna eriştim,
hatta hatırlarsan düğününde sağdıcındım...”
“Sen misin?” dedi Olga fısıltıyla, sol elini uzattı. “Otur...”
“Sayıklıyor!” dedi “İspinoz.”
“Ben sorgu yargıcı Zinovyev” diye tekrar ettim. “Hatırlarsan ava
da katılmıştım... Kendini nasıl hissediyorsun?”
“Esasa dayalı sorular sorun!” dedi Zemstvo doktoru fısıltıyla.
“Bilincin uzun süre açık kalacağına söz veremem...”
“Rica ederim, lütfen bana ders vermeye kalkışmayın!” Kırılmış­
tım. “Ne söylemem gerektiğini bilirim... Olga Nikolayevna,” diye
devam ettim, ona dönerek, “günün olaylarını hatırlamaya çahş. Sana
yardım edeceğim... Gündüz saat birde atına binip grupla birlikte
ava gittin... Av yaklaşık dört saat sürdü... Sonra orman kenarında
mola verildi... Hatırlıyor musun?”
“Sen... sen... öldürdün.”
“Çulluk mu? Ben çulluğun işini bitirdikten sonra, sen yüzünü
ekşitip gruptan ayrıldın... Ormana doğru yürüdün12... Şimdi bel­
leğinin yerine gelmesi için tüm gücünü toplamaya çahş. Ormanda
gezinti sırasında, tanımadığımız bir kişi tarafından saldırıya uğ­
ramışsın. Sana bir sorgu yargıcı olarak soruyorum, bu kişi kim?”
Olga gözlerini açıp bana baktı.
“Bize bu kişinin adını söyle! Burada benden başka üç kişi var...”
Olga başını olumsuz şekilde iki yana salladı.
“Adım vermelisin” diye devam ettim. Onu ağır bir ceza bekli­
yor... Yasa bu canavarca eylemini ağır bir şekilde cezalandıracak!
Onu kürek cezasına mahkûm edecek... Bekliyorum.”13
Olga gülümsedi başını yine olumsuz bir şekilde iki yana salladı.
Sonraki sorgular hiçbir işe yaramadı. Olga’dan ne bir kelime, ne bir
mimik almayı başardım. Beşe çeyrek kala hayata gözlerini yumdu.

12 İlk önemli sorudan kaçınmanın lek bir amacı vardı: Zamanı uzatmak ve Olga
‘nın katilin adını veremeyeceği bilinç kaybını beklemek. Bu kendine özgü bir
yöntemdir. Doktorların bunu değerlendirmemesi de şaşırtıcıdır. (A. Ç.)
13 Bütün bunlar ilk bakışta safçadır. Açıkçası, Kamışov katil için ne gibi ağır sonuçlar
doğuracağını Olga’ya ima etmek zorundaydı. Katil onun için değerliyse, ergo [bu
nedenle (Lat ), sessiz kalmalıydı. (A. Ç.)
DOKUZUNCU BÖLÜM

Çağırttığım muhtar ve tanıklar, sabah saat yedide köyden geldi. Suç


mahalline gitmek mümkün değildi: Geceleyin başlayan yağmur hâlâ
bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Küçük su birikintileri göllere
dönüşmüştü. Kurşuni gökyüzü çok kasvetli görünüyordu, yakında
güneş açacak gibi görünmüyordu; ıslak ağaçlar, dallarını hüzünle
sarkıtırken, rüzgârın her esintisinde yere dolu gibi serpintiler
dökülüyordu. Oraya gitmek imkânsızdı ve belki de gitmeye gerek
yoktu: Suçun izleri: Kan lekeleri, insan izleri vb... muhtemelen gece
boyunca yağan yağmurla yok olmuştu. Ancak usuller, olay yerinin
incelenmesini gerektiriyor, ben de polis gelene kadar olay mahalline
gitmeyi erteledim, kabataslak zabıt düzenlemeyle ve sorgulamayla
meşgul oldum. Önce Çingeneleri sorguladım. Zavallı şarkıcılar sa­
baha kadar salonlarda oturup zaman geçirmişler, istasyona gitmek
için kendilerine verilecek atları beklemişler. Ama atlar gelmemiş;
uşak onlan konta yollamış, aynı zamanda ekselanslarının kimseyi
“odasına kabul etmediği” konusunda uyarmış. Onlara sabah iste­
dikleri semaver bile verilmemiş. Ölü bir kadının yattığı yabancı bir
evdeki bu aşın tuhaf ve belirsiz durum; gidiş saatinin görece bilin-
meyişi; nemli, hüzünlü hava, evet, tüm bunlar, zavallı kadın erkek
Çingene şarkıcılarını öyle acıya sürüklemişti ki, bir gecede sararıp
solmuş, kilo vermişlerdi. Bir aşağı bir yukan amaçsızca dolaşıyorlar,
sert bir mahkeme kararı bekliyormuş gibi korkuyorlardı. Sorgula­
mamla kaygılarını daha da artırmıştım. İlkin, uzun sorgulamam,
“lanet olası” evden ayrılmalarını uzun süre geciktirdi, İkincisi on­
lan korkutmuştum. Cinayeti onların işlediğinden şüphelendiğimi
sanan bu sıradan insanlar ağlayıp sızlayarak suçsuz olduklarını,
hiçbir şey bilmediklerini dile getirerek beni ikna etmeye çalıştılar.
Tina benim resmi bir yetkili olduğumu görünce, eski ilişkilerimizi
tamamen unuttu ve benimle konuşurken kötek atılmış kız çocuğu
gibi titremeye başladı ve heyecandan kendini kaybedecek gibi oldu.
Onlardan endişe duymamalarını istedim, onları sadece bir tanık,
adaletin yardımcıları olarak gördüğüme dair güvence verdim. Onlar
------------------------------------- 160 -------------------------------------

da hep bir ağızdan, herhangi bir şeye tanık olmadıklarını, hiçbir


şey bilmediklerini, Tann’nın onları yakında yargı mensubuyla bu
yakın tanışıklıktan kurtaracağını umut ettiklerini bildirdiler.
İstasyondan hangi yöne gittiklerini sordum. Cinayetin işlendiği
ormandan geçip geçmediklerini, onların grubundan kısa süreli de
olsa birinin aynhp ayrılmadığını, Olga’nın yürek paralayan çığlığını
duyup duymadığını sordum.1 Bu sorgulamadan da hiçbir sonuç
elde edemedim. Bundan korkan Çingeneler, korodan iki delikanlıyı
araba kiralamak için köye yolladılar. Zavallı insanlar buradan bir
an önce ayrılmak istiyorlardı. Ne yazık ki, ormandaki cinayetin
zaten dillerden düşmediği köyde, esmer yüzlülerin elçilerine kuş­
kuyla baktılar ve onları yakalayıp bana getirdiler. Canı çıkmış koro
kâbustan ancak o akşam kurtuldu ve üç misli fiyata beş köylüden
at arabaları kiralanıp kontun evini terk edince ancak rahat bir nefes
aldılar. Daha sonra, partiye geldikleri için paralan ödendi, ancak
kimse kontun konağında uğradıkları manevi işkence için onlara
ödemede bulunmadı...
Onlan sorguladıktan sonra12 Kukumav’ın odasında arama yaptım.
Sandıklannda envai çeşit döküntü buldum, ancak bütün bu yıpran­
mış eski püskü takkeleri, topuklan yırtık çoraplan ayırdıktan sonra
yaşh kadının konttan ve konuklardan çaldığı ne para ne de değerli
eşya bulabildim. Bir zamanlar Tina’dan çaldığı... Aslına bakarsanız,
Baba yaga’nın3 sadece kendi bildiği başka bir deposu vardı...
Burada tutanağımı, ilk bilgileri ve incelemeyi vermiyorum... Bu
çok uzun, üstelik unutup gittim... Burada genel hatlanyla kısa bir
özet sunuyorum... Öncelikle, Olgayı ne durumda bulduğumu ve
gerçekleştirdiğim sorguyu tüm ayrıntılarıyla açıkladım. Bu sorgu­
dan, Olga’nın yanıtlan bana bilinçli olarak verdiği ve katilin adını
benden kasıtlı olarak gizlediği açıktı. Katilin cezalandırılmasını
istemediği belliydi ve bu da kaçınılmaz olarak failin bir sevgili ve
ona yakın biri olduğu varsayımına yol açtı.

1 Kamışov bütün bunları gerekli bulmuşsa. Çingeneleri taşıyan arabacıları sorgu­


laması daha kolay olmaz mıydı? (A. Ç.)
2 Neden? Bütün bunların sarhoşken yahut uyku sersemliğiyle sorgu yargıcı ta­
rafından yazıldığını varsayalım, peki, neden yazsın? Bu hataların okuyucudan
gizlenmesi daha iyi olmaz mıydı? (A. Ç.)
3 Rus masallarında elinde süpürgesiyle havada dolaşan cadı. (ç. n.)
161

Kısa bir süre sonra gelen yerel polis komiseriyle yaptığım kı­
yafet incelenmesi bana pek çok ipucu verdi. İpek astarlı kadife
binici kıyafeti hâlâ ıslaktı... Bir hançer yarasının bulunduğu sağ
böğrü kana bulanmıştı ve üzerinde yer yer kan pıhtıları vardı...
Kanama çok şiddetliydi ve Olga’nın olay yerinde ölmemesi son
derece şaşırtıcıydı. Sol yanı da kan içindeydi... Sol kolunun man­
şonu, omzunda ve bilek üzerinde yırtılmıştı... Üstteki iki düğme
kopuktu ve araştırmada bulunamamıştı. Siyah kaşmir binici eteği
buruş buruştu: Bu, Olga’nın ormandan arabaya, arabadan yatağı­
na taşınmasından olmuştu. Sonra Olga’nın üzerinden eteği çekip
çıkardılar ve hayvan gibi mıncık mıncık ederek yatağın altına fır­
lattılar. Kemer bölümünde bir yırtık vardı; bu uzunlamasına yırtık
yaklaşık yirmi beş santimetreydi. Muhtemelen taşıma sırasında,
aşağı çekilirken olmuştu; hayattayken de yapılmış olabilir: Olga
yama vb işleri yapmaktan hoşlanmayan bir kızdı, bir eteği nasıl
tamir edeceğini bilmezdi Olga, bu yırtığı kazakinin4 altına gizle­
miş olabilirdi. Savcı yardımcısının daha sonra bir konuşmasında
da üzerinde durduğu gibi, bu cinayetin gözü dönmüş bir caniyle
ilgisi olmadığı kanısındayım. Kemerin sağ kısmı ve sağ cep kana
boyanmıştı. Bu cebindeki mendil ve eldiven, iki biçimsiz pas rengi
topak oluşturmuştu. Eteğin tümünde kemerden eteğin ucuna kadar
farklı şekillerde ve boyutlarda kan lekeleri serpilmişti... Çoğu, ince­
leme sonunda ortaya çıkan, Olga’yı taşıyan arabacıların, uşakların
kanlı parmaklarının ve avuç içlerinin iziydi... İç gömleği kanlıydı
ve özellikle sağ tarafta, kesici aletle açılmış bir delik vardı. Tıpkı
kaftanda olduğu gibi sol omuzda ve bilek çevresinde de yarıklar
vardı... Gömlek manşonunun yarısı yırtıktı.
Olga’nın üzerindeki eşya şöyleydi: Altın saat, uzun bir altın
zincir, elmas bir broş, küpeler, yüzükler ve gümüş madalyonlu bir
cüzdan, kıyafetlerle birlikte bulundu. Katilin cinayeti çıkar amacıyla
işlemediği açıktı.
Olga’nın ölümünden bir gün sonra, benim de hazır bulunmamla
“İspinoz” ve bir Zemstvo doktoru tarafından yapılan adli otopsi,
burada genel batlarıyla verdiğim çok kapsamlı bir raporla sonuç­
landı. Dış muayenede, doktorlar tarafından aşağıdaki yaralanmalar
4 Kazakin:Dar belli arkası büzgülü kaftan, (ç. n.)
------------------------------------- i 62 -------------------------------------

tespit edildi. Kafada, sol temporal ve parietal kemiklerin sınırda


kemiğe kadar ulaşan bir buçuk inçlik bir yara vardı. Yaranın ke­
narlan pürüzsüz ve düz değildi... Kör bir aletle, muhtemelen daha
sonra karar verdiğimiz gibi bir hançerle açılmıştı. Boyunda, servikal
vertebra seviyesinde, boynun arka yansını kaplayan kırmızı yanm
daire şeklinde bir şerit görülüyordu. Bütün bu şerit boyunca, cilt
lezyonları ve önemsiz çürükler fark edildi. Sol kolda, bileğin dört
santimetre üstünde dört mor leke bulundu: Biri dorsal tarafta, diğer
üçü avuç içinde. Büyük olasılıkla parmakların baskısından ileri
geldi... Bunu, lekelerden birinin üzerinde görülen ve bir tırnağın
oluşturduğu ufak bir çizinti doğruluyor... Okuyucunun hatırlaya­
cağı gibi, buna göre bu lekelerin bulunduğu yer, kaftanın yırtılmış
sol kolu ve iç gömleğin yarısı yırtılmış sol manşonuydu... Dördüncü
ve beşinci kaburgaların arasında, koltukaltı çukurundan başlayan
hayali dikey bir çizginin üzerinde, bir inç uzunluğunda büyük açık
bir yara vardı. Kenarlan kesilmiş gibi düzgün ve pürüzsüzdü, hem
akışkan hem de pıhtılaşmış kana bulanmıştı... Yara derindi... Keskin
bir aletle, toplanan ön bilgilerden açıkça anlaşıldığı gibi, yaranın
boyutuna tamamen uyan bir hançerle yapılmıştı.
İç muayene sağ akciğerde ve plevrada yaralanma, akciğerde
iltihaplanma ve plevral boşlukta kanama olduğunu gösterdi.
Doktorlar hatırladığım kadarıyla, yaklaşık şu sonuca varmışlar­
dı: a) Ölüm ciddi bir kan kaybının izlediği anemiden kaynaklandı;
kan kaybı göğsün sağ tarafında bulunan açık yaranın varlığıyla açık­
lanabilir; b) kafa yarasını ağır yaraya, göğüs yarasını da tartışmasız
ölümcül yaraya yormak gerekir; İkincisi, kesin ölüm nedeni olarak
kabul edilmelidir; c) kafa yarasında kör bir alet, göğüste ise muh­
temelen iki kenarı keskin bir bıçak kullanılmış; d) yukarıda açık­
lanan bütün bu lezyonların ölen kişi tarafından gerçekleştirilmesi
mümkün değildir e) büyük olasılıkla bir tecavüz girişimi yoktur.
İşleri hasıraltı etmemek ve sonra tekrara girmemek için hemen
şimdi tıbbi muayeneler, üç dört sorgulama ve otopsi raporunun
okunmasıyla ilgili ilk izlenimimin ışığında tarafımdan çizilen ci­
nayet tablosunu okuyucuya aktarıyorum.
Olga, avcı grubundan ayrılıp ormanda gezintiye çıktı. Hayallere
dalarak ya da kederli düşüncelere gömülerek (okuyucu Olga’nın o
------------------------------------- 163 --------------------------------------

