Leigh Brackett - Uzak Yarın

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 303

Leigh Douglass Brackett

1915 yılında Los Angeles'ta doğdu. Uzay Operalarının Kra­


liçesi lakabıyla dergilere yazdığı öykülerin dışında pek çok
roman ve novella kaleme aldı. Hollywood'da William Faulk­
ner ile çalıştığı Birleşen Kalpler (The Big Sleep, 1946) filmi dı­
şında, Kahramanlar Şehri (Rio Bravo, 1959), Uzun Veda (The
Long Goodbye, 1973) gibi önemli pek çok filmin de senaris­
tiydi. 1978'de kanserden hayatını kaybetmeden önce Star
Wars - Bölüm Vin senaryosunun ilk taslağını yazmış fakat
versiyonu reddedilse de belli başlı anlar korunmuştur. Hugo
Ödülleri'nde kısa listeye giren ilk kadın yazardır. Kendisine
202o'de Retro Hugo Ödülü verilmiştir.
Uzak Yarın
Leigh Brackett

Özgün Adı
The Long Tomorrow

lthaki Yayınları -1992

Bilimkurgu Klasikleri - 13

Yayın Yönetmeni: Alican Saygı Ortanca


Sanat Yönetmeni: Hamdi Akçay

Dizi Editörü: Emre Aygün & Yankı Enki


Yayıma Hazırlayan: Merve Çay
Düzelti: Emre Aygün & Ömer Ezer
Kapak illüstrasyonu ve Tasarımı: Hamdi Akçay
Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Mehmet Büyükturna
1. Baskı, Ekim 2021, lstanbul
ISBN: 978-625-8475-13-S
Sertifika No: 46603

© Leigh Brackett, 1955


Türkçe Çeviri © Berk Göbekcioglu, 2021
Türkce Telif Hakkı © lthaki. 2021

lthaki™ Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. A. Ş.'nin tescilli markasıdır.
Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy-lstanbul
Te� (02161348 36 97Faks:102161449 98 34
editor@ithaki.com.tr - www.ithaki.com.tr - www.ilknokta.com

Kapak, iç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık


Maltepe Mah. Hastane Yolu Sok. No: 1/6, Zeytinburnu - lstanbul
Tel: (02121613 30 06 denizmatbaamucellit@gmail.com
Sertifika No: 48625
LEIGH BRACKETT

UZAK YARIN

Çeviren
Berk Göbekcioğlu

Sunuş

Pat Cadigan


it haki
Amerika Birleşik Devletleri'nin hiçbir yerinde, bin kişiden
veya iki buçuk kilometre kareye iki yüz binadan fazlasını ba­
rındıran hiçbir şehrin, hiçbir kasabanın, hiçbir topluluğun
kurulmasına veya mevcudiyetini korumasına izin verilmez.

Birleşik Devletler Anayasası


ON ÜÇÜNCÜ MADDE
·
Sunuş
Pat Cadigan

Bilimkurgunun başlıca unsurları: uzaylı ziyaretçiler, geze­


genler arası maceralar, zaman yolculuğu ve ister doğal ister
insan elinden çıkma olsun, felaketlerdir. Sonuncusundan bol
kese bulunur gerçi, bu da beklenilecek bir durumdur - bi­
limsel ve teknolojik ilerleme demek, her geçen yılla birlikte
kendi canımıza kıyacak yeni yöntemler demektir. Eğer bize
yeterince urgan verirseniz kendimizi asarız. Bazen de, sanki
bir kuyruklu yıldız tepemize inmeden önce kendimizi asacak
vaktimiz olamayacağından korkuyormuşuz gibi, olabildiğin­
ce fazla urgan yapmak için yarışıyoruz sanırsınız.
Ama bir de konforlu felaket denen bir alt tür vardır. Bu
türde korkunç bir afet dünya popülasyonunun yeterince kıs­
mını temizlemiş, toplumsal düzenin toptan bozulmasına se­
bep olmuştur da alışveriş merkezlerine dokunmamıştır. Ha­
yatta kalanlar yiyecektir, alettir, kıyafettir, neye ihtiyaçları
varsa toparlar, yaşamak için en uygun sığınağı seçerler (çün­
kü alışveriş merkezlerine elleşmeyen güç, pek çok azametli
mülkün de boşalmasını sağlamış ama içinde yaşanacak ka­
dar güvenli kılmıştır). Eninde sonunda da, hayatta kalanlar
arasından kalburüstü zekaya sahip biri ışıkları tekrar yaka­
bilmenin bir yolunu bulur - bugünlerde bu tür durumlarda

* Çeviren: Merve Çay.


bilgisayar dahileri/ hackerlar/ dehalar interneti de düzeltip
tekrar işler hfile getirir. Konforlu felaket denen şey, nasıl tın­
lıyorsa odur: Modern kolaylıklara sahip bir masallar alemi.
Bu roman onlardan biri değil. Leigh Brackett öylesi bir
kolaylığa kaçmayacak kadar iyi bir yazardı.
George Lucas, Mayıs 197]'de Star Wars'la bilimkurgu sine­
masına vites yükselttirmişti - daha kesin konuşmak gerekir­
se, Bölüm iV: Yeni Bir Umut ile. Kapalı gişe sinemadaki herkes
açılışta aşağıdan yukarıya doğru akan öyküyü alkışlamıştı,
bu yazıdan anladığımız da sürmekte olan bir hikayeye denk
geldiğimizdi (Şahsen ben Lucas'ın kadim hikaye anlatma ge­
leneği gereği epik öyküsüne in medias res, yani olayların orta­
sından başlamasını bir saygı gösterisi olarak düşünmüştüm.)
Devamını büyük bir hevesle zar zor bekliyorduk, şansa o da
Leigh Brackett tarafından yazılmıştı.
Bunun yüzünden de epey bir heyecanlanmıştık. Leigh
Brackett bizden biriydi. Basılı bilimkurgunun en azılı hay­
ranları onu Ucuz Romanların Kraliçesi olarak bilirdi. Çok­
tan The Big jump ve The Starmen of Lyrdis gibi uzay operala­
rı kaleme almıştı. Oysaki basılan ilk kitabı No Good From A
Corpse isminde, işin kurdu olmuş bir dedektifle ilgiliydi. Ki­
tabın noir duyarlılığı Howard Hawks'ın dikkatini çekmiş ve
birinin gidip şu "Brackett denen herifi" kapıp getirmesi ve
filminin senaryosu üzerinde çalıştırması için ısrar etmişti, o
filmin adı ise Birleşen Kalpler [The Big Sleep] idi.
Leigh Brackett'ın yelpazesi çok genişti, onun diğer eserle­
riyle ilgili bilgileri The Encyclopedia ofScience Fiction sitesin­
de onun adına açılmış maddeden okuyabilirsiniz. Size onun
pek kıymetli bir kadın olduğunu, diğer bilimkurgu yazarları
ve okurlarının arkadaşlığından keyif aldığını söyleyebilirim.
O ve kocası, yazar Edmond "Dünyaları-Yıkan" Hamilton,
Amerika'nın Ortabatı'sındaki etkinliklere ve yıllık dünya bi­
limkurgu toplantılarına profesyonel yaşamları boyunca ka­
tılmayı eksik etmeyen insanlardı.
Gerçi ben onun yelpazesinin genişliğinden bahsediyor­
dum, özellikle de bu kitap göz önüne alındığında. Uzak Ya­
nn, Brackett'ın yazmaktan büyük keyif aldığı, işin kurdu özel

dedektiflerin suç romanlarından, uzay operalarından, Mars


maceralarından ve de bilimkurgu fantazyasından uzaklaştığı
bir romandır. Bu roman, artık bizim zaman çizgimizin içinde
bulunmayan bir yakın gelecekte geçer ama rahatsız edecek
kadar tanıdık bulabileceğiniz bir yakın gelecektir bu.
1955'te, yani bu kitap yayımlandığında, Amerika'daki pek
çok insan yanılgı içinde nükleer savaş sonrası felaketzedele­
rin yaşayabileceklerine ve yaşayacaklarına inanıyordu, yani
bu konudaki inancınızı askıya almanız gerekecek. Ama bunu
halledip de aradan çıkardıktan sonra Uzak Ya nn ın öyle ke­
'

yifli bir felaket kitabı olmadığını göreceksiniz, içinde hani şu


formu bozulmuş mutantlar, süper güçler ya da etrafta yiye­
cek beyinler arayacak ölülerin ayaklanmasını sağlayan garip
virüsler de yoktur. Onun yerine insanların küçük kasabalar­
da dini kurallarla yaşadığı bir Amerika'yla karşılaşırız çünkü
anayasanın on üçüncü maddesi binden fazla insan veya iki
buçuk kilometre karede iki yüzden fazla bina barındıran bir
şehri federal suç saymaktadır. Radyo, televizyon hatta elekt­
rik bile günahtır, böylesi şeyler Tanrı'nın gazabına uğran­
masına ve başka bir korkunç savaşa sebep olabilir. Kömür ve
odunla çalışan istim makineleri vardır ama onları da sadece
bir kasabadan diğerine yolculuk eden tüccarları taşıyan ge­
miler kullanabilir. Ve Tanrı, kasabanın dışından gelip de yük
arabasında yasaklı bir şeyler taşıyor olabilecek kişiye merha­
met etsin çünkü günahın karşılığı ölümdür - hiçbir istisnası,
hiçbir temyizi yoktur.
İki kuzen, Len ve Esau Colter büyükannelerinin çocuk­
luğunu geçirdiği eski günlere büyük merakla yaklaşsalar da,
hayatlarını her daim bildikleri, içine doğdukları yasaklarla
yaşamaya çalışırlar. Bu yasaklar artık dayanılamayacak rad-
deye geldiğinde -sadece merak duymanın bile tek başına
meydan dayağına yettiğini anladıklarında (hele bir de bu,
babalarından sopa yemelerinin ardından gelince)- aceleyle o
bölgeden toz olurlar. Aslında koyuldukları yol, kötü şöhret­
li yasak şehir Bartorstown'a doğru ilerler ve -duyduklarına
göre- orada insanlar merak ettikleri herhangi bir konuyu
tatmin olana kadar araştırabilmekte hatta isterlerse bilimin­
sanı olabilmekte ve eski teknolojiler diriltildiğinden konfor
içinde yaşayabilmektedir.
Aylar süren mavna yolculukları için bir anti-Tom-Sawyer­
Huck-Finn macerası bile denebilir. Bartorstown hakkında
konuşabilecek insanlar konuşmaz, sadece umulduğu gibi bir
yer olmadığını belirtmekle yetinirler. Ve tabii ki de değildir -
hiçbir şey umulduğu gibi çıkmaz zaten. Bir yandan da, Len
Coulter hayatınızda arkada bırakamayacağınız şeyler oldu­
ğunu fark eder, iyi bir insan olmanın kötülüğe karşı sizi ko­
10
rumayacağını ve nereden baktığınıza göre değişse de bazen
özgürlüğün kafese kapatılmaktan farklı olmayacağını da.
Bu kitap pek çok açıdan zamanının haletiruhiyesini ba­
rındıran bir kitap ve bu sadece nükleer savaşta insanoğlu­
nun hayatta kalacağını varsaymasından dolayı değil; bundan
bahsediyorum çünkü okurların, özellikle de kırk yaşına va­
ranların dikkatini çekecektir. Fakat bu kitapta beklentileri
paramparça edecek, istisnai pek çok şey de var. Basit sonuç­
lar yok mesela; Brackett cevaplar sunmaktansa, ortaya soru­
lar atmayı tercih etmiş. Kitabın bir sonu var ama hikayenin
yok.
Gerçi bu, kitabın tatmin edici bir okuma tecrübesi sun­
madığı anlamına gelmiyor. Hakikaten sürükleyici. Okurlar
Bartorstown'ın gizemini, Coulter oğlanlarının neye doğru
aceleyle yollandıklarını ve Bartorstown hakkında bir şeyler
bilip de onlara rehberlik eden insanların neden ikircikli dav­
randığını çözmeye çalışmaktan gerim gerim gerilecekler. Bu
soruların cevabı, müdahil insanlar kadar mekanın kendisiyle
de alakalı.
Leigh Brackett her daim kaçış kurgusu yazmaktan gurur
duyan biriydi. Uzak Ya nn ı okumak sizi bugünden koparıp
'

başka bir dünyanın içine sokacak ve bu, imkansız bir dünya


olsa bile, kendinizi oranın tamamen imkansız bir yer de ol­
madığını düşünürken bulacaksınız.
Birinci
Kitap
1

Len Colter ahır duvarının dibinde, gölgede oturmuş, mısır


ekmeğiyle tatlı tereyağı yiyor ve günaha kafa yoruyordu. On
dört yaşındaydı ve tüm hayatını Piper's Run'daki, hakiki bir
günah işleme fırsatının insanın karşısına rahat rahat çıkma­
dığı çiftlikte geçirmişti. Oysa şimdi Piper's Run neredeyse elli
kilometre uzakta kalmıştı ve dünya tüm dikkat dağıtıcılığıyla
parıltılı, tüm olasılıklarıyla şatafatlı görünüyordu. Canfield
Panayırı'ndaydı. Ve Len Colter hayatında ilk kez büyük bir 15
karar vermenin eşiğindeydi.
Karar vermekte zorlanıyordu.
"Babam duyarsa var ya," dedi, "döve döve feleğimi şaşır­
tır." Kuzeni Esau, "Korkuyor musun?" dedi. Üç hafta önce on
beş yaşını doldurmuştu, bu da artık çoluk çocukla birlikte
okula gitmek zorunda kalmadığı anlamına geliyordu. Erkek­
lerden biri olarak sayılmasına hala çok vardı fakat yine de bu
büyük bir adımdı ve Len hayranlıkla doluydu. Esau, Len'den
daha uzundu. Hergele bir tayınkilere benzeyen kara gözle­
ri her daim pırıl pırıl ışıldıyordu, sürekli bir şeyler arıyor ve
muhtemelen ne aradığını bilmediğinden bir türlü bulamı­
yordu. Yerinde duramayan elleri de son derece becerikliydi.
"Ee?" diye sordu Esau. "Korkuyor musun?"
Len yalan söylemek isterdi ancak Esau'nun kesinlikle
kanmayacağını biliyordu. Biraz kıpırdandı, mısır ekmeğinin
son lokmasını ağzına attı, parmaklarındaki tereyağını yaladı
ve, "Evet," dedi.
"Vay be," dedi Esau. "Ben de büyüdüğünü zannediyor­
dum. Bu sene de bebeklerle birlikte evde kalmalıydın. Da­
yaktan korktuğuna göre!"
"Daha önce dayak yedim," dedi Len, "ve babamın elinin
ağır olmadığını zannediyorsan, seni dövsün de görelim. Hem
son iki senedir ağlamadım bile. Yani, çok ağlamadım." Dizle­
rini kendine çekti, ellerini dizlerine yerleştirdi, çenesi elleri­
nin arasında düşüncelere daldı. Zayıf, sağlıklı, ciddi yüzlü bir
çocuktu. Üzerinde evde dokunmuş bir pantolon, elle mıh­
lanmış toz içinde sağlam çizmeler ve kaba pamuklu kumaş­
tan dar boğazlı ve yakasız bir gömlek vardı. Açık kahverengi
saçları omuzlarının ve gözlerinin tam üzerinden kesilmişti.
Kahverengi, tepesi dümdüz, geniş kenarlı bir şapka takmıştı.
Len'in halkına Yeni Mennonitler denirdi, kendilerini si­
yah şapkalar takan esas Eski Mennonitlerden ayırmak için
kahverengi şapkalar takarlardı. Yirminci Yüzyıl'da, yani sade­
16
ce iki nesil öncesinde yalnızca Eski Mennonitler ile Amişler
vardı ve sayıları anca birkaç on bini bulurdu, diğer insanlara
tuhaf ve acayip gelirlerdi çünkü şehirlerle, makinelerle işleri
olmaz, her şeyi elle yaptıkları eski ve basit bir hayat tarzını
sürdürürlerdi. Ancak şehirlerin sonu geldiğinde ve insanlar
değişen dünyada herkesin içinden sadece onların hayatta
kalmaya uygun olduğunu gördüğünde, Mennonitlerin sayısı
katlanıp durdu, günümüzde sayıları milyonları buluyordu.
"Hayır," dedi Len sakince, "beni korkutan dayak değil.
Babamdan korkuyorum. Bu vaaz işleri hakkında ne düşün­
düğünü biliyorsun. Vaaza gitmemi yasakladı. David amca da
sana yasakladı. Ne düşündüklerinin farkındasın sen de. Ba­
bamın bana kızmasını istemiyorum. Yani o kadar kızmasını."
"En fazla döver seni," dedi Esau.
Len başını salladı. "Bilemiyorum."
"Eh, tamam o zaman. Gitme öyleyse."
"Sen gidiyor musun, kesin yani?"
"Kesin. Ama sana ihtiyacım yok."
Esau duvara yaslandı; çizmelerinin uçlarını ileri geri ha­
reket ettirerek toprakta iki kısa şekil çizen ve düşünmeye
devam eden Len'i unutmuş gibiydi. Odun dumanı ve yemek
rayihalarıyla süslenen sıcak hava, yem ve hayvan kokusuyla
ağırlaşmıştı. Havada sesler de vardı, bir sürü ses, hepsi bir­
birine karışarak bir uğultuya dönüşmüştü. insan bu sesi arı
sürüsüne veya inişli çıkışlı rüzgarın toparlak çamlara vurma­
sına benzetebilirdi ancak bunlardan çok daha fazlasıydı. Bu,
dünyanın konuşmasıydı.
"Kendilerini yere atıyorlarmış, çığlık çığlığa yuvarlanıyor­
larmış," dedi Esau.
Len derin bir nefes aldı, içi titremişti. Panayır alanı her
yönde uçsuz bucaksızmış gibi uzayıp gidi;·ordu, etraf yük
arabalarıyla, vagonlarla, kulübelerle, hayvanlarla ve insanlar­
la doluydu, bugün de panayırın son günüydü. At arabasının
altında yatarak, eylül serinliğinde üşüyüp sımsıkı sarınarak, 17
ateşin kıpkızıl rengini, gizemli gizemli yanışını izleyerek ve
çevrelerinde uyuyan yabancıları merak ederek geçirilecek
bir gece daha vardı. Yarın araba tıkır tıkır yola düşecek, Pi­
per's Run'a dönecek ve Len böyle bir şeyi bir sene boyunca
bir daha göremeyecekti. Belki de hiç göremeyecekti. Sonuçta
ölüm yaşamın bir parçasıydı.° Veya seneye bacağını kırabilir­
di ya da babası onu evde kalmak zorunda bırakabilirdi, tıpkı
ağabeyi James'in bu sefer evde büyükanneye ve hayvanlara
bakmak zorunda kalması gibi.
"Kadınlar bile," dedi Esau.
Len dizlerine daha sıkı sarıldı. "Nereden biliyorsun? Hiç
gitmedin ki."
"Duydum ama."
"Kadınlar," diye fısıldadı Len. Gözlerini kapattı. Gözka-
•:•
(Lat.) Media vita in morte sumus: Kökeni 912 yılına dayanan bir savaş
şarkısından yola çıkılarak 13oo'lü yıllarda yazılan bir ilahinin sözleri­
nin içinde yer almaktadır. -yhn
paklarının ardında Yeni Mennonitlerin hiç duymadığı çıl­
gın vaazların, dumanı tüten kocaman ateşlerin, insanların
anlaşılmaz coşkusunun, saçlarında bonesi ve üstünde el do­
kuması kabarık eteğiyle annesine çok benzeyen bir figürün
yerde yatıp sinir krizi geçiren Esther bebek misali tepinişinin
göıüntüsü canlandı. Günahın cazibesi tesir etti ve Len kay­
bolup gitti.
Ayağa kalkıp Esau'ya tepeden baktı. "Ben de geleceğim,"
dedi.
"Aha," dedi Esau. O da kalktı. Elini uzattı, Len de Esa­
u'nun elini sıktı. Birbirlerine bakarak başlarını sallayıp sı­
rıttılar. Len'in kalbi güm güm atıyordu, sanki babası arka­
sında dikilmiş de her sözünü dinliyormuş gibi bir suçluluk
duygusu içindeydi. Ancak bu histe bir neşe vardı. Otoriteyi
reddediş, kendini ortaya koyuş ve varoluş vardı. Birden ken­
dini birkaç santim uzamış ve irileşmiş gibi, Esau ona yeni bir
18
saygı ifadesiyle bakıyormuş gibi hissetti.
"Ne zaman gidiyoruz?" diye sordu.
"Karanlık çöktükten sonra, geç saatte. Hazır ol. Ben sana
haber vereceğim."
Colter kardeşlerin at arabaları yan yana yerleştirilmişti,
dolayısıyla bu zor olmayacaktı. Len başıyla onayladı.
"Uyuyormuş gibi yapacağım ama uyanık kalacağım."
"Öyle olsan iyi olur," dedi Esau. Eli iyice .kasıldı, Len'in
parmaklarını öyle bir sıktı ki unutmasın. "Sakın ağzından bir
şey kaçırma, Lennie."
"Ha," dedi Len, öfkeyle dudağını dışarı çıkardı. "Sen beni
ne zannediyorsun, bebek mi?"
Esau sırıttı. Erkekler arasında alışılmış olan, o kolayca ya­
kalanan yoldaşlık hissine büründü. "Elbette hayır. Anlaştık
o zaman. Gidelim de tekrar atlara bakalım. Babama almayı
düşündüğü siyah kısrak hakkında biraz tavsiyede bulunmam
gerekebilir."
Birlikte ahır boyunca yürüdüler. Bu Len'in gördüğü en
büyük ahırdı, evlerindekinden en az dört-beş kat daha uzun­
du. Ahırın aşınmış kaplaması epey onarılmıştı ve havanın da
etkisiyle her tarafı grinin aynı tonuna bürünmüştü. Fakat
orada burada fark edilen eski ahşapta kırmızı boya izleri seçi­
lebiliyordu. Len dikkatle baktı, sonra duraklayıp bakışlarını
panayır alanına çevirdi, gözlerini kısınca her şey titreşerek
dans etti.
"Şimdi ne yapıyorsun?" diye sordu Esau, sabırsızlıkla.
"Görmeye çalışıyorum."
"Eh, gözlerin kapalıyken nasıl göreceksin? Hem görmeye
çalışıyorum da ne demek?"
"Binaların büyükannenin dediği gibi boyalı olduğu za­
manlarda nasıl göründüklerini diyorum. Hatırladın mı? Kü­
çük bir kızmış o zamanlar."
"Evet," dedi Esau. "Bazıları kırmızı, bazıları beyazmış. Bir
renk olacaklar elbette." Esau da gözlerini kıstı. Kulübeler ve 19
binalar bulanıklaştı ancak boyasız halleri nasılsa öyle kaldı­
lar.
"Neyse," dedi Len sertçe, vazgeçmişti, "eminim bunun ka­
dar büyük bir panayır yapmamışlardır, hem de hiç."
"Ne diyorsun sen?" dedi Esau. "Büyükanne burada bir
milyon insan olduğunu söylemişti ya, bir milyon tane de
otomobil mi araç mı, ne diyorlarsa onlardan varmış, sıra sıra
dizilir sonsuza kadar giderlermiş, güneş de parlak yüzeyle­
rinden yansırmış. Milyon tane diyorum!"
"Yok artık," dedi Len, "Olmaz öyle şey. Kampı nerede ku­
ruyorlardı o zaman?"
"Salak, kamp yapmalarına gerek yokmuş ki. Piper's
Run'dan buraya yol bir saatten az sürüyormuş, aynı gün geri
dönüyorlarmış. Büyükanne öyle dedi."
"Büyükannem ne dedi, biliyorum," dedi Len, düşünceli
bir halde. "Ama gerçekten inanıyor musun buna?"
''Tabii ki inanıyorum!" Esau'nun kara gözleri parladı.
"Keşke o günlerde yaşasaymışım. Bir sürü şey yapardım."
"Ne mesela?"
"Şu arabalardan sürerdim, hızlılarından. Hatta belki
uçanlardan."
"Esau!" dedi Len, çok şaşırmıştı. "Baban bunu söylediğini
duymasın."
Esau hafifçe kızarıp korkmadığını mırıldandı ama etrafa
huzursuz huzursuz bakındı. Ahırın köşesini döndüler. Eğik
çatının altında kalan duvarda, kapının hemen üzerinde, tah­
ta parçalarından yapılmış ve çakılmış dört numara vardı. Len
başını kaldırıp baktı. Bir tane bir, kuyruğunun ucu kırılmış
bir dokuz, küçük üst tarafı kopmuş bir beş ve bir de iki vardı.
Esau bu numaraların ahırın inşa edilme tarihini belirttiğini
söylemişti ve bu tarih büyükannenin doğumundan bile ön­
ceydi. Len'in aklına Piper's Run'daki toplantı evi geldi -büyü­
20
kanne oraya hfila kilise diyordu- o binanın da üzerinde, ley­
lak çalılarının arkasında iyice saklanmış bir tarih duruyordu.
Orada ı842 yazıyordu - neredeyse, diye düşündü Len, herke­
sin doğduğu tarihten bile eski. Başını iki yana salladı, dünya­
nın kadimliğini hissetmiş ve bu hissin altında ezilmişti.
İçeri girip atlara baktılar. Kendi aralarında atların incik
kemikleri ve omuz başları hakkında bilgiç bilgiç konuştular
ancak şurada burada, bazı bölmelerin önünde dikilerek ya­
vaş konuşan ama gözleri fıldır fıldır dönen ufak erkek grup­
larından uzak durdular. Neredeyse hepsi Yeni Mennonitler­
dendi, Len ve Esau'dan tek farkları boylan ve göğüslerine ka­
dar uzamış görkemli sakallarıydı; çoğu bıyıklarını kesmişti.
Sadece birkaç tanesi bıyıklıydı, kıvrık kenarlı çeşitli şapkalar
takmışlardı ve kıyafetleri belli bir modele göre hazırlanma­
mıştı. Len büyük bir merakla bu adamlara kaçamak bakışlar
atıyordu. Bu adamlar ya da bunlar gibi diğer insanlar -hatta
belki de şimdiye dek görmediği diğer türden insanlar da-
tarlalarda ve ormanlarda gizli gizli buluşup vaazlar dinleyen,
bağırıp çağırıp yerlerde yuvarlanan insanlardı. Babasının,
"İnsanın dini de mezhebi de kendini ilgilendirir. Ama bu in­
sanların dini veya mezhebi yok. Bunlar bir çete ve çetelerin
zalimliğini, hafif deliliğini, yarattığı korkuyu taşıyorlar, kur­
naz adamlar bunları kandırıp kandırıp başka insanlara karşı
kışkırtıyor," diyen sesini duyar gibi oldu. Hayalindeki baba­
sı, Len sorgulamaya devam edince dudaklarını büzüştürüp
suratını asarak, "Gidemezsin dedim, işte o kadar. Tanrı kor­
kusu olan insan böyle günahkar davranışlara dahil olmaz,"
dedi. Şimdi anlamıştı, babasının yerlerde yuvarlanan, muh­
temelen iç çamaşırlarını ve geri kalan her şeyi gösteren ka­
dınlar hakkında neden konuşmadığı aşikardı. Len heyecanla
ürperdi, bir an önce gece olsun istiyordu.
Esau bahsettiği siyah kısrağın boynunda önemsiz bir ka­
vis olmasına rağmen, koşum takımıyla iyi bir iş çıkarabile­
ceğine karar verdi. Hoş, kararı kendisi verecek olsa tercihini 21
sıranın en başındaki doru aygırdan yana kullanırdı. Arabayı
nasıl uçururdu kimbilir! Ama kadınları da düşünmek lazım­
dı, onlara güvenli ve nazik atlar gerekirdi. Len de aynı fikir­
deydi. Tekrar dışarı çıktılar ve Esau, "Bakalım ineklerle ilgili
ne yapıyorlar," dedi.
Esau, Len'in babasıyla David amcadan bahsediyordu ve
Len babasını şu anda görmemeyi tercih ettiğini fark etti.
Bu yüzden tüccarların at arabalarına doğru gitmeyi öner­
di. İnekleri her zaman görebilirlerdi, zaten görüyorlardı da.
Ancak tüccarların arabaları başka bir konuydu. Yazları belki
üç-dört kez Piper's Run'da bir tane görülürdü. Buradaysa on
dokuz tanesi birden, aynı anda bir aradaydı.
"Ayrıca," dedi Len, katıksız ve basit bir açgözlülükle, "ne­
reden bilelim. Belki Bay Hostetter bize şu şekerli fıstıkların­
dan biraz daha verebilir."
"Çok beklersin," dedi Esau. Ama yine de gitti.
Tüccarların arabalarının hepsi çizgi halinde yan yana
dizilmişti, dilleri dışarı uzanmış, sırtlarıysa uzun barakaya
yaslanmıştı. Bunlar devasa at arabalarıydı, keten tenteleri
ve içlerindeki kaburgalarına asılı sürüyle ıvır zıvırları vardı.
Özetle tekerlek üzerinde giden loş, hoş kokulu mağaraları
andırıyorlardı.
Len gözlerini fal taşı gibi açmış, bakıyordu. Bunlar onun
için at arabası değil, yolculuk ede ede uzaklardan gelmiş ma­
ceracı gemilerdi. Tüccarların kendi aralarındaki sohbetlerini
duymuştu, bu konuşmalar tüm o geniş ve şehirsiz topraklara
dair, sadece birkaç yaşlı insanın hatırladığı ve Yıkım'dan önce
dünyaya hükmeden muhteşem şehirlerin yerine geçmiş ye­
şiliyle, yavaşlığıyla rahat tarım topraklarına dair kafasında
muğlak bir fikir oluşturmuştu. Zihninde tüccarların bahset­
tiği uzak diyarlara dair bulanık bir karışıklık vardı: Atlantik
kıyıları boyunca dizilmiş gemici köyleri ve balıkçı mezraları,
22
Appalaşların oduncu kampları, Ortabatı'nın uçsuz bucaksız
Yeni Mennonit çiftlikleri, güneyli avcılar ve dağ çiftçileri, ba­
tıya uzanan büyük nehirler ve Üzerlerindeki mavnalarla tek­
neler, ötesindeki ovalar ve at yetiştiricileri, çiftlikler ve vah­
şi sığır sürüleri, yüce dağlar ve topraklar, daha da batıda ise
deniz. Tıpkı yüzyıllar öncesinde olduğu gibi geniş topraklar,
bu toprakların tozlu yollarında ve uykulu köylerinde gezinen,
dinlenen, sonra tekrar gezinen ihtişamlı tüccar arabaları.
Bay Hostetter'ın arabası baştan beşinciydi, Len bunu çok
iyi biliyordu çünkü Bay Hostetter kuzeye doğru giderken ilk­
baharlarda ve güneye doğru giderken sonbaharlarda Piper's
Run'dan geçerken arabasıyla yolculuk ederdi. Bunu Len'in
hatırlayamadığı kadar uzun süredir yapıyordu. Diğer tüc­
carlar rasgele dağılmış durumdaydı ancak Pennsylvania'da
bir yerlerden gelmiş olmasına rağmen Bay Hostetter da on­
lardan biri gibi gözüküyordu. Başında aynı düz kahverengi
şapkası, yüzünde aynı sakalı vardı. Şabat'ta tesadüfen bura-
dayken bir toplantıya katılmıştı. Geldiği yerin Len'in memle­
ketinden pek de farklı olmadığım sadece etrafında dağlar ol­
duğunu söylediğinde Len'i epey hayal kırıklığına uğratmıştı.
Pennsylvania gibi büyülü isme sahip bir yer için, bu durum
pek de doğru gelmiyordu insana.
"Eğer," dedi Len, tekrar şekerli fıstıkları aklına getirerek,
"atlarına yem ve su getirmeyi teklif edersek..." Dilenmek gü­
nahtı fakat insan bir işçiyi işe alabilirdi.
Esau omuz silkti. "Deneyebiliriz."
Uzun barakanın ön kısmı açık, arka kısmı yağmurdan ko­
ruma sağlaması için kapalıydı, bölümlere ayrılmış, her bö­
lüm bir at arabasına ait park yerleri olarak tertip edilmişti.
Aradan geçen iki buçuk günden sonra arabalarda pek bir şey
kalmamıştı fakat kadınlar hala bakır çaydanlıklar, Doğu'nun
köy demircilerinden gelen bıçaklar, Güney'in pamuklu ku­
maşları ve New England'ın saatleri için birbirleriyle pazarlık
ediyorlardı. Len, şeker kamışı stoklarının erken tür-. ııdiğini
....
23
biliyordu, yine de Bay Hostetter'ın eski oustların hatırına
birkaç küçük hazineyi henüz elden çıkarmamış olmasını
umut ediyordu.
"Vay," dedi Esau. "Şuna bak."
Bay Hostetter'ın bölmesi bomboştu ve terk edilmişti.
"Her şeyini satmış."
Len yüzünü asarak bölmeye baktı. Sonra, "Ama atlarının
yine de bir şeyler yemesi lazım, değil mi? Belki de malları
arabaya yüklemesine yardım edebiliriz. Arka tarafa geçelim,
hadi," dedi.
Bölmenin arkasında bulunan kapıdan çıktılar. At araba­
sının arka kapağının altından çömelerek yürüyüp yan tara­
fına ulaştılar. On beş santim kalınlığındaki demir çemberli
devasa tekerleklerin boyu Len'den uzundu. Keten bezinden
tentesi de tepelerinde bir bulut gibi asılıydı. Tentenin üze­
rinde, güneşin ve yağmurun etkisiyle solarak griye dönmüş
düzgün harflerle EDW. HOSTETIER, PERAKENDE SATIŞ
yazıyordu.
"Bay Hostetter burada," dedi Len. "Biriyle konuştuğunu
duyuyorum."
Esau başını onaylarcasına salladı. Ön tekerleği de geçtiler.
Bay Hostetter tam karşıda, arabanın öbür tarafındaydı.
"Sen kafayı yemişsin, " dedi Bay Hostetter. "Söylüyorum
işte..."
Başka bir adamın sesi araya girdi. "O kadar da endişelen­
me, Ed. Sorun yok. Benim gidip..."
Len ve Esau at arabasının önünden göründüklerinde
adam lafını yanda kesti. Bay Hostetter'ın omzunun üzerin­
den adamın yüzü görünüyordu, uzun boylu, zayıf, kızıl saçlı
ve sakallı genç bir adamdı, üstünde basit deri kıyafetler vardı.
Güney'den bir yerlerden gelmiş bir tüccardı, Len bu adamı
daha önce barakada görmüştü. Arabanın tentesinde yazan
24
isim, William Soames'tu.
"Misafirimiz var," dedi Bay Hostetter'a. Adam pek umur­
samış gibi görünmese de Bay Hostetter arkasına döndü. Bay
Hostetter iriyan bir adamdı, uzuvları kocaman ve tuhaf gö­
rünüşlüydü, teni son derece kahverengiydi ve gözleri maviy­
di, saman sansı sakallan ağzının iki tarafından uzanan kalın
birer gri çizgiyle bölünüyordu. Hareketleri her zaman yavaş,
gülümsemesi her zaman arkadaşçaydı. Ancak şimdi çok hızlı
dönmüştü ve yüzünde gülümsemenin esamisi okunmuyor­
du, Len sanki bir şey ona çarpmışçasına durakladı. Bay Hos­
tetter'a bir yabancıya bakıyormuş gibi baktı. Bay Hostetter
da tuhaf sayılacak bir sıcaklıkla ve bomboş bir ifadeyle ba­
kıyordu. Esau, "Galiba meşguller, Len," diye homurdandı.
"Gitsek iyi olur."
"Ne istiyorsunuz?" dedi Hostetter.
"Hiç," dedi Len. "Düşündük ki belki..." Sesi yavaş yavaş
söndü.
"Ne belki?"
"Atlarınızı besleyebiliriz," dedi Len, kuwetsiz bir sesle.
Esau, Len'in kolunu yakaladı. "Şekerli fıstıklardan istiyor
da," dedi Hostetter'a. "Çocuk işte. Hadi, Len."
Soames güldü. "Onda da kalmadı ki. Pikan cevizi ister mi­
siniz? Çok güzeller!"
Elini cebine sokup dört-beş tane ceviz çıkardı. Cevizleri
Len'in eline verdi. Len, "Teşekkür ederim," dedi, gözlerini
adamdan Bay Hostetter'a çevirirken. Hostetter, "Atlanma iyi
bakıldı. Şimdi gidin bakalım, çocuklar," dedi.
"Tamam, efendim," dedi Len ve koşarak gitti. Esau da pe­
şinden. Barakanın köşesini geçince durdular ve pikan ceviz­
lerini paylaştılar.
"Nesi vardı bu herifin?" diye sordu, Hostetter'ı kast ede­
rek. Sanki çiftlikteki yaşlı Shed dönmüş de hırlamıştı, Len
öyle şaşırmıştı.
"Öf," dedi Esau, ince kahverengi kabukları kırarken, "Hos­ 25
tetter ve o yabancı pazarlık ederken tartışıyordu işte, hepsi
bu." Hostetter'a kızmıştı, o yüzden Len'i sertçe itti. "Senin
şu şekerli fıstıkların yok mu! Hadi, akşam yemeği saati geldi.
Hem bu gece bir yerlere gideceğimizi unuttun mu sen?"
"Hayır," dedi Len, karnının içi deşilirken keyifli bir acı
hissetti. "Unutmadım."
2

Karnındaki o asabi acı başlarda Len'i ailesinin at arabasının


altında kıvrılmış, uzandığı yerde uyanık tutan tek şeydi. Dı­
şarıdaki hava soğuktu, battaniyesiyse sıcacıktı, midesi akşam
yemeğiyle doluydu, rahatı yerindeydi, zaten bugün uzun
bir gün olmuştu. Gözkapakları gittikçe kapanıyor, nesneler
uzaklaşıp bulanıklaşıyor, her şey tatlı bir karanlığa gömülü­
yordu. Sonra karnındaki ağrı birden dan! diye giriyor, onu
26 uyarıyordu ve Len ansızın kendine geliyor, Esau ile vaazı ha­
tırlıyordu.
Bir süre sonra bir şeyler duymaya başladı. Annesi ve ba­
bası yukarıda, arabada horlaya horlaya uyuyorlardı, panayır
ateşlerindeki küllenmiş kömürler haricinde kapkaranlıktı.
Etraf sessiz olmalıydı. Ama değildi. Atlar hareketlendi, ko­
şumlar şıngırdadı. Hafif bir at arabasının hızını değiştirip
tangır tungur gidişini duydu; daha uzakta bir yerlerde, ağır
bir araba gıcırdadı, arabayı çeken atlar homurdanıyordu. Ge­
yik derisinden kıyafetler giymiş kızıl saçlı adamın da arala­
rında bulunduğu Mennonit olmayan tuhaf insanlar, gün ba­
tımından hemen sonra yerlerinden ayrılmış, vaazın yapılaca­
ğı yere doğru gitmişlerdi. Ama bu gidenler başka insanlardı,
görünmek istemeyen insanlar. Len'in uykusu birden kaçtı.
Görülmeyen toynakların seslerini, sinsi tekerlekleri dinledi
ve yavaş yavaş gitmek için sözleşmemiş olmalarını diler hale
geldi.
At arabasının altındaki yatağına bağdaş kurup oturdu,
battaniyesini de omuzlarının etrafına çekti. Esau hala gel­
memişti. Len, belki Esau uyuyakalmıştır diye umarak, David
amcanın arabasına baktı. Yol çok uzundu, soğuk ve karanlık­
tı, kesin yakalanacaklardı. Ayrıca akşam yemeği boyunca da
kendini suçlu hissetmiş, babasının yüzüne bile bakamamıştı.
Bunun, babasının sözünden kendi seçimiyle kasıtlı olarak
ilk çıkışı olduğundan emindi, suçluluğu kesin yüzünden
okunuyordu. Ama babası fark etmemişti ve bir şekilde Len
kendini iyi hissedeceğine daha kötü hissetmişti. Bu durum,
babasının ona çok güvendiği, Len'in yüzünde suçluluk duy­
gusunu bile aramadığı anlamına geliyordu.
David amcanın arabasının altında gölgeler kıpraştı, bu
Esau'ydu, dizlerinin ve ellerinin üzerinde sessizce ilerliyordu.
Onunla konuşacağım, diye düşündü Len. Gitmeyeceğimi
söyleyeceğim.
Esau sürünerek yaklaşıyordu. Sırıttı. Gözleri, artık küllen­ 21
miş ateşin ışığıyla parıldadı. Başını Len'in başına yaklaştırıp
fısıldadı, "Hepsi uyuyor. Battaniyeni sar da altındaymışsın
gibi dursun, ne olur ne olmaz."
Gitmeyeceğim, diye düşündü Len. Ama sözcükler ağzın­
dan bir türlü dökülmedi işte. Battaniyesini sardı, Esau'nun
peşinden seğirterek gecenin karanlığına karıştı. Ve bir anda,
arabadan görülemeyecek kadar uzaklaşır uzaklaşmaz, kendi­
ni mutlu hissetti. Karanlık hareket halindeydi, bir yere gidi­
liyordu, gizli kapaklı bir şeyler dönüyordu ve Len de bunun
parçasıydı. Günahkarlığın ağzındaki tadı çok güzeldi ve yıl­
dızlan hiç bu kadar parlak görmemişti.
Geniş bir patikaya gelene kadar dikkatle yürüdüler sonra
da koşmaya başladılar. Kocaman tekerlekli bir araba yanla­
rından hızla geçti, atlar tüm güçleriyle koşuyordu. Esau nefes
nefese, "Hadi, hadi!" dedi. Esau güldü, koşmaya devam eder­
ken Len de güldü. Birkaç dakika sonra, panayır alanının ta-
mamen dışına çıkmış, üç haftadır tek damla yağmur düşme­
diği için tozla kaplanmış anayola gelmişlerdi. Tozlar havada
uçuşuyor, geçen arabaların tekerlekleriyle savruluyor ve yere
çökmeden tekrar savruluyordu. Devasa, hayalet gibi bir çift
at tozun içinde göründü, gemlerinden köpükler saçılıyordu.
Tentesi açık bir araba çekiyorlardı, arabayı kullanan adam
bir nalbanda benziyordu, kalın kollan ve kısa, sarı sakalları
vardı. Yanında şişman, kırmızı yanaklı bir kadın oturuyordu.
Başında başlık yerine bağlanmış bir bez vardı ve eteği rüzgar­
da uçuşuyordu. Tentenin bağlı kenarının altından bir sürü
küçük kafa görünüyordu, hepsi de mısır püskülü gibi sarıy­
dı. Esau arabanın yam sıra tüm hızıyla koşuyor, bir yandan
da bağırıyordu. Len de hemen ardından koşuyordu. Adam
atlarım yavaşlattı ve gözlerini kısarak Len ve Esau'ya baktı.
Kadın da baktı, birlikte güldüler.
"Şunlara bak," dedi adam. "Küçük düz şapkalar. Anneniz
28
olmadan nereye bakalım böyle, küçük düz şapkalar?"
"Vaaza gidiyoruz," dedi Esau, kendisine düz şapka den­
mesine kızmış, küçük denmesine daha çok kızmıştı. Ancak
kendilerini götürecek birini bulmuş olma şansını kaybede­
cek kadar kızgın değildi. "Sizinle gelsek olur mu?"
"Olmaz mı hiç?" dedi adam, bir daha güldü. Centiller ve
Samiriyeliler hakkında Len'in pek de anlamadığı bir şeyler
söyledi, ardından Söz'ü dinlemekle ilgili konuştu, sonra da
Len ve Esau'ya binmelerini, zaten geç kaldıklarını söyledi.
Atlar bunca zaman hiç durmamışlardı, Len ve Esau yol kena­
rındaki fundalıkların içinden bata çıka yürüyor, arabaya ayak
uyduruyorlardı. Arka kapağının üzerinden tırmandılar ve
kendilerini oradaki hasırın üzerine bıraktılar, nefes nefesey­
diler, adam atlarına bağırdı ve yeniden yola koyuldular, araba
paldır küldür gidiyordu, yerdeki toz arabanın zeminindeki
tahtaların arasından arabaya sızıyordu. Hasır da tozluydu.
Hasırın üzerinde kocaman bir köpek, yedi de çocuk vardı,
hepsi de Len ve Esau'ya düşmanlıkla dolu yuvarlak gözlerini
dikmiş bakıyordu. Len ve Esau da karşılığında gözlerini di­
kince, en büyük oğlan parmağıyla işaret ederek, "Şunların şu
komik şapkalarına bakın," dedi. Hep birlikte güldüler. Esau,
"Sana ne bundan?" diye sordu ve çocuk da, "Araba bizim, is­
tediğimi söylerim. Hoşuna gitmiyorsa inersin," dedi. Çocuk­
lar ikilinin kıyafetleriyle dalga geçmeye devam ettiler, Len ise
daha fazla konuşmayacaklarını düşünerek kötü kötü baktı.
Yedisi de yalın ayak ve şapkasızdı ama gürbüz bir görüntüleri
vardı ve temizdiler. Ancak Len karşılığında bir şey söylemedi,
Esau da öyle. Beş-altı kilometre, gece yürünmeyecek kadar
uzun bir yoldu.
Köpek dostane davranıyordu. Yüzlerinin her yanını ya­
layıp düşmanlığı umursamadan neredeyse üstlerine otur­
muştu, hem de ta vaaz alanına varana kadar. Len, koltuktaki
kadının yere yatarak yuvarlanıp yuvarlanmayacağını merak
etti. Acaba adam da onunla birlikte yuvarlanır mıydı? Ne ka­ 29
dar aptal görüneceklerini düşünerek güldü, birdenbire sarı
saçlı çocuklara olan siniri geçiverdi.
At arabası en sonunda, yağışsız giden havalar yüzünden
en fazla altı metre genişliğinde kalmış, iki kıyısı arasında
oldukça sığ akan küçük bir ırmağa doğru meyilli, çok geniş
bir açık alana, diğer pek çok at arabasının yanına vardı. Len
burada panayırdaki kadar çok insan olduğunu düşündü, sa­
dece buradakilerin hepsi arabalarını arkalarında bir yerlere,
kaba bir daire biçiminde yerleştirmiş, ortada toplanıp yere
oturmuştu. Yanlan ve üstü açık, atları çözülmüş bir araba,
ırmağın kıyısına yakın bir yere çekilmişti. Herkesin yüzü
bu arabaya dönmüştü ve üzerinde bir adam vardı, adamın
yüzü, yanan büyük ateşin ışığıyla aydınlanıyordu. Genç bir
adamdı, uzun boylu ve geniş göğüslüydü. Kargaların bahar
aylarındaki tüyleri gibi parlayan simsiyah sakallan neredey­
se beline kadar iniyordu ve adam başını yukarı mağrur bir
ifadeyle kaldırıp bağırırken, sağa sola hareket ederken saka­
lını sallayıp duruyordu. İnce ve delici sesi, kelimeleri taşıyan
sürekli bir dalga gibi akmıyordu. Havaya saplanan kısa, kes­
kin parçalar gibi çıkıyor, sözcüklerin her biri, en arka sırala­
ra ulaşana dek bir sonraki sözcük ağzından savrulmuyordu.
Adamın vaaz verdiğini anlaması Len'in epey vaktini aldı. Şa­
hat toplantılannda, vaazın farklı çeşitlerine alışmıştı. Onun
bildiği vaazlarda babası, David amca veya bir başkası kalkıp
bizzat Tann'yla veya Tann hakkında konuşabilirdi. Bunu her
zaman sessizce, kollannı kavuşturarak yaparlardı.
At arabasının yan kısmından olan biteni izliyordu. Şimdi,
tekerleklerin dönmesi dahi durmadan, Esau ona bir yumruk
atıp, "Hadi," dedi. Arka kapaktan aşağı atladı. Len de onu ta­
kip etti. Adam arkalanndan Söz hakkında bir şeyler söyle­
yerek seslendi, çocuklann yedisi birden suratlarını şekilden
şekle soktular. Len kibarca, "Bıraktığınız için teşekkürler, "
30
dedi. Ve koşarak Esau'nun peşinden gitti.
Vaaz veren adam buradan çok küçük ve uzak görünüyor­
du, Len adamın ne dediğini pek duyamıyordu. Esau, "Sanırım
yaklaşabiliriz ama hiç ses çıkarmaman lazım," diye fısıldadı.
Len başını yukarı aşağı salladı. Park etmiş arabaların arkasın­
dan dolaştılar ve Len gözlerden uzak durmaya dikkat eden
başka insanlar da olduğunu fark etti. Kalabalığın kenarında,
at arabalannın arasında duruyorlardı ve Len sadece ateşin
ışığının tam aydınlatamadığı siluetlerini görebiliyordu. Ba­
zılan şapkalarını çıkarmıştı ancak kıyafetlerinin ve saçları­
nın biçimleri onları ele veriyordu. Bunlar Len'in insanlarıydı.
Len, bu insanların şu anda ne hissettiğini iyi biliyordu. O da
görülmekten çekiniyordu.
Len ve Esau ırmağa doğru indikçe, vaaz veren adamın sesi
gittikçe yükseldi. Adamın sesinde keskin, heyecan verici bir
şeyler vardı, tıpkı öfkeli bir aygırın çığlığı gibi. Adamın söz­
cükleri artık daha net duyulabiliyordu.
". . . garip ilahların yolunda fahişelik etmeye başladılar.
Bunları biliyorsunuz, dostlarım. Aileleriniz size anlattı bun­
ları, yaşlı büyük anneleriniz ve ihtiyar dedeleriniz itiraf etti,
insanların kalplerinin nasıl da günahkarlıkla, dine karşı kü­
fürle, şehvetle dolu...
"

Len'in teni heyecanla ürperdi. Nefesini tutarak, teker­


lekler ve atların bacaklarından oluşan bir kalabalığın içinde
Esau'nun peşinden ilerledi. Sonunda bir arabanın tekerlek­
leri arasındaki güzel, kapkara bir gölgenin altından etrafı
görebildikleri bir yere vardılar, vaiz de sadece birkaç metre
ilerideydi.
"Şehvete düşmüşlerdi, kardeşlerim. Tuhaf, yeni ve sahte
olan her şeyi şehvetle arzuluyorlardı. Şeytan da yaptıklarım
gördü ve onların gözlerini, ruhlarının o kutsal gözlerini kör
etti, böylece lükslerin ve ruhu kirleten zevklerin peşinden
ağlaşan aptal çocuklara döndüler. Ve Tanrı'yı unuttular."
Yerde oturan insanlardan bir inleme yükseldi, hepsi ileri 31
geri sallanıyordu. Len iki eliyle de birer tekerlek çubuğunu
tuttu ve yüzünü çubukların arasına soktu.
Vaaz veren adam at arabasının kenarına sıçradı. Gece
rüzgarı sakalını ve uzun, siyah saçlarım uçuruyordu, adamın
arkasında ateş tüm gücüyle yanıyor, dumanım ve kıvılcımla­
rını savuruyordu, vaaz veren adamın iri, kapkara gözleri de
bir ateşle yanıyordu. Kolunu dümdüz ileri, insanlara doğru
uzattı, tuhaf bir sertlik taşıyan ve sessiz bir yakarışı andıran
sesiyle, "Onlar Tanrı'yı unuttu!" diye fısıldadı.
Kalabalık yine inleyerek sallandı. Bu kez sesleri daha da
yüksekti. Len'in kalbi küt küt atmaya başlamıştı.
"Evet, kardeşlerim. Unuttular. Ama Tanrı unuttu mu?
Hayır, inanın bana, O unutmadı! Onları izledi. Alçaklıklarını
gördü. Şeytan'ın onları nasıl da avucuna aldığını gördü, onla­
rın bundan hoşnut olduğunu gördü - evet, dostlarım, onlar
Hain Şeytan'ı seviyorlardı ve Şeytan'ın yolunu bırakıp Tan-
rı'nın yolunu seçmiyorlardı. Peki, neden? Çünkü Şeytan'ın
yollan kolaydı, pürüzsüzdü, yokuş aşağı inerken her virajın
ardında yeni bir lükse kavuşuyorlardı."
Len birden tozun içinde, yanında çömelmiş olan Esau'yu
fark etti. O da vaaz veren adama bakıyordu, gözleri parlıyor­
du. Ağzı bir karış açıktı. Len'in nabzı çekiç darbeleri gibiydi.
Vaaz veren adamın sesi, var olduğunu hiç bilmediği sinirle­
rinin üzerine bir kırbaç gibi çarpıyordu. Esau'yu unutmuştu.
Tekerlek çubuklarına iyice sarılarak hevesle, Hadi, hadi! diye
düşündü.
"Peki o zaman Tanrı, çocuklarının O'ndan yüz çevirdiğini
gördüğünde ne yaptı? O'nun ne yaptığını biliyorsunuz, kar­
deşlerim! Biliyorsunuz!"
İnlemeler ve sallanmalar devam etti, inlemeler artık alçak
sesli, garip bir ulumaya dönüşmüştü.
"Tanrı dedi ki, 'Onlar günah işlediler! Kanunlarıma ve
32
onları eski Yeruşalim'de bile Mısır ve Babil'in zenginlikleri­
ne karşı uyaran peygamberlerime karşı günah işlediler! Ve
gururlarıyla kendilerini göklere çıkardılar. Onlar benim tah­
tım olan cennete tırmandılar, ayaklarımı koyduğum dünyayı
paramparça ettiler, sadece benim, Tanrı Yehova'nın dokun­
maya cüret edebileceği, her şeyin kalbinde olan kutsal ateşi
serbest bıraktılar: Ve Tanrı dedi ki, 'Yine de, ben merhamet
ederim. Günahlarından arınsınlar:"
Uluma giderek yükseldi, açık alanın her yerinde kollar
havaya savruldu, başlar sallandı.
"Günahlarından arınsınlar!" diye haykırdı vaaz veren
adam. Vücudu gerildi, titriyordu, arkasından uçuşan kıvıl­
cımlar her yana dağılıyordu. "Tanrı böyle buyurdu ve hepsi
arındı, kardeşlerim! Kendi günahlarıyla terbiye oldular. Ken­
di yaktıkları ateşlerde yandılar, evet, yüce kuleleri Tanrı'nın
alev alev gazabında yok olup gitti! Yangın, kıtlık, kuraklık ve
korkuyla şehirlerinden, günah ve şehvet yerlerinden kaçtı-
lar, günah işlemiş babalarımız, babalarımızın babalan bile;
ve günah yuvaları darmadağın oldu, Sodom ve Gomora gibi."
Kalabalığın bir yerinde bir kadın çığlık attı ve arkaya doğ­
ru devrildi, başını toprağa vurdu da vurdu. Len fark etmedi.
Vaaz veren adamın sesi yine alçalarak deminki sert ve her
yere ulaşan fısıltıya dönüştü.
"Böylece Tanrı'nın merhametinden esirgendik. O'nun yo­
lunu bulmamız ve takip etmemiz için."
"Şükürler olsun," diye haykırdı kalabalık. "Şükürler ol­
sun!" Vaaz veren adam ellerini kaldırdı. Kalabalık sustu. Len
beklenti içinde nefesini tuttu. Gözleri at arabasının üzerin­
deki adamın kapkara ve yanan gözlerine sabitlenmişti. Ada­
mın gözlerinin kısıldığını gördü, renkleri dışında, gözlerinin
atılmaya hazır bir kedinin gözlerinden farkı yoktu.
"Ama," dedi vaaz veren adam, "Şeytan hala bizimle." İnsan
sıraları vahşi bir ciyaklamayla ileri atıldı, onları tutan tek şey
vaizin elleriydi. 33
"Bizi geri almak istiyor. Eskiden nasıl olduğunu hatırlıyor,
Şeytan unutmaz, yumuşak tenli güzel kadınların kendisine
hizmet edişini, tüm zengin adamları, ışıklarla parlayan şehir­
lerin kendisine tapınak olduğu günleri hatırlıyor! Hatırlıyor
ve her şeye yeniden sahip olmak istiyor! O yüzden aramıza
elçilerini gönderiyor - hah, onları içinde Tanrı korkusu olan
insanlarınızdan ayırt edemezsiniz, kardeşlerim, onların mü­
tevazı tavırları ve gösterişsiz elbiseleri vardır! Ama gizli gizli
aramızda dolaşır, bizi dinden döndürmeye çalışırlar; oğulla­
rımızı, genç erkeklerimizi baştan çıkarır, yılanın yasak mey­
vesini onlara gösterir ve her birinin kaşında Şeytan'ın işareti
vardır, Bartorstown'ın işareti vardır!"
Len bunu duyunca daha dikkatli dinlemeye başladı. Bar­
torstown'ın ismini daha önce bir kez duymuştu, o da bü­
yükannesinin ağzından çıkmıştı, hatırlıyordu çünkü babası
kadıncağızı hemen susturmuştu. Kalabalık kükrüyordu, ba-
zılan ayağa kalkmıştı. Esau, Len'e sokuldu, tir tir titriyordu.
"işe baksana ya," diye fısıldadı. "Şu işe bak!"
Vaaz veren adam etrafına bakındı. İnsanları bu kez sus­
turmadı, söyleyeceklerini merak eden kalabalığın gürültü­
sünün kendi kendine kesilmesini bekledi. Len havada yeni
bir şeyler sezdi. Ne olduğunu bilmiyordu ama öyle heyecan­
lanmıştı ki çığlık atmak, aşağı yukarı sıçramak istiyordu ama
aynı zamanda da huzursuzdu. Buradaki insanların anladığı
bir şeydi bu, hem insanların hem de vaaz veren adamın.
"Şimdi," dedi arabanın üzerindeki adam, alçak sesle, "baş­
ka mezhepler de var. Hepsi de içinde Tanrı korkusu olan in­
sanlar, onlar denemiyor diyemem ama Şeytan'ın elçilerine,
'Git buradan, cemaatimizi rahat bırak ve geri gelme,' demek­
le yetiniyorlar. Aslında söyledikleri şeyin, 'Git de başka yer­
leri kirlet, bizim evimiz temiz kalsın!' demek olduğunu bil­
miyorlar belki de!" Ellerini aşağı doğru, keskin bir dalga gibi
34
salladığında, insanlardan yükselen haykırış sanki herkesin
ağzına birer tıpa takmışçasına kesiliverdi. "Hayır, dostlarım.
Biz böyle yapamayız. Biz komşumuzu kendimizden ayırma­
yız. Biz, artık şehir kurulmayacak diyen devlet kanununun
hakkım veririz. Biz Tanrı Sözü'nden çıkmayız. Sağ gözümüz
günah işlememize sebep olursa, onu söküp atmalıyız, sağ
elimiz günah işlememize sebep olursa, onu kesip atmalıyız.
Doğru insanların kötü adamlarla işi olmaz, olamaz, kardeşle­
rimiz de olsalar, babalarımız da olsalar, oğullarımız da olsalar
olmaz!"
Kalabalıktan yükselen bir gürültüyle Len'i sıcak bastı,
boğazı düğümlenmişti ve gözleri yanıyordu. Biri ateşe odun
atmıştı. Bir kıvılcım sağanağı ve sarı parlak bir alevle ateş
kükredi, şimdi insanlar yerde yuvarlanıyordu, kadınlar ve er­
kekler, parmaklarıyla toprağı eşeliyor ve çığlıklar atıyorlardı.
Gözleri bembeyaz olmuştu ve bu hiç eğlenceli değildi. Vaaz
veren adamın tiz bir ulumaya ve gecenin karanlığındaki de-
vasa bir hayvanın sesine benzeyen kudretli haykırışı kalaba­
lığı ve ateşin ışığını bastırdı.
"Aranızda kötü varsa, onu bize gösterin!"
Çenesinde sakalları yeni yeni çıkan ince, uzun bir oğlan
ayağa sıçradı. İşaret etti. Ağzının kenarlarını ıslatan köpük­
lerle birlikte, "Ben onu suçluyorum!" diye haykırdı.
Tek bir yerde aniden şiddetli bir dalgalanma yaşandı. Bir
adam kalkmış ve kaçmaya çalışmıştı ama diğerleri onu yaka­
lamıştı. Omuzlan bir kalkıp bir iniyor, bacakları sanki dans
ediyordu ve çevresindeki insanlar yoldan çekilmiş, kimisi
omuzlarım ve bacaklarını kendine çekiyor, kimisi itiyordu.
Adamı nihayet sürükleyerek geri getirdiler ve Len adama iyi­
ce bakabildi. Bu kızıl saçlı tüccar William Soames'tu. Ama
yüzü bu kez farklıydı. Solgun, sakin ve berbat durumdaydı.
Vaaz veren adam kökler ve dallarla ilgili bir şeyler hay­
kırdı. Şimdi arabanın kenarında çömelmişti, ellerini havaya
kaldırmıştı. Kalabalık, tüccarı soymaya başladı. Adamın sağ­ 35
lam deri gömleğini yırtarak sırtından çıkardılar, geyik derisi
pantolonunu bacaklarından söktüler, adamı bembeyaz ve
çırılçıplak bıraktılar. Ayaklarında yumuşak çizmeler vardı,
biri çıkmıştı, kalabalık diğerini unutmuş, adamın ayağında
bırakmıştı. Sonra kalabalık geri çekilerek adamdan uzaklaştı,
böylece adam açık bir alanın ortasında, bir başına kaldı. Biri
bir taş attı.
Taş Soames'un ağzına geldi. Soames öne doğru yalpala­
dı ve kollarını kaldırdı ama bir taş daha geldi, sonra bir taş
daha, ardından sopalar ve çamur topaklan geldi, beyaz teni
lekelenmiş ve kirlenmişti. Bir şu yana, bir bu yana döndü,
düştü, tökezledi, iki büklüm oldu, kaçacak bir yol bulmaya
çalıştı, kendini darbelerden korumaya çalıştı. Ağzı açıktı,
dişleri görünüyordu, ağzından akan kan dişlerinden sakalı­
na bulaşıyordu ancak Len, kalabalığın çıkardığı nefessiz, aç
gözlü, müstehcen uğultu yüzünden adam bağırıyor mu, ha-
ğırmıyor mu duyamıyordu ve taşlar adama çarpmaya devam
ediyordu. Sonra tüm insanlar ırmağa doğru yürümeye, ada­
mı da o yöne sürüklemeye başladı. Adam arabanın yanında
geçti, Len'in tekerlek çubuklarının arasından dışarıyı izlediği
gölgenin bir adım ötesindeydi, Len adamın gözlerini net ola­
rak görebiliyordu. Çizmeleriyle tozlu zeminde paldır küldür
yürüyen erkekler adamın peşinden gidiyordu, uçuşan saçla­
rı ve ellerindeki taşlarıyla yürüyen kadınlar da öyle. Soames
sığ ırmağın kıyısına düşüverdi. Peşinden giden erkekler ve
kadınlar, bir hayvan kesildikten sonra sakatatlarına üşüşen
sinekler gibi adamın üzerine üşüştü. Elleri bir kalkıyor, bir
iniyordu.
Len başını çevirdi ve Esau'ya baktı. Esau ağlıyordu, yüzü
bembeyazdı. Kollarını kamına sımsıkı sarmış, iki büklüm
olmuştu. Gözlerini kocaman açmış, olan biteni izliyordu.
Birden döndü ve dört ayak üzerinde arabanın altından çıkıp
36
gitti. Len de peşinden sıçrayıp yan yan ilerleyerek onu takip
etmeye çabaladı, karanlık hava çevresinde fıldır fıldır dönü­
yordu sanki. Tek düşünebildiği, Soames'un kendisine verdiği
pikan cevizleriydi. Midesi bulandı ve kusmak için durdu, vü­
cuduna korkunç, buz gibi bir soğuk hakimdi. Kalabalık ır­
mağın kıyısında hfila çığlık çığlığaydı. Len doğrulabildiğinde,
Esau çoktan gölgelere karışmıştı.
Panik içinde arabaların ve vagonların arasında koşturdu.
"Esau! Esau!" diye seslenip duruyordu ama bir yanıt alamı­
yordu, Esau yanıt veriyor olsa bile kulaklarım dolduran cina­
yetin sesinde duyması imkansızdı. Açık bir alana hiç bakma­
dan atıldı. Upuzun.kollarını uzatmış, uzun boylu bir figürün
kendisini yakalamak için beklediğini çok geç fark etti.
"Len," dedi figür. "Len Colter."
Bu Bay Hostetter'dı. Len dizlerinin bağının çözüldüğü­
nü hissetti. Ortalık birden kararıp sessizleşti, Len önce Esa­
u'nun sonra Bay Hostetter'ın sesini duydu ama sesler uzak-
tan, kısık geliyordu, tıpkı boğucu bir günde rüzgarın taşıdığı
sesler gibi. Sonra kendini büyük ve tanıdık olmayan koku­
larla dolu bir at arabasında buldu, Bay Hostetter Esau1yu da
bindiriyordu. Esau hayalet gibi görünüyordu. Len, "Eğlenceli
olacak demiştin, " dedi.
"Ben böyle olacağını nereden... " Esau hıçkırdı ve Len'in
yanına oturuverdi, başı dizlerinin arasındaydı.
"Burada durun," dedi Bay Hostetter. "Bir şey almam la­
zım. "
Gitti. Len doğrulup izledi, gözleri istemsizce ateşin ve
bağıran, ağlayan, çığlıklar atan, ileri geri sallana sallana kur­
tulduklarını haykıran insan sürüsünün olduğu yöne kayıyor­
du. Hamdolsun, hamdolsun, şükürler olsun, günahın bedeli
ölümdür, şükürler olsun!
Bay Hostetter açıklığın ortasından başka bir tüccarın bir
dizi ağacın yanına park edilmiş arabasına doğru koştu. Len
ketendeki ismi göremiyordu fakat bunun Soames'un arabası 37
olduğundan emindi. Esau da izliyordu. Vaaz veren adam yine
konuşmaya başlamıştı, kollarını havaya kaldırmış sallıyordu.
Bay Hostetter öbür arabadan atlayarak indi ve geri koş­
tu. Bir kolunun altında küçük, belki otuz santim kadar bir
sandık taşıyordu. Koltuğuna tırmandı, o esnada Len at ara­
basının içinde ileri doğru seğirtti. "Lütfen," dedi. "Yanınıza
oturabilir miyim?"
Hostetter, Len'e kutuyu verdi. "Bunu içeri koy. Tamam,
tırman bakalım. Esau nerede?"
Len arkasına baktı. Esau iki büklüm yerdeki ev dokuma­
sının bohçasının üzerine yüzüstü yatmıştı. Len ona seslendi
ancak Esau yanıt vermedi. "Sızmış, " dedi Hostetter. Kam­
çısını şaklatarak çözdü ve atlarına bağırdı. Altı büyük koca
doru at tüm ağırlıklarını tek bir atmışçasına göğüs kayışla­
rına verdi ve araba hareket etti. Hızlandıkça hızlandı, ateşin
ışığı ve kalabalığın gürültüsü geride kaldı. Sadece karanlık
yol, yandaki kara ağaç, toz kokusu ve huzurlu tarlalar vardı.
Atlar yavaşlayarak daha sakin bir yürüyüş ritmine geçtiler.
Bay Hostetter bir kolunu Len'in omzuna attı ve Len adama
sokuldu.
"Niye yaptılar bunu?" diye sordu.
"Çünkü korkuyorlar."
"Neyden?"
"Dünden," dedi Bay Hostetter. "Yarından." Birdenbire,
şaşırtıcı bir hiddetle okkalı bir küfür savurdu. Len ağzı açık
adama bakakaldı. Hostetter kelimesinin tam ortasında çene­
sini sıkarak kapattı ve başını salladı. Len adamın tepeden tır­
nağa titrediğini hissedebiliyordu. Tekrar konuştuğunda sesi
normalde dönmüştü, neredeyse.
"Kendi insanlarınla birlikte ol, Len. Onlardan daha iyisini
bulamazsın."
Len mırıldandı, "Tabii, efendim." Ondan sonra kimse ko­
nuşmadı. Araba tıkırdayarak ilerlerken, hareket hissi Len'i
38
sersemletmişti. Uykulu bir halin güzel sersemliği değildi
bu, yorgunlukla gelen mide bulantılı bir sersemlikti. Esau
arkada son derece sessizdi. Sonunda atlar iyice yavaşlayarak
yürüyüş temposuna geçtiler ve Len panayır alanına dönmüş
olduklarını gördü.
"Sizin araba nerede?" diye sordu Hostetter, Len de söyledi.
At arabasını görecek kadar yaklaştıklarında, Len ateşin yeni­
den yakıldığını ve babasıyla David amcasının ateşin yanında
dikildiğini gördü. Suratları asıktı ve sinirli görünüyorlardı,
çocuklar arabadan indiklerinde tek kelime bile etmediler,
sadece Hostetter'a onları getirdiği için teşekkür ettiler. Len
babasına baktı. Dizlerinin üzerinde çöküp, "Baba, ben günah
işledim," demek istiyordu. Ama tek yapabildiği olduğu yerde
kalıp ağlamaya başlamak ve titremekti.
"Ne oldu?" diye sordu Len'in babası.
Hostetter olan biteni iki kelimeyle özetledi. "Birini rec­
mettiler."
Len'in babası, Esau ve David amcaya baktı, sonra Len'e
döndü ve iç geçirdi. "Kırk yılda bir böyle bir şey yapacak olur­
lar, siz de ona denk gelirsiniz. Oğlanlara izin verilmemişti
ama gitmişler işte, gidince de görmüş oldular." Len'e döndü,
"Sus artık, oğlum. Sus, bitti gitti." Len'i kabaca denmeyecek
bir biçimde arabaya doğru itti. "Git bakalım, Lennie, battani­
yenin altına gir ve uyu."
Len arabanın altına süründü, battaniyesini etrafına sardı
ve öylece yattı. Zayıf, karanlık bir his bünyesini ele geçirdi,
dünya kayıp gitmeye başladığında peşi sıra Soames'un ölür­
kenki yüz ifadesinin hatırasını da taşıyordu. Ketenin öbür
tarafında Bay Hostetter'ın, "Adamı bugün öğleden sonra
uyarmaya çalıştım halbuki, yobazların adını fısıldadıklarını
duymuştum. Bu gece onu takip ettim, benimle geri dönmeye
ikna etmek için. Ama çok geç kaldım, yapabileceğim bir şey
yoktu," dediğini duydu.
David amca, "Suçlu muydu ki?" diye sordu. 39
"İnsanları dinden çıkarmaya çalışmış mıdır mı diyorsun?
Yok artık. Bartorstown insanları kimseyi dinden çıkarmaz."
"O zaman adam Bartorstownlı mıydı?"
"Soames, Virginia'dan gelmişti. Adamı tüccar olarak ta­
nırdım, bir de arkadaştık işte."
"Suçlu olsun olmasın," dedi Len'in babası yavaşça, "Hıris­
tiyanlığa sığacak bir şey değil bu. Şirk koşmak bu. Ama eski
korkuların üzerine oynayacak delirmiş veya yetenekli lider­
ler olduğu sürece, öyle sürüler her türlü caniliği yapar."
"Hepimiz," diye yanıtladı Hostetter, "o eski korkuları ta­
şıyoruz."
Tekrar koltuğuna tırmandı ve at arabasıyla uzaklaştı. Ama
Len adamın gidişini duyamamıştı.
3

