Professional Documents
Culture Documents
Leigh Brackett - Uzak Yarın
Leigh Brackett - Uzak Yarın
Leigh Brackett - Uzak Yarın
Özgün Adı
The Long Tomorrow
Bilimkurgu Klasikleri - 13
lthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. A. Ş.'nin tescilli markasıdır.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy-lstanbul
Te� (02161348 36 97Faks:102161449 98 34
editor@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com
UZAK YARIN
Çeviren
Berk Göbekcioğlu
Sunuş
Pat Cadigan
�
it haki
Amerika Birleşik Devletleri'nin hiçbir yerinde, bin kişiden
veya iki buçuk kilometre kareye iki yüz binadan fazlasını ba
rındıran hiçbir şehrin, hiçbir kasabanın, hiçbir topluluğun
kurulmasına veya mevcudiyetini korumasına izin verilmez.
Üç hafta geçmişti, belki bir belki iki gün eksikti, Piper's Run'a
ekim ayı gelmişti, bir Şahat günü öğleden sonrasıydı. Len tek
başına, yan verandada oturuyordu.
Kısa bir süre sonra arkasındaki kapının açıldığını duydu,
sürüklenen ayakların sesinden ve bir bastonun tık.lamaların
dan dışarı çıkan kişinin büyükannesi olduğunu anlamıştı.
Büyükanne kemikli ve şaşırtıcı derecede güçlü ellerinden bi-
40 rini Len'in bileğine koyup sıkıca tuttu, iki basamağı güçlükle
inerek oturdu, vücudu bükülen kuru bir dal gibi esneklikten
uzak hareket ediyordu.
"Teşekkürler, teşekkürler," dedi büyükanne ve ayak bilek
lerine dökülen katlı eteğini düzeltmeye başladı.
"Altına bir bez serelim mi?" diye sordu Len. "Veya bir şal
falan ister misin?"
"Hayır, güneş güzel ısıtıyor."
Len büyükannesinin yanına tekrar oturdu. Çatık kaşları
ve iki yandan aşağı sarkmış ağzıyla, neredeyse büyükanne
kadar yaşlı görünüyor hatta daha bile ciddi duruyordu. Bü
yükanne Len'i dikkatle inceledi, Len izlendiğinin farkınday
dı, rahatsız olmaya başladı.
"Bugünlerde çok dalgınsın, Lennie."
"Öyleyim galiba."
"Küsmedin, değil mi? Küsenleri hiç sevmem."
"Hayır, Büyükanne. Küsmedim."
"Baban sana ceza vermekte haklıydı. S özünden çıktın ve
artık biliyorsun, senin iyiliğin için yasaklamıştı gitmeni."
Len başıyla onayladı. "Biliyorum. "
Babası beklenen dayağı atmamıştı. Hatta aslına bakılacak
olursa, aradan geçen zamanda Len'in hayal dahi edebilece
ğinden daha nazik davranmıştı. Len'in yaptığı ve gördüğü
şeyler hakkında tüm ciddiyetiyle konuşmuş, sözlerini Len'in
kendisine güvenilebileceğini kanıtlayamadığı takdirde gele
cek sene hatta belki ondan sonraki sene bile panayıra katı
lamayacağını söyleyerek bitirmişti. Len babasının oldukça
makul davrandığını düşünüyordu. David amca, Esau'yu da
yaktan maymuna çevirmişti. Len de zaten panayırı bir daha
görmek i stemediğini hissettiğinden, panayıra gitmesinin ya
saklanması ç ok da büyük mesele değildi.
Len bunları söylediğinde büyükannesi dişsiz, kadim gü
lümsemesiyle dizini okşadı. "Bir sene sonra daha farklı hisse
deceksin. Canın o zaman yanacak. " 41
"Belki de. "
"Eh, eğer bize küsmediysen, o zaman başka bir derdi n var
demektir. Neyin var?"
"Hiç. "
"Lennie, ben erkek çocuklarla çok uğraştım. Hiçbir sağ
lıklı oğlan senin gibi böyle surat asmaz. Hem de böyle bir
günde, Şabat gününde yani. " Kadın başını kaldırarak mas
mavi gökyüzüne baktı ve altuni havayı kokladı, sonra göz
lerini çiftliği çevreleyen ormana çevirdi, ağaçları ayrı ayrı
gruplar halinde değil, birbirine karışan, adlarını neredeyse
unuttuğu muhteşem bir renk bulanıklığı olarak görüyordu.
Yarı keyifle yarı üzüntüyle iç geçirdi.
"Galiba gerçek renkleri artık sadece şimdilerde görür ol
duk, ağaçlar sonbaharda yapraklarını dökerken. Dünya eski
den renklerle doluydu. İnanmayacaksın belki, Lennie ama
bir zamanlar, şu ağaç kadar kırmızı bir elbisem vardı beni m. "
"Eminim çok güzeldi." Len büyükannesini kırmızı bir el
bise giymiş küçük bir kız çocuğu olarak hayal etmeye çalış
sa da yapamadı. Hem büyükannesini yaşlı bir kadın dışında
hiçbir şey olarak hayal edemediğinden hem de daha önce
kırmızı giymiş kimseyi görmediğinden.
"Çok güzeldi," dedi büyükanne yavaşça ve yeniden iç ge
çirdi.
Basamakta birlikte oturmaya devam ettiler, hiç konuşma
dılar, gözleri boşluğa dikiliydi. Sonra birdenbire büyükanne,
"Canım neyin sıktığını biliyorum," dedi. "Hfila recmi düşü-
nuyorsun. "
..
"Bartorstown bir yerden çok daha fazlası. Ö yle bir yer var
mı yok m u, Piper's Run gib i bir yer mi değil mi, bilmiyorum,
eğer varsa da hakkında söylenen şeyler doğru mu değil mi,
bilmiyorum. Doğru olup olmamaları önemli bile değil. in
sanlar inanıyor işte. Bartorstown bir düşünce biçimi, Len.
Tüccarı recmederek öldürdüler çü nkü adam o yolu seçmiş
ti. "
"Vaaz veren adam onun şehirleri geri getirmek istediğini
söyledi. Bartorstown bir şehir mi, baba? Büyükanne küçük
ken sahip oldukları şeyler orada var mı?"
Babası döndü ve ellerini Len'in omuzlarına koydu. "Çok
sefer, çok çok sefer, Len, babam da beni dövdü, tam burada
böyle sorular sorduğum için. O iyi bir adamdı ama daha çok
David amcan gibiydi. Dilini kullanmaz, kayışını kullanırdı.
Tüm hikayeleri dinledim, hem annemden hem de o zaman
lar hayatta olan o nesildeki herkesten. Bazıları büyükannen
den de iyi hatırlıyordu hatta. Eskiden, o lüksler kimbilir ne
kadar güzeldir, diye düşünürdüm ve neden günah dolu ol
duklarını merak ederdim. Babam da bana cehennemlik ol
duğumu söyler, sonra da kayışla beni ayakta duramayınca
ya kadar döverdi. O da Yıkım'ı yaşamıştı. Onun kalbindeki
Tanrı korkusu benim kalbimdekinden güçlüydü. Acı reçete
buydu, Len ama beni kurtarabildi mi, bilmiyorum. Zorunda
kalırsam, ben de sana öyle davranırım ama bana öyle şeyler
yaptırmamanı tercih ederim."
50
"Yaptırmayacağım, baba," dedi Len aceleyle.
"Umarım. Çünkü anlıyorsun ya, Len, hiçbir işe yaramı
yorlar. Günah olup olmamasını bir anlığına boş ver ve sadece
gerçeklere odaklan. Büyükannenin bahsettiği her şey... tele
vizyonlar, arabalar, tren yolları, uçaklar, hepsi şehirlere bağ
lıydı." Yüzünü astı ve elleriyle açıklamaya çalışır gibi hareket
ler yaptı. "Yoğunluk, Len. Organizasyon. Bir saatin çarkları
gibi her bir küçük parça çalışmak için başka bir parçaya bağ
lıydı. iyi bir arabacının tek başına bir at arabası yapabilmesi
gibi değildi, bir otomobili tek bir adam yapamazdı. Otomo
billeri yaptıkları zamanlarda, arabaların hareket edebilmesi
için binlerce adamın birlikte çalışması gerekirdi. Ve başka bir
yerde binlerce başka adamın yakıt üretmesi gerekirdi. Başka
bir yerdeki binlerce başka adam da lastiği üretirdi. Bunları
şehirler mümkün kıldı, Len, şehirler de ortadan kalkınca
bunlar artık mümkün olmaktan çıktı. O yüzden artık bunla
ra sahip değiliz. Ve asla da olmayacağız."
"Asla mı, dünyanın sonuna kadar mı?" diye sordu Len, öz
lem dolu bir kayıp duygusuyla.
"Bu da Tanrı'nın ellerinde," dedi babası. "Dünya dönüp
duracak ama biz o kadar uz�n yaşamayacağı z. Len, ha Mı
sır'ın firavunlarını özlemi şsin, ha Yıkım'da kaybedilen şey
leri . . . "
Len başını salladı, derin düşüncelere dalmıştı. "Hala anla
mıyorum, b ab a. . . O adamı öldürmeleri şart mıydı?"
Babası i ç geçi rdi. "insanlar doğru olduğuna inandıkları
şeyi yaparlar ya da kendilerini korumak i çin gerekli olduğu
nu düşündükleri şeyi. Bu dünyanın başına korkunç bir bela
geldi. Hayatta kalanlar bu beladan sonra ayakları üzerinde
durabilmek için iki nesil boyunca çalıştı çabaladı, savaştı ve
ter attı. Şimdi refah içindeyiz, huzur içindeyiz ve ki mse o
belanın geri dönmesini istemiyor. O belanın tohumunu ta
şıdığını düşündüğümüz insanları görünce, kendi farklı yol
larımız gereği o insanlara karşı adımlar atarız. Ve bu yolların 51
bazıları şiddet i çerir. "
Len'e ceketini uzattı. "Al, giy. Sonra ·da tarlalara gitme
ni, etrafına b akmanı ve gördüklerini düşünmeni istiyorum.