meşum akşamdaki ruh halini iyi hatırlayacaktır) dolaşıyordu, sonra,


sık ormanın derinliklerine girdi. İşte katille burada karşılaştı. Bir
ağacın altında düşünceleriyle baş başa dururken bir adam yaklaşıp
onunla konuşmaya başladı. Bu adam şüpheli biri değildi, yoksa
bağırarak yardım çağırırdı ama bu çığlığı yürek paralayıcı olmazdı.
Katil onunla konuştuktan sonra sol koluna yapıştı, öyle kuvvetli
tutmuştu ki, kaftanın ve iç gömleğin kolunu yırtmış ve dört adet
leke şeklinde iz bırakmıştı. Bu anda muhtemelen grubun duyduğu
çığlığı attı, yine muhtemelen, katilin yüz hareketlerinden niyetini
anladıktan sonra acıdan bir çığlık daha kopardı. Katil, onun tekrar
bağırmasını önlemek için yahut kötücül duygularının etkisiyle,
yakasına yakın göğsüne yapıştı, doktorların boyun bölgesinde
bulduğu kırmızı şerit ve iki kopuk yaka düğmesi buna tanıklık et­
mektedir... Katil göğsüne yapışıp onu sarstıktan sonra boynundaki
altın zinciri çekti... Zincirin sürtünmesinden ve basınçtan bir çizgi
oluşmuştu. Daha sonra katil kör bir aletle, örneğin bir sopayla ya da
Olga’nın belinde asıh olan hançerin ağzıyla kafasına vurdu. Sonra
hırslanarak, belki de bu yaranın tek başına yeterli olmayacağını
düşünerek, hançeri kınından çıkarıp bütün gücüyle sağ böğrüne
sapladı, bütün gücüyle diyorum, çünkü katilin hançeri kördü.
Bu, yukarıdaki verilere dayanarak çizmeye yetkili olduğum
resmin kasvetli yanıdır. Katilin kim olduğu sorusuna yanıt vermek
görünüşte zor değildi, elbette çözülürdü. İlkin, katili çıkarı değil,
başka güdüler yönetiyordu... Dolayısıyla, gölde balık avlamakla
meşgul yolunu kaybetmiş, serseri, çulsuz insanlardan kuşkulanmak
gereksizdi. Kurbanın çığlığı soyguncuyu yolundan döndüremezdi:
Broşu çıkarmak bir saniyelik işti...
İkincisi, Olga katilin adını bana bilerek söylemedi, zira katil
basit bir soyguncu olsaydı asla böyle davranmazdı. Açıkçası, katil
onun için değerliydi ve kendisi yüzünden Sibirya’da kürek cezasına
mahkûm olmasını istemiyordu... Bunlar, çılgın babası, sevmediği
ama büyük olasılıkla karşısında kendini suçlu gördüğü kocası, belki
de kalben kendini borçlu hissettiği kont gibi kişiler olabilirdi... Daha
sonra bir görevlinin ifadesinde belirttiği gibi, cinayetin işlendiği
gün çılgın baba, ormandaki evinde oturup bütün akşamını, güya
gece gündüz evini kuşatan hayali hırsızlan yakalaması talebiyle ilçe
------------------------------------- 16-1 -------------------------------------

polis müdürüne bir mektup yazmıştı... Kont cinayet öncesinde ve


sonrasında grubun yanından ayrılmamıştı. Böylece kuşkunun tüm
ağırlığı yalnızca talihsiz Urbenin’in üzerine bindi. Ansızın ortaya
çıkışı görüntüsü, vesaire... ciddi kanıtlar olarak değerlendirilebilirdi.
Üçüncüsü, Olga’nın hayatında son zamanlarda aralıksız ro­
mantik ilişkiler önemli yer tutmaya başlamıştı. Bu ilişki, genellikle
suçla sona erecek türdendi. Yaşlı seven bir koca, ihanet, kıskançlık,
dayaklar, düğünden bir iki ay sonra âşığı konta kaçış... Böyle bir
romanın güzel kahramanı öldürülürse, ipsiz uğursuz aramayın,
doğruca romanın kahramanlarına bakın. Bu üçüncü varsayıma
göre en uygun katil adayı aslında Urbenin olurdu...
Bir zamanlar yumuşak divanlarına uzanıp Çingenelerle tath
tath sohbet ettiğim mozaik salonda ön soruşturmamı yaptım...
Sorguladığım ilk kişi Urbenin’di. Bu zamana kadar bir köşede tabu­
rede oturup gözlerini boş yataktan ayırmadığı Olga’nın odasından
getirmişlerdi... Bana boş gözlerle bakıp karşımda bir dakika kadar
sessizce durdu, sonra, sanırım sorgu yargıcı olarak onunla konuş­
maya niyetli olduğumu anlayıp derin kederler içindeki bir insanın
bitkin sesiyle dedi ki:
“Sergey Petroviç, diğer tanıkları sorgulayın, beni sonraya bıra­
kın... Şimdi yapamam...”
Urbenin kendini bir tanık sayıyordu yahut onu böyle gördük­
lerini düşünmüştü...
“Hayır, şu anda özellikle seni sorgulamam gerekiyor” dedim.
“Oturmak için kendini biraz zorla.”
Urbenin karşıma geçip oturdu, başını yere eğmişti. Yorgun ve
hastaydı, isteksizce yanıt veriyordu, ifadesini bin bir güçlükle aldım.
İfadesi şöyleydi: Pyotr Yegoriç Urbenin, 50 yaşında bir asilzade,
Ortodoks mezhebin bir üyesi. Seçimle altı yıl onursal sulh hâkimi
olarak görev yaptığı K... ilçesinde bir mülkü var. İşleri kötü gidince
mülkünü ipotek ettirdi ve bir yerde çalışmak zorunda kaldı. Altı
yıl önce kâhya olarak kontun yanında işe başladı. Tarım sevdiği bir
uğraş olduğundan, özel bir kişiye hizmet etmekten yüksünmedi,
işten sadece aptalların utandığını gördü. Maaşını düzenli olarak
konttan aldı ve şikâyeti gerektirecek hiçbir sorunu yok. İlk evlili­
ğinden bir oğlu ve kızı var, vesaire vesaire vesaire...
------------------------------------- 165 -------------------------------------

Tutkulu bir aşkla sevdiği Olga’yla evlendi. Duygularıyla uzun


ve kahredici bir mücadeleye girdi ama ne sağduyu ne de pratik
aklın mantığı - hiçbiri yardımcı olmadı: Duygularına boyun eğerek
evlenmek zorunda kaldı. Olga’nın onunla severek evlenmediğini
biliyordu ama onu son derece ahlaklı gördüğü için sadece hak
ettiğini umduğu sadakati ve dostluğuyla yetinmeye karar verdi.
Urbenin, hayal kırıklığı ve aşağılanmanın başladığı noktaya
gelinceye kadar, “karısını bağışlayacağı geçmiş” hakkında ko­
nuşmamayı ya da en azından geleceğe dair konuşmayı ertelemeyi
uygun buldu.
“Yapamam... Benim için çok ağır... Üstelik kendin de gördün.”
“Pekâlâ, sonraya bırakalım... Şimdi bana sadece şunu söyle:
Karını dövdüğün doğru mu? Bir gün onun elinde kontun notunu
bulunca ona vurduğunu söylediler.”
“Bu doğru değil... Sadece eline yapıştım ama ağlamaya başladı,
aynı akşam sızlanıp durdu, sonra evden kaçtı...”
“Kontla olan ilişkisini biliyor muydun?”
“Rica ederim bu konuşmayı bıraksak... Aynca neden?”
“Sadece çok önemli olan şu soruya cevap verin... Karının kontla
olan ilişkisinden haberin var mıydı?”
“Elbette...”
“Bunu böyle not edeceğim, diğerini, karının sadakatsizliğiyle
ilgili meseleyi başka bir zamana bırakalım. Şimdi, başka bir konuya
geçelim, Olga Nikolayevna’mn öldürüldüğü akşam ormanda ne
aradığını açıklamanı istiyorum. Zira kendin söylediğin gibi şehir­
deydin... Ormana nasıl düştün?”
“Evet, efendim, işimi kaybettiğimden beri şehirde kuzenimin
yanında kalıyorum... İş aramakla uğraşıp durdum, derdimden ken­
dimi içkiye vurdum... Özellikle bu ay çok içtim... Örneğin geçen
hafta, durmadan içtiğim için hiçbir şey hatırlamıyorum... Üçüncü
gün de sarhoştum... tek kelimeyle, kaybolmuştum... Evet, geri
dönülmez biçimde kaybolmuştum!..”
“Ormanda ne aradığını anlatacaktın...”
“Evet, efendim... Dün sabah erkenden, saat dörtte kalktım...
Önceki gün çok içtiğimden kafam çatlayacakmış gibi ağrıyordu,
sıtmalı gibi tüm bedenimde bir kırgınlık vardı... Yatağa yatmış,
------------------------------------- 166 -------------------------------------

pencereden güneşin doğuşunu seyrediyordum, birden bir sürü şey


hatırladım... Kendimi çok kötü hissettim... Hemen onu görmek, hiç
değilse son kez görmek istedim. Öfkeli ve kederliydim... Cebimden
kontun bana gönderdiği yüz rubleyi çekip aldım, ayaklarımın altın­
da çiğnemek için onlara şöyle bir baktım, paralan yere fırlatıp üze­
rinde tepinmeye başladım, tepindim ve bu sadakayı kontun yüzüne
fırlatmak için ona gitmeye karar verdim... Ne kadar aç, ne kadar
hırpani olursam olayım, onurumu satamam ve onun her türlü satın
alma girişimini kişiliğime hakaret sayanm. Böylece efendim, Olga’ya
bakmak ve şu günahkâr adamın suratına paraları fırlatıp atmak
istedim. Sözün kısası, kendimi bu isteğe öyle bir kaptırmıştım ki,
neredeyse aklımı oynatacaktım. Oraya gitmeye param yoktu. Onun
yüz rublesini kendim için harcayamazdım. Yürüyerek gittim. Neyse
ki, yolda on kapik karşılığında beni arabasıyla on sekiz kilometre
öteye götürmeye razı gelen tanıdık bir köylüye rastladım, yoksa
hâlâ yürümekte olurdum. Köylü beni Tenevoda indirdi. Oradan
buraya yürüdüm ve böylece saat dörtte oraya geldim.”
“Bu sırada seni orada gören oldu mu?”
“Evet efendim. Bekçi Nikolay kapının önünde oturuyordu ve
kontun evde olmadığını, ava gittiğini söyledi. Yorgunluktan canım
çıkmıştı ama karımı görme isteği acıdan daha güçlüydü. Bir dakika
bile dinlenmeden, avlandıkları yere yürüyerek gitmek zorunda
kaldım. Yoldan değil, korudan geçerek yürüdüm... Her ağaç bana
tanıdık geliyor, evim gibi iyi bildiğim kontun ormanında kaybol­
mam zor görünüyordu.”
“Ama yoldan değil de ormandan yürüyünce avcıları gözden
kaçırabilirdin.”
“Hayır, efendim, sürekli yol boyunca yürüdüm, o kadar yakın­
dım ki, sadece ateş seslerini değil, konuşmaları bile duyabiliyor­
dum.”
“Öyleyse, karınla ormanda karşılaşacağını mı umdun?”
Urbenin şaşkınlıkla bana baktı ve biraz düşündükten sonra
şöyle yanıtladı:
“Kusura bakmayın ama bu garip bir soru. Bir kurtla karşılaş­
mayı beklemek zordur ama korkunç felaketler beklemek daha bir
zordur, hiç kuşkusuz Tanrı onları ansızın gönderir. Örneğin, bu
------------------------------------- 167 -------------------------------------

korkunç olayı bir düşünün... Olkhovski Ormanı’ndan geçiyorum,


hiçbir şekilde bir dert, sıkıntı beklemiyorum, çünkü ben zaten çok
acı çekiyorum ve ansızın korkunç bir çığlık duyuyorum. Çığlık
o kadar keskin ki, bana birisi kulağımı kesiyormuş gibi geliyor...
Çığlığa doğru koşuyorum...”
Urbenin’in ağzı bir tarafa çarpılmış, çenesi titriyordu. Gözlerini
kırpıştırıp hıçkırmaya başladı.
“Çığlığa koşuyorum ve birden görüyorum... Olga yerde yatıyor.
Alnı ve saçlan kan içinde, yüzü korkunç. Çığlık atmaya başladım,
ismiyle seslendim... Hareket etmiyor... Onu kaldırıp öpüyorum.”
Urbenin boğulur gibi oldu ve yüzünü avuçlarına aldı. Kısa bir
süre sonra devam etti:
“Aşağılık adamı görmedim... Ona doğru koştuğumda, birinin
ayak seslerini duydum... Herhalde kaçmıştı.”
“Bütün bunlar gayet iyi tasarlanmış, Pyotr Yegoriç” dedim.
“Ancak bilirsiniz, sorgu yargıçtan, rastgele yürüyüşünüzle cinayetin
çakışması ve benzeri ender görülen rastlantılara pek inanmazlar.
Fena kurgu değil ama pek az şeyi açıklıyor.”
“Kurgudan kastınız ne?” diye sordu Urbenin gözlerini kocaman
açarak. “Ben hiçbir şey tasarlamadım efendim...”
Urbenin birden kıpkırmızı kesildi ve ayağa kalktı.
“Sanırım benden kuşkulanıyorsunuz...” dedi. “Elbette, herkes­
ten kuşkulanabilirsiniz ama siz Sergey Petroviç, beni uzun zamandır
tanıyorsunuz... Beni böyle bir şüpheyle damgalamanız günah... Beni
aslında tanıyorsunuz.”
“Seni tanıyorum, bu doğru... ama kişisel görüşlerimin bununla
bir ilgisi yok... Yasa bir tek jüri üyelerine kişisel görüş bildirme
olanağı sağlıyor, sorgu yargıcına sadece delilleri toplama yetkisi
verilmiş... Çok kanıt var, Pyotr Yegoriç.”
Urbenin korkuyla bana bakıp omuzlarını silkti.
“Ne kadar kanıt olursa olsun,” dedi, “anlamalısınız... Bakın,
bunu nasıl yapabilirim... Ben! Sonra kimi?! Bir bıldırcın yahut
çulluk öldürebilirim ama bir insanı... hayatımdan, kurtuluşumdan
daha değerli olan bir insanı... kasvetli hayatımı bir güneş gibi ay­
dınlatması... Siz tutup benden kuşkulanıyorsunuz!”
Urbenin boynunu büküp oturdu.
------------------------------------- 168 -------------------------------------

“Ben burada ölmek istiyorum, sizse benim günahımı alıyorsun!