Üç hafta geçmişti, belki bir belki iki gün eksikti, Piper's Run'a
ekim ayı gelmişti, bir Şahat günü öğleden sonrasıydı. Len tek
başına, yan verandada oturuyordu.
Kısa bir süre sonra arkasındaki kapının açıldığını duydu,
sürüklenen ayakların sesinden ve bir bastonun tık.lamaların­
dan dışarı çıkan kişinin büyükannesi olduğunu anlamıştı.
Büyükanne kemikli ve şaşırtıcı derecede güçlü ellerinden bi-
40 rini Len'in bileğine koyup sıkıca tuttu, iki basamağı güçlükle
inerek oturdu, vücudu bükülen kuru bir dal gibi esneklikten
uzak hareket ediyordu.
"Teşekkürler, teşekkürler," dedi büyükanne ve ayak bilek­
lerine dökülen katlı eteğini düzeltmeye başladı.
"Altına bir bez serelim mi?" diye sordu Len. "Veya bir şal
falan ister misin?"
"Hayır, güneş güzel ısıtıyor."
Len büyükannesinin yanına tekrar oturdu. Çatık kaşları
ve iki yandan aşağı sarkmış ağzıyla, neredeyse büyükanne
kadar yaşlı görünüyor hatta daha bile ciddi duruyordu. Bü­
yükanne Len'i dikkatle inceledi, Len izlendiğinin farkınday­
dı, rahatsız olmaya başladı.
"Bugünlerde çok dalgınsın, Lennie."
"Öyleyim galiba."
"Küsmedin, değil mi? Küsenleri hiç sevmem."
"Hayır, Büyükanne. Küsmedim."
"Baban sana ceza vermekte haklıydı. S özünden çıktın ve
artık biliyorsun, senin iyiliğin için yasaklamıştı gitmeni."
Len başıyla onayladı. "Biliyorum. "
Babası beklenen dayağı atmamıştı. Hatta aslına bakılacak
olursa, aradan geçen zamanda Len'in hayal dahi edebilece­
ğinden daha nazik davranmıştı. Len'in yaptığı ve gördüğü
şeyler hakkında tüm ciddiyetiyle konuşmuş, sözlerini Len'in
kendisine güvenilebileceğini kanıtlayamadığı takdirde gele­
cek sene hatta belki ondan sonraki sene bile panayıra katı­
lamayacağını söyleyerek bitirmişti. Len babasının oldukça
makul davrandığını düşünüyordu. David amca, Esau'yu da­
yaktan maymuna çevirmişti. Len de zaten panayırı bir daha
görmek i stemediğini hissettiğinden, panayıra gitmesinin ya­
saklanması ç ok da büyük mesele değildi.
Len bunları söylediğinde büyükannesi dişsiz, kadim gü­
lümsemesiyle dizini okşadı. "Bir sene sonra daha farklı hisse­
deceksin. Canın o zaman yanacak. " 41
"Belki de. "
"Eh, eğer bize küsmediysen, o zaman başka bir derdi n var
demektir. Neyin var?"
"Hiç. "
"Lennie, ben erkek çocuklarla çok uğraştım. Hiçbir sağ­
lıklı oğlan senin gibi böyle surat asmaz. Hem de böyle bir
günde, Şabat gününde yani. " Kadın başını kaldırarak mas­
mavi gökyüzüne baktı ve altuni havayı kokladı, sonra göz­
lerini çiftliği çevreleyen ormana çevirdi, ağaçları ayrı ayrı
gruplar halinde değil, birbirine karışan, adlarını neredeyse
unuttuğu muhteşem bir renk bulanıklığı olarak görüyordu.
Yarı keyifle yarı üzüntüyle iç geçirdi.
"Galiba gerçek renkleri artık sadece şimdilerde görür ol­
duk, ağaçlar sonbaharda yapraklarını dökerken. Dünya eski­
den renklerle doluydu. İnanmayacaksın belki, Lennie ama
bir zamanlar, şu ağaç kadar kırmızı bir elbisem vardı beni m. "
"Eminim çok güzeldi." Len büyükannesini kırmızı bir el­
bise giymiş küçük bir kız çocuğu olarak hayal etmeye çalış­
sa da yapamadı. Hem büyükannesini yaşlı bir kadın dışında
hiçbir şey olarak hayal edemediğinden hem de daha önce
kırmızı giymiş kimseyi görmediğinden.
"Çok güzeldi," dedi büyükanne yavaşça ve yeniden iç ge­
çirdi.
Basamakta birlikte oturmaya devam ettiler, hiç konuşma­
dılar, gözleri boşluğa dikiliydi. Sonra birdenbire büyükanne,
"Canım neyin sıktığını biliyorum," dedi. "Hfila recmi düşü-
nuyorsun. "
..

Len hafifçe titremeye başladı. Titremek istemiyordu ama


kendini de durduramıyordu. "Of, Büyükanne, çok. .. " diye
ağzından kaçırıverdi. "Bir çizmesi ayağındaydı. Ayağındaki
çizmesi dışında çırılçıplaktı, o kadar komik görünüyordu ki.
İnsanlar da taş atmaya devam ettiler... "
42
Gözlerini kapatsa, kanın ve toprağm zavallı adamın beyaz
teninde nasıl yan yana aktığını, insanların ellerinin nasıl da
kalkıp indiğini görebilirdi.
"Bunu neden yaptılar, büyükanne? Niye?"
"Babana sorsan daha iyi olur."
"Babam onların korktuğunu ve korkunun aptal insanla­
ra fena şeyler yaptırdığını, onlar için dua etmem gerektiğini
söyledi." Len elinin tersiyle sertçe bumunu sildi. "Onlar için
tek bir dua bile etmem, edeceksem onlara da birilerinin taş
atmasmı istediğim için ederim."
"Sen sadece tek bir kötü şey gördün," dedi büyükanne,
dar bir beyaz şapka içindeki başını iki yana sallayıp kısık göz­
leriyle yere bakarak. "Benim gördüklerimi görsen, o zaman
korkunun neler yapabildiğini anlardın. Üstelik ben senden
de küçüktüm, Lennie."
"Çok kötüydü, değil mi büyükanne?"
"Ben yaşlı bir kadınım, çok yaşlıyım ve hfila rüyalarıma gi-
riyor... Gökyüzünde ateşler, kızıl kızıl ateşler, orada, orada ve
orada." Zayıf, kuru eli güneyden kuzeye ve batıya doğru bir
yarım daire oluşturacak şekilde üç yeri işaret etti. "Onlar ya­
nan şehirlerdi. Annemle birlikte gittiğimiz şehirler. Sonra o
şehirlerden insanlar geldi, askerler geldi, her tarlada sığınak­
lar yapıldı ve insanlar girebildikleri her yerde, evlerde, ahır­
larda toplandı, tüm hayvanlarımız onları doyurabilmek için
kesildi, kaliteli kırk baş süt ineği. Kötü, çok kötü zamanlardı.
O günleri atlatabilen herkes Tanrı'nın merhametini gördü."
"Adamı bunun için mi öldürdüler?" diye sordu Len. "Tüm
onları yeniden yaşatabilir diye mi korkmuşlardı - yanan şe­
hirleri falan?"
"Vaazda söyledikleri bu değil miydi?" diye sordu büyü­
kanne, her şeyi bilen bir havayla, ne de olsa, onlarca yıl önce
kendisi de bu vaazlara katılmıştı tam da kaynayan dini inanç
ve duyguların getirdiği korku yeni mezheplerin doğmasına
sebep olmuş ve eski mezhepleri güçlendirmişken.
43
"Evet. Dediklerine göre o bir çeşit meyveyle erkek çocuk­
ları kandırıyormuş, galiba Kitabı Mukaddes'te yazan Bilgelik
Ağacı'nın meyvesi gibi bir şeyi kastediyorlar. Ve adamın Bar­
torstown diye bir yerden geldiğini söylediler. Bartorstown
nedir, büyükanne?"
"Babana sor," dedi ve önlüğüyle oynamaya başladı. "Şu
mendili nereye koydum ben? Elimdeydi sanki... "
"Sordum ona. Öyle bir yer olmadığını söyledi."
"Hah," dedi Büyükanne.
"Sadece çocukların ve yobazların inandığını söyledi."
"Eh, ben de farklı bir şey söyleyemem, o yüzden bana sor-
ma."
"Sormayacağım, büyükanne. Ama öyle bir yer hiç var oldu
mu? Yani uzun zaman önce mesela?"
Büyükanne mendilini buldu. Mendille yüzünü ve gözleri­
ni, sonra da burnunu sildi ve mendilini tekrar cebine koydu.
Len sabırla bekledi.
"Ben küçük bir kızken, " dedi büyükanne, " bir savaş çıktı. "
Len başını salladı. Bay Nordholt, okul müdürü, savaş
hakkında pek çok şey anlatmıştı. Adamın zihninde, bu savaş
Vahiy Kitabı'yla bütünleşmiş, görkemli ve korkunç bir hal al­
mıştı.
"Savaş çok uzun sürdü galiba, " diye devam etti büyükan­
ne. "Televizyonda savaş hakkında bol bol konuştuklarını ha­
tırlıyorum, devasa mantarlar şeklinde bulutlar yapan bom­
baların resimlerini gösterirlerdi, her biri bir şehri tek başına
yok edebilirmiş. Ve evet, Lennie, semadan yağan ateşler var­
dı ve pek çok kişi bu ateşlerde kül oldu! Tanrı, bu ateşi bir
günlüğüne düşmanlarımıza verdi, düşmanlarımız da O'nun
gürzü oldular. "
"Ama biz kazandık. "
"Aa evet, sonunda biz kazandık. "
"Bartorstown'ı o zaman mı inşa ettiler?"
"Savaştan önce. Devlet inşa etti. O zamanlar devlet hala
44
Washington'daydı ve Washington şimdi olduğundan çok
daha farklıydı. Bir şekilde daha büyüktü. Bilemiyorum, kü­
çük bir kız böyle şeylerle çok da ilgilenmez. Pek çok gizli yer
inşa ettiler ve Bartorstown bunların en gizlisiydi, batıda bir
yerlerdeydi. "
"Madem bu kadar gizliydi, senin nereden haberin oldu?"
"Televizyonda söylediler. Tabii yerini veya niçin yapıldığı­
nı söylemediler, ayrıca bunun sadece bir söylenti olabileceği­

ni de belirttiler. Ama o ismi hatırlıyorum. "


"O zaman, " dedi Len yavaşça, "Bartorstown gerçekti! "
"Ama şimdi gerçek olmayabilir. Bu u zun zaman önceydi.
Belki de sadece hatırası kalmıştır günümüze, babanın dedi­
ği gibi çocuklar ve yobazlar hatırlıyordur. " Sert bir ifadeyle,
mırıldanırcasına bu iki gruptan da olmadığım ekleyiverdi.
Sonra, "Sen bunlarla kafanı yorma, Lennie, " dedi. "Şeytan'la
işin olmazsa onun da seninle işi olmaz. Vaazda o adamcağı­
zın başına gelenler senin de başına gelsin istemezsin. "
· Lennie'yi önce ateş bastı, sonra bi r üşüme. Ama her şeye
rağmen merakına yenik düşüp sordu, "Bartorstown bu kadar
kötü bir yer mi?"
"Öyle," dedi büyükanne keyifsiz bir bilgelikle, "herkes
öyle düşünüyorsa öyledir. Hah, bilmez miyim! Tüm hayatım
boyunca dilimi tutmak zorunda kaldım. Dünyanın eskiden
nasıl bir yer olduğunu hatırlıyorum. S adece küçük bi r kız­
dım ben ama yeterince büyüktüm, senin yaşlarında falandım
i şte. Mennonitler haline nasıl geldiğimizi ve daha önce Men­
nonitler diye bir şey olmadığını gayet iyi hatırlıyorum. Ba­
zen keşke diyorum. . . " Lafını yanda kesti ve tekrar ateş rengi
ağaçlara baktı. "O elbiseyi çok seviyordum. "
Bir sessizlik daha.
"Büyükanne."
"Ne oldu?"
"Şehirler nasıl yerlerdi? Yani gerçekten?"
"Babana sorsan daha iyi." 45
"O hep ne diyor biliyorsun. Ayrıca, şehirleri babam gör­
memiş ki. S en görmüşsün, büyükanne. Hatırlayabilirsin. "
"Tanrı, sonsuz bilgeliğiyle yok etti şehirleri. Sorgulamak
sana düşmez. Bana da. "
"Ben sorgulamıyorum - sadece soruyorum. Nasıl yerler­
di?"
"Büyüklerdi. Piper's Run gibi yüz tane olsa, küçük bi r şeh­
rin yarısı bile etmezdi. Hepsinin yollarında sert kaplamalar
vardı. Kenarlarında insanlar için kaldırımlar. Ortada kalan
kısımlar da geniş olurdu, oradan otomobiller geçerdi, sonra
gökyüzüne kadar uzanan büyük binalar vardı. Şehirler çok
gürültülüydü, hava da bir farklı kokardı, her zaman bir sürü
insan olurdu sokaklarda, sağa sola koşarlardı. Şehirlere git­
meyi hep çok severdim. Kimse şehirleri günahkar bulmazdı
o zamanlar."
Len'in gözleri fal taşı gibi açılmıştı, yusyuvarlaktı.
"Büyük sinema salonları olurdu, kocamanlardı, yumuşak
koltukları vardı, şu ahırın iki katı büyüklüğünde süpermar­
ketler vardı, içlerinde her çeşit yemeği bulabilirdin, hepsi de
parlak ve muhteşem paketler içindeydi - hayatında adını
duymadığın şeyleri haftanın her günü alabilirdin, Lennie!
Beyaz şekere dönüp bakmazdık bile. Baharatlar, tüm kış taze
kalsın diye dondurulup küçük paketlere konan sebzeler. O
mağazalardaki şeyler! Ah, ne çok şey, neresinden anlatsam
bilemedim, kıyafetler, oyuncaklar, çamaşır yıkayan elektrikli
makineler, kitaplar, radyolar, televizyon setleri..."
İleri geri biraz sallandı, yaşlı gözleri parıldadı.
"Noel zamanı," dedi. "Ah, Noel zamanı tüm pencereler
süslenirdi, ışıklar yakılırdı, şarkılar söylenirdi! Her yer renga­
renk olur, pml pırıl parlardı, insanlar gülerdi. Hiç de günah
değildi. Muhteşemdi."
Len'in ağzı açık kalmıştı. Öylece kalakaldı. İçerden, ze­
46
minin ağır adımlarla titrediğini duyuyordu. Büyükannesine
susmasını söylemek istedi ancak kadın, Len'in orada olduğu­
nu unutmuş gibiydi.
"Televizyondaki kovboylar," diye mırıldandı, dertli yılla­
rın ötesinden en geriye uzanarak. "Müzik, omuzlarını çıplak
bırakan güzel elbiseler içinde dans eden kadınlar. Büyüdü­
ğümde ben de öyle şeyler giyeceğim zannediyordum. Resimli
kitaplar, Bay Bloomer'ın dondurma da sattığı eczanesi, Pas­
kalya'nın çikolatadan tavşanları... "
Len'in babası kapıdan çıktı. Len kalktı ve en alt basamağa
indi. Babası Len'e baktı ve Len'in içi darmadağın oldu, haya­
tının son üç haftasının beladan başka bir şeyle geçmediğini
düşündü.
"Su," dedi büyükanne, "açınca parlak musluklardan akar­
dı. Evin içinde tuvalet vardı ve elektrikli lambalar... "

Babası Len'e hitaben, "Büyükanneni sen mi konuşturu­


yorsun?" dedi.
"Hayır, yemin ederim," dedi Len. "Kendi kendine başladı,
konu kırmızı bir elbiseden açıldı."
"Kolaydı," dedi büyükanne. "Her şey kolaydı, parlaktı ve
rahattı. Dünya böyİeydi işte. Sonra birdenbire mahvoldu.
Çok hızlı oldu."
Len'in babası, "Anne," dedi.
Kadın gözucuyla oğluna baktı. Gözleri solgun birer kıvıl­
cım gibi, parıltılı ve ışıltılıydı. Kadın, "Düz şapka," dedi.
"Anne, yapma. . . "
"Keşke onlara tekrar sahip olsam;" dedi büyükanne. "Keş­
ke kırmızı bir elbisem olsa, bir televizyonum olsa, beyaz por­
selen bir tuvaletimiz ve tüm o diğer şeylerden olsa. Güzel bir
dünyaydı o! Keşke sona ermeseydi."
"Ama sona erdi işte," dedi Len'in babası. "Sen de Tanrı'nın
iyili ği ni sorgulayan aptal bir ihtiyarsın." S anki büyükanneyle
değil de Len'le konuşuyordu. Çok öfkeliydi. "O şeylerin hiç­
biri hayatta kalmana yardım etti mi? O şeyler şehirlerdeki 47
insanlara yardım etti mi? Etti mi?"
Büyükanne yüzünü çevirdi, cevap vermedi.
Len'in babası basamaklardan inip kadının karşısına dikil-
di. "Beni anlıyorsun, anne. Cevap ver. Yardım etti mi ?"
Büyükannenin gözlerinde yaşlar birikmişti, ışıltı da sö­
nüp gitmişti. "Ben yaşlı bir kadınım," dedi. "Bana böyle ba­
ğırman doğru değil."
"Anne. Özlediğin şeyler bir tek insana bile hayatta kalmak
konusunda yardım etti mi?"
Büyükannenin önüne düşen başı sağa sola yavaşça sallan­
dı.
"Hayır," dedi Len'in babası, "ve bunları biliyorum çünkü
marketlere nasıl yeni yemeklerin gelmediğini sen anlattın,
çiftliklerde hiçbir şeyin çalışmadığını çünkü artık elektriğin
olmadığını ve yakıt da bulamadığınızı sen anlattın. Sadece
tüm hayatını bu lükslerden uzak yaşayanların, sahip olduk-
lan şeyleri kendi elleriyle inşa edenlerin, şehirlerle işi olma­
yan insanların yara almadan kurtulduğunu ve h epimizi Tan­
rı'nın ö nünde huzur, bolluk ve tevazu yoluna soktuğunu sen
anlattın. Mennonitlere dil uzatmaya cüret ediyorsun bir de!
Çikolatadan tavşanlarmış," dedi Len'in babası ve çizmelerini
toprağa vurdu. "Çikolatadan tavşanlarmış! Dünyanın neden
mahvolduğu ortada. "
Birden kendi etrafında dönüp Len'i de gazap çemberine
aldı. "İkinize de söylüyorum, kalbinizde şükran kalmadı mı
sizin? İyi hasat için, can sağlığımız için, sıcak evimiz için, yi­
yecek bol bol yemeğimiz olduğu için şükredemez misiniz?
Tanrı sizi mutlu etmek için başka ne vermek zorunda?"
Kapı tekrar açıldı. Anne Colter'ın yuvarlak, pespembe, kı­
nar ifadeli, sımsıkı beyaz bir şapkayla çevrelenmiş yüzü be­
lirdi. "Elijah! Annene sesini mi yükseltiyorsun, hem de Şahat
günü?"
48
"Beni kışkırttı, " dedi Len'in babası, bir-iki dakikalığına
burnundan sert sert nefes alıp verdi. S onra, biraz daha alçak
sesle Len'e döndü, "Ahıra git."
Len'in yüreği ezildi. Bahçenin diğer tarafına seğirtmeye
koyuldu. Annesi kapıdan çıktı, verandaya indi.
"Elij ah, Şahat günü böyle şeylerin sırası. . . "
"Oğlanın ruhunun iyiliği için," dedi Len'in babası, daha
fazla itiraz kaldıramayacak bir ses tonuyla. "Rica ederim
bunu bana bırak."
Len'in annesi başını iki yana salladı ama içeri girdi. Baba­
sıysa oğlunu takip edip ahırın açık kapılarından girdi. Büyü­
kanne basamaklardaki yerinde oturuyordu.
"Umurumda değil," diye fısıldadı. "Onlar iyi şeylerdi."
Bir dakika sonra, şiddetle tekrarlamaya başladı. "İyi, iyi, iyi! "
Gözyaş ları yanaklarından yavaşça dökülüp h aki rengi ev do­
kuması elbisesinin göğsüne düştü.
Ahırın içi sıcak ve gölgeliydi, depolanmış samanla h avası
tatlanmıştı, Len'in b ab ası koşum kayışını duvardaki çividen
aldı, Len de ceketini çıkardı. Bekledi ancak babası orada dur­
muş, asık yüzüyle ona bakıyor, esnek kayışı parmaklarının
arasında çekiştiriyordu. Sonunda, "Hayır, b öyle olmaz," dedi
ve kayışı yeniden duvara astı.
"Beni dövmeyecek misin?" diye fısıldadı Len.
"Büyükannenin aptallığı için dövmeyeceğim. O çok yaşlı,
Len, çok yaşlı insanlar çocuk gibi olurlar. Aynca berbat yıllar
atlattı, çok uzun bir ömrü hiç şikayet etmeden, çok çalışarak
geçirdi - belki de çocukluğunda sahip olduğu kolaylık sağla­
yan şeyleri düşünüyor diye onu çok da suçlamamalıyım. Sa­
nırım insan küçük bir oğlan çocuğu olunca, dinlememek de
doğasında olmuyor. "
Döndü, sütunun hizasına gelince bir aşağı bir yukarı yü­
rümeye başladı. Durduğunda yüzünü Len'e dönmedi.
"Bir adamın öldüğünü gördün sen, " dedi. "Derdin bu, de­
ğil mi? Bu soruların sebebi bu?" 49
"Evet, baba. Aklımdan çıkaramıyorum."
"Çıkarma da zaten," dedi b ab ası, aniden yükselen bir şid­
detle. "Gördü n ya, sonsuza kadar hatırla. O adam belirli bir
yol seçti. O yol da o adamı belirli bir sona götürdü. Yoldan
çıkanların yolu her zaman zor olmuştur, Len. Asla da kolay
olmayacaktır. "
"Biliyorum, " dedi Len. "Ama bir adam sadece Bartors­
town diye bir yerden geldi diye. . .
"

"Bartorstown bir yerden çok daha fazlası. Ö yle bir yer var
mı yok m u, Piper's Run gib i bir yer mi değil mi, bilmiyorum,
eğer varsa da hakkında söylenen şeyler doğru mu değil mi,
bilmiyorum. Doğru olup olmamaları önemli bile değil. in­
sanlar inanıyor işte. Bartorstown bir düşünce biçimi, Len.
Tüccarı recmederek öldürdüler çü nkü adam o yolu seçmiş­
ti. "
"Vaaz veren adam onun şehirleri geri getirmek istediğini
söyledi. Bartorstown bir şehir mi, baba? Büyükanne küçük­
ken sahip oldukları şeyler orada var mı?"
Babası döndü ve ellerini Len'in omuzlarına koydu. "Çok
sefer, çok çok sefer, Len, babam da beni dövdü, tam burada
böyle sorular sorduğum için. O iyi bir adamdı ama daha çok
David amcan gibiydi. Dilini kullanmaz, kayışını kullanırdı.
Tüm hikayeleri dinledim, hem annemden hem de o zaman­
lar hayatta olan o nesildeki herkesten. Bazıları büyükannen­
den de iyi hatırlıyordu hatta. Eskiden, o lüksler kimbilir ne
kadar güzeldir, diye düşünürdüm ve neden günah dolu ol­
duklarını merak ederdim. Babam da bana cehennemlik ol­
duğumu söyler, sonra da kayışla beni ayakta duramayınca­
ya kadar döverdi. O da Yıkım'ı yaşamıştı. Onun kalbindeki
Tanrı korkusu benim kalbimdekinden güçlüydü. Acı reçete
buydu, Len ama beni kurtarabildi mi, bilmiyorum. Zorunda
kalırsam, ben de sana öyle davranırım ama bana öyle şeyler
yaptırmamanı tercih ederim."
50
"Yaptırmayacağım, baba," dedi Len aceleyle.
"Umarım. Çünkü anlıyorsun ya, Len, hiçbir işe yaramı­
yorlar. Günah olup olmamasını bir anlığına boş ver ve sadece
gerçeklere odaklan. Büyükannenin bahsettiği her şey... tele­
vizyonlar, arabalar, tren yolları, uçaklar, hepsi şehirlere bağ­
lıydı." Yüzünü astı ve elleriyle açıklamaya çalışır gibi hareket­
ler yaptı. "Yoğunluk, Len. Organizasyon. Bir saatin çarkları
gibi her bir küçük parça çalışmak için başka bir parçaya bağ­
lıydı. iyi bir arabacının tek başına bir at arabası yapabilmesi
gibi değildi, bir otomobili tek bir adam yapamazdı. Otomo­
billeri yaptıkları zamanlarda, arabaların hareket edebilmesi
için binlerce adamın birlikte çalışması gerekirdi. Ve başka bir
yerde binlerce başka adamın yakıt üretmesi gerekirdi. Başka
bir yerdeki binlerce başka adam da lastiği üretirdi. Bunları
şehirler mümkün kıldı, Len, şehirler de ortadan kalkınca
bunlar artık mümkün olmaktan çıktı. O yüzden artık bunla­
ra sahip değiliz. Ve asla da olmayacağız."
"Asla mı, dünyanın sonuna kadar mı?" diye sordu Len, öz­
lem dolu bir kayıp duygusuyla.
"Bu da Tanrı'nın ellerinde," dedi babası. "Dünya dönüp
duracak ama biz o kadar uz�n yaşamayacağı z. Len, ha Mı­
sır'ın firavunlarını özlemi şsin, ha Yıkım'da kaybedilen şey­
leri . . . "
Len başını salladı, derin düşüncelere dalmıştı. "Hala anla­
mıyorum, b ab a. . . O adamı öldürmeleri şart mıydı?"
Babası i ç geçi rdi. "insanlar doğru olduğuna inandıkları
şeyi yaparlar ya da kendilerini korumak i çin gerekli olduğu­
nu düşündükleri şeyi. Bu dünyanın başına korkunç bir bela
geldi. Hayatta kalanlar bu beladan sonra ayakları üzerinde
durabilmek için iki nesil boyunca çalıştı çabaladı, savaştı ve
ter attı. Şimdi refah içindeyiz, huzur içindeyiz ve ki mse o
belanın geri dönmesini istemiyor. O belanın tohumunu ta­
şıdığını düşündüğümüz insanları görünce, kendi farklı yol­
larımız gereği o insanlara karşı adımlar atarız. Ve bu yolların 51
bazıları şiddet i çerir. "
Len'e ceketini uzattı. "Al, giy. Sonra ·da tarlalara gitme­
ni, etrafına b akmanı ve gördüklerini düşünmeni istiyorum.
Tann'dan verebileceği en büyük hediyeyi, yani huzurlu bir
kalp dilemeni i stiyorum. Ölen adamı sana, aptalca davra­
nışların b edelini hatırlatmak i çin verilmiş bir işaret olarak
düşünmeni istiyorum. Unutma, aptalca davranışların bedeli
tıpkı günahın bedeli gibi kötüdür."
Len ceketini giydi. Başını yukarı aşağı salladı ve babasına
sevgiyle gülümsedi.
Babası, "Bir şey daha var," dedi. "Seni o vaaza Esau götür­
dü."
"Ben öyle bir şey. . .
"

"Öyle bir şey söylemedin, evet ama seni de Esau'yu da ta­


nıyorum. Şimdi sana bir şey söyleyeceğim ve bunu tekrar­
latma. Esau dediğim dedik biri, sırf kendini akıllı göstermek
için ters davranmakla ve laf dinlememekle övünen biri. Ateş
nasıl yukarı doğru yanarsa, o da bela için doğmuş ve senin
bir enik gibi onun peşinde dolaşmanı istemiyorum. Eğer ye­
niden böyle bir şey olursa, aklının hayalinin almayacağı bir
dayak yersin benden. Anladın mı?"
"Evet, efendim! "
"Hadi git bakalım."
Len babasının sözlerini ikiletmedi. Ön avludan çıkıp gitti.
Kapıdan geçti, araba yolundan ilerleyip batıdaki tarlaya çıktı,
sakin sakin yürüyordu, başı öne eğikti, kafasındaki düşünce­
ler öyle bir dönüyordu ki başı ağrımaya başlamıştı.
Daha dün bir sürü adam burada mısır biçiyorlardı, uzun
ve orak biçimli bıçakları hışırdayan mısır saplarına sürttükçe
fış-fış! ediyordu, oğlanlar da onları demetlemişti. Len hasadı
sevmişti. Herkes bir araya toplanmış ve birbirine yardım et­
mişti ve bu yardımlaşmanın kendine özgü bir heyecanı vardı,
sanki ekim zamanından beri verilen bir savaşta kesin zafer
52
kazanılmıştı, sanki yaprakların düşmesi, sincapların hazır­
lanması gibi doğal bir kış için evlere çekiliyorlarmış hissi var­
dı. Len kısacık kalmış mısır saplarının ve uzun demetlerin
arasından yavaşça yürüdü ve kurumuş mısırlardan güneşin
kokusunu aldı, ormanın kıyısında bir yerlerde öten kargaları
duydu, ardından ağaçların renkleri ona tesir etmeye başladı.
Birdenbire karşısındaki tüm manzaranın ışıltıyla ve yakıcı
bir güzellikle dolu olduğunu fark etti, ormana doğru yürü­
meye devam etti, gökyüzüne uzanan kırmızı ve altın rengi
ağaç tepelerini görmek için başını yukarı kaldırmıştı. Tar­
lanın kenarında bir dizi sumak vardı. Öyle muzafferane bir
kızıllık içindelerdi ki Len gözlerini kırpıştırdı. Sumakların
yanında dikildi ve arkasına baktı.
Buradan çiftliğin neredeyse tümünü, tarlalardaki düzgün
desenleri, iyi onarılmış aralıklı tahta çitleri ve yıpranmaktan
güneşte parlayan gümüşi bir griye bürünmüş ayrık kaplama­
larıyla güzel çatılı dar binaları görebiliyordu. Y ukarı otlakta
koyunlar, aşağı otlakta inekler, koşum atları ve kalın kaslı
iri araba atları otluyordu. Hepsi besili ve dolgundu. Ahır ve
ambar doluydu. Toprak mahzeni de doluydu. Soğutma ba­
rınağı doluydu, evin mahzeninde güveçler ve kavanozlar,
ayrıca tuzlu füme domuz pastırmaları, kurutma fırınından
yeni gelmiş domuz butları vardı ve bunların her birini el­
leriyle topraktan kendileri almışlardı. Len'in her yanına bir
sıcaklık duygusu yayıldı, bu hissin beraberinde baktığı yere
yani tarlalara, eve, ahıra, engebeli ormana, gökyüzüne karşı
duyduğu, kelimelerle ifade edemeyeceği tutkulu bir sevgi de
gelmişti. Babasının ne anlattığını anlamıştı. Her şey iyiydi,
Tanrı iyiydi. Babasının huzurlu bir kalp derken ne demek is­
tediğini anlamıştı. Dua etti. Duasını bitirdikten sonra döndü
ve ağaçların arasına girdi.
Bu yolu o kadar çok kullanmıştı ki artık çalı çırpının ara­
sında dar bir patika oluşmuştu. Len'in adımları şimdi hafif­
lemişti, başı hala yukarı bakıyordu. Geniş kenarlı şapkası al­
53
çaktaki dallara takılınca şapkasını çıkardı. Az sonra ceketini
de çıkardı. Yürüdüğü yol bir geyik patikasına bağlandı. Bir­
kaç kez eğilip taze izlere baktı ve uzun çimenlerin kapladığı
bir açıklığa geldiğinde geyiklerin yattığı yerlerdeki kırılmış
çimenleri seçebiliyordu.
Birkaç dakika sonra uzun bir kayrana çıktı. Çalılar inceldi
ve burada yetişen devasa akçaağaçların gölgesinde kaldı. Len
oturdu ve ceketini bir top haline getirdi. Sonra sırtüstü yatıp
ceketini başının altına koydu ve ağaçlara baktı. Ağaçlar siyah,
büklüm büklüm bir desen oluşturuyor, Üzerlerindeki altın
rengi yaprakların yarattığı bulutu tutuyordu, hepsinin üze­
rinde de öyle mavi, öyle derin, öyle durgun bir gökyüzü vardı
ki insan bakınca gökyüzünde boğulabilirmiş gibi geliyordu.
Zaman zaman birkaç yaprak düşüyor, sessizliğin içinde yavaş
yavaş ve tüm parlaklığıyla süzülüyordu. Len tefekküre dal­
dı ancak artık düşüncelerin bir şekli şemaili yoktu. Vaazdan
beri ilk kez, düşünceleri sadece mutluluk içeriyordu. Bir süre
sonra mutlak huzur duygusuyla uykuya daldı. Ve ardından
b irdenbire sıçrayarak dikildi, kalbi güm güm atıyor, tenin­
den ter boşanıyordu.
Ormanda bir ses vardı.
Bu iyi bir ses değildi. Bir hayvandan, kuştan, rüzgardan
veya ağaç dalından gelmiyordu. Hışırtısı, tıslaması ve ciyak­
laması birbirine karışan bir sesti, hepsinin tam ortasında ani
bir kükreme yükseldi. Çok gürültülü değildi, küçük v e uzak­
tan geliyor gibiydi. Fakat aynı zamanda çok uzaktan da gel­
miyordu. Birden sanki bıçakla kesilmişçesine yok oldu.
Len hareketsi z kaldı ve dinledi.
Ses yeniden geldi, bu kez çok belli belirsiz, çok sinsiydi,
yüksek dallara vuran ıüzgarın hışırtısına karışıyordu. Len
oturdu ve ayakkabılarını çıkardı. Sonra yosunun ve çimen­
lerin üzerinden yalın ayak geçerek kayranı n sonuna ulaştı,
elinden geldiğince sessiz b ir b içimde çalıların tekrar seyrele­
rek bir boz ceviz korusuna açıldığı yere doğru, ince akıntının
54
yatağı boyunca yürüdü. Boz cevizleri de geçince, b ir dizi şey­
tan elmasının arasında eğildi, elleri ve dizleri üzerinde öbür
tarafı görebileceği kadar çömeldi. Ses yükselmemişti ama
yakından geliyordu. Çok daha yakından.
Şeytan elmalarının ö tesinde çimenler v ardı , menekşeler
baharla birlikte açmıştı. Kama şeklinde b ir kıyıydı b urası,
köye adını veren derenin sakin ve kahverengi Pymatuning'e
döküldüğü yerdi. Kıyının ucunda eğilmiş b üyük b ir ağaç var­
dı, sel zamanı toprak ayrıldığından köklerinin yarısı açığa
çıkmı ştı. E kim ayında bir Şahat günü ö ğleden sonrası b ulu­
nabilecek en sakin yerlerden b iriydi, b urası ormanın kalb i ve
merkeziydi, aynı zamanda nehrin iki tarafındaki çiftlikler­
den de en uzak noktaydı.
E sau oradaydı. Yere düşmüş b ir kütüğün üzerinde kam­
burunu çıkararak oturmuştu, sesler ellerinin arasında tuttu­
ğu b ir şeyden geliyordu.
4

Len şeytan elmalarının arasından çıktı. Esau bir suçlunun


paniğiyle yerinden sıçradı. Aynı anda hem kaçmaya, hem
nesneyi arkasında saklamaya hem de beklediği bir darbeyi
engellemeye çalıştı. Gelenin sadece Len olduğunu gördü­
ğünde sanki dizlerinin bağı çözülmüş gibi tekrar kütüğün
üzerine çöktü.
"Niye böyle bir şey yaptın şimdi?" dedi sıkılı dişlerinin
arasından. "Babam geldi sandım. " 55

Elleri titriyor, hala tuttukları şeyi kapatıp gizlemeye ça­


lışıyordu. Len olduğu yerde durdu, Esau'nun korkusuyla ir­
kilmişti.
"Ne var elinde?" diye sordu.
"Hiç. Eski bir kutu sadece. "
Bu çok zavallı bir yalandı. Len duymazdan geldi. Esau'ya
yaklaşıp baktı. Nesne kutu biçimindeydi. Küçüktü, sadece
üç-dört santim genişliğindeydi ve dümdüzdü. Tahtadan ya­
pılmıştı fakat Len'in hayatı boyunca gördüğü tüm tahta nes­
nelerden farklı bir görüntüsü vardı. Len farkın ne olduğunu
bilmiyordu ama oradaydı işte. Bazı yerlerinde ilginç boşluk­
lar vardı ve bazı yerlerinde çıkıntıları bulunuyordu, bir ye­
rinde de girintiye oturtulmuş, üzerine tel sanlı bir makarası
vardı. Sadece bu tel metaldendi. Kendi kendine adeta mırıl­
danıp fısıldıyordu.
Şaşkınlık içinde ve korkuyla, "Bu ne?" diye sordu Len.
"Büyükannenin bazen anlattığı şeyler var ya? Hani hava­
dan gelen sesler?"
"Televizyon mu? Ama onlar büyükmüş ve resimleri var-
mış.
,,

"Hayır," dedi Esau. "Diğerini diyorum, sadece sesleri olan."


Len derin, korkulu bir nefes çekti ve titreyerek nefesini
verirken, "Haa!" dedi. Bir parmağını uzatıp mırıldanan ku­
tuya sadece gerçek olduğundan emin olmak için hafifçe do­
kundu.
"Radyo mu?" dedi.
Esau nesneyi dizlerine koymuştu, bir eliyle sımsıkı tutu­
yordu. Diğer eli fırladı ve Len'i gömleğinin önünden yaka­
ladı. Yüzünde öyle sert bir ifade vardı ki Len uzaklaşmaya
veya karşılık vermeye çalışmadı. Çünkü itişip kakışmak iste­
miyordu, radyonun kırılmasından korkuyordu.
"Eğer birine söylersen," dedi Esau, "Seni öldürürüm. Ye­
56
min ederim öldürürüm seni."
Bu konuda ciddi gibi görünüyordu, Len onu suçlayamaz­
dı. "Söylemem, Esau," dedi. "Gerçekten, Kitap üzerine yemin
ederim." Gözleri Esau'nun kucağında bulunan muhteşem,
dehşet verici, sihirli şeye kaydı tekrar. "Nereden buldun
bunu? Çalışıyor mu? Gerçekten sesler duyabiliyor musun?"
O kadar çömeldi ki neredeyse çenesi Esau'nun bacağına de­
ğecekti.
Esau'nun eli Len'in gömleğinden çekildi ve kutunun pü­
rüzsüz, tahta yüzeyini okşamaya geri döndü. Bu kadar ya­
kından bakınca, Len nesnenin üzerindeki çıkıntıların çevre­
sinde aşınmış yerler olduğunu gördü, sürtünen parmakların
izleriydi bunlar, nesnenin bir köşesi de kırıktı. Bu mahrem
özellikler, her şeyi birden gerçek kılmıştı. Biri buna sahipti
ve uzun bir zaman kullanmıştı.
"Çaldım," dedi Esau. "Soames'a aitti bu, şu tüccara."
Tanıdık bir sinir Len'in karnında kasıldı ve büküldü. Len
biraz geri çekildi, başını kaldırıp önce Esau'ya sonra etrafına
baktı, sanki şeytan elması bitkilerinin arasından Üzerlerine
taşların yağmasını beliyordu.
"Peki sen nereden buldun bunu?" diye sordu, farkında ol­
madan sesini biraz kısarak.
"Bay Hostetter bizi at arabasına bindirdiğinde, bir şey al­
maya gitmişti ya?"
"Evet, Soames'un arabasından bir kutu... Haa!"
"O kutunun içindeydi. Başka şeyler de vardı kutuda. Ki­
taplar falan galiba, bir de küçük şeyler ama çok karanlıktı ve
ses yapmak istemedim. Bunun başka bir şey olduğunu hisse­
debiliyordum gerçi, büyükannenin anlattığı eski şeylere ben­
ziyordu. Ben de gömleğime sakladım."
Len sitemden ziyade şaşkınlıkla başım iki yana salladı.
"Biz seni bayıldın sanmıştık. Neden böyle bir şey yaptın,
Esau? Hem kutunun içinde bir şey olduğunu bile nereden
biliyordun ki?" 57
"Soames Bartorstownlıydı, değil mi?"
"Vaazda öyle söylediler. Ama ..."
Muazzam bir ı şıkla parlayan nihai gerçek kafasına dank
edince Len c ümlesini bitirmedi. Radyoya baktı. "Bartors­
townlıydı. Bartorstown diye bir yer var. Orası gerçek."
"Hostetter'ı kutuyla birlikte gelirken görünce içine bak­
mak zorunda hissettim kendimi. Bozuk paralar veya o tip
şeyler olsa dokunmazdım ama bu... " Esau radyoyu hafifçe
okşadı ve elleriyle nazikçe çevirdi. "Şu düğmelere bak, bir de
şuranın yapılışına. H içbir köyün nalbandında böyle bir şeyi
elle yapamazsın, Len. M akineyle yapılmış olmalı. Birleştiril­
me şekli ve içi. .." Gözlerini kısarak ızgaralı açıklıklara baktı.
Izgaraların ardında ne olduğunu görebilmek için aleti ışığa
çevirmeye çalıştı. "İçinde çok tuhaf şeyler var." Tekrar bırak­
tı. "Başta ne olduğunu ben de anlamadı m. Sadece nasıl bir
şey olduğunu hissettim. Ona sahip olmak istedim."
Len yavaşça kalktı. Dere kıyısına doğru yürüyüp berrak
ve kahverengi suya baktı, sığ ve durgundu, yarısı kırmızı ve
altın rengi yapraklarla kaplanmıştı. Esau endişeyle, "Ne var?
Birine söylemeyi düşünüyorsan, bunu benimle birlikte çaldı­
ğını söylerim. Derim ki... "
"Kimseye söylemeyeceğim, " dedi Len sinirli sinirli. "Sen
bunca zamandır buna sahiptin ve bana söylemedin. Ben de
senin kadar sır tutarım. "
Esau, "Korktum," dedi. "Sen küçüksün, Lennie, babanı
önemsemeye alışıksın. " Biraz da doğruluk payı olan şeyler
katarak, "Hem vaazdan beri birbirimizi neredeyse görmedik
bile, " dedi.
"Önemi yok, " dedi Len. Önemi elbette vardı, Esau'nun
Len'e güvenmemesi hem c anını yakmış hem de onu sinirlen­
dirmişti fakat bunu Esau'ya söylemeyecekti. "Düşünüyorum
da."
58
"Ne düşünüyorsun?"
"Bay Hostetter, Soames'u tanıyordu. O da vaaza gitti ve
Soames'a yardım etmeye çalıştı sonra da kutuyu Soames'un
arabasından aldı. Belki de... "
"Evet, " dedi Esau. "Bu beni m de aklım a geldi. Belki de Bay
Hostetter da Bartorstownlıdır, bizi m sandığımız gibi Penn­
sylvanialı değildir. "
Len'in zihninde korkunç ve heyecan verici bir i htimalin
müthiş manzarası canlanmıştı. Altın rengi ve kızıl yapraklar
düşerken, kargalar alaycı kahkahalarıyla gülerken, her yanın­
da ufuklar açılıp Len'in başını döndürecek ölçüde parlarken,
Len, Pymatuning'in kıyısında öylece dikildi. Sonra neden
burada olduğunu, daha doğrusu babasının neden kendisi­
nitefekküre dalması için tarlalara ve ormana gönderdiğini,
Tanrı'yla ve dünyayla kısa zaman önce nasıl barıştığını ve
bunun ona kendisini ne kadar iyi hissettirdi ğini hatırladı.
Birdenbire bunların hepsini tekrar kaybetmişti.
Arkasını döndü. "Onunla sesler duyabiliyor musun?"
"Henüz duyamadım," dedi Esau. "Ama duyana kadar uğ-
raşacagım. "