Tann'dan verebileceği en büyük hediyeyi, yani huzurlu bir
kalp dilemeni i stiyorum. Ölen adamı sana, aptalca davra
nışların b edelini hatırlatmak i çin verilmiş bir işaret olarak
düşünmeni istiyorum. Unutma, aptalca davranışların bedeli
tıpkı günahın bedeli gibi kötüdür."
Len ceketini giydi. Başını yukarı aşağı salladı ve babasına
sevgiyle gülümsedi.
Babası, "Bir şey daha var," dedi. "Seni o vaaza Esau götür
dü."
"Ben öyle bir şey. . .
"
etti. Kapının iç kısmında bir parça eski halı parçası vardı, Len
de bunun üzerinde dikilip hızlı hızlı alıp verdiği nefeslerinin
arasından iletmeye geldiği mesajı söylerken, bir yandan da
suçluluk duygusunu kimseye çaktırmamaya çalışarak Esa
u'yla göz göze gelmeye uğraşıyordu. David amca homur
dandı, mırıldandı ama çizmelerini tekrar giymeye koyuldu,
Marian yenge de eşinin ceketiyle bir fener getirdi. Len derin
bir nefes aldı.
"Batıdaki tarlada hareket eden beyaz bir şey gördüm gali
ba," dedi. "Hadi, Esau, gidelim de bakalım!"
Esau da koşarak çıktı. Şapkası yamuk duruyordu ve bir
kolu hala ceketinin içindeydi. David amca onları durdura-
madan koşarak uzaklaştılar, yağan son yağmurlarla yerdeki
her bir deliğin dolduğu engebeli otlağı tökezleye tökezleye,
sıçraya sıçraya geçtiler, batıdaki tarlaya girip ormana doğru
ilerlediler. Len feneri ceketine sakladı, böylece David amca
yoldan baksa bile ormana girdiklerini göremeyecekti, bir
süre daha fenerini gizli tutmaya devam etti; zaten patika
yı bir kere bulunca, karanlıkta bile rahatlıkla gidecek kadar
yolu iyi biliyorlardı.
"Sonradan fenerin söndüğünü söyleriz,'' dedi Esau'ya.
"Tabii, '' dedi Esau, tuhaf ve sıkıntılı bir sesle. "Acele ede
lim. "
Acele ettiler. Esau feneri kapıp ö nde tedbirsizce koşma
ya koyuldu. Suların birleştiği yere geldiklerinde ışığı yere
koyup radyoyu bıraktığı yerden çıkardı, elleri neredeyse
aleti tutamayacak kadar titriyordu. Len kütüğe oturdu, ağzı
açıktı, kollarını ağrıyan yanlarına bastırıyordu. Piper's Run
çayı gerçek bi r nehi r gibi taşarak çağlıyordu. Pymatuning'e 73
döküldüğü yerde daralıp bi r girdap oluşturmuştu. Sular kö
pürerek akıyordu, şu an fazlasıyla yükselmişti, neredeyse
çocukların dikildiği toprağın yüksekliğine erişmişti, yıldız
ışığında ortalık loş ve huzursuz görünüyordu ve gece neh
rin sesiyle doluydu.
Esau radyoyu düşürdü.
Len bir haykırışla ileri atıldı. Esau, hızla ve telaşla elini
uzatıp radyoyu çıkıntılı m akarasından yakaladı. Makara bo
şandı ve radyo düşmeye devam etti ancak şimdi daha yavaştı,
Esau'nun eli nden uzanan telin ucunda sallanıyordu. Geçen
senenin çim enlerinin üzerine yumuşak bi r gümlemeyle düş
tü. Esau radyoya, m akaraya ve aralarındaki tele bakakaldı.
"Kırıldı," dedi. "Kırıldı. "
Len dizleıinin üzerine çöktü. "Kırılmadı. Baksana. " Rad
yoyu fenere yaklaştırİp işaret etti. "Şu iki küçük yaya bak?
Makara çıkıyormuş, tel de çözülüyor. . . "
Tarif edilemez bir heyecanla düğmeyi çevirdi. Bu, daha
önce bilmedikleri ve denemedikleri bir şeydi. Mırıltı başla
yana kadar bekledi. Ses öncekinden daha güçlü çıkıyordu.
Esau'ya geri çekilmesini işaret etti, Esau da teli açtıkça aça
rak geri çekildi, ses güçlendi, güçlendi ve birdenbire, hiçbir
ikazda bulunmadan, bir erkeğin çok uzaklardan ve cızırtılı
gelen sesi yükseldi. "Tekrar medeniyete döneceğim, gelecek
sonbahar diye umuyorum. Neyse, nehirdeki malzemeler
yüklemeye hazır olacak sadece beklememiz... "
Len'in babası yüzünü astı ama hiçbir şey söyle medi. David
amca ahıra doğru, Esau'yu sertçe önünde itekleyerek ilerledi.
Len'in annesi koşarak e vin önüne çıktı. David amca seslen
di. "Len'i de getir. Burada olmasını istiyorum. " Len'in babası
yine yüzünü astı, sonra, "Tamam," dedi. Ellerini Len'in anne
sine uzattı ve kadını kenara çekip birkaç kelime konuştu. Ba
şını iki yana sallayarak, sessizce konuşuyordu. Annesi, Len'e
baktı. "Ah, hayır," dedi. "Ah, Lennie, nasıl yaparsın bunu! "
Sonra önlüğüyle yüzünü kapatarak eve geri girdi. Len anne
sinin ağladığını anlamıştı. Babası ahın işaret etti. Dudakları
nı sıkıyordu. Len, babasının, David amcanın yapmak üzere
olduğu şeyden hoşlanmadığını ancak sorgulayacak konum
da da olmadığını hissettiğini düşünüyordu.
Len de bundan hoşlanmıyordu. Bu meseleyi babasıyla 83
aralarında çözmeyi tercih ederdi. Ama David amca böyleydi
işte. Eğer insan bir çocuksa, çiftlikteki diğe r eşyalardan daha
fazla hakkı veya duyguları olamazdı ona göre. Len ahıra git
mekten çekiniyordu.
Babası tekrar işaret e dince gitmek zorunda kaldı.
Hava şimdi kararmıştı ama içeride yanan bir fener vardı.
David amca koşum kayışını duvardan almıştı. Esau'nun yüzü
babasına dönüktü, sıra sıra sütunların arasındaki boş kalan
geniş alandaydı.
"Di zlerinin üzerine çök, " dedi David amca.
"Hayır."
"Çök de dim!" Ve koşum kayışı şakladı.
Esau bir mırıltıyla küfür arası bir ses çıkardı. Dizlerinin
üzerine çöktü.
"Çalmayacaksın," dedi David amca. "Beni hırsız baba
sı yaptın. Yalan yere şahitlik yapmayacaksın. Beni yalancı
babası yaptın." Kolu sözcükleriyle aynı ritimde inip kalkı
yordu, dolayısıyla her bir duraklama, Esau'nun omuzlarına
inen pürüzsüz deriden yükselen şak! sesiyle vurgulanıyordu.
"Kitap'ta ne yazıyor, biliyorsun Esau. Oğlundan değneğini
esirgeyen, onu sevmiyor demektir, seven baba özenle terbiye
eder. Ben değneği esirgemeyeceğim."
Esau artık sessiz kalamıyordu. Len arkasını döndü.
Bir süre sonra David amca durdu, nefes nefeseydi. "Az
önce bana karşı geldin. Fikrini değiştiremeyeceğimi söyle
din. Hala böyle mi düşünüyorsun?"
Yere çömelmiş halde duran Esau, babasına bakarak hay-
kırdı. "Evet!"
"Hala Bartorstown'a gideceğini düşünüyor musun?"
"Evet!"
"Bakalım," dedi David amca. "Göreceğiz."
Len dinlememeye çalıştı. Sanki dayak hiç durmayacakmış
84
gibiydi. Bir sefer, Len'in babası öne çıkıp, "David ... " dedi ama
David amca sadece, "Kendi sıpanla ilgilen sen, Elijah. Ona
çok yumuşak davrandığını hep söylüyorum," dedi. Tekrar
Esau'ya döndü. "Fikrini değiştirdin mi bakalım?"
Esau'nun cevabı anlaşılmadı ama sefil bir teslimiyet için
de olduğu belliydi.
"Sen," dedi David amca birdenbire, Len'e doğru. Len'i tu
tup çevirdi. "Bak işte. Yalan söylemenin, küstahlığın sonu
nun nereye vardığını gör."
Esau ahır zemininde, toz ve samanların içinde sürünü
yordu. David amca ayağıyla Esau'yu dürttü.
"Bartorstown'a gidecek misin?"
Esau mırıldanıp inledi, yüzünü kollarıyla saklıyordu. Len
uzaklaşmaya çalıştı ama David amca ateş gibi sıcak eliyle onu
tutmaya devam ediyordu. Her yam ter ve öfke kokuyordu.
"İşte sana kahramanın," dedi Len'e. "Senin sıran gelince, onu
hatırla."
"Bırak beni," diye fısıldadı Len. David amca güldü. Len'i
itip koşum kayışını Len'in babasına verdi. Sonra yere uzanıp
Esau'yu gömleğinin yakasından yakaladı ve çekerek ayağa
kaldırdı.
"Söyle, Esau. Sesli söyle."
Esau küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. "Tövbe ediyorum,"
dedi. "Tövbe ediyorum."
"Bartorstown," dedi David amca. Öyle bir tonu vardı ki
muhtemelen Nahum da kanlı şehri böyle telaffuz etmişti.
"Git. Eve git ve günahların üzerine tefekküre dal. İyi geceler
Elijah. Unutma, senin oğlan da benimki kadar suçlu."
Birlikte karanlığa daldılar. Bir dakika sonra Len arabanın
gittiğini duydu.
Babası iç geçirdi. Yüzünde yorgunluğun, üzüntünün ve
David amcanın sinirinden çok daha korkutucu olan derin
bir öfkenin ifadesi vardı. Yavaşça, "Sana güvenmiştim, Len,"
dedi. "Bana ihanet ettim." 85
"isteyerek yapmadım."
"Ama yaptın."
"Evet."
"Neden, Len? Yaptıklarının yanlış olduğunu biliyordun.
Onları neden yaptın?"
Len haykırdı, "Çünkü kendimi tutamadım. Öğrenmek is
tedim, bilmek istedim!"