Yabancı bir görevli günahımı alsa neyse, oysa siz, Sergey Petroviç...
Lütfen, gitmeme izin verin, efendim!”
“Yarın seni bir kez daha sorgulayacağım, ancak Pyotr Yegoriç
şimdi seni gözaltına almam gerekiyor... Umarım, yarınki sorgu­
lamada aleyhindeki kanıtların önemini değerlendirir, böylece
boşuna zaman kaybına neden olmaz, her şeyi itiraf edersiniz. Olga
Nikolayevna senin tarafından öldürüldü, buna inanıyorum... Sana
bugün daha başka bir şey söylemeyeceğim... Gidebilirsin.”
Bunları söyledim, evrakımın üzerine eğildim... Urbenin bana
şaşkınlıkla baktı, ayağa kalkıp tuhaf bir şekilde kollarını açtı.
“Şaka mı yapıyorsunuz yoksa... ciddi misiniz?” diye sordu.
“Sana şaka yapacak zamanımız yok...” dedim. “Gidebilirsin.”
Urbenin hâlâ ayakta durmayı sürdürüyordu. Ona baktım. Yüzü
solgundu ve endişeyle evrakıma bakıyordu.
“Peki, ellerin neden kanh Pyotr Yegoriç?” diye sordum.
Hâlâ kanh olan ellerine bakıp parmaklarını oynattı.
“Neden kanh? Hımm... Bu kanıtlardan biriyse, o zaman yetersiz
bir kanıt olur... Kanlar içindeki Olga’yı kaldırırken, ellerime kan
bulaşmasına engel olamadım... Eldivenli değildim.”
“Bana karını gördüğünde, yardım için bağırdığını söyledin.
Peki, bunu neden duyan kimse olmadı?”
“Bilmiyorum, Olga’nın hali beni öyle sersemletmişti ki, yük­
sek sesle bağıramadım işte... Öte yandan hiçbir şey bilmiyorum...
Kendimi haklı çıkarmama da gerek yok, bu benim tarzım değil.”
“Bağırdığını pek sanmam... Kannı öldürdükten sonra koştun
ve ormanın kenarında insanları görünce çok şaşırdın.”
“İnsanların farkında bile değildim. O sırada insanlardan bana
ne.”
Urbenin’in sorgulaması bu kez sona erdi. Ardından Urbenin
gözaltına alınıp kontun ek yapılarından birine kapatıldı.
İki ya da üçüncü gün kentten, ne zaman akhma gelse keyfimi
kaçıran savcı yardımcısı Polugradov çıkageldi. Sinekkaydı tıraşlı,
saçları kuzu postu gibi kıvır kıvır, üzerinde şık bir kıyafet olan
uzun boylu, ince yapıh bir insan düşünün. Yüz hatları zarif ama
o kadar soğuk ve derinlikten yoksun ki, onları yansıtan bireyin
------------------------------------- 169 -------------------------------------

sığlığını ve züppece davranışlarını tahmin etmek zor değil; sesi


sakin, tatlı ve yapaylığa varacak denli naziktir.
Sabahın erken saatlerinde iki valizle ve kiraladığı bir arabayla
geldi. Önce, çok endişeli bir yüzle ve yapmacık bir tavırla yorgun
olduğundan şikâyet ederek, kontun evinde kalabileceği bir yer
olup olmadığını sordu. Benim talimatımla, mermer lavabodan
kibrit kutusuna kadar her şeyin bulunduğu, küçük ama çok rahat
ve aydınlık bir oda verildi.
“Bakar mısın, canım! Bana sıcak su hazırlayın!” dedi uşağa
odaya yerleştikten sonra, havayı tiksintiyle kokladı. “Çay, sana
söylüyorum! Sıcak su lütfen...”
İşe başlamadan önce yüzünü yıkadı, saçlarını taradı, giyinmesi
bayağı uzun sürdü; dişlerini bile kırmızı bir tozla fırçaladı, sivri,
pembe tırnaklarını kesmesi üç dakika kadar sürdü.
“Evet, efendim,” diye nihayet işe başladı savcı raporlarımızın
sayfalarını çevirerek, “mesele nedir?”
Tek bir ayrıntıyı atlamadan durumu anlattım...
“Suç mahalline gittiniz mi?”
“Hayır, henüz gitmedim.”
Savcı yardımcısının yüzü asıldı, beyaz, kadınsı elini yeni
yıkanmış alnında gezdirip odada bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı.
“Oraya hâlâ gitmemenizin nedenini anlayamıyorum” diye
mırıldandı: “Sanırım, yapılması gereken ilk iş buydu. Unuttunuz
mu yoksa gerekli mi görmediniz?”
“Ne o, ne bu: Dün polisi bekledim ama bugün gideceğim."
“Orada artık işe yarar hiçbir şey kalmamıştır: Sürekli yağmur
yağdı, böylece katile delilleri yok etme fırsatı vermiş oldunuz. En
azından oraya bir bekçi de mi koymadınız? Hayır mı? Hiç anla­
yamıyorum!”
Ve züppe itiraz kabul etmez bir tavırla omuzlarını silkti.
“Çayınızı için, yoksa soğuyacak” dedim kayıtsız bir ses tonuyla.
“Soğuğu severim.”
Savcı yardımcısı kâğıtlara doğru eğildi ve burnundan solu­
yarak yüksek sesle okumaya başladı, arada bir kendi düşünce­
lerini ekliyor, düzeltmeler yapıyordu. Ağzını iki kez alaycı bir
------------------------------------- 170 -------------------------------------

gülümsemeyle kıvırdı: Kaz ayaklı5 bir sebepten ne benim ne de


doktorun raporunu beğenmişti. Bu üstü başı temiz, yeni yıkanmış
memurda kibirle ve kendini beğenmişlikle dolu aşırı bir ukalalık
kendini gösteriyordu.
Öğleden sonra olay mahalline gittik. Sağanak halinde yağmur
yağıyordu. Elbette, ne bir leke ne de bir iz bulduk: Yağmur her şeyi
silip süpürmüştü. Her şeye rağmen, cinayete kurban giden Olga’nın
binici elbisesinin eksik olan bir düğmesini bulmayı başarmıştım,
savcı yardımcısı da, sonradan kırmızı tütün paketi öldüğü anlaşılan
kırmızı bir nesne buldu. İlk olarak, iki yan dalı kırılmış bir çalıyla
karşılaştık; bu çalıların bulunması savcı yardımcısını memnun
etmişti: Katil tarafından kırılmış olabilirdi, dolayısıyla, Olga’yı
öldürdükten sonra gittiği yönü gösterebilirdi. Ne var ki savcının
neşesi boşunaydı: Kısa bir süre sonra dalları kırılmış, yaprakları
dökülmüş birçok çalı bulduk; bu, olay mahallinden büyükbaş
hayvanların geçtiğini gösteriyordu.
Bölgenin bir planını çizdikten ve yanımıza aldığımız arabacıları
Olga’yı ne halde bulduklarıyla ilgili sorguladıktan sonra, kendi­
mizi eli boş dönmüş hissederek oradan ayrıldık. Bizi olay yerini
incelerken gözlemleyen bir yabancı hareketlerimizdeki tembelliği
ve gevşekliği hemen fark edebilirdi... Belki de bu davranışımız suç­
lunun zaten elimizde olmasından kaynaklanıyordu ve bu nedenle
bir Lekoq analizine girmeye de gerek yoktu.
Ormandan döndükten sonra Polugradov, yine uzun uzun yı­
kandı, giyindi, yine sıcak su istedi. Süslenmesi bitince, Urbenin’i
bir kez daha sorgulamak istediğini bildirdi. Zavallı Pyotr Yegoriç
bu sorgulama sırasında yeni bir şey söylemedi: Her zamanki gibi
suçlamayı reddetti ve delillerimizi hiçe saydı.
“Benden bile şüphe edebileceğinize şaşırıyorum,” dedi omuz­
larını silkerek, “tuhaf!"
“Saf numarası yapmayı bırak, azizim!” dedi Polugradov ona,
“Hiç kimse birinden gereksiz yere kuşkulanmaz, kuşkulanıyorsa
nedenleri vardır!”

5 Kamışov savcı yardımcısını gereksiz yere azarlıyor. Bu savcının tek suçu, yüzünün
Bay Kamışov'un hoşuna gitmemesi. Deneyimsizliği ya da kasıtlı hataları kabul
etmek daha dürüst bir davranış olurdu. (A. Ç.)
------------------------------------- 171 -------------------------------------

“Ama nedenleri ne olursa olsun, ne kadar ağır kanıtlar bulunursa


bulunsun, sonuçta insanca düşünmek zorundasınız! Ben kimseyi
öldüremem... anlamıyor musunuz? Yapamam... Şu durumda, ka­
nıtlarınızın değeri nedir ki?”
“Demek öyle!” dedi savcı yardımcısı ellerini sallayarak, “Bu
eğitimli suçlular başa bela: Bir köylüye laf anlatırsın ama lütfedip
bu adamlarla konuşmayı bir deneyin! Yapamam... der insancıl bir
tavırla... sonra psikolojiye girerler!”
“Ben bir suçlu değilim,” dedi Urbenin içerleyerek, “ifadeleriniz­
de daha dikkatli olmanızı rica ediyorum...”
“Kapa çeneni ahbap! Senin önünde ne özür dileyecek ne de hoş­
nutsuzluğunu dinleyecek vaktimiz var. İtiraf etmek istemiyorsan,
etme, sadece seni bir yalancı saymamıza izin ver...
“Nasıl isterseniz,” diye homurdandı Urbenin, “şimdi bana iste­
diğinizi yapabilirsiniz... yetki sizin ...”
Urbenin pes etmiş gibi elini salladı ve pencereden dışarı bak­
mayı sürdürdü:
“Gerçi, benim için fark etmez” dedi. “Zaten mahvolmuşum.”
“Dinle, Pyotr Yegoriç,” dedim, “dün ve bir önceki gün o kadar
kederliydin ki, ayakta zor duruyor, özlü sözlere güçlükle yanıt veri­
yordun, bugünse tam tersine nispeten dinç, hatta neşeli görünüyor
çene çalmaya bile kalkışıyorsun. Doğrusunu istersen, dertli insanlar
genel olarak konuşmaktan kaçınırlar, oysa sen uzun konuşmakla
kalmıyor, en ufak sıkıntını bile dile getiriyorsun. Böyle keskin bir
değişimi nasıl açıklayabiliriz?”
“Peki, siz bunu nasıl açıklarsınız?” diye sordu Urbenin, alaycı
kısık gözlerini bana dikerek.
“Bunu rolünü unuttuğun gerçeğiyle açıklarım. Öyle ya, uzun
süre oyunu sürdürmek zor: Ya rolünü unutursun ya da sıkılır­
sın...”
“Bir sorgu yargıcının uydurması bu,” dedi Urbenin sırıtarak
“pratik zekânızı onurlandırıyor... Evet, haklısınız: Bende büyük
bir değişiklik oldu...”
“Bunu açıklayabilir misin?”
“Elbette, saklamaya ihtiyacım yok: Dün kederimin ağırlığı
altında öyle ezildim ki hayatıma son vereceğimi düşündüm ya
------------------------------------- 172 -------------------------------------

da... çıldıracaktım... ama dün gece düşüncelere daldım... Ölümün


Olgayı sefih hayattan kurtardığını, o ciğeri beş para etmez adamın,
celladımın kirli ellerinden kopardığını düşündüm; ölüme imrenmi­
yorum ama Olga’nın kontun eline düşmektense ölmesi daha iyiydi;
bu düşünce beni neşelendirdi ve ayakta tuttu; şimdi kalbimde bir
ağırlık hissetmiyorum.
“Ustaca uydurulmuş!” diye mırıldandı Polugradov dişlerinin
arasından, bir taraftan bacağını sallıyordu. “Bakıyorum, lafın al­
tında kalmıyorsun!”
“İçtenlikle konuştuğumu hissediyorum, okumuş yazmış in­
sanların içtenlikle iki yüzlülük arasındaki farkı ayırt edememeleri
beni çok şaşırttı doğrusu! Bununla birlikte, önyargı çok güçlü bir
duygudur; onun etkisiyle hata yapmamak zordur; durumunuzu
anlıyorum, kanıtlarınıza güvendiğinizde beni yargılayacağınızı
hayal edebiliyorum... Keza, vahşi görünüşümü, ayyaşlığımı göz
önüne alacağınızı hayal edebiliyorum... Vahşi birine benzer bir
yanım yok ama önyargı hükmünü sürdürecek...
“Tamam, tamam, yeter,” dedi Polugradov kâğıtlara eğilip, “çekil
karşımdan...”
Urbenin’den ayrıldıktan sonra kontu sorgulamaya başladık.
Ekselansları sabahlıkla teşrif buyurmuştu, başında da sirkeli sargı
vardı; Polugradov’la tanıştıktan sonra bir sandalyeye çöktü ve ifade
vermeye başladı:
“Size her şeyi en başından anlatacağım... Ee, şimdi Lions baş­
kanınız ne yapıyor? Hâlâ karısını boşamadı mı? Onunla tesadüfen
Petersburg’da tanışmıştım... Beyler, neden kendinize bir şeyler
istemiyorsunuz? Konyakla sohbet daha keyifli olur... Urbenin’in
bu cinayetten sorumlu olduğuna en ufak kuşkum yok...”
Kont bize okurun da zaten bildiği her şeyi anlattı. Savcının
isteği üzerine Olga’yla yaşantısını tüm ayrıntılarıyla aktardı, güzel
bir kadınla yaşamanın zevklerini anlatırken, işin dozunu öyle bir
kaçırdı ki birkaç kez dudaklarına şapırdatıp göz kırptı. İfadesinden
okurun da bilmediği çok önemli bir ayrıntıyı öğrendim. Urbenin
şehirde yaşarken kontu aralıksız mektup bombardımanına tutmuş;
kimi mektuplannda lanetler savurmuş, kimisinde de, uğradığı aşa­
ğılanmayı ve onursuzluğu unutacağı vaadiyle kansını geri vermesi
------------------------------------- 173 -------------------------------------

için ona yalvarmış; zavallı adam bu mektuptan “denize düşen yılana


sarılır” misali yazmıştı.
İki üç arabacıyı sorguya çeken savcı yardımcısı sıkı bir öğle
yemeği yedi, bana bütün talimatı okuduktan sonra gitti. Aynlma-
dan önce, tutuklu Urbenin’in bulunduğu müştemilata uğradı ve
ona işlediği suçtan emin olduğumuz görüşünü bildirdi. Urbenin
işi oluruna bırakmış gibi ellerini salladı ve karısının cenazesine
katılmak için izin istedi; izin verildi.
Polugradov, Urbenin’e yalan söylememişti: Evet, şüphemiz
kesinlik kazandı, biz suçlunun kim olduğundan ve onu ele geçir­
diğimizden emindik; gelgeldim bu halimiz fazla sürmedi!
ONUNCU BÖLÜM