O gün öğleden sonrayı dikkatle düğmeleri tek tek çevire­


rek geçirdiler. E sau öncesinde bir düğmeyi fazla çevirmişti
yoksa Len aletin sesini aslında duyamayacaktı. Radyonun
nasıl çalıştığına veya düğmelerin, açıklıkların ve ince tel ma­
karanın ne işe yaradığına dair en ufak fikirleri yoktu. Sadece
deneyler yapabi liyorlardı ve tek elde ettikleri artık yakından
tanıdıkları hışırtı, tıslama ve inlemeydi. Fakat bu bile hayret
verici bir şeydi. Daha önce duymadıkları, gizem dolu, görme­
dikleri yerlere dair duygular içeren bir sesti ve bu sesi de bir
makine çıkarıyordu. Güneş iyice alçalana ve karanlığa kalma
korkusu içlerine çökünceye kadar oradan ayrılmadılar. Son­
ra E sau radyoyu dikkatle bir ağacın kovuğuna sakladı. Rad­
yonun homurtusu ve hışırtıları tesadüfen orada bulunan bir
avcının veya balı kçının dikkatini çekmesin diye, ana düğme­ 59
nin sonuna kadar çevrili olduğundan ve bir tık sesi çıkardı­
ğından emin olup radyoyu bir parça ketene sardı.
Kovuk Len'in günlerinin ekseni haline geldi ve bu ağaç
aynı anda hem hayal edilebilecek en heyecan verici hem de
en can sıkı cı şeydi. Şimdi ormana gitmek için bir bahanesi
varken, zaman veya bahane bulmak neredeyse imkansız gi­
biydi. Hava bozdu ve soğudu, önce yağmur sonra sulu kar
ardından kar yağdı . Hayvanların ahıra konması gerekti ve
ondan sonra da bir koca bir ev dolusu hayvanı beslemek, su­
lamak ve hayvanların temizliğini yapmaktan başka bir şeye
pek vakit kalmadı. E v civarında da hayvanların sağımı, ilgi­
lenilecek bir kümes, yardım etmesi gereken annesinin yayık
işleri, ocağa odun taşımak gibi şeyler vardı.
Sabah işlerinden sonra hala güneş doğmamı şken, bir gün
çamur içinde olan diğer gün donarak demir gibi sertleşen ve
bir önceki günün tekerlek izlerini buzda ölümsüzleştiren iki
buçuk kilometre uzunluğundaki yolları tepip köye gitti. Köy
meydanının batı kısmında, nalbandın ilerisinde ancak ayak­
kabıcının dükkanına gelmeden önce okul müdürü Bay Nord­
holt'un evi vardı, burada da Piper's Run'ın diğer gençleriyle
birlikte Len öğlene dek toplama işlemleriyle, harflerle, oku­
malarıyla ve Kitabı Mukaddes tarihi dersleriyle uğraşıyor,
sonra eve geri yürümek üzere özgür bırakılıyordu. Bunlar
bitse de yapılacaklar bitmiyordu. Len çoğu zaman kendi işle­
rinin babası ve ağabeyi J ames'in işlerinin toplamından daha
fazla olduğunu hissederdi.
Ağabeyi James on dokuz yaşındaydı ve değirmenci Bay
Spofford'ın en büyük kızıyla evlilik yolundaydı. Len'in ba­
basına çok benzerdi; dürüsttü, güçlü ve sessizdi, neredeyse
pembe renkli olmasına rağmen yeni yeni gürleşen sakalım
gururla taşırdı. Havalar güzel olduğunda Len, ağabeyi ve
babasıyla birlikte odunluğa, çit tamirine veya çalı sırasını
60
temizlemeye giderdi, bazen de hem et hem de deri için ava
çıkarlardı çünkü hiçbir şey ziyan edilmez veya atılmazdı. Yı­
lın doğru zamanlarında geyikler, rakunlar, keseli sıçanlar ve
dağ sıçanları avlanırdı ve elbette sincaplar vardı, ayrıca Penn­
sylvania tepelerinin daha vahşi kı sımlarında ayı söylentileri
olurdu, bu ayıların batıya, O hio'ya doğru gitmesi beklenirdi,
bazen de, eğer kış çok sert geçiyorsa, kuzeyde, göllerin öte­
sindeki kurtların söylentileri gelirdi. Kümesten uzak tutu­
lacak tilkiler, mısırdan uzak tutulacak sıçanlar, yeni yetişen
meyve bahçesinden uzak tutulacak tavşanlar vardı. Sonra
her akşam yeniden hayvanların sağımı yapılır, son ev işle­
ri halledilir, ardından akşam yemeği ve yatma saati gelirdi.
Radyoya ayıracak fazla zaman yoktu.
Ancak yatsa da kalksa da radyoyu aklından ç ıkaramıyor­
du. Radyo iki şeyle bağlantılıydı, biri hatıra diğeri de hayaldi.
H atıra, Soames'un ölümüydü. Soames zamanla biçim değiş­
tirmiş, kızıl saçlı tüccarların olamayacağı kadar uzun, asil ve
şahane biri haline gelmişti, ayrıca üzerine yansıyan ateşin
ışığı da şehitlik mertebesinin görkemiyle birleşmişti. Ha­
yalse, Bartorstown'dı. Burası büyükannenin hikayelerinin,
vaazların ve cennet tasvirlerinin parçalarından oluşuyordu.
Gökyüzüne yükselen büyük beyaz binaları vardı, her yeri
renklerle ve seslerle doluydu, insanları tuhaf kıyafetler giy­
mişti ve her yeri ışıl ışıldı, büyükannenin anlattığı her çeşit
şeye, makinelere, lükslere ve zevklere ev sahipliği yapıyordu.
Küçük radyoya dair en acı verici şey ise hem Len'in hem
de Esau'nun radyonun aslında Bartorstown'la aralarında
bir bağlantı olduğunu bilmeleriydi, radyonun nasıl kullanı­
lacağını bir çözseler, o zaman gerçekten Bartorstown'daki
insanların konuşmalarını ve orası hakkında konuşulanları
duyabilirlerdi. Hatta belki Bartorstown'ın nerede olduğunu
ve gitmek isteyen birinin oraya nasıl ulaşabileceğini de öğ­
renebilirlerdi. Ancak Esau için de ormana gitmek, Len için
olduğu kadar zordu. Tek tük çalıntı vakitlerinde de radyodan 61
anlamsız sesler dışında hiçbir şey alamıyorlardı.
Büyükanneye radyolar hakkında bir şeyler sorma arzusu
Len'in güçlükle içinde tutabildiği bir raddeye ulaşmıştı. Ama
buna cesaret edemiyordu, aynı zamanda büyükannesinin de
kendisinden fazla bir şey bilmediğinden emindi.
"Bize bir kitap lazım," dedi Esau. "İhtiyacımız olan bu.
Bize tüm bunları anlatacak bir kitap."
"Evet," dedi Len. "Tabii. Ama nereden bulacağız kitabı?"
Esau cevap vermedi.
Büyük, soğuk dalgalar kuzeyden ve kuzeybatıdan birbiri
ardına geliyordu. Karlar yağıyor, sonra güneyden esen daha
sıcak rüzgarlarda eriyordu, geride kalan vıcık vıcık çamur da
düşen sıcaklıklarla yeniden donuyordu. Bazen soğuk, kas­
vetli yağmurlar yağıyor, çıplak ağaçları ıslatıyordu. Ahırın
arkasındaki gübre yığını kahverengi ve samanlı bir dağa dö­
nüşüyordu. Ve Len düşünüyordu.
Belki radyonun etkisiyle, belki sadece büyüdüğünden,
belki de her iki sebepten, çevresindekilere yeni bir bakış açı­
sıyla bakıyordu; sanki artık daha uzaktan görüyor, bu sayede
çok yakında olmanın yarattığı görüş bulanıklığını yaşamı­
yordu. Tabii bunu her zaman yapamıyordu. Çok meşgul ve
çok yorgundu. Ancak zaman zaman büyükannesinin ateşin
kenarında oturduğunu, yaşlı mı yaşlı ve titreyen elleriyle
örgü ördüğünü görürdü, kendi kendine büyükannesinin ne
kadar zamandır hayatta olduğunu, karşılaştığı tüm o şeyleri
düşünürdü ve büyükannesinin haline üzülürdü çünkü büyü­
kannesi yaşlıydı oysa küçük şapkası, önlüğü ve uzun eteğiyle
annesinin birebir kopyası olan Esther bebek küçüktü ve ha­
yata yeni başlıyordu.
Her zaman bir şeyler üzerinde çalışan, bir şeyler yıkayan,
dikiş diken, yün eğiren, dokuma yapan, yorgan diken, evin aç
adanılan için masanın daima yemeklerle dolu olduğundan
62
emin olan kilolu, sağlam, kadınsı, pek kibar ve sessiz olan
annesini görürdü. İçinde yaşadığı evi, ahşap duvarlarının
her çatlağını ve her budak deliğini avucunun içi gibi bildiği
kireç badanalı tanıdık odaları görürdü. Burası eski bir evdi.
Büyükannesi buranın kiliseden bir veya iki sene sonra inşa
edildiğini söylemişti. Zemin her yönde yukarı ya da aşağı çı­
kıp iniyordu, duvarlar da aynı şekilde yamuktu fakat ev yine
de bir dağ kadar sağlamdı, Yıkım'dan nesiller önce buraya
gelmiş olan ilk Colter'ın yerleştirdiği devasa kütüklerle ya­
pılmıştı. Ancak ev şimdilerde inşa edilen yeni evlerden çok
da farklı değildi. Büyükannenin çocukluğunda veya hemen
öncesinde inşa edilmiş evler gerçekten tuhaf görünen kü­
çük, düz çatılı yapılardı, çoğunun cephesi yeniden ahşapla
kaplanmıştı ve büyük pencereleri tahtalarla kapatılmıştı.
Len yukarı doğru esnediğinde tavana dokunmaya çalışır, ge­
lecek sene dokunabileceğini düşünürdü. Büyük bir sevgi dal­
gası onu kapladığında, Burayı asla, asla terk etmeyeceğim!
diye düşünürdü. Ve vicdanı, tıpkı fiziksel bir acı gibi sızlardı
çünkü yasak radyo işini kurcalamakla ve Bartorstown'a dair
yasak hayaller kurmakla yanlış yapıyordu.
İlk kez ağabeyi James'i gerçekten anlıyor ve onu kıskanı­
yordu. Onun yüzü de annesininki gibi pürüzsüz ve sakindi,
merakın hiçbir ışıltısı yoktu. Pymatuning'in karşısında yirmi
Bartorstown olsa, umurunda olmazdı. Tek istediği şey Ruth
Spofford'la evlenip olduğu yerde kalmaktı. Len belli belirsiz
bir farkındalıkla, ağabeyi James'in asla huzurlu bir kalp için
dua etmek zorunda kalmamış, mutlu insanlardan biri oldu­
ğunu hissetti.
Babası farklıydı ama. Babası savaşmak zorunda kalmıştı.
Savaş yüzünde çizgiler bırakmıştı ama bunlar güzel çizgiler­
di, güçlü çizgilerdi. Ve onun hissettiği huzur, ağabeyi )ames'in
hissettiğinden farklıydı. Bu huzur bir anda elde edilmemişti.
Babası bunun için ter dökmek zorunda kalmıştı, tıpkı çorak
bir tarladan iyi hasat almak gibi. Onun etrafındaki herkes 63
bunu hissederdi. Üzerine düşününce, iyi bir şey gibi gelirdi,
insanın sahip olmak isteyeceği bir özellikti.
Fakat sahip olunabilir miydi? Dünyadaki gizemli ve hay­
ret verici her şeyden vazgeçilebilir miydi? Asla görmeden,
görmeyi istemeden? Meçhulden, küçük ve kare biçimli bir
kutudan gelecek sesi duyma umuduyla doluyken şevkle bek­
lemek durdurulabilir miydi?
Ocak ayında, yılbaşından hemen sonra, bir Şahat akşa­
mı, buz fırtınası yaşandı. Pazartesi günü Len, güneş yükselir
yükselmez okula yürürken her ağaç, dal ve kaskatı ·kesilmiş
ot, soğuğun görkemiyle pırıldıyordu. Yolda biraz oyalandı,
şimdi camdan bir orman gibi parlayan ve göze tuhaf görü­
nen oysaki tanıdığı ağaçları izledi - tüm ağaçları sessiz sakin
bir beyazla örten ve kolay kolay erimeyen karlardan daha na­
dir görülen, daha güzel bir manzaraydı bu, haliyle Len, Pi­
per's Run halkı tarafından tüm savaşlarda yer almış bütün
askerlerin anısına dikilmiş granitten bodur anıtın ötesindeki
köy meydanını geçtiğinde çoktan geç kalmıştı. Anıtın tepe­
sinde bir zamanlar bronz bir kartal vardı ancak şimdi geride
sadece iki pençe şeklinde, aşınmış iki metal kütle duruyordu.
Anıt da buzla kaplanmıştı, hemen altındaki zeminse kaygan­
dı. Bay Nordholt'un evinin önündeki basamaklara kül dökül­
müştü. Len verandaya tırmandı ve içeri girdi.
Kuzinede kükreyerek yanan ateşe rağmen, oda hala so­
ğuktu. Evin müthiş yüksek bir tavanı, çok uzun çift kapıları
ve yine çok uzun pencereleri vardı, o yüzden içeri, ateşin ısı­
tamayacağı kadar soğuk giriyordu. Duvarlar kireç badana ve
alçıdandı, pek çok ahşap işi süs temizlene temizlene evin ori­
jinal yapısında bulunan siyah cevizin kendine özgü kara da­
marları gözükmeye başlamıştı. Öğrenciler sırt kısımları ol­
mayan, önünde uzun, sehpalı masalar bulunan kaba sıralara
oturuyordu. Öğrenciler boylarına göre ayrılmıştı, en kısalar
önde, en uzunlar arkadaydı ayrıca kızlar bir tarafta, erkekler
64
diğer tarafta oturuyordu. Tam yirmi üç kişilerdi. Her birinin
küçük, pürüzsüz levha parçaları, gıcırtılı kurşun kalemleri ve
birer bezleri vardı. Ve burada Kitabı Mukaddes'teki her şeyi
öğreniyorlardı.
Bu sabah hepsi elleri kucaklarında, çok sakin oturuyorlar­
dı, sanki çalı çitlere girmiş de fark edilmek istemeyen bir tav­
şan gibi odaya uyum sağlamaya çalışıyorlardı. Bay Nordholt
yüzü öğrencilerine dönük bir şekilde ayaktaydı. Uzun, zayıf
bir adamdı, beyaz bir sakala ve sadece en küçükleri korkutan
nazik ama sert bir yüz ifadesine sahipti. Ama bu sabah sinir­
liydi. Öğrencilerine tepeden bakan, öfkeli gazabından sinirli
olduğu açıktı, önünden ürkek ürkek geçen Len'e de kötü bir
bakış attı. Bay Nordholt yalnız değildi. Bay Glasser da ora­
daydı, Bay Harkness, Bay Clute ve Bay Fenway de öyle. Bu
insanlar Piper's Run'daki kanunları uygulayan konseydi ve
yan yana sıralanıp dimdik oturmuşlar, öğrencilerin üzerine
bakışlarıyla şimşekler, yıldırımlar yağdırıyorlardı.
"Eğer," dedi Bay Nordholt, "yerinize hızlıca geçerseniz,
Bay Colter...
"

Len kalın paltosunu ve boynuna sarılı atkısını bile çıkar­


madan arka sıradaki yerine çöküverdi. Kendine masumane
ve ufak tefek bir görüntü vermeye çalışarak oturuyor, soru­
nun ne olduğunu merak ediyor ve suçlu suçlu radyoyu dü­
şünüyordu.
Bay Nordholt, "Yılbaşı'nda üç günlüğüne Andover'a, kız
kardeşimi ziyarete gittim. Giderken kapımı kilitlemedim
çünkü Piper's Run'da hırsızlara karşı kapılarımızı kilitleme­
miz hiçbir zaman gerekli olmamıştır."
Bay Nordholt'un sesi, güçlü bir duygu tarafından kesildi,
Len bir şeyler döndüğünü anlamıştı. O üç gün boyunca neler
yaptığını hızlıca düşündü ancak kendisi aleyhinde konuşula­
bilecek hiçbir şey bulamadı.
"Birisi," dedi Bay Nordholt, "benim yokluğumda bu eve
girmiş ve üç kitap çalmış." 65
Len oturduğu yerde kaskatı kesildi. Esau'nun, "Bize bir
kitap lazım," dediğini hatırladı.
"Bu kitaplar," dedi Bay Nordholt, "Piper's Run kasabasına
aittir. Bunlar Y ıkım öncesinden kalmışlardı dolayısıyla yeni­
den bulunmaları mümkün değil. Boşa harcanacak, rasgele
kullanılacak kitaplar değiller. Onları geri istiyorum."
Kenara çekildi ve Bay Harkness oturduğu yerden kalktı.
Bay Harkness kısa ve yapılı bir adamdı, tüm hayatını bir sa­
banın arkasında geçirmekten çarpık bacaklıydı, sesinde de
paslı bir gıcırtı vardı. Toplantılarda her zaman en uzun dua­
ları o ederdi. Genellikle bir köpeğinki kadar dost canlısı olan
küçük gözlerinde şimdi sert bir bakışla sıralara bakıyordu.
"Tamam o zaman," dedi Bay Harkness, "Her birinize sı­
rayla, siz mi aldınız yoksa alan kişiyi tanıyor musunuz, diye
soracağım. Tek bir yalan duymayı veya yalancı şahitlik yapıl­
masını kesinlikle istemiyorum, ona göre."
Ağır ağır odanın sol köşesine gitti ve teker teker sıraların
yanından ilerleyip başa döndü. Len öğrencilerden yükselen
monoton, Hayır, Bay Harkness cümlesinin gittikçe yaklaştığı­
nı duydu. Her yerinden ter boşanıyordu. Dilini hareket ettir­
meye çalıştı. Sonuçta, kitapları çalanın Esau olup olmadığını
bilmiyordu. Yalancı şahitlik yapmayacaksınız, demişti Bay
Harkness. Suçlu değilken suçlu gibi görünmek de bir nevi
yalancı şahitlikti. Aynca, iyice araştırıp her şeyi eşelerlerse
bulabilecekleri diğer şey...
Harkness'ın gözü ve parmağı doğrudan Len'e uzandı.
"Hayır, Bay Harkness," dedi Len.
Sanki dünyadaki tüm suçluluk duygusu ve korku bu üç
kelimeye sığmış da yankılanıyormuş gibi gelmişti Len'e. An­
cak Bay Harkness devam etti. Son sıranın sonuna geldiğinde
konuşmaya başladı.
"Pekala," dedi. "Belki hepiniz doğruyu söylüyorsunuz,
66
belki de söylemiyorsunuz. Öğreneceğiz. Şimdi, şunu unut­
mayın. Eğer birinde, o kişiye ait olmadığını bildiğiniz bir ki­
tap görürseniz, hemen bana, Bay Nordholt'a, Bay Glasser'a,
Bay Clute'a veya Bay Fenway'e haber vereceksiniz. Ailenize
de böyle yapmalarını söyleyeceksiniz. Anlaşıldı mı?"
Evet, Bay Harkness.
"Şimdi dua edelim. Ey her şeyi bilen Tanrım, hataya düş­
müş ve Senin hırsızlığa karşı verdiğin emri ihlal etmiş olan
çocuğu veya adamı affet. Onun ruhunu doğruluğa çevir,
böylece kendisine ait olmayanı geri versin. Alacağı cezaya
dayanabilmesi için ona sabır ihsan... "
Len eve dönüş yolunda riske girip ormanın içinden bir
daire çizerek ilerledi, fazladan gittiği mesafeyi kapatabilmek
için yolun büyük kısmını koşarak geçti. Güneş, ağaçların
buzdan zırhlarının bir kısmını eritmişti ancak buzlar hala
gözleri acıtacak kadar parlaktı, zemin de çok kaygandı. İçi
boş ağaca vardığında Len bitkin ve yorgundu.
Ağacın içinde üç kitap vardı. Radyonun yanında ketene
sarılılardı, kuru ve güvendelerdi. Kitapların kapakları ve iç­
lerindeki kağıtlar, solgun renkleri ve Len'in tanımadığı do­
kularıyla çocuğu hayretlere düşürmüştü. Radyoyla kitaplar
arasında tarifsiz bir ortak nokta fark etti.
Kitaplardan biri koyu yeşildi, üstünde Fiziğe Giriş yazıyor­
du. Biri ince ve kahverengimsiydi, başlığı da uzundu: Radyo­
aktivite ve Çekirdek Fiziği Uygulamaları: Giriş. Üçüncü kitap
kalın ve griydi, ismi de Birleşik Devletler Tarihi ydi İlk iki kita­
' .

bın ismindeki kelimeler Len'e hiçbir anlam ifade etmemişti,


sadece Radyo bölümünü anlamıştı. Titreyen parmaklarıyla
acele acele sayfaları çevirdi. Tek bakışta tüm kitabı yutmak
istiyordu ancak yazılar, resimler ve tuhaf çizgilerden oluşan
şekillerin yarattığı bulanık bir bilgi yığınından başka şey gö­
remiyordu. Bazı sayfalarda biri işaretler koymuş, kenarlara,
"Pazartesi, sınav," veya "Buraya kadar," veya "La hakkında
kompozisyon yaz, satın al" gibi şeyler yazmıştı. 67
Len daha önce hiç bilmediği bir açlık ve arzu hissediyor­
du. Bu hissi daha önce tatmamasının sebebi, hiçbir şeyin
şimdiye dek bu duyguları uyandırmamış olmasıydı. Her şey
kafasının içindeydi ve öyle güçlülerdi ki Len'in canı yanıyor­
du. Okumak istiyordu. Kitapları almak, kendini kitaplarla
çevrelemek ve her bir kelimeyi, her bir resmi ezberleyene dek
okumak istiyordu. Görevinin ne o�duğunu gayet iyi biliyor­
du. Ama yapmadı. Keten bezi tekrar kitapların etrafına sardı
ve onları dikkatle yeniden boş ağacın içine yerleştirdi. Sonra
eve giden kıvrımlı yolda koşmaya başladı, zihninde babasını
nasıl kandırabileceğine ve ormana yaptığı suç dolu yolcu­
lukların nasıl masum görünebileceğine dair stratejiler fıldır
fıldır dönüyordu. Vicdanı ise bir günlük civciv gibi minik bir
ses çıkarmış sonra da susmuştu.
5

Esau neredeyse ağlayacaktı. Tuttuğu kitabı yere attı ve hid­


detle, "Bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilmiyorum, ee,
ne faydası var bu kitapların bana? Hiçbir işimize yaramadı,
bir süıii de risk aldım!" dedi.
Esau fizik ve radyoaktivite ile ilgili olan kitapları defalar­
ca incelemiş, Len de onun yanınd� kitapların tekrar tekrar
üstünden geçmişti. Radyoaktiviteyle ilgili kitabı bir kenara
68 bırakmışlardı çünkü konunun radyolarla bir ilgisi yok gibiydi
ama kitabın neyle ilgili olduğuna dair en ufak bir fikir bile
edinememişlerdi. Gerçi fizik kitabında -bu fizik sözcüğü için
ne şaşırtıcı bir yanlış kullanımdı! Esau neredeyse bu kitabı
Bay Nordholt'un kütüphanesinden almayacaktı- gerçekten
de radyoyla ilgili bir bölüm vardı. Tuhaf biçimli ve telaffuzu
imkansız sözcükler beyinlerine kazınana dek gözlerini kı­
sıp okuduklarını mırıldandılar, hiç anlamamalarına rağmen
şimdi yatsalar uykularında dalga ve devre şemalarını, triyot­
lan ve osilatörleri bile çizebilirlerdi.
Len kitabı düştüğü yerden, yani ayaklarının arasından
aldı ve kapağına yapışan tozları silkeledi. Sonra kitabın içine
baktı ve başını iki yana salladı.
"Seslerin nasıl çıkarılacağını söylemiyor," dedi üzüntüyle.
"Evet. Düğmelerin ve makaraların ne işe yaradığını da
söylemiyor." Esau hüzünle radyoyu elinde evirip çevirdi.
Düğmelerden birinin radyoyu sessiz veya gürültülü -ya da
Len bilinçsizce düşündüğü şekliyle ölü ya da diri- hale ge­
tirdiğini öğrenmişlerdi. Ama diğerleri gizemini koruyordu.
Gürültüyü kısıkta tutup radyoyu kulaklarına dayadıklarında
sesin açıklıkların birinden geldiğini öğrenmişlerdi. Diğer iki
açıklığın ne işe yaradığı ise gizemini koruyordu. Ü ç açıklık­
tan hiçbiri diğerine benzemiyordu, o yüzden mantıklı olan
üç açıklığın da farklı amaçlarla kullanıldığını düşünmekti.
Len açıklıklardan birinin, tıpkı samanlıktaki havalandırma­
lar gibi, ısıyı dışarı atmak için yapıldığından emindi çünkü
radyoyu elinde bir süre tuttuğunda aletin ısındığını hisset­
mişti. Ancak geriye hala bir açıklık ve tabii ki makara kalı­
yordu. Len uzandı ve radyoyu Esau'nun elinden aldı. Radyo­
nun elleri arasında bıraktığı hissi seviyordu. Tıpkı bataklık
çimenlerinin rüzgarda uçuşması gibi uğuldayan bir titreşime
sahipti.
"Bay Hostetter nasıl çalıştığını biliyor olmalı," dedi.
İçten içe Bay Hostetter'ın, tıpkı Bay Soames gibi, Bartors- 69
townlı olduğundan eminlerdi.
E sau başını salladı. "Ama gidip soramayız ki. "
"Evet. "
Len radyoyu evirip çevirdi, düğmelerine dokundu, ma­
karayı yokladı, açıklıklara baktı. Ürpertici bir rüzgar tepele­
rindeki çıplak dalları salladı. Pymatuning'de buzlar vardı ve
üzerinde oturdukları düşmüş kütük ısırıyordu.
"Merak ediyorum da, " dedi yavaşça.
"Neyi?"
"Yani eğer bu radyolarla konuşuyorlarsa, bunu gündüz
gözüyle fazla yapmazlar, değil mi? Yani başkaları onları du­
yabilir. Ben olsam geceye kadar beklerdim çünkü o zaman
herkes uyuyor olurdu. "
"Ama onu sen yaparsın işte, " dedi Esau ters ters. Ancak
üzerine biraz düşününce gitgide heyecanlandı. "Tahminen
öyledir. Bence kesinlikle öyledir! Biz sadece gündüz gözüyle
kurcaladık radyoyu, haliyle o zaman konuşmadılar. Bay Hos­
tetter'ın bunu kasaba meydanında, herkes etrafında dola­
nırken, tekerleklerine bir düzine çocuk asılıyorken yaptığını
düşünebiliyor musun?"
Kalktı ve volta atmaya başladı. Üşüyen parmaklarına üfle-
di. "Plan yapmalıyız, Len. Gece olunca kaçmalıyız."
"Evet," dedi Len hevesle, sonra konuştuğuna hemen piş-
man oldu. Bu hiç de kolay olmayacaktı.
"Rakun avı," dedi Esau.
"Hayır, ağabeyim de gelmek ister. Belki babam bile."
Keseli sıçan avı da aynı şeydi. Fenerle geyik avına çıkmak
da farklı değildi.
"Eh, düşünmeye devam." Esau kitapları ve radyoyu kal­
dırmaya koyuldu. "Geri dönmem lazım."
"Benim de." Len üzüntüyle kalın, gri tarih kitabına bak­
tı. Keşke onu da yanlarında götürebilselerdi. Esau bu kitabı
70
içinde makine resimleri olduğu için öylesine bir dürtüyle al­
mıştı. Kitap ağır ilerliyordu ve tuhaf isimlerle doluydu, bü­
yük kısmını da anlamamıştı zaten ancak kitabı okurken bir
sonraki sayfada nelerle karşılaşacağını merak etmekten de
kendini alamıyordu. "Belki de bir fırsat gözetip hangimiz çı­
kabilirse onun yalnız gelmesi daha iyi olur. Birlikte gelmeye
çalışmayalım."
"Olmaz efendim! Radyoyu ben çaldım, kitapları ben çal­
dım, ben burada olmadan kimse radyodan ses mes duya­
maz!"
Öyle hışımla konuşmuştu ki Len tamam dedi.
Esau her şeyin güvende olduğundan emin olunca geri
çekildi. Kaşlarını çatarak ağacın kovuğuna baktı. "O zamana
kadar buraya gelmenin de pek faydası yok. Yakında akçaağaç
şurubundan şeker yapma işi çıkacak, koyunlar doğuracak,
sonra da...
"

Len'i bile irkilten olgunluğa sahip bir huysuzlukla Esau


dert yandı: "Hep bir şey çıkıyor, hep bir sebepten bilemiyor­
sun, öğrenemiyorsun, yapamıyorsun! Sıkıldım artık. Tüm
hayatımı böyle yaşarsam, bana da yazıklar olsun! Gübre kü­
reyip inek memesi çekerek ömür geçmez ki!"
Len eve yalnız başına, bu sözleri derin derin düşünerek
döndü. içinde bir şeylerin büyüdüğünü hissediyordu, aynı
şeyin Esau'nun da içinde büyümekte olduğunu biliyordu.
Bu onu korkutmuştu. O şeyin büyümesini istemiyordu.
Ancak o şey büyümeyi bı rakırsa bir parçasının öleceğini de
biliyordu, fiziksel olarak değil tabii ama çimenleri yiyen ve
çimenlerin nasıl çıktığıyla ilgilenmeyen inekler veya koyun­
lar gibi olacaktı.
Ocak ayı böyle bitti. Şubat ayında ılık dönem gelince
tüm kı rsalda erkekler ve oğlanlar musluklarla, tapalarla
ve kovalarla akçaağaçların yolunu tuttu. Akçaağaç korulu­
ğundan yükselen duman rüzgara karışıyordu; yaklaşmak­
ta olan baharın ilk işaretiydi bu. Son derin kar da yağmış 11
ve tekrar erimişti. Bir ara sürekli don tutup çözülmüştü,
Len'in babası kışlık buğdayların topraktan dışarı çıkacağı n­
dan korkmuştu. Rüzgar kuzey batıdan öyle bir esiyordu ki
sanki hava bir daha asla ısınmayacak gibiydi. İlk kuzu mele­
yerek dünyaya geldi. Ve Esau'nun söylediği gibi, hiçbir şeye
ayrılacak vakit olmadı.
Söğütler önce sarıya, sonra solgun, yumuşak bir yeşile
döndü. İnsana kendini tembel hissettiren, güneşte uyuşuk­
luğunu atan bir kış yılanı gibi sürüklenme isteği uyandı ran
ılık günler de oluyordu. Yeni buzağı lar annelerinin peşin­
de bağırıp topallıyorlardı, daha doğacak buzağılar da vardı.
İnekler huzursuz ve sıkıntılıydı. Yavaş yavaş Len'in aklına bir
fikir geldi. O kadar basit bir fikirdi ki bunu neden daha önc e
düşünemediğini merak etti. Akşam işlerinden sonra, James
ağabeyi ahırı kapattığında, Len gizlice geri döndü ve alt ka­
pıyı açtı. Bir saat sonra hep birlikte soğuk karanlığa çıkmış,
inekleri arıyorlardı, hepsini tekrar içeri getirip saydıklarında
iki tanesinin kayıp olduğu anlaşıldı. Len'in babası kaçıp bir
çalının içinde buzağılamayı tercih eden hayvanların aptal
inatçılığı hakkında sinirli sinirli homurdanıyordu. Sonuçta
her neredelerse, ters giden bir şeyler olsa, insanlar yardım
edemeyeceklerdi. Babası Len'e bir fener verdi ve David amca­
sının eviyle aralarındaki bir kilometreyi koşmasını, Esau'yu
yardıma çağırmasını söyledi. İşte bu kadar kolaydı.
Len hızlı bir tempoyla bir kilometreyi çabucak koştu, bir
yandan da zihni ihtimalleri hesaplıyor, her birine düzenbaz
insanlara yakışan bir kolaylıkla hazırlanıyordu ve bu rahatlı­
ğı kendisini bile korkutmuştu. Kendini tembelliğe bıraktığı
çok olmuştu ama yalana asla tevessül etmemişti, şimdi bu
kadar hızlı öğreniyor olması berbat bir şeydi. Kimseye doğru­
dan yalan söylemediğini düşünerek kendi kendine bahaneler
üretmeye çalıştı. Ama işe yaramadı. Kitabı Mukaddes'te an­
latılan melek yüzlü şeytanlardan biri gibiydi; dışı güzel, içi
12
günahla doluydu. Ormanın içinden koşarken yıldızların ışığı
altında ağaçlar simsiyah ve çok garipti.
David amcanın mutfağı sıcaktı. içerisi lahana, buhar ve
kuruyan çizme kokuyordu ve o kadar temizdi ki Len ayakla­
rım dışarıda silmiş olmasına rağmen içeri girmeye tereddüt

etti. Kapının iç kısmında bir parça eski halı parçası vardı, Len
de bunun üzerinde dikilip hızlı hızlı alıp verdiği nefeslerinin
arasından iletmeye geldiği mesajı söylerken, bir yandan da
suçluluk duygusunu kimseye çaktırmamaya çalışarak Esa­
u'yla göz göze gelmeye uğraşıyordu. David amca homur­
dandı, mırıldandı ama çizmelerini tekrar giymeye koyuldu,
Marian yenge de eşinin ceketiyle bir fener getirdi. Len derin
bir nefes aldı.
"Batıdaki tarlada hareket eden beyaz bir şey gördüm gali­
ba," dedi. "Hadi, Esau, gidelim de bakalım!"
Esau da koşarak çıktı. Şapkası yamuk duruyordu ve bir
kolu hala ceketinin içindeydi. David amca onları durdura-
madan koşarak uzaklaştılar, yağan son yağmurlarla yerdeki
her bir deliğin dolduğu engebeli otlağı tökezleye tökezleye,
sıçraya sıçraya geçtiler, batıdaki tarlaya girip ormana doğru
ilerlediler. Len feneri ceketine sakladı, böylece David amca
yoldan baksa bile ormana girdiklerini göremeyecekti, bir
süre daha fenerini gizli tutmaya devam etti; zaten patika­
yı bir kere bulunca, karanlıkta bile rahatlıkla gidecek kadar
yolu iyi biliyorlardı.
"Sonradan fenerin söndüğünü söyleriz,'' dedi Esau'ya.
"Tabii, '' dedi Esau, tuhaf ve sıkıntılı bir sesle. "Acele ede­
lim. "
Acele ettiler. Esau feneri kapıp ö nde tedbirsizce koşma­
ya koyuldu. Suların birleştiği yere geldiklerinde ışığı yere
koyup radyoyu bıraktığı yerden çıkardı, elleri neredeyse
aleti tutamayacak kadar titriyordu. Len kütüğe oturdu, ağzı
açıktı, kollarını ağrıyan yanlarına bastırıyordu. Piper's Run
çayı gerçek bi r nehi r gibi taşarak çağlıyordu. Pymatuning'e 73
döküldüğü yerde daralıp bi r girdap oluşturmuştu. Sular kö­
pürerek akıyordu, şu an fazlasıyla yükselmişti, neredeyse
çocukların dikildiği toprağın yüksekliğine erişmişti, yıldız
ışığında ortalık loş ve huzursuz görünüyordu ve gece neh­
rin sesiyle doluydu.
Esau radyoyu düşürdü.
Len bir haykırışla ileri atıldı. Esau, hızla ve telaşla elini
uzatıp radyoyu çıkıntılı m akarasından yakaladı. Makara bo­
şandı ve radyo düşmeye devam etti ancak şimdi daha yavaştı,
Esau'nun eli nden uzanan telin ucunda sallanıyordu. Geçen
senenin çim enlerinin üzerine yumuşak bi r gümlemeyle düş­
tü. Esau radyoya, m akaraya ve aralarındaki tele bakakaldı.
"Kırıldı," dedi. "Kırıldı. "
Len dizleıinin üzerine çöktü. "Kırılmadı. Baksana. " Rad­
yoyu fenere yaklaştırİp işaret etti. "Şu iki küçük yaya bak?
Makara çıkıyormuş, tel de çözülüyor. . . "
Tarif edilemez bir heyecanla düğmeyi çevirdi. Bu, daha
önce bilmedikleri ve denemedikleri bir şeydi. Mırıltı başla­
yana kadar bekledi. Ses öncekinden daha güçlü çıkıyordu.
Esau'ya geri çekilmesini işaret etti, Esau da teli açtıkça aça­
rak geri çekildi, ses güçlendi, güçlendi ve birdenbire, hiçbir
ikazda bulunmadan, bir erkeğin çok uzaklardan ve cızırtılı
gelen sesi yükseldi. "Tekrar medeniyete döneceğim, gelecek
sonbahar diye umuyorum. Neyse, nehirdeki malzemeler
yüklemeye hazır olacak sadece beklememiz... "

Ses ani bir kükremeyle kesildi. Şaşkınlıkla, Esau teli sonu­


na kadar çekti. Ve alçak, çok alçak bir ses, "Sherman, senin
Byers'tan haber alıp almadığını soruyor. İletişime geç ... " dedi.
Hepsi bu kadardı. Kükreme, ıslıklar ve mırıltı o kadar
yüksekti ki ailelerinin inekleri kovaladığı yerlerden bile du­
yulabileceğinden korkmuşlardı. Bu gürültülerin arkasındaki
konuşmaları bir ya da iki kez daha duyabildiklerini sandılar
74
ancak kelimelerin hiçbirini seçemiyorlardı. Len düğmeyi çe­
virdi ve Esau da teli makaraya sararak yerine taktı. Radyo­
yu ağaç kovuğıına koydular, feneri aldılar ve ormanın içinde
yola koyuldular. Hiç konuşmadılar. Birbirlerine bile bakma­
dılar. Fenerin loş ışığında gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve pırıl
pırıldı.
6

Önce yolun ucunda bir toz bulutu göründü. Sonra, güne­


şin vurduğu bir keten tentenin beyaz pırıltısı, yeşil ağaçların
arasından tüm gücüyle parladı. Tente yükseldikçe yükseldi,
yuvarlak bir biçim aldı ve altında bir araba görünmeye başla­
dı; önünde uzanan hayvanlar, hareket eden karanlık ve belli
belirsiz bir kütleden, imparatorlar gibi gururla yürüyen altı
doru ata dönüştü. Koşum takımları parlıyor, zincirleri şın-
gırdıyordu. 1s

Arabanın yüksek koltuğunda, uzun dizginleri hafifçe tu­


tan kişi Bay Hostetter'dı, sakalları rüzgarda dalgalanıyordu.
Şapkası, omuzları ve pantolonunun paçaları yolculuk yüzün­
den kahverengiye kesmişti.
"Korkuyorum,'' dedi Len.
"Ne var korkacak?" dedi Esau. "Sen gitmiyorsun."
"Belki sen de gitmiyorsun," diye mırıldandı Len, at araba­
sının sallanıp tıkırdayarak üzerinden geçtiği kütükten köp­
rüye bakarak. "O kadar kolay değildir bence."
Aylardan hazirandı, yaprakların en parlak zamanıydı. Len
ve Esau, Piper's Run'ın yanında, köyün hemen kıyısında di­
kiliyorlardı, değirmen çarkı suyun içinde hareketsiz duru­
yor, yalıçapkınları mavi alevler gibi suya dalıyordu. Kasaba
meydanı yüz metre bile uzakta değildi. Tüm kasabalılar, yani
fazla küçük, fazla yaşlı veya hareket edemeyecek kadar has­
ta olmayan herkes buradaydı. Vemon ve Williamsfield'dan,
Andover ve Farmdale'den, Burghill ve Pennsylvania boyunca
Piper's Run'a diğer kasabalardan daha yakın olan tüm yalnız
çiftliklerden gelmiş arkadaşlar ve akrabalar vardı. Çilek fes­
tivali yazın ilk büyük sosyal etkinliğiydi, birbirlerini belki de
yağan ilk kardan bu yana görmemiş insanlar bir araya gelir,
konuşur, keyifle karınlarını doyurur, karaağaçların altında
güneşin alacalı ışığında otururlardı.
Erkek çocuklarından oluşan bir kalabalık yol boyunca ko­
şup arabayı selamlamaya gitti. Şimdi onun yanında koşuyor,
Bay Hostetter'a bağırıyorlardı. Kızlar ve koşamayacak kadar
küçük oğlanlar meydanın kenarlarında dikiliyor, el sallayıp
sesleniyorlardı. Kızlar güneş şapkalarını takmış ve sıcak rüz­
garda uçuşan uzun eteklerini giymişti, küçük çocuklar evde
dokunmuş kıyafetleri ve geniş kahverengi şapkalarıyla tıpkı
babalarının küçük birer kopyası gibiydiler. Sonra herkes ha­
rekete geçti, kalabalık meydan boyunca akarak gittikçe ya­
76
vaşlayan sonra da duran arabaya doğru ilerledi, altı devasa at
sanki arabayı buraya getirmekle çok büyük bir iş başarmışlar
da bundan gurur duyuyorlarmış gibi başlarını sağa sola sallı­
yor, kişniyorlardı. Bay Hostetter el salladı, gülümsedi ve bir
erkek çocuğu arabaya tırmanıp Bay Hostetter'ın eline çilek­
lerle dolu bir tabak verdi.
Len ve Esau oldukları yerde kalmaya, Bay Hostetter'ı
uzaktan izlemeye devam ettiler. Len içinden tuhaf bir heye­
can dalgasının geçtiğini hissetti, bu duygu hem çalıntı radyo­
dan kaynaklanan apaçık suçluluk duygusu hem de bir güven
hatta bir yoldaşlık hissiydi. Çünkü Bay Hostetter hakkında
bir sır öğrenmişti ve bir anlamda kendini diğer insanlardan
farklı hissediyordu. Ancak yine de Bay Hostetter'la göz göze
gelmek istemiyordu.
"Nasıl yapacaksın?" diye sordu Esau'ya.
"Bir yolunu bulacağım."
Müfrit bir yoğunluğa sahip bakışıyla arabayı göz hapsine
almıştı. Sesleri duydukları geceden bu yana Esau bir anlam­
da tuhaflaşmış, vahşileşmişti. Bu dışına değil ama içine yan­
sıyordu, öyle ki bazen Len bile Esau'yu tanıyamıyordu. Ben
oraya gideceğim, demişti, B artorstown'ı kastederek. Resmen
içine şeytan girmiş biri gibi davranıyor, Bay Hostetter'ı bek­
liyordu.
Esau uzandı ve Len'i kolundan yakaladı. Acı verici bir şid­
detle sıkıyordu. "B enimle gelmeyecek misin?"
Len başını eğdi. Bir an duraksadı, hiç hareket etmedi, son-
ra, "Hayır, gelemem," dedi. Esau'dan uzaklaştı. "Şimdi olmaz.
"Belki seneye. Seni de anlatacağım ona."
"Bakarız işte. "
Esau bir şeyler daha söylemek istiyordu ancak derdini an­
latacak kelimeleri bulamadı. Len daha da uzaklaştı. Kıyıdan
yürümeye başladı, önce yavaş yavaş yürüyordu, sonra gittik­
çe hızlandı ve nihayet koşmaya başladı. Gözyaşları gözlerini
yakıyor, zihni ona bağırıyordu. "Korkak, korkak seni, Esau 77
Bartorstown'a gidiyor, sen cesaret edemiyorsun!"
Bir daha arkasına bakmadı.
B ay Hostetter, Piper's Run'da üç gün kaldı. Bunlar Len'in
yaşadığı en uzun, en zor günlerdi. Günah Arzusu ona, İster­
sen hala gidebilirsin, deyip duruyordu. Sonra Vicdanı da an­
nesini, babasını, evini, görevlerini bırakıp tek kelime etmeden
kaçıp gitmenin ne kadar günah olacağını anlatıyordu ona.
Esau, David amcayı ve Mariah yengeyi hiç kafasına takmıyor­
du fakat Len kendi babası ve annesine böyle davranabileceği­
ni sanmıyordu. Annesinin nasıl ağlayacağını, babasının nasıl
kendini suçlayıp Len'i doğru yetiştiremediğini düşüneceğini
biliyordu; korkusunun en büyük sebebi de buydu. Onları
mutsuz etm enin sorumluluğunu almak istemiyordu.
İçinde üçüncü bir ses daha vardı. Bu ses diğerlerinin çok
arkasında yaşıyordu ve bir adı yoktu. Len'in daha önce hiç
duymadığı bir sesti bu. Esau'yla birlikte Bay Hostetter'a git-
meyi ne zaman düşünse sadece ama sadece, Hayır tehlikeli!
-

diyordu. Hiçbir sorunun muhatabı olmadan o kadar yüksek


sesle ve o kadar sert konuşuyordu ki Len bu sesi duymazdan
gelemiyordu hatta duymazdan gelmeye çalıştığında ses san­
ki bir atın dizginleri gibi ona fiziksel anlamda engel oluyor,
onu kendi yoluna sokuyor, durumu geri çevrilemez kılacak
tek bir kelime veya eyleme bile engel oluyordu. Bu, Len'in
kendi bilinçaltıyla ilk etkin karşılaşmasıydı. Bunu hiç unut­
mayacaktı.
Sırtında taşıdığı sırrın ağırlığıyla çiftliğin her köşesinde
somurtarak ve derin derin düşüncelere dalarak işlerini yap­
tı, ailesi ne zaman kasabaya gitse, gitmemek için bahaneler
uydurdu, ta ki annesi endişelenmeye başlayıp Len'e bol bol
taflan çayı ve fizik ilacı içirene dek. Ve tüm bu süreyi sadece
dışarı kulak vererek, yoldan yükselecek nal seslerini, David
amcanın aceleyle gelip Esau'nun ortadan kaybolduğunu söy­
78
lemesini bekleyerek geçirdi.
Üçüncü günün akşamında hızla yaklaşan nal seslerini
duydu. Akşam yemeği tabaklarını toparlayan annesine yar­
dım ediyordu. Hava hala aydınlıktı, batıya doğru gitgide
kızıllaşıyordu. Sinirleri acı verici bir şaklamayla birdenbire
gerildi. Tabaklar ellerine kocaman gelmeye başlayıp kaygan­
laştılar. At arkasında tıkırdayan bir arabayla avluda durdu.
Ondan sonra ikinci bir at ve araba, ondan sonra da bir üçün­
cüsü geldi. Babası kapıya çıkınca Len de peşinden, içinde ke­
miklerine kadar işleyen bir hastalık hissiyle ilerledi. Bir at ve
araba David amcasınındır diye düşünüyordu. Ama üç tane ...
David amcası gerçekten de gelmişti. Kendi arabasında
oturuyordu, yanında da Esau vardı. Esau hareketsiz duruyor­
du, yüzü kireç gibi bembeyazdı. Bay Harkness da Esau'nun
diğer yanında oturuyordu. Bay Hostetter, okul müdürü Bay
Nordholt'la birlikte ikinci arabadaydı. Arabayı Bay Clute kul­
lanıyordu. Bay Fenway ve Bay Glasser da üçüncü arabadaydı.
David amca indi. Arabalara doğru yürüyen Len'in baba­
sına doğru bir hareket yaptı. Bay Hostetter, Bay Nordholt ve
Bay Glasser da onlara katıldı. Esau oturduğu yerde hiç kıpır­
danmadı. Başı öne doğru eğikti ve hiç kalkmadı. Bay Hark­
ness, kapı ağzında duran Len'e bakıyordu. Bakışları öfkeli,
suçlayıcı ve üzgündü. Len bir saniyenin binde biri kadar bir
süre adamın gözlerine baktı, sonra gözlerini yere çevirdi. Mi­
desi bulanıyor, üşüyordu. Kaçmak istiyordu fakat bunun işe
yaramayacağını biliyordu.
Adamlar hep birlikte David amcanın arabasına yürüdüler
ve David amca, Esau'ya bir şeyi.er söyledi. Esau ellerine bak­
maya devam etti. Hiçbir şey söylemedi, başını sallamadı ve
Bay Nordholt, "Söylemek istemedi aslında, ağzından kaçırdı.
Ama söyledi bir kere."
Babası dönüp Len'e baktı ve, "Buraya gel," dedi.
Len yavaş yavaş yürüdü. Başını kaldırıp babasına bakma­
dı, sebebi babasının yüzündeki öfke değildi, üzüntüydü. 79
"Len."
"Evet, efendim."
"Bir radyonuz ya da telsiziniz olduğu doğru mu?"
"Bir telsiz mi ... Ee, evet, efendim."
"Çalınan kitapları okudunuz mu? Yerlerini biliyordunuz
ve Bay Nordholt'a söylemediniz, öyle mi? Esau'nun ne yapa­
cağını biliyordun ve bana veya David amcana söylemedin,
öyle mi?"
Len iç geçirdi. Tıpkı yaşlı ve yorgun bir adamın yapacağı
bir hareketle başını kaldırıp omuzlarını indirdi. "Evet," dedi.
"Tüm o şeyleri yaptım."
Babasının yüzü, kararan havanın karanlığında gri bir kaya
parçası gibi duruyordu.
"Pekala," dedi. "Pekala."
"Bizimle gelebilirsiniz," dedi Bay Glasser, "Kısacık bir yol
için koşum takmaya uğraşmayın."
"Tamam," dedi Len'in babası. Ve Len'e öyle soğuk ve ya­
kıcı bir bakış attı ki Len bunun, Benimle gel, anlamını taşı­
dığını anladı.
Len babasını takip etti. Babası, başını hafifçe yana çevir­
miş Bay Hostetter'ın yanından geçti. Len, adamın şapkasının
güneşliği altında kalan yüzünde bir acıma ve pişmanlık ifa­
desi gördüğünü zannetti. Ama tek laf etmeden geçip gittiler.
Esau hiç hareket etmiyordu. Babası Bay Fenway'in yanına,
arabaya tırmandı, Bay Glasser da peşinden.
"Arkama geç, " dedi babası.
Len yavaşça kapağa tırmandı, her bir hareketi ayrı bir
çaba gerektiriyordu. Arabanın kenarına tutundu ve arabalar
sırasıyla hareket etti, evin kapısından uzaklaşıp yola çıktılar
ve batıdaki tarlanın kenarından ormana doğru ilerlediler.
Sumakların büyüdüğü yerde durdular. Herkes arabalar­
dan indi ve erkekler konuşmaya başladı. Ve birden babası
dönüp seslendi, "Len. " Ormanı işaret etti. "Göster bakalım. "
80
Len hareket etmedi.
Esau ilk kez konuştu. "Göstersen de olur," dedi, nefretle
ağırlaşan sesiyle. "Tüm ormanı yakmak pahasına nasılsa bu­
lacaklar. "
David amca Esau'nun ağzına elinin tersiyle bir tane vurup
Kitabı Mukaddes'ten öfkeli bir sözcük söyledi.
Babası tekrar, "Len, " dedi.
Len pes etti. Ormana giden yolda önden yürümeye koyul­
du. Yol her zamanki gibi görünüyordu; ağaçlar, küçük akıntı
ve şeytan elmalarının tanıdık kütleleri de. Ama değişmiş bir
şeyler vardı. Bir şey eksilmişti. Bunlar artık sadece ağaçlar­
dan, şeytan elmalarından ve küçük su akıntısının taşlı yata­
ğından ibaretti. Hiçbiri artık Len'e ait değildi. Her şey uzak
ve hasmane görünüyordu, siluetleri sertleşmişti, adamların
büyük çizmeleri eğrelti otlarım ezmişti.
Suların birleştiği buma geldiler. Len ağaç kovuğunun ya­
nında durdu.
"İşte," dedi. Kulakları, kendi sesini bile tanıyamıyordu
sanki. Batının ışıl ışıl parıltısı akıntı boyunca buraya net bir
şekilde düşüyor, yaprakları ve çimenleri uçuk yeşile, kahve­
rengi Pymatuning'i bakıra boyuyordu. Yukarıdaki kargalar
evlerine doğru kanat çırpıyor, alaycı kahkahalarını geçtikleri
her yere saçıyorlardı. Len kahkahaların kendisine atıldığını
düşündü.
David amca, Esau'yu sertçe itti. "Çıkar onu."
Esau bir süre ağacın yanında dikildi. Len onu ve günba­
tımı ışığında yüzüne yayılan ifadeyi izliyordu. Kargalar uçup
gitmişti, ortalık çok sakindi.
Esau kovuğun içine uzandı. Keten beze sanlı kitapları çı­
kardı ve Bay Nordholt'a uzattı.
"Zarar vermedik," dedi.
Bay N ordholt kitapları açtı. Bir yandan da ağacın altından
çıkarak daha iyi görebileceği bir yere geçti. "Doğru," dedi.
"Evet, zarar vermemişsiniz." Kitapları tekrar sarıp göğsüne 81
bastırdı.
Esau telsizi çıkardı.
Telsizi tutarak dikilmeye devam etti, gözyaşları gözlerin­
de belirginleşip oldukları yerde parlıyordu ancak düşmü­
yorlardı. Bir tereddüt hali adamların hepsini esir almıştı.
Bay Hostetter, bunu daha önce söylemiş olmasına rağmen
anlaşılmamış olduğundan korkarak, "Soames başına bir şey
gelirse, kişisel eşyalarını alıp eşine götürmemi söylemişti. Eş­
yaların olduğu sandığın yerini göstermişti. Vaazdaki insanlar
Soames'un arabasını yağmalayacaklardı. Durup da sandığın
içindekilere bakmadım," dedi.
David amca öne çıktı. Yumruğunu bir çekiç gibi aşağı doğ­
ru savurarak Esau'nun elindeki telsize vurdu. Telsiz çimlerin
üzerine düştü ve David amca ağır çizmesiyle telsize defalarca
tekme attı. Sonra telsizden kalanları yerden alıp hepsini Py­
matuning'e fırlattı.
Esau, "Sizden nefret ediyorum," dedi. Hepsine baktı.
"Beni durduramazsınız. Bir gün Bartorstown'a gideceğim."
David amca, Esau'ya bir kez daha vurdu, onu tuttu, çevir­
di ve tekrar ormanın içine doğru yürüttü, omzunun üzerin­
den arkaya doğru, "Onunla ilgileneceğim," dedi.
Geri kalanlar da, Bay Harkness elini ağacın kovuğuna so­
kup başka bir şeyin olmadığından emin olduktan sonra da­
ğınık bir şekilde peşlerinden ilerlediler.
"Arabamın aranmasını istiyorum," dedi Bay Hostetter.
Bay Harkness, "Seni uzun zamandır tanıyoruz, Ed. Buna
gerek yok bence," dedi.
"Hayır, benim talebim bu," dedi Hostetter, herkesin du­
yacağı şekilde bağırarak konuşmuştu. "Bu çocuk görmezden
gelemeyeceğim bir suçlamada bulundu bana. Arabamın te­
peden tırnağa aranmasını istiyorum, böylece sahip olma­
mam gereken bir şeye sahip miyim değil miyim görülsün ve
hiçbir şüphe kalmasın. Şüphe bir kez doğdu mu, öldürmesi
82
çok zordur. Haberler de kulaktan kulağa yayılır. Başka insan­
ların benim hakkımda, Soames'un hakkında düşündüklerini
düşünmelerini istemem."
Len irkildi. Birdenbire Hostetter'ın hem bir açıklama
yaptığını hem de özür dilediğini fark etti.
Aynı zamanda Esau'nun ölümcül bir hata yaptığını da an­
ladı.
Batıdaki tarlanın öbür tarafı şimdi çok uzak geliyordu. Bu
kez arabalar çiftliğe girmedi. Yolda durdular, Len ve babası
indi, diğerleri de yer değiştirerek Esau ve David amcayı kendi
arabalarında yalnız bıraktılar. Ardından Bay Harkness, "Ço­
cukları yarın görmek istiyoruz," dedi. Sesi kaygı verici ölçüde
alçak çıkmıştı. Köye doğru yoluna devam etti, ikinci araba da
peşinden. David amca diğer yöne, evine doğru ilerledi.
Esau arabadan dışarı uzandı ve çıldırmışçasına Len'e ba­
ğırdı. "Vazgeçme. Düşünmekten vazgeçiremezler seni. Sana
ne yaparlarsa yapsınlar bunu ...
"
David amca arabayı sertçe çe virdi ve çiftliğe soktu.
"Göreceğiz bakalım," dedi. "Elijah, senin ahın kullanaca-
gım. "

Len'in babası yüzünü astı ama hiçbir şey söyle medi. David
amca ahıra doğru, Esau'yu sertçe önünde itekleyerek ilerledi.
Len'in annesi koşarak e vin önüne çıktı. David amca seslen­
di. "Len'i de getir. Burada olmasını istiyorum. " Len'in babası
yine yüzünü astı, sonra, "Tamam," dedi. Ellerini Len'in anne­
sine uzattı ve kadını kenara çekip birkaç kelime konuştu. Ba­
şını iki yana sallayarak, sessizce konuşuyordu. Annesi, Len'e
baktı. "Ah, hayır," dedi. "Ah, Lennie, nasıl yaparsın bunu! "
Sonra önlüğüyle yüzünü kapatarak eve geri girdi. Len anne­
sinin ağladığını anlamıştı. Babası ahın işaret etti. Dudakları­
nı sıkıyordu. Len, babasının, David amcanın yapmak üzere
olduğu şeyden hoşlanmadığını ancak sorgulayacak konum­
da da olmadığını hissettiğini düşünüyordu.
Len de bundan hoşlanmıyordu. Bu meseleyi babasıyla 83
aralarında çözmeyi tercih ederdi. Ama David amca böyleydi
işte. Eğer insan bir çocuksa, çiftlikteki diğe r eşyalardan daha
fazla hakkı veya duyguları olamazdı ona göre. Len ahıra git­
mekten çekiniyordu.
Babası tekrar işaret e dince gitmek zorunda kaldı.
Hava şimdi kararmıştı ama içeride yanan bir fener vardı.
David amca koşum kayışını duvardan almıştı. Esau'nun yüzü
babasına dönüktü, sıra sıra sütunların arasındaki boş kalan
geniş alandaydı.
"Di zlerinin üzerine çök, " dedi David amca.
"Hayır."
"Çök de dim!" Ve koşum kayışı şakladı.
Esau bir mırıltıyla küfür arası bir ses çıkardı. Dizlerinin
üzerine çöktü.
"Çalmayacaksın," dedi David amca. "Beni hırsız baba­
sı yaptın. Yalan yere şahitlik yapmayacaksın. Beni yalancı
babası yaptın." Kolu sözcükleriyle aynı ritimde inip kalkı­
yordu, dolayısıyla her bir duraklama, Esau'nun omuzlarına
inen pürüzsüz deriden yükselen şak! sesiyle vurgulanıyordu.
"Kitap'ta ne yazıyor, biliyorsun Esau. Oğlundan değneğini
esirgeyen, onu sevmiyor demektir, seven baba özenle terbiye
eder. Ben değneği esirgemeyeceğim."
Esau artık sessiz kalamıyordu. Len arkasını döndü.
Bir süre sonra David amca durdu, nefes nefeseydi. "Az
önce bana karşı geldin. Fikrini değiştiremeyeceğimi söyle­
din. Hala böyle mi düşünüyorsun?"
Yere çömelmiş halde duran Esau, babasına bakarak hay-
kırdı. "Evet!"
"Hala Bartorstown'a gideceğini düşünüyor musun?"
"Evet!"
"Bakalım," dedi David amca. "Göreceğiz."
Len dinlememeye çalıştı. Sanki dayak hiç durmayacakmış
84
gibiydi. Bir sefer, Len'in babası öne çıkıp, "David ... " dedi ama
David amca sadece, "Kendi sıpanla ilgilen sen, Elijah. Ona
çok yumuşak davrandığını hep söylüyorum," dedi. Tekrar
Esau'ya döndü. "Fikrini değiştirdin mi bakalım?"
Esau'nun cevabı anlaşılmadı ama sefil bir teslimiyet için­
de olduğu belliydi.
"Sen," dedi David amca birdenbire, Len'e doğru. Len'i tu­
tup çevirdi. "Bak işte. Yalan söylemenin, küstahlığın sonu­
nun nereye vardığını gör."
Esau ahır zemininde, toz ve samanların içinde sürünü­
yordu. David amca ayağıyla Esau'yu dürttü.
"Bartorstown'a gidecek misin?"
Esau mırıldanıp inledi, yüzünü kollarıyla saklıyordu. Len
uzaklaşmaya çalıştı ama David amca ateş gibi sıcak eliyle onu
tutmaya devam ediyordu. Her yam ter ve öfke kokuyordu.
"İşte sana kahramanın," dedi Len'e. "Senin sıran gelince, onu
hatırla."
"Bırak beni," diye fısıldadı Len. David amca güldü. Len'i
itip koşum kayışını Len'in babasına verdi. Sonra yere uzanıp
Esau'yu gömleğinin yakasından yakaladı ve çekerek ayağa
kaldırdı.
"Söyle, Esau. Sesli söyle."
Esau küçük bir çocuk gibi ağlıyordu. "Tövbe ediyorum,"
dedi. "Tövbe ediyorum."
"Bartorstown," dedi David amca. Öyle bir tonu vardı ki
muhtemelen Nahum da kanlı şehri böyle telaffuz etmişti.
"Git. Eve git ve günahların üzerine tefekküre dal. İyi geceler
Elijah. Unutma, senin oğlan da benimki kadar suçlu."
Birlikte karanlığa daldılar. Bir dakika sonra Len arabanın
gittiğini duydu.
Babası iç geçirdi. Yüzünde yorgunluğun, üzüntünün ve
David amcanın sinirinden çok daha korkutucu olan derin
bir öfkenin ifadesi vardı. Yavaşça, "Sana güvenmiştim, Len,"
dedi. "Bana ihanet ettim." 85
"isteyerek yapmadım."
"Ama yaptın."
"Evet."
"Neden, Len? Yaptıklarının yanlış olduğunu biliyordun.
Onları neden yaptın?"
Len haykırdı, "Çünkü kendimi tutamadım. Öğrenmek is­
tedim, bilmek istedim!"
Babası şapkasını çıkardı ve kollarını sıvadı. "O konu hak­
kında uzun bir vaaz verebilirdim," dedi. "Ama bunu zaten
yaptım. Nefesimi boşa harcamışım. Sana söylediklerimi ha­
tırlıyorsun, Len."
"Evet, baba." Çenesini sıktı ve iki elini yumruk yaptı.
"Üzgünüm," dedi babası. "Bunu yapmak zorunda kalmak
istemezdim. Ama seni gururundan arındıracağım, Len, Esa­
u'nun arındırıldığı gibi."
Len içinden sertçe, Hayır, yapamayacaksın, bana diz çök-
türüp beni süründüremeyeceksin, diyordu. Ben onlardan
vazgeçmeyeceğim. Bartorstown'dan da, kitaplardan da, bil­
mekten de, Piper's Run'ın dışında var olan diğer hiçbir şey­
den de vazgeçmeyeceğim!
Ama vazgeçti. Ahırın tozu ve samanı içinde, bunlardan
vazgeçti. Ve hepsiyle birlikte, gururundan da. Len'in çocuk­
luğu böylece sona ermişti.
1