Babası şapkasını çıkardı ve kollarını sıvadı. "O konu hak
kında uzun bir vaaz verebilirdim," dedi. "Ama bunu zaten
yaptım. Nefesimi boşa harcamışım. Sana söylediklerimi ha
tırlıyorsun, Len."
"Evet, baba." Çenesini sıktı ve iki elini yumruk yaptı.
"Üzgünüm," dedi babası. "Bunu yapmak zorunda kalmak
istemezdim. Ama seni gururundan arındıracağım, Len, Esa
u'nun arındırıldığı gibi."
Len içinden sertçe, Hayır, yapamayacaksın, bana diz çök-
türüp beni süründüremeyeceksin, diyordu. Ben onlardan
vazgeçmeyeceğim. Bartorstown'dan da, kitaplardan da, bil
mekten de, Piper's Run'ın dışında var olan diğer hiçbir şey
den de vazgeçmeyeceğim!
Ama vazgeçti. Ahırın tozu ve samanı içinde, bunlardan
vazgeçti. Ve hepsiyle birlikte, gururundan da. Len'in çocuk
luğu böylece sona ermişti.
1
136
mızı kesilmişti. Len basamakları tırmandı ve D ulinksy'yle
konuştu. Dulinsky başını salladı. Len kürsüden indi. Du
linsky'ye, Yeni Mennonitleri rahat bırakmasını söylemek
istemişti fakat kendini açık etme korkusuyla buna cesaret
edemedi.
"Size şehirleri," diye sordu Dulinsky, Meyerhoff'a, "kim
anlattı?" Bir an durakladı sonra parmağını uzatıp, "Yoksa sen
mi, Yargıç Taylor?" dedi.
Len fenerlerin ışığı altında, Taylor'ın yüzünün tuhaf öl
çüde solgun ve gergin olduğunu gördü. Konuştuğunda sesi
alçaktı fakat meydanın her yanında yankılandı.
"Birleşik Devletler'in Anayasası'nda bunu yapmanı yasak
layan bir madde var. İstediğin kadar konuş, bu değişmeye
cek, Dulinsky."
"Hah," dedi Dulinsky, sanki Yargıç Taylor'ı tuzağa düşür
müşçesine tatmin olmuş bir sesle. "İşte orada yanılıyorsun.
Bunu değiştirecek olan şey tam da konuşmaktan geçiyor. Ye-
teri kadar insan, yeteri kadar yüksek sesle yeteri kadar uzun
süre konuşursa, o madde değişir, böylece un veya deri sakla
ması gereken insanlar depolar inşa edebilir, ailesini koruma
sı gereken insanlar kendilerine evler yapabilir." Sesini aniden
yükselterek bağırmaya başladı. "Bunu bir düşünün, ey hal
kım! Çocuklarınız bile Sığınak'ı terk etmek zorunda kaldı,
gelecekte daha fazlası gidecek çünkü evlendiklerinde burada
daha fazla ev inşa edemiyorlar. Haklı mıyım?"
Sorusu karşılık buldu. Dulinsky sırıttı. Kalabalığın karan
lık kenar kısımlarında bir adam belirdi sonra bir tane daha,
sonra bir tane daha. Yavaş yavaş, nehir yönünden ilerliyor
lardı. Ve Meyerhoff, öfkeden titreyen bir sesle konuştu. "Her
devirde, her çağda, inanmayanlar kötülüğün yolunu hazırla
mıştır."
"Belki de," dedi Dulinsky. Meyerhoff'un başının üzerin
den ileri, kalabalığın kenarlarına baktı. "Ve inanmayan biri ol
duğumu itiraf ediyorum." Başını indirip Len'e bakarak uyarıyı m
verdi. Bu esnada kalabalıktan şaşkınlık sesleri yükseliyordu.
Sonra konuşmasına hızlı ve akıcı bir şekilde devam etti.
"Fakirliğe, açlığa, sefalete inanmıyorum. Bu şeylere ina
nan, Yeni İsmailoğullarından başka kimseyi tanımıyorum
ama onlar da en son ne zaman aklımıza geldi, hatırlamıyo
rum. Sonuçta o nları topraklarımızdan kovduk. Ben sağlıklı,
büyüyen bir çocuğu alıp sırf birileri fazla uzamasını istemi
yor diye, bir kalıba sokup bağlamaya inanmıyorum. Ben ... "
Yargıç Taylar, Len'e çarparak yanından hızla geçti ve ba
samakları tırmandı. D ulinsky şaşkınlıkla cümlesini yarıda
kesti. Taylar gözlerinden ateş saçarak adama baktı ve, "insan
sözcükleri istediği şekle sokabilir," dedi. Kalabalığa döndü.
"Size bir gerçeği söyleyeceğim, bakalım Dulinsky bundan da
konuşarak kaçınabilecek mi? Kasaba kanunu ihlal edilirse
bu sadece Sığınak'ı etkilemeyecek. Çevresindeki bölgeler de
etkilenecek. Şu anda, Yeni Mennonitler barışçıl bir halk ve
mezhepleri onları şiddetten uzak tutuyor. Ne kadar sürer
se sürsün, kanunların süreciyle ilerlerler ama kırsalda başka
mezhepler var ve onların inançları daha farklı. Ellerine sopa
yı almayı Tanrı'ya karşı bir görev biliyorlar."
Durakladı, ortalık sessizlik içindeydi, Len insanların ne
fes alıp vermelerini bile duyabiliyordu.
"İnsanları sana karşı ellerine sopa almaya kışkırtmadan
önce," dedi Taylar, "bence bir daha düşün."
Kalabalığın uçlarından alkışlar yükseldi. Dulinsky kü
çümseyerek sordu, "Kimden korkuyorsun, Yargıç? Çiftçiler
den mi, Shadwell'in adamlarından mı?" Kürsünün kenarına
eğildi ve bekledi. "Gelin bakalım, Shadler sizi. G ö relim boyu
nuzu. Korkmanıza gerek yok, cesur adamlarsınız siz. Burada
ne kadar cesur olduğunuzu bilen biri var mesela. Len bir da
kika gelsene."
Len gözlerini Yargıç Taylor'ın gözlerinden kaçırarak söy
138
leneni yaptı. Dulinsky, Len'i kürsünün ön kısmına itti.
"Bazılarınız Len Colter'ı tanıyor. Onu bugün bir işimi hal
letmesi için Shadwell'e gönderdim. Anlatın bakalım, ona na
sıl bir karşılama hazırladınız, sizi Shadler sizi. Yoksa utanıyor
musunuz?"
Kalabalık homurtularla döndü.
"Ne oldu?" diye haykırdı kalın, sert bir ses arkadan.
"Shadwell çamurunun tadını beğenmemiş mi?" Shadwell'li
adamların hepsi güldü. Sonra bir ses, Len'in çok iyi tanıdığı
bir ses, konuştu. "Selamımızı ilettin mi bakalım?"
"Evet," dedi Dulinsky. "İnsanlara Shadwell'in selamını
söyle. Yüksek sesle söyle ki herkes duysun."
Yargıç Taylar birdenbire, sessizce, "Bu gece için pişman
olacaksın," dedi. Basamaklardan indi.
Len kaşlarını çatarak gölgelere baktı. "Sizi durduracak
lar," dedi Sığınak halkına. "Shadler büyümenize izin verme
yecekler. Bu yüzden bu gece buraya geldiler." Sesi çatlayana
kadar gitgide yükseldi. "Kimin onlardan korktuğu umurum
da bile değil," dedi. "Ben korkmuyorum." Kürsünün kena
rından yere atladı ve kalabalığa doğru atıldı. Bu sabah his
settiği tüm çaresiz öfke şimdi yüzle katlanıp ruhuna hakim
olmuştu, diğerlerinin ne yaptığı umurunda değildi, başına
ne geleceği de. Önünde birdenbire bir yol açılana dek insan
ları sağa sola itti, Shadwell'in adamları hemen önünde toplu
halde duruyorlardı. Dulinsky'nin sesi, Shadwell ve Sığınak'ı
korku sözcüğüyle birlikte anan bir şeyler haykırıyordu. Kala
balık hareketlenmeye başladı. Bir kadın çığlık atıyordu. Sha
dwell'in adamları paltolarının içinden sopalar çıkarıyordu.
Len bir panter gibi atıldı. Kalabalıktan görkemli bir kükreme
yükseldi ve ortalık birbirine girdi.
Len tuttuğu adamı yere yatırıp yumruklamaya başladı.
Her yanlarında bacaklar hareket ediyor, insanlar üstlerine
düşüyordu. Şimdi her yer çığlıklarla kaplanmıştı, kadınlar
meydandan uzaklaşıyorlardı. Sopalar, yumruklar ve çizmeler 1 39
vahşice sağa sola savruluyordu. Biri Len'e ensesinden vurdu.
Dünya bir anlığına tersine döndü, tekrar düzeldiğinde, nefes
nefese kalmış adamlardan oluşan kaynayan bir girdabın or
tasında sendeliyor o lduğunu fark etti, birinin paltosundan
tutmuş, boştaki eliyle rasgele yumruklar savuruyordu. Gir
dap döndü, yükseldi ve Len'i panjurlu bir pencereye fırlatıp
yoluna devam etti. Len o lduğu yerde kaldı, şaşkındı, başını
sallıyordu, burnundan kan akıyordu. Kalabalık dağılmıştı.
Meydanın ortasındaki kürsünün çevresinde hfila fenerler ya
nıyordu fakat kürsüde şimdi kimse yoktu, kürsünün çevre
sindeki çimenlik alanda b azı şapkalar ve yolunmuş çimenli
toprak öbekleri dışında hiçbir şey görünmüyordu. Kavga baş
ka yere taşınmıştı. Len kavganın rıhtıma giden caddelerden
ve ara sokaklardan akıp gittiğini duyabiliyordu. Homurdan
dı ve seslerin geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Babasının
şimdi kendisini göremeyeceği içi n memnundu. Kendini çok
öfkeli ve garip hissediyordu, bu hoşuna gitmişti. Biraz daha
kavga etmek istiyordu.