Bir sabah Urbenin’i kasaba hapishanesine sevk etmek üzere evrakı


mühürlerken, korkunç bir ses duydum. Pencereden dışarı bakarken
ilgi çekici bir manzarayla karşılaştım: Bir düzine güçlü kuvvetli
genç tek gözlü Kuzma’yı hizmetçilerin mutfağından zorla dışarı
sürüklüyordu.
Kuzma’nın yüzü bembeyaz olmuştu, saçı başı dağılmış, ayakları­
nı yere kuvvetlice basarak gitmemekte direniyordu, elleriyle kendini
savunamayınca düşmanlarına koca kafasıyla vurmaya çalışıyordu.
“Sayın yargıç, lütfen oraya gidin!” dedi İlya, büyük bir endişeyle.
“Gitmek istemiyor!”
“Kim gitmek istemiyor?”
“Katil.”
“Ne katili?”
“Kuzma... o öldürdü, efendim... Pyotr Yegoriç boşuna acı çeki­
yor... Yemin ederim, efendim...”
Avluya çıktım, Kuzma’nın bulunduğu hizmetçilerin mutfağına
yöneldim... Bir düzine insanın elinden kurtulmuş, sağlı sollu to­
katlarla onları savuşturmaya çalışıyordu.
“Mesele nedir?" diye sordum kalabalığa yaklaşıp...
Bana tuhaf ve beklenmedik bir şey söylediler.
“Sayın yargıç, Kuzma öldürdü!”
“Yalan söylüyorlar!” diye çığlığı bastı Kuzma, “Yalan söylüyor­
sam Tanrı cezamı versin!”
“Peki, iblisin oğlu vicdanın temizse ne diye kanı yıkayıp temiz­
ledin? Bekle, sayın yargıç her şeyi çözecek!”
At terbiyecisi Trifon ırmaktan geçerken, Kuzma’nın özenle bir
şeyler yıkadığını fark etmiş. Trifon önce Kuzma’nın çamaşırlarını
yıkadığını düşünmüş ama dikkatle bakınca bir aba ve yelek ol­
duğunu görmüş. Çuha yıkanmayacağı için ona garip görünmüş.
“Ne yapıyorsun?” diye bağırmış Trifon.
Kuzma afallamış. Trifon daha yakından bakınca, abasında kah­
verengi lekeler görmüş...
------------------------------------- 175 -------------------------------------

“Kan olduğunu hemen anladım... Mutfağa gidip olan biteni


bizimkilere anlattım; pusuya yattılar ve geceleyin bahçede abasını
kuruttuğunu gördüler. Eh, elbette korktular. Suçlu olmasa neden
yıkasın? Bir şeyler gizliyorsa demek ki yaramaz bir adam. Düşün­
dük, taşındık, onu siz sayın yargıcımıza getirmeye karar verdik...
Yaka paça götürürken, dönüp dönüp gözlerimize tükürdü. Suçlu
olmasa, neden dirensin?”
Sonraki sorgulamada, cinayetten hemen önce, kontun ko­
nuklarla birlikte orman kenarında oturduğu ve çay içtiği sırada,
Kuzma’nın ormana gittiği ortaya çıktı. Olga’yı taşıyanların arasında
yoktu, dolayısıyla üzerine kan bulaşmamıştı.
Odama getirilen Kuzma önce heyecandan tek kelime konuşa­
madı; tek gözünü belerterek istavroz çıkarıp yemin etti...
“Sakin ol, anlat bana,” dedim, “gitmene izin vereceğim.”
Kuzma ayaklarıma kapandı, kekeliyor, yeminler ediyordu...
“Bu bensem... bu dünyadan yok olup gideyim... Ne babam ne
de annem olsun... Sayın yargıç! Tanrı ruhumu yok elsin...”
“Ormana gittin mi?”
“Doğrudur, efendim, gittim... Beylere konyak verdim, üzgünüm,
biraz içtim; başıma vurdu ve uzanmak istedim, gittim, yere yatar
yatmaz uyuyakaldım... Ama kim öldürdü, nasıl oldu, bilmiyorum
onu görüp görmediğimi bilmiyorum... Size doğruyu söylüyorum!”
“Peki, kanı neden temizledin?”
“İnsanların düşüneceklerinden...beni tanık olarak çağıracakla­
rından korktum...”
“Şu abandaki kan nereden bulaştı?”
“Bilemiyorum, sayın yargıç.”
“Nasıl olur da bilemezsin? Sonuçta senin aban değil mi?”
“Benim olduğu doğrudur ama kanı uyandığımda gördüğüm
için bilemiyorum.”
“O halde kan üzerine rüyanda bulaştı, öyle mi?”
“Doğrudur, efendim...”
“Pekâlâ, çık dışarı ahbap,biraz düşün... Saçmalıyorsun; düşün
ve yarın bana olanları anlat... Git.”
Ertesi gün uyandığımda, Kuzma’nın benimle konuşmak istedi­
ğini bildirdiler. Onu getirmelerini söyledim.
------------------------------------- 176 -------------------------------------

“Düşündün mü?” diye sordum.


“Doğrudur, düşündüm...”
“Abandaki kan nereden bulaştı?”
“Sayın yargıç, rüyada gibi hatırlıyorum: Belli belirsiz bir şeyler
hatırlıyorum ama gerçek olup olmadığını anlayamıyorum.”
“Ne hatırlıyorsun peki?”
Kuzma gözünü devirdi, biraz düşündükten sonra dedi ki:
“Olağandışı bir şey... Düşte ya da bir sisin içinde gibi... Sarho­
şum, çimenlerin üzerine uzanmış kestiriyorum, ya kestiriyorum
ya da tamamen uyuyorum... Sadece birisinin yanımdan geçtiğini
ve ayaklarını pat pat vurduğunu duyuyorum... Gözlerimi açıp
bakıyorum, bilinçsiz bir halde yahut bir rüyadaymış gibi: Bana bir
beyefendi yaklaşıyor, eğilip ellerini abamın eteğine siliyor... Eteğime
sildi, sonra da elini yeleğe sürdü... İşte bu şekilde.”
“Bu beyefendi de kim?”
“Bilemem; Sadece köylü değil, bir beyefendi olduğunu hatırlıyo­
rum... Üzerinde beyefendi kıyafeti vardı ama kimdi, yüzü nasıldı,
hiç hatırlamıyorum.”
“Elbisesi ne renkti?”
“Kim bilir? Belki beyaz belki de siyah... Sadece bir beyefendi
olduğunu hatırlıyorum, başka da bir şey hatırlamıyorum... Ah,
evet, hatırladım! Yere eğilip ellerini sildi ve Aşağılık sarhoş!’ dedi.”
“Bunu rüyanda mı gördün?”
“Bilmiyorum... belki de hayal ettim... Ancak kan nereden geldi?”
“Gördüğün beyefendi, Pyotr Yegoriç’e benziyor muydu?”
“Sanki değildi... belki de oydu... Ama o bana ‘aşağılık’ diye
küfretmezdi.
“Hatırlamaya çalış... Şimdi dışarı çık, dinlen ve hatırlamaya
çalış... Belki de, bir şekilde hatırlayacaksın.”
“Emredersiniz.”
Tek gözlü Kuzma’nın neredeyse bitmiş bir romana beklenmedik
şekilde dahil olması tarif edilemez bir karışıklığa yol açmıştı. Kesin
olarak sarsılmıştım, Kuzma’yı nasıl anlayacağımı bilmiyordum.
Suçunu tartışmasız biçimde reddediyordu, kaldı ki ön soruşturması
suçlu olmadığını gösteriyordu: Olga çıkar amacıyla öldürülmemişti,
doktorların görüşüne göre tecavüz girişimi de, “ihtimal dışıydı;”
-------------------------------------- 177 -------------------------------------

Acaba cinayeti Kuzma’nın işlediği ve herhangi bir amaç gütmediği,


zira çok sarhoş olduğu, sağduyusunu yitirdiği düşünülebilir miydi?
Ama bunların hiçbiri cinayet sahnesiyle uyumlu değildi?
Ama Kuzma suçlu değilse abasındaki kanın varlığını neden
açıklayamıyordu ve niye düşler ve halüsinasyonlar gördüğünü uy­
durmuştu? Neden gördüğü, sesini işittiği ama elbisesinin rengini
bile unutacak kadar hatırlamadığı bir beyefendi uydurmuştu?
Polugradov aceleyle bir kez daha geldi
“İşte görüyorsunuz, efendim!” dedi. “Cinayet mahallini hemen
incelemiş olsaydınız, inanın, şimdi her şeyi avcunuzun içi gibi bilir­
diniz. Derhal tüm hizmetlileri sorguya çekin, Olga Nikolayevna’yı
kimin taşıdığını ya da taşımadığını daha o zaman bilirdik ama
şimdi bu ayyaşın olay yerinden ne kadar uzaklıkta olduğunu bile
belirleyemiyoruz! ”
Kuzma’yla tam iki saat boğuştu, ancak Kuzma ona yeni bir
şey söylemedi; beyi yan uyku halinde gördüğünü, beyin ellerini
onun abasının eteğine sildiğini ve kendisine “aşağılık sarhoş!” diye
küfrettiğini söyledi ama bu beyin kim olduğuna, yüzünün şekline,
kıyafetine dair hiçbir şey söylemedi.
“Peki, ne kadar konyak içtin?”
“Yanm şişe içtim.”
“Belki de konyak değildi?”
“Hayır, efendim, gerçek fine-champagne..."]
“Vay, konyakların isimlerini bile biliyorsun!” dedi savcı yardım­
cısı alaylı gülerek...
“Nasıl bilmem! Tanrı’ya şükür, efendilerin yanında otuz yıl
hizmet ettim, öğrenecek zamanım vardı...”
Savcı yardımcısı bir sebepten Kuzma’yla Urbenin’i yüzleştirmeye
ihtiyaç duymuştu... Kuzma uzun süre Urbenin’e baktı, başını iki
yana sallayıp şöyle dedi:
“Hayır, hatırlamıyorum... belki Pyotr Yegoriç, belki de değil...
Tanrı bilir!”
Polugradov ellerini çaresizce salladı ve iki katilden gerçek olanı
seçmeyi bana bırakarak ayrıldı.

1 Konyak, (yayıncının notu)


------------------------------------- 17H -------------------------------------

Soruşturma uzun sürdü... Urbenin ve Kuzma, evimin bulundu­


ğu köydeki tutukevine hapsedildi. Zavallı Pyotr Yegoriç ruhen çok
sarsıldı; avurtları çöktü, saçlarına aklar düştü, kendini dine verdi;
ceza kanunu yollamam için bana iki kez istek mektubu gönderdi;
belli ki kendisini nasıl bir cezanın beklediğini merak ediyordu.
“Çocuklarımın hali ne olacak?” diye sordu bana sorgulardan
birinde. “Tek başıma olsaydım, sizin hatanız beni öyle üzmezdi
ama yaşamak zorundayım... Çocuklarım için yaşamak zorunda­
yım! Bensiz yok olup giderler, ayrıca ben... onlardan hiç ayrılacak
durumda değilim! Bana ne yapıyorsunuz?!”
Gardiyanlar ona “sen” diye hitap etmeye başladığında ve tanıdığı
insanların gözü önünde, iki kez muhafız gözetiminde köyümden
şehre yürümek zorunda kaldığında, umutsuzluğa düştü ve sinir
krizleri geçirmeye başladı.
“Bunlar hukukçu değil!” diye tutukevindeki insanların gözleri
önünde bağırmaya başladı, “Bunlar zalim, kalpsiz yaratıklar, ne
insanlara acırlar ne de gerçeği gözetirler! Biliyorum, buraya neden
kapatıldığımı biliyorum! Suçu üzerime atmak ve asıl suçluyu giz­
lemek istiyorlar! Kont öldürdü, kont değilse, parayla tuttuğu biri!”
Kuzma’nın tutuklandığını öğrendiğinde, ilk başta çok sevin­
mişti.
“İşte parayla tuttuğu adam!” demişti bana, “İşte tuttuğu adam!”
Ama çok geçmeden Kuzma’nın serbest bırakıldığını ve verdiği
ifadeyi öğrenince, yine acılara gömüldü.
“Şimdi mahvoldum,” dedi, “kesinlikle mahvoldum: Hapisha­
neden çıkmak için, bu tek gözlü iblis Kuzma, er ya da geç ellerimi
onun eteğine sildiğimi söyleyerek adımı verecek, oysa ellerimi bir
yere silmediğimi gördünüz!”
Kuşkularımız er ya da geç aydınlatılacaktı.
Penceremin önünde kar tanelerinin fırdolayı döndüğü, gölünse
sonsuz beyaz bir çöl gibi göründüğü aynı yılın Kasım ayının so­
nunda, Kuzma beni görmek istedi: “Biraz düşündüğünü” bildirmesi
için bana bir bekçi yollamıştı. Huzuruma getirilmesini emrettim.
“Sonunda düşünmene çok sevindim,” diye karşıladım onu, “ar­
tık sır saklamayı ve küçük çocuklar gibi birbirimizi kandırmayı
bırakmanın vakti geldi. Peki, neler düşündün?”
------------------------------------- 179 -------------------------------------