Bir süre simsiyah, ağır bir uykuyla uyumuştu, sonra uyan­


mış, karanlığa gözlerini dikmiş, hissetmiş ve düşünmüş­
tü. Vücudu acıyordu, sadece dayağın o tanıdık acısı değildi
bu, aynı zamanda aceleyle davrandığında da unutmayacağı,
daha ciddi bir acı vardı. Ama hiçbir şey manevi acılar kadar
acıtmıyordu, günün güneşinden hala boğucu olan küçük
ve yamuk odasında saçakların altında yattığı yerde ı stırapla
pençeleşiyordu. Duygularının, küçücük bir yerde esen bü- 01

yük rüzgarlar gibi iç ini darmaduman eden kederin, öfkenin,


üzüntünün ve apaçık utancın kör hiddetinden uzaklaşması
neredeyse şafağa kadar sürdü. Sonra, belki de artık şiddet-
li duygular hissedemeyeceği kadar yorgun olduğundan, bir
şeyleri kavramaya, anlamaya başladı.
Esau'yla aynı yerde kıvranıp tövbe ederken yalan söyle­
diğini biliy ordu. Bartorstown'dan vazgeçmeyecekti. Kendi­
ne dair en önemli parçadan vazgeç meden Bartorstown'dan
vazgeçemezdi. En önemli parçası neydi, tam anlamıyla emin
değildi ama orada olduğunu biliyordu ve hiç kimsenin hatta
babasının bile ona el sürmeye hakkı olmadığını biliyordu. İy i
veya kötü, sevap veya günah, bu şey hevesten, düşünceden,
geç icilikten uzaktı. O kendisiydi, Len Colter, birey, eşsiz.
Buna tövbe ederek y aşayamazdı.
Bunu kavradığında tekrar sessiz bir uykuya daldı, ağzın­
da gözyaşlarının tuzlu tadıyla uyandığında, temiz ve berrak
penceresinden güneşin yükselmekte olduğunu gördü. Hava
seslerle doluydu, alakargaların çığlıkları, çalı çitlerdeki sü­
lünlerin sert çağrıları, sayısız kuşların melodileri ve ötüşle­
ri... Len dışarı baktı, yıldırımın çarparak küçük bir kökten
ibaret bıraktığı devasa akçaağacın dibindeki inatçı yeşil filiz­
lerin ötesine, kümesin çatısının ve kışlık buğdayın.olgunlaş­
tığı tarlanın ötesine, üzerinde üç koyu renkli çamın bulun­
duğu zirveye doğru uzanan ormanın üst bölümüne ve sarp
tepe yamacına baktı. İçini donuk bir üzüntü kapladı çünkü
bunlara son kez bakıyordu. Bu karara bilinçli bir düşünceler
zinciriyle ulaşmamıştı. Uyandığı anda bunu biliyordu.
Kalktı ve kaskatı kesilmiş bir halde işlerinin başına gitti,
yüzü bembeyazdı ve herkese uzak davranıyordu, sadece biri
kendisiyle konuşursa konuşuyor, kimseyle göz göze gelme­
meye çalışıyordu. James ağabeyi kendisine, babaları duya­
mayacak kadar uzaktayken kaba bir iyi niyetle neşelenmesi­
ni söylemişti. "Bu senin iyiliğin için, Lennie. Bir gün geçmişi
düşünüp zamanında yakalandığına şükredeceksin. Sonuçta,
dünyanın sonu değil bu."
Aa, hayır, tabii ki dünyanın sonu, diye düşündü Len. Ve
insanların tek bildiği de bu.
Öğle yemeğinden sonra yıkanması ve normalde sadece
Şahat gürıleri giydiği takım elbisesini giymesi için yukarı
gönderildi. Ve kısa zaman sonra annesi hala ütünün sıcaklı­
ğını taşıyan temiz bir gömlekle gelip kulaklarının arkasına ve
ensesine sertçe bakar gibi yaptı. Tüm bunlar kadının gözle­
rinden yaşların sinsi sinsi süzüldüğü sırada oldu, birdenbire
Len'i yakalayıp kendine çekti ve fısıldayarak hızlıca, "Bunu
nasıl yaparsın, Lennie, nasıl bu kadar kötü davranabilirsin,
iyiler iyisi Tanrı'ya karşı gelip babanın sözünden nasıl çıkar­
sın?" dedi.
Len paramparça olduğunu hissetti. Böyle giderse bir da­
kika sonra anasının kollarında ağlamaya başlayacak, şimdiye
dek biriktirdiği tüm kararlılık bir anda yok olacaktı. O yüz­
den annesinden uzaklaştı ve, "Lütfen, anne, canım yanıyor,"
dedi.
"Zavallı sırtın," diye mırıldandı annesi. "Unutmuşum."
Len'in ellerini tuttu. "Lennie, alçakgönüllü ol, sabırlı ol, bun­
ların hepsi geçip gidecek. Tanrı seni affedecek, sen daha çok
gençsin. O kadar gençsin ki fark edemediğin şey... "
Len'in babası üst kata seslendi, bu da konuşmayı bitirdi.
On dakika sonra, araba bahçeden tıkırdayarak çıktı. Len ba­
basının yanında kaskatı oturuyordu, ikisi de konuşmuyordu.
Ve Len Tanrı'yı, Şeytan'ı, kasabanın büyüklerini, vaaz veren
adamı, Soames'u, Hostetter'ı, Bartorstown'ı düşünüyordu ve
hepsi kafasında birbirine girmişti ama bildiği tek bir şey var­
dı. Tanrı onu affetmeyecekti. O isyankarların yolunu seçmiş­
ti, tüm umutların ötesine geçmişti artık. Ama yanında ona
eşlik edecek tüm Bartorstown olacaktı.
David amcanın arabası onlara yetişti ve kasabaya birlikte 89
girdiler, Esau bir köşede tortop oturmuş, küçücük ve çökmüş
görünüyordu, sanki vücudundaki kemikleri çıkarmışlardı.
Bay Harkness'ın evine geldiklerinde, Len'in babası ve David
amca inip ayakta konuştular, Len ve Esau'yu atlan bağla­
mak için geride bıraktılar. Esau, Len'e bakmadı. Ona doğru
dönmekten bile kaçındı. Len de Esau'ya bakmadı. Ama at
bağlama parmaklığının orada yan yana duruyorlardı ve Len
fısıldayarak sertçe, "Ay yükselene kadar burunda seni bekle­
yeceğim. Sonra gideceğim," dedi.
Esau'nun irkilip kasıldığını hissedebiliyordu. Daha Esau
ağzını bile açamadan, Len, "Kapa çeneni," dedi. Sonra döndü
ve yürüyerek uzaklaştı, babasının arkasında saygıyla dikil­
meye gitti.
Bay Harkness'ın evinin oturma odasında çok uzun, çok
üzücü bir oturum yaşandı. Bay Fenway, Bay Glasser, Bay
Clute da oradaydı ve tabii Bay Nordholt da. Hepsi konuşma-
larını bitirdiğinde, Len iç organları görünen bir tavşan gibi,
derisinin yüzülüp vücudunun gerildiğini hissetti. Bu onu si­
nirlendirmişti. İçini açan, organlarını dürten, derisini soyan
ve yavaş konuşan bu sakallı adamların tümünden nefret et­
mesine sebep olmuştu.
İki kez Esau'nun kendisine ihanet etmek üzere olduğu­
nu hissetmişti ve kuzenini bir yalancı olarak ifşa etmeye son
derece hazırdı. Ama Esau dilini tuttu. Bir süre sonra Len,
Esau'nun omurgasının biraz daha dikleştiğini düşünmeye
başladı.
Sorgulama nihayet sona erdi. Adamlar konuştu. Sonun­
da Bay Harkness, Len'in babasına ve David amcaya dönüp,
"Böyle bir utancın ailenize sürülmesine çok üzülüyorum, iki­
niz de iyi insanlar ve iyi dostlarsınız. Ama belki de bu durum
herkese gençlerin güvenilmez olduğunu ve Hıristiyan bir
ruh için sürekli tetikte olmak gerektiğini hatırlatır."
90
Acımasız bakışlarını çocuklara çevirdi. "İkinize de cumar­
tesi sabahı herkesin içinde sopa vurulacak. Ve ondan sonra,
eğer ikinci kez suçlu bulunursanız, cezanın ne olacağını bi­
liyorsunuz."
Bekledi. Esau adamın çizmelerine bakıyordu. Len karar­
lı bakışlarıyla, Bay Harkness'ın omzunun üzerinden arkaya
bakıyordu.
"Evet," dedi Bay Harkness sertçe. "Biliyor musunuz?"
"Evet," dedi Len. "Bizi göndereceksiniz ve bir daha geri
dönemeyeceğiz." Bay Harkness'ın gözlerine bakıp ekledi,
"ikinci kez olmayacak."
"Samimi olarak öyle umuyorum," dedi Bay Harkness.
"İkinize de Kitabı Mukaddes okumanızı, tefekkür etmenizi
ve Tanrı'dan size hem akıl vermesini hem de sizi bağışlama­
sını isteyerek dua etmenizi öneriyorum."
Büyükler arasında bir konuşma daha geçti, sonra Colter­
lar dışarı çıktı, arabalarına bindi ve tekrar evlerine doğru yola
koyuldular. Kasaba meydanında Bay Hostetter'ın at araba­
sının yanından geçtiler ancak Bay Hostetter görünürlerde
yoktu.
Len'in babasi yolun büyük kısmında sessizdi sadece bir
an, "Bu konuda kendimi de senin kadar suçluyorum, Len,"
dedi.
Len, "Ben yaptım," dedi. "Senin bir suçun yok, baba. Se­
nin suçun olamaz."
"Bir yerde başarısız oldum. Sana doğrusunu öğretmedim,
anlamanı sağlamadım. Bir yerde benden koptun." Babası ba­
şını iki yana salladı. "Sanırım David haklıydı. Senden değneği
biraz fazla esirgedim."
"Esau benden daha çok içindeydi işin," dedi Len. "Radyo­
yu o çaldı ve David amcanın dayakları da onu durdurmadı.
Senin hatan değildi, baba. Hepsi benim hatamdı." Kendini
kötü hissetti. Bir şekilde bunun büyük bir cürüm olduğunun
farkındaydı ve elinden bir şey gelmiyordu. 91
"James hiç böyle değildi," dedi babası kendi kendine, dü­
şüncelere dalarak. "Bir an bile endişelenmedim. Aynı tohum­
dan nasıl böyle farklı iki meyve büyüyebilir?"
Bir daha konuşmadılar. Eve vardıklarında Len'in annesi,
büyükanne ve James bekliyorlardı. Len odasına gönderildi
ve dar merdivenleri tırmandığı sırada babasının olan biteni
kısaca anlattığını, annesinin hıçkırarak ağladığını duydu. Ve
birdenbire büyükannenin sesinin görkemli bir öfkeyle yük­
selip sertleştiğini işitti.
"Sen bir aptal ve korkaksın, Elijah. Hepiniz öylesiniz, ap­
tallar ve korkaklar, o çocuk hepinizden daha değerli! Sen
devam et bakalım, becerebilirsen çocuğun iradesini kır ama
umarım asla yapamazsın. Umarım ona gerçekleri bilmekten
korkmayı asla öğretemezsin."
Len gülümsedi ve küçük bir ürperti içinden geçip git­
ti çünkü biliyordu ki büyükannesi bunu babasına söylediği
kadar aslında Len'e de söylüyordu. Pekala, büyükanne, diye
düşündü. Unutmayacağım.
O gece, tüm eve ölüm sessizl�ği çöktüğünde, çizmeleri­
ni boynunun etrafına bağladı ve pencereden yaz mutfağının
çatısına süründü, oradan da bir armut ağacının dalma tırma­
nıp yere indi. Çiftlikten yolun karşısına gizlice ilerledi, sonra
çizmelerini giydi. Ardından yürümeye koyuldu, mevsimin
genç yulaflarının büyüdüğü batı tarlasını geçti. Orman ileri­
de çok karanlık görünüyordu. Bir kez bile arkasına bakmadı.
Ağaçların arası çok karanlık, çok hareketsiz ve çok kas­
vetliydi. Len kendi kendine, Bundan sonra hayat böyle ola­
cak, alışsan iyi olur, diye düşündü. Burna ulaştığında daha
önce çokça oturduğu kütüğün üzerine oturdu ve kurbağalar
tarafından söylenen gece şarkısıyla, Pymatuning'in iki kıyı
arasında sessizce gidip gelişini dinledi. Dünya çok büyük ge­
liyordu ve sırtında, sanki koruyucu bir pelerin çekilip alınmış
92
gibi bir soğukluk vardı. Esau'nun gelip gelmeyeceğini merak
ediyordu.
Güneydoğuda ışık yükselmeye başlamıştı bile, bulanık gri
rengi yavaş yavaş aydınlanarak gümüş rengine dönüşüyor­
du. Len bekledi. Gelmeyecek, diye düşündü, korktu demek
ki, bunu yalnız başıma yapmam gerekecek. Kalktı. Dinleme­
ye devam ederek, ayın ilk ince kenarının yükselişini izledi.
İçinden bir ses, Hala eve koşup pencereden içeri girebilirsin,
kimsenin haberi olmaz, diyordu. Bunu yapmamak için ken­
dine engel olarak, ağacın dallarından birine sımsıkı tutundu.
Karanlık ormanda bir hışırtı, bir gürültü oldu ve Esau geldi.
Bir an için baykuşlar gibi karanlıkta birbirlerine dikkatle
baktılar, sonra el ele tutuşup gülmeye başladılar.
"Herkesin içinde sopa vurulacakmış," dedi Esau, nefes ne­
fese. "Sopa vuracaklarmış, lanet olsun. Hepsine lanet olsun."
"Akıntı boyunca yürüyeceğiz," dedi Len, "bir tekne bulana
dek."
"Ama ondan sonra ne yapacağız?"
"ilerlemeye devam edeceğiz. Nehirler başka nehirlere
bağlanır. Tarih kitabındaki haritayı gördüm. Eğer yeterince
uzun süre gidersen Ohio'ya varıyorsun. Ohio buralardaki en
büyük nehir."
Esau inatçı bir ifadeyle, "Neden Ohio?" dedi. "Ohio çok
güneyde, Bartorstown'ın batıda olduğunu herkes biliyor."
"Ama batıda nerede işte? Batı dediğin kocaman yer. Bak,
duyduğumuz sesi hatırlamıyor musun? Nehirdeki malzeme­
ler yüklemeye hazır olacakmış, sadece bir şeyi bekliyorlar­
mış. Onlar Bartorstownlı adamlardı, Bartorstown'a giden bir
şeyler hakkında konuşuyorlardı. Ohio da batıya doğru akı­
yor. Anayol orası. Ondan sonra, başka nehirler var. Tekneler
oralara gidiyor olmalı. Biz de oraya gideceğiz."
Esau bir an durup düşündü. Sonra, "Tamam, peki o za­
man," dedi. "En azından bir başlangıç olur. Hem ayrıca,
kimbilir? Ben hala Hostetter hakkında haklı olduğumuzu 93
düşünüyorum, o yalan söylemiş olsa bile. Belki diğerlerine
de anlatır, belki onlar da telsizleriyle bizim hakkımızda ko­
nuşurlar, onları bulmak için nasıl kaçtığımızı birbirlerine
anlatırlar. Belki bize yardım bile ederler, güvenli bir zaman
bulduklarında yani. Kimbilir?"
"Evet," dedi Len. "Kimbilir?"
Pymatuning'in kıyısı boyunca, güneye doğru yürüdüler.
Ay gökyüzüne tırmandı ve onlara ışık verdi. Su girdaplar yap­
tı, kurbağalar şarkılar söyledi. Len Colter'ın zihninde, Bar­
torstown'ın ismi bile büyük bir çanın sesiyle yankılanıyordu.
i kinci
Kitap
8

Pymatuning'in dar, kahverengi suları Shenango'da genişli­


yordu. Shenango aşağı doğru akarak Mahoning'le buluşu­
yordu sonra ikisi birlikte Beaver'ı oluşturuyorlardı. Beaver,
Ohio'yu genişletiyor, Ohio da tüm ihtişamıyla batıya doğru
akarak yüce Suların Babası'nın oluşumuna yardım ediyordu.
Zaman da akıyordu. Küçük birimler büyüyor, büyük bi­
rimleri oluşturuyor, dakikalar birleşerek aylar, aylar da yıl-
lar oluyordu. Çocuklar erkek oluyordu, arayışla geçen uzun 97

yolculuklarının dönüm noktaları katlanıyor ve geride kalı-


yordu. Ancak efsane olan efsane, rüya olan rüya kalıyor, gün
batımına doğru daha uzak bir yerlerde parladığıyla, söndü-
ğüyle kalıyordu.
Sığınak denen bir kasaba vardı, bir de sarı saçlı bir kız. Ve
bunlar gerçekti.
Sığınak, Piper's Run'a hiç benzemiyordu. Daha büyüktü
hatta öyle büyüktü ki sınırları yasal limitleri zorlar nitelik­
teydi ancak temel fark boyut değildi. Hissiyle alakalı bir şey­
di. Len ve Esau aynı hissi nehir vadileri boyunca ilerledikleri
pek çok yerde bulabilmişti, özellikle de Sığınak gibi, yolların
nehirlerle birleştiği yerlerde. Piper's Run mevsimlerin yavaş,
sakin ritmiyle yaşayıp nefes aldığından, orada yaşayan insan­
ların düşünceleri de yavaş ve sakindi. Sığınak'ta bir koşuştur­
ma vardı. İnsanlar daha hızlı hareket ediyor, daha hızlı düşü­
nüyor, daha yüksek sesle konuşuyordu ve sokaklar geceleri
geçen yük arabalarıyla, vagonlarla, yük iskelesinde çalışan
rıhtım işçilerinin sesleriyle daha gürültülüydü.
Sığınak, Ohio'nun kuzey kıyısında kalıyordu. Len'in anla­
dığı kadarıyla buranın ismi, nehir boyunca daha uzaktaki bir
şehirden gelen insanların Yıkım esnasında buraya sığınmış
olmalarından ileri geliyordu. Şimdi burası Büyük Göller'e
kadar uzanan iki ana ticaret yolunun son durağıydı, araba­
lar yollar kullanılabilir olduğu sürece gece gündüz ilerliyor,
balya balya kürkler, demir, yün kumaşlar, un ve peynir geti­
riyorlardı. Nehir boyunca doğudan ve batıdan başka bir tra­
fik ilerliyor, düzlüklerden bakır, deri, mum yağı, tuzlanmış
sığır eti gibi, Pennsylvania'dan kömür ve hurda metal gibi,
Atlantik'ten tuzlanmış balık gibi, variller dolusu çivi, güzel
tüfek, kağıt gibi başka şeyler geliyordu. Nehir trafiği de saat
gibi işliyordu, bahardan kışın başlangıcına dek, düz karinalı
tekneler, çatanalar ve yüklü mavnaların oluşturduğu uzun
kuyrukları çeken römorkörler, buharlı motorlarından yük­
selen görkemli duman ve tıkırtılarıyla ilerlerdi. Bunlar Len
ve Esau'nun gördüğü ilk motorlardı. Başta ikisi de gürültü­
den korkarak akıllarını kaybedecek gibi olmuşlardı ama kısa
süre içinde alışmışlardı. Bir kış mevsimi, Beaver'ın ağzına ya­
kın bir yerlerdeki küçük bir dökümhanede çalışmış, kazan­
lar yapmışlardı, daha şimdiden dünyanın mekanikleşmesi­
ne katkıda bulunmuş gibi hissetmişlerdi. Yeni Mennonitler
yapay güçlerin kullanımına sıcak bakmazlardı fakat nehir
teknesi insanları farklı mezheplere aitlerdi ve farklı dertleri
vardı. Akıntıya karşı kargolarını nehrin üst tarafına taşımak
zorundaydılar ve elle yapılmış bir motorda buharı kolaylıkla
ve basitçe kullanabileceklerse, bunu yaparlar, ihtiyaçları kar­
şılayabilmek için etikten vazgeçebilirlerdi.
Nehrin Kentucky tarafında, yani hemen karşısında, Sha­
dwell diye bir yer vardı. Shadwell, Sığınak'tan çok daha kü­
çük ve çok daha yeniydi. Ama öyle hızlı büyüyordu ki Len ve
Esau bile, orada geçirdikleri bir yıl içinde farkı görebilmiş­
lerdi. Sığınak'ın insanları Shadwell'i pek umursamıyorlardı.
Shadwell sadece Sığınak'taki ticaretin cazibesine kapılan
güneyli tüccarların getirdiği şeker, şeker kamışı, pamuk ve
tütün sayesinde kurulmuştu. Birkaç geçici baraka dikilmiş,
bir iskele inşa edilmiş, bir-iki kulübe yapılmıştı ve kimse ne
olduğunu anlamadan, kendi iskelesi, depoları, bir adı ve bü­
yüyen bir nüfusu olan bir kasaba ortaya çıkıvermişti. Zaten
Sığınak, yasaların izin verdiği kadar büyümüş olduğundan,
başa çıkamadığı ticaret fazlasının Shadwell'e akışını mem­
nuniyetsiz bir tavırla izlemişti.
Sığınak'ta pek az Amiş ve Mennonit vardı. Buradaki in­
sanların çoğu Kutsal Şükür Kilisesi'ne bağlıydı ve mezhebi
kuran James P. Keller'ın adını alarak kendilerine Kellerit di­
yorlardı. Len ve Esau, tarım ve hayvancılıkla değil de ticaretle
yaşayan birkaç Mennonit'in de yerleşim yerlerinde buluna­
bildiğini öğrenmişlerdi. Zaten kendilerini aforoz ettikleri ve 99
Piper's Run'dan olduklarının da öğrenilmemesini istedikleri
için çocukluk inançlarının kıyafetlerini çoktan atmış, nehir
kasabalarından buldukları evde dokunmuş, sıradan kıyafet­
ler giymeye başlamışlardı. Saçlarını kısa tutuyor, çenelerini
tıraş ediyorlardı. Kelleritlerin arasında erkeklerin evlenene
kadar temiz tıraşlı gezmesi geleneği vardı, evlenince sakalla­
rını uzatarak, çıkarılabilir yüzüklerden daha açık bir şekilde
kendilerini belli edebiliyorlardı. Her pazar günü Kutsal Şükür
Kilisesi'ne gidiyor, birlikte kaldıkları ailenin yanında düzenli
yapılan günlük adaklara katılıyor hatta bazen Kellerit olma­
larından önce başka bir şey olduklarını bile unutuyorlardı.
Len'e göre, bazen neden burada olduklarını ve neyi ara­
dıklarını bile unutuyorlardı. Pymatuning'in üzerindeki o
burunda Esau'nun gelmesini beklediği geceyi, buraya gelene
dek başlarına gelen her şeyi kendine sık sık hatırlatıyordu,
üşüten hava, yaprakların kokusu, dayak, ıslık gibi ses çıka-
ran kayışı kaldırıp indirirken babasının yüzünün aldığı şekil
benzeri fiziksel şeyleri hatırlamak yeterince kolaydı. Ancak
diğer kısım, içinde hissettikleri, zihnine geri getirmesi daha
zor şeylerdi. Bazen bunu gerçekten efor sarf ederek de olsa
yapabiliyordu. Diğer zamanlar hiç beceremiyordu. Ve daha
başka zamanlarda -en kötüsü bunlardı- evden ayrılmak ve
Bartorstown'ı bulmak konusunda hissettikleri ona çok ço­
cukça ve absürt geliyordu. Evini ve ailesini o kadar berrak şe­
kilde hayalinde canlandırabiliyordu ki bazen kendi kendine,
onları bir isim için, havadaki bir ses için hayatımdan kesip
attım ve şimdi buradayım, avare gibi geziyorum. Bartors­
town nerede? diye düşünüyordu. Zamanın kendisine ihanet
edebileceğini ve düşüncelerin dağ zirveleri gibi, her yönden
farklı görünebileceğini, bakan kişi uzaklaştıkça görüntüleri­
ni değiştirdiklerini anlamıştı.
Zaman başka bir numara daha yapmıştı. Len'i büyütmüş
100
ve ona kaygı duyacağı yepyeni şeyler getirmişti.
San saçlı kız da bunlardan biriydi.
Haziranın ortasında bir akşam vaktiydi, hava sıcak ve
nemliydi, gün batımı yaklaşan fırtına tarafından yutulmuş,
gökyüzüne bir siyahlık hakim olmuştu. Masadaki iki mum
dümdüz yukarı doğru yanıyordu, açık pencerelerden mum­
ların ışığını titreştiren bir rüzgar esmiyordu. Len ellerini
bağlayıp başını eğerek oturmuş, masadaki sütlü lapanın ka­
lıntılarına bakıyordu. Esau hemen sağındaydı, o da aynı tavır
içindeydi. Sarı saçlı kız da hemen karşılarındaydı. Kızın ismi
Aınity Taylor'dı. Kızın babası, masanın başında oturmuş, et
yemeğinden sonra sofra duasını ediyordu. Masanın diğer
ucunda da kızın annesi, saygıyla duayı dinliyordu.
"...yüce merhametinin yorganını uzatarak Yıkım gününde
buraya sığınmamıza... "

Aınity mum ışığında, kaşlarının gölgesi altından bir bakış


attı. Önce Len'e, sonra Esau'ya baktı.
"... sonsuz bereketinle kutsandığımız için sana teşekkür... "
Len kızın gözlerini üzerinde hissetti. Len'in teni kızın
gözlerinin dokunuşu karşısında öyle ince, öyle hassastı ki
başını dahi kaldırmasına gerek kalmadan kızın ne yaptığı­
nı anlayabilmişti. Kalbi güm güm atmaya başladı. Ateş bas­
tı. Esau'nun dizleri üzerinde bağladığı elleri görüş alanının
içindeydi. Esau'nun ellerinin de hareketlenip gerildiğini
görünce, Amity'nin Esau'ya da baktığını anladı, daha beter
ateş bastı, bahçeyi ve gül çardağının altındaki gölgelik yeri
düşündü.
Yargıç Taylor hiç susmaz mıydı?
Amin kelimesi nihayet, gök gürültüsünün yüksek sesi al­
tında boğuk bir şekilde duyuldu. Acele et, diye düşündü Len.
Bulaşıklar için acele et yoksa bahçede yürüyemezsin. Kimse
yürüyemez. Ayağa sıçradı, sandalyesi çıplak zeminde gıcır­
dadı. Esau da sıçrayıverdi, Len'le birlikte masadaki tabakları
öyle hızlı toplamaya giriştiler ki birbirleriyle itiştiler. Mum 101
ışığının diğer tarafında, Amity yavaş yavaş bardakları iç içe
koyuyordu ve gülümsedi.
Bayan Taylor, elindeki iki servis tabağıyla çıktı. Salon ka­
pısında, yargıç çalışma odasına gidiyormuş gibi görünüyor­
du. Son sofra duasından sonra hep böyle yapardı. Esau ani­
den döndü ve Len'e öfkeli, kaçamak bir bakış atarak fısıldadı.
"Karışma."
Amity, iç içe geçmiş bardakları iki eliyle dengeleyerek
mutfak kapısına yürüdü. Sarı saçları, kalın bir örgüyle sır­
tına uzanıyordu. Boynu yüksek, eteği uzun, gri, pamuklu
bir elbise giyiyordu. Annesinin elbisesi de benzer olmasına
rağmen, bu elbise Amity'nin üzerinde hiç de annesinde dur­
duğu gibi durmuyordu. Harika bir yürüyüşü vardı. Len ne
zaman Amity'nin yürüyüşünü görse, kalbi ağzına geliyordu.
Esau'yu ters bir bakışla yanıtladı ve kendi elindeki tabaklarla
öne geçmek için büyük adımlar atarak Amity'nin arkasından
yüriidü. Yargıç Taylor salon kapısından, "Len... Onları bıra­
kınca çalışma odasına gel. Bulaşıkları bir günlüğüne sensiz
yıkasınlar," dedi.
Len durdu. Taylor'a ürkek ve tedirgin bir bakış atarak,
"Tabii, efendim," dedi. Taylor başını sallayıp odadan çıktı.
Len bir an Esau'ya baktı. Esau gözle görülür biçimde üz­
gündü.
"Ne istiyor acaba?" diye sordu Esau.
"Ne bileyim ben?"
"Dinle. Bak, bir şeyler mi karıştırdın?"
Amity yavaşça döner kapıdan geçti. Eteği ayak bilekleri­
nin etrafında zarafetle uçuşuyordu. Len kızardı.
"Senin karıştırdıklarından fazlasını karıştırmıyorum,
Esau," dedi sinirle. Amity'nin arkasından gidip kendi elinde­
ki tabaklan mutfak tezgahına bıraktı. Amity kollarını sıva­
maya başladı. Annesine, "Len bu gece yardım edemeyecek.
102
Babam çağırdı," dedi.
Reha Taylor, kömürlerin üzerinde bulaşık suyunu ısıttı­
ğı kuzineden kızına döndü. Sakin, sevimli, ifadesiz bir yüzü
vardı. Len uzun zaman önce kadının ilginç olmayan biri ol­
duğuna karar vermişti. Kadın hayatını çok kolay geçiriyordu.
"Bak bak," dedi kadın. "Yanlış bir şey yapmamışsındır, de-
.
ğil mı, Len.">"
"Umarım yapmamışımdır, hanımefendi."
"Bahse girerim," dedi Aınity, "Mike Dulinsky ve deposuyla
ilgili konuşacaktır."
"Bay Dulinsky diyeceksin," dedi Reha Taylor sertçe, "sen
bulaşıklannla ilgilen bakalım, küçük hanım. Senin işin onlar.
Sen de git bakalım, Len. Muhtemelen yargıç sana sadece bi­
raz nasihat etmek istemiştir, hiç değilse dinlersin."
"Tabii, hanımefendi," dedi Len ve çıktı. Yemek odasından
salona, oradan da çalışma odasına geçti, yol boyunca acaba
bahçede Amity'yle öpüşürken mi görüldüğünü yoksa Du-
linsky meselesi yüzünden mi çağrıldığını, o da değilse ne için
çağrıldığını merak ederek yürü�ü. Yargıcın çalışma odasına
pek çok kez girmişti, onunla kitaplar, geçmiş, gelecek hatta
bazen bugün hakkında pek çok kez konuşmuştu. Ancak içeri
çağrıldığı hiç olmamıştı.
Çalışma odasının kapısı açıktı. Taylar, "İçeri gel, Len,"
dedi. Pencerelerin çaprazındaki büyük masasında oturuyor­
du. Pencereler batıya bakıyordu, dışarıdaki gökyüzü sanki
isle kaplanmışçasına donuk bir siyah rengindeydi. Ağaçlar
solgun ve renksiz görünüyordu, yandaki nehir de kurşundan
bir çizgi gibiydi. Taylor oturmuş, dışarı bakıyordu, dibinde
yanmayan bir mum ve kapalı bir kitap vardı. Düzgün yanak­
lı, geniş alınlı, ufak tefek bir adamdı. Saçları ve sakallan her
zaman düzgünce şekillendirilmiş olur, keten kıyafetleri her
gün yıkanırdı, koyu renkli düz takım elbisesi ise Sığınak pa­
zarına gelen en iyi kumaştan dikilmişti. Len adamı severdi.
Taylor'ın kitapları vardı, hem kendisi okur hem de başkala­ 1 03
rını okumaya teşvik ederdi, bilgiden korkmazdı bununla be­
raber mesleğinde bilmesi gerektiğinden çok şey bilmesiyle
hava da atmazdı. "Üstüne lüzumsuz dikkat çekme," derdi
Len'e sık sık, "başını beladan öyle uzak tutarsın ancak."
Şimdiyse Len'e içeri gelmesini ve kapıyı kapatmasını söy­
ledi. "Korkarım ciddi bir konuşma yapacağız. Burada yalnız
olmanı istedim çünkü... başka şeylerden etkilenmeden - na­
sıl denir. .. düşünebilmeni ve karar verebilmeni istiyorum."
"Esau'yu pek sevmiyorsunuz, değil mi?" diye sordu Len,
yargıcın kendisi için uzattığı sandalyeye otururken.
"Hayır," dedi Taylor, "ama konumuz bu değil. Sadece
şunu söyleyeceğim ki senin hakkında iyi şeyler düşünüyo­
rum. Şimdilik kişiliklerinizi bir kenara bırakalım. Len, sen
Mike Dulinsky için çalışıyorsun."
"Evet, efendim," dedi Len, savunma içgüdüsüyle ürpere­
rek. Demek konu buydu.
"Onun için çalışmaya devam edecek misin?"
Len kısa bir süre tereddüt ettikten sonra, tekrar, "Evet
efendim," dedi.
Taylar siyah gökyüzüne, çirkin karanlığa bakarak bir süre
düşündü. Çok güzel, çatallı bir parıltı bulutların arasında do­
laştı. Len yavaşça saymaya başladı, yediye kadar saydığında
gök gürültüsü duyuldu. "Fırtına hala uzakta," dedi.
"Evet ama bizi de vuracak. O yönden gelen fırtınalar hep
burayı da vurur. Geçen sene çok şey okudun, Len. Okuduk­
larından bir şeyler öğrendin mi?"
Len sevgiyle gözlerini raflarda gezdirdi. Oda, kitapların
isimlerini göremeyeceği kadar karanlıktı ancak kitapları
hem yerlerinden hem de boyutlarından, biraz da pek çoğunu
okumuş olduğundan tanıyabiliyordu.
"Umarım öğrenmişimdir," dedi.
"O zaman öğrendiklerini uygula. Bildiklerini kafanın
1 04
içinde ayrı bir dolapta tutmanın faydası yok. Sokrates'i ha­
tırlıyor musun?"
"Evet."
"Senin de, benim de asla olamayacağımız kadar yüce ve
bilge bir adamdı o fakat bu durum onu tüm kanunlara ve
halkın inançlarına karşı çok ileri gittiğinde korumaya yet­
medi."
Şimşek yeniden çaktı, bu kez gök gürültüsüyle aralığı çok
kısaydı. Rüzgar esmeye, ağaçların dallarını sağa sola savur­
maya ve nehrin boş yüzeyini dalgalandırmaya başladı. Yük
iskelesindeki belli belirsiz figürler, mavnaları bağlamak veya
balyaları ve çuvalları üzeri kapalı bir yere çekebilmek için
daha hızlı hareket etmeye başladılar. Kara yönünde, ağaçla­
rın arasında, Sığınak'ın kireç badanalı veya yıpranmış gümüş
renkli evleri, gökyüzünden gelen son solgun ışıkların altında
parıldıyorlardı.
"Neden günü hızlandırmak istiyorsun?" diye sordu Taylar
sessizce. "Zaten ömrün vefa etmeyecek. Senin de, çocukları­
nın da, torunlarının da. Neden, Len?"
"Ne neden?" diye sordu Len, şaşkındı, aklında hiçbir şey
yoktu. Taylor, "Neden şehirleri geri getirmek istiyorsun?"
diye yanıtladığında, Len nefesini tuttu.
Sessizdi. Taylor dört adım ilerisindeki bir gölgeden ibaret
kalana dek, içinde bulunduğu kasvetin içine dalıp gitti.
"Şehirler Yıkım'dan önce de ölmekteydiler zaten," dedi
Taylor. "Megalopolis... kendi kanalizasyonunda boğuluyor,
kendi atık gazlarını soluyor, kendi nüfusu tarafından bastı­
rılıp eziliyordu zaten. 'Şehir' kelimesi senin kulağına müzik
gibi geliyor ama şehirler hakkında ne biliyorsun ki?"
Daha önce bu konuyu konuşmuşlardı. "Büyükannem der­
di ki..."
"O zamanlar küçük bir kızmış, küçük kızlar pisliği, çirkin­
liği, kalabalığın yoksulluğunu ve ahlaksızlıkları görmezler.
Şehirler ülkenin tüm yaşam gücünü çekip onu yok ediyor­ 105
lardı. İnsanlar artık bireyler değil, büyük bir makinenin için­
deki birimlerdi, hepsi aynıydı, aynı şeyleri sever, aynı şeyleri
düşünürlerdi, kimseyi eğitmeyen sadece cehaletin üzerine
bir dizi havalı kelime yapıştıran aynı seri üretim eğitim sis­
teminden çıkmışlardı. Bunları geri getirmeyi neden istiyor­
sun?"
Eski bir argümandı bu fakat hiç beklenmedik bir şekilde
uygulanmıştı. Len bir an duraksadı. "Ben şehirler hakkında
öyle veya böyle diye düşünmüyordum zaten. Aynca bunun
Bay Dulinsky'nin yeni deposuyla ne ilgisi olduğunu da anla­
yamadım."
"Len eğer kendine dürüst davranmazsan, hayat da sana
dürüst davranmaz. Aptal bir adam anlamadığını söyleyip
dürüst davranabilirdi ama sen böyle yapmazsın. Tabii hala
dolaysız gerçeklerin ötesini düşünemeyecek kadar çocuksan,
o başka."
"Evlenecek kadar büyüdüm," dedi Len ateşli bir biçimde,
"demek ki her şey için yeterince büyüğüm."
"Belki de,'' dedi Taylor. "Belki de. Yağmur geliyor, Len.
Pencerelere yardım etsene." Birlikte pencereleri kapattılar
ve Taylor mumu yaktı. Oda şimdi dayanılmaz ölçüde küçük
ve sıcaktı. "Çok yazık," dedi, "serin rüzgar ne zaman esmeye
başlasa pencereleri kapatmak zorunda kalıyoruz. Evet, ev­
lenecek kadar büyüdün. Ve sanırım Amity'nin de bu yönde
bir-iki düşüncesi var. Bu, senin de düşünmeni istediğim bir
olasılık."
Len'in kalbi, ne zaman Amity lafı açılsa olduğu gibi çarp­
maya başladı. Kendini son derece heyecanlı hissediyordu
aynı anda ayaklarının dibine bir tuzak kurulmuş gibi geliyor­
du. Tekrar oturdu. Yağmur pencereleri sanki dolu gibi dövü­
yordu.
Taylor yavaşça, "Sığınak şu anda olduğu haliyle gayet gü­
zel bir kasaba," dedi. "Burada güzel bir hayat sürebilirsin.
1 06
Seni rıhtımdan alıp iyi bir avukat yapabilirim. Zaman içinde
çok önemli biri olursun. Okuma yapacak boş zamanın olur,
dünyada kalan tüm bilgiler bu kitapların içinde. Bir de Amity
var tabii. Benim sana verebileceklerim bunlar. Dulinsky ne
veriyor sana?"
Len başını salladı. "Ben işimi yapıyorum, o da paramı ve­
riyor. Bu kadar."
"Yasaları çiğnediğini biliyorsun."
"Aptalca bir yasa bu. Ha bir depo eksik, ha bir depo faz­
la... "
"Bu durumda, bir depo fazla olması, On Üçüncü Madde'yi
ihlal ediyor. O madde bu toprakların en temel yasası. Gör­
mezden gelinemez."
"Ama bu adil değil. Buradaki, Sığınak'taki hiç kimse, sa­
dece nehrin kendi taraflarında tüm ticarete yetecek kadar
depo, iskele ve barınak yok diye Shadwell'in tüm işleri kap­
masını izlemek istemiyor."
"Bir depo fazla olması," dedi Taylor, ısrarla Len'in sözü­
nü tekrar ederek, "sonra o depoyu dolduracak yeni iskeleler,
tüccarlar için yeni evler demek. Kısa zaman sonra da yeni bir
depoya daha ihtiyaç olacak. Şehirler işte böyle böyle doğu­
yor. Len, Dulinsky sana hiç Bartorstown'dan bahsetti mi?"
Len'in Amity için tüm gücüyle atan kalbi şimdi korkuyla
aniden durmuştu. Ürperdi ve kusursuz bir dürüstlükle, "Ha­
yır, efendim. Hiç bahsetmedi," dedi.
"Merak ettim de. Ancak Bartorstownlı biri böyle bir şey
yapar herhalde diye düşünmüştüm. Ama sonuçta Mike'ı da
çocukluğumuzdan beri tanıyorum ve onu etkilemiş olabile­
cek hiçbir şey... yok, sanmıyorum. Ama bu onu kurtarmaya­
bilir, Len, seni de kurtarmayabilir."
Len dikkatle, "Anlamadım sanırım," dedi.
"Sen ve Esau yabancılarsınız. İnsanlar, onların yöntemle­
rine karşı gelmediğiniz sürece sizi kabul ederler ama karşı
gelirseniz, dikkatli olun." Dirseklerini masaya dayadı ve Len'e 107
baktı. "Kendin hakkında tamamen dürüst davranmadın."
"Size hiç yalan söylemedim."
"Bu her zaman gerekli değildir. Neyse, tahmin de edebili­
rim. Sen kırsaldan geliyorsun. Yeni Mennonitlerden olduğu­
na bahse girerim. Ve evinden kaçtın. Neden?"
"Sanırım," dedi Len, sözcüklerini bir uçurumun kena­
rındaki adamın adımlarını attığı dikkatle seçerek, "babamla
neyi ne kadar bilmemin doğru olacağı konusunda anlaşama­
dığımız için."
"Şimdiye kadar," dedi Taylor, "daha ötesinde değil. Bu,
çizmesi her zaman zor bir çizgi olmuştur. Her mezhep ken­
disi için karar verir, belirli yerlere kadar. Her insan da öyle.
Sen kendi sınırını buldun mu, Len?"
"Henüz değil."
"Bul," dedi Taylor, "fazla uzağa gitmeden bul."
Bir an sessizce oturdular. Yağmur yağmaya devam ediyor-
du, bir şimşek o kadar yakından çaktı ki o an her yerde bir
tıslama çınladı. Peşinden gelen gök gürültüsü, evi bir patla­
ma gibi sarstı.
"On Üçüncü Madde'nin neden yürürlüğe girdiğini," diye
sordu Taylor, "anlıyor musun?"
"Daha fazla şehir kurulmasın diye."
"Evet ama bu yasaklamanın ardındaki mantığı kavrayabi­
liyor musun? Ben belirli inançlarla yetiştirildim ve herkesin
içindeyken bu inançların hiçbir kısmıyla ters düşmeyi hayal
dahi edemem fakat burada, aramızda kalması şartıyla, sana
şunu söyleyebilirim: Tann'nın, günahkar oldukları için şe­
hirlerin yok edilmesini emrettiğine inanmıyorum. Ben çok
tarih okudum. Düşmanlar anahtar konumdaki şehirleri
bombaladı çünkü şehirler mükemmel hedeflerdi, nüfus mer­
kezleriydi, üretim ve dağıtım merkezleriydi, onlar olmadan
ülke, başı kesilmiş bir insana dönerdi. Ve tam anlamıyla da
108
öyle oldu. İnanılmaz karmaşık tedarik sistemi paramparça
hale geldi, bombalanmayan şehirler sadece tehlikeli olduğu
için değil, aynı zamanda artık işe yaramayacakları için terk
edildiler. Herkes, hayatta kalmanın en temel ilkelerine geri
döndü, bunların başında da yiyecek aramak geliyordu.
"Yeni yasaları tasarlayan insanlar, bunun bir daha yaşan­
mayacağından emin olmaya kararlıydılar. İnsanları dağıttı­
lar ve dağınık şekilde tedarik kaynaklarına yakın tuttular.
Böylece potansiyel bir düşmana kolay hedefler sunmadılar.
On Üçüncü Madde böyle yürürlüğe girdi. Bilgelikle dolu
bir yasaydı bu. Halka uygundu. Şehirlerin nasıl ölüm yuva­
lan olduğu hakkında daha yeni sağlam bir ders almışlardı.
Daha fazlasını istemediler, gitgide bu ilke bir inanç kuralına
dönüştü. Ülke, On Üçüncü Madde'yle sağlığına kavuştu ve
zenginleşti, Len. Yasayı rahat bırak."
"Belki de haklısınızdır," dedi Len, çatık kaşlarıyla mumun
alevine bakarak. "Ama Bay Dulinsky de ülkenin yeniden bü-
yümeye başladığını ve eskimiş yasalarla bu büyümenin dur­
durulmaması gerektiğini söylüyor, bence o da haklı."
"Seni kandırmasına izin verme. O, ülke için endişelenmi­
yor. O, dört deposu olan, beşincisini isteyen ve yasa izin ver­
mediği için sinirlenen biri."
Yargıç ayağa kalktı.
"Neyin doğru olduğuna kendi kafanda karar vermen la­
zım. Ama bir konuyu netleştirelim. Eşimi, kızımı ve kendimi
düşünmek zorundayım. Eğer yola Dulinsky'yle devam ede­
ceksen, evimi terk etmek zorundasın. Amity'yle yürüyüşler
yok. Kitaplar yok. Ve seni uyarıyorum, bir gün seni yargıla­
mam gerekirse, yargılayacağım."
Len de kalktı. "Evet, efendim."
Taylor, Len'in omzuna elini koydu. "Aptallık etme, Len.
Üzerine düşün."
"Düşüneceğim." Dışarı çıktı, yargıcın mantıklı konuştu­
ğuna ikna olmuştu fakat aynı zamanda da huysuz ve küskün
1 09
hissediyordu. Amity, evlilik, topluluk içinde bir konum, bir
gelecek, edineceği kökler... Dulinsky olmayacaktı, şüphe ol­
mayacaktı. Bartorstown olmayacaktı. Hayaller olmayacaktı.
Hep aramak ama asla bulamamak olmayacaktı.
Amity'yle evlenme konusunu, bunun nasıl bir şeye ev­
rileceğini düşündü. Bu düşünce onu o kadar korkuttu ki
koşum takımını ilk kez gören bir tay gibi terledi. Panayı­
rı hayal etmek de olmayacaktı. Ağabeyi james'i düşündü.
Şimdi, kimbilir, belki de birkaç küçük Mennonit babasıy­
dı. Büyük resimde, Sığınak'ın Piper's Run'dan çok da fark­
lı olup olmadığını, Amity'nin bu kadar yol gelmeye değip
değmediğini düşündü. Amity ya da Plato. Piper's Run'da
Plato okumamıştı, Sığınak'ta okumuştu fakat Plato da tüm
cevapları içermiyordu.
Bartorstown olmayacaktı. Ama orayı hiç bulabilecek miy­
di acaba? Bir kızı, bir hayaletle takas etmeyi düşünecek kadar
delirmiş miydi?
Aralıklı şimşeklerin parlaması haricinde, salon karanlıktı.
Bu parlamaların biri, merdivenlerin dibinden geçerken orta­
lığı aydınlattı. Attığı kısa bakışta, basamakların altındaki üç­
gen girintide Esau ve Amity'yi gördü. Birbirlerine çok yakın­
lardı. Esau, Amity'yi öpüyordu ve Amity'nin bir itirazı yoktu.
9

Şabat günü öğleden sonrasıydı. Gül çardağının gölgesinde


dikiliyorlardı, Amity kötü kötü bakıyordu.
"Benim böyle bir şey yaptığımı görmedin. Gördüğünü
söylersen de seni yalancı çıkarırım!"
"Ben ne gördüğümü biliyorum," dedi Len. "Sen de bili­
yorsun."
Mağrur bir ifadeyle başını kaldırınca örgüsü sağa sola sal-
landı. "Seninle sözlü değiliz." 111

"Sözlenmemizi ister misin, Amity?"


"Belki de. Bilemiyorum."
"O zaman neden Esau'yla öpüştün?"
"Çünkü," dedi en makul sesiyle, "öpüşmesem hanginiz­
den daha çok hoşlandığımı nereden bileceğim?"
"Pekala," dedi Len. "Öyle olsun o zaman." Uzandı ve
Amity'yi sertçe kendine çekti. Esau'nun da böyle sert davran­
dığını düşünüyordu. İlk kez Amity'yi bu kadar sıkı tuttu. Kı­
zın bedeninin ne kadar canlı ve yumuşak olduğunu hissetti.
Vücudunun kıvrımlarının ne kadar harika olduğunu gördü.
Amity'nin gözleri şimdi kendi gözlerine çok yakındı, o ka­
dar yakınlardı ki sadece maviliği görüyor, gözlerinin şeklini
göremiyordu ve başının döndüğünü hissedince gözlerini ka­
pattı, kızın dudaklarını sadece dokunarak buldu.
Bir süre sonra Aınity'yi hafifçe kendinden uzaklaştırdı ve
sordu, "Peki hangimiz?" Her yanı titriyordu ama Amity'nin
yanaklarında sadece belli belirsiz bir kızarma vardı, bakışı da
son derece sakindi. Amity gülümsedi.
"Bilemiyorum," dedi. "Bir daha denemen lazım."
"Esau'ya da böyle mi dedin?"
"Esau'ya ne dediğimden sana ne?" Sarı örgüsü, elbisesinin
sırtına sürtünerek yine sağa sola sallandı. "Sen kendi işine
bak, Len Colter."
"Bunu işim haline getirebilirim."
"Kim demiş?"
"Baban dedi, baban."
"Ha," dedi Amity. "Demek öyle." Birdenbire, sanki arala­
rına bir perde çekilmiş gibi oldu. Amity geriledi ve dudakları
incelerek düz bir çizgi haline geldi.
"Amity," dedi Len. "Dinle, Amity, ben... "
"Beni rahat bırak. Duydun mu, Len?"
"Ne değişti şimdi? Bir dakika önce sen de benim kadar he­
112
yecanlıydın."
"Heyecan! Senin tek bildiğin bu. Ve sırf benden gizli ba­
bamla bir şeyler çeviriyorsun diye ... "
"Ben bir şey çevirmiyorum. Amity, dinle." Kızı tekrar tu­
tup kendine çekti. Amity sıkılı dişlerinin arasından sinirle
tısladı. "Bırak beni, ben sana ait değilim, kimseye ait değilim!
Bırak beni..."
Len zorlanarak Amity'yi tutmaya devam etti. Bu onu he­
yecanlandırmıştı. Len güldü ve Amity'yi tekrar öpmek için
başını ileri götürdü.
"Yapma, hadi Amity, seni seviyorum ... "
Amity bir kedi gibi ciyaklayıp Len'in yanağını tırmaladı.
Len kızı bıraktı. Amity artık güzel değildi, yüzü çarpılmış,
çirkinleşmişti ve gözlerine kaba bir ifade yerleşmişti. Pati­
kada koşarak uzaklaştı. Hava sıcaktı, güllerin kokusu Len'in
her yerine sinmişti. Bir an için Amity'nin ardından bakakaldı
sonra yavaşça eve yürüyüp Esau'yla paylaştığı odaya çıktı.
Esau yatakta yatmış, uykuya dalmak üzereydi. Len içeri
girdiğinde homurdandı ve döndü. Len alçak dolabın kapa­
ğını açtı. Sert ketenden yapılmış küçük çantayı çıkardı ve
eşyalarını düzenli bir şekilde, her eşyaya gereksiz bir kuvvet
uygulayarak çantaya doldurmaya başladı. Yüzü kızarmış,
kaşları çatılmıştı.
Esau tekrar döndü. Gözlerini kırpıştırarak Len'e baktı ve
sordu, "Ne yapıyorsun sen?"
"Toplanıyorum."
"Toplanıyorsun!" Esau doğruldu. "Neden?"
"İnsanlar neden toplanır? Gidiyorum." Esau'nun ayakları
yere dokundu. "Deli misin sen? Ne demek gidiyorum, öylece
gidemezsin. Bana söz hakkı düşmüyor mu?"
"Giden ben olduğum için, düşmüyor. Sen ne istiyorsan
onu yapabilirsin. Şu çizmeleri de istiyorum ayrıca."
"Tamam! Ama bunu bana... Bir dakika. Yanağına ne oldu?"
"Ne?" Len elinin tersiyle yanağını sildi. Elinde kırmızı bir 1 13
leke vardı. Amity tırnaklarını derine saplamıştı.
Esau gülmeye başladı.
Len duruşunu dikleştirdi. "Ne gülüyorsun?"
"Seni nihayet reddetti galiba, değil mi? Kedinin tırmala­
dığını söylemeyeceksin herhalde. Tırnak izini görünce tanı­
rım. İyi. Ondan uzak durmanı söylemiştim, beni dinlemedin.
Ben ...
"

"Sana göre," diye sordu Len, sakince, "o sana mı ait?"


Esau gülümsedi. "Bunu sana ben de söyleyebilirdim."
Len, Esau'ya vurdu. Hayatında ilk kez birine samimi bir
öfkeyle vuruyordu. Esau'nun arkadaki yatağa düşüşünü iz­
ledi, gözleri şaşkınlıkla fal taşı gibi açılmıştı, ince kırmızı bir
çizgi ağzının kenarından aşağı uzuyordu ve tüm bunlar öyle
yavaş gerçekleşmişti ki Len kendini hem suçlu, hem pişman
hem de şaşkın hissedecek zamanı bulabilmişti. Kendini san­
ki kendi kardeşine vurmuş gibi hissediyordu. Ama hfila sinir-
liydi. Çantasını aldı ve kapıya yöneldi, Esau yataktan sıçradı
ve Len'i ceketinin kolundan yakalayarak çevirdi. Nefes nefe­
se, "Bana vurursun ha?" dedi. "Bana vurursun ha, seni pis. . . "
Len'e nehir iskelesinde öğrendiği bir kelime edip yumruğunu
sertçe savurdu.
Len eğildi. Esau'nun yumruğu Len'in çenesinin kena­
rından kayıp kapının sert pervazına çarptı. Esau haykırıp
döndü, elini diğer kolunun altında tutuyor ve küfretmeye
devam ediyordu. Len, "Üzgünüm," diyecek oldu ama fikrini
değiştirdi ve gitmek için tekrar kapıya döndü. Yargıç Taylor
salondaydı.
"Kes şunu," dedi Esau'ya. Esau odanın ortasında hareket­
siz kaldı. Taylor gözlerini Esau'dan Len'e, sonra da Len'in
elindeki çantaya çevirdi. "Demin Amity'yle konuştum," dedi,
Len adamın yargılayıcı tavrının altındaki cayır cayır öfkeyi
görebiliyordu. "Üzgünüm, Len. Gal iba bir muhakeme yanlışı
1 14
yapmışım."
"Evet, efendim," dedi Len. "Ben de gidiyordum."
Taylor başını salladı. "Yine de," dedi, "sana söylediklerim
doğru. Sakın unutma." Öfkeyle Esau'ya baktı.
"Bırakın gitsin," dedi Esau. "Ben burada kalıyorum."
"Bence kalmıyorsun," dedi Taylor.
Esau, "Ama o... " dedi.
"Önce ben vurdum," dedi Len.
"Konumuz bu değil," dedi yargıç. "Eşyalarını topla, Esau."
"Ama neden? Kirayı ödeyecek kadar para kazanıyorum.
Ben yanlış bir şey. . .
"

"Henüz ne yaptığından emin değilim ama ne olursa ol­


sun, artık sona geldik. Bu oda artık kiralık değil. Bir daha
seni kızımın etrafında yakalarsam, seni bu k asabadan attırı­
rım. Anlaşıldı mı?"
Esau kaşlarını çatarak Taylor'a baktı ama bir şey söyleme-
di. Eşyalarını yatağının üzerine gelişigüzel bir yığın halinde
fırlatmaya başladı. Len yargıcın yanından geçti, salon boyun­
ca ilerleyip merdivenlerden indi. Arka taraftan çıkmak için
döndü, mutfağı geçerken yan açık kapıdan Amity'nin mut­
fak masasına eğilmiş, bir yaban kedisi gibi ağladığını, Bayan
Taylor'ınsa ifadesiz bir kederle onu izlediğini, bir elini kal­
dırdığını sanki omzuna rahatlatıcı bir dokunuş kondurmak
istiyormuş da ne yapacağını unutunca eli havada kalmış gibi
duraksadığını gördü.
Len arka kapıdan yalnız başına çıktı, güllü çardaktan geç­
medi.
Kasabanın Şahat günü sessiz ve ağır geçiyordu. Len ara
sokaklardan çıkmadı. Tozun içinde kararlılıkla yürüdü. Ne­
reye gittiğine dair bir fikri yoktu fakat alışkanlıkları ve Sı­
ğınak'ın genel dağılımı onu nehre doğru, Dulinsky'nin dört
büyük deposunun sıralı bir şekilde yükseldiği rıhtıma getir­
di. Mütereddit ve asık bir suratla durdu. Son birkaç dakika
içinde her şeyin kendisi için çok köklü bir biçimde değiştiği­ 115
ni ancak şimdi fark etmeye başlamıştı.
Nehir şişe camlarını andıran yeşil bir renkte akıyor, uzak
kıyısı boyunca dizili ağaçlar ve Shadwell'in çatıları sıcak gü­
neşin altında parlıyordu. İskele boyunca sıra sıra bağlı bir
dizi nehir teknesi vardı. Teknelerin insanları muhtemelen
kasabanın merkezindeydi veya güvertenin altında uyuyor­
lardı. Nehirden, bulutlardan, bir de mavnaların birinin ön
güvertesinde kendine kendine oynayan küçük bir kediden
başka hiçbir şey hareket etmiyordu. Sağ tarafına doğru, neh­
rin aşağısında, yeni deponun kurulacağı yerin büyük, çıplak
dikdörtgeni görünüyordu. Temel taşları serilmişti bile. Kiriş­
ler ve kalaslar düzgün yığınlar halinde kümelenmişti, altında
solgun sarı renkli bir toz yığınıyla bir hızar duruyordu. Bir­
birinden çok uzakta iki adam, gölgeliklerde kendi hallerinde
dinleniyorlardı. Len kaşlarını çattı. Adamlar ona sanki bir
şeyi koruyorlarmışçasına baktılar.
Belki de koruyorlardı. Burası aptal insanlarla dolu aptal
bir dünyaydı. İnsanlar korkaktı, en ufak bir değişiklik yaşan­
sa gökyüzünün yerinden çıkıp üstlerine düşeceğini zannedi­
yorlardı. Aptal dünya. Len dünyadan nefret ediyordu, Amity
bu dünyada yaşıyordu, Bartorstown da bulunmamak için bu
dünyada bir yerlere gizlenmişti, hayat karanlık ve sıkıntılarla
doluydu.
Esau arkasından iskeleye çıktığında, Len hala bunları dü­
şünüyordu.
Esau kendi eşyalarım aceleyle yapılmış bir bohçayla taşı­
yordu, yüzü kıpkırmızıydı ve çirkin bir ifadeye bürünmüş­
tü. Dudağının bir tarafı şişmişti. Bohçasını yere attı, Len'in
önünde dikildi ve, "Seninle hesaplaşmamız gereken birkaç
konu var," dedi.
Len nefesini burnundan sertçe verdi. Esau'dan korkmu­
yordu ve şu anda kendini öyle alçak ve kaba hissediyordu ki
bir kavga güzel olabilirdi. Len, Esau kadar uzun değildi ama
116
omuzları daha geniş ve kalındı. Omuzlarını kaldırıp bekledi.
"Bizi evden attırarak ne yapmaya çalışıyordun acaba?"
dedi Esau.
"Ben kendim gittim. Kendini attıran sendin."
"Amma iyi kuzenmişsin sen de. Taylor'a ne dedin de kov-
du bizi?"
"Hiçbir şey. Bir şey söylememe gerek kalmadı."
"Ne demek istiyorsun?"
"Seni sevmiyor işte, onu diyorum. Gerçekten istemiyor­
san gelip benimle kavga çıkarmaya çalışma, Esau."
"Hala canın sıkkın, değil mi? Neyse, senin canın sıkıla­
dursun, ben sana bir şey söyleyeyim. İstersen git yargıca da
söyle. Beni Amity'den kimse uzak tutamaz. Ne zaman ister­
sem onu görebilirim, onunla istediğimi de yaparım çünkü
babası ister sevsin ister sevmesin, o beni seviyor."
"Yerli yersiz konuşuyorsun," dedi Len. "Tüm yaptığın da
bu, boşboğazlık etmek."
"Konuşmazdım," dedi Esau acı acı. "Senin için olmasaydı,
evden ayrılmazdım ben. Şimdi evimizde, muhtemelen tüm
çiftliğin sahibi olurdum, istersem evlenirdim, eşim ve çocu­
ğum olurdu oysa şimdi böyle cehennemin dibine kadar do­
laşıp ülkede aradığımız..."

"Kes sesini," dedi Len sertçe.