Rıhtıma vardığında Shadwell adamları tüm hızlarıyla tek
nelerine doluşuyor, bir yandan da yumruklarını sallayarak
küfürler ediyorlardı. Sığınak'ın adamları suyun kenarında
dizilmiş, onlara yardım ediyordu. Üç veya dört Shad nehre
düşmüş, teknelere çekiliyorlardı. Yuhalamalar ve ıslıklar ha
vada çınlıyordu. Mike Dulinsky her şeyin ortasındaydı, koyu
renkli paltosu yırtılmış, saçları dağılmıştı. Patlayan bir du
daktan akan kan gömleğine bulaşmıştı. "Bizi durduracaksı
nız, öyle mi?" Shadwell'in adamlarına bağırıyordu. " Sığınak'a
emir vereceksiniz, ha?"
Dulinsky'nin iki yanındaki adamlar birden adamı tutup
omuzlarına kaldırdılar ve tezahürat yapmaya başladılar. Sha
dwell'li adamlar ağır ağır ve kasvetli bir tavırla karanlık nehre
açıldı. Adamlar gözden kaybolunca, kalabalık da Dulinsky'yi
140
taşımaya ve tezahüratlarına devam ederek depo inşaatının
çevresinde yanan ateşlere doğru döndüler. İnşaatın çevresin
de dönüp durdular, korumalar da kutlamalara katıldı. Len
sersemlemiş fakat muzaffer bir hisle onları izledi. Sonra et
rafına baktığında, tüccarların kampının bulunduğu yönden
bir ışığın parladığını gördü. Yüzünü asarak bu ışığa baktı, ar
kasındaki gürültünün arasında başka erkeklerin uzaktan ge
len seslerini ve atların kişnemelerini duyabiliyordu. Kampa
doğru yürümeye başladı.
Her yanda ışık vermesi için fenerler ve meşaleler yakıl
mıştı. Adamlar atlarını ahırlardan çıkarıp koşumlarını takı
yorlar, eşyalarını kontrol ediyorlar, arabaları gitmeye hazır
lıyorlardı. Len bir-iki dakika izledi, bu süre içinde tüm zafer
hissi ve heyecan bedenini terk edip gitti. Kendini yorgun his
sediyordu, bumu acıyordu.
Fisher'ı gördü ve adama yaklaştı. Fisher işini yaparken,
Len de atların başında dikiliyordu.
"Neden herkes gidiyor?" diye sordu.
Fisher geniş şapkasının güneşliğinin altından Len'e uzun,
sert bir bakış attı.
"Çiftçiler belalarını arıyorlar," dedi. "Belalarını da bula
caklar, bizimse beklemeye niyetimiz yok."
Dizginlerin bağlı olduğundan emin oldu ve koltuğa tır
mandı. Len kenara çekildi ve Fisher ona yukarıdan baktı, bu
bakış, babasının uzun süre önce kendisine attığı bakışa ben
ziyordu.
"Seni daha akıllı sanıyordum, Len Colter," d�di Fisher.
"Ama kızgın demiri tutan önce kendi elini yakar. Tanrı sana
merhamet etsin!"
Dizginleri sallayıp bağırdı, arabayı gıcırdayarak harekete
geçti, diğer arabalar da gitti ve Len arkalarından bakakaldı.
141
12
1 44
izlediğinin farkındaydı, bekledi.
Taylor kapıya kadar gelip durdu. "Mike'a onu görmek is
tediğimi söyle," dedi.
Len yanıtladı, "Burada değil."
Yargıç, Len'in yalan söyleyip söylemediğine karar vermek
için ona uzun uzun baktı. Yargıcın ağzının kenarlarında ger
gin bir grilik vardı, gözleriyse ilginç şekilde sert bakışlı ve
parlaktı.
"Mike'a son bir şans sunmak için geldim," dedi.
"Kasabanın merkezinde bir yerlerde," dedi Len. "Belki
onu orada bulabilirsiniz."
Taylar başını iki yana salladı. "Tanrı böyle istemiş," dedi.
Döndü ve uzaklaştı, ofis binasının köşesine geldiğinde dur
du ve tekrar konuştu. "Seni uyardım, Len. Ama kimse, gör
meyi reddedenler kadar kör değildir."
"Bir dakika," dedi Len. Yargıcın yanına gitti, gözlerinin
içine baktı ve ürperdi. "Bir şey biliyorsunuz siz. Ne oldu?"
"Tanrı'nın isteği," dedi yargıç. "Zamanı gelince sen de öğ
reneceksin."
Len uzandı ve adamı kaliteli kumaştan dikilmiş paltosu
nun yakasından tutup sarstı. "Kendin için konuş," dedi si
nirle. "Tanrı, hepinizin O'nun arkasına saklanmasından emi
nim çok sıkılmıştır. Bu kasabada senin parmağın olmadan
kuş uçmaz. Ne oldu?"
Taylor'ın gözlerindeki narin parıltının bir kısmı yok oldu.
Şaşkınlıkla başını aşağı çevirip Len'in kendisini kaba şekilde
tutan ellerine baktı, Len adamı bıraktı.
"Özür dilerim," dedi. "Ama bilmek istiyorum."
"Evet," dedi Yargıç Taylor, alçak sesle, "bilmek istiyorsun.
Bu senin en büyük sorunundu hep. Sana geç olmadan kendi
sınırını bulmanı söylememiş miydim?"
Yumuşayan yüzüne şimdi merhametli ve samimi bir
üzüntü barındıran bir ifade yerleşmişti. "Bu çok kötü oldu,
Len. Seni kendi oğlum gibi sevebilirdim." 145
"Ne yaptınız siz?" diye sordu Len, bir adım daha yaklaşarak.
Yargıç, "Artık şehirler olmayacak," diye yanıtladı. "Bir ka
nun var ve bu kanuna uyulması gerek."
"Siz korkuyorsunuz," dedi Len, yavaş, afallamış bir sesle.
"Şimdi anladım, siz korkuyorsunuz. Eğer burada bir şehir
kurulursa bombaların tekrar düşeceğinden ve bu kez bom
baların altında sizin kalacağınızdan korkuyorsunuz. Yoksa
çiftçilere, onları durdurmaya çalışmayacağınızı söyleyip... "
"Sus," dedi yargıç ve elini kaldırdı.
Len dinledi. Ağaçların altındaki ve rıhtımdaki adamlar da
öyle. Esau kapıdan çıktı. Ve depo inşaatında çekiçler bir bir
sustu.
Bir şarkı söyleme sesi vardı.
Belli belirsiz bir sesti bu ancak uzaktan geldiği için böyle
duyuluyordu. Kalın, tumturaklı, erkeksi, sağlam ve biraz da
korkutucu bir sesti, durmayan veya yön değiştirmeyen bir
fırtınanın kuşkuya yer bırakmayan kaçınılmazlığı gibi ge
liyordu. Len sözleri çıkaramadı ama bir dakika dinledikten
sonra ne olduklarını anladı. Gözlerim, Tanrı'nın gelişindeki
görkemi gördü şarkısı. "Hoşçakal, Len," dedi yargıç. Ye başı
nı yukarı kaldırarak temmuz sıcağının altında, bembeyaz ve
asık bir yüzle yürüyüp gitti.
"Gitmemiz gerek," diye fısıldadı Esau. "Gidelim buradan."
Tekrar ofise daldı. Len, Esau'nun ayaklarının tavan ara
sına çıkan merdivenlerdeki gürültüsünü duyabiliyordu. Bir
an tereddüt etti. Sonra koşmaya başladı. Kasabaya, uzaktan
gelen marşa doğru koştu. Parlayan çeliklere yazılmış ateşin
müjdesini okudum... Hamd olsun! Hamd olsun! Şükürler
olsun, O'nun gerçekleri yürüyor. Len'in karnında sıkı, buz
gibi bir korku düğümü belirdi. Tenine çarpan hava sanki
buz kesmişti. Rıhtımdaki ve ağaçların altındaki adamlar da
harekete geçmişti, yollara dağıldılar, önce yavaş sonra daha
146
hızlı olacak şekilde yürümeye ve nihayet koşmaya başladılar.
insanlar evlerinden çıkmıştı. Kadınlar, yaşlı adamlar, çocuk
lar sesleri dinleyip birbirlerine ve sokaktan geçen adamlara
bağırıyor, bu sesin ne olduğunu soruyor, neler yaşanaca
ğını merak ediyorlardı. Len meydana girdi. Bir araba öyle
yakınından geçti ki atın ağzındaki köpükler Len'in üzerine
sıçradı. Arabanın içinde kocaman bir aile vardı. Adam atla
n kamçılıyor ve bağırıyor, kadın çığlık atıyor, çocuklar da
birbirlerine sarılmış ağlıyordu. Meydanda dağılmış insanlar
vardı, bazıları kuzeydeki anayola doğru gidiyor, bazıları ne
reye gittiğini bilmeden sağa sola koşuyor, kadınlar insanlara
kocalarını veya oğullarını görüp görmediklerini s oruyordu,
sorular, sürekli sorular, ne oluyor, neler yaşanıyor? Len ara
larından geçip kuzey yoluna koştu.
Dulinsky kasabanın kenarında, hasada neredeyse hazır
buğdayların bulunduğu tarlaları birbirinden ayıran geniş
yoldaydı. Yanında neredeyse iki yüz adam vardı. Hepsinde
sopalar ve demir çubuklar, av tüfekleri ve pompalı tüfekler,
kazmalar ve yarma baltaları vardı. Hepsi ciddi ve gergin gö
rünüyordu. Dulinsky'nin güneşte yanmaktan kiremit ren
gine dönmüş yüzü sadece görünüşte kırmızıydı. Altında,
bembeyaz kesilmişti. Elindeki ağır sopayı bir elinden diğeri
ne geçirerek ellerini pantolonuna silip duruyordu. Len ada
mın yanına geldi. Dulinsky ona baktı ama bir şey söyleme
di. Dikkatini kuzey yönüne, sarı-kahverengi sağlam bir toz
duvarının ilerlediği tarafa vermişti, toz yolu kaplıyor ve iki
yanından buğday tarlalarına taşıyordu. Marş sesi, hep birlik
te yere vurulan ayaklardan çıkan ritmik gürültüyle birlikte
bu kalabalıktan geliyordu, kalabalığı yöneten kısımda yer yer
parlak bir şeyler görünüyordu sanki metal bir şeyden güneş
ışığı yansıyordu.
"Burası bizim kasabamız," dedi Len. "Onların burada bir
hakkı yok. Onları yenebiliriz."