Kuzma yanıt vermedi; odamın ortasında duruyor, konuşma­


dan, gözlerini kırpmadan, bana bakıyordu... Gözleri korkuyla
parlıyordu; ayrıca korkudan dehşete kapılmış bir tavır sergiliyordu:
Sararmıştı, titriyor, soğuk terler dökülüyordu.
“Hadi, konuş neler düşündün?” diye yineledim.
“Hayal etmenizin bile imkânsız olduğu garip bir şey..." dedi.
“Dün o beyin kravatlı olduğunu hatırladım, dün gece de epeyi
düşündükten sonra yüzünü hatırladım.”
“Peki, kimdi?”
Kuzma hastalıklı bir şekilde sırıtıp alnındaki terleri sildi.
“Söylemesi korkunç, sayın yargıç, müsaade buyurursanız artık
söyleyeyim: Çok garip ve harika, bu bana düşteymişim gibi yahut
düşte görmüşüm gibi geliyor.”
“Düşte sana görünen kimdi peki?”
“Hayır, müsaade ederseniz, söylemeyeyim... Söylersem beni
mahkûm edersiniz... İzin verirseniz düşüneyim, yann söyleyeyim...
Çok korkuyorum.”
“Tuh!” dedim çok sinirlenmiştim. “Konuşmak istemiyorsan
neden beni rahatsız ettin be adam? Neden buraya geldin?”
“Söylemeyi düşündüm ama şimdi korkuyorum. Hayır, sayın
savcı, bırakın gideyim... Yarın konuşsam daha iyi olur... Şimdi
söylersem, bana öyle kızarsınız ki, beni hemen mahkûm edersiniz,
Sibirya’yı boylarım...”
Çok öfkelenmiştim ve Kuzma’nın2 götürülmesini emrettim.
Aynı günün akşamı zaman kaybetmemek ve beni usandıran bu
“cinayet davasını” sonsuza dek sona erdirmek için tutukevine gittim
ve Urbenin’e Kuzma’nın katil olarak onu işaret ettiğini söyleyerek
onu yanılttım.
“Bunu bekliyordum...” dedi Urbenin, umutsuzca elini sallayıp,
“Umurumda değil...”
Tek başına hapis hayatı Urbenin’in ayı gibi sağlıklı bedenini
güçlü bir şekilde etkilemişti: Sararıp soldu, eridi, kilosu neredeyse

2 İyi bir sorgu yargıcı! Soruşturmaya devam etmek ve zorlayarak yararlı kanıtlar
bulmak yerine sinirlendi. Bir sorgu yargıcının göreviyle bağdaşmayan bir davranış.
Bunlara çok az inanıyorum Kamışov görev sorumluluğundan uzak biri olsa bile,
insani bir merakla kendini soruşturmaya zorlamalıydı. (A. Ç.)
------------------------------------- 180 -------------------------------------

yan yarıya düştü. Gündüz, hatta geceleri koridorda dolaşması için


gardiyanlara emir vereceğimi ona söyledim.
“Kaçacağından endişelenmemiz için bir sebep yok” dedim.
Urbenin bana teşekkür etti, ben aynldıktan sonra da koridorda
dolaşmayı sürdürdü: Kapısı artık kilitli değildi.
Ondan ayrıldıktan sonra Kuzma’nın oturduğu kapıyı çaldım.
“Nasıl, düşündün mü?” diye sordum.
“Hayır, efendim,” diye zayıf bir ses duyuldu, “Bay Savcı gelsin,
ona bildireceğim ama sana söylemeyeceğim.”
“Sen bilirsin...”
Ertesi sabah her şey çözüldü.
Bekçi Yegor koşarak yanıma geldi ve tek gözlü Kuzma’nın yata­
ğında ölü bulunduğunu söyledi. Tutukevine gittim ve emin oldum...
Güçlü kuvvetli, boylu poslu, dün yüzünden sağlık fışkıran ve serbest
bırakılması için çeşitli bahaneler uyduran adam taş gibi hareketsiz
ve soğuk yatıyordu... Benimle birlikte gardiyanların yaşadığı dehşeti
anlatmayacağım: Okur bunu anlayacaktır. Kuzma bir suçlu ya da tanık
olarak benim için çok değerliydi, gardiyanların, ölümü ya da firar
etmesi durumunda büyük bir bedel ödeyecekleri bir tutukluydu...
Otopside şiddet kullanılarak öldürüldüğünün tespit edilmesi korkula­
rımızı daha da artırdı... Boğulduğundan emin olduktan sonra, suçluyu
aramaya başladım ve arayışım uzun sürmedi... Katil yakınlardaydı...
Urbenin’in hücresine yöneldim ve kendimi dizginleyecek gücüm
olmadığından, bir sorgu yargıcı olduğumu da unutarak bir katil
olduğunu en sert biçimde yüzüne vurdum.
“Seni aşağılık herif!” dedim. “Zavallı eşinin ölümü sana yetme­
di, bir de seni suçlayan adamın canını aldın! Bundan sonra bu pis,
zorba komedine devam et bakalım!”
Urbenin kireç gibi bembeyaz olmuştu, sendeledi...
“Yalan söylüyorsun!” diye bağırdı ve göğsünü yumruklamaya
başladı.
“Ben yalan söylemem! Kanıtlarımıza timsah gözyaşları dökü­
yordun, onlarla alay ettin... Kanıttan çok sana inanmak istediğim
anlar oldu... Ah, sen iyi bir aktörsün!.. Ama şimdi gözlerinden bu
aşırı duygusal, sahte gözyaşları yerine kan aksa bile sana inanmam!
Kuzma’yı sen mi öldürdün?”
------------------------------------- 181 --------------------------------

“Ya sarhoşsun yahut benimle dalga geçiyorsun! Sergey Petroviç,


sabrın da, uysallığın da bir sının vardır! Artık buna dayanamaya­
cağım!”
Urbenin parlayan gözleriyle masaya bir yumruk vurdu.
“Dün seni özgürlüğe kavuşturmak için ihtiyatsız bile davran­
dım” dedim. “Koridorda dolaşmana izin verdim, oysa diğer tutuk-
lulara bu imkânı sağlamamıştım. Sen de sonunda minnettarlığın
karşılığı olarak, geceleyin bu talihsiz Kuzma’nın kapısına vanp
uyuyan bir adamı boğdun! Sadece Kuzma’yı öldürmediğini bil:
Senin yüzünden muhafızın hayatı mahvolacak.”
“Ne yaptım, Tanrım?” dedi Urbenin, başına yapışarak.
“Kanıtları bilmek ister misin? İzin ver... Senin kapın talima­
tıma göre açık tutuldu... Aptal görevli kapıyı açık bırakıp kilit­
lemeyi unuttu... Bütün kapılar aynı anahtarla kilitleniyordu...
Geceleyin anahtarı aldın ve koridora girerek komşunun kapısını
açtın... Onu boğduktan sonra, kapıyı kilitledin ve anahtarı ki­
lidine soktun.”
“Peki, onu neden boğayım ki? Niçin?”
“Senin adını verdiği için... Dün bu haberi sana bildirmeseydim,
o hâlâ hayatta olurdu... Bu günah ve utanç verici, Pyotr Yegoriç!”
“Sergey Petroviç, genç adam!” dedi katil birden nazik, yumuşak
bir ses tonuyla ve elimi tuttu. “Siz dürüst ve saygın bir insansınız...
Haksız kuşkularla ve ihtiyatsız suçlamalarla kendinizi mahvetme­
yin ve adınızı lekelemeyin! Ancak hiçbir suçu olmayan masum
ruhuma yeni bir suç yükleyerek bana ne kadar acımasızca ve insaf­
sızca hakaret ettiğinizi anlayamazsınız... Ben şehidim, Sergey Petro­
viç! Bir şehidi tahkir etmekten sakının! Karşımda özür dilemeniz
gerekecek bir zaman gelecek, bu zaman yakın... Beni gerçekten
suçlayamayacaksınız! Ama bu özür sizi tatmin etmeyecek... Bana
böyle acımasızca saldırmak ve hakaret etmek yerine beni daha in­
sanca -dostça demiyorum, çünkü iyi ilişkilerimizi zaten bir kenara
attınız- sorgulamanız daha iyi olurdu... Sanık rolünden çok bir
tanık ve yardımcınız olarak adalet için daha yararlı olurdum. En
azından şu yeni suçlamayı ele alalım: Gece uyumadım, her şeyi
duydum, size pek çok şey anlatabilirim.”
“Ne duydun?”
------------------------------------- 182 -------------------------------------

“Geceleyin, yaklaşık saat ikide... ortalık karanlıktı... Koridorda


birinin sessizce dolaştığını duydum, sürekli kapıma dokunuyor...
yürüyüp duruyordu, sonra kapımı açıp girdi.”
“Kimdi?”
“Bilmiyorum: Karanlıktı göremedim... Yaklaşık bir dakika hüc­
remde durdu, sonra dışarı çıktı... Aynı dediğiniz gibi, kapıdan
anahtarımı çıkarıp bitişik hücrenin kapısını açtı. Bir iki dakika
sonra hırıltılı sesler duydum, sonra da itişip kakışma. Gardiyanın
dolaştığını ve gürültü çıkardığını düşündüm, hırıltı ise horlamaya
benziyordu, yoksa ortalığı ayağa kaldırırdım.”
“Masal bunlar!” dedim. “Burada Kuzma’yı öldürecek senden
başka kimse yoktu. Görevli gardiyanların hepsi uyuyordu. Gece
sabaha kadar uyumayan gardiyanlardan birinin karısı, üç gardiyanın
sabaha kadar ölü gibi uyuduklarını ve yataklarını bir dakika olsun
terk etmediklerini söyledi; zavallılar, bu acınası tutukevinde böyle
vahşi hayvanların bulunabileceğini nereden bileceklerdi? Burada
yirmi yıldan fazla bir süre görev yaptıkları halde, tüm bu zaman
süresince bırakın cinayet gibi iğrenç bir hadiseyi tek bir firar olayı
bile yaşamadılar. Şimdi senin sayende hayatları altüst oldu; evet,
seni zindana göndermeyip burada koridorda özgürce dolaşmana
izin verdiğim için ben de paparayı yiyeceğim. Sana bu yüzden
teşekkür ederim.”
Bu Urbenin’le yaptığım son konuşmamdı. Sanık sandalyesinde
otururken tanık olarak sorduğu iki üç soru dışında, onunla bir
daha hiç konuşmadım.
Başlığımda yapıtımı “cinai roman” olarak adlandırmıştım ve
şimdi, “Olga Urbenina’nın cinayeti davası” yeni bir cinayetle daha
da anlaşılmaz ve pek çok yönden de gizemli bir duruma gelince
okuyucu, romanın en ilginç ve sürükleyici aşamaya girmesini bek­
lemekte haklı. Suçlunun ve suç nedenlerinin araştırılması, zekânın
ve zihinsel esnekliğin tezahürü için geniş bir alan hazırlar. Burada
kötü irade ve kurnazlık bilgiyle savaşa, tüm tezahürleri bakımından
ilginç bir savaşa girişir...
Ben savaştım ve okuyucu bana zaferi sağlayan araçların bir
açıklamasını benden beklemekte hakh ve sanırım, Gaborio ve bizim
Şklyarevski’nin romanlarını pırıl pırıl parlatan araştırma incelikleri­
------------------------------------- IBS -------------------------------------

ni bekliyor; ben de okuyucunun beklentilerini karşılamaya hazırım,


lâkin... ana aktörlerinden biri savaşın bitmesini beklemeden savaş
alanını terk ediyor - zafere katılmasına elbette izin verilecek değil;
daha önce yaptığı her şey boşa gider ve bundan böyle yerini izleyi­
cilerin arasında alır. Bu aktör senin en alçakgönüllü hizmetkârındır.
Urbenin’le yukarıda yaptığım görüşmeden bir gün sonra bir davet,
daha doğrusu istifamı içeren bir emir aldım. Kasabamızın dediko­
ducu kadınları işlerini layıkıyla yerine getirmişti... Tutukevinde
işlenen cinayet; savcı yardımcısının benden gizlice hizmetçinin
ifadesini alması ve okuyucu hatırlayabilirse, eski gece âlemlerinden
birinde bir köylünün kafasına indirdiğim kürek görevden alınmama
fazlasıyla yardımcı oldu. Olayı köylü başlattı. Karmakarışık bir hal
aldı. Bir iki gün içinde cinayet davasını özellikle önemli davalara
bakan bir sorgu yargıcına teslim etmem gerekmişti.
Dedikodular ve gazete haberleri sonucunda tüm savcılık teşki­
latı ayağa kalkmıştı. Savcı soruşturmalara katılmak üzere şehirden
günaşırı kontun malikânesine geldi. Bizim doktorların raporları
tabipler kuruluna vs gönderildi. Hatta cesetlerin çıkarılıp yeniden
otopsi yapılmasından bile söz edildi ama açıkçası bununla hiçbir
sonuca varılmazdı.
Urbenin akli dengesinin yerinde olup olmadığının incelenmesi
için iki kez kasabaya sevk edildi ve ikisinde de normal bulundu?
Tanık sıfatıyla boy gösterdim. Yeni sorgu yargıçları kendilerini öyle
bir kaptırmıştı ki, benim Polikarp bile tanıklıktan nasibini almıştı.
İstifamı verdikten bir yıl sonra, Moskova’da yaşarken, Urbenin’in
davasına katılmak için çağrı kâğıdı aldım. Beni her zaman büyüle­
miş olan bu alıştığım yerleri bir kez daha görmek beni çok mutlu
etti ve gittim. Pelersburg’da yaşayan kont gelmemiş, yerine bir sağlık
raporu yollamıştı.
Dava ilçemizin ağır ceza mahkemesinde görüldü. İddia maka­
mında dişlerini günde dört kez kırmızı bir tozla fırçalayan Polug­
radov vardı; Smirnyayev adlı biri de savunma makamında bulunu­
yordu. Uzun boylu, ince yapılı bir adamdı, duygulu bir yüzü, uzun,
pürüzsüz saçları vardı. Jüri, ağırlıklı olarak esnaf ve köylülerden
3 Bu rol elbette Bay Kamışov’a daha çok yakışır: Urbenin davasında o bir araştırmacı
olamazdı. (A. Ç.)
------------------------------------- 184 -------------------------------------