"Tamam ama ne demek istediğimi anlıyorsun, gece ne­
rede uyuyacağımı bile bilmiyorum. Sorun, Len. Bugüne dek
bana hep sorun çıkardın, şimdi sevdiğim kıza da aynısını
yaptın."
Apaçık bir öfkeyle Len, "Esau, sen bir yalancısın," dedi. Ve
Esau, Len'e vurdu.
Len o kadar kızmıştı ki tetikte beklemeyi unutmuş, darbe
onu gafil avlamıştı. Şapkası yere düştü, elmacıkkemiği acı­
yordu. Sertçe nefes alıp Esau'nun üzerine atıldı. Bir-iki daki­
ka boyunca iskelenin üzerinde kavga edip birbirlerine vurdu­
lar, birdenbire Esau, "Dur, dur, biri geliyor. Şahat günü kavga 117
edenlere ne olduğunu biliyorsun," dedi.
Hızlı hızlı nefesler alıp vererek birbirlerinden ayrıldılar.
Len şapkasını yerden kaptı. Bir yandan da kendine hiçbir şey
yapmıyormuş gibi bir görüntü vermeye çalıştı. Gözucuyla,
Mike Dulinsky ve diğer iki adamın iskeleye doğru yaklaştı­
ğını gördü.
"Seninle sonra görüşeceğiz," diye fısıldadı Esau'ya.
"Tabii görüşelim."
Aynı tarafa döndüler. Dulinsky onları tanıdı ve gülümse-
di. İriyarı, güçlü bir adamdı. Vücudunun orta kısmına doğ­
ru şişmanlaşıyordu. Gözle görülmeyen pek çok şey de dahil,
her şeyi görüyormuş gibi duran parlak gözleri vardı ancak
bunlar, gülümsediğinde bile ısınmayan soğuk gözlerdi. Len,
Mike Dulinsky'ye gıpta ediyordu. Ona saygı duyuyordu. Ama
onu pek de sevmiyordu. Yanındaki iki adam Ames ve Whin­
nery'ydi. İkisi de depo sahibiydi.
"Selam," dedi Dulinsky. "Projeye bakmaya mı geldiniz?"
"Pek sayılmaz," dedi Len. "Bu gece, ee, ofisinizde uyuma­
mıza izin verir misiniz? Biz ... artık Taylorların yanında kal­
mıyoruz."
"Öyle mi?" dedi Dulinsky kaşlarını kaldırarak. Ames kü­
çümseyici ancak gülmeye de benzemeyen bir ses çıkardı.
Len umursamadı. "Sizin için de uygun mudur, efendim?"
"Tabii ki. Keyfinize bakın. Anahtar yanında mı? Güzel.
Gelin benimle, baylar."
Whinnery ve Ames'le birlikte yürüyüp gitti. Len çantası­
nı, Esau da bohçasını aldı ve birlikte iskele boyunca, depo­
ların evrak işlerinin yapıldığı iki katlı, uzun bir baraka olan
ofise doğru yürüdüler. Len'de anahtar vardı, zira her sabah
ofisi açmak Len'in işinin bir parçasıydı. O kilitle uğraşırken,
Esau arkasına dönüp, "Adamlara temeli gösteriyor," dedi.
"Adamlar pek mutlu görünmüyor."
Len de arkasına baktı. Dulinsky kollarını sallıyor, hare­
1 18
ketli bir biçimde konuşuyordu ancak Ames ve Whinnery
kaygılı görünüyor, başlarını iki yana sallıyorlardı.
"Onları ikna etmek için konuşması yetmeyecek," dedi
Esau.
Len homurdandı ve içeri girdi. Birkaç dakika sonra, yani
tavan arasına çıkıp eşyalarını yerleştirdikten sonra, birinin
içeri girdiğini duydular. Gelen Dulinsky'ydi ve yalnızdı. On­
lara dosdoğru, sert bir bakış attı ve "Siz de korkuyor musu­
nuz?" dedi. "Siz de kaçıp beni bırakacak mısınız?"
Cevaplamak için bir fırsat bile vermeden başını dışarı
doğru çevirdi.
"Onlar korkuyor. Onlar da daha fazla depo istiyor. Sığı­
nak'ın büyümesini ve onları zengin etmesini istiyorlar ama
risk almak istemiyorlar. Önce bana ne olacağını görmek is­
tiyorlar. Şerefsizler. Ben de onları ikna etmeye çalışıyorum
eğer birlikte çalışırsak. .. Yargıç sizi neden evden gönderdi?
Benim yüzümden mi?"
"Yani..." dedi Len. "Evet."
Esau şaşırmış görünüyordu ama bir şey söylemedi.
"Size ihtiyacım var," dedi Dulinsky. "Bulabildiğim her
adama ihtiyacım var. Umarım yanımda kalırsınız ama sizi
zorla tutamam. Eğer korkuyorsanız şimdi gidin."
"Len'i bilemem," dedi Esau sırıtarak, "ama ben kalıyo­
rum." Depolar umurunda bile değildi.
Dulinsky, Len'e baktı. Len kızardı ve bakışlarını yere çe­
virdi. "Bilmiyorum," dedi. "Kalmaktan korkuyor değilim,
sadece belki Sığınak'tan ayrılıp nehrin aşağısına gidebilirim
diye düşünüyorum."
"Sensiz de idare ederiz," dedi Dulinsky.
"Eminim edersiniz," dedi Len inatçı bir edayla. "Ama dü­
şünmek istiyorum."
"Benimle kalırsan," dedi Dulinsky, "zengin olursun. Bü­
yük büyük büyükbabam buraya Polonya'dan geldi. O zengin
olamadı çünkü her şey zaten inşa edilmişti. Ama �undi her 119
şey yeniden inşa edilmeyi bekliyor ve ben Jc fırsat kaçmadan
bu işe gireceğim. Yargıcın size ne dediğini biliyorum. Herif
şüphecinin teki. Bir şeye inanmaktan ölesiye korkuyor. Ben
öyle değilim. Bu ülkenin büyüklüğüne inanıyorum ve bili­
yorum ki bu ülke bir gün tekrar büyüyecekse eskimiş zin­
cirlerimizi kırıp atmamız gerekiyor. Zincirler kendi kendine
kırılmaz. Birileri, yani sizin benim gibi insanlar, elini taşın
altına koyup o zincirleri kırmalı."
"Evet, efendim," dedi Len. "Ama yine de düşünmek isti­
yorum."
Dulinsky, Len'i dikkatle inceledi sonra gülümsedi.
"Kolay dolduruşa gelmiyorsun, ha? Kötü bir özellik değil.
Tamam o zaman, düşün bakalım."
Esau ve Len'i yalnız bırakıp gitti. Len, Esau'ya baktı. Fakat
kavga havasından çıkmıştı artık yumruk atmak istemiyordu.
"Ben biraz yürüyeceğim," dedi.
Esau omuz silkti. Len'e katılmak için bir adım atmadı. Len
iskele boyunca yavaş yavaş yürüdü, batıya gidecek tekneleri
düşünüyor, acaba aralarında gizlice Bartorstown'a uğrayacak
olan var mıdır diye merak ediyor, yerleşim yerleri arasında
boş boş dolaşmanın faydası olup olmadığını tartıyor, şim­
di ne yapacağına kafa yoruyordu. İskelenin sonuna geldi ve
indi, depo inşaatının yanından geçip yürümeye devam etti.
Geçip gidene dek, iki adam Len'i yakından izlediler.
Buraya gelmeyi bilinçli olarak düşünmemişti belki fakat
birkaç dakika boyunca hedefsizce yürümek onu tüccarların
kampının kenarına getirmişti, burası sertleşmiş toprak ze­
mine sahip, ahır kulübelerinin, müzayede kulübelerinin ve
insanlar için kalıcı lojmanların uzun sıralarının arasına at
arabalarının çekildiği bir yerdi. Len burada uzun bir zaman
geçirmişti. Bir kısmı Dulinsky'yle olan işi gerektirdiği içindi
ama daha fazlası da vardı. Burada yolların söylentileri ve he­
1 20
yecanı kulağa çalınırdı hatta bazen Piper's Run'dan haberler
bile gelirdi, ayrıca bunca yıldır duymayı beklediği sözcüğü
bir gün burada duyabileceğine dair o dinmek bilmez umuda
sahipti. O sözcüğü hiç duymamıştı. Burada tanıdık bir yüz,
özellikle Hostetter'ın yüzünü hiç görmemişti, bu tuhaf bir
durumdu çünkü Hostetter'ın kışın güneye gittiğini biliyor­
du, bu da bir yerden nehri geçmesi gerektiği anlamına geli­
yordu. Len tüm geçiş noktalarına gitmişti fakat Hostetter'la
karşılaşmamıştı. Zaman zaman Hostetter Bartorstown'a mı
döndü veya bir şey oldu da adam öldü mü diye düşünürdü.
Bu alan şimdi sessizdi çünkü Şahat günü iş yapılmazdı.
İnsanlar gölgelik yerlerde oturmuş konuşuyorlardı veya öğ­
leden sonraki dua buluşması için bir yerlere gitmişlerdi. Len
çoğu kişiyi, en azından sima olarak tanıyordu. İnsanlar da
onu tanıyordu. Len de aralarına katıldı, bir süreliğine dikka­
tini dertlerinden başka bir şeye vererek konuşmak hoşuna
gitmişti. İnsanlardan bazıları, Yeni Mennonit'ti. Len onların
etrafında her zaman çekingen ve biraz da üzgün hissederdi
çünkü kısa süre öncesine kadar düşünmediği pek çok şeyi
onlarla birlikteyken hatırlardı. Bir zamanlar kendisinin de
bir Yeni Mennonit olduğunu onlara hiç söylememişti.
Bir süre konuştular. Gölgeler uzadıkça uzadı ve nehirden
serin bir rüzgar esmeye başladı. Birden odun dumanı ve pi­
şen yemeklerin tadı her tarafı sarınca, Len'in aklına bugün
akşam yemeği yiyeceği bir yerin olmadığı geldi. Kalmak için
izin istedi.
"Tabii ki, hoş geldin," dedi Fisher adında bir Yeni Menno­
nit. "Bak ne diyeceğim, Len, gidip büyük yığından biraz daha
odun getirirsen çok iyi olur."
Len el arabasını aldı ve kampın kenarına, büyük odun yı­
ğınının olduğu yere doğru tıkır tıkır gitti. Bunu yapmak için
ahır kulübelerinin yanından geçmesi gerekti. El arabasını
odunla doldurup tekrar geri döndü. Ahırların yanındaki bir
noktaya ulaştığında, at arabalarının sırası onu lojmanlardan 121
ve ateşlerin etrafına toplanmaya başlamış insanlardan saklı­
yordu. Ahırların içi karanlıktı. Atların güzel, ılık kokusu ku­
lübelerden dışarı sızıyordu, bir de çiğneme sesleri.
Kulübelerden bir insan sesi de yükseldi. Ses, adını söyledi.
"Len Colter."
Durdu. Alçak, hızlı konuşan bir sesti, çok keskindi, ısrar­
cıydı. Len etrafına baktı ama hiçbir şey göremedi.
"İkimizin de başının belaya girmesini istemiyorsan beni
arama," dedi ses. "Sadece dinle. Sana bir haber getirdim, bir
dosttan. Aradığın şeyi asla bulamayacağını söylememi iste­
di. Piper's Run'a dönmeni ve oradakilerle barışmanı söyledi.
Dedi ki..."
"Hostetter," diye fısıldadı Len. "Hostetter, sen misin?"
"... Sığınak'tan gitmeliymişsin. Büyük bir ateş yakılacak,
sen de bu ateşin içinde yanacaksın. Git, Len. Evine dön. Şim­
di hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam et."
Len yürümeye başladı. Ancak ahırların karanlığına döne­
rek, vahşi bir zaferin fısıltıyla çıkarılan haykırışıyla, "Gitmek
istediğim tek bir yer olduğunu biliyorsun!" dedi. "Sığınak'tan
ayrılmamı istiyorsan, beni oraya götürmek zorundasın."
Ses gitgide alçalarak, "Vaaz gecesini hatırla," diye cevap
verdi. "Her zaman kurtarılamayabilirsin."
10

İki hafta sonra, yeni deponun inşaatı bir şeye benzemeye


başlamıştı ve işçiler çatıyı yapmaya koyulmuşlardı. Len nere­
de çalışması gerekirse orada, bazen inşaat ekibinde, bazen de
özellikle ofisteki kağıtlar çok yığıldığında ofiste çalışıyordu.
Çalışırken gergin bir heyecan hissediyordu, zihni başka şey­
lerle meşgulken bir sürü hareketi otomatik olarak yapıyordu.
Bir patlamanın gerçekleşmesini bekleyen biri gibiydi.
Yatma yerini tüccarların bölümünde bir kulübeye taşımış, 1 23

Esau'yu Dulinsky'nin tavan arasının tek sahibi olarak bırak-


mıştı. Her boş dakikasını orada geçiriyordu, Amity'yi nere-
deyse unutmuştu, bunca yıldan sonra, çok yakında her şeyin
istediği gibi gidebileceği umudu dışında neredeyse her şeyi
unutmuştu. Sesin söylediği her kelimeyi kafasının içinde
tekrar ediyordu. Hafif, huzursuz uykusunda bile bu sesleri
duyuyordu. Şu anda hiçbir sebeple Sığınak'ı ve Dulinsky'yi
terk etmezdi.
Bir tehlike olduğunu biliyordu. Deponun direkleri yük­
seldikçe izlemeye gelen insarılann suratında da bu tehlikeyi
görmeye, havada hissetmeye başlamıştı. Bu insanların ara­
sında çok fazla yabancı vardı. Sığınak'ın çevresindeki toprak­
lar kalabalık ve bereketli tanın topraklarıydı. Burada yaşayan
insanların sadece bir kısmı Yeni Mennonitlerdi. Pazarın
kurulduğu her gün çiftçiler kasabaya gelirdi, taşralı vaizler,
dükkan sahipleri ve tüccarlar uğrardı ve haberlerin kulaktan
kulağa yayıldığı açıktı. Len, bir şansı değerlendirdiğini bili­
yordu, bunun belki de Hostetter'a ve o uyarıyı Len'e getiren
kişi her kimse, ona karşı haksızlık olduğunun da farkındaydı.
Ama o kesinkes gitmemeye kararlıydı.
Hostetter'a ve Bartorstown halkına kızgındı.
Piper's Run'dan ayrıldıklarından bu yana, Len ve Esa­
u'nun nerede olduklarını bildikleri şimdi gün gibi ortaday­
dı. Esau'yla birlikte kötü bir durumdayken, bir yerlerden bir
tüccarın çıkagelip kendilerini kurtardığı en az yarım düzine
olay hatırlıyordu ve bunların tesadüf olmadığından emindi.
Hostetter'la hiç karşılaşmamasının da tesadüf olmadığından
emindi. Hostetter onlarla karşılaşmaktan kaçınmıştı. Büyük
olasılıkla Bartorstownlılar da Colter gençleri hangi kasaba­
dalarsa, oranın imkanlarından faydalanmaktan kaçınmış­
tı. Şimdiye dek bir ipucuyla karşılaşmamalarının sebebi de
muhtemelen buydu. Hostetter neden evden kaçtıklarını
124
gayet iyi biliyordu ve insanları uyarmıştı, bunca yıl Bar­
torstown insanları Esau ve Len'in kovaladıkları şeyi bulma
umutlarını bile isteye yok etmeye çalışmıştı. Aynı zamanda,
Bartorstown insanları istedikleri zaman Len ve Esau'yu alıp
gitmek istedikleri yere götürebilirdi. Len kendini, büyükleri
tarafından kandırılan bir çocuk gibi hissediyordu. Hostet­
ter'ı eline geçirmek istiyordu.
Bu konuda Esau'ya hiçbir şey söylememişti. Esau'yu artık
pek sevmiyordu, onun nasıl biri olduğundan emin değildi.
İlerleyen zamanlarda konuşmak için çok vakit elde edecek­
lerini düşündü, bu esnada herkes, Esau da dahil, hiçbir şey
bilmedikleri sürece kendisi daha güvendeydi.
Len tüccarların etrafında zaman geçirdi, hiç soru sorma­
dı, fazla da konuşmadı sadece gözleri ve kulakları tamamen
açık, orada öylece oturdu. Ama tanıdığı hiç kimseyi görmedi,
hiçbir gizli ses onunla bir daha konuşmadı. Eğer o sesin sahi­
bi Hostetter'sa, adam hala gözlerden uzak bir yerdeydi.
Bunu Sığınak'ta yapması zor olurdu. Len, bu kişi Hostet­
ter'sa, kesinlikle nehrin öbür tarafında, Shadwell'de kaldığı­
na karar verdi. Ve o anda, Len içinde oraya gitmek için güçlü
bir arzu hissetti. Belki de kendisini çok iyi tanıyan insanlar­
dan uzaklarda, başka bir bağlantı kurabilirdi.
Shadwell'e gitmek için bir bahanesi yoktu ama bir tane
düşünmesi uzun sürmedi. Bir akşam Dulinsky'nin ofisi ka­
patmasına yardım ederken, "Bence Shadwell'e gidip yaptık­
larınız hakkında ne düşündüklerini öğrenmem çok da kötü
bir fikir değil. Sonuçta, eğer başarılı olursanız, ekmeklerini
ellerinden almış olacaksınız," dedi.
"Ne düşündüklerini biliyorum," dedi Dulinsky. Masadaki
bir çekmeceyi sertçe kapattı ve pencereden batı yönündeki
maviliğin içinde yükselen binanın koyu renkli kaba inşaatına
baktı. Az sonra, "Bugün Yargıç Taylor'ı gördüm," dedi.
Len bekledi. Son zamanlarda sürekli olarak kıpır kıpır ve
huzursuzdu. Dulinsky konuşmasına devam edene kadar sa­ 1 25
atler geçmiş gibi geldi.
"Bana eğer inşaatı durdurmazsam, kasaba yöneticileriyle
birlikte gelip beni ve benimle ilişkili herkesi tutuklayacağını
söyledi."
"Sizce yaparlar mı?"
"Hiçbir yerel yasayı çiğnemediğimi hatırlattım ona. On
Üçüncü Madde, federal bir yasa. Bu yasanın uygulanmasın­
dan o sorumlu değil."
"Ne dedi?"
Dulinsky omuz silkti. "Tam olarak düşündüğüm şeyi.
Maryland'deki bir federal mahkemeye başvuracakmış. Yetki
isteyecekmiş, olmazsa bir federal yetkiliyi davet edecekmiş."
"Eh, neyse," dedi Len, "bu uzun zaman alır. Ve kamuoyu
görüşü..."
"Evet," dedi D ulinsky. "Kamuoyu görüşü sahip olduğum
tek umut. Taylor da bunu biliyor. Yaşlılar da biliyor. İhtiyar
Shadwell de biliyor. Bu iş bir federal yargıcın ta Maryland'den
aheste aheste gelmesini beklemeyecek."
"Mitingi yarın akşam yapacaksınız," dedi Len, kendine
güvenle. "Sığınak, Shadwell'in kendilerinden iş çalmasından
epey rahatsız. Halk arkanızda, çoğu en azından."
Dulinsky homurdandı. "Belki de Shadwell'e gitmen o ka­
dar da yanlış olmaz. Bu miting önemli. Kalacak mıyım, dev­
rilecek miyim, mitingin gidişatına göre belli olacak. İhtiyar
Shadwell buraya gelip bana bela olmayı düşünüyorsa, bunu
bilmek isterim. Sana yapılacak birkaç iş vereceğim, bu yüz­
den casusluk yaptığın anlaşılmayacak. Kimseye soru sorma,
sadece bak bakalım ne öğrenebiliyorsun. Ha, bir de Esau'yu
yanında götürme."
Len bunu yapmak istemiyordu zaten, yine de, "Neden?"
diye sordu.
"Sen başını belaya sokmayacak kadar akıllısın. O değil.
Gecelerini nerede geçirdiğini biliyor musun?"
126
"Nerede geçirecek," dedi Len, şaşkınlıkla, "burada herhal­
de."
"Belki de. Öyle umarım. Sabah salıyla karşıya geçeceksin,
Len. Öğleden sonra da geri dönersin. Mitingde seni burada
görmek istiyorum. Toplayabildiğim her sesin Yaşasın Mike
diye bağırmasını istiyorum."
"Pekala," dedi Len. "İyi geceler."
Yürürken yeni deponun yanından geçti. İnşaat mis gibi
yeni ahşap kokuyordu. İnsanı tatmin eden bir büyüklüğü
vardı. Len bir an iyi ki inşa etmiş diye düşündü. O an için,
Dulinsky'ye şiddetle hak verdi.
Bir kalas yığınının gölgesinden gelen bir ses Len'i ürpert­
ti. Ses, "Merhaba, Harry, benim," dedi. Len yürümeye devam
etti. Şimdi inşaatı koruyan dört adam vardı. Ellerinde büyük
ahşap kütükler taşıyorlardı ve çevrede, ortalığı aydınlatsın
diye gece boyu yanacak ateşler yakılmıştı. Mike Dulinksy'nin
huzurla uyuyamıyormuş gibi, sık sık çevreye bakmak için
buraya geldiğini anladı.
Len de pek iyi uyuyamamıştı. Akşam yemeğinden sonra
biraz diğer insanlarla oturup sohbet etmiş sonra yatmıştı
fakat ertesi günü, Shadwell'i, yürüyüp tüccarların kampına
nasıl gideceğini, Hostetter'ı orada nasıl bulacağım, buldu­
ğunda ona ne söyleyeceğini, söylediği şeyin gösterişsiz fakat
önemli olacağını, Hostetter'ın da başını sallayıp "Pekala, se­
ninle kavga etmenin anlamı yok, nereye gitmek istiyorsan
oraya götüreceğim seni," diyeceğini düşünüyordu. Sahneyi
zihninde tekrar tekrar canlandırdı. Bunun, insan çocukken
ve henüz gerçeklikle tanışmadan önce hayal ettiği şeylere
benzediğinin farkındaydı. Sonra Dulinsky'nin sorduğu, Esa­
u'nun geceleri nerede geçirdiği sorusu aklına geldi ve uyku
tamamen gündemden düştü. Len de bilmek istiyordu.
Şimdiye dek bildiğini zannetmişti. Ve Amity'yi artık dü­
şünmediği göz önünde bulundurulduğunda, bu düşüncenin 127
Len'i bu kadar üzmesi inanması güç bir şeydi.
Kalktı ve dışarı, ılık gecenin koynuna çıktı. Kamp karan­
lık ve sessizdi, duyulan tek ses zaman zaman büyük atların
bölmeleri içinde kıpırdandıklarında ahırlardan gelen güm­
bürtülerden ibaretti. Ahırların yanından geçip kasabanın uy­
kudaki sokaklarına daldı, kasıtlı olarak uzun yolu seçmişti,
böylece yeni deponun yanından geçmeyecekti. Korumalarla
konuşmak istemiyordu.
Uzun yol, Len'i Yargıç Taylor'ın evinin önünden geçirecek
kadar uzundu. Evde hiçbir hareketlilik yoktu, hiçbir ışık da
görünmüyordu. Amity'nin penceresine baktı sonra kendini
suçlu hissedip rıhtıma doğru yürüdü.
Dulinsky'nin ofisi kilitliydi fakat Esau'da artık anahtar ol­
duğundan, bu durum bir şey ifade etmiyordu. Len tereddüt
etti. Hava nehrin ıslak kokusuyla ağırlaşmıştı, bu bir yağmur
alametiydi, gökyüzü bulutluydu. Nehir kıyısının ileri kısım-
lannda nöbetçilerin ateşleri yanıyordu. Ortalık sessizdi, bir
şekilde, ofisin barakası boş bir binayı andırıyordu. Len kapı­
nın kilidini açıp içeri girdi.
Esau içeride değildi.
Len bir süre hareketsiz kaldı. Başta içinde kapkara bir
hiddet vardı. Sonra yavaş yavaş sakinleşti, öfkesi Esau'nun
aptallığı karşısında tiksinti dolu bir istihfafa dönüştü. Amit­
y'ye gelince, eğer istediği buysa, keyfine baksındı. Len öfkeli
değildi. Fazla değildi.
Esau'nun şiltesine dokunulmamıştı. Len yorganı dikkat­
lice katlayarak çevirdi. Esau'nun yedek çizmelerini hemen
şiltenin altına koydu, kirli bir gömleği aldı ve düzgün bir
şekilde ağaç çiviye astı. Sonra Esau'nun yatağının yanındaki
lambayı yaktı, kıstı ve yanık bıraktı. Ofis kapısını kilitleyerek
dışarı çıktı.
Kampa geri döndüğünde saat çok geç olmuştu. Geç saa­
128
te rağmen, kapının ağzında uzunca bir süre oturdu, geceyi
izleyerek düşüncelere daldı. Bunlar yalnızlık düşünceleriydi.
Sabah olunca, Dulinsky'nin Shadwell'e götürmesi için bı­
raktığı mektubu almak için ofise uğradı, Esau da oradaydı, o
kadar sıkıntılı ve yaşlı görünüyordu ki Len neredeyse onun
için üzülecekti.
"Derdin ne senin?" diye sordu.
Esau, Len'e hırladı.
"Korkudan altına yapacak gibisin," dedi Len, vurgulu bir
şekilde. "Birileri depo hakkında seni tehdit mi ediyor?"
"Kendi işine baksana sen," dedi Esau, Len içten içe güldü.
Bıraktı ter döksün. Bıraktı dün gece, kendisi hiç işi olmadığı
yerlerde sürterken, buraya kimin geldiğini merak etsin. Bı­
raktı kimin bildiğini merak etsin ve beklesin.
Aşağı inip sala bindi, sal devasa, hantal ve dümdüz bir
şeydi, kazana ve odunlara ev sahipliği yapan bir de kamarası
vardı. Hafif bir sağanak başladı ve karşı kıyı sislerle gizlendi.
Yanında bir sürü yün ve deri getiren güneyli bir tüccar da
nehri geçiyordu. Len adamın atlarına yardım etti ve onunla
birlikte arabaya oturdu, bir yandan da küçük bir çocukken
bu arabaların kendisine nasıl sihirli şeylermiş gibi geldiğini
düşündü. Canfield Panayırı sanki bir milyon sene önce ya­
şanmış bir şey gibi geliyordu. Tüccar kızılımsı sakallı, ince
bir adamdı, Len'e Soames'u anımsatmıştı. Ürpererek gözleri­
ni kaçırdı, nehri izlemeye başladı, nehir yavaş ama güçlü bir
akıntıyla batı yönünde sonsuzluğa akıyordu. Bir çatana akın­
tıya karşı güçlükle ilerliyordu. Çatana sala doğru kederli bir
ötüş çıkardı, sal da yanıt verdi. Sonra doğu yönünde, üçüncü
bir ses konuştu ve yağmurun altında simsiyah parlayan kö­
mürlerle yüklü bir dizi mavna salın önüne geçti.
Shadwell küçük, yeni ve tazeydi. Fakat öyle hızlı büyüyor­
du ki Len nereye baksa inşaat halindeki yeni binaları görü­
yordu. Rıhtımda bir uğultu vardı, arkasındaki yükseltideyse
Shadwell ailesinin büyük evi, camdan gözleriyle etrafı izli­ 1 29
yordu.
Len mektubunu teslim etmek için gitmesi gereken depo
ofisine yürüdü. Normalde inşaatlarda çalışması gereken pek
çok adam yağmur yüzünden bugün çalışmıyordu. Bakkalın
önünde bu insanların oluşturduğu bir grup vardı. Len adam­
ların kendisini göz hapsine aldığını hissetti. Fakat muhteme­
len şu anda sadece saldan inen bir yabancı olduğu için ba­
kıyorlardı. İçeri girdi ve mektubu Gerrit adında, kısa boylu,
yaşlı bir adama verdi, adam mektubu aceleyle okudu, sonra
Len'e sanki sığ suyun çamurundan çıkmış birine bakar gibi
bir bakış attı.
"Mike Dulinsky'ye söyle," dedi, "ben günahkar adamlarla
iş yapmamamı söyleyen Kutsal Kitap'ın sözlerini takip edi­
yorum. Sana gelince, bence sen de öyle yap. Ama sen gençsin
daha, gençlerin hepsi günahkardır o yüzden nefesimi tüket­
meyeceğim. Ahmak."
Mektubu atık kağıtların bulunduğu bir kutuya savurup
döndü. Len omuz silkti ve çıktı. Çamurlu meydanın karşısı­
na, doğruca tüccar kampına doğru yürümeye koyuldu. Bak­
kalın önündeki adamlardan biri basamakları indi ve Gerrit'in
ofisine doğru sallana sallana yürüdü. Yağmur şiddetlenmişti,
çıplak zeminin her yerini küçük san su akıntıları kaplamıştı.
Kampta bir sürü at arabası vardı ama hiçbirinde Hostet­
ter'ın ismi yazmıyordu. Adamların çoğu tentelerin altınday­
dı. Tanıdığı kimseyi görmedi, onunla da kimse konuşmadı.
Bir süre sonra geri döndü ve geldiği yolu takip etti.
Meydan insanlarla doluydu. Yağmurun altında duruyor­
lardı, san sular çizmelerine sıçrıyordu ancak umursamıyor­
lardı. Hepsi aynı yöne, Len'e bakıyordu.
Aralarından biri, "Sen Sığınak'tan geliyorsun," dedi.
Len başıyla onayladı.
"Dulinsky için çalışıyorsun.''
130
Len omuz silkti ve adamın yanından geçmeye yeltendi.
İki başka adam, Len'in iki yanına yaklaştı ve kollarını ya-
kaladılar. Len kurtulmaya çalıştı ama adamlar iki yandan çok
sıkı tutuyorlardı, tekme atmaya çalıştığında onu dizlerinin
üzerine çöktürdüler.
İlk adam, "Sığınak'a bizden haber götür," dedi. "Selamı­
mızı söyle. Bizim hakkımız olanı almalarına izin vermeyece­
ğiz. Dulinsky'yi onlar durdurmazsa, biz durdururuz. Bunları
hatırlarsın, değil mi?"
Len kaşlarını çatarak adama baktı. Korkmuştu. Hiçbir şey
söylemedi.
"İyice ezberletin çocuklar," dedi ilk adam.
Len'i tutan iki adama, iki başka adam daha katıldı. Len'i
yüzüstü çamura fırlattılar. Kendini kaldırdı, doğrulmak üze­
reyken bir tekme daha yiyip tekrar düştü, bu kez kollarını
tutup onu yuvarladılar. Sonra başka biri onu yakaladı sonra
başka biri sonra başka biri... Meydanın ortasında Len'i ara-
!arına alıp bir güzel hırpaladılar, harcadıkları efordan dolayı
homurdanmaları dışında hiçbir ses çıkarmıyorlardı, Len'in
canını fazla yakınıyorlardı fakat karşılık vermesine de fırsat
tanımıyorlardı. İşleri bittiğinde Len'i bırakıp gittiler, Len ser­
semlemiş, nefes nefese kalmıştı, ağzındaki çamuru ve suyu
tükürdü. Sendeleyerek ayağa kalkıp etrafına baktı, meydan
terk edilmiş gibiydi. Salın kalkmasına daha çok zaman olma­
sına rağmen, tekrar aşağı inip sala bindi. Sırılsıklam olmuştu,
titriyordu. Fakat üşüdüğünü hissetmiyordu.
Salın kaptanı Sığınak'ın yerlisiydi. Len'in temizlenmesine
yardım edip ona kendi dolabından bir battaniye verdi. Sonra
Len, Shadwell'in sokaklarına baktı.
"Onları öldüreceğim," dedi Len. "Onları öldüreceğim."
"Tamam," dedi sal kaptanı. "Aynca sana bir şey diyeyim.
Sığınak'a gelip olay çıkarmaya kalkmazlarsa iyi ederler yoksa
olay nasıl çıkarılır görürler."
Güneş devrilirken yağmur durdu, saat tam beşte sal Sığı­ 131
nak'a yanaştığında gökyüzündeki bulutlar dağılıyordu. Len
raporunu verirken Dulinsky'nin vakur bir duruşu vardı, ba­
şını iki yana salladı.
"Üzgünüm, Len," dedi. "Bunu akıl etmeliydim."
"Sorun yok," dedi Len, "bana zarar vermediler, şimdi sizin
de haberiniz oldu işte. Muhtemelen mitinge de gelecekler."
Dulinsky başını salladı. Gözleri parlamaya başladı, ellerini
ovuşturdu. "Belki de istediğimiz şey tam olarak budur," dedi.
"Git üzerini değiştir, akşam yemeğini ye. Sonra görüşürüz."
Len evine doğru yürümeye başladı ama Dulinsky çoktan
önüne geçmişti bile. Adamlarını iskelede nöbet tutmaya yol­
luyor, depo korumalarını iki katına çıkarıyordu.
Kampa geldiğinde Fisher, Len'i gördü ve "Sana ne oldu?"
diye sordu.
"Shadlerle küçük bir sürtüşme yaşadık," dedi Len. Canı
hala konuşmak istemeyeceği kadar sıkkındı. Kulübesine gi-
rip kapıyı kapattı, kuruyan sarı renkli çamurla sertleşmiş kı­
yafetlerini çıkarmaya başladı. Ve düşündü.
Hostetter'ın kendisini terk edip etmediğini düşündü.
Zamanı geldiğinde, Hostetter'ın veya başka birinin gereken
yardımı yapıp yapamayacağını düşündü. Sesin, Her zaman
kurtanlamayabilirsin, dediğini hatırladı.
Hava karardığında, kasabanın meydanına, mitinge doğru
yürüdü.
11

Sığınak'ın ana meydanı geniş ve çimenliydi. Yazlan ağaçlar


gölge ederdi. Sert, kasvetli ve otoriter görüntüsüyle kilise,
meydanı kuzey yönünden etkisi altına alıyordu. Doğuda ve
batıda daha alçak binalar, dükkanlar, evler, bir de okul vardı
fakat güneyde belediye sarayı duruyordu, kilise kadar yük­
sek değildi ama daha genişti, kanatlarını açmış mahkeme
salonlarına, arşivlere ve bir kasabayı düzgün şekilde idare et-
mek için gereken çeşitli diğer ofislere ev sahipliği yapıyordu. 133

Dükkanlar ve kamu binaları şimdi kapalı ve karanlıktı, Len


bazı dükkan sahiplerinin fırtına panjurlarını da kapatmış ol­
duğunu fark etti.
Meydan doluydu. Sanki Sığınak'ın tüm erkekleri, kadın­
larının da yarısı gelmişti, herkes ya ıslak çimenlerin üzerinde
dikiliyor ya da konuşurken ileri geri hareket ediyordu, baş­
kaları da vardı, taşradan çiftçiler de gelmişti, birkaç tane de
Yeni Mennonit görülüyordu. Meydanın ortasında bir çeşit
kürsü bulunuyordu. Bu kalıcı bir yapıydı, genelde açık hava
dua etkinlikleri için kasabayı ziyaret eden vaizler tarafından
kullanılırdı fakat yerel ve ulusal seçimler yapılacağı zaman
siyasi konuşmacılar da yararlanırdı. Bu gece kürsüyü Mike
Dulinsky kullanacaktı. Len, büyükannesinin eski günlerden
bahsettiği zamanlarda söylediklerini hatırladı, bir zamanlar
konuşmacılar televizyon denen kutulardan tüm ülkeye ses­
lenirlermiş, Len de bu gecenin, yani Mike Dulinsky'nin ka-
ranlığa gömülü Ohio'da bulunan Sığınak diye bir kasabada
bir avuç insana hitap edişinin, öyle bir dünyaya giden uzun
yolun başlangıcı olup olmadığını içini titreten bir heyecanla
düşündü. Yargıç Taylor'ın tarih kitaplarını yeterince oku­
muştu, bazen her şeyin böyle başladığını biliyordu. Kalbinin
ritmi hızlanmıştı, heyecanla ileri geri yürüyordu, Dulinsky'yi
kimin durdurmaya çalışacağının hiçbir önemi yoktu, adam
bu gece konuşmalıydı.
Vaiz, Kardeş Meyerhoff, kilisenin yan kapısından dışa­
rı çıktı. Yanında dört dekan, bir de grup meydanda yanan
ateşlerden birinin ışığına ulaşana dek Len'in tanıyamadığı
beşinci bir adam vardı. Bu Yargıç Taylor'dı. Grup yürümeye
devam etti ve Len kalabalıkta anlan kaybetti fakat konuş­
macı kürsüsüne doğru ilerlediklerinden emindi. Yavaş yavaş
onları izledi. Çimen kaplı açık alanda yolu yarılamak üzerey­
ken, Mike Dulinsky diğer taraftan alana giriş yaptı, merkeze
134
doğru genel bir hareketlilik vardı ve kalabalık birdenbire kas­
katı kesildi, Len insanları itmeden yürüyememeye başladı.
Dulinsky'nin yanında yanın düzine başka adam vardı, uzun
sopaların ucunda fenerler taşıyorlardı. Fenerleri konuşmacı
kürsüsünün çevresindeki çıkıntılara bıraktılar, böylece kür­
sü karanlığa karşı yükselen parlak bir sütun gibi görünüyor­
du. Dulinsky kürsüye çıkıp konuşmaya başladı.
"Bu gece," dedi, "bir dört yol ağzında duruyoruz."
Biri Len'in kolundan çekince, Len arkasına döndü. Esa­
u'ydu, başıyla kalabalıktan uzaklaşmasını işaret ediyordu.
"Nehirde tekneler var," dedi Esau, kimsenin onları duya­
mayacağı kadar uzaklaşınca. "Buraya doğru geliyorlar. Sen
onu uyar, Len. Benim rıhtıma dönmem lazım." Sinsice dön­
dü. "Amity burada mı?"
"Bilmiyorum. Yargıç burada ama."
"Ah, Tanrım," dedi Esau. "Dinle, gitmem gerek. Amity'yi
görürsen, bir süre ortalarda olmayacağımı söyle. O anlar."
"Öyle mi? Geçenlerde kimsenin sana bir şey yapamayaca­
ğını söyleyip kabarmıyor... "
"Öf, kapa çeneni. Dulinsky'ye geldiklerini söyle. Kendine
dikkat et, Len. Başım belaya sokma."
"Bana öyle geliyor ki," dedi Len, "başı belada olan sensin.
Amity'yle karşılaşmazsam, babasına söylerim dediklerini."
Esau sövdü ve karanlıkta kayboldu. Len kalabalığın içinde
ilerlemeye başladı. Herkes sessizce, son derece ciddi ve dik­
katli bir şekilde dinliyordu. Dulinsky, tutkulu bir samimiyet
havasıyla onlara hitap ediyordu. Bu, Dulinsky'nin tek şansıy­
dı, elinden gelen en iyi konuşmayı yapıyordu.
"...bu seksen sene önceydi. Şimdi bir tehlikeyle karşı kar­
şıya değiliz. Neden artık hiçbir dayanağı olmayan bir korku­
nun gölgesinde yaşamaya devam edecekmişiz?"
Kalabalığın arasından yarı boğuk, yan hevesli bir ses dal­
galanması yükseldi. Dulinsky sesin dinmesine izin vermedi.
"Neden, söyleyeyim!" diye bağırdı. "Çünkü Yeni Menno­
135
nitler eyere oturdu ve devleti ellerinden bırakmadılar. Büyü­
meyi sevmiyorlar, değişimi sevmiyorlar. Onların mezhebi bu
ikisini reddediyor, açgözlülükleri de tabii. Evet, açgözlülük
dedim! Onlar çiftçi. Sığınak gibi ticaret merkezlerinin zen­
ginleşip büyüdüğünü görmek istemiyorlar. Rekabetçi bir pa­
zar istemiyorlar. Hepsinden öte, bizim gibi insanların onları
Kongre'de oturup kanunlar yaptıkları güzel koltuklarından
indirmesini istemiyorlar. O yüzden, ihtiyacımız olmasına
rağmen yeni bir depo inşa etmemizi yasaklıyorlar. Şimdi,
bunun adil, doğru veya Tanrı'mn emri olduğunu düşünüyor
musunuz? Sen, Kardeş Meyerhoff, sence Yeni Mennonitler
bize nasıl yaşamamız gerektiğini söyleyebilmeliler mi? Yoksa
bizim kilisemiz olan Kutsal Şükür Kilisesi de buna itiraz edi­
yor mu?"
Kardeş Meyerhoff, "Meselenin bizimle veya onlarla ilgisi
yok," diye yanıtladı. "Mesele sensin, Dulinsky. Senin yaptığın
kutsala küfürdür!"
Çoğunluğu kadınlardan yükselen bir sürü ses, Meyerhoff'la
aynı fikirdeydi. Len kendini kürsünün ayaklarına doğru itti.
Dulinsky kürsünün önüne doğru eğilmişti, Meyerhoff'a ba­
kıyordu. Alnında boncuk boncuk ter vardı.
"Kutsala küfür, öyle mi?" diye sordu. "Söyle bakalım, ne­
rede küfür etmişim?"
"Kiliseye geldin. Kitap'ı okudun ve hutbeleri dinledin. Her
şeye kadir Tanrı'nın, şehirlerin ülkesini nasıl temizlediğini,
kurtardığı çocuklarına nasıl doğru bir yoldan yürümelerini
söylediğini, ruhsal şeyleri sevmelerini, bedenin arzularından
uzak durmalarını söylediğini biliyorsun! Yüce peygamber
Nahum'un dediği gibi..."
"Ben bir şehir inşa etmek istemiyorum," dedi Dulinsky.
"Ben bir depo inşa etmek istiyorum."
Endişeli bir kıkırdama duyuldu ama hemen kesildi. Me­
yerhoff'un yüzünün sakalının üzerinde kalan kısmı kıpkır­

136
mızı kesilmişti. Len basamakları tırmandı ve D ulinksy'yle
konuştu. Dulinsky başını salladı. Len kürsüden indi. Du­
linsky'ye, Yeni Mennonitleri rahat bırakmasını söylemek
istemişti fakat kendini açık etme korkusuyla buna cesaret
edemedi.
"Size şehirleri," diye sordu Dulinsky, Meyerhoff'a, "kim
anlattı?" Bir an durakladı sonra parmağını uzatıp, "Yoksa sen
mi, Yargıç Taylor?" dedi.
Len fenerlerin ışığı altında, Taylor'ın yüzünün tuhaf öl­
çüde solgun ve gergin olduğunu gördü. Konuştuğunda sesi
alçaktı fakat meydanın her yanında yankılandı.
"Birleşik Devletler'in Anayasası'nda bunu yapmanı yasak­
layan bir madde var. İstediğin kadar konuş, bu değişmeye­
cek, Dulinsky."
"Hah," dedi Dulinsky, sanki Yargıç Taylor'ı tuzağa düşür­
müşçesine tatmin olmuş bir sesle. "İşte orada yanılıyorsun.
Bunu değiştirecek olan şey tam da konuşmaktan geçiyor. Ye-
teri kadar insan, yeteri kadar yüksek sesle yeteri kadar uzun
süre konuşursa, o madde değişir, böylece un veya deri sakla­
ması gereken insanlar depolar inşa edebilir, ailesini koruma­
sı gereken insanlar kendilerine evler yapabilir." Sesini aniden
yükselterek bağırmaya başladı. "Bunu bir düşünün, ey hal­
kım! Çocuklarınız bile Sığınak'ı terk etmek zorunda kaldı,
gelecekte daha fazlası gidecek çünkü evlendiklerinde burada
daha fazla ev inşa edemiyorlar. Haklı mıyım?"
Sorusu karşılık buldu. Dulinsky sırıttı. Kalabalığın karan­
lık kenar kısımlarında bir adam belirdi sonra bir tane daha,
sonra bir tane daha. Yavaş yavaş, nehir yönünden ilerliyor­
lardı. Ve Meyerhoff, öfkeden titreyen bir sesle konuştu. "Her
devirde, her çağda, inanmayanlar kötülüğün yolunu hazırla­
mıştır."
"Belki de," dedi Dulinsky. Meyerhoff'un başının üzerin­
den ileri, kalabalığın kenarlarına baktı. "Ve inanmayan biri ol­
duğumu itiraf ediyorum." Başını indirip Len'e bakarak uyarıyı m
verdi. Bu esnada kalabalıktan şaşkınlık sesleri yükseliyordu.
Sonra konuşmasına hızlı ve akıcı bir şekilde devam etti.
"Fakirliğe, açlığa, sefalete inanmıyorum. Bu şeylere ina­
nan, Yeni İsmailoğullarından başka kimseyi tanımıyorum
ama onlar da en son ne zaman aklımıza geldi, hatırlamıyo­
rum. Sonuçta o nları topraklarımızdan kovduk. Ben sağlıklı,
büyüyen bir çocuğu alıp sırf birileri fazla uzamasını istemi­
yor diye, bir kalıba sokup bağlamaya inanmıyorum. Ben ... "
Yargıç Taylar, Len'e çarparak yanından hızla geçti ve ba­
samakları tırmandı. D ulinsky şaşkınlıkla cümlesini yarıda
kesti. Taylar gözlerinden ateş saçarak adama baktı ve, "insan
sözcükleri istediği şekle sokabilir," dedi. Kalabalığa döndü.
"Size bir gerçeği söyleyeceğim, bakalım Dulinsky bundan da
konuşarak kaçınabilecek mi? Kasaba kanunu ihlal edilirse
bu sadece Sığınak'ı etkilemeyecek. Çevresindeki bölgeler de
etkilenecek. Şu anda, Yeni Mennonitler barışçıl bir halk ve
mezhepleri onları şiddetten uzak tutuyor. Ne kadar sürer­
se sürsün, kanunların süreciyle ilerlerler ama kırsalda başka
mezhepler var ve onların inançları daha farklı. Ellerine sopa­
yı almayı Tanrı'ya karşı bir görev biliyorlar."
Durakladı, ortalık sessizlik içindeydi, Len insanların ne­
fes alıp vermelerini bile duyabiliyordu.
"İnsanları sana karşı ellerine sopa almaya kışkırtmadan
önce," dedi Taylar, "bence bir daha düşün."
Kalabalığın uçlarından alkışlar yükseldi. Dulinsky kü­
çümseyerek sordu, "Kimden korkuyorsun, Yargıç? Çiftçiler­
den mi, Shadwell'in adamlarından mı?" Kürsünün kenarına
eğildi ve bekledi. "Gelin bakalım, Shadler sizi. G ö relim boyu­
nuzu. Korkmanıza gerek yok, cesur adamlarsınız siz. Burada
ne kadar cesur olduğunuzu bilen biri var mesela. Len bir da­
kika gelsene."
Len gözlerini Yargıç Taylor'ın gözlerinden kaçırarak söy­

138
leneni yaptı. Dulinsky, Len'i kürsünün ön kısmına itti.
"Bazılarınız Len Colter'ı tanıyor. Onu bugün bir işimi hal­
letmesi için Shadwell'e gönderdim. Anlatın bakalım, ona na­
sıl bir karşılama hazırladınız, sizi Shadler sizi. Yoksa utanıyor
musunuz?"
Kalabalık homurtularla döndü.
"Ne oldu?" diye haykırdı kalın, sert bir ses arkadan.
"Shadwell çamurunun tadını beğenmemiş mi?" Shadwell'li
adamların hepsi güldü. Sonra bir ses, Len'in çok iyi tanıdığı
bir ses, konuştu. "Selamımızı ilettin mi bakalım?"
"Evet," dedi Dulinsky. "İnsanlara Shadwell'in selamını
söyle. Yüksek sesle söyle ki herkes duysun."
Yargıç Taylar birdenbire, sessizce, "Bu gece için pişman
olacaksın," dedi. Basamaklardan indi.
Len kaşlarını çatarak gölgelere baktı. "Sizi durduracak­
lar," dedi Sığınak halkına. "Shadler büyümenize izin verme­
yecekler. Bu yüzden bu gece buraya geldiler." Sesi çatlayana
kadar gitgide yükseldi. "Kimin onlardan korktuğu umurum­
da bile değil," dedi. "Ben korkmuyorum." Kürsünün kena­
rından yere atladı ve kalabalığa doğru atıldı. Bu sabah his­
settiği tüm çaresiz öfke şimdi yüzle katlanıp ruhuna hakim
olmuştu, diğerlerinin ne yaptığı umurunda değildi, başına
ne geleceği de. Önünde birdenbire bir yol açılana dek insan­
ları sağa sola itti, Shadwell'in adamları hemen önünde toplu
halde duruyorlardı. Dulinsky'nin sesi, Shadwell ve Sığınak'ı
korku sözcüğüyle birlikte anan bir şeyler haykırıyordu. Kala­
balık hareketlenmeye başladı. Bir kadın çığlık atıyordu. Sha­
dwell'in adamları paltolarının içinden sopalar çıkarıyordu.
Len bir panter gibi atıldı. Kalabalıktan görkemli bir kükreme
yükseldi ve ortalık birbirine girdi.
Len tuttuğu adamı yere yatırıp yumruklamaya başladı.
Her yanlarında bacaklar hareket ediyor, insanlar üstlerine
düşüyordu. Şimdi her yer çığlıklarla kaplanmıştı, kadınlar
meydandan uzaklaşıyorlardı. Sopalar, yumruklar ve çizmeler 1 39
vahşice sağa sola savruluyordu. Biri Len'e ensesinden vurdu.
Dünya bir anlığına tersine döndü, tekrar düzeldiğinde, nefes
nefese kalmış adamlardan oluşan kaynayan bir girdabın or­
tasında sendeliyor o lduğunu fark etti, birinin paltosundan
tutmuş, boştaki eliyle rasgele yumruklar savuruyordu. Gir­
dap döndü, yükseldi ve Len'i panjurlu bir pencereye fırlatıp
yoluna devam etti. Len o lduğu yerde kaldı, şaşkındı, başını
sallıyordu, burnundan kan akıyordu. Kalabalık dağılmıştı.
Meydanın ortasındaki kürsünün çevresinde hfila fenerler ya­
nıyordu fakat kürsüde şimdi kimse yoktu, kürsünün çevre­
sindeki çimenlik alanda b azı şapkalar ve yolunmuş çimenli
toprak öbekleri dışında hiçbir şey görünmüyordu. Kavga baş­
ka yere taşınmıştı. Len kavganın rıhtıma giden caddelerden
ve ara sokaklardan akıp gittiğini duyabiliyordu. Homurdan­
dı ve seslerin geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Babasının
şimdi kendisini göremeyeceği içi n memnundu. Kendini çok
öfkeli ve garip hissediyordu, bu hoşuna gitmişti. Biraz daha
kavga etmek istiyordu.
Rıhtıma vardığında Shadwell adamları tüm hızlarıyla tek­
nelerine doluşuyor, bir yandan da yumruklarını sallayarak
küfürler ediyorlardı. Sığınak'ın adamları suyun kenarında
dizilmiş, onlara yardım ediyordu. Üç veya dört Shad nehre
düşmüş, teknelere çekiliyorlardı. Yuhalamalar ve ıslıklar ha­
vada çınlıyordu. Mike Dulinsky her şeyin ortasındaydı, koyu
renkli paltosu yırtılmış, saçları dağılmıştı. Patlayan bir du­
daktan akan kan gömleğine bulaşmıştı. "Bizi durduracaksı­
nız, öyle mi?" Shadwell'in adamlarına bağırıyordu. " Sığınak'a
emir vereceksiniz, ha?"
Dulinsky'nin iki yanındaki adamlar birden adamı tutup
omuzlarına kaldırdılar ve tezahürat yapmaya başladılar. Sha­
dwell'li adamlar ağır ağır ve kasvetli bir tavırla karanlık nehre
açıldı. Adamlar gözden kaybolunca, kalabalık da Dulinsky'yi

140
taşımaya ve tezahüratlarına devam ederek depo inşaatının
çevresinde yanan ateşlere doğru döndüler. İnşaatın çevresin­
de dönüp durdular, korumalar da kutlamalara katıldı. Len
sersemlemiş fakat muzaffer bir hisle onları izledi. Sonra et­
rafına baktığında, tüccarların kampının bulunduğu yönden
bir ışığın parladığını gördü. Yüzünü asarak bu ışığa baktı, ar­
kasındaki gürültünün arasında başka erkeklerin uzaktan ge­
len seslerini ve atların kişnemelerini duyabiliyordu. Kampa
doğru yürümeye başladı.
Her yanda ışık vermesi için fenerler ve meşaleler yakıl­
mıştı. Adamlar atlarını ahırlardan çıkarıp koşumlarını takı­
yorlar, eşyalarını kontrol ediyorlar, arabaları gitmeye hazır­
lıyorlardı. Len bir-iki dakika izledi, bu süre içinde tüm zafer
hissi ve heyecan bedenini terk edip gitti. Kendini yorgun his­
sediyordu, bumu acıyordu.
Fisher'ı gördü ve adama yaklaştı. Fisher işini yaparken,
Len de atların başında dikiliyordu.
"Neden herkes gidiyor?" diye sordu.
Fisher geniş şapkasının güneşliğinin altından Len'e uzun,
sert bir bakış attı.
"Çiftçiler belalarını arıyorlar," dedi. "Belalarını da bula­
caklar, bizimse beklemeye niyetimiz yok."
Dizginlerin bağlı olduğundan emin oldu ve koltuğa tır­
mandı. Len kenara çekildi ve Fisher ona yukarıdan baktı, bu
bakış, babasının uzun süre önce kendisine attığı bakışa ben­
ziyordu.
"Seni daha akıllı sanıyordum, Len Colter," d�di Fisher.
"Ama kızgın demiri tutan önce kendi elini yakar. Tanrı sana
merhamet etsin!"
Dizginleri sallayıp bağırdı, arabayı gıcırdayarak harekete
geçti, diğer arabalar da gitti ve Len arkalarından bakakaldı.

141
12

Sıcak, sakin bir gündü, saat ikiydi. Adamlar deponun kuzey


ve doğu yüzlerindeki kaplama tahtalarını yerleştiriyor, göl­
gelikte çalışıyorlardı. Sığınak sessizdi, o kadar sessizdi ki çe­
kiç sesleri Şahat sabahında çalan çanlar gibi yankılanıyordu.
Teknelerin çoğu rıhtımdan kalkmıştı, iskeleler boştu.
"Sence gelecekler mi?" dedi Esau.
"Bilmiyorum." Len arayan gözleriyle Shadwell'in nehrin
142 öbür tarafındaki uzak çatılarına baktı, sonra da uzanıp gi­
den nehri taradı. Tam olarak ne aradığını bilmiyordu, bel­
ki Hostetter'ı, belki bir dostun yüzünü ama boşluk hissini
kırıp beklentiyi yok edecek herhangi bir şeyi arıyordu. Gün
doğumundan önce başlayarak tüm sabah boyunca, arabalar
dolusu kadın ve çocuk kasabayı terk etmişti. Aralarında bazı
erkekler bile vardı, tabii ev eşyalarıyla birlikte.
"Bir şey yapmayacaklar," dedi Esau. "Cesaret edemezler."
Sözlerinde herhangi bir kanaat yoktu. Len, Esau'ya baktı.
Esau'nun yüzü gergin ve asıktı. Birlikte ofisin kapısında diki­
liyor, hiçbir şey yapmıyor, sadece sıcaklığı hissediyor ve ses­
sizliği dinliyorlardı. Dulinsky kasabanın merkezine gitmişti.
Len, "Keşke geri gelse," dedi.
"Yollarda adamları var. Bir şey olursa, ilk onun haberi ola­
cak zaten."
"Evet," dedi Len. "Sanırım öyle."
Çekiçler sarı renkli, yeni kesilmiş ahşabın üzerinde tangır-
dıyordu. Yeni depo inşaatı alanının kenarlarında, ağaçların
arka kısmında, adamlar zaman öldürüyor, inşaatı izliyorlar­
dı. Onlardan daha fazlası da iskeledeydi, hepsi de huzursuz
ve gergindi, konuşmak için küçük gruplar halinde toplanıyor

sonra ayrılıyor, ileri geri yürüyüp duruyorlardı. Gözlerinin


ucuyla ofise, ofisin kapısında dikilen Len ve Esau'ya sonra da
depoda çalışan adamlara bakıp duruyorlardı ancak yaklaşmı­
yorlar ya da konuşmuyorlardı. Bu Len'in hoşuna gitmemişti.
Yalnız olduğunu, dikkat çektiğini hissettiriyordu ve endişe­
leniyordu çünkü yeni bir şeye karşı olduklarını bilen fakat
bunun karşısında ne yapacaklarını bilmeyen bu adamların
şüphelerinin, kararsızlıklarının ve endişelerinin farkınday­
dı. Ara ara bir ağaç kökünün veya bir dizi varilin arkasında
saklanan bir şişe mısır viskisi ortaya çıkıyor, elden ele gezdi­
riliyor ve tekrar saklandığı yere dönüyordu ancak adamların
sadece biri veya ikisi sarhoş gözüküyordu.
Bir anda Len rıhtımın ucuna ilerledi ve bir ağacın altında
143
dikilmiş, konuşan bir gruba seslendi. "Kasabadan haber var
mı?"
Biri başını iki yana salladı. "Henüz yok." Bu, dün gece Du­
linsky için en yüksek sesle bağıran kişiydi fakat bugün yü­
zünde hiçbir hevesli bir ifade yoktu. Birden durdu, yerden
bir taş aldı ve arka tarafta gizlenmeye çalışan, umut dolu
gözlerle bir kavga izlemek isteyen küçük bir çocuk grubuna
fırlattı. "Gidin bakayım buradan!" diye bağırdı. "Burada eğ­
lence yok size. Hadi bakalım, aptallar sizi!"
Gittiler ama çok uzağa değil. Len kapıya geri döndü. Hava
çok sıcak, çok durgundu. Esau kıpırdandı, topuğunu kapının
direğine koydu.
"Len."
"Ne?"
"Eğer gelirlerse ne yapacağız?"
"Nereden bileyim ben? Kavga ederiz sanırım. Ne olacağı­
na bakarız. Nereden bileyim?"
"Eh, ben şunu biliyorum," dedi Esau, küstahça. " Dulins­
ky için boynumu kırdırmaya niyetim yok. Cehenneme kadar
yolu var."
"Tamam işte, bir şey bulursun." Şimdi Len'in içinde bir
öfke vardı, hala belli belirsizdi, bir yere yönlendirilmeyen bir
öfkeydi ama yine de onu asabi ve sabırsız yapıyordu. Belki
de korkudandı, bunu düşünmek onu daha da sinirlendirdi.
Ama Esau'nun düşüncelerinin nasıl ilerlediğini biliyordu.
Her adımı tek tek sesli olarak konuşmak istemiyordu.
"Bir şey bulacağıma emin olabilirsin," dedi Esau. "Bulaca­
ğım. Depo onun deposu, benim değil. Kavgayı o etsin. Mesele
benim bir şeyim olsa, o kendi canını tehlikeye atmaz. Ben ... "
"Kapa çeneni," dedi Len. "Bak."
Yargıç Taylar rıhtım boyunca yürüyerek yaklaşıyordu.
Esau gergin gergin sövüp kapıdan içeri girerek gözden kay­
boldu. Len adamların sanki önemli bir şey olabilirmişçesine

1 44
izlediğinin farkındaydı, bekledi.
Taylor kapıya kadar gelip durdu. "Mike'a onu görmek is­
tediğimi söyle," dedi.
Len yanıtladı, "Burada değil."
Yargıç, Len'in yalan söyleyip söylemediğine karar vermek
için ona uzun uzun baktı. Yargıcın ağzının kenarlarında ger­
gin bir grilik vardı, gözleriyse ilginç şekilde sert bakışlı ve
parlaktı.
"Mike'a son bir şans sunmak için geldim," dedi.
"Kasabanın merkezinde bir yerlerde," dedi Len. "Belki
onu orada bulabilirsiniz."
Taylar başını iki yana salladı. "Tanrı böyle istemiş," dedi.
Döndü ve uzaklaştı, ofis binasının köşesine geldiğinde dur­
du ve tekrar konuştu. "Seni uyardım, Len. Ama kimse, gör­
meyi reddedenler kadar kör değildir."
"Bir dakika," dedi Len. Yargıcın yanına gitti, gözlerinin
içine baktı ve ürperdi. "Bir şey biliyorsunuz siz. Ne oldu?"
"Tanrı'nın isteği," dedi yargıç. "Zamanı gelince sen de öğ­
reneceksin."
Len uzandı ve adamı kaliteli kumaştan dikilmiş paltosu­
nun yakasından tutup sarstı. "Kendin için konuş," dedi si­
nirle. "Tanrı, hepinizin O'nun arkasına saklanmasından emi­
nim çok sıkılmıştır. Bu kasabada senin parmağın olmadan
kuş uçmaz. Ne oldu?"
Taylor'ın gözlerindeki narin parıltının bir kısmı yok oldu.
Şaşkınlıkla başını aşağı çevirip Len'in kendisini kaba şekilde
tutan ellerine baktı, Len adamı bıraktı.
"Özür dilerim," dedi. "Ama bilmek istiyorum."
"Evet," dedi Yargıç Taylor, alçak sesle, "bilmek istiyorsun.
Bu senin en büyük sorunundu hep. Sana geç olmadan kendi
sınırını bulmanı söylememiş miydim?"
Yumuşayan yüzüne şimdi merhametli ve samimi bir
üzüntü barındıran bir ifade yerleşmişti. "Bu çok kötü oldu,
Len. Seni kendi oğlum gibi sevebilirdim." 145
"Ne yaptınız siz?" diye sordu Len, bir adım daha yaklaşarak.
Yargıç, "Artık şehirler olmayacak," diye yanıtladı. "Bir ka­
nun var ve bu kanuna uyulması gerek."
"Siz korkuyorsunuz," dedi Len, yavaş, afallamış bir sesle.
"Şimdi anladım, siz korkuyorsunuz. Eğer burada bir şehir
kurulursa bombaların tekrar düşeceğinden ve bu kez bom­
baların altında sizin kalacağınızdan korkuyorsunuz. Yoksa
çiftçilere, onları durdurmaya çalışmayacağınızı söyleyip... "
"Sus," dedi yargıç ve elini kaldırdı.
Len dinledi. Ağaçların altındaki ve rıhtımdaki adamlar da
öyle. Esau kapıdan çıktı. Ve depo inşaatında çekiçler bir bir
sustu.
Bir şarkı söyleme sesi vardı.
Belli belirsiz bir sesti bu ancak uzaktan geldiği için böyle
duyuluyordu. Kalın, tumturaklı, erkeksi, sağlam ve biraz da
korkutucu bir sesti, durmayan veya yön değiştirmeyen bir
fırtınanın kuşkuya yer bırakmayan kaçınılmazlığı gibi ge­
liyordu. Len sözleri çıkaramadı ama bir dakika dinledikten
sonra ne olduklarını anladı. Gözlerim, Tanrı'nın gelişindeki
görkemi gördü şarkısı. "Hoşçakal, Len," dedi yargıç. Ye başı­
nı yukarı kaldırarak temmuz sıcağının altında, bembeyaz ve
asık bir yüzle yürüyüp gitti.
"Gitmemiz gerek," diye fısıldadı Esau. "Gidelim buradan."
Tekrar ofise daldı. Len, Esau'nun ayaklarının tavan ara­
sına çıkan merdivenlerdeki gürültüsünü duyabiliyordu. Bir
an tereddüt etti. Sonra koşmaya başladı. Kasabaya, uzaktan
gelen marşa doğru koştu. Parlayan çeliklere yazılmış ateşin
müjdesini okudum... Hamd olsun! Hamd olsun! Şükürler
olsun, O'nun gerçekleri yürüyor. Len'in karnında sıkı, buz
gibi bir korku düğümü belirdi. Tenine çarpan hava sanki
buz kesmişti. Rıhtımdaki ve ağaçların altındaki adamlar da
harekete geçmişti, yollara dağıldılar, önce yavaş sonra daha

146
hızlı olacak şekilde yürümeye ve nihayet koşmaya başladılar.
insanlar evlerinden çıkmıştı. Kadınlar, yaşlı adamlar, çocuk­
lar sesleri dinleyip birbirlerine ve sokaktan geçen adamlara
bağırıyor, bu sesin ne olduğunu soruyor, neler yaşanaca­
ğını merak ediyorlardı. Len meydana girdi. Bir araba öyle
yakınından geçti ki atın ağzındaki köpükler Len'in üzerine
sıçradı. Arabanın içinde kocaman bir aile vardı. Adam atla­
n kamçılıyor ve bağırıyor, kadın çığlık atıyor, çocuklar da
birbirlerine sarılmış ağlıyordu. Meydanda dağılmış insanlar
vardı, bazıları kuzeydeki anayola doğru gidiyor, bazıları ne­
reye gittiğini bilmeden sağa sola koşuyor, kadınlar insanlara
kocalarını veya oğullarını görüp görmediklerini s oruyordu,
sorular, sürekli sorular, ne oluyor, neler yaşanıyor? Len ara­
larından geçip kuzey yoluna koştu.
Dulinsky kasabanın kenarında, hasada neredeyse hazır
buğdayların bulunduğu tarlaları birbirinden ayıran geniş
yoldaydı. Yanında neredeyse iki yüz adam vardı. Hepsinde
sopalar ve demir çubuklar, av tüfekleri ve pompalı tüfekler,
kazmalar ve yarma baltaları vardı. Hepsi ciddi ve gergin gö­
rünüyordu. Dulinsky'nin güneşte yanmaktan kiremit ren­
gine dönmüş yüzü sadece görünüşte kırmızıydı. Altında,
bembeyaz kesilmişti. Elindeki ağır sopayı bir elinden diğeri­
ne geçirerek ellerini pantolonuna silip duruyordu. Len ada­
mın yanına geldi. Dulinsky ona baktı ama bir şey söyleme­
di. Dikkatini kuzey yönüne, sarı-kahverengi sağlam bir toz
duvarının ilerlediği tarafa vermişti, toz yolu kaplıyor ve iki
yanından buğday tarlalarına taşıyordu. Marş sesi, hep birlik­
te yere vurulan ayaklardan çıkan ritmik gürültüyle birlikte
bu kalabalıktan geliyordu, kalabalığı yöneten kısımda yer yer
parlak bir şeyler görünüyordu sanki metal bir şeyden güneş
ışığı yansıyordu.
"Burası bizim kasabamız," dedi Len. "Onların burada bir
hakkı yok. Onları yenebiliriz."
Dulinsky yüzünü gömleğinin koluna sildi. Homurdandı. 147
Bu bir soru da olabilirdi, bir kahkaha da. Len etrafındaki Sı­
ğınaklı adamlara baktı.
"Savaşacaklar," dedi.
"Öyle mi?" dedi Dulinsky.
"Dün gece hepsi sizin yanınızdaydı."
"O dün geceydi. Şimdi bugündeyiz."
Toz duvarı ilerledi, erkeklerden oluşuyordu. Duvar durdu,
toz uçup gitti veya yere indi fakat adamlar kaldı, yol boyun­
ca ezilmiş buğdayların üstünde ağır, katı bir öbek gibi duru­
yorlardı. Parlak noktalar da tırpan bıçakları, mısır bıçakları,
birkaç tane de tüfek namlusuna dönüştü. "Bazıları tüm gece
yürümüş galiba," dedi Dulinsky. "Şunlara bak. Üç idari böl­
gede yaşayan ne kadar bok kafalı çiftçi varsa gelmiş." Tekrar
yüzünü silip arkasındaki adamlara hitap etti. "Sakin olun,
çocuklar. Bir şey yapmayacaklar." Kibirli ve sakin bir ifadeyle
öne çıktı. Gözleri sağa sola küçük ama sert bakışlar atıyordu.
Beyaz saçlı ve sert ifadeli, kösele suratlı bir adam onu
karşılamak için öne çıktı. Omzunda bir pompalı tüfek taşı­
yordu, ağır ve yalpalayan yürüyüşü bir çiftçinin yürüyüşüy­
dü. Ama başını yukarı kaldırdı ve yolda bekleyen Sığınak'ın
adamlarına bağırdı, hırıltılı, keskin sesi Len'e vaaz veren ada­
mı anımsatmıştı.
"Kenara çekilin!" diye bağırdı. "Öldürmek istemiyoruz
ama mecbur kalırsak öldürürüz. O yüzden, Tann'nın adıyla,
kenara çekilin!"
"Bir dakika," dedi Dulinsky. "Bir dakika bekleyin. Burası
bizim kasabamız. Acaba kasabamıza ne işinizin düştüğünü
sorabilir miyim?"
Adam Dulinsky'ye baktı ve, "Aramızda şehir istemiyoruz,"
dedi.
"Şehir," dedi Dulinsky. "Şehir!" Güldü. "Beni dinleyin,
efendim. Siz Noah Burdette'siniz, değil mi? Sizi simaen ve
148
ününüzden tanıyorum. İkiz Göller çevresindeki bölgede bir
vaiz olarak epey iyi bir isim yaptınız."
Bir adım daha yaklaştı. Şimdi tartışmaya kendi istediği
gibi yön verecek bir adam nasıl konuşursa o şekilde, daha sa­
kin bir tonla konuşuyordu.
"Siz samimi ve dürüst bir adamsınız, Bay Burdette. Doğru
bilgi olduğuna inandığınız şey çerçevesinde hareket ettiğini­
zi anlıyorum. Bu yüzden, aldığınız bilginin yanlış olduğunu
öğrendiğinizde şiddete kesinlikle gerek kalmadığına sevine­
ceğinizi de biliyorum. Ben... "
"Şiddet," dedi Burdette, "benim istediğim bir şey değil.
Ama iyi bir amaç için kullanıldığında şiddetten kaçınmam."
Çakmak taşı gibi sert bir yüzle, Dulinsky'yi tepeden tırnağa,
yavaş yavaş, sindire sindire süzdü. "Ben de sizi tanıyorum,
hem simaen hem de ününüzden. Sözlerinizi kendinize sak­
layabilirsiniz. Kenara çekilecek misiniz?"
"Dinleyin," dedi Dulinsky, sesine yansıyan bir parça çare-
sizlikle. "Burada bir şehir inşa etmeye çalıştığımı söylediler
size ve bu delilik. Ben sadece yeni bir depo inşa etmeye çalı­
şıyorum, sizin nasıl yeni bir ahır inşa etmeye hakkınız varsa,
benim de depoya hakkım var. Ben nasıl çiftliklerinize gelip
size emirler yağdıramıyorsam, siz de buraya gelip bana emir
veremezsiniz!"
"Ben buradayım," dedi Burdette.
Dulinsky omzunun üzerinden arkaya baktı. Len, seninle­
yim demeye çalışırcasına Dulinsky'ye doğru ilerledi. Ve son­
ra Yargıç Taylor, düzensiz sıralar halinde dizilmiş Sığınaklı
adamların arasından çıktı ve, "Dağılın, evlerinize dönün ve
orada kalın," dedi. "Size bir zarar gelmeyecek. Silahlarınızı
bırakın ve evinize dönün."
İnsanlar tereddüt etti, birbirlerine baktılar, Dulinsky'ye
baktılar ve önlerindeki çiftçilerin oluşturduğu sağlam du­
vara baktılar. D ulinsky yorgun ama sert bir ifadeyle, yargıca
döndü. "Seni kaz beyinli korkak. Bu senin işin." 1 49
"Yeteri kadar zarar verdin, Mike," dedi yargıç. Yüzü bem­
beyazdı. Dimdik duruyor, hiç hareket etmiyordu. "Sığı­
nak'taki herkesin bu yüzden acı çekmesine gerek yok. Kena­
ra çekil."
Dulinsky önce yargıca sonra Burdette'e baktı. "Ne yapa­
caksınız?"
"Kötülüğü temizleyeceğiz," dedi Burdette, yavaşça, "Ki­
tap'ın bize söylediği gibi, ateşle yakarak."
"Özetle," dedi Dulinsky, "depolarımı ve canınız başka
neyi yakmak istiyorsa onları yakacaksınız. Lanet olsun size."
Döndü ve Sığınaklı adamlara bağırdı. "Dinleyin, aptallar, siz­
ce depolarımı yakmakla yetinecekler mi? Tüm kasabayı cayır
cayır yakacaklar! Önümüzdeki on yıllar boyunca nasıl yaşa­
yacağınıza karar vermenin vakti geldi, anlamıyor musunuz?
Özgür insanlar mı olacaksınız yoksa yerlerde sürünen köle­
ler mi?"
Sesi yüksele yüksele bir ulumaya dönüşmüştü. "Gelin ve
savaşın, lanet olsun size, savaşın!"
Döndü ve sopasını havaya kaldırarak Burdette'in üzerine
koştu.
Acele etmeden, hiçbir acıma emaresi göstermeden, Bur­
dette pompalı tüfeğini savurarak çevirdi ve ateş etti.
Çok yüksek bir ses çıktı. Dulinsky sanki sert bir duvara
çarpmış gibi durdu. Bir-iki saniye öylece dikildi sonra sopası
ellerinden düştü, kollarını indirdi ve karnının üzerinde bağ­
ladı. Dizleri büküldü ve dizlerinin üzerinde toprağa yığıldı.
Len ileri çıktı.
Dulinsky, Len'e şaşkınlıktan kalakalmış bir ifadeyle bak­
tı. Ağzı açıldı. Bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi ama du­
daklarından sadece kan çıkıyordu. Sonra birdenbire yüzü,
mumu söndürülmüş bir odanın penceresi gibi ifadesizleşti
ve yabancılaştı. Öne doğru düşüp hareketsiz kaldı.