Dulinsky yüzünü gömleğinin koluna sildi. Homurdandı. 147
Bu bir soru da olabilirdi, bir kahkaha da. Len etrafındaki Sı
ğınaklı adamlara baktı.
"Savaşacaklar," dedi.
"Öyle mi?" dedi Dulinsky.
"Dün gece hepsi sizin yanınızdaydı."
"O dün geceydi. Şimdi bugündeyiz."
Toz duvarı ilerledi, erkeklerden oluşuyordu. Duvar durdu,
toz uçup gitti veya yere indi fakat adamlar kaldı, yol boyun
ca ezilmiş buğdayların üstünde ağır, katı bir öbek gibi duru
yorlardı. Parlak noktalar da tırpan bıçakları, mısır bıçakları,
birkaç tane de tüfek namlusuna dönüştü. "Bazıları tüm gece
yürümüş galiba," dedi Dulinsky. "Şunlara bak. Üç idari böl
gede yaşayan ne kadar bok kafalı çiftçi varsa gelmiş." Tekrar
yüzünü silip arkasındaki adamlara hitap etti. "Sakin olun,
çocuklar. Bir şey yapmayacaklar." Kibirli ve sakin bir ifadeyle
öne çıktı. Gözleri sağa sola küçük ama sert bakışlar atıyordu.
Beyaz saçlı ve sert ifadeli, kösele suratlı bir adam onu
karşılamak için öne çıktı. Omzunda bir pompalı tüfek taşı
yordu, ağır ve yalpalayan yürüyüşü bir çiftçinin yürüyüşüy
dü. Ama başını yukarı kaldırdı ve yolda bekleyen Sığınak'ın
adamlarına bağırdı, hırıltılı, keskin sesi Len'e vaaz veren ada
mı anımsatmıştı.
"Kenara çekilin!" diye bağırdı. "Öldürmek istemiyoruz
ama mecbur kalırsak öldürürüz. O yüzden, Tann'nın adıyla,
kenara çekilin!"
"Bir dakika," dedi Dulinsky. "Bir dakika bekleyin. Burası
bizim kasabamız. Acaba kasabamıza ne işinizin düştüğünü
sorabilir miyim?"
Adam Dulinsky'ye baktı ve, "Aramızda şehir istemiyoruz,"
dedi.
"Şehir," dedi Dulinsky. "Şehir!" Güldü. "Beni dinleyin,
efendim. Siz Noah Burdette'siniz, değil mi? Sizi simaen ve
148
ününüzden tanıyorum. İkiz Göller çevresindeki bölgede bir
vaiz olarak epey iyi bir isim yaptınız."
Bir adım daha yaklaştı. Şimdi tartışmaya kendi istediği
gibi yön verecek bir adam nasıl konuşursa o şekilde, daha sa
kin bir tonla konuşuyordu.
"Siz samimi ve dürüst bir adamsınız, Bay Burdette. Doğru
bilgi olduğuna inandığınız şey çerçevesinde hareket ettiğini
zi anlıyorum. Bu yüzden, aldığınız bilginin yanlış olduğunu
öğrendiğinizde şiddete kesinlikle gerek kalmadığına sevine
ceğinizi de biliyorum. Ben... "
"Şiddet," dedi Burdette, "benim istediğim bir şey değil.
Ama iyi bir amaç için kullanıldığında şiddetten kaçınmam."
Çakmak taşı gibi sert bir yüzle, Dulinsky'yi tepeden tırnağa,
yavaş yavaş, sindire sindire süzdü. "Ben de sizi tanıyorum,
hem simaen hem de ününüzden. Sözlerinizi kendinize sak
layabilirsiniz. Kenara çekilecek misiniz?"
"Dinleyin," dedi Dulinsky, sesine yansıyan bir parça çare-
sizlikle. "Burada bir şehir inşa etmeye çalıştığımı söylediler
size ve bu delilik. Ben sadece yeni bir depo inşa etmeye çalı
şıyorum, sizin nasıl yeni bir ahır inşa etmeye hakkınız varsa,
benim de depoya hakkım var. Ben nasıl çiftliklerinize gelip
size emirler yağdıramıyorsam, siz de buraya gelip bana emir
veremezsiniz!"
"Ben buradayım," dedi Burdette.
Dulinsky omzunun üzerinden arkaya baktı. Len, seninle
yim demeye çalışırcasına Dulinsky'ye doğru ilerledi. Ve son
ra Yargıç Taylor, düzensiz sıralar halinde dizilmiş Sığınaklı
adamların arasından çıktı ve, "Dağılın, evlerinize dönün ve
orada kalın," dedi. "Size bir zarar gelmeyecek. Silahlarınızı
bırakın ve evinize dönün."
İnsanlar tereddüt etti, birbirlerine baktılar, Dulinsky'ye
baktılar ve önlerindeki çiftçilerin oluşturduğu sağlam du
vara baktılar. D ulinsky yorgun ama sert bir ifadeyle, yargıca
döndü. "Seni kaz beyinli korkak. Bu senin işin." 1 49
"Yeteri kadar zarar verdin, Mike," dedi yargıç. Yüzü bem
beyazdı. Dimdik duruyor, hiç hareket etmiyordu. "Sığı
nak'taki herkesin bu yüzden acı çekmesine gerek yok. Kena
ra çekil."
Dulinsky önce yargıca sonra Burdette'e baktı. "Ne yapa
caksınız?"
"Kötülüğü temizleyeceğiz," dedi Burdette, yavaşça, "Ki
tap'ın bize söylediği gibi, ateşle yakarak."
"Özetle," dedi Dulinsky, "depolarımı ve canınız başka
neyi yakmak istiyorsa onları yakacaksınız. Lanet olsun size."
Döndü ve Sığınaklı adamlara bağırdı. "Dinleyin, aptallar, siz
ce depolarımı yakmakla yetinecekler mi? Tüm kasabayı cayır
cayır yakacaklar! Önümüzdeki on yıllar boyunca nasıl yaşa
yacağınıza karar vermenin vakti geldi, anlamıyor musunuz?
Özgür insanlar mı olacaksınız yoksa yerlerde sürünen köle
ler mi?"
Sesi yüksele yüksele bir ulumaya dönüşmüştü. "Gelin ve
savaşın, lanet olsun size, savaşın!"
Döndü ve sopasını havaya kaldırarak Burdette'in üzerine
koştu.
Acele etmeden, hiçbir acıma emaresi göstermeden, Bur
dette pompalı tüfeğini savurarak çevirdi ve ateş etti.
Çok yüksek bir ses çıktı. Dulinsky sanki sert bir duvara
çarpmış gibi durdu. Bir-iki saniye öylece dikildi sonra sopası
ellerinden düştü, kollarını indirdi ve karnının üzerinde bağ
ladı. Dizleri büküldü ve dizlerinin üzerinde toprağa yığıldı.
Len ileri çıktı.
Dulinsky, Len'e şaşkınlıktan kalakalmış bir ifadeyle bak
tı. Ağzı açıldı. Bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi ama du
daklarından sadece kan çıkıyordu. Sonra birdenbire yüzü,
mumu söndürülmüş bir odanın penceresi gibi ifadesizleşti
ve yabancılaştı. Öne doğru düşüp hareketsiz kaldı.
1 50
"Mike," dedi Yargıç Taylor. "Mike?" Gözleri fal taşı gibi
açılmıştı, Burdette'e baktı. "Ne yaptın sen?"
"Katil," dedi Len, sözcük hem Burdette'i hem de yargıcı
ifade ediyordu. Sesi çatladı, yükselerek sert bir çığlığa dönüş
tü. "Lanet olası, korkak katil!" Yumruklarını kaldırıp Burdet
te'e doğru koştu ancak çiftçilerin safları harekete geçmişti
bile, sanki Dulinsky'nin ölümü bekledikleri sinyaldi ve Len
bayraktarlık ettiği için dalgaya kapılmıştı. Burdette kaybol
muştu, şimdi Len'in karşısında uzun boyunlu, geniş omuzlu
ve Soames'a karşı suçlamayı haykıran benzeri bir ağza sahip
iriyarı, genç bir çiftçi duruyordu. Uzun, kabuğu soyulmuş,
çit direği olarak kullanılanlara benzeyen bir sopa yaşıyordu,
sopayı Len'in kafasına indirdi, bir yandan da aceleci bir kı
kırdamayla gülüyor, gözleri muazzam bir heyecanla parlı
yordu. Len yere düştü. Çizmeler üzerine indi, onu tekmeledi
ve takıldılar, Len içgüdüsel olarak kollarıyla başını ve boynu
nu koruyarak dertop oldu. Ortalık birden karardı. Sığınaklı
adamlar sanki sarsak bir perdenin arkasında, uzaktaydılar.
Ancak Len adamların birer birer gittiğini, safların eridiğini,
çiftçilerin önündeki yolun boşaldığını ve kasabayla araların
da hiçbir şeyin kalmadığını görebiliyordu. Sıcak bir öğleden
sonra vakti Sığınak'a doğru ilerlediler ve hareket ettikçe yine
toz kaldırdılar, toz dindiğinde geride sadece Len ve üç-dört
adım ötesindeki Dulinsky'nin cesedi kalmıştı. Yargıç Taylor
da yolun ortasında hareketsiz duruyordu, sadece dikiliyor,
Dulinsky'ye bakıyordu.
13
1 64
"Ha, evet," dedi Hostetter. "Telsiz. Her şeyin başı o telsiz,
değil mi? Onu çaldığı için Esau'ya bir borcum vardı. Kaybol
duğunu görünce döktüğüm terler için borcum vardı ona."
Hostetter ürperdi. ''Tanrım. Beni açığa çıkarmaya ne kadar
yaklaştığını düşününce... Asla canlı çıkamazdım, biliyorsun.
Senin insanların bana gitmemi ve bir daha gelmememi söy
lerdi ama ünüm yayılırdı. Esau'yu kurtlara atmak zorunda
kaldım, üzgün olduğumu da söyleyemem. Ama senin de me
seleye dahil olman çok kötü oldu."
"Seni hiç suçlamadım. Esau'ya bunun kolay olmayacağını
söylemiştim."