oluşuyordu; sadece dördü okuryazardı, onlara incelemeleri için


Urbenin’in karısına yazdığı bir mektup verildiğinde terler döküp
utanmışlardı. Müteveffa papağanıma ismini veren dükkân sahibi
İvan Demyanıç da jüri başkanıydı.
Mahkeme salonuna girince, Urbenin’i tanıyamadım: Saçları
bembeyaz olmuştu ve yirmi yıl birden yaşlanmış görünüyordu.
Yüzünde kaderine karşı bir kayıtsızlık ve duygusuzluk okumayı
umuyordum, ne var ki beklentilerimde yanılmıştım, Urbenin
mahkemeye karşı çok ateşliydi: Üç jüri üyesini reddetti, uzun
açıklamalar yaptı, tanıklara sorular yöneltti; üzerine atılı suçu
kayıtsız şartsız reddetti ve aleyhinde ifade veren her tanığa uzun
uzun sorular sordu.
Tanık Pşehotski, müteveffa Olga’yla yaşadıklarımı bir bir anlattı.
“Bu bir yalan!” diye bağırdı Urbenin, “O yalan söylüyor! Kanma
güvenmem ama ona güvenirim!”
Tanık kürsüsüne geçtiğimde avukat (Biga'yla aramızda nasıl bir
ilişki bulunduğunu sordu ve konuyu beni vaktiyle sessizce alkışla­
yan Pşehotski’nin ifadesine getirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse
davah lehine bir tanıklık olurdu bu: Kadın ne kadar sefih olursa,
jüri üyeleri kocası Othelloya daha hoşgörülü davranır, anlıyordum
bunu. Öte yandan gerçeği söylemem Urbenin’i kahrederdi... Bunu
duyunca tedavisi imkânsız bir acı duyardı... Dolayısıyla en iyisinin
yalan söylemek olduğunu düşündüm.
“Hayır!” dedim.
Savcı, Olga’nın öldürülmesini canlı bir şekilde tasvir ettiği
konuşmasında, özellikle katilin acımasız karakterine ve öfkesine
dikkat çekti... “Yaşh, yıpranmış, şehvet düşkünü bir adam, karşısın­
da genç, güzel bir kız görür. Kızın deli bir babanın evinde yaşadığı
dehşeti bilmektedir; aşla, barınakla ve güzel renkli pıh pırtıyla
aklını çeler... Kız evlenmeyi kabul eder: Hali vakti yerinde yaşh
bir adam çıldırmış bir babadan ve koyu yoksulluktan daha iyidir.
Ama o bir genç... Sayın jüri üyeleri gençliğin vazgeçilmez haklan
vardır... Doğanın koynunda romantizmle beslenmiş genç bir kız,
er ya da geç âşık olacaktı...” vesaire... “Böylece ona yaşlılığından ve
renkli pıh pırtıdan başka hiçbir şey vermemiş adam ganimetinin
elinden uçup gittiğini görünce, burnuna kızgın demir sürtülmüş
------------------------------------- 185 -------------------------------------

bir hayvanın öfkesine kapılıyor. Hayvanca seviyordu, hayvanca da


nefret etmeliydi” vesaire.
Polugradov Urbenin’i Kuzma’nın cinayetiyle ilgili olarak suçlar­
ken “uyuyan ihtiyatsız durumdaki birinin zekice, ölçülüp biçilerek
öldürüldüğü planlanmış bir cinayet” olduğunu belirtti. “Kuzma’nın
sorgu yargıcına özellikle kendisiyle ilgili bir şeyler anlatmak istedi­
ğinden de kuşku duymamışsınızdır umarım.”
Avukat Smirnyayev, Urbenin’in suçunu inkâr etmedi; sadece
Urbenin’in olumsuz bir etki altında hareket ettiğini söyleyerek ona
biraz hoşgörü gösterilmesini rica etti. Kıskançlığın ne kadar ıstırap
verici bir duygu olduğunu anlatan Shakespeare’in Othello’sunu örnek
gösterdi. Bu “evrensel insan tipini” uzun uzadıya anlattı, çeşitli eleş­
tirmenlerden alıntı yaparak öyle karmaşık konulara girdi ki, mah­
keme başkanı sonunda bu yabancı edebiyat bilgisinin jüri üyeleri
için gereksiz olduğunu söyleyerek onu durdurmak zorunda kaldı.
Urbenin son sözü söyleme fırsatından yararlanarak, ne eylemde
ne de düşüncede asla suçlu olmadığına Tanrı’nın şahit olduğunu
söyledi.
“İster hak etmediğim utancımı ve karımı hatırlatan bu kasabada,
ister Sibirya’da olayım, benim için fark etmez ama beni derinden
endişelendiren çocuklarımın kaderi...”
Urbenin izleyicilere dönünce ağlamaya başladı ve çocuklarına
barınacak yer sağlanması için yalvardı.
“Alın onları. Kont, kuşkusuz cömertliğiyle caka satma fırsatını
kaçırmayacaktır ama çocuklarımı önceden uyardım: Ondan tek bir
ekmek kırıntısı kabul etmeyecekler.”
Beni mahkemeyi izleyenler arasında seçti ve yalvaran gözlerle
bana bakarak şöyle bitirdi sözünü:
“Çocuklarımı kontun iyiliklerinden uzak tutun.”
Anlaşılan çıkacak kararı unutmuştu, gözü çocuklarından başka
hiçbir şeyi görmüyordu. Başkan tarafından durduruluncaya kadar
çocuklarından söz etti.
Jüri üyelerinin görüşmesi uzun sürmedi. Urbenin kayıtsız şartsız
suçlu bulundu ve hiçbir maddede hafifletici sebepler yer almadı.
Gelir vb tüm haklarından yoksun bırakıldı ve 15 yıl kürek ce­
zasına mahkûm edildi.
------------------------------------- .186 -------------------------------------

Böylece bir mayıs sabahı şiirsel “Kırmızılı Kız’la buluşması ona


çok pahalıya mal olmuştu.

Anlatılan olaylardan bu yana sekiz yıldan uzun bir zaman geçti.


Bu dramın kimi aktörleri dünyaya veda edip çoktan çürüyüp gitti,
kimileri günahlarının bedelini ödüyor, kimileri de gündelik yaşa­
mın bezginliğiyle cenkleşerek, günbegün ölümü bekleyerek tekdüze
bir hayat sürüyorlar.
Sekiz yılda çok şey değişti... Bana içten bir dostluk beslemekten
hiç vazgeçmeyen Kont Karneyev sonunda ayyaş oldu. Drama sahne
olan malikânesi karısının ve Pşehotski’nin eline geçti. Beş parasız
kaldı, şimdi benim elime bakıyor. Bazen, akşamları odamdaki ka­
nepeye uzanıp eski günleri anmak onu çok mutlu ediyor.
“Şimdi Çingeneleri dinlemek ne iyi olurdu!” diye mırıldanıyor,
“Hadi, Seryoja, konyak içelim!”
Ben de değiştim. Giderek güçten düşüyorum, sağlığımın ve
gençliğimin bedenimden çekildiğini hissediyorum. Fiziksel gücüm,
çevikliğim azaldı, bir zamanlar çalım sattığım dayanıklılığımdan
eser kalmadı, oysa birkaç gece üst üste uyanık kahr, şimdi içeme­
yeceğim miktarda içki içerdim.
Yüzümdeki kırışıklıklar gitgide çoğaldı, saçlarım seyrekleşti,
sesim kalınlaştı ve zayıfladı... Hayat geçip gitti...
Geçmişi dün gibi hatırlıyorum. Mekânları ve insan suretlerini
bir sis perdesinin ardından görüyorum. Onlara tarafsız davran­
maya gücüm yok; onları eskisi gibi hem seviyor, hem onlardan
nefret ediyorum, onlara karşı öfke ya da nefret duygusuyla dolu
olmadığım, başımı ellerimin arasına almadığım bir günüm yok.
Kont hâlâ benim için kokuşmuş, Olga mide bulandırıcı, Kalinin
budalaca kibriyle gülünç. Kötülüğü kötülük, günahı günah olarak
görüyorum.
Ancak masamın üzerindeki portreye gözlerimi dikip bakarken,
ulu çamların hafif uğultusunda ormanda “Kırmızılı Kız”la yürümek
ve ne olursa olsun onu göğsüme bastırmak yönünde karşı konul­
maz bir istek duyuyorum. Bu anlarda ihaneti de, kirli uçurumlara
-------------------------------------- 187 --------------------------------------

düşüşü de bağışlıyorum, geçmişin hiç değilse bir bölümünün bir


kez daha tekrarlanması için her şeyi bağışlamaya hazırım... Kentin
can sıkıntısıyla yorgun düşmüş ben, dev gölün homurtusunu bir
kez daha dinlemeyi, kıyısından Zorka’mla dörtnala gitmeyi ne kadar
isterdiml.Tenevo yolunda bir kez daha yürümek, bir fıçı votkası
ve başında jokey şapkasıyla bahçıvan Franz’la karşılaşmak için her
şeyi bağışlar, unuturdum... Kanh elleri sıkmaya ve iyi huylu Pyotr
Yegoriç’le din, hasat ve halk eğitimi üzerine sohbet etmeye hazır
olduğum anlar bile olurdu. “İspinoz”la ve Nadenka’sıyla buluşmayı
isterdim...
Hayat ağustos gecesinin gölü gibi çılgın, sefih ve huzursuz...
Karanlık dalgalarının altında sonsuza dek pek çok kurban sakh...
Dibinde ağır bir çökelti yatıyor...
Ama onun o değişken hallerini neden seviyorum? Neden onu
bağışlıyorum ve dörtnala ona koşuyor gönlüm, sevecen bir oğul
gibi, kafesten salınan bir kuş gibi?
Şimdi otel odamın penceresinden gördüğüm hayat bana, gölge­
den ve parıltıdan yoksun gri bir çemberi anımsatıyor...
Ama gözlerimi kapatıp geçmişi hatırladığımda güneş tayfını
oluşturan bir gökkuşağı görüyorum... Evet orada fırtına var ama
ışık da var...

S. Zinovyev

SON
El yazmasının altında şunlar yazılı:

Saygıdeğer Bay Editör! Önerdiğim romanı (isterseniz uzun öykü


deyin), mümkünse ekleme, kısaltma, çıkarma yapmadan basma­
nızı rica ediyorum. Gerçi, yazarla yapılacak bir anlaşmaya göre
değişiklikler yapılabilir. Uygunsuz bulunması durumunda da geri
alabilmem için lütfen korunmasını rica ediyorum. Geçici adresim:
Moskova, Tverskaya Caddesi, Otel Anglia. İvan Petroviç Kamışov.

PS Ücretleri - Yayın Kurulunun takdirine bağlı olarak.

Yıl ve tarih.
• • •

Okuyucuyu Kamışov’un romanıyla tanıştırdıktan sonra şimdi


onunla yaptığım konuşmaya geçiyorum. Öncelikle hikâyenin ba­
şında okuyucuya verdiğim sözü tutamayacağım konusunda onları
uyarmalıyım: Kamışov’un romanı, söz verdiğim gibi, in toto1 değil,
önemli kesintilerle basılmıştı. İşin asıl önemli yanı Avda Trajedi
bu hikâyenin ilk bölümünde belirtilen gazetede basılamamıştı:
El yazması dizgiye gönderildiğinde gazete kapatılmıştı... Ancak
Kamışov’un romanını yayımlamaya karar veren asıl yayın kurulu
kısaltmalar yapılmadan basmanın olanaksız olduğuna karar verdi.
Baskı sırasında her defasında, “değiştirme” isteğiyle bana münferit
bölümlerin tashihlerini gönderiyordu. Başkasının işini değiştirerek
günah işlemek istemiyordum, uygun olmayan bir yeri değiştirmek
yerine tümüyle çıkarmanın daha iyi ve faydalı olduğunu düşün­
düm. Yazı işleri benimle yaptığı anlaşmaya göre, sinizmi, uzun ve

1 Bütünüyle (Lat.) (yayıncının notu)


------------------------------------- 189 --------------------------------------

sıkıcı bölümleri ve yazınsal açıdan özensizlik nedeniyle okuyucuyu


rahatsız edebilecek birçok yeri çıkardı. Bu çıkarmalar ve kesintiler
titiz bir çalışma ve zaman gerektiriyordu, birçok bölümün gecik­
mesinin nedeni buydu. Bu arada, iki gece âleminin tasvir edildiği
bölümleri çıkardık. Bu iki âlemin biri kontun evinde, diğeri gölde
geçiyordu. Polikarp’ın kütüphanesinin ve kendine özgü okuma
biçiminin tanımlarını da çıkardık: Bu bölüm fazla uzatılmış ve
abartılı bulundu.
En çok savunduğum ama şef editörün hiç beğenmediği bölüm,
kontun hizmetkârları arasında oynanan amansız ve çılgın kâğıt
oyununun betimlendiği sahneydi. En tutkulu oyuncular bahçıvan
Franz ve yaşh kadın Kukumav’dı; çoğunlukla stukolka ve üç yaprak
oynarlardı. Soruşturma sırasında Kamışov, bir gün çardaklardan
birinin önünden geçerken içeri bakınca çılgın bir oyun gördü: Ku­
kumav, Franz ve... Pşehotski kör2 stukolka oynuyordu. Oyun dok­
san kapikten açılıyordu, ortaya sürülen para 30 rubleye varmıştı.
Kamışov oyunculara katıldı ve onları keklik gibi “yoldu”. Çok para
kaybeden Franz oyuna devam etmek istedi ve paralarını sakladığı
göle gitti. Kamışov onu izledi ve paraları sakladığı yeri öğrenince,
bahçıvanı son kuruşuna kadar soydu. Parayı tutup balıkçı Mihail’e
verdi. Bu tuhaf yardımseverliği sorgu yargıcının uçan karakterini
mükemmel bir şekilde gösterir, ancak bu bölüm o kadar özensiz­
di ve iskambil oynayanlann konuşmaları öyle müstehcen laflarla
bezenmişti ki, yazı işleri değişiklik yapmayı bile kabul etmemişti.
Olga’nın Kamışov’la buluşmasının anlatıldığı birkaç bölüm
çıkanldı; onun Nadenka Kalınmayla ilgili bir açıklaması atlandı
vesaire... Ama basılmış bölümün kahramanımın karakterini yete­
rince aktardığını sanıyorum. Sapienti sat...3
Tam üç ay sonra bekçi Andreybana “kokartlı” beyin geldiğini
bildirdi.
“Buyursun!” dedim.
Kamışov üç ay önce olduğu gibi yanakları kıpkırmızı, sağlıklı
ve yakışıklıydı. Adımlan eskisi gibi sessizdi... Şapkasını pencereye
o kadar dikkatlice koydu ki, insanda şapkası çok ağır bir şeymiş
2 iskambil oyununda kartı görmeden sürme, (ç. n.)
3 “Bilge kişiye tek söz yeter” anlamında bir deyim (Lat.) (yayıncının notu)
------------------------------------- 190 -------------------------------------