1 50
"Mike," dedi Yargıç Taylor. "Mike?" Gözleri fal taşı gibi
açılmıştı, Burdette'e baktı. "Ne yaptın sen?"
"Katil," dedi Len, sözcük hem Burdette'i hem de yargıcı
ifade ediyordu. Sesi çatladı, yükselerek sert bir çığlığa dönüş­
tü. "Lanet olası, korkak katil!" Yumruklarını kaldırıp Burdet­
te'e doğru koştu ancak çiftçilerin safları harekete geçmişti
bile, sanki Dulinsky'nin ölümü bekledikleri sinyaldi ve Len
bayraktarlık ettiği için dalgaya kapılmıştı. Burdette kaybol­
muştu, şimdi Len'in karşısında uzun boyunlu, geniş omuzlu
ve Soames'a karşı suçlamayı haykıran benzeri bir ağza sahip
iriyarı, genç bir çiftçi duruyordu. Uzun, kabuğu soyulmuş,
çit direği olarak kullanılanlara benzeyen bir sopa yaşıyordu,
sopayı Len'in kafasına indirdi, bir yandan da aceleci bir kı­
kırdamayla gülüyor, gözleri muazzam bir heyecanla parlı­
yordu. Len yere düştü. Çizmeler üzerine indi, onu tekmeledi
ve takıldılar, Len içgüdüsel olarak kollarıyla başını ve boynu­
nu koruyarak dertop oldu. Ortalık birden karardı. Sığınaklı
adamlar sanki sarsak bir perdenin arkasında, uzaktaydılar.
Ancak Len adamların birer birer gittiğini, safların eridiğini,
çiftçilerin önündeki yolun boşaldığını ve kasabayla araların­
da hiçbir şeyin kalmadığını görebiliyordu. Sıcak bir öğleden
sonra vakti Sığınak'a doğru ilerlediler ve hareket ettikçe yine
toz kaldırdılar, toz dindiğinde geride sadece Len ve üç-dört
adım ötesindeki Dulinsky'nin cesedi kalmıştı. Yargıç Taylor
da yolun ortasında hareketsiz duruyordu, sadece dikiliyor,
Dulinsky'ye bakıyordu.
13

Len yavaşça ayağa kalktı. Başı acıyor ve midesi bulanıyordu


fakat oradan uzaklaşmak için hissettiği arzu öyle büyüktü ki
kendini her şeye rağmen yürümeye zorladı. Dulinsky'nin et­
rafından dikkatle geçti, toprağa yayılmış koyu renkli lekelere
basmadı. Sonra da Yargıç Taylor'ın yanından geçti. Konuş­
madılar, birbirlerine de bakmadılar. Len, meydana varma­
sına az bir yol kalana dek Sığınak'a doğru yürümeye devam
1 s2 etti, yolun kenannda bir elma bahçesi vardı. Ağaçların ara­
sına girdi ve gözden uzak olduğunu hissettiğinde uzun çi­
menlerin arasına oturdu, başını dizlerinin arasına koydu ve
kusmaya başladı. Buz gibi bir soğukluk tüm bedenini ele ge­
çirmişti, titriyordu. Bu hisler geçene dek bekledi sonra tekrar
ayağa kalkıp yürümeye koyuldu, ağaçların arasından batıya
doğru daireler çizerek ilerledi.
Uzakta, nehre doğru bir yerlerden karışık bir ses yükseli­
yordu. Tertemiz havanın içinden bir duman bulutu yükseldi,
sonra bir tane daha, aniden patlamayı andıran bir kükreme
sesiyle nehrin önündeki her şey alev almış gibi göründü,
duman kapkara, kaygan ve yoğun şekilde yükseliyordu, du­
manın alt kısımları depolanan zift ve lamba yağı fıçılarının
alevlerine benzeyen alevlerle aydınlanıyordu. Kasabanın so­
kakları şimdi arabalarla, atlarla ve koşuşturan insanlarla do­
luydu. Yer yer, yaralanmış bir adama yardım eden birileri gö­
rülebiliyordu. Len arka sokakları ve kenar köşedeki arazileri
kullanarak onlardan kaçındı. Duman daha siyah, daha yo­
ğun tütüyordu artık, gökyüzüne yükseliyor, çirkin bir bakır
rengiyle güneşi bile lekeliyordu. Dumanın içinde kıvılcımlar
ve havada fırlayarak yanan şeyler görülebiliyordu. Yüksek bir
yere ulaştığında Len bazı evlerin, kilisenin ve belediye sara­
yının çatılarındaki adamları gördü, insanlar kova zincirleri
oluşturarak binaları ıslatmaya çalışıyorlardı. Nehrin kenarını
da görebiliyordu. Yeni depo yanıyordu, Dulinsky'ye ait diğer
dört depo da öyle. Fakat işler bununla kalmamıştı. Nehrin
kenarında bir koşuşturma yaşanıyordu, insanlar silahlarını
sağa sola atıyor, küçük insan grupları ileri geri koşturuyor ve
iskelelerle depoların sırasında yeni yangınlar çıkıyordu.
Nehrin karşısında, Shadwell olan biteni izliyor fakat ha­
rekete geçmiyordu.
Len tüccarların kampına ulaştığında ahırların da yandı­
ğını gördü. Kıvılcımlar samanlara ve kuru otlara düşmüştü,
başka kıvılcımlar da lojmanların çatılarını için için yakıyor­
1 53
du. Len kaldığı kulübeye koşup keten çantasıyla battaniyesi­
ni aldı. Kapıdan çıktığında kendisine doğru gelen adamların
seslerini duydu ve yandaki ağaçların arasına aceleyle koştu.
Yeşil yapraklar kurumaya başlamıştı bile, büyük dallar tuhaf
ve sağlıksız bir rüzgarla sarsılıyordu. Çiftçilerden oluşan bir
çete nehir tarafından geldi. Kampın kenarında durdular, ne­
fes nefeseydiler, parlak ve sert gözleriyle etrafa bakıyorlar­
dı. Müzayede kulübelerine dokunulmamıştı. İçlerinden biri,
iriyan, kızıl sakallı, kırmızı yanaklı ve kalın sesli bir adam,
kulübeleri işaret edip sarraflar hakkında bir şeyler homur­
dandı. Rakun kovalayan bir köpek sürüsü gibi aç ve nefessiz
bir ses çıkararak kulübelerin uzun sırasına doğnı koşup kıra­
bilecekleri her şeyi kırmaya, kırdıkları yere yığmaya ve arala­
rından birinin taşıdığı meşaleyle yakmaya koyuldular. Sonra
yollarına devam ettiler. Önlerine çıkan her şeyi tekmeledi­
ler, üzerinden geçtiler ve parçaladılar. Len'in aklına yolun
ortasında tek başına dikilmiş, Dulinsky'nin cesedine bakan
Yargıç Taylor geldi. Bugün sona erdiğinde bakacak fazla fazla
şeyi olacaktı.
Len ağaçların arasından dikkatle ilerlemeye devam etti.
Tuhaf ve kükürdümsü bir alacakaranlığm içinden aşağı,
nehre doğru indi. Hava ateş, zift, ahşap, yağ ve deri kokusuy­
la boğuluyordu. Küller dokunduğu yeri yakan gri bir kar gibi
yağıyordu. Kasabanın merkezinde yangın zilinin çaresizce
çaldığını duyabiliyor fakat o yöne baktığında dumanlardan
ve ağaçlardan pek bir şey göremiyordu. Yeni inşaat alanının
çok daha aşağısında, nehir kıyısında ağaçların arasından çık­
tı ve geriye doğru ilerlemeye, Esau'yu aramaya koyuldu.
Görebildiği kadarıyla tüm nehir kenarı tek bir alev parçası
haline gelmişti. Sıcaklık herkesi uzaklaştırmış, bazıları nehir
akıntısıyla yeni deponun harabesinin ötesine kadar gelmişti,
adamlar kapkara yüzlerindeki bembeyaz gözleriyle bakıyor,
yanık elleri ve parçalanmış kıyafetleriyle çaresiz görünüyor­
1 54
lardı. Üç-dört kişi, yerde inleyip kıvranmakta olan bir ada­
mın başına toplanmıştı, sağda solda sanki çok uzaklaşmışlar
da, çabalamaktan vazgeçmişler gibi oturan insanlar vardı.
Pek çoğu sadece dikilmiş izliyordu. Bir adam hala yarısı suyla
dolu bir kova taşıyordu.
Len, Esau'yu görmedi, korkmaya başlamıştı. Birkaç kişiye
yaklaşıp sordu fakat insanlar başlarını ya iki yana salladılar
ya da Len'in sorusunu duymazdan geldiler. Sonunda biri,
ofise iş için sık sık gelen Watts adındaki bir dükkan sahibi,
buruk bir şekilde, "Onun için endişelenme," dedi. "O hepi­
mizden daha güvende."
"Ne demek istiyorsun?"
"Sorun başladığından beri kimse onu görmedi. Gitmiş,
hem de kızla birlikte."
"Kız mı?" diye sordu Len, Watts'ın tonundaki öfkenin şaş­
kınlığıyla.
"Yargıç Taylor'ın kızı, kim olacak? Hem sen neredeydin,
bir delikte saklanıyor muydun? Dulinsky nerede? Orospu ço­
cuğu hani yaman savaşçıydı? Konuşup duruyordu?"
"Ben kuzey yolundaydım," dedi Len. "Dulinsky de öldü.
Senden çok savaştı yani, senin anlayacağın."
Yakınlarda dikilen bir adam, Dulinsky'nin adını duyunca
döndü. Kir ve isin altında saçları kavrulmuş, kıyafetleri de
kısmen yanmıştı, Len'in Ames'i tanıması neredeyse bir da­
kikasını aldı, bu adam Dulinsky'yle ve diğer adamla birlikte
o sabah yeni depoya gelen, Dulinsky birlik için yalvarırken

başını iki yana sallayan adamdı.


"Öldü," dedi Ames. "Öldü, öyle mi?"
"Onu vurdular. Burdette diye bir çiftçi."
"Öldü," dedi Ames. "Üzüldüm. Yaşaması gerekirdi. Asılacak
kadar uzun yaşaması gerekirdi." Ellerini kaldırdı ve alevlerle
dumana doğru salladı. "Dulinsky'nin bize yaptıklarına bak!"
"Yalnız değildi o," dedi Watts. "Colter çocukları da onunla
birlikteydi, hem de en başından beri."
1 55
"Onun yanında olsaydınız bunların hiçbiri yaşanmazdı,"
dedi Len. "Size sordu, Bay Ames. Size, Whinnery'ye ve diğer­
lerine. Tüm kasabaya sordu. Ve ne oldu? Dün gece hepiniz
lafı dolandırıp tezahürat yapıyordunuz, -evet, sen de Watts,
seni de gördüm!- sorun çıktığı anda da tavşanlar gibi kaç­
tınız. Kuzey yolunda elini kaldıran bir tek insan bile yoktu.
Öldürülme kısmını Mike'a bıraktılar."
Len'in sesi farkında olmadan yükselmiş ve sertleşmişti.
Len'i duyan adamlar dinlemek için yaklaştı.
"Bana öyle geliyor ki," dedi Ames, "bir yabancı için, bizim
ne yaptığımızla fazla yakından ilgileniyorsun. Neden? Bir
şeyleri değiştirmenin sana düştüğü fikrine nereden kapıldın
bakayım sen? Sahip olduğum her şeyi inşa etmek için tüm
hayatım boyunca çalıştım. Sonra sen ortaya çıktın ve Du­
linksy... "
Durdu. Gözlerinden yaşlar boşanıyor, dudakları bir çocuk
gibi titriyordu.
"Evet," dedi Watts. "Neden? Nereden geldin sen? Kanun­
ları çiğnemeyi kabul etmiyoruz diye bize korkak demen için
seni kim gönderdi?"
Len etrafına baktı. Şimdi her tarafı insanlarla çevrilmişti.
Yüzleri yanıklarla ve öfkeyle korkunç birer maskeye dönüş­
müş gibiydi. Yükselen dumanlar isli bir bulut gibi birikiyor,
alevler Sığınak'ın tüm zenginliğini yerken alçak homurtular
çıkarıyordu. Kasabanın merkezindeki yangın zilinin çalışı
durmuştu.
Biri Bartorstown'ın ismini söyleyince Len gülmeye baş­
ladı.
Watts uzandı ve Len'e bir tokat attı. "Komik, değil mi? Ta­
mam. Nereden geldin?"
"Piper's Run'da doğup büyüdüm."
"Orayı neden terk ettin? Neden sorun çıkarmak için bu­
raya geldin?"
"Yalan söylüyor," dedi başka bir adam. "Kesin Bartors­
1 56
town'dan geliyordur. Onlar şehirler tekrar kurulsun istiyor­
lar."
"Önemli değil," dedi Ames, alçak ve sakin bir sesle. "O da
işin içindeydi. Yardım etti." Arkasına döndü, elleri sanki bir
şeyi tutmuşçasına hareket ediyordu. "Sığınak'ta yanmamış
bir parça ip vardır hala."
Birdenbire tüm adamların yüzü hevesle aydınlandı. "İp,"
dedi biri. "Evet. Gidip bulalım." Başka biri, "Diğer piç kurusu­
nu da arayın," dedi. "İkisini de asalım." Bazıları nehrin kıyısı­
na koştu, diğerleri çalılara dalarak Esau'yu aramaya koyuldu.
Watts ve iki başka adam Len'i yere yatırıp üstüne çullandılar,
yumrukları ve dizleriyle dövmeye başladılar. Ames ayakta di­
kilip izledi, bir Len'e, bir yangına bakıyordu.
Adamlar geri döndü. Esau'yu bulamamışlardı ama kıyının
ileri kısmında bir sandalın bağlandığı ipi bulup getirmişlerdi.
Watts ve diğerleri Len'i çekerek ayağa kaldırdılar. Adamlar­
dan biri ipe gelişi güzel bir ilmek atıp Len'in başına geçirdi.
ip ıslaktı. Eski, yumuşak ve yıpranmıştı. Bir de balık koku­
yordu. Len şiddetli tekmeler savurup kollarını kurtardı. Kısa
kısa düzensiz hareketler yapan, birbirine yakın duran bir in­
san kalabalığı, tam ortalarında tekme atan, yumruk savuran,
dizleri ve dirsekleriyle insanlara vuran Len'i tekrar yakalayıp
ağaçlara doğru götürdüler. Burada bile, savaştığının aslın­
da bu insanlar olmadığını, okyanustan okyanusa, kuzeyden
güneye, huzurla uyuyan ve rahatsız edilmek istemeyen mil­
yonlarca evden, insanlardan, tarlalardan, köylerden oluşan
koskocaman, vıcık vıcık, boğucu bir kıtayla savaş verdiğini
anlayabiliyordu. Boğazındaki ip soğuktu ve kaşındırıyordu,
Len korkuyordu, bu adamların çok, çok küçük bir parçasını
oluşturduğu bir fikirle, inançla ve yaşam tarzıyla kavga ede­
meyeceğini biliyordu.
Hem yediği yumruklardan hem de kuzey yolunda başı­
na aldığı darbeden dolayı sersemliği hala sürüyordu, öyle ki
birdenbire etrafındaki insanların arttığı, çevresini daha beter 1 57
sardıkları ve kargaşanın çoğaldığı haricinde neler yaşandığı­
nı anlayamıyordu. Sertçe bir kenara fırlatıldı. Eller onu ser­

best bırakmış gibiydi. Bir ağaç kütüğüne çarptı ve kayarak


yere düştü. Hemen tepesinde bir surat vardı. Mavi gözleri,­
kum rengi bir sakalı vardı, sakalı ağzının iki yanında iki geniş
çizgi halini alarak kırlaşmıştı. Yüze baktı, "Bu kadar kalabalık
olmasaydınız, sizi öldürürdüm," dedi. Ve yüz yanıtladı. "Beni
öldürmek istemiyorsun, Len. Hadi evlat, kalk bakalım."
Len'in gözleri aniden doldu. "Bay Hostetter," dedi. "Bay
Hostetter." Ellerini kaldırıp adamı tuttu, sanki çok eskide
kalmış, karanlık ve korku dolu bir anıya çok benziyordu.
Hostetter, Len'i güçlü bir şekilde çekip kaldırdı ve boynun­
daki ipi çıkardı.
"Kaç," dedi. "Sakın arkana bakma."
Len koşmaya başladı. Hostetter'ın yanında birkaç başka
adam daha vardı, ellerindeki sopalar ve tekne kancalarıy-
la sağlam bir saldırıya geçmiş olmalılardı çünkü Sığınak'ın
adamları epey dağılmış durumdaydı. Yine de Len'i savaş­
madan vermeyeceklerdi, Hostetter ve grubunun karışması,
hepsini Bartorstown hakkında haklı olduklarına ikna etmiş­
ti. Artık Hostetter'ı da ele geçirmeye kararlılardı, bağırıyor,
küfürler savuruyor, tekrar toplanarak silah olarak kullana­
bilecekleri herhangi bir şey, taş, düşen dallar, toprak topak­
ları aranıyorlardı. Len koşarken sendeliyor ve topallıyordu,
Hostetter bir kolunu Len'in kolunun altına sokup onu hız­
landırdı.
"Tekne bekliyor," dedi. "Daha aşağıda."
Etraflarında bir şeyler uçuşmaya başladı. Bir taş Hostet­
ter'ın sırtından sekti ve geniş siperlikli şapkasının kenarları
omuzlarına değinceye kadar başını aşağı eğip koşmaya de­
vam etti. Bir ağaçlığın içine dalıp diğer taraftan çıktılar. Len
birdenbire durdu.
"Esau," dedi. "Esau olmadan gidemem."
1 59
"O çoktan bindi," dedi Hostetter. "Hadi!"
Tekrar koşmaya başladılar, suyun kenarına doğru inen bir
otlağı koşarak geçtiler, inekler kuyruklarını havaya kaldıra­
rak dörtnala koşup kaçtılar. Otlağın aşağı tarafında, tam kı­
yıda başka bir ağaçlık vardı, beride kısmen gizlenmiş durum­
da olan büyük, buharlı bir mavna bağlı duruyordu, iki adam
güvertede ellerinde baltalarla dikilmiş, ipleri kesmek için ha­
zır bekliyorlardı. Tekli alçak bacadan sanki söndürülmüş bir
ateş hızlıca tekrar canlandınlıyormuş gibi bir anda duman
yükselmeye başladı. Len, Esau'nın tırabzanlara tutunduğunu
gördü, ona san saçlı, uzun etekli biri eşlik ediyordu.
Kıyıdan tırabzanlara uzanan bir tahta parçası vardı. Tah­
tanın üzerinden güverteye çıktılar ve Hostetter baltalı adam­
lara seslendi. Taşlar yeniden uçuşmaya başlamıştı. Esau,
Amity'yi yakalayıp kızı hızla kaptan köşkünün diğer tarafına
götürdü. Baltalar parladı. Bağırtılar arttı, Watts'ın önderli­
ğindeki Sığınak adamları kıyıya koşturdu, Watts'la iki başka
adam da tahtanın üzerine çıkıyorlardı. Len, Ames'i araların­
da görmedi. İpler koptu ve bir çift yılan gibi suya düştü. Hos­
tetter, Len ve başka birkaç kişi uzun çubuklan alıp mavnayı
sertçe suya ittiler. Tahta, Watts ve diğer adamlarla birlikte
suya düştü. Aşağıdan bir kükreme ve tangırtı yükseldi, gü ­
verte sarsıldı v e bacadan kıvılcımlar yükseldi. Mavna akın­
tıya doğru ilerlemeye başladı. Watts beline kadar çamurlu
suyun içinde, kıyıya yakın bir yerde dikilmiş, yumruğunu
mavnaya doğru sallıyordu.
"Sizi tanıyoruz artık!" diye bağırdı, mavnanın kıyıyla arası
açıldıkça sesi zayıflıyordu. "Kaçamayacaksınız!"
Kıyıda duran, Watts'ın arkasındaki adamlar da bağırıyor­
du. Sesleri gitgide azaldı fakat nefretleri hala duyulabiliyor,
elleriyle yaptıkları çirkin işaretler hala görülebiliyordu. Len,
Sığınak'a baktı. Nehirde iyice açılmış olduklarından, rıhtı­
mın gerisini seçebiliyordu. Duman kasabanın büyük kısmını
gizliyor olsa da, Len yeteri kadarını görmüştü. Burdette'in
1 59
çiftçilerinin dokunmadığı ne varsa, yangın ilerleyerek onları
da yutuyordu.
Len güverteye oturup sırtını kaptan köşküne dayadı. Kol­
larını dizlerine koydu, başını da kollarına yasladı, içinde kü­
çük bir çocuk gibi ağlamak için boğucu bir arzu duydu fakat
bunu bile yapamayacak kadar yorgundu. Sadece öylece otu­
rup kaldı, vücudunun geri kalanı gibi, zihnini de hissizleştir­
meye çalıştı. Ama yapamadı, gözünün önüne sürekli olarak
Dulinsky'nin kuzey yolunun sıcak tozu içinde duraklayışı ve
düşüşü geliyordu, büyük yangının kokusunu alıyordu. Bur­
dette'in, "Aramızda şehir istemiyoruz," diyen sert sesi kulak­
larında çınlıyordu.
Bir süre sonra, birinin önünde dikildiğini fark etti. Başını
kaldırdı, Hostetter'dı, şapkası eline almış, paltosunun koluy­
la yorgun yorgun alnını siliyordu.
"İşte, evlat," dedi. "İstediğin oldu. Bartorstown'a gidiyor­
sun."
14

llık ve huzurlu bir geceydi. Gökyüzünde ay vardı. Nehrin


yüzeyini aydınlatıyor, iki kıyıyı kara gölgelere dönüştürüyor­
du. Mavna sallana sallana gidiyordu, nazikçe çuf çuflayarak
akıntının gücüne az da olsa destek veriyordu. Güvertede çok
fazla mal vardı, hepsi güvenle bağlanmış, yağmura karşı ke­
ten bezle güvenceye alınmıştı. Len kendine bir yer bulmuştu.
Bir süre uyumuştu, şimdiyse sırtını bir balyaya dayamış, neh-
160 rin akışını izliyordu.
Hostetter, güvertenin ön kısmında boş kalmış dar alan­
dan yavaşça yürüyerek yaklaştı. Peşisıra eski bir pipodan
yükselen tütün dumanının kokusu geliyordu. Len'in doğrul­
duğunu görünce durdu. "Daha iyi misin?"
"Midem bulanıyor," dedi Len, bunu öyle sertçe söylemişti
ki Hostetter ne anlatmaya çalıştığını anladı. Başını salladı.
"Şimdi Bill Soames'u öldürdükleri gece ne hissettiğimi
anlıyorsun."
"Katiller," dedi Len. "Korkaklar. Piçler." Kelimeler boğa­
zında düğümlenene dek onlara lanet okudu. "Yol boyunca
nasıl dikildiklerini görmeliydin. Sonra Burdette vurdu onu.
Mısırların arasında fare bulunca vurursun ya, aynı öyle vur­
du."
"Evet," dedi Hostetter yavaşça, "Dulinsky'nin peşinden
gitmemiş olsan seni daha erken alacaktık. Zavallı adam. Ama
şaşırmadım."
"Ona da yardım edemez miydiniz?"
"Biz mi? Bartorstown'ı mı diyorsun?"
"O da seninle aynı şeyleri istiyordu. Büyüme, ilerleme,
akıl, bir gelecek. Yardım edemez miydiniz?"
Len'in sesinde bir keskinlik vardı. Ama Hostetter sadece
ağzındaki pipoyu çıkarıp sakince sordu: "Nasıl?"
Len düşündü. Bir süre sonra, "Sanırım edemezdiniz,"
dedi.
"Bir ordu olmadan hayır. Bizim bir ordumuz yok, olsa bile
kullanmazdık. İnsanların tüm düşünce ve yaşam şekillerini
değiştirmesi için muazzam bir güç lazım. Tıpkı dünkü gibi
bir gücümüz bizim de vardı, zaman ülkeler için böyle geçer
ve biz artık daha fazlasını istemiyoruz."
"Yargıç da bundan korkuyordu. Değişimden. Yerinde öy­
lece durup Dulinsky'nin ölümünü izledi." Len başını iki yana
salladı. "Bir hiç için öldü. Bunun için öldü. Bir hiç için."
"Hayır," dedi Hostetter, "ben öyle düşünmüyorum. Ama 161
sadece bir Dulinsky yetmez. Daha fazlası gerekir, önce biri
sonra biri daha, hem de farklı farklı yerlerde ... "
"Sonra başka Burdetteler olacak, başka yangınlar çıka­
cak."
"Evet. Ve bir gün, bir tanesi doğru zamanda ortaya çıka­
cak ve değişim yaşanacak."
"Bu dört gözle beklenecek çok şey demek."
"Bu işler böyle. O yüzden tüm Dulinskyler büyük bir ide­
al için verilmiş şehitler olacak. Bu esnada, senin gibiler de
huzuru bozan insanlar haline geliyor. Ve lanet olsun ki bir
anlamda haklılar, bunu sen de biliyorsun, Len. Onlar huzur­
lu ve mutlu. Bu esnada, sen veya bizden herhangi biri, kim
oluyor da tüm düzenin yıkılıp değiştirilmesi gerektiğini söy­
lüyor?"
Len döndü ve ay ışığının altındaki Hostetter'a baktı. "Bu
yüzden mi sadece öyle durup izliyorsun?"
Sesinde minik bir sabırsızlıkla Hostetter, "Bence bizi he­
nüz anlamıyorsun," dedi. "Biz Süpermen değiliz. Sadece ha­
yatta kalmak için, yeniden inşa edilmek istemeyen bir ülkeyi
yeniden inşa etmeye çalışmadan, elimizden geleni yapıyo­
ruz."
"Ama haklı olduklarını nasıl söylersin? Burdette gibi cahil
katiller, yargıç gibi ikiyüzlüler oldukça... "
"Dürüst insanlar, Len, ikisi de öyle. Evet, öyleler. İkisi de
bu sabah yataklarından kalkıp en soylu düşünceler ve iyi ni­
yetlerle gidip doğru olduğunu düşündükleri şeyi yaptılar. Ba­
şından beri, ister şeker çalan bir çocuk, ister soykırım yapan
bir diktatör, hiç kimse gerçekten doğruluğundan ve haklılı­
ğından emin olmadığı bir şey yapmaz. Bu, rasyonelleştirme
denen bir zihin oyunudur. İnsan ırkına düşünebileceğin her
şeyden daha çok zarar vermiştir bu."
"Burdette, belki," dedi Len. "O da, o malum gecede vaaz
162
veren adam gibi biriydi. Ama yargıç değil. O bunu yapmama­
sı gerektiğini biliyordu."
"O anda değil. İşin özeti bu. Tereddütler daima sonra ge­
lir, çoğu zaman da geç kalırlar. Mesela sen, Len. Evden kaçar­
ken, içinde hiç tereddüt var mıydı? Kötü bir şey yapacağım ve
ailemi çok üzeceğim diye düşündün mü?"
Len uzunca bir süre cevap vermeden parlayan suya bak­
tı. Sonunda, tuhaf şekilde alçak bir sesle, "Onlar nasıl?" diye
sordu. "İyiler mi?"
"En son haber aldığımda iyilerdi. Ben bu sene ilkbaharda
gitmedim."
"Büyükannem?"
"Bir sene önce, aralık ayında öldü.''
"Evet," dedi Len. "Çok yaşlıydı." Büyükannesi hakkında
bu kadar üzülmesi tuhaftı. Sanki hayatının bir parçasını kay­
betmişti. Birdenbire, acı verici bir berraklıkla, büyükannesini
kapı sahanlığında, güneşin altında otururken, ekim ayında
ağaçların kırmızı rengini izlerken, uzun bir zaman önce,
dünya farklı bir yerken sahip olduğu kırmızı elbiseyi anlatır­
ken gördü.
"Babam onu bir türlü susturamazdı," dedi.
Hostetter başını salladı. "Benim büyükannem de aynı öy­
leydi."
Tekrar sessizlik. Len oturduğu yerde nehri izlemeye de­
vam etti. Geçmişi sırtında ağır bir yüktü. Bartorstown'a git­

mek istemiyordu. Evine dönmek istiyordu.


"Ağabeyin de iyi," dedi Hostetter. "İki de oğlu oldu."
"iyiymiş."
"Piper's Run pek değişmedi."
"Değişmemiştir," dedi Len. "Ben de öyle düşünmüştüm."
Ve sonra ekledi. "Of, yeter!"
Hostetter gülümsedi.
"Sana göre avantajlı olduğum konu bu işte. Ben evime dö-
nüyorum. Uzun zaman oldu." 1 63
"O zaman Pennsylvanialı değilsin sen."
"Ailem aslında oralı. Ben Bartorstown'da doğdum."
Eski bir öfke içinde yükselip Len'i rahatsız etti. "Dinle,"
dedi, "neden kaçtığımızı biliyorsun. Nerede olduğumuzu ve
ne yapmakta olduğumuzu başından beri biliyor olmalısın."
"Kendimi biraz sorumlu hissettim," diyerek itiraf etti
Hostetter. "Sizi gözlüyordum."
"Tamam," dedi Len, "neden bizi bu kadar beklettin? Nere-
ye gitmek istediğimizi biliyordun."
Hostetter, "Soames'u hatırlıyor musun?" diye sordu.
"Onu asla unutmayacağım."
"O da bir çocuğa güvendi."
"Ama," dedi Len, "Ben seni ... " Sonra Esau'nun, Hostetter'ı
nasıl kötü bir duruma düşürdüğünü hatırladı. "Sanırım seni
anlıyorum."
"Bartorstown'da asla çiğnenemeyecek bir kanun vardır.
Biz bu kanuna 'Elleme' deriz, bu kanun yüzünden, Bartors­
town'ın adı bile senin asılman için yetebilecekken biz bunca
senedir hayatımıza devam edebiliyoruz. Soames bu kanunu
çiğnedi. Şu anda ben de çiğniyorum ama ben izin aldım. İnan
bana, bu yüzyılın başarısı olabilir. Bir hafta boyunca dil dö ­
küp Sherman'ı... "
"Sherman," dedi Len, doğrularak. "Evet, Sherman. Sher­
man, Byers'tan haber alıp almadığını soruyor... "
"Ne diyorsun sen?" diye sordu Hostetter, bakakalmış bir
şekilde.
"Telsizde," dedi Len, eski heyecan yazın ortasında düşen
bir yıldırım gibi çarpmıştı onu. "Ahırdaki inekleri serbest bı­
raktığım gece, sesler konuşuyordu. İneklerin peşinden dere­
ye gitmiştik ve Esau radyoyu düşürdü. Makara parçası açıldı,
sonra sesler geldi - Sherman bilmek istiyor. Ve nehirle ilgili
bir şeyler. O yüzden Ohio boyunca ilerledik."

1 64
"Ha, evet," dedi Hostetter. "Telsiz. Her şeyin başı o telsiz,
değil mi? Onu çaldığı için Esau'ya bir borcum vardı. Kaybol­
duğunu görünce döktüğüm terler için borcum vardı ona."
Hostetter ürperdi. ''Tanrım. Beni açığa çıkarmaya ne kadar
yaklaştığını düşününce... Asla canlı çıkamazdım, biliyorsun.
Senin insanların bana gitmemi ve bir daha gelmememi söy­
lerdi ama ünüm yayılırdı. Esau'yu kurtlara atmak zorunda
kaldım, üzgün olduğumu da söyleyemem. Ama senin de me­
seleye dahil olman çok kötü oldu."
"Seni hiç suçlamadım. Esau'ya bunun kolay olmayacağını
söylemiştim."
"Eh, çiftçilere teşekkür edebilirsin çünkü onlar olmasa
Sherman'ı sizi almaya ikna edemezdim. İki taraftan birinin
sizi kesinlikle öldüreceğini, sizin ölümünüzü vicdanımın
kaldıramayacağını söyledim. Nihayet ikna oldu fakat, sana
söyleyeyim, Len, biri bir daha sana iyi bir tavsiye verirse, o
tavsiyeye uy."
Len boynunda ipin kestiği yeri ovdu. "Evet, efendim. Ve
teşekkürler. Yaptığınız iyiliği unutmayacağım."
Hostetter çok ciddi bir tavır ve Len'in babasının bazen
konuştuğu bir havayla, "Unutma," dedi. "Çünkü sadece be­
nim değil, Sherman'ın da değil ama pek çok insanın ve dü­
şüncenin hayatı senin unutmamana bağlı olabilir."
Len yavaşça, "Bana güvenemeyeceğinden mi korkuyor-
sun?" diye sordu.
"Mesele tam olarak güven meselesi değil."
"Ne o zaman?"
"Bartorstown'a gidiyorsun."
Len yüzünü astı. Hostetter'ın ne demeye çalıştığını anla­
maya çalışıyordu. "Ama gitmek istediğim yer orası zaten. Bu
yüzden ... bunca şey oldu."
Hostetter düz kenarlıklı şapkasını alnından yukan doğru
itti. Yüzü ay ışığında net olarak göründü. Gözleri anlayış ve
sakinlikle Len'in üzerindeydi. 1 65
"Bartorstown'a gidiyorsun," diye tekrar etti. "Senin ka­
fanda hayal ettiğin bir yer var, ona bu ismi vermişsin ama
gittiğin yer orası değil. Sen gerçek Bartorstown'a gidiyorsun
ve bu yer muhtemelen kafandaki yere pek benzemeyecek.
Orayı sevmeyebilirsin. Orayla ilgili oldukça güçlü düşünce­
lerin olabilir. İşte bu yüzden, bize borçlu olduğunu unutma
diyorum.';
"Bak," dedi Len. "Bartorstown'da insan bir şeyler öğre­
nebiliyor mu? Kitaplar okuyup hakkında konuşabiliyor mu?
Makineler kullanabiliyor mu? Gerçekten düşünebiliyor mu?"
Hostetter başını salladı.
"O zaman orayı seveceğim." Len gecenin karanlığında­
ki sakin topraklara; uykudaki, cinayete meyilli, nefret dolu
ülkeye baktı. "Bunların hiçbirini bir daha görmek istemiyo­
rum. Asla."
"Hiç değilse benim hatırıma," dedi Hostetter, "umarım
uyum sağlayabilirsin. Başımda yeteri kadar dert var zaten,
Sherman'a bir de kızı açıklayacağım. O plana dahil değildi.
Ama başka ne yapabilirdim bilemedim."
"Ben de onu merak ediyordum," dedi Len.
"Esau'nun yanına gelmişti, ona kaçması için yardım ede­
cekti. Ailesine · dönemeyeceğini söyledi. Esau'yla kalacağını
söyledi. Zaten Esau'yla kalmak zorunda olduğu açıktı."
"Neden?" diye sordu Len.
"Haberin yok mu?"
"Yok."
"Dünyadaki en güzel sebepten," dedi Hostetter. "Esa­
u'nun çocuğunu taşıyor."
Len açık ağzıyla bakakaldı. Hostetter doğruldu. Kaptan
köşkünden bir adam çıkıp Hostetter'a, "Sam telsizden Col­
lins'le konuşuyor," dedi. "Sen de gelsen iyi olur, Ed."
"Sorun mu var?"

166
"Görünen o ki giderken suya düşürdüğümüz arkadaşımız
söylediklerinde ciddiymiş. Collins ay çıktığı gibi iki römor­
kör geçti diyor. Bir şey çekmiyorlarmış ama ağızlarına kadar
adam dolularmış. Biri Sığınak'tan, biri Shadwell'den kalk­
mış."
Hostetter yüzünü ekşitti. Piposundaki külleri döktü ve
onları çizmesinin altında dikkatle ezdi. Len'e döndü, "Col­
lins'e gözünü dört açmasını söylemiştik, her ihtimale karşı.
Bir yüzen evi var. Gezen bir gözlem noktası olarak çalışıyor.
Neyse, gel bakalım. Bartorstownlı olmanın bir parçası bu da.
Şimdiden alışsan iyi olur."
15

Len, Hostetter ve adının Kovacs olduğunu öğrendiği diğer


adamı kaptan köşküne giderlerken takip etti. Kaptan köşkü
teknenin üçte ikisi boyundaydı, ekip için barınma imkanı
sağlamaktan ziyade, kargo için çatı olarak inşa edilmişti. Du­
varlara monte edilmiş bazı dar yataklar vardı ve Aınity dağıl­
mış saçları, solgun yüzü ve ağlamaktan şişmiş gözleriyle bu
yataklardan birinde yatıyordu. Esau yatağın kenarına otur-
muş, kızın elini tutuyordu. Burada uzun zamandır oturuyor- 1 67

muş gibi bir görünüyordu. Yüzünde Len'in daha önce gördü-


ğünü hatırlamadığı bitkin, üzgün ve endişeli bir ifade vardı.
Len, Amity'ye baktı. Amity, Len'in gözlerine bakmadan
bir şeyler söyledi, Len de selam verdi, kendini bir yabancıyla
konuşuyor gibi hissetmişti. Çoktan dinmeye başlamış bir sı­
zıyla, güllü çardakta öptüğü sarı saçlı kızı ve o kızın ne kadar
da hızlıca kaybolduğunu düşündü. Burada yatan bir kadındı,
başka birinin kadınıydı, çoktan yüzünde hayatın zorlukları
ve dertleri görülebiliyordu. Len bu kadını tanımıyordu.
"Babamı gördün mü, Len?" diye sordu Aınity. "O iyi mi?"
"Son gördüğümde iyiydi," dedi Len. "Çiftçiler ona zarar
verme niyetinde değildi. Ona dokunmadılar."
Esau kalktı. "Şimdi uyu biraz. İhtiyacın olan bu." Kızın
elini okşadı ve yukarı bir perde gibi çivilenmiş ince battani­
yeyi çekti. Aınity itiraz edercesine mırıldandı ve Esau'ya faz­
la uzaklaşmamasını söyledi. "O konuda endişelenme," dedi
Esau, sesinde minicik bir çaresizlik tonuyla. "Gidecek bir yer
yok." Hızlıca Len'e, sonra da Hostetter'a baktı. Len, "Tebrik­
ler, Esau," dedi.
Esau'nun elmacıkkemikleri yavaş yavaş kızardı. Omuzla­
nnı kaldırdı ve sanki karşı gelircesine, "Bence harika oldu,"
dedi. "Nasıl olduğunu biliyordun, Len. Yani, daha önce yar­
gıç yüzünden evlenemememizin nedenini falan."
"Aynen," dedi Len. "Biliyorum."
"Ve sana söylemem lazım," dedi Esau. "Kendi çocuğuma,
babamın bana olduğundan daha iyi bir baba olacağım."
"Bilemiyorum," dedi Len. "Benim babam dünyanın en iyi­
siydi, ben o kadar iyi çıkmadım."
Zemindeki bir kapağa bağlanmış merdivenden ambara
inen Hostetter ve Kovacs'ın peşinden gitti.
Mavnanın suyun üzerinde kalabilmesi için fazla derinlik
gerekmiyordu ama altmış ayak uzunluğunda, on sekiz adım
168 genişliğinde bir tekneydi, yük ambarının her yeri sandıklar,
balyalar ve çuvallarla doluydu. Mavnada yoğun bir ahşap,
nehir suyu, un, kumaş, mum yağı, zift ve Len'in tanıyama­
dığı sürüyle koku vardı. Kıç bölmesinin ötesinden, motorun
gümbürdeyen ritmi boğuk ve gök gürültüsünü andıran bir
sesle duyulabiliyordu. Kapağın hemen altında bir boşluk bı­
rakılmıştı, böylece merdivenlerden inen kişi delinen veya yer
değiştiren bir şey olup olmadığını görebiliyordu, merdiven
de sağlam güverteye yerleştirilmiş sağlam bir parçaya benzi­
yordu. Ancak kaplamanın kare şeklindeki bir parçası çıkar­
tılmıştı ve orada küçük bir çukur vardı, çukurun içinde, gö­
rünce Len de tanımıştı, bir telsiz duruyordu, gerçi bu telsiz,
Esau'yla birlikte çaldıkları telsizden daha büyüktü ve başka
farklara da sahipti. Bir adam telsizin yanında oturmuş, ko­
nuşuyordu, tepesine de ışık vermesi için bir fener asılmıştı.
"İşte geldiler," dedi. "Bir dakika bekle." Döndü ve Hostet­
ter'la konuştu. "Collins şu anda en iyi seçeneğimizin çağla-
yanda Rosen'la iletişime geçmek olduğunu söylüyor. Nehir
şu anda epey alçak, o yüzden az bir yardımla onları orada
atlatabileceğimizi düşünüyor."
"Denemeye değer," dedi Hostetter. "Sen ne dersin, Joe?"
Kovacs, Collins'in haklı olduğunu düşündüğünü söyledi.
"Kavga etmeyi kesinlikle istemiyoruz. Hafif seyahat ettikle­
rinden bize yetişecekleri de kesin."
Esau da merdivenleri inmişti. Len'in yanında dikilmiş,
dinliyordu.
"Watts?" diye sordu.
"Sanının. Hızla Shadwell'e gidip adam toplamış olmalı."
"Hepsi kafayı yemiş," dedi Kovacs. "Çiftçilere karşılık ver-
meleri zo-r, o yüzden öfkelerini bizden çıkarıyorlar. Ayrıca,
bizi buldukları her yerde meşru hedef olarak görüyorlar." İri­
yarı, genç bir adamdı, teni güneşten kahverengiye dönmüş­
tü. Onu korkutmak için büyük çaba sarf etmek gerekirmiş
gibi duruyordu. Şu anda korkmuş görünmüyordu fakat Len, 1 69
Sığınak'tan gelen teknelere yakalanmamak konusunda gös­
terdiği kararlılıktan etkilenmişti.
Hostetter, telsizin başındaki adama bakarak başını salla­
dı. "Pekala, Sam. Rosen'la konuşalım."
Sam, Collins'le vedalaştı ve düğmeleri çevirmeye koyuldu.
"Tanrım," dedi Esau, ağladı ağlayacak bir sesle, "o şeyi ne ka­
dar kurcalamıştık da tek bir ses duyamamıştık. Ben de gidip
o kitapları çalmıştım ... " Başını iki yana salladı.

"Gece vakti dinlemediyseniz," dedi Hostetter, "hiçbir


şey duyamazdınız." Şimdi o da çukurun yanına çömelmiş,
Sam'in omzunun hemen üzerinde duruyordu.
"O da Len'in fikriydi," dedi Esau. "Gündüz vakti görülme
veya duyulma riskinin sizin için çok daha büyük olacağını
düşündü."
"Şu anda olduğu gibi," dedi Kovacs. "Anteni kaldırdık. Gö­
rebilecek kadar ışığınız varsa, epey göz önünde bir şey."
"Kapa çeneni," dedi Sam, telsize eğilerek. "Benim ne iste­
diğimi... Hey, bana bir dakikalığına açık bir kanal verir misi­
niz? Acil durum." Hoparlörden yükselen karmakarışık tiz ve
çirkin sesler netleşti, "Ben lndian Ferry'den Petto," diyen bir
sese dönüştü. "Aktarmamı ister misin?"
"Hayır," dedi Sam. "Rosen'ı istiyorum. Menzil içinde. Çok
ses çıkarma, olur mu? Peşimizde haydutlar var."
"Ha," dedi Petto'nun sesi. "Yardım isterseniz seslen."
"Teşekkürler." Sam tekrar düğmeleri kurcalamaya döndü
ve Rosen'a seslenmeye devam etti. Len merdivenin yanında
dikildi, izledi ve dinledi, geriye dönüp bakınca, sanki tüm ha­
yatını Pymatuning'in kıyısındaki Piper's Run'da, o inatçı kü­
çük kutudan ses çıkartmaya çalışarak geçirmiş gibi geldi. Şu
anda, şaşkınlık ve yorgunluk içinde, tüm bunların bir parçası
olduğunu duyabiliyor, görebiliyor fakat tam olarak kavraya­
mıyordu.
170
"Bu bizimkinden çok daha büyük," dedi Esau öne çıka­
rak. Gözleri tıpkı daha önce olduğu gibi parlıyordu, yakışıklı
ve inatçı yüzü tekrar bir oğlan çocuğunun çehresine bürün­
müştü, yorgunluktan konuşmasına yansıyan sarsaklık artık
bir heyecanla kaybolmuştu. "Nasıl çalışıyor? Anten de ne?
Nasıl..."
Kovacs detaylara girmeden bataryaları ve transistörleri
anlatmaya başladı. Aklı başka yerdeydi. Len bakışını Hos­
tetter'ın yüzüne çevirdi, çehresi çok iyi tanıdığı kahverengi
Amiş şapkasının gölgesiyle yan yarıya gizlenmişti, adamın
kare biçiminde kesilmiş saçları ve sakalının şekli de son
derece tanıdıktı - Len babasını düşündü, ağabeyi James'i
ve onun iki oğlunu düşündü artık eski dünyayı düşünerek
üzülmeyecek büyükannesini düşündü, şimdi muhtemelen
kocaman olmuş olan bebek Esther'i düşündü sonra başını
Hostetter'ı göremeyeceği bir yere, fenerin çember şeklinde
aydınlattığı yerin ötesine, anlamsız kargo şekilleri ve loşlukla
tıka basa dolu gayrı şahsi karanlığa çevirdi. Motor yavaş ve
ritmik bir şekilde gümbürdedi ve uyuyan birinin nefes alıp
verişine benzer, kısa bir ses çıkardı. Len pervane kanatlarının
suya çarptığını duyabiliyordu, şimdi başka sesler de duymaya
başlamıştı: Mavnanın ahşabı andıran gıcırtılarını, teknenin
altından akan nehrin akıntısını ve köpürmesini. O sersemlik
anlarından birini yaşıyordu, ilk olarak bu yerde ne yaptığını
sormasıyla başlayıp son yirmi dört saatte çok fazla şeyin ya­
şandığını ve yorgun olduğunu fark etmesiyle sona eren çıl­
gın bir yolculuktu bu.
Sam, Rosen'la konuşuyordu.
"Şimdi biraz hızlanacağız. Bir sığlığa denk gelmezsek gün
doğumundan hemen sonra varırız."
"O zaman dikkatli olun," dedi Rosen'ın hoparlörden yük­
selen hışırtılı sesi. "Kanal şu sıralar pek çetrefil."
"Akıntılardan gelen bir şey var mı?"
. "Tahta parçaları işte. Kanal tıkanıyor. Tahtaları kanalın 171
iki ucuna yığdırdım. Zorunda kalmadıkça kapıları kurcala­
mak istemiyorum. Buraya yerleşip kendimi kabul ettirebil­
mek için yıllarımı verdim ama en küçük bir şüphe bile ... "
"Evet," dedi Sam. Biraz tesadüfi duracak, sanının. Elbette
sertçe bindirip geçebilirsek... "
"Benim mavnamla öyle şey yapamazsın," dedi Kovacs.
"Daha onunla gidecek çok yolumuz var, ayrıca karinası tek
parçayken seviyorum onu. Başka bir yolu olmalı."
"Düşüneyim," dedi Rosen.
Düşünürken, uzun bir sessizlik yaşandı. Adamlar telsizin
etrafında bekliyor, derin derin nefes alıyorlardı.
Ürkek bir şekilde, bir ses, "Yine ben, Petto, lndian
Ferry'den,'' dedi.
"Tamam. Ne oldu?"
"Düşünüyordum da. Nehir epey sığ, kanal da dar. Kanalı
tıkamak kolay olsa gerek."
"Aklında bir şey var mı?" diye sordu Hostetter.
"Burnun ucunda, hemen açıklarda bir tarak gemisi var,"
dedi Petto. "Adamlar geceleri köye geliyor, o yüzden kimse­
nin boğulmasını düşünmemize gerek yok. Şimdi, eğer hala
karanlıkken buradan geçebilirseniz, ben de tarak gemisinin
başında onu çözmek için bekleyebilirim, nehir tam burada
kıvrılıyor, akıntı gemiyi enine çevirir, gemi geri çekilene ka­
dar yanından kano dışında hiçbir şeyin geçemeyeceğine bah­
se girerim."
"Petto," dedi Sam, "seviyorum seni. Duydun mu, Rosen?"
"Duydum. Çözümü bulduk gibi."
"Aynen," dedi Kovacs, "ama oraya vardığımızda, bizi he­
men kilitlemen lazım, her ihtimale karşı."
"Dikkatli olacağım," dedi Rosen. "Görüşürüz."
"Tamamdır," dedi Sam. "Petto?" Sinyalleri ve zamanla­
mayı ayarlayarak kanalın mevcut konumları ve lndian Ferry

1 72
arasında kalan kısmın durumunu tartışarak konuşmaya baş­
ladılar. Kovacs döndü, Len ve Esau'ya baktı.
"Gelin," dedi. "Size bir iş vereceğim. Buharlı motorlardan
anlar mısınız?"
"Biraz," dedi Len.
"Eh, bununla ilgili bilmeniz gereken tek şey ateşi sürekli
harlı tutmanız. Acelemiz var."
"Tabii," dedi Len, yapacak bir şey bulmuş olmanın se­
vinciyle. Yorgundu fakat zihni eski anılardan ve mutsuz
düşüncelerden, çoktan Soames'un yüzüne benzemeye baş­
lamış Dulinsky'nin ölürkenki yüzünün görüntüsünden kur­
tulacaksa, biraz daha yorulmaya katlanabilirdi. Kovacs'ın
ardından merdivenleri tırmandı. Kaptan köşkünde, Amity
görünüşe göre uykuya dalmıştı çünkü yanından geçtiklerin­
de hiçbir kıpırtı göstermemişti, Esau ise parmak uçlarında
yürüyor, Amity'nin yatağına bir perde vazifesi gören batta­
niyeye endişeli endişeli bakıyordu. Bir dakika b oyunca gece
havası tenlerine dokundu, temiz ve serindi sonra tekrar de­
liğe, kazanın bulunduğu bölüme girdiler. Burada sıcak de­
mir ve kömür tozu kokusu vardı, çok terli görünen bir adam,
elindeki geniş kürekle kova ve ocak kapısı arasında mekik
dokuyordu. Kovacs, "Saf1:a yardım getirdim, Charlie," dedi.
"Harekete geçiyoruz."
Charlie başını salladı. "Şurada kürek var." Kapıyı ayağıy­
la açıp kömürü kürekle atmaya koyuldu. Len gömleğini çı­
kardı. Esau da gömleğini çıkarıyordu, düğmelerinin yarısını
açmıştı ki kazana bakarak, "Daha farklı olacağını düşünüyor­
dum," dedi.
"Ne?" dedi Kovacs.
"Motoru diyorum. Yani, Bartorstown'dan geldiğinize göre
istediğiniz türde bir motorunuz olabilirdi hem ayrıca düşü­
nünce ... "
Kovacs başını iki yana salladı. "Odun ve kömürden baş­
ka yakıt yok. Bunları kullanmak zorundayız. Ayrıca, nehir 173
boyunca bir sürü yerde duruyoruz, bir sürü insan tekneye
biniyor. Görmek istedikleri ilk şey de motor oluyor. Farklı
bir motor olsa bir bakışta anlarlar. Mesela motorun arızalan­
dığını düşün? O zaman ne yapacaksın, yedek parça için ta
Bartorstown'a kadar gidecek misin?"
"Anladım," dedi Esau. "Sanırım öyle." Gözle görülür şekil­
de hayal kırıklığına uğramıştı. Kovacs gitti. Esau gömleğini
çıkarmayı bitirdi, bir kürek aldı ve kömür kovasının başında­
ki Len'in yanına geldi. Charlie bacanın çekişini kontrol edip
güvenlik vanasına bakarken, Esau ve Len ateşi beslediler. Pis­
tonun gümbürtüsü hızlandıkça hızlandı, kanatlı çarkı dön­
dürdü ve mavna süratini artırarak akıntı yönünde ilerlemeye
başladı. Sonunda Charlie bir süre durmalarını işaret edince
işlerini bırakıp küreklerine yaslandılar ve yüzlerindeki teri
sildiler. "Bence Bartorstown hayal ettiğimiz gibi bir yer çık­
mayacak," dedi Esau.
"Hiçbir şey," dedi Len, "hayal ettiğin gibi çıkmaz."
Başka bir adam gelerek yarışın bittiği haberini verip Len
ve Esau'ya durmalarını söyleyinceye kadar epey zaman geç­
miş gibiydi. Yorgun argın güverteye çıktılar, çark kanatları­
nın terse dönmesiyle Len mavnanın sarsılıp titrediğini his­
setti. Bu durum bu gece ilk kez yaşanmıyordu. Len, Kovacs'ın
ya şeytan gibi bir kaptan olduğunu ya da şeytan gibi bir kap­
tanı olduğunu düşündü.
Kaptan köşküne yaslandı, serin hava ürperticiydi. Ayın
gökyüzünden kaybolduğu ve güneşin henüz doğmadığı o ya­
vaş geçen, karanlık zamandaydılar. Nehrin kıyısı alçak, kara
bir leke gibi görünüyordu, üstü sisle kaplanmıştı. İleride,
sert bir duvara çarpmışçasına kıvrılıyordu, sanki nehir orada
sona eriyordu da mavna bir dakika içinde karaya vuracaktı.
Len esneyip kurbağaları dinledi. Mavna döndü, nehir orada
yönünü değiştiriyordu. Kavisin hemen göbeğinde bir köy
1 74
duruyor, evlerin kare biçimleri görülmekten ziyade hissedi­
liyordu. Bumun ucuna yakın bir yerlerde ise birkaç kırmızı
ışık yanıyor, havada asılı gibi duruyorlardı.
Ön güvertede bir fener hızlıca üç sefer gösterilip gizlendi.
Alçaktan, suyun yüzeyinden, yanıt veren bir ışığın yanıp sön­
düğü görüldü. Orada olduğunu bildiği için, Len içinde bir
adamın durduğu solgun kanoyu seçebildi sonra birdenbire,
tarak gemisinin hayaletimsi, devasa biçimi karanlığın için­
den kanoya doğru atılır gibi oldu. Şekil kayıp gitti. Kısmen
demonte edilmiş bir kamara, düz bir platformun üzerine
iskeleti andıran bir biçimde yerleştirilmişti, çok büyük, ağır
bir demir kepçesi vardı. Sonra tarak gemisi arkalarında kaldı,
Len kırmızı ışıkları izledi. Uzunca bir zaman hareket etmiyor
gibiydiler sonra hafifçe ilerlemeye başladılar ardından biraz
daha, ağır ağır, muhteşem bir yavaşlıkla karşı kıyıya doğru
savruldular, nehrin aşağı kısmından yükselen gürültü de bir
saniye sonra geldi.
"Gemiyi yarın bu saatlerde buradan çıkarmış olurlarsa
şanslılar," dedi Esau.
Len başıyla onayladı. Gerginliğin kalktığını hissediyordu
belki de bu duygunun sebebi haftalardır kendini ilk kez gü­
vende hissedişi olabilirdi. Sığınaklı adamlar artık kendilerini
takip edemezlerdi, gönderecekleri herhangi bir haber de on­
ları durduramayacak kadar geç ulaşırdı.
"Ben yatıyorum," dedi ve kaptan köşküne girdi. Amity
hala perdesinin arkasında uyuyordu. Len, Amity'nin yata­
ğından en uzak yatağı seçip neredeyse yattığı anda uyuya­
kaldı. Aklındaki son düşünce Esau'nun baba olacağıydı, bir
sebepten, bu hiç doğru gelmiyordu. Sonra Watts'ın yüzü ve
ıslak ipin korkunç kokusu araya girdi. Len nefessiz kaldı ve
mırıldandı ardından karanlık tüm sakinliği ve derinliğiyle
üzerine çöktü.