"Eh, çiftçilere teşekkür edebilirsin çünkü onlar olmasa
Sherman'ı sizi almaya ikna edemezdim. İki taraftan birinin
sizi kesinlikle öldüreceğini, sizin ölümünüzü vicdanımın
kaldıramayacağını söyledim. Nihayet ikna oldu fakat, sana
söyleyeyim, Len, biri bir daha sana iyi bir tavsiye verirse, o
tavsiyeye uy."
Len boynunda ipin kestiği yeri ovdu. "Evet, efendim. Ve
teşekkürler. Yaptığınız iyiliği unutmayacağım."
Hostetter çok ciddi bir tavır ve Len'in babasının bazen
konuştuğu bir havayla, "Unutma," dedi. "Çünkü sadece be
nim değil, Sherman'ın da değil ama pek çok insanın ve dü
şüncenin hayatı senin unutmamana bağlı olabilir."
Len yavaşça, "Bana güvenemeyeceğinden mi korkuyor-
sun?" diye sordu.
"Mesele tam olarak güven meselesi değil."
"Ne o zaman?"
"Bartorstown'a gidiyorsun."
Len yüzünü astı. Hostetter'ın ne demeye çalıştığını anla
maya çalışıyordu. "Ama gitmek istediğim yer orası zaten. Bu
yüzden ... bunca şey oldu."
Hostetter düz kenarlıklı şapkasını alnından yukan doğru
itti. Yüzü ay ışığında net olarak göründü. Gözleri anlayış ve
sakinlikle Len'in üzerindeydi. 1 65
"Bartorstown'a gidiyorsun," diye tekrar etti. "Senin ka
fanda hayal ettiğin bir yer var, ona bu ismi vermişsin ama
gittiğin yer orası değil. Sen gerçek Bartorstown'a gidiyorsun
ve bu yer muhtemelen kafandaki yere pek benzemeyecek.
Orayı sevmeyebilirsin. Orayla ilgili oldukça güçlü düşünce
lerin olabilir. İşte bu yüzden, bize borçlu olduğunu unutma
diyorum.';
"Bak," dedi Len. "Bartorstown'da insan bir şeyler öğre
nebiliyor mu? Kitaplar okuyup hakkında konuşabiliyor mu?
Makineler kullanabiliyor mu? Gerçekten düşünebiliyor mu?"
Hostetter başını salladı.
"O zaman orayı seveceğim." Len gecenin karanlığında
ki sakin topraklara; uykudaki, cinayete meyilli, nefret dolu
ülkeye baktı. "Bunların hiçbirini bir daha görmek istemiyo
rum. Asla."
"Hiç değilse benim hatırıma," dedi Hostetter, "umarım
uyum sağlayabilirsin. Başımda yeteri kadar dert var zaten,
Sherman'a bir de kızı açıklayacağım. O plana dahil değildi.
Ama başka ne yapabilirdim bilemedim."
"Ben de onu merak ediyordum," dedi Len.
"Esau'nun yanına gelmişti, ona kaçması için yardım ede
cekti. Ailesine · dönemeyeceğini söyledi. Esau'yla kalacağını
söyledi. Zaten Esau'yla kalmak zorunda olduğu açıktı."
"Neden?" diye sordu Len.
"Haberin yok mu?"
"Yok."
"Dünyadaki en güzel sebepten," dedi Hostetter. "Esa
u'nun çocuğunu taşıyor."
Len açık ağzıyla bakakaldı. Hostetter doğruldu. Kaptan
köşkünden bir adam çıkıp Hostetter'a, "Sam telsizden Col
lins'le konuşuyor," dedi. "Sen de gelsen iyi olur, Ed."
"Sorun mu var?"
166
"Görünen o ki giderken suya düşürdüğümüz arkadaşımız
söylediklerinde ciddiymiş. Collins ay çıktığı gibi iki römor
kör geçti diyor. Bir şey çekmiyorlarmış ama ağızlarına kadar
adam dolularmış. Biri Sığınak'tan, biri Shadwell'den kalk
mış."
Hostetter yüzünü ekşitti. Piposundaki külleri döktü ve
onları çizmesinin altında dikkatle ezdi. Len'e döndü, "Col
lins'e gözünü dört açmasını söylemiştik, her ihtimale karşı.
Bir yüzen evi var. Gezen bir gözlem noktası olarak çalışıyor.
Neyse, gel bakalım. Bartorstownlı olmanın bir parçası bu da.
Şimdiden alışsan iyi olur."
15
1 72
arasında kalan kısmın durumunu tartışarak konuşmaya baş
ladılar. Kovacs döndü, Len ve Esau'ya baktı.
"Gelin," dedi. "Size bir iş vereceğim. Buharlı motorlardan
anlar mısınız?"
"Biraz," dedi Len.
"Eh, bununla ilgili bilmeniz gereken tek şey ateşi sürekli
harlı tutmanız. Acelemiz var."
"Tabii," dedi Len, yapacak bir şey bulmuş olmanın se
vinciyle. Yorgundu fakat zihni eski anılardan ve mutsuz
düşüncelerden, çoktan Soames'un yüzüne benzemeye baş
lamış Dulinsky'nin ölürkenki yüzünün görüntüsünden kur
tulacaksa, biraz daha yorulmaya katlanabilirdi. Kovacs'ın
ardından merdivenleri tırmandı. Kaptan köşkünde, Amity
görünüşe göre uykuya dalmıştı çünkü yanından geçtiklerin
de hiçbir kıpırtı göstermemişti, Esau ise parmak uçlarında
yürüyor, Amity'nin yatağına bir perde vazifesi gören batta
niyeye endişeli endişeli bakıyordu. Bir dakika b oyunca gece
havası tenlerine dokundu, temiz ve serindi sonra tekrar de
liğe, kazanın bulunduğu bölüme girdiler. Burada sıcak de
mir ve kömür tozu kokusu vardı, çok terli görünen bir adam,
elindeki geniş kürekle kova ve ocak kapısı arasında mekik
dokuyordu. Kovacs, "Saf1:a yardım getirdim, Charlie," dedi.
"Harekete geçiyoruz."
Charlie başını salladı. "Şurada kürek var." Kapıyı ayağıy
la açıp kömürü kürekle atmaya koyuldu. Len gömleğini çı
kardı. Esau da gömleğini çıkarıyordu, düğmelerinin yarısını
açmıştı ki kazana bakarak, "Daha farklı olacağını düşünüyor
dum," dedi.
"Ne?" dedi Kovacs.
"Motoru diyorum. Yani, Bartorstown'dan geldiğinize göre
istediğiniz türde bir motorunuz olabilirdi hem ayrıca düşü
nünce ... "
Kovacs başını iki yana salladı. "Odun ve kömürden baş
ka yakıt yok. Bunları kullanmak zorundayız. Ayrıca, nehir 173
boyunca bir sürü yerde duruyoruz, bir sürü insan tekneye
biniyor. Görmek istedikleri ilk şey de motor oluyor. Farklı
bir motor olsa bir bakışta anlarlar. Mesela motorun arızalan
dığını düşün? O zaman ne yapacaksın, yedek parça için ta
Bartorstown'a kadar gidecek misin?"
"Anladım," dedi Esau. "Sanırım öyle." Gözle görülür şekil
de hayal kırıklığına uğramıştı. Kovacs gitti. Esau gömleğini
çıkarmayı bitirdi, bir kürek aldı ve kömür kovasının başında
ki Len'in yanına geldi. Charlie bacanın çekişini kontrol edip
güvenlik vanasına bakarken, Esau ve Len ateşi beslediler. Pis
tonun gümbürtüsü hızlandıkça hızlandı, kanatlı çarkı dön
dürdü ve mavna süratini artırarak akıntı yönünde ilerlemeye
başladı. Sonunda Charlie bir süre durmalarını işaret edince
işlerini bırakıp küreklerine yaslandılar ve yüzlerindeki teri
sildiler. "Bence Bartorstown hayal ettiğimiz gibi bir yer çık
mayacak," dedi Esau.
"Hiçbir şey," dedi Len, "hayal ettiğin gibi çıkmaz."
Başka bir adam gelerek yarışın bittiği haberini verip Len
ve Esau'ya durmalarını söyleyinceye kadar epey zaman geç
miş gibiydi. Yorgun argın güverteye çıktılar, çark kanatları
nın terse dönmesiyle Len mavnanın sarsılıp titrediğini his
setti. Bu durum bu gece ilk kez yaşanmıyordu. Len, Kovacs'ın
ya şeytan gibi bir kaptan olduğunu ya da şeytan gibi bir kap
tanı olduğunu düşündü.
Kaptan köşküne yaslandı, serin hava ürperticiydi. Ayın
gökyüzünden kaybolduğu ve güneşin henüz doğmadığı o ya
vaş geçen, karanlık zamandaydılar. Nehrin kıyısı alçak, kara
bir leke gibi görünüyordu, üstü sisle kaplanmıştı. İleride,
sert bir duvara çarpmışçasına kıvrılıyordu, sanki nehir orada
sona eriyordu da mavna bir dakika içinde karaya vuracaktı.
Len esneyip kurbağaları dinledi. Mavna döndü, nehir orada
yönünü değiştiriyordu. Kavisin hemen göbeğinde bir köy
1 74
duruyor, evlerin kare biçimleri görülmekten ziyade hissedi
liyordu. Bumun ucuna yakın bir yerlerde ise birkaç kırmızı
ışık yanıyor, havada asılı gibi duruyorlardı.
Ön güvertede bir fener hızlıca üç sefer gösterilip gizlendi.
Alçaktan, suyun yüzeyinden, yanıt veren bir ışığın yanıp sön
düğü görüldü. Orada olduğunu bildiği için, Len içinde bir
adamın durduğu solgun kanoyu seçebildi sonra birdenbire,
tarak gemisinin hayaletimsi, devasa biçimi karanlığın için
den kanoya doğru atılır gibi oldu. Şekil kayıp gitti. Kısmen
demonte edilmiş bir kamara, düz bir platformun üzerine
iskeleti andıran bir biçimde yerleştirilmişti, çok büyük, ağır
bir demir kepçesi vardı. Sonra tarak gemisi arkalarında kaldı,
Len kırmızı ışıkları izledi. Uzunca bir zaman hareket etmiyor
gibiydiler sonra hafifçe ilerlemeye başladılar ardından biraz
daha, ağır ağır, muhteşem bir yavaşlıkla karşı kıyıya doğru
savruldular, nehrin aşağı kısmından yükselen gürültü de bir
saniye sonra geldi.