izlenimi bırakıyordu... Mavi gözlerinde hâlâ çocuksu ve son derece


iyi bir şey parlıyordu...
“Yine sizi rahatsız ediyorum!” dedi gülümseyerek ve dikkatlice
oturdu. “Tanrı aşkına beni mazur görün! Ne dersiniz? El yazmam
için bir yargıya vardınız mı?”
“Kabahatli ama hoşgörüyü hak ediyor” dedim.
Kamışov bir kahkaha attı ve hoş kokulu bir mendille burnunu
sildi.
“Demek, şömineye atılacak, öyle mi?” diye sordu.
“Hayır, neden bu kadar katı olsun ki? Ağır cezalığı hak etmiyor,
düzeltme yoluna gideceğiz.”
“Düzeltmek mi gerekiyor?”
“Evet, bazı yerler var... karşılıklı görüşerek...”
Birkaç saniye sessiz kaldık. Kalbim deli gibi çarpıyor, şakaklarım
zonkluyordu, ancak heyecanlı bir tavır sergilemek gibi bir niyetim
yoktu.
“Karşılıklı görüşerek” diye tekrarladım. “Sizinle daha önce gö­
rüştüğümüzde hikâyenin konusunun gerçek bir olaydan alındığını
söylemiştiniz.”
“Evet, şimdi de aynı şeyi tekrarlamaya hazırım. Romanımı oku­
duysanız, o zaman... kendimi tanıtmaktan onur duyarım: Ben
Zinovyev.”
Demek, Olga Nikolayevna’nın düğününde sağdıç olan sizdiniz,
öyle mi?”
“Hem sağdıç hem de ailenin dostu. Bu hikâyede sempatik bir
kişiyim, değil mi?” dedi Kamışov gülerek, dizini sıvazladı, yüzü
kızarmıştı. “Yakışıklı bir erkek öyle değil mi? İyi bir dayağı hak
ediyordu ama yapacak kimse yoktu.”
“Evet, efendim... Hikâyenizi beğendim: Pek çok polisiye roman­
dan daha iyi, daha ilginç... Yalnız, karşılıklı mutabakatla, içinde çok
köklü değişiklikler yapmamız gerekecek...”
“Bu mümkün. Örneğin, neyi değiştirmeyi gerekli buluyorsunuz?”
Romanın habitus’unu,4 fizyonomisini. İçinde, bir polisiye roma­
nında olması gereken her şey var: Suç, kanıtlar, soruşturmalar, hatta
on beş yıl kürek cezası, gelgeldim en önemli şey yok.”
4 Genel görünüm (Lat.) (yayıncının notu)
------------------------------------- 191 -------------------------------------

“Tam olarak ne?”


“İçinde gerçek bir suçlu yok...”
Kamışov gözlerini kocaman açarak doğruldu.
“Doğrusunu söylemek gerekirse ne demek istediğinizi anlama­
dım” dedi kısa bir sessizliğin ardından. “Bıçaklayan ve boğan bir
kişiyi gerçek suçlu saymıyorsanız, o zaman... kimi katil görmem
gerektiğini bilmiyorum doğrusu. Suçlu elbette toplumun bir ürünü­
dür ve toplum suçludur, ama... şayet yüksek düşüncelere dalarsanız,
romanı bırakıp raporlar, özetler yazmanız gerekir.”
“Ah, ne yüksek düşünceler bunlar! Aslında cinayeti Urbenin
işlemedi ki!"
“Nasıl olur?” diye sordu Kamışov bana yaklaşıp.
“Urbenin değil!”
“Olabilir. Humanum est errare,5 soruşturma yargıçları mükem­
mel değildi: Şu dünyada adli hatalar sıkça görülür. Yanıldığımı mı
düşündünüz?”
“Hayır, yanılmadınız ama yanılmak istediniz.”
“Bağışlayın, sizi yine anlayamıyorum,” dedi Kamışov gülerek,
“soruşturmanın bir hataya -anladığım kadarıyla- kasıtlı bir hataya
yol açtığını keşfetmişseniz, sizin görüşünüzü bilmem ilginç olacak­
tır. Sizce kim öldürdü?”
“Siz!”
Kamışov bana şaşkınlıkla, neredeyse korkuyla baktı, yüzü pan­
car gibi oldu, bir adım geriledi. Sonra dönüp pencereye yürüdü ve
gülmeye başladı.
“Şu işe bak!” diye mırıldanıp pencere camına hohladı ve sinirli
biçimde şekiller çizmeye başladı.
Simgeyi çizen eline baktım ve uyuyan Kuzma’yı bir seferde bo­
ğacak, Olga’nın kırılgan bedenini parçalayacak kadar güçlü, çelik
gibi, kaslı kolunu görür gibi oldum. Karşımda bir katilin dikildiği
düşüncesi, içimi alışılmadık bir korku ve dehşet duygusuyla dol­
durdu... Kendim için değil, hayır!.. Onun için, bu yakışıklı ve zarif
dev için... Genel olarak insan için...
“Sen öldürdün!” diye yineledim.
“Şaka yapmıyorsanız, bu keşfiniz için sizi kutlarım” dedi Kamı-
5 Hata yapmak insana özgüdür. (Lat.) (yayıncının notu)
------------------------------------- 192 -------------------------------------

şov gülerek, hâlâ yüzüme bakmıyordu. “Ancak, sesinizin titremesine


ve renginizin atmasına bakarsak, şaka yaptığınızı düşünmek zor.
Ne kadar gerginsiniz!”
Kamışov alev alev yanan yüzünü bana çevirdi ve gülümsemeye
çalışarak konuşmasını sürdürdü:
“Böyle bir düşüncenin aklınıza nereden gelebilmiş olabileceğini
merak ediyorum doğrusu! Romanımda böyle bir şey yazmış mıyım
- vallahi, çok ilginç... Lütfen söyleyin! Hayatımda bir kez beni bir
katil olarak görmeleri tadılmaya değer bir duygu...”
“Siz katilsiniz,” dedim, “hatta bunu gizleyemiyorsunuz: Roman­
da açık veriyorsunuz, şimdi de burada rol yapıyorsunuz.”
“Bu gerçekten çok ilginç, ilgiyle dinlemek isterdim, şeref sözü...”
“Madem merak ettiniz, dinleyin o zaman.”
Yerimden fırladım, odada heyecanla dolaşmaya başladım. Kamı-
şov kapıdan dışarı baktı, sıkıca kapattı. Bu önlem onu ele vermişti.
“Neden korkuyorsunuz?” diye sordum.
Kamışov çekinerek öksürdü ve elini salladı.
“Hiçbir şeyden korkmuyorum, sebepsiz yere... öylesine kapıdan
dışan baktım. Bir şey mi istediniz? Hadi, söyleyin.”
“Size sorgulamama izin verir misiniz?”
“Ne kadar isterseniz.”
“Sizi baştan uyarayım, sorgu yargıcı olmadığım gibi, usta bir
sorgulayıcı da değilim; benden düzen, sistem falan beklemeyin,
dolayısıyla lütfen aklımı karıştırmayın, şaşırtmaya çalışmayın.
Öncelikle söyleyin bana, avdan sonra içki içip eğlendiğiniz orman
kenarından ayrıldıktan sonra nereye kayboldunuz?”
“Hikâyede eve gittiğim yazıyor.”
“Hikâyede yürüdüğünüz yolun anlatımı özenli bir şekilde ya­
zılmış. Ormandan mı gittiniz?”
“Evet.”
Olga’yla orada karşılaşmış olamaz mısınız?”
“Evet, olabilir” dedi Kamışov sırıtarak.
“Onunla karşılaştın.”
“Hayır, karşılaşmadım.”
“Soruşturma sırasında çok önemli bir tanığa, yani kendinize
bir şey sormayı unuttunuz... Kurbanın çığlığını duymadınız mı?”
------------------------------------- 193 -------------------------------------

“Hayır... ahbap, sen gerçekten usta değilmişsin...”


Bu laubali “ahbap” beni rahatsız etmişti: Sohbetimizin başlangı­
cındaki özürlere ve mahcubiyetlere pek uymuyordu. Kısa bir süre
sonra Kamışov’un bana küçümseyerek, tepeden baktığını ve beni
endişelendiren sorular yığınından kurtulmada sergilediğim acizliğe
neredeyse sevindiğini fark ettim.
“Ormanda Olga’yla karşılaşmadığınızı kabul edelim” diye ko­
nuşmamı sürdürdüm. “Ancak, Urbenin’in Olga’yla karşılaşması
sizinkinden daha zordu, çünkü Urbenin onun ormanda olduğunu
bilmiyordu, o halde onu aramıyordu. Siz sarhoş ve öfkeden çıldır­
mış halde onu bulamıyordunuz, onu mutlaka arıyordunuz - yoksa
eve yol dururken ormandan gitmek durumunda kalmazdınız...
Peki, Olgayı görmediğinizi varsayalım... O trajik günün akşamında
o karanlık, neredeyse çılgın ruh halinizi nasıl açıklayacaksınız?
Karısını öldüren koca hakkında sürekli cıyaklayıp duran papa­
ğanı öldürmenize sebep olan neydi? Bence, işlediğiniz cinayeti
hatırlatıyordu... Geceleyin kontun evinden çağrıldınız, işe hemen
koyulacağınız yerde, polis gelene kadar neredeyse yirmi dört saat
geciktiniz, büyük olasılıkla bunun farkında bile değildiniz. Sadece
suçluyu bilen sorgu yargıçları böyle ağır davranırlar... Bunu biliyor­
dunuz... Öte yandan Olga katilin ismini vermedi çünkü onun için
çok değerli biriydi... Katil kocası olsaydı, adını verirdi. Şayet âşığı
olan kontu ihbar etme durumda olsaydı, onu cinayetle suçlamak
hiçbir şeye değmezdi: Onu sevmemişti, sevgilisi de olmamıştı...
Seni sevdi, onun asıl sevgilisi sizdiniz... Size kıyamazdı... Ayrıca,
sormama izin verin, kısa bir an bilinci yerine geldiğinde neden
doğrudan soru sormakta ağır davrandınız? Neden olayla hiç ilgisi
olmayan sorular sordunuz? Bütün bunları adınızı söylememesi
için zaman kazanmak amacıyla yaptığınızı izninizle düşünmek
istiyorum. Sonra Olga ölüyor... Romanda, Olga’nın ölümünün
sizde yarattığı izlenimler hakkında yarım kelimecik olsun söz
etmiyorsunuz... Bunu kendini kollama olarak görüyorum: İçtiği­
niz kadehleri yazmayı unutmuyorsunuz ama romanda “Kırmızılı
Kız”ın ölümü gibi önemli bir olay iz bırakmadan geçip gidiyor
işte... Neden?”
“Devam edin, devam edin...”
------------------------------------- 19-1 -------------------------------------

“Soruşturmayı çok dikkatsiz biçimde yürüttünüz... Zeki ve çok


kurnaz bir insanın bunu bilerek yapmadığını kabul etmek zor.
Bütün soruşturmanız, bilerek yapılmış dilbilgisi hatalarıyla dolu
bir mektubu andırıyor, abartı sizi ele veriyor... Suç mahallini neden
incelemediniz? Bunun nedeni unutmuş olmanız yahut önemsiz
görmeniz değil, yağmurun izlerinizi silmesini beklemenizdi.
Raporunuzda hizmetçilerin sorgulanmasına çok az yer veriyorsu­
nuz. Dolayısıyla, Kuzma abasını yıkarken bulunana kadar sizin
tarafınızdan henüz sorguya çekilmemişti... Açıkçası önu davaya
bulaştırmayı gerekli görmediniz. Orman kenarında sizinle yiyip
içen konukları neden sorgulamadınız? Kanlar içindeki LJrbenin’i
görmüşler, Olga’nın çığlığını duymuşlardı, onları sorgulamak
gerekiyordu. Ama bunu yapmadınız, çünkü içlerinden hiç değilse
biri, sorgulama sırasında, cinayetten kısa bir süre önce ormana
gittiğinizi ve ortadan kaybolduğunuzu hatırlayabilirdi. Daha sonra
büyük olasılıkla sorgulandılar ama bu durumu çoktan unutmuş
olmalılar.”
“Tam isabet!” dedi Kamışov ellerini ovuşturarak, “Devam edin,
lütfen devam edin!”
“Tüm söylediklerim gerçekten sizin için yeterli değil mi? Olga'yı
sizin öldürdüğünüzü kesin olarak kanıtlamak için, onun sevgili­
si olduğunuzu, hor gördüğünüz bir kişiye, konta feda ettiğiniz
birinin sevgilisi olduğunuzu size hatırlatmak gerekir!.. Bir koca
kıskançlıktan âşığını öldürebilir. Sanırım aynı şeyi bir âşık da ya­
pabilir... Şimdi Kuzma’ya geçelim... Ölmeden bir gün önceki son
sorgulamaya göre, sizi kastediyordu; ellerinizi abasına silip ona piç
dediniz... Siz değilseniz, sorgulamayı en ilginç noktasında neden
sona erdirdiniz? Kuzma size katilin kravatının rengini hatırladığını
söylediğinde, neden kravatın rengini sormadınız? Kuzma katilin
adını daha önce hatırladığı zaman, neden Urbenin’i tam da o sırada
serbest bıraktınız? Niçin daha önce ya da sonra değil? Açıkçası,
suçu birinin üzerine yıkmanız gerekiyordu, geceleyin koridorda
dolaşan bir adama ihtiyacınız vardı.”
“Ee, yeter artık!” dedi Kamışov gülerek, “Tamam! Öyle bir
heyecana geldiniz ki yüzünüz bembeyaz oldu, her an düşüp bayı-
labilirsiniz. Durun artık. Gerçekten de haklısınız: Ben öldürdüm.”
------------------------------------- 195 -------------------------------------