1 75
16

Ertesi sabah küçük gemilerden, römorkörlerden, buhar­


lı mavnalardan, düz karinalı teknelerden oluşan uzun bir
sıranın parçası olarak kanaldan geçtiler, akıntıyla körfeze
kadar ilerlediler, tüccarların yüzen dükkanları nehrin tek
yol olduğu yalnız kasabalara gitmek için kıyıda ilerleyen at
arabaları gibilerdi. Kovacs, Rosen'in kanal havuzu içinde su
seviyelerini daha hızlı ayarlayarak mavnayı geçirdiğini söyle-
m miş olsa da bu yavaş bir süreçti. Oturup olan biteni izlemek
için epeyce zaman kalıyordu. Güneş, bir sis dalgasının için­
de yükselmişti. Sis şimdi dağılmıştı fakat sıcaklığın kalitesi
de değişmişti, dünkü kuru ve yakıcı berraklıktan eser yoktu.
Hava nemli ve ağırdı. En ufak bir hareket insanın tenini tere
boğuyordu. Kovacs burnunu havaya dikerek fırtına kokusu
aldığını söyledi.
"Öğleden sonra gibi," dedi Hostetter, gözlerini kısıp gök­
yüzüne bakarak.
"Aynen," dedi Kovacs. "Tekneyi bağlayacak bir yer düşün­
sek iyi olur."
Mavnasının bakımını yapmak için gitti. Hostetter kaptan
köşkünün kenarında bulabildiği gölgelikte, güvertede oturu­
yordu. Len de gidip yanına oturdu. Amity yatağına geri dön­
müştü, Esau da onun yanındaydı. Len zaman zaman küçük
pencerelerden gelen mırıltılarını duyabiliyordu fakat ne söy­
lediklerini anlayamıyordu.
Hostetter, Kovacs'ın arkasından imrenerek baktı. Ardın­
dan gözlerini kendi büyük, yıllarca dizgin tutmaktan ko­
caman nasırlar bağlamış ellerine çevirdi. "Onları özledim,"
dedi.
"Ne?" dedi Len, kendi düşüncelerinden sıyrılarak.
"Atlarımı. Arabamı. Bunca yıldan sonra sadece oturmak
çok garip geliyor. Bunu sevecek miyim, sevmeyecek miyim,
bilmiyorum."
"Eve döndüğün için mutlu olduğunu sanıyordum."
"Öyleyim. Zamanı gelmişti, hazır eski arkadaşlarımın
ğu
ço da hala hayattayken. Ancak iki yaşamı aynı anda idare
etme işinin de kendince dezavantajları var. Bartorstown'dan
neredeyse otuz senedir ayrıyım. Bunca zamandır oraya sade­
ce bir kez geri dönebildim. Piper's Run gibi yerler bana evim
gibi geliyor artık. Geçen sonbaharda yolculuk yapmayı bı­
raktığımdan bahsettiğimde, oraya yerleşmemi söylemişlerdi
- ve biliyor musun? Yerleşebilirdim." 177
Kanal havuzundaki adamların çalışmasını, onları pek de
görmeden izlerken düşüncelere daldı.
"Sanırım her şey yoluna girecektir," dedi. "Sonuçta doğ­
duğum ve büyüdüğüm yer - ama yeniden tıraş olacağımı dü­
şününce, biraz komik geliyor. Ve bu kıyafetleri o kadar uzun
zamandır giyiyorum ki..."
Kanal havuzundaki su emilerek şırıldadı ve mavna, başı­
nı yukarı kaldırmayanların kıyıyı göremeyeceği kadar battı.
Güneş tüm gücüyle her şeyi yakıyordu, gömüldükleri toprak
cepte en ufak rüzgar yoktu. Len gözlerini kısıp güneşte kal­
mış, yanan ayaklarını altına aldı.
"Sen nesin?" diye sordu.
Hostetter başını çevirip ona baktı, "Tüccarım."
"Gerçekten soruyorum. Bartorstown'da nesin?"
"Tüccarım."
Len yüzünü astı. "Sanırım anlamadım. Tüm Bartors-
townlı erkeklerin bir şeyler, biliminsanı, makine yapıcısı fa­
lan olduğunu sanıyordum."
"Ben bir tüccarım," diye tekrarladı Hostetter. "Kovacs, o
bir nehir teknesi adamı. Rosen iyi bir idareci. Kanalın onarı­
mına ve aksilik yaşanmadan işlemesine bakıyor çünkü bun­
lar bizim için hayati önem taşıyor. Gerideki, Indian Ferry'de­
ki Petto'ya gelince ... Petto'nun babasını tanırdım. Elektronik
konusunda çok iyi bir adamdı ama oğlan benim gibi bir tüc­
car, gerçi o aynı yerde daha uzun süre kalıyor, tek farkı bu.
Bartorstown'da da diğer tüm yerleşimler gibi çok az potansi­
yel biliminsanı ve teknisyen var. Onlar da hayatlarına devam
edebilmek için bize ihtiyaç duyuyorlar."
"Yani," dedi Len yavaşça, eskiden sahip olduğu fikirlerin
üzerinden geçerek, "bunca senedir sen aslında... "
"Ticaret yapıyordum," dedi Hostetter. "Evet. Bartors­
town'da, biz dışarıdakiler hariç dört yüzün üzerinde insan
118
var. Onların da yemek yemesi, giyinmesi lazım. Başka şey­
ler de var, demir, alaşımlar, kimyasallar, ilaçlar gibi. Bunların
hepsinin dışarıdan getirilmesi gerekiyor."
"Anladım," dedi Len. Uzun bir sessizlik oldu. Sonunda,
"Dört yüz insan," dedi. "Bu Sığınak'taki insanların yarısı ka­
dar bile etmiyor."
"Olması gerekenin yüzde doksan fazlası. Aslında otuz
beş veya kırk adam vardı, hepsi uzmandı. D evlet için gizli
bir proje üzerinde çalışıyorlardı. Savaştan sonra tepki ge­
lince ve işler çirkinleşince, başka insanlar da getirdiler, tabii
aileleriyle birlikte, biliminsanları, öğretmenler, dışarıda ar­
tık o kadar da popüler olmayan insanlar yani. Biz şanslıyız.
Ülkede başka bir sürü gizli yerleşim var ama Bartorstown
keşfedilmeyen, ihanete uğramayan veya terk edilmesi ge­
rekmeyen tek yer."
Len ellerini dizlerinin üzerinde bağladı. Gözleri parlıyor­
du. "Şu kırk adam, uzmanlar, ne yapıyorlardı orada?"
Hostetter'ın yüzü tuhaf bir şekil aldı. Sadece, "Bir şeye
cevap bulmaya çalışıyorlardı," dedi. "Neye olduğunu sana
söyleyemem, Len. Sadece aradıklarını bulamadıklarını söy­
leyebilirim."
"Hala çalışıyorlar mı?" diye sordu Len. "Yoksa onu da mı
söyleyemezsin?"
"Oraya varıncaya dek bekleyeceksin. Sonra istediğin tüm
soruları sorabilirsin. Hem de cevap verme yetkisi olan insan­
lara. Benim yetkim yok."
"Oraya varınca," diye mırıldandı Len. "Çok tuhaf geliyor.
"Bartorstown'a varınca ... Bunu içimden kendime belki mil­
yon kez söyledim ama şimdi gerçek oldu. Bartorstown'a va­
rınca."
"Bu ismi nerede söylediğine dikkat et."
"Merak etme. Ama ... orası nasıl bir yer?"
"Fiziksel olarak," dedi Hostetter, "bir çukur. Piper's Run,
Sığınak, şu taraftaki Louisville, hepsi daha iyi durumdadır." 1 79
Len kanal boyunca uzanan sevimli köye ve ardındaki ge­
niş, yemyeşil ovaya baktı, ovanın çeşitli yerlerinde çiftlikler
ve otlayan inekler vardı. Bir rüyasını hatırlayarak, Len, "Işık
yok mu?" dedi. "Kule de mi yok?"
"Işık mı? Eh, hem evet, hem hayır. Kuleye gelince ... kor­
karım yok."
"Ha," dedi Len, sessiz kaldı. Mavna sürüklenmeye devam
etti. Güvertenin ek yerlerinden, sanki nefes almaya çalışır­
mış gibi çamurlu sular köpürüyordu. Bir süre sonra Hostet­
ter geniş şapkasını çıkardı, alnını sildi ve "Of, hayır, hava çok
sıcak," dedi. "Bu böyle gitmez."
Len gökyüzüne baktı. Tek bir bulut yoktu, gökyüzü mas­
maviydi ama, "Fırtına patlayacak," dedi. "Sağlam yağmur yi­
yeceğiz." Dikkatini tekrar köye çevirdi. "Burası eskiden bir
şehirdi, değil mi?"
"Büyük bir şehirdi hem de."
"Şimdi hatırladım, buranın adı Fransa kralından geliyor.
Bay Hostetter... "
"Hımın?"
"O ülkelere ne oldu? Yani, Fransa'ya falan."
"Bizimle aynı durumdalar, en azından kazanan tarafta­
kiler. Kaybedenlere ne oldu, Tanrı bilir. Tüm dünya, Louis­
ville'in daha önce bu boyuttayken olduğu ve bu kanalın ilk
kazıldığı haline döndü. Tek bir farkla tabii. Eskiden insanlar
büyümek ve değişmek için heyecanlanırlardı."
"Dünya her zaman böyle mi kalacak?"
"Hiçbir şey," dedi Hostetter, "asla olduğu gibi kalmaz."
"Benim ömrüm vefa etmez," diye mırıldandı Len, Yargıç
Taylor'ın sözlerini tekrarlayarak, "çocuklarımın da." Zihnin­
de, bulutlara inşa edilmiş yüksek binaların çöküşünün üzü­
cü, uzaktan gelen sesi yankılanıyordu.
"O zamana kadar," dedi Hostetter, "burası güzel bir dün­
ya. Keyfini çıkar."
180
"Pekala," dedi Len, acı bir ifadeyle. "Burdette, Watts ve
Soames'u öldüren insanlar gibi tiplerle doluyken bile mi?"
"Len dünya hep öyle insanlarla doluydu. Her zaman da
olacak. İmkansızı isteme." Len'in yüzüne baktı, sonra gü­
lümsedi. "Ben de imkansızı istememeliyim."
"Nasıl yani?"
"Yaş konusu," dedi Hostetter. "Merak etme. Zaman icabı­
na bakacaktır."
Daha alçak kanal havuzlarından geçip büyük şelalelerin
altında yeniden nehre çıktılar. Öğleden sonra kuzey yönün­
de tüm gökyüzü morumsu bir siyaha dönmüş, bir sessizlik
tüm çevreye çökmüştü. "Fırtına hattı," dedi Kovacs, Len ve
Esau'yu tekrar ateşin başına yolladı. Mavna hızla akıntı yö­
nünde ilerliyordu, çarkı her yere su sıçratıyordu. Etraf daha
da sessizleşti, daha da sıcak oldu sanki dünya da fırtınayla
birlikte patlayacak gibiydi sonra ilk çıtırtılar ve gök gürültü­
sü, kürek sesleri ve ocak kapısının sesi üzerinden duyuldu.
Sonunda Sam başını merdivene doğru uzatıp Charlie'ye kü­
reği bırakmalarını ve yığma yapmalarını söyledi. Tere batmış
ve sersemlemiş haldeki Len ve Esau yukarı çıkarak olağa­
nüstü bir alacakaranlığa daldılar, gökyüzü siyah bir örtü gibi
çevredeki her şeyin üzerine örtülmüştü. Mavnayı bir adanın
rüzgar almayan kıyısında, akıntının ortasına bağlamışlardı
ve kuzey kıyısı koruyucu bir tepe gibi yükseliyordu.
"işte geliyor," dedi Hostetter.
Kaptan köşkünü siper alarak eğildiler. Önce rüzgar çarptı,
ağaçları yere serdi ve yaprakların açık renkli taraflarını orta­
ya çıkardı. Ardından yağmur geldi, her şeyi görünmez kılan
boğucu beyaz bir duman gibi rüzgarla birlikte sürükleniyor,
yapraklar ve küçük dal parçaları da rüzgara karışıyordu. Ar­
dından şimşekler, gök gürültüleri ve ağaçların çatırtıları gel­
di, uzunca bir zaman geçince, geriye sadece yağmur kaldı,
sanki bir kovadan dökülürcesine, dümdüz ve ağır bir biçim­
de yağdı. Güverteye çıkıp her şeyin bağlı olup olmadığını
181
kontrol ettiler, yeni soğukta titrediler ve nöbetleşe uyumaya
gittiler. Yağmur yavaşladı ve neredeyse durdu sonra yeni bir
fırtınayla tekrar başladı, nöbeti esnasında Len ufukta çakan
şimşekleri ve kuzeyden gelen soğuk havanın ileri ucunda
dans eden rüzgarları görebiliyordu. Gece yarısı, dinen yağ­
murun ve uzaktan gelen gök gürültülerinin sesi arasından
Len yeni bir ses duydu ve duyduğu bunun yükselen nehir
olduğunu anladı.
Açık havada, parlak bir şafak vakti tekrar yola koyuldular,
güzel bir rüzgar esiyordu, gökyüzü tertemiz porselenden ya­
pılmış gibiydi ve beyaz bulutlarla süslenmişti. Gece yaşanan
vahşetten geriye sadece kırılmış ağaç dalları, çamurlu nehir
suyu ve suyun içindeki çerçöp kalmıştı. Kovacs'ın tekneyi
bağladığı yerin bir kilometre kadar aşağısında, güney kıyısı­
na vurmuş bir römorkör ve bir dizi mavnanın yanından geç­
tiler. İki-üç kilometre daha aşağıdaysa sığlık bir yere takıla­
rak batmış bir tüccar teknesi vardı.
Bu uzun bir yolculuğun, Len için rüya niteliğindeki uzun
ve garip bir periyodun başlangıcıydı. Ohio'yu ağzına kadar
takip edip Mississippi'ye doğru kuzeye döndüler. Şimdi akın­
tı göğüslüyor, akış yönü kıyılan arasında sürekli değişen ka­
nalda yavaşça ve dikkatlice ilerliyorlardı, öyle ki mavna her
an badanalı bir işaretin yanında karaya oturuverecekmiş gi­
biydi. Kömürleri bitmişti ve lllinois tarafında bir istasy�ndan
odun almışlardı sonra Missouri ağzına doğru ilerlemiş, ora­
dan da günler boyunca yuvarlanıp durdukları Big Muddy'nin
çamurlu akıntılarını geçmişlerdi. Hava çoğunlukla sıcaktı.
Fırtınalar ve yağmurlar atlatmışlar, ağustosun ortasında
birkaç gece, sonbaharın geleceğini haber veren birkaç so­
ğuk gece geçirmişlerdi. Bazen rüzgar üstlerine üstlerine öyle
sert esiyordu ki tekneyi bağlayıp beklemek zorunda kalıyor,
nehrin diğer yönüne akan trafiğin uçarcasına kendilerinden
uzaklaşmasını izliyorlardı. Bazen, yağmurlardan sonra, su
öyle yükselip öyle hızlı akıyordu ki hiç ilerleyemiyorlardı,
182
bazen de öyle hızlı alçahyordu ki hain kanalın nasıl yön de­
ğiştirdiğini son dakikaya kadar anlayamıyorlardı, böyle za­
manlarda tekneyi battığı sığlıktan kurtarmak için acı içinde,
çok çaba sarf ederek küfür ede ede çıkarmaya çalışıyorlardı.
Çamurlu su kazana dolunca durup temizlemeleri gerekmiş­
ti, kimi zaman da daha fazla odun almak için duruyorlardı.
Ve Esau, "Bartorstownlı adamlar da seyahat etmenin yolunu
bulmuş," diye homurdandı.
"Esau," dedi Hostetter, "Sana söyleyeyim. Uçaklarımız
olsa uçmayı tercih ederdik. Ama uçağımız yok ve bu yürü­
mekten daha iyidir. Yakında anlarsın."
"Daha ne kadar gideceğiz?" diye sordu Len.
Hostetter başını batı yönüne doğru itercesine bir hareket
yaptı. "Rocky Dağları'nı aşacağız."
"Ne kadar sürer?"
"Bir ay daha. Başımı�a bir şey gelirse, daha uzun. Bir şey
gelmezse, daha kısa."
"Bize oranın nasıl bir yer olduğunu anlatmayacak mısın?"
diye sordu Esau. "Gerçekte nasıl bir yer, nasıl görünüyor,
orada nasıl yaşanır falan."
Ama Hostetter kısa keserek sadece, "Oraya vardığınızda
öğrenirsiniz," dedi.
Bartorstown'la ilgili onlarla konuşmayı reddediyordu. Bir
ara Piper's Run'ın daha güzel bir yer olduğunu söylemişti
ama sonrasında başka bir şey dememişti. Diğer adamlar da
susuyordu. Soru her nasıl sorulursa sorulsun, konuşma na­
sıl kurnazlıkla bu konuya getirilirse getirilsin, Bartorstown
hakkında konuşmuyorlardı. Ve Len, korktukları için konuş­
madıklarını fark etti.
"Sizi ele verebiliriz diye korkuyorsunuz," dedi Hostetter'a.
Ve sonra, sitem ederek değil, sadece bir gerçeği dillendirerek,
"Sanının bize henüz güvenmiyorsunuz," dedi.
"Konu güven değil. Bartorstownlı hiç kimse Bartorstown
hakkında konuşmaz. Neden sormamanız gerektiğini biliyor
1 83
olmalısınız."
"Üzgünüm," dedi Len. "O kadar uzun zamandır orayı dü­
şünüyoruz ki... Sanırım daha öğrenecek çok şeyimiz var."
"Hem de çok," dedi Hostetter, düşüncelere dalmıştı. "Ko­
lay da olmayacak. Bir sürü şey büyürken sahip olduğunuz
inançların tamamına ters düşecek ve gördüklerinizle nasıl
alay ettiğiniz umurumda değil ama bazıları içinizde kalıyor."
"Beni rahatsız etmez," dedi Esau.
"Hayır," dedi Hostetter, "seni rahatsız edeceğini sanmıyo­
rum. Ama Len farklı."
"Nasıl farklı?" diye sordu Len, hafifçe kabararak.
"Esau kafasına göre davranıyor," dedi Hostetter. "Sen en­
dişeleniyorsun." Sonra, Esau gittiğinde, bir elini Len'in om­
zuna koyup gülümsedi, bir yandan da samimi ve derin bir
bakış attı. Len de gülümseyerek, "Bazen çok fena şekilde ba­
bamı aklıma getiriyorsun," dedi.
"Bence sakıncası yok," dedi Hostetter. "Hem de hiç."
17

Arazinin karakteri değişmişti. Uzanıp giden yemyeşil orman


seyrelip düzleşmişti, gökyüzü devasa bir hal almış, gri-yeşil
düzlüklerin her yanına inanılmaz şekilde uzanmıştı, sanki
dünyanın sonuna dek devam ediyormuş hissi uyandırıyordu,
insanın gözü ağrıyana kadar boşluğa dalıp gidiyor, bomboş
ufuklarda açlık içinde bir ağaç hatta yüksek bir çalılık bula­
na dek aranıp duruyordu. Nehir boyunca pek çok müreffeh
104 köy bulunuyordu, Hostetter görüntüsüne rağmen, buraların
verimli tarım toprakları olduğunu söylemişti. Len ise, alış­
tığı yemyeşil vadilerden sonra buranın monotonluğundan
nefret etmişti. Fakat geceleri, buraların da bir görkemi vardı.
Len'in daha önce görmediği kadar yıldız gökyüzünü süslü­
yor, boll?-boş toprakların rüzgarını alabildiğine hissediyordu.
"Alışmak zaman alıyor," demişti Hostetter. "Ama kendin­
ce bir güzelliği var. Çoğu yer böyle. Gözlerini ve aklını bu gü­
zelliğe kapatma. Bu yüzden Bartorstown'ı öyle tarif ettiğim
. . .. .. ..,,
ıçın uzgunum.
"Ama samimiydin," dedi Len. "Ne düşünüyorum biliyor
musun? Bence geri döndüğün için üzgünsün."
"Değişim her zaman üzücü bir şeydir," dedi Hostetter.
"Her şeyi belirli bir şekilde yapmaya alışıyorsun, sonra bu
alışkanlığı kırmak zor oluyor."
Len'in aklına, daha önce gelmemesine şaşırdığı bir dü­
şünce geldi. Sordu. "Bartorstown'da bir ailen var mı?"
Hostetter başını iki yana salladı. "Ben her zaman çok ge­
zen biriydim. Bir yerde bağlarım olsun istemedim."
İkisi de, farkında olmadan güvertenin ileri kısmına Esa­
u'nun Amity'yle birlikte oturduğu yere baktılar.
"Bu bağları edinmek çok kolay," dedi Hostetter.
Amity'nin dunışunda, başını Esau'ya doğru eğmesinde,
elini elinin üzerine koymasında sahiplenici bir şeyler vardı.
Kilo almaya başlamış, ağzından çıkanlar asabileşmişti, hala
zamanı olsa da yaklaşan anneliğini çok ciddiye alıyordu. Len
güllü çardağı anımsayarak ürperdi.
"Evet," dedi Hostetter kıkırdayarak. "Katılıyorum. Ama
sen de itiraf etmelisin ki bir şekilde birbirlerini hak ediyor­
lar."
"Sadece Esau'yu gözümde bir baba olarak canlandıramı­
yorum."
"Şaşırabilirsin," dedi Hostetter. "Hem ayrıca, Amity de
onu hizaya sokar. Çok mağrur olma, evlat. Senin zamanın
1 85
da gelecek."
"O hiç belli olmaz," dedi Len.
Hostetter tekrar kıkırdadı.
Mavna Platte'nin ağzına doğru ilerliyordu. Len çalışıyor,
yemek yiyor ve uyuyor, arada kalan zamanlarında da düşü­
nüyordu. Ondan bir şey alınmıştı. Bir süre sonra ne oldu­
ğunu fark etti ve bundan ayrılmış olmanın kendisini neden
mutsuz ettiğini anladı. Bu içinde taşıdığı Bartorstown res­
miydi. Evinden buraya uzanan uzun yol boyunca taşıdığı,
zihnindeki düşünceydi. Bu artık gitmişti, yerinde de sadece
küçük gerçekler ve doldurulmayı bekleyen bomboş bir bekle­
me zorunluluğu kalmıştı. Bartorstown -adını, kendisini inşa
eden Savunma Bakanı Henry Waltham Barter'dan alan, sa­
vaş öncesinde, bir çeşit araştırma için kurulmuş çok gizli as­
keri yerleşke- şimdi hayalden gerçekliğe doğru acı verici bir
dönüşüm geçiriyordu. Gerçeklik henüz Len'in kafasında tam
oturmamıştı, bildiği fazla şey de yoktu ve Len belli belirsiz,
biri ölmüş gibi hissediyordu. Elbette büyükannesi ölmüştü
ama zihninde bu iki şey öyle yakından bağlantılıydı ki Bar­
torstown'ı büyükannesini düşünmeden, kadının ısrarla söy­
lediği ve Len'in babasını sinirlendiren şeyleri hatırlamadan
düşünemiyordu. Len merak ediyordu, acaba büyükannesi
Len'in Bartorstown'a gittiğini biliyor muydu? Öyle umuyor­
du. Büyükannesinin buna sevineceğini düşünüyordu.
Bir gece, hiçliğin ortasındaki alçak bir kıyıya bağladılar.
Görünürde çayır çimenden, sonsuz gökyüzünden başka
hiçbir şey yoktu sadece esmekten hiç bıkmayan rüzgarın ve
nehrin bitmek bilmez akışının sesi duyulabiliyordu. Sabah
olduğunda mavnayı boşaltmaya başladılar, öğlene doğru Len
bir ara nefeslenmek ve gözlerine inen teri silmek için durdu.
Çayırın uzak bir yerinde, nehre doğru ilerleyen bir toz sütu­
nu gördü.
1 86
Hostetter başını salladı. "Bizim adamlarımız onlar, araba­
ları getiriyorlar. Buradan Platte Vadisi'ne gireceğiz ve South
Fork'ta bir burundan ekibin geri kalanını alacağız."
"Sonra?" diye sordu Len, eski bir heyecanla kalbi daha
hızlı atarken.
"Sonra, son düzlüğe girmiş olacağız."
Birkaç saat sonra arabalar, sekizi birden geldi, mallan
taşımak için inşa edilmiş devasa ve hantal şeyleri katırlar
çekiyordu. Arabaları süren adamlar kösele gibi kahverengi
adamlardı, şapkalarını çıkardıklarındaysa alınlarının üstleri
bembeyaz kalmıştı, gözlerinin etrafına da solgun çizgilerden
oluşan bir ağ yayılmıştı, gözlerini kıstıklarında kırışıklıkla­
rın dibine güneş bile dokunamıyordu. Kovacs ve mavnadaki
diğer adamları eski arkadaşlarmış gibi selamladılar, eve hoş
geldin dercesine Hostetter'ın elini nazikçe sıktılar. Sonra
içlerinden biri, delici bakışları ve katırlar yorulursa arabayı
kaldırıp taşıyabilecekmiş gibi görünen o muzlarıyla yaşlı bir
adam, Len ve Esau'yu yakından inceleyip Hostetter'a, "De­
mek senin çocuklar bunlar," dedi.
"Eh," dedi Hostetter hafifçe kızararak.
Yaşlı adam etraflarında yavaşça, başını bir yana yatırarak
turladı. "Benim oğlum da iki-üç sene önce Ohio tarafınday­
dı. Hostetter'ın çocuklarından başka bir şey duyulmadığını
söylüyordu. Neredelermiş, ne yapıyorlarmış, harekete geç­
tiklerinde haber verilecekmiş falan."
"O kadar da kötü değildi," dedi Hostetter. Yüzü şimdi ki­
remit gibi kırmızıydı. "Neyse, iki tane çocuk işte. Doğdukla­
rından beri tanıyorum onları."
Yaşlı adam turunu bitirdi ve Len'le Esau'nun önüne dikil-
di. Elini meşe ağacından bir levha gibi uzattı ve onlarla sıray­
la el sıkıştı. "Hostetter'ın çocukları," dedi, "Eski dostum Ed
kafayı yemeden buraya gelebilmenize sevindim."
Gülerek uzaklaştı. Hostetter da güldü ve kutularla varil­
leri fırlatmaya koyuldu. Len sırıtıyordu. Kovacs da kahkaha­ 187
lara boğulmuştu.
"Şaka da yapmıyor ha," dedi Kovacs, başını yaşlı adamın
olduğu yöne doğru eğerken. "Ed ülkenin o kısmındaki her
bir telsizi açık tutturdu."
"Ne var yani kahrolası," dedi Hostetter. "İki tane çocuk.
Sen olsan ne yapardın?"
O gece nehrin kenarında kamp kurdular, sonraki günse
nehir yatağındaki her bir yüke büyük özen göstererek ara­
baları yüklediler, arabalardan birinde Amity'nin kullanıp
uyuyabileceği bir yer bıraktılar. Kovacs Yukarı Missouri'ye
doğru gidecekti, öğle vaktinden kısa süre sonra mavnanın
buharı tütmeye başladı ve yola koyuldu. Katırlar adamların
iki veya üçü tarafından toplandılar, hepsi de Len'in daha
önce görmediği küçük, sının gibi atlara biniyorlardı. Len de
koşumlara yardım etti ve arabaların birinde yerini aldı. Uzun
kamçılar şakladı ve sürücüler bağırdı. Katırlar çayırın üze-
rinde yavaşça yürümeye koyuldular, adımlarına arabaların
dingillerinin gıcırtıları eşlik ediyordu. Dümdüz toprakların
diğer ucunda, gece olduğunda, Len hala nehirdeki mavnayı
görebiliyordu. Sabah olduğunda mavna yine yerindeydi an­
cak daha uzaktaydı, gün içindeyse bir noktada kayboldu. Ve
çayır birdenbire çok büyük ve çok ıssız bir hale geldi.
Platte kum tepeleri arasında geniş ama sığ akar. Güneş
her yanı kavurur, rüzgar eser ve yol sonsuza kadar gider gi­
bidir. Len Ohio'yu sonsuz bir özlemle hatırladı. Ama bir süre
sonra, yani alıştığında, buradaki yepyeni dünyanın hiç de
fena görünmeyen yaşam tarzının farkına vardı, sadece ye­
şil ormanları, yeşil çimenleri, yağmuru ve pullukla sürülen
topraklan özleyen düşünceleri kafadan atmak gerekiyordu.
Suyun kenarında yetişen pas rengi kavaklar en az meşeler
kadar güzelleşmişti, nehir kenarına yakın kurulmuş çiftlik
evleri de kendi memleketindeki köylerden daha sıcak ge­
1 88
liyordu çünkü çiftlik evler çok daha seyrekti. Kaba saba ve
güneşten kararmışlardı ama yeterince rahat görünüyorlardı.
Len insanlarını da sevdi, esmer, çalışkan kadınlar ve erkekler
atlarından ayrılınca sanki kendilerinden bir parça kaybetmiş
gibi görünüyorlardı. Kum tepelerinin ardında bir çayır uza­
nıyor, çayırdaysa devasa vahşi sığır sürüleri ve başıboş atlar
geziniyordu. Bu hayvanlar buradaki avcı ve tüccarların ge­
çim kaynağıydı Hostetter vahşi sürülerin savaş öncesindeki
çiftlik hayvanlarının torunları olduğunu, şehirlerin terk edi­
lişini ve bunun sonucu olarak yaşanan arz-talep sisteminin
çöküşünü takip eden büyük kargaşada bir şekilde serbest
kaldıklarını söylemişti.
"Ta Meksika sınırına dek yayılıyorlar," demişti. "Şimdi sı­
nırda çit falan da yok. Kuru tarım çiftçileri uzun zaman önce
uğraşmayı bıraktılar. Nesillerdir bu toprakları süren tek bir
saban dahi görülmedi hatta insan eliyle yapılmış çöllerin
en yamanında bile çimenler yeniden çıkmaya başladı. Tam
olarak ulu Tann'nın yarattığı gibi." Derin bir nefes aldı, göz­
leriyle ufku taradı. "İnsanı etkileyen bir yönü var, değil mi
Len? Yani, bazı açılardan Doğu kapalı bir yer, etrafı tepelerle
ormanlarla çevrili ve bir nehir vadisinin arkasında kalıyor."
"Bana Doğu'yu sevmediğimi söyletemezsin," dedi Len.
"Ama buraları da sevmeye başladım. O kadar büyük ve bom­
boş bir yer ki sanki içine düşecekmişim gibi geliyor."
Hem de kuruydu. Rüzgar her yerine çarpıyor, yüzüne ba­
tıyordu, dev bir sülük gibi tüm nemi emip götürüyordu. Su
içip duruyordu ve her seferinde bardağın dibinde kum bulu­
yor, her seferinde daha çok susuyordu. Katırlar kilometreleri
arabaların tekerleklerinin altında bırakıyor fakat öyle yavaş
ilerliyorlar ve çevrelerindeki topraklar öyle az değişikliğe
uğruyordu ki Len hareket etmedikleri hissine kapıldı. Kum
tepelerinin içindeki derin koyaklarda vahşi sürüler su içmeye
iniyor, geceleri çakallar havlıyor ve uluyor ama sonra daha
uzakta bir yerlerden yükselen seferi kurtların kan donduran 189
sesini duyunca saygı içinde sessizliğe bürünüyorlardı. Bazen
bir çiftlik evi veya insan yaşamına dair bir iz görmeden gün­
lerce ilerliyorlar, sonra avcıların çok iyi bir av yakalayıp etleri
tuzlamak veya kurutmakla ve ellerindeki imkanlar dahilinde
derileri muhafaza etmekle meşgul oldukları bir kamptan ge­
çiyorlardı. Zamansa akıp gidiyordu. Tıpkı nehirde geçirdik­
leri zaman gibi, bu yolculuk da sonsuza dek sürüyormuş gibi
geliyordu.
Solgun ve güneşten kavrulmuş bir çayıra, South Fork'ta­
ki buluşma noktasına ulaştılar gerçi burası sadece nehrin
sığ akışıyla bozulan, etrafta göz alabildiğine uzanan parlak
kumdan ıssızlığa göre daha yeşildi. Tekrar yola çıktıklarında
kafilede otuz bir araba ve yetmiş küsur adam vardı. Bazıları
Büyük Ovalar'ı doğrudan geçerek gelmiş, bazıları kuzeyden
ve batıdan ilerlemişlerdi ve hepsi yünden, pik demirinden
baruta kadar her çeşit malla yüklülerdi. Hostetter bunun gibi
yük kafilelerinin Arkansas'tan ve geniş topraklardan güneye
ve batıya geldiğini, diğer kervanların ise dağların batısındaki
topraklardan yola çıkıp eski yolu takip ederek Güney Geçi­
di'nden geçtiklerini söylemişti. Tüm malların kıştan önce
toparlanması gerekiyordu çünkü kuzey rüzgarları esmeye
başladığında Ovalar yaman bir yer oluyordu. Bartorstown'a
giden tek geçit de karla kaplanıyordu.
Zaman zaman, belirli noktalarda kamp kurmuş kendi­
lerini bekleyen bir grup adamla karşılaşıyor, durup ticaret
yapıyorlardı, bir noktada, başka bir akıntının South Fork'la
birleştiği yerde dört evden oluşan bir köye rastladılar, kafile­
ye buradan deri ve kurutulmuş et yüklü iki tane araba daha
katıldı. Ve Len, Hostetter'la baş başa olduğundan emin oldu­
ğu bir anda sordu, "Bu insanlar hiç şüphelenmiyor mu? Yani,
nereye gittiğimizi merak etmiyorlar mı?"
Hostetter başını iki yana salladı.
1 90
"Ama tahmin ettiklerini düşünüyorum."
"Gerek kalmıyor ki. Biliyorlar."
"Bartorstown'a gittiğimizi biliyorlar mı?" dedi Len, şaşkın­
lıkla.
"Evet," dedi Hostetter, "ama bunu bildiklerini bilmiyorlar.
Vardığımızda ne demek istediğimi anlayacaksın."
Len başka soru sormadı ancak konuşmanın üzerine uzun
uzun düşündü, gerçi bu sözler yine de hiçbir anlam ifade
edecek gibi gelmiyordu.
Sıcağın içinde, güneşin alnında, arabalar ilerlemelerine
devam etti. Bir akşam üzeri, Rocky Dağlan batı ufkuna çe­
kilmiş mavi ve sisli bir perde gibi görünürken, ön taraftan
ani bir bağırtı yükseldi. Bu bağırtı sıra boyunca, sürücüden
sürücüye uzandı ve arabalar aniden durdu. Hostetter bir si­
lah almak için arkaya uzandı ve Len, "Ne oluyor?" diye sordu.
Hostetter, "Sanırım Yeni İsmailoğullannı duymuşsun­
dur," dedi.
"Eve t."
"Eh, şimdi
onları göreceksin de."
güneşe doğru gözlerini kısan Hostetter'ın
Len kızıllaşan
tı . Alçak ve çıplak bir kayalığın üzerinde bir in­
aptığını yap
�ankalabalığı gördü, y
aklaşık elli kadarı aşağı bakıyordu.
18

Hostetter'la birlikte yere atladı. Sürücü yerinde kaldı, böyle­


ce emir gelirse arabayı savunma hattına çekebilecekti. Esau
da onlara katıldı, sonra birkaç adam daha ve adı Wepplo olan
parlak gözlere ve heybetli omuzlara sahip yaşlı adam da. Ço­
ğunun tüfekleri vardı.
"Ne yapacağız?" diye sordu Len, yaşlı adam da, "Bekle,"
dedi.
192 Beklediler. İki adam ve bir kadın yavaşça kayalıktan aşağı
indi, kafilenin lideri de ardında kendisini koruyan yarım dü­
zine silahlı adamla birlikte aynı yavaşlıkla öne çıkarak onları
karşıladı. Len izlemeye devam etti.
Kayalığın üzerinde toplanmış insanlar eski kemiklerden
ve kararmış deri parçalarından yapılmış tuhaf bir korkuluk
sürüsü gibi görünüyordu. Aralarında çocukların da olduğu­
nu, tuhaf adamlara ve arabalarına normal denebilecek ço­
cuksu bir şaşkınlık ve heyecanla baktıklarını görmek biraz
korkunçtu. Keçi derileri giymişlerdi, Vaftizci Yahya'nın eski
Kitabı Mukaddeslerdeki resimlerine benziyorlardı, keçi deri­
si giymeyenler de kefene benzeyen uzun, kirli beyaz kumaşla­
ra sarınmışlardı. Uzun saçları sırtlarına uzanıyor, erkeklerin
sakallan bellerine kadar iniyordu. Hepsi çok zayıftı, çocuk­
lar bile yabani ve açlıktan ölecek gibi görünüyordu. Gözleri
çöküktü, belki de bu sadece alçalan güneşin bir oyunuydu
ama Len, insanların gerçek bir parıltıyla için için yanmış ve
tutuşmuş gibi görünen gözlerini bir zamanlar gördüğü deli
hastalığına tutulmuş bir köpeğin gözlerine benzetmişti.
"Bizimle savaşacaklar mı?" diye sordu.
"Henüz bilmiyorum," dedi Wepplo. "Bazen evet, bazı za­
manlar hayır. Belli olmuyor."
"Ne demek istiyorsun," diye sordu Esau, "ne demek belli
olmuyor?"
"Eğer 'çarpıldılarsa' ona göre davranırlar. Çoğunlukla boş
boş gezer, dua eder, kendilerini gerçek anlamda kutsal aç­
lık çekmeye zorlarlar. Ama sonra birdenbire aralarından biri
çığlıklar atmaya, ağzından köpükler saçmaya ve yere düşüp
tepinmeye başlar ve bu da Tanrı'nın özel inayetiyle çarpıl­
dıklarına dair bir işarettir. Ondan sonra diğerleri bağırmaya
başlar, çığlıklar atar, dikenli dallar veya bazen de kırbaçlarla
kendilerini döver -dini inançlarının sahip olmalarına izin
verdiği tek kişisel eşya kırbaçlarıdır bu arada- yeteri kadar
kudurduklarında da toplanıp başının üzerinde çatısı ve tok 1 93
karnıyla ölümlü bedenini şımartarak Tanrı'ya karşı gelen bir
çiftçiyi katlederler. Katletme konusunda oldukça da başarı­
lıdırlar."
Len ürperdi. İsmailoğullarının yüzleri onu korkutuyordu.
Sığınak'a doğru yürüyen çiftçilerin yüzünü, kaya gibi sağlam
kararlılıklarının kendisini nasıl korkuttuğunu hatırlamıştı.
Ama onlar farklıydı. Onların bağnazlığı sadece kurcalandı­
ğında yükselirdi. Bu insanlar bu bağnazlıkla yaşıyor, bu bağ­
nazlık için yaşıyor, hayatlarında bir ritim olmadan, mantık
veya düşünce olmadan bu bağnazlığa hizmet ediyorlardı.
Savaşmayacaklarını umuyordu.
Savaşmadılar da. Vahşi görüntülü iki adamla kadının -yü­
rürken örtüsünün altından görünen keskin incikkemikleri
ve omuzlarının üzerinde uçuşan karmakarışık siyah saçla­
nyla sırım gibi kadının- konuşmaları duyulamayacak kadar
uzaktaydı ancak birkaç dakika sonra kafilenin lideri döndü
ve arkasındaki adamlarla konuştu ve adamların ikisi dönüp
tekrar kafileye yürüdüler. Özellikle arabalardan birine git­
tiklerinde Wepplo homurdandı.
"Bu kez savaşmayacaklar. Sadece toz istiyorlar."
"Barut mu?" diye sordu Len şaşkınlıkla.
"İnançları açlıktan ölmelerini emrediyora benzemiyor,
bunların her bir çetesi, ki bu sadece küçük bir grup, anlıyor­
sunuz ya, birkaç tüfeğe sahip. Gerçi genç inekleri asla vur­
madıklarını duydum, sadece nefislerini köreltmeye yetecek
kadar dayanıklı olan yaşlı boğaları vururlarmış."
"Ama barutu," dedi Len. "Çiftçilerin üzerinde de kullan­
mıyorlar mı?"
Yaşlı adam başını iki yana salladı. "Öldürdüklerinde bı­
çaklı ve pençeli katillerdirler. Sanırım bu şekilde deneyimi
daha yakından yaşıyorlar. Ayrıca, hayatlarını idame ettirme­
ye güçlükle yetecek kadar barut alıyorlar zaten." Taşıdıkları
194
küçük fıçıyla birlikte geri dönmekte olan iki adama doğru
başını salladı. Yarı ağlak, yarı asabi ince bir ses baştaki ikinci
arabadan yükseldi. Esau, "Ulu Tanrım, Amity beni çağırıyor.
Korkudan ölmüş olmalı," dedi. Döndü ve hemen gitti. Len,
Yeni İsmailoğullarını izliyordu.
"Nereden geliyorlar?" diye sordu, onlarla ilgili duyduğu
şeyleri hatırlamaya çalışarak. Yeni İsmailoğulları, aşırı mez­
heplerin en eskilerinden biriydi fakat Len haklarında bun­
dan daha fazlasını bilmiyordu.
"Bazıları başından beri buradaydı," dedi Hostetter. "Ta­
bii başka isimlerle. Bu kadar da delirmiş durumda değiller­
di çünkü toplumun baskısı onları bir anlamda sindiriyordu
ama verimli bir tohum büyür. Yeni İsmailoğulları hareketi
şekillenip tam anlamıyla faaliyetlerine başladığında diğerleri
kendi istekleriyle buraya geldiler. Pek çoğu da Doğu'dan ko­
vulup buraya gönderildiler, hepsi insanların kurtulmak iste­
diği doğuştan sorunlu tipler."
Küçük bir barut fıçısı elden ele uzatıldı. Len, "Karşılığında
ne veriyorlar?" diye sordu.
"Hiçbir şey. Alım satım yapmanın kutsal bir tarafı yok, za­
ten verebilecekleri bir şeyleri de yok. Olayın kökenini sorgu­
layınca, barutu onlara neden veriyoruz onu bile bilmiyorum.
Sanının," dedi Wepplo, "muhtemelen çocukların hatırına.
Bazen onlardan birini, çakal yavrusu gibi çalıların arasında
kaybolmuş bulabiliyorsun. Yeterince küçüklerse ve doğru
şekilde yetiştirilirlerse, tıpkı herkes gibi akıllı ve iyi insanlar
olabiliyorlar."
Kadın kollarını bir lanet okuyormuş veya Tann'ya dua
ediyormuş gibi havaya kaldırdı. Hangisini yaptığını Len an­
layamamıştı. Rüzgar kadının uzun, düz saçlarım yüzünden
uzaklaştırmıştı, Len kadının genç olduğunu ve yanakları bi­
raz dolgunlaşsa, açlıktan parlayan gözleri biraz sakinleşse ve
bakışları değişse güzel bile sayılabileceğini görünce şaşkınlı­
ğa uğramıştı. Sonra kadın ve iki adam tekrar kayalığın üze­ 195
rine tırmandılar ve beş dakika içinde hepsi gitmiş, yollarını
bir perde gibi örten tepelerin arasında kaybolmuşlardı. Ama
o gece, Bartorstownlılar gece nöbetçilerini iki katına çıkar­
dılar.
İki gün sonra, tüm kaplan, şişeleri ve kovalan sularla dol­
durup nehri terk ettiler, güney ve batı yönüne doğru ilerle­
yip bomboş, güneşten kavrulmuş, rüzgarın dayağım yemiş
ve yıllanmış kemik gibi kupkuru topraklara girdiler. Şimdi
tırmanıyorlar, arkalarına maviye doğru yükselen tepelerin
yığıldığı kızıl kayalara doğru ilerliyorlardı. Katırlar ve adam­
lar birlikte çabalıyor, ağır ağır yürüyorlardı ve Len, güneşten
nefret etmeyi öğrenmişti. Başını kaldırıp boş, aman vermez
tepelere baktı ve düşündü. Sonra, suları neredeyse tükendi­
ğinde, batıda kızıl bir uçurum göründü ve en fazla iki araba­
lık bir açıklığı ortaya serdi. Hostetter, "Burası ilk kapı," dedi.
Arabalar sırayla bu açıklığa girdiler. Burası, insan yapısı
bir yol gibi dümdüz ancak dikti, katırların işini kolaylaştır­
mak için, Amity dışındaki herkes yürüyordu. Kısa süre sonra,
Len'in duyabildiği bir emir veya görebildiği bir sebep olmak­
sızın durdular.
Neden olduğunu sordu.
"Rutin," dedi Hostetter. "Bartorstown insanla dolup taşan
bir yer değil. Zaten çevreye baksan bunu anlarsın. Fakat bir
tavşan bile görünmeden buradan geçemez, eh, biz de burada
durmayı ve birilerinin bize bakmasını gelenek haline getir­
dik. Eğer biri durmazsa, onların yabancılar olduğunu hemen
anlıyoruz."
Len boynunu uzattı fakat kızıl renkli kayalardan başka
hiçbir şey göremedi. Esau da yanlarında yürüyordu, Wepp­
lo da. Wepplo güldü ve "Evlat, Bartorstown'dakiler şimdi
seni izliyor," dedi. "Evet, izliyorlar, seni yakından inceliyor­
lar. Eğer tipinizi beğenmezlerse, bir düğmeye basacaklar ve
196
bom!" Eliyle savurur gibi bir işaret yaptı, Len de Esau da başı­
nı eğdi. Wepplo yine güldü.
"Ne demek, bom?" diye sordu Esau sinirle, etrafına kötü
kötü bakarak. "Yani Bartorstown'daki biri bizi burada öldü­
rebilir mi? Delilik bu."
"Doğru," dedi Hostetter. "Ama bence heyecanlanmayın.
Geldiğimizi biliyorlar."
Len omuzlarının arasındaki derinin soğuyup karıncalan­
dığını hissetti. "Bizi nasıl görebiliyorlar?"
''Tarayıcılar," dedi Hostetter, eliyle kayaların olduğu yeri
işaret etti. "Çatlaklara gizlenmiş durumdalar, o yüzden gö­
remiyorsun. Tarayıcı denen şey göz gibi bir şey, sadece vü­
cuttan uzakta. Buradan kim geçerse, Bartorstown'dakilerin
haberi olur. Hem de Bartorstown daha bir günlük mesafe­
deyken."
"Ve sadece bir düğmeye basarak mı yapıyorlar bunu?"
dedi Esau dudaklarını yalayarak.
Wepplo elini yine savurdu ve "Bom!" dedi tekrar.
"Bu kadar zahmete girdiklerine göre," dedi Esau, "acayip
bir şeyler saklıyor olmalılar."
Wepplo ağzını açtı ve Hostetter, "Şu arabaya bir yardım
etsene," dedi. Wepplo sustu ve zaten düzgünce gidiyor gibi
görünen bir arabanın arka kapağına yaslandı. Len sertçe
Hostetter'a baktı fakat Hostetter'ın başı eğikti ve görünüşe
göre tüm dikkatini itme işine vermişti. Len gülümsedi. Hiç­
bir şey söylemedi.
Yokuşun ötesinde bir yol vardı. Burası iyi, geniş bir yoldu.
Hostetter buranın Yıkım'dan uzun zaman önce yapıldığını
söyledi. Buraya viraj diyordu. Yol zikzaklarla dağın kenarın­
dan yukarı çıkıyordu ve Len, devasa demir dişlerin taşları
ısırıp kopardığı yerleri hala görebiliyordu. Yavaş yavaş hare­
ket ediyorlar, katırlar ve onlara yardım eden adamlar oflayıp
pufluyorlardı. Hostetter gökyüzüne doğru, çok yükseklerde
bulunan kaba bir çentiği işar�t etti. "Yarın," dedi. 197
Len'in kalbi daha hızlı atmaya, sinirleri midesini sıkıştır­
maya başladı. Ama b aşını iki yana salladı. Hostetter sordu,
"Ne oldu?"
"Oraya giden bir yol olacağını hiç düşünmemiştim. Yani
öylece, basit bir yol."
"Başka türlü nasıl girip çıkacağımızı sanıyordun?"
"Bilmiyorum," dedi Len. "En azından bir duvar veya mu­
hafızlar olacağını düşünmüştüm. Tabii insanları şu gerideki
açıklıkta da durdurabilirlerdi mesela..."
"Durdurabilirler zaten. Hiç durdurmadılar."
"Yani insanlar öyle rahat rahat yürüyerek girip çıkabili­
yorlar mı? Bu yoldan böyle? Geçitten geçip Bartorstown'a
ulaşıyorlar yani?"
"Evet," dedi Hostetter, "ve hayır. Bir şeyi saklamanın en
iyi yolu onu ortalık yerde bırakmaktır derler, hiç duymadın
mı?"
"Anlamıyorum," dedi Len. "Hiçbir şey anlamıyorum."
"Anlayacaksın ."
"Sanırım." Len'in gözleri yine o kendine has biçimiyle pa­
rıldıyordu. Kendi kendine, "Yarın," dedi, sanki bu güzel bir
sözcükmüşçesine.
"Uzun bir yol oldu, değil mi?" dedi Hostetter. "Gerçekten
gelmek, bu konuda diretmek istiyordun." Bir dakikalığına
sustu, başını kaldırıp geçide baktı. Sonra, "Biraz zaman tanı,
Len," dedi. "Hayal ettiğin her şeyi bulamayacaksın orada
ama zaman tanı. Acele kararlar verme."
Len döndü ve ciddi bir ifadeyle Hostetter'ı süzdü. "Sürek­
li olarak beni bir şeye karşı uyarıyormuş gibi konuşuyorsun."
"Sana sadece... sabırsız davranmamam söylüyorum. Alış­
mak için kendine zaman tanı." Birdenbire, sanki öfkelene­
rek, "Bu zor bir yaşam, sana anlatmaya çalıştığım bu," dedi.
"Herkes için zor, Bartorstown'da bile zor ve kolaylaşmıyor o
198
yüzden parlak, cafcaflı bir cennet bekleyip de bulamayınca
küsme."
Kısacık bir süre için tüm dikkatiyle Len'e baktı ardından
başını çevirdi, bir erkek üzgün olduğunda ve bunu göstermek
istemediğinde elleriyle nasıl mekanik hareketler yaparsa, on­
ları yaparak derin derin nefesler aldı. Len yavaşça, "Oradan
nefret ediyorsun," dedi.
Buna inanamıyordu. Ama Hostetter birden sert bir ifa­
deyle, "Bu çok saçma, tabii ki etmiyorum," deyince, bunun
doğru olduğunu anladı.
"Neden geri döndün o zaman? Piper's Run'da kalabilir-
din."
"Sen de öyle."
"Ama o farklı."
"Hayır, değil. Senin bir sebebin vardı. Benim de var." Bir
dakika boyunca başı öne eğik bir şekilde yürüdü. Sonra, "Sa­
dece geri dönmeyi düşünme," dedi.
Hızlanarak öne geçti, Len'i arkada bıraktı ve Len günün
geri kalanı ve gece boyunca Hostetter'ı bir daha yalnız gö­
remedi. Eski günlerde babası birden gelip ona Tann'nın var
olmadığını söylese herhalde ancak bu kadar şaşırabilirdi.
Esau'ya hiçbir şey söylemedi. Başını kaldırıp geçide bak­
maya ve düşünmeye devam etti. Akşamüstü gibi, geldikleri
yönü tamamen görebilecekleri kadar dağa tırmanmışlardı,
kızıl uçurumun kenarından çölün yapayalnız ve tüm sıcak­
lığıyla serili olduğu topraklara kadar. Korkutucu bir şüphe
duygusu düştü içine. Kırmızı ve sarı kayalar, gökyüzüne ası­
lı gibi duran keskin tepeler, gri çöl, toz, kuruluk, bir bulutla
yumuşamayan, bir yağmurla zayıflamayan acımasız ışık, rüz­
gardan başka hiçbir şeyin yaşamadığı yerlere özgü çınlayan
sessizlikler... Hepsi sanki neşesizlikleri ve umutsuzluklarıyla
Len'i alay konusu ediyorlardı. Keşke geri dönebilsem dedi -
hayır, eve değil çünkü eve dönerse babasıyla yüzleşmesi ge­
rekirdi, Sığınak'a da dönmek istemiyordu. Sadece yaşamın, 1 99
suyun, yeşil çimenlerin olduğu bir yerlere. Çirkin kayaların
baktığı her yerde yükselmediği bir yerlere ... mesela ...
Mesela ne gibi?
Gerçek gibi mi, hem de tüm rüyalar ondan kopanlmış­
ken?
Bu mutlu bir düşünce değildi. Bunu görmezden gelmeye
çalıştı fakat Hostetter'ı her gördüğünde bu his geri dönüyor­
du. Hostetter düşünceli ve içine kapanık duruyordu, kamp
kurup akşam yemeği yedikten sonra ortadan kayboldu. Len
onu aramaya başladı ama sonra durmanın daha iyi olacağını
düşündü.
Geçidin hemen ağzında kamp yapmışlardı, yolun iki tara­
fında da geniş alanlar vardı. Rüzgar esiyordu ve hava çok so­
ğuktu. Hava kararmadan hemen önce, Len yolun üzerindeki
bir uçurumun yanına oyulmuş bazı harfler fark etti. Bunlar
hava şartlarından aşınmış, parçalanmış harflerdi ama büyük-
tüler, böylece Len harfleri okuyabildi. FALL CREEK 20 km
yazıyordu.
Hostetter gitmişti o yüzden Len, Wepplo'yu bulup bu ya­
zının ne anlama geldiğini sordu. "Okuyamıyor musun, evlat?
Yazan şey anlamına geliyor işte. Fall Creek, yirmi kilometre.
Burasıyla orası arasındaki mesafe."
"Yirmi kilometre," dedi Len, "buradan Fall Creek'e. Ta-
mam. Ama Fall Creek de ne?"
"Kasaba," dedi Wepplo.
"Nerede?"
"Fall Creek Kanyonu'nda." Eliyle işaret etti. "Yirmi kilo­
metre."
Sırıtıyordu. Len ihtiyarın mizah anlayışından tiksinmeye
başlamıştı. "Fall Creek'te ne var?" diye sordu. "Bizimle ne il­
gisi var?"
"Nasıl," dedi Wepplo. "Neredeyse her şeyi bizimle ilgili.
200
Bilmiyor muydun, evlat? Biz oraya gidiyoruz."
Sonra güldü. Len hızlıca uzaklaştı. Wepplo'ya kızgındı,
Hostetter'a da kızgındı, Fall Creek'e de kızgındı. Tüm dün­
yaya kızgındı. Battaniyesine sarındı, titreyerek ve küfürler
savurarak öylece yattı. Fena halde yorulmuştu. Fakat uykuya
çok sonra dalabildi, ardından da rüyalar gördü durdu. Rü­
yasında Bartorstown'ı bulmaya çalışıyordu. Oraya neredeyse
vardığını biliyordu fakat sis vardı, hava karanlıktı ve yol sü­
rekli yön değiştiriyordu. Yaşlı bir adama oraya nasıl ulaşa­
bileceğini sordu fakat yaşlı adam Bartorstown'ı hiç duyma­
mıştı. Sadece Fail Creek'in yirmi kilometre ötede olduğunu
tekrar tekrar söyleyip duruyordu.
Ertesi gün geçitten geçtiler. Şimdi hem Len hem de Hos­
tetter yüzünü asarak yürüyor, fazla konuşmuyordu. Öğleden
önce sırtın alçak noktasını geçtiler sonrasındaysa aşağı doğ­
ru yöneldikleri için çok daha hızlı ilerlemeye başladılar. Ka­
tırlar evlerine vardıklarını biliyormuş gibi daha hızlı adımlar
atıyordu. Adamlar neşelenmiş ve heveslenmişlerdi. Esau,
Amity'den uzaklaşabildiği sıklıkla koşarak geliyor, "Yaklaştık
mı?" diye soruyordu. Hostetter da başıyla onaylıyor, "Nere­
deyse vardık," diyordu.
İkindi güneşi kafilenin gözlerini dağlarken geçitten çık­
tılar. Yol, uçurumun kenarında bir daha alçalıyordu, uçuru­
mun dibindeyse bir kanyon vardı, karşı duvarına yansıyan
mavi gölgeler kayıp gitmeye başlamıştı bile. Hostetter eliyle
işaret etti. Sesi heyecanlı, mutlu veya mutsuz değildi. Sadece
bir sesti işte. "İşte orada," dedi.
Ü çü n cü
Kitap
19

Arabalar geniş ve dik yoldan fren pabuçları gıcırdayarak indi,


katırlar da kalçalarındaki yüklere daha sert asıldı. Len uçu­
rumun kenarından kanyonun içine baktı. Uzunca bir süre
konuşmadan orayı seyretti. Esau geldi ve yanında yürüme­
ye başladı, birlikte bakmaya devam ettiler. Bembeyaz, sinirli
yüzüyle dönüp Bay Hostetter'a, "Ne şimdi bu? Şaka mı?" diye
bağıran kişi Esau oldu. "Komik mi şimdi bu, bizi buraya ka-
dar getirdin "
...
2os

"Öf, kapa çeneni," dedi Hostetter. Sesi çok yorgun hatta


sabırsız geliyordu, Esau'ya cevap verişi, bir yetişkinin kendi­
sini rahatsız eden bir çocuğa cevap verişiyle aynı tondaydı.
Esau sustu. Hostetter, Len'e bir bakış attı. Len başını çevir­
medi, kaldırmadı. Hala kanyonun dibine bakıyordu.
Orada bir kasaba vardı. Bu kadar yüksekten, bu açıdan
bakıldığında çoğunlukla bir grup çatıdan ibaret gibi görünü­
yordu, kavak ağaçlarının yetiştiği bir nehir yatağının iki ta­
rafına kümelenmişlerdi. Bunlar, Len'in hayatı boyunca gör­
meye alıştığı, sıradan küçük evlerin sıradan çatılarıydı işte,
anladığı kadarıyla evlerin çoğu kütükten veya taş levhalar­
dan inşa edilmişti. Kanyonun kuzey ucunda, ardı masmavi
bir suyla dolu olan küçük bir baraj vardı. Barajın yanında, dik
bir yokuşun üzerinde, birkaç tane yüksek, tuhaf görünüşlü
bina bulunuyordu. Hemen yakınlarında yokuştan aşağı inen
ve yukarı çıkan raylar, kanyonun duvarındaki bir delikten,
kırılmış taşların yığıldığı bir kümeye uzanıyordu. Rayların
üzerinde küçük arabalar duruyordu. Yokuşun dibinde birkaç
tane daha bina görünüyordu, bunlar alçak ve küçüktü, ça­
tıları kavisliydi. Pas benzeri bir renkleri vardı. Barajın öbür
yanından kısa bir yol kanyon duvarındaki başka bir deliğe
uzanıyordu fakat o yolla bağlantılı raylar veya arabalar ya da
bağlantılı herhangi bir şey yoktu, kayalar öylece yolun diğer
tarafına yuvarlanmışlardı.
Len etrafta hareket eden insanları görebiliyordu. Bacala­
rın bazılarından duman yükseliyordu. İki küçük katır, bağlı
oldukları bir dizi küçük arabayı rampadaki ray boyunca çekti
ve arabalar boşaltıldı. Bir-iki dakika sonra, belli belirsiz, bir
yankı kadar ince sesi Len'in kulaklarına ulaştı.
Len dönüp Hostetter'a baktı.
"Fall Creek," dedi Hostetter. "Maden kasabası. Gümüş.
Cevher kalitesi çok iyi değil. Ama hem yeterli hem de bol.
206
Hala kazıyoruz. Fall Creek gizli bir yer değil, hiç olmadı."
Kısa, ani bir hareketle elini savurdu. "Biz burada yaşıyoruz."
Len sakince, "Ama burası Bartorstown değil," dedi.
"Değil. Zaten ismi de biraz yanıltıcı. Bartorstown bir ka­
saba değil."
Len daha da sakince, "Babam bana öyle bir yerin olma­
dığını söylemişti. Bartorstown'ın sadece bir fikir olduğunu
söylemişti."
"Baban yanılıyordu. Öyle bir yer var ve gerçek. Yüzlerce
insanın hayatları boyunca uğrunda mücadele vereceği kadar
gerçek."
"Ama nerede?" diye sordu Esau hiddetle. "Nerede?"
"Bu kadar beklediniz. Birkaç saat daha bekleyebilirsiniz."
Dik yoldan aşağı yürümeye devam ettiler. Dağın gölgesi
genişledi ve kanyonu doldurdu, doğu duvarı boyunca yük­
seldi ve kafileyi içine aldı. Işık daha aşağıda, yaşlı şelalenin
hemen üzerinde, bir grup çam ağacına yansıdı ve ağaçlar sert
bir yeşile döndü, kayaların kızıl ve toprak rengi monotonlu­
ğu içinde çok parlaktılar.
"Fail Creek sadece başka bir kasaba," dedi Len.
"Dünyayla bağlarını bir anda kopartamazsın," dedi Hos­
tetter. "Şu anda da yapamazsın, eskiden de yapamazdın. Ev­
ler kütükten ve taştan inşa edildi çünkü inşa ederken bura­
da ne varsa onu kullanmak zorundaydık. Başta Fall Creek'te
elektrik vardı çünkü moda öyleydi. Şimdi elektrik moda ol­
maktan çıktı, o yüzden biz de kullanmıyoruz. İşin anahtarı
herkes gibi görünmek. O zaman kimse seni fark etmiyor."
"Ama gerçek ve gizli bir yer," dedi Len. "Kimsenin bilme­
diği bir yer." Yüzünü astı, çözmeye çalışıyordu. "Kimsenin
bilmesine artık izin vermeye cesaret edemeyeceğin bir yer
- yine de, bir kasabada böyle açık şekilde yaşıyorsunuz, öyle­
ce kasabaya giren bir yol var, yabancılar istedikleri gibi gidip
geliyorlar."
"insanları içeri almamaya başlarsan, bir şeyler gizlediğini 207
anlarlar. ilk önce Fall Creek inşa edildi. Gayet de açık şekil­
de inşa edildi. Ülkenin, Tanrı'nın bile unuttuğu bu köşesin­
de yaşayan az sayıda insan da alıştı, kamyonlara alıştı, gidip
gelen özel uçağa alıştı. Burası sadece bir maden kasabasıydı.
Bartorstown, Fall Creek'in görüntüsü ardına sonradan inşa
edildi ve hiç kimse şüphelenmedi."
Len bunu uzun uzun düşündü. Sonra sordu, "Onca yeni
insan gelmeye başladığında bile tahmin edemediler mi?"
"Dünya mültecilerle doluydu ve binlercesi böyle yerle­
re yöneldi, ellerinden geldiğince dağların ardına yerleşmek
için."
Gölge yükseldi ve kafileyi içine aldı, birden alacakaran­
lık çökmüştü. Kasabada lambalar yakılıyordu, bunlar Piper's
Run'da da, Sığınak'ta da, binlerce başka kasabada da yakılan
cinsten alelade lambalardı. Yol düzleşti. Katırlar yorgundu
ama uzun kulaklarını ileri dikerek hızlı hızlı sallıyorlardı,
sürücülerse bağırıyor, kırbaçlarını tüfek atışı sesini taklit
edercesine sertçe şaklatıyorlardı. Kavakların altında kafileyi
bekleyen ciddi bir kalabalık vardı, ellerinde yanan fenerlerle
kadınlar arabalardaki eşlerine sesleniyor, çocuklar bağıra ça­
ğıra sağa sola koşturuyorlardı. Bu insanlar, Len'in ülkenin bu
kısmında gördüğü insanlardan farklı görünmüyordu. Aynı
çeşit kıyafetler giyiyorlardı, hareketleri de aynıydı. Hostet­
ter, Len'in ne düşündüğünü biliyormuşçasına, "Bu dünyada
yaşamak zorundasın," dedi. "Buradan kaçamazsın."
Len sessiz bir karamsarlıkla, "Burada Piper's Run'da olan
şeyler bile yok. Çiftlik yok, yemek yok, her taraf taş, kaya.
İnsanlar neden burada kalıyor?"
"Sebepleri var."
"Acayip büyük bir sebep olmalı," diye karşılık verdi Len,
artık hiçbir şeye inanmadığını ifade eden bir tonda.
Hostetter yanıt vermedi.
Arabalar durdu. Sürücüler oturdukları yerden, arabalar­
208
daki diğer herkes de arabalardan indi, Esau, solgun ve üstü
başı darmadağın, çevreye güvensiz bakışlar atan Aınity'yi in­
dirdi. Çocuklar ve genç erkekler koşarak gelip katırları aldı­
lar ve arabalarla birlikte götürdüler. Azametli denecek kadar
çok sayıda yabancı yüz vardı ve bir süre sonra Len neredeyse
hepsinin kendisine ve Esau'ya bakmakta olduğunu fark etti.
İçgüdüsel olarak birbirlerine yaklaşıp Hostetter'a sokuldular.
Hostetter başını sağa sola uzatıyor, Wepplo'ya bağırıyordu,
yaşlı adam da sırıta sırıta geldi. Kolunu bir kıza sarmıştı.
Ufak tefek bir kızdı, siyah saçlıydı, koyu renkli gözleri aynı
Wepplo'nunkiler gibi fıldır fıldırdı, yüzü olması gerekenden
biraz daha keskin ve kararlı görünüyordu. Üstüne boynunu
açık bırakan bir gömlek geçirmiş, kollarını yukarı sıvamıştı,
yumuşak deriden yüksek çizmelerinin hemen üzerine uza­
nan bir de etek giymişti. Kız önce Aınity'ye, sonra Esau'ya, en
son da Len'e baktı. En çok Len'e bakmıştı ve gözlerini Len'in
gözlerine dikerken hiç çekingen davranmıyordu.
"Torunum," dedi Wepplo, sanki kız som altından yapılmış
gibi bir havayla. "Joan. Bayan Amity Colter, Bay Esau Colter,
Bay Len Colter."
"Joan," dedi Hostetter, "rica etsem Bayan Colter'ı bir süre­
liğine yanına alır mısın?"
"Tabii," dedi Joan, biraz asık suratlı bir edayla. Amity, Esa­
'
u yu tutuyordu ve itirazını dillendirmeye başlamıştı ki Hos­
tetter onu susturdu.
"Kimse ısırmaz seni, merak etme. Sen git, Esau birazdan
yanına gelecek."
Amity, esmer kızın omzuna yaslanarak isteksizce gitti.
Kızın yanında bir ev kadar iri duruyordu, bunun sebebi ha­
mileliği de değildi, zaten bebeğin doğmasına daha çok vardı.
Esmer kız, Len'e sinsi sinsi sırıtarak bir bakış attı, sonra da
kalabalığın içinde kayboldu. Hostetter, Wepplo'ya dönerek
başını salladı, pantolonunu yukarı çekti ve Len'le Esau'ya dö­
nüp, "Hadi, gelin bakalım," dedi. 209
Hostetter'ı takip ettiler ve yol boyunca insanlar düşman­
ca olmayan fakat Len ve Esau ilgilerini son derece çekiyor­

muş gibi bir edayla onlara bakıp kendi aralarında konuştular.