"Gemiyi yarın bu saatlerde buradan çıkarmış olurlarsa
şanslılar," dedi Esau.
Len başıyla onayladı. Gerginliğin kalktığını hissediyordu
belki de bu duygunun sebebi haftalardır kendini ilk kez gü
vende hissedişi olabilirdi. Sığınaklı adamlar artık kendilerini
takip edemezlerdi, gönderecekleri herhangi bir haber de on
ları durduramayacak kadar geç ulaşırdı.
"Ben yatıyorum," dedi ve kaptan köşküne girdi. Amity
hala perdesinin arkasında uyuyordu. Len, Amity'nin yata
ğından en uzak yatağı seçip neredeyse yattığı anda uyuya
kaldı. Aklındaki son düşünce Esau'nun baba olacağıydı, bir
sebepten, bu hiç doğru gelmiyordu. Sonra Watts'ın yüzü ve
ıslak ipin korkunç kokusu araya girdi. Len nefessiz kaldı ve
mırıldandı ardından karanlık tüm sakinliği ve derinliğiyle
üzerine çöktü.
1 75
16
Bir sessizlik daha yaşandı. Sonra Esau, biraz fazla yüksek ses
le, "Buraya gelmek için çok çalıştık. Kaçma ihtimalimiz yok
ki," dedi.
"insanlar fikirlerini değiştirebilirler. Söylememiş olmak
tan iyidir."
Esau ellerini masaya koydu, "Sadece bir soru sorabilir mi
yim?" dedi.
214 "Tabii."
"Bartorstown dedikleri yer neresi?"
Sherman sandalyesinde arkasına yaslandı ve yüzünü asa
rak gözlerini Esau'ya dikti. "Bak sana ne diyeceğim, Colter.
Bunu senden saklamanın bir yolu olsa bunu şimdi de daha
sonra da cevaplamazdım. Siz çocuklar bizim için büyük bir
soruna sebep oldunuz. Yabancılar buraya geldiğinde ağzı
mızı kapalı tutar, çok dikkatli davranırız. Bu da çok büyük
bir problem yaratmaz çünkü buraya pek az yabancı gelir ve
çok uzun kalmazlar. Ama siz ikiniz burada yaşayacaksınız.
Eninde sonunda, kaçınılmaz olarak, bizimle ilgili her şeyi öğ
reneceksiniz. Ama yine de, gerçekten buraya ait değilsiniz.
Tüm hayatınız, eğitiminiz, geçmişiniz, yetiştirilişiniz bizim
inandığımız her şeyle çelişiyor."
Len'e bir bakış attı, keyiflenmiş gibiydi. "Kulakların boşu
na kızarmasın, genç adam. Samimi olduğunuzu biliyorum.
Buraya gelebilmek için nelere katlandığınızı da biliyorum,
kolay şeyler değiller ha, sizin yerinizde olsak çoğumuz bun
lara katlanmazdık. Ancak... yarın yeni bir gün. Yarın ne his
sedeceksiniz ya da ertesi gün?"
"Bence oldukça güvendesiniz," dedi Len. "Yeterince kur-
şununuz varsa. "
"Ha," dedi Sherman. "O mesele. Evet. Yani, sanırım. Ney
se, sizinle şansımızı denemeye karar verdik, o yüzden fazla
seçeneğimiz yok. Bartorstown size anlatılacak. Ama bu gece
değil." Kalktı ve elini aniden Len'e uzattı. "Sabırlı ol."
Len adamla el sıkıştı ve gülümsedi.
Hostetter, "Görüşürüz, Harry," dedi. Len ve Esau'ya bakıp
başıyla işaret etti ve tekrar dışarıya, tamamen çökmüş karan
lığa, insanı irkilten bir soğukluğa ve pek çok yabancı kokuya
çıktılar. Tekrar kasabaya doğru yürüdüler. Her evde lambalar
yanıyordu, insanlar yüksek sesle konuşup gülüyordu, küçük
gruplar halinde bir yerden bir yere gidiyorlardı. "Her zaman
bir kutlama vardır," dedi Hostetter. "Adamların bazıları uzun
215
zamandır yoldaydı."
Sevimli, sağlam bir kütük eve vardılar; ev Wepplo ailesi
ne aitti, yaşlı adam, oğlu, gelini ve Joan adlı kız burada yaşı
yordu. Birlikte akşam yemeği yediler ve pek çok insan eve
girip çıktı, Hostetter'a selam verdiler ve elden ele dolaşan bir
güğümden küçüklü büyüklü yudumlar aldılar. joan adlı kız
tüm akşam boyunca Len'i izledi ama fazla konuşmadı. Saat
geç olunca, Gutierrez geldi. Ölümüne sarhoştu ve ayakta di
kildiği yerden Len'e öyle ciddi ve öyle uzun süre baktı ki Len
adamın ne istediğini sordu.
Gutierrez, "Sadece buraya gelme zorunluluğu yokken
yine de gelmek isteyen bir adama bakmak istedim," dedi.
İç çekti ve gitti. Az sonra Hostetter, Len'in omzuna do
kundu. "Gel, Lennie," dedi, "yoksa Wepplo'nun evinde yerde
uyursun."
Neşeli bir ruh halinde gibi görünüyordu, sanki eve dön
mek her şeye rağmen düşündüğü kadar kötü değilmiş gibi.
Len buz gibi gecenin içinde Hostetter'ın yanında yürüdü.
Fall Creek şimdi daha sessizdi, lambalar bir bir sönüyordu.
Hostetter'a, Gutierrez'le yaşadığını anlattı.
Hostetter, "Zavallı Julio," dedi. "Zihinsel olarak kötü bir
durumda."
"Nesi var ki?"
"Üç senedir bir şey üzerinde çalışıyor. Daha doğrusu, bu
şey üzerinde bütün hayatı boyunca çalıştı. Ama özellikle bu
noktasında, yani. Üç senedir. Ve çalışmalarının hiçbir işe ya
ramadığını öğrendi. Sil baştan başlayacak. Fakat Julio baştan
başlasa da ömrünün vefa etmeyeceğini düşünüyor."
"Neye vefa etmeyecek?"
Ama Hostetter sadece, "Bekarlar kulübesinde yatmamız
gerekecek bugün," dedi. "O kadar da kötü değil. Bir sürü ar
kadaş edinirsin."
Bekarlar kulübesi uzun, iki katlı bir kütük evdi, Fall
216
Creek'in özgün inşaatlarından biriydi fakat sonrasında bina
ya eğreti kanatlar eklenmişti. Hostetter'ın Len'i getirdiği oda
bu kanatlardan birinin arka kısmındaydı, kendi kapısına sa
hipti ayrıca, hem havaya güzel bir koku veren hem de rüzgar
estiğinde tatlı tatlı fısıldayan kısa boylu çam ağaçlarına da
çok yakındı. Wepplo'nun evinden kendilerine rulo yapılmış
battaniyeler almışlardı. Hostetter, kendi battaniyesini oda
daki iki yataktan birinin üzerine serdi ve çizmelerini çıkar
maya koyuldu.
"Ondan hoşlandın mı?" diye sordu.
"Kimden?" diye sordu Len, kendi battaniyesini sererken.
"Joan Wepplo."
"Ne bileyim ben? Kızı doğru dürüst görmedim bile."
Hostetter güldü. "Tüm akşam gözlerini kızdan alamadın
be."
"Düşünecek daha önemli şeylerim var," dedi Len sinirle.
"Bir kıza takılamam."
Yatağa yattı. Hostetter mumu üfledi ve birkaç dakika son
ra horlamaya başladı. Len sıfır uykuyla öylece yattı, vücudu
nun her bir parçası açıktaydı, hassastı ve titriyordu, hisse
diyor ve duyuyordu. Bu yatak yeni bir nesneydi. Her şey tu
haftı: Toprağın ve tozun, çam iğnelerinin, çam reçinesinin,
duvarların, zeminlerin, pişen yemeklerin kokusu, hareket
eden şeylerin boğuk sesi ve gecenin içindeki konuşmalar, her
şey. Ancak bir taraftan da o kadar tuhaf gelmiyordu. Bura
sı sadece dünyanın başka bir kısmıydı, başka bir kasabaydı
ve Bartorstown nasıl bir yer çıkarsa çıksın, Len'in umduğu
gibi bir yer olmayacaktı. Berbat hissediyordu. O kadar ber
bat hissediyor ve her şeyin nasılsa öyle olmasına o kadar öfke
duyuyordu ki duvarı tekmeledi, sonra bu yaptığının ne kadar
çocukça olduğunu fark edip gülmeye başladı. Kahkahasının
ortasında, Joan Wepplo'nun yüzü gözünün önüne geldi; par
lak ve şüpheci gözleriyle Len'i izliyordu.
Sabah uyandığında, Hostetter'ın çoktan kalkıp bir yerlere 211
gitmiş olduğunu gördü çünkü adam geri dönmüştü.
"Temiz gömleğin var mı?"
"Sanırım."
"Tamam, kalk da giy bakalım. Esau sağdıcı olmanı isti-
yor.
"
233
"Pekala," diye bağırdı Len. Köşeye sıkıştırılmıştı. Kaçış
yolu göremiyordu. "Başka nasıl bir yol var ki?"
"Mantığın yolu," dedi Sherman. "Ve şimdi, sana Bartors
town'ın neden kurulduğunu anlatabilirim."
22
Ertesi sabah Len v e Esau bir kez daha Sherman'ın evine çağ
rıldılar ve bu kez Hostetter onlarla değildi. Sherman, evin
salonundaki masanın etrafında onlara baktı, ellerinde iki
anahtarı döndürüp duruyordu.
"Sizi zorlamayacağımı söylemiştim, zorlamayacağım da.
Ama bu süre zarfında da çalışmanız gerekiyor. Şimdi, size
Fall Creek'te yapabileceğiniz, nalbantlık veya katırlarla ilgi-
lenmek gibi bir işte çalışmak için izin verirsem, Bartorstown 249
250
lışacaksınız. Reaktöre alışmanızı istiyorum, böylece ondan
korkmayı unutacaksınız."
Bu doğru olabilir mi? diye düşündü Len. Yoksa korkula
rımızın üstesinden gelebilir miyiz diye, bununla yaşamayı
öğrenebilir miyiz diye bizi mi deniyor?