Tam bir sessizlik oldu. Bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladım.
Kamışov da aynısını yaptı.
“Öldürdüm,” diye konuşmasını sürdürdü Kamışov, “sırra ne­
redeyse varmışsınız, ne mutlu size! Çok az insan başarır bunu:
Okuyucularınızın yarısından çoğu yaşlı Urbenin’i lanetleyecek,
benim araştırmacı zekâma da hayran kalacak.”
Bu sırada çalışma arkadaşlarımdan biri odama geldi, sohbeti­
mizi kesti. Meşgul ve çok heyecanlı olduğumu fark edince masa­
mın etrafında dolaştı, Kamışov’a meraklı gözlerle baktı ve çıktı.
Ayrıldıktan sonra, Kamışov pencereye yürüdü ve cama nefesini
üfürmeye başladı.
“O zamandan beri sekiz yıl geçti” dedi, kısa bir sessizliğin ardın­
dan, “Bu sim sekiz yıl yüreğimde taşıdım. Ancak sırlar ve canlı kan
aynı organizmada barınamaz; insanlığın geri kalanının bilmediği
şeyi ceza görmeksizin bilmek mümkün değildir. Sekiz yıl boyunca
kendimi bir çilekeş gibi hissettim. Bana acı çektiren vicdan değildi,
hayır! Vicdan - elbette tartışılmaz... ama ona kulak asmıyorum
şimdi: Vicdanın esnekliği konusunda makul akıl yürütmelerle gayet
güzel bir şekilde bastırılabilir. Beynim çalışmazsa, vicdanımı şarapla
ve kadınlarla bastırırım. A propos6 kadınlarla ilişkide eskisi gibi ba­
şarılıyım. Ama bana işkence eden başka bir şeydi: İnsanların bana
sıradan biriymişim gibi bakmaları bana her zaman tuhaf geliyordu;
bu sekiz yıl boyunca tek bir canlı ruh bana meraklı gözlerle bakma­
dı; saklanmak zorunda kalmamam bana garip görünüyordu; içime
çöreklenmiş korkunç bir sır var... Birden sokaklarda dolaşıyorum,
akşam yemeklerine katılıyor, kadınlara tath diller döküyorum! Bir
suçlu için böyle bir durum doğal değil, acı verici... Saklanmak ve
kaçınmak zorunda kalsaydım acı çekmezdim. Bu psikoz, efendim!
Sonunda bir tür coşkuya kapıldım... Birden duygularımı bir şekilde
dökmek istedim: İnsanlarla şakalaşmak, tüm sırlarımı bir hamlede
söylemek... Özel bir şey yapmak... Ve ben de bu hikâyeyi yazdım,
sadece kıt akıllı bir kişinin içimde sırrı olan bir adamı tanımakta
zorlanacağı bir belge... Çözüm için anahtar olmayan tek bir sayfa
yok... Öyle değil mi? Siz büyük olasılıkla hemen anladınız. Yazarken
ortalama okuyucu seviyesini dikkate aldım...”
6 Yeri gelmişken (Fr.) (yayıncının notu)
------------------------------------- 1% -------------------------------------

Yine rahatsız edildik. İçeri Andrey girdi, tepsiyle iki bardak çay
getirdi... Onu hemen başımdan savdım...
“Sanki şimdi daha kolay oldu,” diye sırıttı Kamışov, “şimdi bana
sırrı olan sıradışı bir insanmışım gibi bakıyorsun, ben de kendimi
doğal durumda hissediyorum... Ama... beni üç saattir arabada
bekliyorlar...”
“Durun, şapkanızı yerine koyun... Sizi yazarlığa neyin getirdiğini
anlattınız, şimdi nasıl öldürdüğünüzü anlatın.”
“Okuduklarınıza ek olarak neler olduğunu bilmek istiyorsunuz,
öyle mi? Affedersiniz... Geçici bir deliliğin etkisiyle öldürdüm.
Öyle ya, günümüzde geçici deliliğin etkisiyle çay da, sigara da
içenler var. İşte bakın, siz heyecan içinde kendi bardağınız yerine
benimkini aldınız, her zamankinden çok da sigara içiyorsunuz...
Hayat kesintisiz bir cinnet hali... Bana böyle geliyor... Ormana
gittiğimde cinayet düşüncesi aklımda yoktu. Oraya sadece Olga’yı
bulmak ve onu incitmek amacıyla gitmiştim... Sarhoş olduğum
zamanlar içimde sürekli birinin canını acıtma gereksinimi doğar...
Orman kenarından yaklaşık iki yüz adım uzaklıkta onu gördüm...
Bir ağacın altında durmuş, düşünceli bir şekilde gökyüzüne ba­
kıyordu... Ona seslendim... Beni görünce, gülümsedi ve kollarını
bana doğru uzattı...
‘Beni azarlama’ dedi ‘mutsuzum!’
O akşam o kadar güzeldi ki, sarhoştum, dünyamı, her şeyi
unutmuştum ve ona sarıldım... Benden başka hiç kimseyi, hiçbir
zaman sevmediğine yeminler etmeye başladı... Bu doğruydu: Beni
sevmişti... Ama yeminlerin doruk noktasında, aklına nereden esriy­
se birden iğrenç sözler söylemeye başladı: Ah,ne kadar mutsuzum!
Urbenin’le evlenmemiş olsaydım şimdi kontla evlenebilirdim!’ Bu
cümle karşısında kendimi başımdan aşağı bir kova soğuk su dökül­
müş gibi hissettim... Göğsümde bir şeyler fokurdamaya başladı...
İçimi karşı konulmaz bir iğrenme ve nefret duygusu kaplamıştı...
Bu küçük, aşağılık yaratığı omzundan yakalayıp top atar gibi yere
fırlattım. Öfkem doruk noktasına ulaşmıştı... Şey... işini bitirdim...
tutup işini bitirdim... Kuzma olayı da sizce kolayca anlaşılmıştır...”
Kamışov’a baktım. Yüzünde ne pişmanlık ne de üzüntü vardı.
“Tutup işini bitirdim.” - gayet sakin bir tavırla, “Tutup bir sigara
------------------------------------- 197 -------------------------------------

tüttürdüm” der gibi... Benim de içimi öfke ve iğrenme duygusu


sarmıştı... Ona döndüm.
“Peki, Urbenin hâlâ Sibiryada mı?” diye sessizce sordum.
“Evet... Yolda öldüğünü söylüyorlar ama bu tam bilinmiyor...
Ee, ne olmuş?”
“Ne olmuş öyle mi? Masum bir insan yok yere acı çekiyor, siz
de ‘Ne olmuş?’ diye soruyorsunuz.”
“İyi de ne yapayım? Gidip itiraf mı edeyim?”
“Sanırım.”
“Tamam, diyelim ki, Urbenin’le yer değiştirmeye karşı değilim
ama mücadele etmeden teslim olmam... İstiyorlarsa gelip alsınlar,
onların ayağına gitmem. Onların dindeyken neden beni almadılar?
Olga’nın cenazesinde gürül gürül ağladım, öyle isterik feryatlar
kopardım ki körler bile gerçeği fark edebilirdi... Bu kadar aptal
olmaları benim suçum değil.”
“İğrençsiniz” dedim.
“Bu doğal bir şey... Ben de kendimi iğrenç görüyorum...”
Bir sessizlik oldu... Derginin hesap defterini açtım ve rakamları
bilinçsizce okumaya başladım... Kamışov şapkasına uzandı.
“Odadaki havanın size boğucu geldiğini görüyorum,” dedi, “bu
arada, Kont Kameyev’e bakmak ister misiniz? İşte aşağıda, arabada
oturuyor!”
Pencereye gidip ona baktım... Arabada ensesi bize dönük ufak
tefek, kamburu çıkmış bir adam otuyordu, başında yıpranmış bir
şapka vardı, elbisesinin yakası solmuştu. Bu adamda dramın belli-
başlı karakterlerinden birini görmek gerçekten zordu!
“Urbenin’in oğlunun burada, Moskova’da, Andreyev hanında
yaşadığını duydum” dedi Kamışov. “Kontun ondan bir miktar para
yardımı almasını sağlamaya çalışacağım... En azından biri cezalan­
dırılsın! Ancak size adieu!7 demeliyim!”
Kamışov başıyla selamlayıp hızla dışarı çıktı. Masada oturdum
ve acı düşüncelere daldım.
Kendimi boğulmuş gibi hissettim.

7 Hoşça kal (Fr.) (yayıncının notu)


YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER

Alexis Grilchenko Mehmet Rifat

İstonbul'do İki Yıl -1919-1921 - Sait Faik'i Yorumlayanlar: Eleştirinin Eleştirisi


Bir Ressamın Günlüğü
Derya Bengi
Haz. Kemaletlin Köroğlu - Erkan Konyar
80'li Yıllarda Türkiye: Sazlı Gazlı Sözlük -
Urartu: Boğa'da Değişim
"Yaprak döker bir yanımız"
İnan Çetin
70'li Yıllarda Türkiye: Sazlı Gazlı Sözlük -
Vadi "Görecek günler var daha"
Tony Judt 50'li Yıllarda Türkiye: Sazlı Gazlı Sözlük -
Kusurlu Geçmiş - Fransız Entelektüelleri 1944-1956 "Şimdiki zaman beledir"
lan McEwan
Haz. Bahanur Garan Göksen - Murat Yalçın
Sahilde
Bir Yalnız -100. Doğum Yılında İlhan Berk
Kefaret
Amsterdam'da Düello İlhan Berk

James Wood Bir Limandan Üç Resim


İyi Bir Hayat Galileo Denizi
George Eliot Şiirin Çizdiği
Middlemarch - Taşra Hayatı Üzerine Bir inceleme Max Frisch

Ezra Pound Mavi Sakal


Kantolar Montauk
Tahir Alangu Sândor Mârai
Türkiye Folkloru El Kitabı İşin Aslı, Judit ve Sonrası
Eugene lonesco Ahmet Ümit
Beyaz ve Siyah
Bir Ses Böler Geceyi
Jav'ıer Manas
Kukla
Tüm Ruhlar Çıplak Ayaklıydı Gece
Berta Isla
Beyoğlu'nun En Güzel Abisi
Cem Behar
Şeytan Aynntıda Gizlidir
Orada bir musiki var uzakta... Ninatta'nın Bileziği
XVI. Yüzyıl istanbulu'nda Osmonh/Türk Musiki
Kar Kokusu
Geleneğinin Oluşumu
Aşkımız Eski Bir Roman
Manuel Benguigui
Orhan Pamuk
Alman Koleksiyoncu
Edip Cansever
Babalar, Analar ve Oğullar - Cevdet Bey ve Oğullan -
Umutsuzlar Parkı Sessiz Ev - Kırmızı Saçlı Kadın
Kirli Ağustos Şeylerin Masumiyeti
Doğan Hızlan
Balkon / Fotoğraflar ve Yazılar
Hatırlamak - Günlük Yaşamdan Dipnotlar
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER
YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER

Koz. Erkan Irmak Elif Sofya


Benim Adım Kırmızı Üzerine Yazılar Hayhuy
A.N. Wilson IMilliam Faulkner

Tolstoy Emily'ye Bir Gül - Seçme Öyküler


Behçet Necatigil Elmore Leonard
Konuş ki Göreyim Seni Bücürü Ayarla
Vaktin Zulmüne Karşı - Düzyazılar 3 Rom Kokteyli
Dost Meclislerinde Kasideler Emily Ruskovich
Camide Laurens Idaho
On Dört Yaşındaki Küçük Dansçı Uğur Kökden
Yıldıray Erdener Unutmayı Bir Öğrenebilsem
Kars'ta Çobonoğlu Kohvehonesi'nde Âşık Ömer F. Oyal
Karşılaşmaları - Âşıklık Geleneğinin Şamanizm ve Gemide Yer Yok
Sufizmle Olan Tarihsel Bağları Önceki Çağın Akşamüstü
Franz Kafka
Paul Signac
Şato Eugene Delocroix'dan Yeni-izlenimciliğe
Ceza Sömürgesi
Philippe Soupauh
Dönüşüm
Görünmeyen Yönleriyle
Amin Maalouf
Derviş Zaim
Uygarlıkların Batışı
Ares Harikalar Diyarında
Hal Herzog
Rüyet
Sevdiklerimiz, Tiksindiklerimiz, Yediklerimiz -
Ahmet Emin Yalman
Hayvanlar Hakkında Tutadı Düşünmek
Neden Bu Kadar Zordur? Naziliğin İçyüzü
Nâzım Hikmet Marianna Yerasimos

Benerci Kendini Niçin Öldürdü? Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde Yemek Kültürü


Kemal Tahir'e Mahpusoneden Mektuplar İstanbullu Rum Bir Ailenin Mutfak Serüveni
Doğan Tekeli Ali Teoman
Çebiş Evi'nden Hisartepe'ye Yazı, Yazgı, Yazmak
Yüksel Pazarkaya
Doğan Yarıcı
Hodan St Louis Günleri
Abdülhalik Renda Waller R. Newell

Günlükler 1920-1950 Tiranlar - Gücün, Adaletsizliğin ve Terörün Tarihi


Hatırat Nursel Duruel

Metin And Geyikler, Annem ve Almanya


Dionisos ve Anadolu Köylüsü Yazılı Koya
Kısa Türk Tiyatrosu Tarihi Oliver Sacks
Osmanlı Tasvir Sanatları: 2 - Çarşı Ressamlan Bilinç Nehri

YAPI KREDİ YAYINLARI / YENİLERDEN SEÇMELER


Anton Çehov 1860’ta Rusya’da doğdu, 1904’te
Almanya’da öldü. Rus tiyatro yazınının ve modern
kısa öykünün büyük ustalarından biri sayılan ünlü
yazar, 1880’li yıllarda Moskova Üniversitesi’nde tıp
eğitimi görürken, dönemin mizah dergilerinde ve
gazetelerinde öykü ve kısa anlatılarını yayımlamaya
başladı. Tiyatroda ilk başarısını İvanovla elde
eden Çehov, 1890’ların başından itibaren girdiği
olgunluk dönemi sürecinde Martı, Vanya Dayı,
Vişne Bahçesi gibi önemli tiyatro yapıtlarına imza
attı; edebiyat alanında kısa öykü türünün gelişimine
katkıda bulunan yapıtlarını çeşitli ciltlerde topladı.
Türkçede, Çehov’un oyun ve öykülerini içeren çok
sayıda derleme yayımlanmıştır.

Kayhan Yükseler 1947 yılında İstanbul, Kadıköy’de


doğdu, 1959 yılında Selimiye Askeri Ortaokuluna
girdi. Liseyi Erzincan Askeri Lisesi’nde bitirdikten
sonra, 1967 yılında asteğmen olarak Kara Harp
Okulu’ndan mezun oldu. Ordunun çeşitli
kademelerinde görev yaptıktan sonra 1998 yılında
albay olarak emekli oldu. İlk çeviri kitabı Nartlar:
Asetin Halk Destanı dır. Dostoyevski’nin Bir
Yazarın Günlüğü adlı yapıtının tercümesiyle Dünya
Kitap Dergisi 2005 ve Talat Sait Halman 2019
Çeviri Ödülü aldı. Puşkin, Gogol, Tolstoy, Gorki,
Leskov, Leonid Andreyev gibi klasik yazarların
yanı sıra, Andrey Belıy, Andrey Platonov, Leonid
Tsipkin, Konstantin Vaginov, Tulepbergen
Kaipbergenov gibi Sovyet dönemi yazarlarının
yapıtlarını dilimize kazandırmıştır.

You might also like