"Şimdi gidin bakalım," dedi Sherman. "Jim sizi bekliyor."
Böylece yola çıktılar, sabahın erken saatinde, kayaların
arasındaki rampadan Bartorstown'a uzanan tozlu yolda yü
rümeye koyuldular. Güvenlik kapısına geldiklerinde durdu
lar ve huzursuzlandılar, ikisi de diğerinin kapıyı açmasını
bekliyordu. Len, "Korkmadığını sanıyordum," dedi.
"Korkmuyorum. Sadece... Lanet olsun, diğer adamların
hepsi onun etrafında çalışıyorlar. Sorun yok. Hadi."
Anahtarını sinirle kilide soktu, çevirerek kilidi açtı ve içe
ri girdi. Len kapıyı dikkatle kapattı ve düşündü, Şimdi onun
yanında, büyükannenin dünyasına gökyüzünden düşen ale
vin yanında mahsur kaldım işte.
Tünel boyunca Esau'nun arkasından yürüdü ve o iç kapı
dan geçti, monitör odasının önünden ilerlerken genç Jones
onlara selam verdi. Ve korkmuyor muydu? Hayır, Ed Hos
tetter gibi, ona da korkması öğretilmemiş ki. Ayrıca hayatta,
hem de sağlıklı. Tanrı onun canını almamış. Tanrı hiçbiri
nin canını almamış. Bartorstown'ın hayatta kalmasına izin
vermiş Tanrı. Bu bile, her şeyin yolunda olduğuna dair, Bar
torstownlıların bulmaya çalıştığı yanıtın doğru şey olduğuna
dair bir kanıt değil mi?
Ancak Tanrı'nın yöntemlerine bizim aklımız ermez, gü
nahkar adama dünyadaki zamanı verilmiştir ve...
"Nerelere gittin gene?" diye sordu Esau. "Hadisene."
Üstdudağında ter damlaları vardı, ağzının kenarı seğirip
duruyordu. Merdivenleri tekrar indiler, çelikten basamaklar
içlerinin boş olduğunu belli edercesine ayaklarının altında
çınlıyordu, büyük bilgisayarın olduğu katı da geçtiler, en alt
basamağa dek inmeye devam edip merdiveni bitirince her 251
yanı elektrikle titreyen büyük ve geniş mağaraya vardılar,
jeneratörleri ve türbinleri arkalarında bıraktılar, sonunda
beton duvarın soğuk, ifadesiz yüzü tam karşılarındaydı. Ba
balarımızın günahları hala bizimle, günahları yoksa da aptal
lıkları, onları asla, hem de asla tekrar etmemeliyiz...
Ama etmişlerdi.
]im Sidney onlarla konuştu. Len ve Esau duyana dek aynı
şeyi iki kez söylemesi gerekti fakat buraya ilk gelişleri ol
duğu için sabırlı davrandı. Len, Jim'i buhar tesisinin devasa
gövdesine doğru takip etti, kendini tüm o akıl almaz gücün
yanında küçük ve önemsiz hissediyordu. Dişlerini sıktı ve
içinden sessizce, sadece böyle hissetmekten korkuyorum,
Sherman'ın dediği gibi, üstesinden geleceğim diye haykırdı.
Diğerleri korkmuyorlar. Onlar da insan, diğer tüm insanlar
ve iyi insanlar gibi, doğru şeyi yaptıklarına inanan, devletin
onlara güvenerek verdiği işi yapan insanlar. Öğreneceğim.
Büyükanneın de öğrenmemi isterdi. Bana, Bilmekten asla
korkma, derdi ve ben de korkmayacağım.
Korkmayacağım. Bunun bir parçası olacağım, dünyayı
korkudan kurtarmaya yardım edeceğim. İnanacağım çünkü
şu anda buradayım ve yapabileceğim başka bir şey yok.
Hayır. Böyle olmaz. İnanacağım çünkü doğru olan şey
inanmak. Doğru olan şeyin inanmak olduğunu öğrenece
ğim. Ed Hostetter da bana yardım edecek. Çünkü ona güve
nebilirim ve bunun doğru olduğunu o söylüyor.
Len, Esau'nun yanında, buhar tesisinde çalışmaya başla
dı. Günün geri kalanında reaktörün duvarına bir kez olsun
bakmadı. Ama onu hissedebiliyordu. Etinde, kemiklerinde,
kanındaki titreşimde hissedebiliyordu, Fall Creek'e dönüp
kendi yatağına yattığında bile hissedebiliyordu. Uykuya dal
dığındaysa rüyasında görüyordu.
Ama ondan kaçış yoktu. Buhar tesisine ertesi gün geri
252
döndü, sonraki gün de, devam eden günlerde de düzenli
olarak gitmeye devam etti, pazar günleri hariç. Pazar gün
leri kiliseye gidiyor, öğleden sonraları da Joan Wepplo'yla
yürüyüşlere çıkıyordu. Kiliseye gitmek ona kendini iyi his
settiriyordu. Tanrı'nın burada yapılan çalışmaları kutsadığı
nı, tek yapmaları gerekenin sabır göstermek, kararlı olmak
263
26
268
kıtır karlara bata çıka sağa sola gidiyordu, gece tüm lambalar
yanıyor, neşeli sapsarı ışıkları pencerelerden dışarı sızıyordu.
Joan heyecanına yenilip daha tutkulu hale gelmişti, başka bi
rinin evine gitmek için birlikte yola çıkmışken, Len'i bir ağaç
grubunun ardındaki karanlığa soktu ve birkaç dakikalığına
soğuğu unuttular. Birbirlerine sardıkları kollarıyla, birbirine
karışan nefeslerinin buharı etraflarında soğuk bir hale gibi
dolaşırken, öylece dikildiler.
"Beni seviyor musun?"
Len, Joan'ı öyle sertçe öptü ki canı yandı. Eli, Joan'ın yün
şapkasının altından ensesindeki saçlarını kavramıştı.
"Nasıl bir his?"
"Len. Ah, Len, eğer beni seviyorsan, gerçekten seviyor
san... "
Birdenbire kendini Len'e yapıştırmıştı. Hızla, gözü dön
müş gibi konuşuyordu.
"Beni kurtar buradan. Burada biraz daha hapis kalırsam
aklımı yitireceğim. Kız olmasam kendi başıma kaçardım,
hem de uzun zaman önce. Beni buradan götürmene ihtiya
cım var. Hayatımın geri kalanında tapanın sana."
Len, Joan'dan uzaklaştı, yavaşça, dikkatlice, bir insan ba
tağın kenarından nasıl çekilirse.
"Hayır."
"Neden, Len? Neden daha önce duymadığın bir şey için
tüm hayatını bu delikte geçireceksin? Bartorstown senin için
çocukken kurduğun bir hayalden ibaret, başka bir şey değil."
"Hayır," dedi tekrar. "Sana daha önce söyledim. Beni ra
hat bırak."
Yürümeye başladı ama Joan karın içinde hızla ilerleyip
Len'in karşısına dikildi.
"Dünyanın geleceği hakkındaki o saçmalıklarla kafanı
doldurdular, değil mi? Doğduğumdan beri o masalları din
liyorum ben. O yük, o kutsal borç ..." Len, )oan'ın yüzündeki
donuk ve solgun kar parıltısının, uzun zamandır içinde sak 269
ladığı ve şimdi serbest kalan öfkeyle bozulduğunu görebili
yordu. "Bombayı ben yapmadım, atmadım da, ayrıca bundan
yüz sene sonra aynı şeyler bir daha yaşanacak mı göremeye
ceğim çünkü burada olmayacağım. O zaman, neden borcum
var benim? Ve senin neye borcun var, Len Colter? Bana bu
nun cevabını ver."
Kelimeler düşe kalka dilinin ucuna kadar geliyordu ama
Joan o kadar sert bakıyordu ki Len hiçbir şey söyleyemedi.
"Borcun yok," dedi )oan. "Sadece korkuyorsun. Gerçek
lerle yüzleşmekten, onca yılı bir hiç için harcamış olduğunu
itiraf etmekten korkuyorsun."
Gerçekler, diye düşündü Len. Senin asla görmediğin ger
çeklerle her gün yüzleşiyorum ben. Beton duvarın ardındaki
gerçeklerle.
"Beni rahat bırak," dedi Len. "Gitmiyorum, gidemem. O
yüzden kapat artık çeneni."
Joan, Len'e güldü. "Bartorstown'la ilgili bir sürü şey anlat
tılar sana ama bahse girerim hiç bahsetmedikleri bir şey var.
Bahse girerim sana Sıfır Çözümü'nü anlatmamışlardır."
Sesinde öyle bir zafer tınısı vardı ki Len artık kızı dinle
memesi gerektiğini anlamıştı. Ama Joan, Len'i kışkırtıp du
ruyordu. "Öğrenmek istiyordun, değil mi? Orada sana her
zaman bütün gerçeği aramanı, gerçeğin sadece bir kısmıyla
tatmin olmaman gerektiğini söylemediler mi? Bütün gerçeği
istiyorsun, değil mi? Yoksa ondan da mı korkuyorsun?"
"Pekala," dedi. "Sıfır Çözümü nedir?"
Hızlıca, kindar bir keyifle anlattı. "Nasıl çalıştıklarını
biliyorsun. Teoriler üretiyorlar, onları denklemler haline
getiriyorlar ve denklemleri Clementine'a yüklüyorlar. Eğer
denklemler çalışırsa, bu ileri doğru atılmış bir adım oluyor.
Denklemler çalışmazsa, son seferki gibi, orası çıkmaz sokak
oluyor, negatif sonuç. Ama bu denklemleri Clementine'a
270
yükledikleri onca zamandır, tüm bu adımları ana çözüm
dedikleri bir şeye doğru birleştiriyorlar. Bu durumda, o so
nucun negatif çıktığını düşün? Son denklemlerin işe yara
madığını, elde ettikleri tek sonucun aradıkları şeyin var ol
madığının matematiksel kanıtı olduğunu düşün? İşte Sıfır
Çözümü, bu."
"Tanrım," dedi Len, "bu mümkün mü? Ben zannediyor
dum ki.. " Karlı gecenin göbeğinde, midesi bulandı; sefil
.
302