Len, "Yabancılara alışık görünmüyorlar," dedi.
"Yabancıların burada yaşamaya gelmelerine alışık değil­
ler. Neyse, uzun zamandır sizin hakkınızda bir şeyler duyu­
yorlardı. Merak ediyorlar."
"Hostetter'ın çocukları," dedi Len ve iki gündür ilk kez
neşelenerek sırıttı.
Hostetter da sırıtıyordu. Hostetter, Len ve Esau'yu dağı­
nık evlerin arasında bulunan karanlık bir sokaktan geçirdi
ve bir yokuşa yerleşmiş, ön kısmında bir veranda bulunan,
görece daha büyük, ahşap karkaslı bir eve getirdi, ev diğer­
lerinden daha büyüktü ve madene bakıyordu. Kaplama tah­
taları eski ve aşınmıştı, verandaysa kütüklerle alttan destek­
lenmişti.
"Bu evi madenin müdürü için inşa etmişlerdi," dedi Hos­
tetter. "Şimdi Sherman yaşıyor."
"Sherman patron mu?" diye sordu Esau.
"Pek çok şeyin patronu, evet. Gutierrez ve Erdmann da
var. Başka konularda da onların söz hakkı var."
"Ama gelmemize Sherman izin verdi," dedi Len.
"Diğerleriyle konuşması gerekti. Hepsinin hemfikir ol­
ması lazımdı."
Evin içinde bir lambanın ışığı vardı. Basamakları çıkarak
verandaya ulaştılar, Hostetter daha çalamadan kapı açıldı.
Neşeli yüzlü, uzun, ince, gri saçlı bir kadın kapıda dikili­
yordu, gülümseyerek kollarını Hostetter'a uzattı. Hostetter,
"Merhaba, Mary," deyince, kadın, "Ed! Evine hoş geldin!"
dedi ve Hostetter'ı yanaklarından öptü. "Evet," dedi Hostet­
ter. "Uzun zaman oldu." "On bir, yok, on iki yıl," dedi Mary.
"Tekrar burada olman çok güzel."
210
Kadın, Len ile Esau'ya baktı.
"Bu, Mary Sherman," dedi Hostetter, sanki açıklama ihti­
yacı hissetmiş gibi, "eski bir dostum. Biz küçükken kız karde­
şimle oynardı - kız kardeşim vefat etti. Mary, bizim çocuklar
bunlar."
Tanıştırdı. Mary Sherman sanki söyleyecek çok şeyi var­
mış da söyleyemiyormuş gibi yan üzgün bir ifadeyle onlara
gülümsedi. Ancak ağzından tek çıkan, "Evet, sizi bekliyorlar,"
oldu. "İçeri gelin."
Birlikte oturma odasına girdiler. Zemin çıplak ve temizdi,
çam kaplamalar damarlarına kadar aşınmıştı. Mobilyaların
çoğu eski ve sadeydi, daha önceden Len'in gördüğü tipte, Yı­
kım'dan önce yapılmış mobilyalardı. Üzerinde bir lambanın
durduğu büyük bir masa vardı, üç adam masanın etrafında
oturuyordu. İkisi aşağı yukarı Hostetter'la aynı yaştaydı,
biri daha gençti, belki kırklarında falan. Daha yaşlı olanlar­
dan biri, temiz tıraşlı ve parlak gözleri olan iriyarı, tıknaz bir
adam, ayağa kalkıp Hostetter'la el sıkıştı. Sonra Hostetter di­
ğerleriyle el sıkıştı, biraz konuştular. Len huzursuzca etrafı­
na baktı ve Mary Sherman'ın çoktan gitmiş olduğunu gördü.
"Buraya gelin," dedi tıknaz adam ve Len adamın kendisiyle
konuştuğunu anladı. Lamba ışığının yere yansıdığı dairenin
içine girerek masaya yaklaştı. Esau da peşinden geldi. iri adam
onları inceledi. Adamın gözleri kışın, kar yağmadan hemen
önce gökyüzü nasıl bir renk alırsa o renkteydi, çok dikkatli ve
delici bakışlara sahipti. Daha genç olan adam hemen yanında
oturmuş, masaya doğru eğilmişti. Saçları kızıldı, gözlük ta­
kıyordu ve yüzüne yorgun bir ifade yerleşmişti, dinlenmeye
ihtiyacı varmış gibi değil de sanki her zaman böyle görünü­
yormuş gibi bir hali vardı. Arkasında, masayla büyük demir
soba arasındaki gölgelerin içinde, üçüncü bir adam duruyor­
du; ufak tefek, esmer tenli, sert bakışlı bir adamdı, kumaş
gibi bembeyaz, derli toplu, sivri bir sakal bırakmıştı. Len de
adamlara baktı, sinirli mi olmalıydı, hayrete mi düşmeliydi, 211
bilmiyordu, gerginlikten terlemeye başlamıştı.
Bir anda iri adam, "Ben Sherman," dedi. "Bu da Bay Erd­
mann," genç adam başını salladı, "ve Bay Gutierrez." Kısa
boylu, sert bakışlı adam homurdandı. "Sizin Colterlar oldu­
ğunuzu biliyoruz. Ama hanginiz, hanginizsiniz?"
Len ve Esau isimlerini söyledi. Hostetter gölgelere çekil­
mişti ve Len, Hostetter'ın piposunu doldurduğunu duyabi­
liyordu.
Sherman, Esau'ya döndü. "Sen şeysin - ee - çiçeği bur­
nunda anne seninle birlikte."
Esau açıklamaya başladı ama Sherman onu susturdu.
"Her şeyi biliyorum, Hostetter'a otoriteyi çiğnediği için sözlü
bir dayak bile attım, o yüzden bir şey hariç, her şeyi unutalım
gitsin. Yarın sabah saat tam onda kadını buraya getirmeni
istiyorum. Papaz da burada olacak. Kimsenin bu konudan
haberdar olmasına gerek yok. Anlaşıldı mı?"
"Evet, efendim," dedi Esau. Sherman tehditkar veya sinirli
değildi. Sadece emir vermeye çok alışkındı, cevabı da otoma­
tikti.
Gözlerini Esau'dan Len'e çevirdi ve sordu, "Neden buraya
gelmek istediniz?"
Len başını eğdi ve hiçbir şey söylemedi.
"Çekinme," dedi Hostetter. "Söyle ona."
"Nasıl söyleyeyim?" dedi Len. "Pekala. Buranın, insanların
farklı olduğu bir yer olacağını, insanların burada bir şeyler
düşünebileceğini ve başlarını belaya sokmadan düşündükle­
ri hakkında konuşabileceğini düşünüyorduk. Burada maki­
nelerin - yani eskiden var olan şeylerin olacağını düşünü­
yorduk."
Sherman gülümsedi. Bu gülümseme onu soğuk bakışlı,
emirler vermeye alışık, iri bir adam olmaktan çıkarmış, uzun
zamandır yaşayan ve yaşamla kavga etmemeyi öğrenmiş bir
212
insana dönüştürmüştü. Hostetter gibi bir insana. Len'in ba­
bası gibi bir insana. Len bu ifadeyi tanıdı ve birdenbire çevre­
sinin tamamen yabancılarla çevrili olmadığını hissetti.
"Yani," dedi Sherman, "bir şehirde yaşadığımızı düşünü­
yordun, eski şehirler gibi bir yerde ve içlerindeki her şeyle."
"Sanırım," dedi Len. Şimdi sinirli değildi. Sadece pişman­
lık duyuyordu.
"Hayır," dedi Sherman. "Burada sadece istediğin şeyin ilk
kısmı var."
Erdmann, "Ve ikincisini arıyoruz," dedi.
"Ah, evet," dedi Gutierrez. Sesi, tıpkı diğerleri gibi ince ve
sertti. "Bizim bir amacımız var. Bunu en iyi siz anlarsınız -
siz genç adamların da bir amacı var. Onlara anlatayım mı,
H arry>"
.
"Sonra," dedi Sherman. Öne eğilerek Len ve Esau'ya hitap
etti, gözleri yeniden sertleşmiş, soğuklaşmıştı. "Hostetter'a
teşekkür etmeli. . . " dedi.
"Sadece bana değil," dedi Hostetter araya girerek. "Sizin
kendinizce sebepleriniz vardı."
"İnsan kendini haklı çıkarmak için her zaman sebep bu­
labilir," dedi Sherman alaycı bir ifadeyle. "Ama tamam, se­
bebim olduğunu itiraf edeceğim. Fakat büyük kısmı Hostet­
ter'ın işiydi. Diğer türlü çoktan ölmüş olurdunuz, şu kasaba­
daki çetenin eline düşerdiniz - neydi oranın adı?"
"Sığınak," dedi Len. "Evet, biliyoruz."
"Kafanıza kakmıyorum, sadece gerçekleri söylüyorum.
Size bir iyilik yaptık ve bunun ne kadar büyük bir iyilik oldu­
ğunu kafanıza kakıp durmayacağım çünkü burada biraz za­
man geçirmeden anlamanız zaten zor. Siz burada yeterince
zaman geçirdiğinizde de size anlatmama gerek kalmaz zaten.
Bu sırada da sizden sadece size söyleneni yaparak ve fazla
soru sormayarak bize olan borcunuzu ödemenizi istiyoruz."
Duraksadı. Erdmann sessizlik anında gergin bir şekilde
boğazını temizledi. Gutierrez mırıldandı. "Sıç ağızlarına, 213
Harry. Koyver gitsin."
Sherman döndü. "İçki mi içtin sen, Julio?"
"Hayır. Ama içeceğim."
Sherman homurdandı. "Evet, neyse, söylemek istediği şey
şu. Fall Creek'ten ayrılamazsınız. Ayrılmayı düşündüğünüzü
düşündürecek şeyler yapmaktan bile kaçının. Burada çok şey
risk altında, şu anda bunların neler olduğunu hayal dahi ede­
mezsiniz, aldığımız riski büyütmek de istemiyoruz."
Sözlerini basit iki kelimeyle bitirdi. "Yoksa vurulacaksı­
nız."
20

Bir sessizlik daha yaşandı. Sonra Esau, biraz fazla yüksek ses­
le, "Buraya gelmek için çok çalıştık. Kaçma ihtimalimiz yok
ki," dedi.
"insanlar fikirlerini değiştirebilirler. Söylememiş olmak­
tan iyidir."
Esau ellerini masaya koydu, "Sadece bir soru sorabilir mi­
yim?" dedi.
214 "Tabii."
"Bartorstown dedikleri yer neresi?"
Sherman sandalyesinde arkasına yaslandı ve yüzünü asa­
rak gözlerini Esau'ya dikti. "Bak sana ne diyeceğim, Colter.
Bunu senden saklamanın bir yolu olsa bunu şimdi de daha
sonra da cevaplamazdım. Siz çocuklar bizim için büyük bir
soruna sebep oldunuz. Yabancılar buraya geldiğinde ağzı­
mızı kapalı tutar, çok dikkatli davranırız. Bu da çok büyük
bir problem yaratmaz çünkü buraya pek az yabancı gelir ve
çok uzun kalmazlar. Ama siz ikiniz burada yaşayacaksınız.
Eninde sonunda, kaçınılmaz olarak, bizimle ilgili her şeyi öğ­
reneceksiniz. Ama yine de, gerçekten buraya ait değilsiniz.
Tüm hayatınız, eğitiminiz, geçmişiniz, yetiştirilişiniz bizim
inandığımız her şeyle çelişiyor."
Len'e bir bakış attı, keyiflenmiş gibiydi. "Kulakların boşu­
na kızarmasın, genç adam. Samimi olduğunuzu biliyorum.
Buraya gelebilmek için nelere katlandığınızı da biliyorum,
kolay şeyler değiller ha, sizin yerinizde olsak çoğumuz bun­
lara katlanmazdık. Ancak... yarın yeni bir gün. Yarın ne his­
sedeceksiniz ya da ertesi gün?"
"Bence oldukça güvendesiniz," dedi Len. "Yeterince kur-
şununuz varsa. "
"Ha," dedi Sherman. "O mesele. Evet. Yani, sanırım. Ney­
se, sizinle şansımızı denemeye karar verdik, o yüzden fazla
seçeneğimiz yok. Bartorstown size anlatılacak. Ama bu gece
değil." Kalktı ve elini aniden Len'e uzattı. "Sabırlı ol."
Len adamla el sıkıştı ve gülümsedi.
Hostetter, "Görüşürüz, Harry," dedi. Len ve Esau'ya bakıp
başıyla işaret etti ve tekrar dışarıya, tamamen çökmüş karan­
lığa, insanı irkilten bir soğukluğa ve pek çok yabancı kokuya
çıktılar. Tekrar kasabaya doğru yürüdüler. Her evde lambalar
yanıyordu, insanlar yüksek sesle konuşup gülüyordu, küçük
gruplar halinde bir yerden bir yere gidiyorlardı. "Her zaman
bir kutlama vardır," dedi Hostetter. "Adamların bazıları uzun
215
zamandır yoldaydı."
Sevimli, sağlam bir kütük eve vardılar; ev Wepplo ailesi­
ne aitti, yaşlı adam, oğlu, gelini ve Joan adlı kız burada yaşı­
yordu. Birlikte akşam yemeği yediler ve pek çok insan eve
girip çıktı, Hostetter'a selam verdiler ve elden ele dolaşan bir
güğümden küçüklü büyüklü yudumlar aldılar. joan adlı kız
tüm akşam boyunca Len'i izledi ama fazla konuşmadı. Saat
geç olunca, Gutierrez geldi. Ölümüne sarhoştu ve ayakta di­
kildiği yerden Len'e öyle ciddi ve öyle uzun süre baktı ki Len
adamın ne istediğini sordu.
Gutierrez, "Sadece buraya gelme zorunluluğu yokken
yine de gelmek isteyen bir adama bakmak istedim," dedi.
İç çekti ve gitti. Az sonra Hostetter, Len'in omzuna do­
kundu. "Gel, Lennie," dedi, "yoksa Wepplo'nun evinde yerde
uyursun."
Neşeli bir ruh halinde gibi görünüyordu, sanki eve dön­
mek her şeye rağmen düşündüğü kadar kötü değilmiş gibi.
Len buz gibi gecenin içinde Hostetter'ın yanında yürüdü.
Fall Creek şimdi daha sessizdi, lambalar bir bir sönüyordu.
Hostetter'a, Gutierrez'le yaşadığını anlattı.
Hostetter, "Zavallı Julio," dedi. "Zihinsel olarak kötü bir
durumda."
"Nesi var ki?"
"Üç senedir bir şey üzerinde çalışıyor. Daha doğrusu, bu
şey üzerinde bütün hayatı boyunca çalıştı. Ama özellikle bu
noktasında, yani. Üç senedir. Ve çalışmalarının hiçbir işe ya­
ramadığını öğrendi. Sil baştan başlayacak. Fakat Julio baştan
başlasa da ömrünün vefa etmeyeceğini düşünüyor."
"Neye vefa etmeyecek?"
Ama Hostetter sadece, "Bekarlar kulübesinde yatmamız
gerekecek bugün," dedi. "O kadar da kötü değil. Bir sürü ar­
kadaş edinirsin."
Bekarlar kulübesi uzun, iki katlı bir kütük evdi, Fall
216
Creek'in özgün inşaatlarından biriydi fakat sonrasında bina­
ya eğreti kanatlar eklenmişti. Hostetter'ın Len'i getirdiği oda
bu kanatlardan birinin arka kısmındaydı, kendi kapısına sa­
hipti ayrıca, hem havaya güzel bir koku veren hem de rüzgar
estiğinde tatlı tatlı fısıldayan kısa boylu çam ağaçlarına da
çok yakındı. Wepplo'nun evinden kendilerine rulo yapılmış
battaniyeler almışlardı. Hostetter, kendi battaniyesini oda­
daki iki yataktan birinin üzerine serdi ve çizmelerini çıkar­
maya koyuldu.
"Ondan hoşlandın mı?" diye sordu.
"Kimden?" diye sordu Len, kendi battaniyesini sererken.
"Joan Wepplo."
"Ne bileyim ben? Kızı doğru dürüst görmedim bile."
Hostetter güldü. "Tüm akşam gözlerini kızdan alamadın
be."
"Düşünecek daha önemli şeylerim var," dedi Len sinirle.
"Bir kıza takılamam."
Yatağa yattı. Hostetter mumu üfledi ve birkaç dakika son­
ra horlamaya başladı. Len sıfır uykuyla öylece yattı, vücudu­
nun her bir parçası açıktaydı, hassastı ve titriyordu, hisse­
diyor ve duyuyordu. Bu yatak yeni bir nesneydi. Her şey tu­
haftı: Toprağın ve tozun, çam iğnelerinin, çam reçinesinin,
duvarların, zeminlerin, pişen yemeklerin kokusu, hareket
eden şeylerin boğuk sesi ve gecenin içindeki konuşmalar, her
şey. Ancak bir taraftan da o kadar tuhaf gelmiyordu. Bura­
sı sadece dünyanın başka bir kısmıydı, başka bir kasabaydı
ve Bartorstown nasıl bir yer çıkarsa çıksın, Len'in umduğu
gibi bir yer olmayacaktı. Berbat hissediyordu. O kadar ber­
bat hissediyor ve her şeyin nasılsa öyle olmasına o kadar öfke
duyuyordu ki duvarı tekmeledi, sonra bu yaptığının ne kadar
çocukça olduğunu fark edip gülmeye başladı. Kahkahasının
ortasında, Joan Wepplo'nun yüzü gözünün önüne geldi; par­
lak ve şüpheci gözleriyle Len'i izliyordu.
Sabah uyandığında, Hostetter'ın çoktan kalkıp bir yerlere 211
gitmiş olduğunu gördü çünkü adam geri dönmüştü.
"Temiz gömleğin var mı?"
"Sanırım."
"Tamam, kalk da giy bakalım. Esau sağdıcı olmanı isti-
yor.
"

Len yarım ağızla böyle formaliteler için biraz geç kalın­


dığını homurdansa da yüzünü yıkadı, tıraş oldu ve temiz
gömleğini giydi ve Hostetter'la Sherman'ın evine doğru yola
koyuldu. Köy sessiz görünüyordu, etrafta fazla insan yoktu.
Len evlerin içinden, pencerelerden izlendiğini hissediyordu
ama bundan bahsetmedi.
Nikah kısa ve sadeydi. Amity başka birinden ödünç al­
dığı bir elbise giymişti. Kendinden memnun görünüyordu.
Esau'nun görüntüsünde bir farklılık yoktu. Kalkıp gelmişti
işte. Papaz genç ve kısa boylu bir adamdı, rahatsız edici bir de
alışkanlığı vardı: Parmak uçlarında yükselip normal boyuna
inip duruyor, sanki kendini esneterek uzatmaya çalışıyordu.
Sherman, eşi ve Hostetter arkada dikilerek töreni izlediler.
Bittiğinde Mary Sherman, Amity'ye sarıldı ve Len kendini
aptal gibi hissederek Esau'yla sertçe tokalaştı. Gitmeye ha­
zırdı ki Sherman, "Sakıncası yoksa, biraz daha kalmanızı isti­
yorum. Hepinizin," dedi.
Küçük bir odadaydılar. Sherman odanın diğer tarafına
yürüdü ve salona giden kapıyı açtı ve Len içeride yedi veya
sekiz başka adamın olduğunu gördü.
"Endişelenecek bir şey yok," dedi Sherman, kapıyı işaret
ederek. "Masadaki şu üç sandalye, evet, onlar. Oturun. Bazı
insanlarla konuşmanızı istiyorum."
Birbirlerine yakın durarak yan yana oturdular. Sherman
hemen yanlarına çöktü, Hostetter ise karşısına ve herkes
masanın etrafına doluşana dek, diğer adamlar da bir bir
toplandı. Masada kalemler, kağıtlar ve başka bazı şeyler du­
218
ruyordu, tam ortada ise kapağı kapalı büyük bir hasır sepet
vardı. Sherman adamların isimlerini söyledi fakat Len zaten
tanıdığı Erdmann ve Gutierrez dışında diğer isimleri unutu­
verdi. Adamların neredeyse hepsi orta yaşlı ve keskin bakış­
lıydı, otoriter davranmaya alışık gibilerdi. Amity'ye karşı ise
hepsi çok kibardı.
Sherman, "Bu bir sorgulama falan değil, sadece merak
ediyoruz," dedi. "Bartorstown'ı ilk ne zaman duydunuz, bu­
raya gelmek için nasıl bu kadar kararlı davranabildiniz, bu
yüzden başınıza neler geldi, her şey nasıl başladı... Sen başlar
mısın, Ed? Sanırım en başlangıcında sen de vardın."
"Evet," dedi Hostetter, "Sanırım her şey Esau'nun telsizi
çaldığı gece başladı."
Sherman, Esau'ya bakınca Esau rahatsız olmuş göründü.
"Sanırım yaptığım şey yanlıştı ama sadece bir çocuktum.
Adamın birini, sırf biri adamın Bartorstownlı olduğunu söy­
lediği için öldürdüler - berbat bir geceydi. Ve meraklandım."
"Devam et," dedi Sherman ve hep birlikte merakla öne
eğildiler. Esau devam etti, az sonra Len de konuşmaya da­
hil oldu. Vaazı, Soames'un taşlanarak nasıl öldürüldüğünü
ve telsizin onlar için nasıl bir takıntı haline geldiğini anlat­
tı. Hostetter'ın şurada burada yaptığı birkaç yönlendirme ve
Sherman veya diğer adamlardan birinin sorduğu sorularla,
kendilerini Hostetter ve mavnadaki adamların anlan Sığı­
nak'ın dumanları ve öfkesi içinden nasıl çıkardığına kadar
yaşanan her şeyi anlatırken buldular. Bu konuda Amity'nin
de anlatacakları vardı ve yeterince ayrıntılı anlatabildi. Hepsi
konuşmayı bitirdiğinde, Len sanki gelene dek çektikleri onca
korkunç çilenin buraya vardıklarında bulduklarına değme­
diğini hissetti. Fakat bunu dile getirmedi. Sherman kalktı
ve odanın uzak kenarında başka bir kapı açtı. Bu kapının ar­
dında, içinde pek çok ekipmanın bulunduğu bir oda vardı,
eşyaların tam ortasında da başına komik görünen bir şey tak­
mış bir adam oturuyordu. Başındaki şeyi çıkardı ve Sherman 219
adama, "Nasıl geçti?" diye sordu. Adam da, "İyi," dedi.
Sherman kapıyı tekrar kapattı ve döndü. "Size artık söy­
leyebilirim ki sadece bizimle değil, tüm Fail Creek'le ve Bar­
torstown'la konuşuyordunuz." Hasır sepetin kapağını kal­
dırdı ve içini gösterdi. "Bunlara mikrofon denir. Söylediğiniz
her bir kelimeyi aldı ve yayınladı." Kapağı bıraktı, Len, Esau
ve Amity'ye bakarak dikilmeye devam etti. "Herkesin hika­
yenizi sizin sözcüklerinizle duymasını istedim. En iyi yol bu
gibi geldi. Sizi dört yüz insanın dinlediği bir sahneye koysam,
donar kalırdınız diye çekindim. O yüzden böyle bir şey yap­
tım."
"Tanrım," dedi Amity ve eliyle ağzını kapattı.
Sherman diğer adamlara baktı. "İyi bir hikaye, değil mi?"
"Çok gençler," dedi Gutierrez. Bunlar son sözleriymiş gibi
hasta görünüyordu, sesi çok zayıf ama yine de sert çıkmıştı.
"İnançları ve güvenleri var."
"Bırakın olsun," dedi Erdmann acı dolu bir ifadeyle. "Tan­
rı aşkına, bırakın birilerinin inancı ve güveni olsun."
Sherman nazikçe ve sabırla, "İkinizin de dinlenmeye ihti­
yacı var," dedi. "Hepimize bir iyilik yapın lütfen. Gidin din­
lenin."
"Ah, hayır," dedi Gutierrez, "asla olmaz. Ölsem de bunu
kaçıramam. Periler şehrini ilk görüşlerinde küçük yüzlerinin
nasıl parladığını görmek istiyorum."
Len mikrofonlara bakarak, "Buraya gelmemize izin ver­
mek için sebebinizin olduğunu söylemiştiniz, sebep bu muy­
du?"
"Kısmen," dedi Sherman. "Halkımız da insan. Pek çoğu­
nun ana işimizle doğrudan bir bağlantısı yok, kendilerini
önemli hissetmeleri ve buradaki hayata ilgi duymaları için
sebepleri çok az. Burada kısıtlı bir hayat yaşıyorlar. Bazen
hoşnutsuz insanlara dönüyorlar. Sizin hikayeniz, dışarıdaki
220
hayatın nasıl olduğuna dair güçlü bir hatırlatıcı oldu. Yap­
tığımız şey üzerinde çalışmaya bu yüzden devam etmeliyiz.
Hikayeniz aynı zamanda umutla dolu."
"Nasıl yani?"
"En sıkı kontrollerle geçirilen seksen sene bile, özgür dü­
şünce sanatını söndürememiş."
"Dürüst ol, Harry," dedi Gutierrez. "Kararımızı biraz da
duygularımıza dayanarak verdik."
"Belki de," dedi Sherman. "Siz bize inandıktan sonra sizi
yüzüstü bırakmak, temsil ettiğimizi düşündüğümüz her şeye
karşı ihanet olurdu. Fall Creek'teki herkes böyle düşünüyor
en azından."
Düşünceli düşünceli onlara baktı. "Bu aptalca bir karar
olabilir. Sizin, hiçbirinizin çalışmalarımıza katkı sunabilmesi
kesinlikle ihtimal dahilinde değil. Aynca kişisel öneminizle
tamamen orantısız bir sorun da teşkil ediyorsunuz. Sizler, ha­
tırlayamadığım kadar uzun zamandır buraya kabul ettiğimiz
ilk yabancılarsınız. Tekrar gitmenize izin veremeyiz. Yapaca­
ğımızı söyleyerek sizi uyardığımız şeyi yapmaya zorlanmak
istemiyoruz. O yüzden tüm acılara katlanacağız, ki bu acılar
bizim sahip olduğumuz tüm sorunlardan daha büyük olacak
ve yaşam tarzımıza, düşüncelerimize ve özellikle de hedefi­
mize tam anlamıyla uyum sağladığınızdan da emin olacağız.
Sizin başınızda sonsuza dek nöbet tutamayacağımız için sizi
Bartorstown'ın güvenilir sakinleri haline getirmemiz gerek.
Bu da temel olarak tüm bildiklerinizi unutmanız ve sıfırdan
eğitim görmeniz anlamına geliyor."
Hostetter'a doğru keskin, alaycı bir bakış attı. "Sizin tüm
çabalara değeceğinize yeminler etti. Umarım haklıdır."
Sonra öne doğru eğilip Amity'nin elini sıktı. "Teşekkürler,
Bayan Colter, bize çok yardımcı oldunuz. Bu geziyi ilgi çekici
bulmayacağınızı düşünüyorum, o yüzden gelip eşimle öğle
yemeği yemeye ne dersiniz? Eşim size pek çok konuda yar­
dımcı olabilir." 221
Amity'yi kapıdan geçirdi ve kızı Mary Sherman'a teslim
etti. Mary Sherman her zaman nerede olması gerekiyorsa
oradaymış gibiydi. Sonra Sherman geri geldi, Len ve Esau'ya
bakarak başını salladı.
"O zaman," dedi, "gidelim."
"Bartorstown'a mı?" diye sordu Len. Sherman yanıtladı.
"Bartorstown'a."
21

Bartorstown'ı bilen biri için açıklaması basitti. O kadar ba­


sitti ki Len bunu nasıl tahmin edemediğini düşünmedi bile.
Sherman madenin rampasının ötesinde, küçük barajın diğer
tarafından kanyona çıkan yolda önden ilerliyordu. Yanların­
da Gutierrez, Erdmann, Hostetter ve iki adam daha vardı.
Diğerleri başka bir yerdeki işleriyle ilgilenmek için gitmiş­
lerdi. Güneş burayı, vadinin dibini tüm gücüyle ısıtıyordu,
222 toprak kuruydu. Havada toz, kavak, çam iğneleri ve katır
kokusu vardı. Len, Esau'ya baktı. Yüzü solgun ama kararlıy­
dı, gözleri huzursuz bir biçimde sanki önlerinde duran şeyi
görmek istemiyorlarmışçasına dönüp duruyordu. Len nasıl
hissettiğini biliyordu. Burası sondu, burası o tek ve kaçınıl­
maz gerçekti, rüyanın bitişiydi. Len de heyecanlanmalıydı
aslında. Bir şeyler hissetmeliydi. Ama hissetmiyordu. İçinde
sahip olduğu tüm duyguların üstünden geçmişti, şu anda ise
sadece yürümekte olan bir adamdı.
Kayaların üzerine yuvarlandığı, artık kullanılmayan ram­
paya döndüler. Yakıcı güneşin altında, kayaların arasından
yürüdüler ve dağın kenarındaki deliğe doğru ilerlediler. Bu
deliği tahtadan bir kapı kapatıyordu, kapı aşınmıştı ama iyi
bakım görmüştü, üzerinde TEHLİ KE, MADE N TÜNELİ
ÇÖKEBİLİR, Kaya Düşme Tehlikesi, Girilmez yazan bir ta­
bela asılıydı. Kapı kilitliydi. Sherman kapıyı açtı ve içeri gir­
diler, sonra arkalarından kapıyı yeniden kilitledi.
"Çoluk çocuğu uzak tutması için," dedi. "Buraya başka
girmek isteyen de olmuyor zaten."
Tünelin zemini, sert güneş ışığında görüldüğü kadarıyla,
gevşek taşlarla kaplıydı, duvarlarsa kırılıp dağılmaya müsa­
it gibi görünen taşlarla örülmüştü. Tavanı tutan keresteden
payandalar çürümüş ve yer yer kırılmıştı, desteklerin bazıları
da aşağı sarkmıştı. Burası, kimsenin zorla girmek isteyeceği
bir yer değildi. Sherman her madende terk edilen kazı alan­
lan olduğunu, kimsenin bundan şüphelenmediğini söyledi.
"Doğal olarak, bu tünel son derece güvenli. Fakat dekoras­
yon ikna edici."
"Aşın ikna edici, lanet olsun," dedi Gutierrez, tökezleyin­
ce. "Bacağımı kıracağım bir gün burada."
Işık azaldıkça tünele karanlık hakim oldu, tünel bir yan­
dan da sola doğru dönüyordu. Birdenbire, hiçbir emare gös­
termeden ileride başka bir ışık yandı. Bu ışık mavimsi ve son
derece parlaktı, Len'in daha önce görmediği türden bir ışıktı 223
ve şimdi, ilk kez, içinde bir heyecan doğmuştu. Esau'nun ne­
fesini tuttuğunu ve, "Elektrik!" dediğini duydu. Tünelin bu
kısmı pürüZsüzdü ve yıkıntı barındırmıyordu. Burayı hızla
geçtiler ve ışığın görkeminin ardında Len bir kapı gördü.
Kapının önünde durdular. Işık şimdi yukarıdan geliyor­
du. Len, ışığın kaynağına gözlerini dikmeye çalıştı ama sanki
güneşe bakıyormuş gibi gözleri yandı. "Şu işe bak," diye fısıl­
dadı Esau. "Büyükannemin anlattığı gibi."
"Burada tarayıcılar var," dedi Sherman. "Bir-iki saniye za­
man tanıyın. İşte. Şimdi devam edelim."
Kapı açıldı. Kalın bir kapıydı, kayanın doğrudan içine
oturtulmuş ve metalden yapılmıştı. Bu kapıdan da geçtiler.
Kapı arkalarından sessizce kapandı ve Bartorstown'a varmış
oldular.
Bartorstown'ın bu kısmı sadece tünelin bir devamıydı
ama kayalar çok düzgün ve pürüzsüzdü, tavanda bir oluğun
içinde sürüyle ışık diziliydi. Hava, ağızda tuhaf bir his, ya­
van ve metalik bir tat bırakıyordu. Len bu hissin yüzünde
dolaştığını hissedebiliyordu ve bu hisle aynı kaynaktan geli­
yor gibi görünen bir de yumuşak, çok yumuşak bir fısıltı sesi
vardı. Sinirleri gerilmişti. Terliyordu. Şu anda, altında bulun­
duğu dağın dışarıdan bakıldığında görülen o korkunç görün­
tüsü kısa süreliğine gözünün önüne geldi ve o dağın her bir
toprak parçasının ağırlığını üzerinde hissedebiliyordu. "Her
taraf böyle mi?" diye sordu. "Yani, yeraltında mı?"
Sherman başıyla onayladı. "O günlerde pek çok mekanı
yeraltına inşa ettiler. Dağların altlan bulunabilen tek güvenli
yerlerdi."
Esau koridorun ilerisine bakıyordu. Koridor uzunca bir
süre devam ediyor gibiydi. "Burası çok mu büyük?"
Bu kez Gutierrez yanıt verdi. "Çok büyükten ne anladığı­
na bağlı. ,Bir açıdan Bartorstown var olan en büyük şey. Dü­
224
nün tamamı, yarının tamamı. Başka bir açıdan, burası sadece
yerdeki bir delik, bir insanı gömebileceğin kadar büyük bir
delik."
Koridorun yirmi adım aşağısında bir kapıdan onları kar­
şılamak için bir adam çıktı. Genç bir adamdı bu, Esau'nun
akranı gibi görünüyordu. Sherman ve diğerlerine yumuşak
bir saygıyla hitap etti, sonra ifadesizce Colterlara baktı. .
"Merhaba," dedi. "Aşağı geçitten geçtiğinizi görmüştüm.
İsmim Jones." Elini uzattı.
El sıkıştılar ve kapıya yaklaştılar. Kapının ardındaki kaya­
ya oyulmuş oda oldukça genişti ve içi pek çok levhayla, kab­
lolarla, düğmelerle ve telsizin içindeki şeyler gibi görünen
parçalarla alabildiğine doldurulmuştu. Esau etrafına bakındı,
sonra Jones'a dönüp sordu, "Düğmeye sen mi basıyorsun?"
Bir an herkes şaşırıp kaldı sonra Hostetter güldü. "Wepp­
lo işletiyordu da onları. Hayır, Jones o sorumluluğu almıyor."
"Aslına bakarsanız," dedi Sherman, "daha önce düğmeye
hiç basmadık. Sadece, her ihtimale karşı, her şeyi çalışır vazi­
yette tutuyoruz. Gelin böyle."
Kendisini takip etmelerini işaret etti ve onlar da, ken­
dilerini tuhaf bir yerde bulan ve her an aceleyle orayı terk
etmeleri gerekebileceğini hisseden her insan ve hayvanın
göstereceği ihtiyatlı gerginlikle adamı takip ettiler. Hiçbir
şeye dokunmamaya dikkat ediyorlardı. )ones önlerine geçti,
bazı düğmeler ve şalterlerle ilgilenmeye koyuldu. Kasılmıyor,
hava atarmış gibi yapmıyordu. Sherman kare şeklindeki cam
bir pencereyi işaret etti ve Len, bunun bir pencere olama­
yacağını anlayana dek bir-iki saniye şaşkın şaşkın baktı, bu
bir pencere olsaydı bile tepenin ta öbür tarafındaki dar, taşlı
geçide bakıyor olması imkansızdı.
"Tarayıcılar görüntüyü alıyor ve bu ekrana aktarıyor,"
dedi Sherman. Devam edemeden, Esau ancak bir çocuğun
sahip olabileceği keyifli bir hayret sesiyle, "Televizyon!" diye
haykırdı. 225
"Aynı prensip," dedi Sherman. "Televizyonu nereden bili­
yorsunuz siz?"
"Büyükannemiz. Bize bir sürü şey anlattı."
"Ha, evet. Ondan bahsetmiştiniz galiba - Bartorstown'dan
bahsedermiş." Yavaşça ama gözle görülür bir çabayla, Colter­
ların dikkatini yeniden ekrana çekti. "Burada her zaman biri
görevli olur, izlemek için. O geçitten hiç kimse görünmeden
geçemez. Ne içeri - ne dışarı."
"Ya geceleri?" diye sordu Len. Sherman'ın bazı şeyleri on­
lara sık sık hatırlatma hakkı olduğunu düşünüyordu fakat
hatırlatıyor olması onu biraz kızdırıyordu. Sherman keskin
ama sakin bir bakış attı.
"Büyükanneniz size elektrikli gözlerden bahsetti mi hiç?"
"Hayır."
"Karanlıkta da görebiliyorlar. Göstersene, Jones."
Genç adam, onlara üzerinde küçük, camdan ampullerin
karşılıklı iki sıra halinde dizili durduğu bir levha gösterdi.
"Burası aşağı geçit gibi, anladınız mı? Bu küçük ampuller de
elektrikli göz çiftleri. Aralarından geçtiğinizde görünmez bir
ışığı kesiyorsunuz, o zaman da bu ampuller yanıyor. Tam
olarak nerede olduğunuzu anlıyoruz."
Esau imayı anlamıştı ama belli etmedi. Pırıl pırıl, imre­
nen gözleriyle Jones'a bakıyordu. Birden sordu, "Ben de bunu
yapmayı öğrenebilir miyim?"
"Öğrenmemen için sebep yok," dedi Sherman, "çalışırsan
olur."
Esau derin bir nefes aldı ve gülümsedi.
Tekrar dışarı çıkıp muhteşem ışıkların altında koridor­
da yürümeye devam ettiler. Üzerlerinde numaralar yazan
bazı başka kapılar vardı, Sherman bunların depo olduğunu
söylemişti. Sonra koridor ikiye ayrıldı. Len yön duygusunu
biraz kaybetmişti ama sağdaki daldan devam ettiler. Kori­
226
dor genişleyerek şaşırtıcı derecede fazla sayıda odaya açıldı,
kayanın içine oyulmuştu, alçak tavan düzenli sıralar halinde
bırakılmış sütunlarla destekleniyordu. Odalar birbirlerinden
ayrı fakat kendi içlerinde bağlantılılardı, bir tekerleğin bö­
lümlerine benziyorlardı, dış kenarlarından çıkılan daha kü­
çük odalar da var gibiydi. Hepsi eşyayla doluydu. İlk birkaç
dakika, Len gördüklerini anlamaya çalışmadı çünkü bunları
anlamanın yıllar alacağını biliyordu. Sadece baktı, hissetti
ve tamamen farklı bir dünyaya adım attığının farkındalığını
tam anlamıyla kavramaya çalıştı.
Sherman konuşmaya devam ediyordu. Bazen Gutierrez
lafa giriyordu. Bazen de Erdmann. Bazen de diğer adamlar­
dan biri. Hostetter fazla konuşmuyordu.
Bartorstown, demişlerdi, bir yer ne kadar kendi kendi­
ne yetebilirse, öyle inşa edilmişti. Kendini tamir edebiliyor,
kendisi için yeni parçalar üretebiliyordu, b u amaç için sağ­
lanmış orijinal malzemelerden bir kısmı hala duruyordu.
Sherman çeşitli odaları işaret etti, elektronik laboratuvarı,
elektrik onarım atölyesi, telsiz atölyesi, tuhaf makinelerle,
parlayan cam ve metalden yapılmış ilginç biçimlerle, sonsuz
gibi görünen kadran panelleri ve yanıp sönen ışıklarla dolu
odalar... Bazen odalarda bir veya birkaç adam oluyordu, ba­
zen olmuyordu. Bazen havada kimyasal kokuları ve yabancı
sesler oluyordu, bazen de odaları daha sessiz ve daha yalnız
hissettiren hareket halindeki havanın hışırtısıyla bomboş bir
sessizlikten başka hiçbir şey duyulmuyordu. Sherman ha­
valandırmalardan, pompalardan ve üfleyicilerden bahsedi­
yordu. Otomatik, tekrar tekrar kullandığı bir kelimeydi, ha­
rika b ir kelimeydi. Kapılar, yaklaşıldığında otomatik olarak
açılıyordu, ışıklar yanıyor ve sönüyordu. "O tomatik," dedi
Hostetter. Kıkırdadı. "Mennonitlerin ülkede nasıl bu kadar
büyük bir güç kazandığına hayret etmemek lazım. Diğer in­
sanlar o kadar şımarmışlardı ki ayakkabılarını bile makineler
olmadan bağlayamıyorlardı." 227
"Ed,'' dedi Sherman, "sen Bartorstown'ın kötü reklamını
yaparsın ancak. "
"Bilemiyorum," dedi Hostetter. "Bazılarına yeterince iyi
reklam yapmışım sanırım."
Len ona baktı. H ostetter' ın ruh hallerini artık gayet iyi
tanıyordu, şu anda kaygılı ve endişeli olduğunu biliyordu.
Kaygılı bir ürperti Len'in sırtı boyunca ilerledi. Len tekrar
çevresindeki tüm o tuhaf şeylere bakmak için döndü. Bunlar
harika, büyüleyici şeylerdi, biri adlarını ve ne işe yaradıkları­
nı söylemeden hiçbir anlam ifade etmiyorlardı. Henüz kimse
bir şey söylememişti.
Bunu söyleyince, Sherman başını salladı. "Bir işe elbette
yarıyorlar. Bartorstown'ın sadece bir bölümünü değil, her
yerini görmenizi istedim, böylece bu ülkenin devletinin,
Yıkım'dan bile önce amacının ne kadar önemli olduğunu
düşündüğünü anlayabileceksiniz. Burası o kadar önemliydi
ki ne olursa olsun, Bartorstown'ın kurtulması için gereğini
yaptılar. Şimdi planlarının başka bir bölümünü göstereceğim
size, elektrik santralini."
Hostetter konuşmak için ağzını açtı, Sherman alçak ses­
le, "Benim yöntemimle yapacağız, Ed," dedi. Onları merkezi
koridorda biraz daha yürüttü, Len bu koridorun bir teker­
leğin göbeği gibi olduğunu düşünüyordu ve Sherman, Len
ile Esau'ya yan bir bakış atarak, "Asansör yerine merdivenleri
kullanacağız," dedi.
Yankılı, çelik merdivenlerin aşağısına doğru inerken, Len
asansörün ne olduğunu hatırlamaya çalıştı ama hatırlaya­
madı. Sonra, katların birinde, diğerleriyle birlikte durdu ve
etrafına bakındı.
Derinden ve kuvvetli bir titreşimle yankılanan mağaram­
sı bir yerdeydiler. Titreşimlerin hem altında hem üstünde
Len'in kulağına yabancı başka sesler de vardı ancak tüm
228
bu ses ve titreşimler birleşiyor, belirgin bir sese dönüşüyor,
Len'in daha önce sadece rüzgarın, şimşeklerin ve sellerin do­
ğal seslerinin söylediğini duyduğu bir kelimeyi söylüyordu.
Bu kelime, güçtü. Kayadan mahzen burada daha pürüzlü yü­
zeylere sahipti, tüm boşluk tekdüze, beyaz bir parıltıyla kap­
lıydı ve bu parıltının içinde bir dizi ihtişamlı yapı duruyor­
du. Çevrelerinde çalışan adamları minicik gösteren, düzenli,
bombeli, devasa yapılardı bunlar. Len'in vücudu titreşimi
hissetmiş ve ürpermişti, havadaki bir şeyin kokusundan bur­
nu kaşınıyordu.
"Bunlar trafolar," dedi Sherman. "Şuradaki kabloları gö­
rüyorsunuz ya, onlar yer altındaki kanallar vasıtasıyla tüm
Bartorstown'a güç taşıyorlar. Bunlar da jeneratörler, türbin­
ler...
"

Büyük makinelerin kenarından, şiddetli, beyaz parıltının


içine daldılar.
"...buhar tesisi..."
Burada anlayabilecekleri bir şey vardı. Bu, şimdiye dek
hayal ettikleri her şeyden daha büyüktü ama buhardı işte ve
buhar, bu yabancı devlerin arasında eski bir dost kadar ya­
kından tanıdıkları bir şeydi. Gözlerini ona diktiler, kıyasla­
malar yaptılar, Len'in isimlerinden tam olarak emin olmadı­
ğı iki adamdan biri, tasarımdaki farklılıkları sabırla açıkladı.
"Ama burada ocak yok," dedi Esau. "Ateş yok, yakıt yok.
Isı nereden geliyor?"
"Oradan," dedi adam ve gösterdi. Buhar tesisi uzun, yük­
sek, devasa bir beton blokla birleşiyordu. "İşte bu da ısı eşan-
.. .. ,,
ıoru.
.

Esau yüzünü asarak betona baktı. "Hiçbir şey an... "

'Tabii ki hepsi özel kaplamalara sahip. Sıcak sonuçta."


"Sıcak," dedi Esau. "Evet, tabii, suyu kaynatacak kadar sı-
cak olmalı. Ama hala yakıt... " Etrafına bakınarak mağaranın
girintilerine göz attı. "Hala yakıt olarak ne kullandığınızı gö­
remedim." 229
Bir anlık bir sessizlik oldu. Burası kurulduğu günden beri
muhtemelen bu kadar sessiz olmamıştı. Uğultu Len'in ku­
laklarını dövüyordu. Bir şekilde, adamların bilgili ve dikkatli
yüzlerinden, Esau'nun sorusunun havada gürültülü ve yan­
kılanırcasına asılı ve yanıtsız kalmasından, konunun da de­
ğişmemesinden, tahmin bile edemeyeceği kadar karanlık bir
kuyunun yamacında, anın kenarında olduğunu anladı.
"Çünkü," dedi Sherman, çok nazikçe, çok basit bir şey
söylüyormuşçasına ve Hostetter'ın gözleri, ışığın altında kes­
kin ve sıkıntılı görünüyordu. "Uranyum kullanıyoruz."
O an da geçmişti, şimdi kuyu adeta bir cehennem aza­
bı gibi geniş ağzını açmış, kapkara altında uzanıyordu, Len
haykırdı ama bu haykırış, geride sadece bir fısıltı kalana dek
boğuldu gitti. "Uranyum. Ama o ... o ... "
Sherman'ın eli havaya kalktı ve beton yapının kocaman,
kalın bir duvara doğru genişlediği yeri işaret etti.
"Evet," dedi. "Atom gücü. Şu beton duvar, kalkanın dış
yüzü. Arkasında reaktör var."
Hiç durmayan o azametli sesin uğultusu dışında ortama
sessizlik çöktü. Beton duvar, cehennemin duvarıymışçasına
uzanıyordu ve Len'in kalbi yavaşladı, damarlarındaki kan kar
suyuymuşçasına soğudu.
Arkasında reaktör vardı.
Arkasında kötülük, karanlık, dehşet ve ölüm vardı.
Bir ses, arabasının kenarında, gece rüzgarıyla uçuşan kı­
vılcımların arasında vaaz veren adamın sesi, Len'in kulakları­
na haykırdı. Sadece benim, Tann Yehova'nın dokunmaya cüret
edebileceği, her şeyin kalbinde olan kutsal ateşi serbest bıraktılar.
Ve Tann dedi ki, günahlanndan annsınlar...
Esau'nun sesinde tiz bir itiraz vardı. "Hayır. Dünyada on­
lardan başka kalmadı."
Annsınlar, dedi Tann, ve hepsi anndı. Kendi yaktıkları ateş­
230
lerde yandılar, evet, yüce kuleleri Tann'nın alev alev gazabında
yok olup gitti, günah yerleri silindi...
"Yalan söylüyorsun," dedi Esau. "Onlardan başka kalma­
dı, Yıkım'dan sonra kalmadı."
Ve hepsi arındı. Ama tamamen değil...
"Yalan söylemiyorlar," dedi Len. Hareketsiz, beton duvar­
dan yavaş yavaş geri çekildi. "Saklamışlar onu. Orada işte."
Esau mırıldanıyordu. Sonra döndü ve koşmaya başladı.
Hostetter onu yakaladı. Esau'yu çevirdi, Sherman da di­
ğer kolunu yakaladı. Esau'yu öylece tuttular. Hostetter sert­
çe, "Sabit dur, Esau," dedi.
"Ama beni yakacak," diye haykırdı Esau, gözlerini fal taşı
gibi açarak. "İçimi yakacak, kanım beyaz olacak, kemiklerim
çürüyecek ve öleceğim."
"Aptallık etme," dedi Hostetter. "Hiçbirimize zarar ver­
mediğini görüyorsun işte."
"Korkmakta hakkı var, Ed," dedi Sherman, daha nazikçe.
"Öğrendiklerini benden daha iyi biliyor olman lazım. On­
lara bir şans tanı. Dinle, Esau. Sen bombayı düşünüyorsun.
Bu bir bomba değil. Bu zararlı değil. Neredeyse yüz senedir
burada, bununla yaşıyoruz. O patlayamaz ve seni yakamaz.
Beton onu güvenli kılıyor. Bak."
Esau'yu bıraktı, kalkana doğru yürüyüp ellerini duvara
dayadı.
"Görüyor musun? Korkacak bir şey yok burada."
Ve şeytan, ahmak insanların dilleriyle konuşur, aceleci insan­
/ann elleriyle çalışır. Babacığım, affet beni, bilmiyordum!
Esau dudaklarını yaladı. Nefesi dudaklarının arasından
sert ve düzensiz bir şekilde çıkıyordu. "Sen de git, elini be­
tona koy," dedi Hostetter'a, sanki Hostetter, Sherman'dan
farklı bir maddeden yapılmış gibi, sanki Esau'nun bildiği bir
dünyayı da bildiği, sadece Bartorstown'a ait olmadığı için
farklı bir vücuda sahipmiş gibi.
Hostetter omuz silkti. Gitti ve ellerini kalkanın üzerine
231
koydu.
Sen, diye düşündü Len. Bana anlatmadığın şey buydu,
bana söyleyecek kadar güvenemediğin sır buydu.
"Evet," dedi Esau, boğulur gibi, tereddüt içinde, korkmuş
bir at misali terleyip titreyerek, yine de kaçmayı bırakmış, ye­
rinde duruyordu. Düşünmeye başlamıştı. "Evet... "
Len buz gibi yumruklarını sıktı ve kalkanın yanında du­
ran Sherman'a baktı.
"Neden korktuğunuz ortada," dedi, sesi hiç de kendi se­
siymiş gibi gelmiyordu. "Neden gitmek istediklerinde insan­
ları vurduğunuz ortada. Eğer birileri gidip insanlara burada
neye sahip olduğunuzu söylese insanlar ayaklanır, izinizi sü­
rer, sizi paramparça ederler, o zaman kendinizi altına sakla­
yabileceğiniz büyüklükte bir dağ da bulamazsınız."
Sherman başını salladı. "Evet. Aynen öyle."
Len gözlerini Hostetter'a kaydırdı. "Bunu bize neden
daha önce, yani buraya gelmeden önce söyleyemedin?"
"Len, Len," dedi Hostetter, başını iki yana sallayarak.
"Gelmenizi istemedim ki. Ve sizi uyardım, hem de becerebil­
diğim her şekilde."
Sherman izliyordu, sanki ne yapacağını görmeyi hevesle
bekliyordu. Hepsi izliyordu, Gutierrez yüzünde yorgun bir
acıma duygusuyla, Erdmann utanmış gözlerle, Esau da orta­
larında korkmuş, kocaman bir çocuk gibi izliyordu. Bunun
bu şekilde planlandığını ve çevresindekilerin hangi kelime­
leri sarf edeceğiyle ve kendini nasıl hissettiğiyle ilgilendiğini
az da olsa anlamıştı. Tüm umutlara, hayallere ve çocukluk
özlemlerine, tüm o arayışa ve inanca karşı duyduğu ani, kap­
kara bir iğrenmeyle onlara bağırdı. "Dünya bir kere yandı za­
ten, yetmedi mi size? Neden bu şeyi hayatta tuttunuz?"
"Çünkü," dedi Sherman sakince, "bizim değil ki yok ede­
lim. Ve bunu yok etmek ancak çocukların yapacağı bir şey.
Sığınak'ı yakan adamların yöntemi. On Üçüncü Madde'nin
232
yöntemi. Bu sadece kaçınmak. Bilgiyi yok edemezsin. Üstü­
ne basabilirsin, onu yakıp kül edebilirsin, yasaklayabilirsin
ama bir yerlerde yaşayacaktır."
"Evet," dedi Len, keyifsizce. "Bunu devam ettirecek kadar
aptal adamlar olduğu sürece. Şehirleri geri istiyordum, evet.
Daha önce sahip olduklarımıza yeniden sahip olmak istiyor­
dum. Yıllar yıllar öncesinde kalmış bir şeyden korkmanın ap­
talca olduğunu düşünüyordum. Ama tamamen kaybolmadı­
ğını hiç bilmiyordum... "

"Yani şimdi Soames'u öldürenleri, arkadaşın Dulinsky'yi


öldürenleri ve bir kasabayı yok edenleri haklı mı buluyorsun
yani?"
"Ben... " Sözcükler Len'in boğazında düğümleniyordu.
Sonra haykırdı. "Bu adil değil. Sığınak'ta atom gücü yoktu."
"Pekala," dedi Sherman, mantıklı bir edayla. "Başka şekil­
de düşünelim. Diyelim ki Bartorstown, içindeki herkesle bir­
likte yok edildi. Dünyanın başka bir yerinde, başka bir dağın
altında gizli başka bir Bartorstown olmadığından nasıl emin
olabilirsin? Unutulmuş bir nükleer fizik profesörünün ders
kitaplarını bir yere zulalamadığından nasıl emin olabilirsin
- Piper's Run'da bile bir kitap varmış, öyle demiştin. Bunu,
dünyada kalan diğer tüm kitaplarla çarp işte. Hepsini yok et­
mek için nasıl bir şansınız olabilir?"
Esau yavaşça, "Len, adam haklı," dedi.
"Kitap," dedi Len, kör korkuyla savaşarak, duvarın ardın­
daki Şeytan'ın gücünü hissederek. "Kitap, evet, bizde bir tane
vardı. Ama neden bahsettiğini anlayamamıştık. Kimse anla­
yamamıştı."
"Birileri, bir yerlerde, zamanla çözecek. Ve unutmaman
gereken başka bir şey daha var. Atom gücünün sırrını bulan
ilk insanların bir şeyler öğrenebilecekleri kitapları yoktu.
Böyle bir şey yapılabilir miydi, bunu bile bilmiyorlardı. Sa­
dece beyinleri vardı. Dünyadaki tüm beyinleri de yok ede-
.
mezsın.
,,

233
"Pekala," diye bağırdı Len. Köşeye sıkıştırılmıştı. Kaçış
yolu göremiyordu. "Başka nasıl bir yol var ki?"
"Mantığın yolu," dedi Sherman. "Ve şimdi, sana Bartors­
town'ın neden kurulduğunu anlatabilirim."
22

Bartorstown'da üç seviye vardı. Şimdi hep birlikte orta se­


viyeye, laboratuvarların altındaki eski kötülüğün beton du­
varın ardında saklandığı mağaranın üzerindeki kata çıkmış­
lardı. Len, Hostetter'ın önünde yürüyordu, diğerleri hemen
etrafındaydı, Esau hala titriyor, ağzını elinin tersiyle tekrar
tekrar siliyordu, Bartorstownlılar sessizdi ve hareketlerinde
bir ciddiyet vardı. Len'in zihni ise gece vakti yıldızsız bir gök-
234 yüzü gibi vahşi, karanlık bir boşluktu.
Bir resme bakıyordu. Bu resim bir insan boyundan uzun,
yükselirken kıvrılan bir camın üzerindeydi, bir şekilde içeri­
den aydınlatılmıştı, derinliğiyle, uzaklığıyla, renkleri ve her
küçük detayın keskin ve net bir şekilde anlaşılmasıyla gerçek
gibi görünüyordu. Bu, berbat bir resimdi. Bu, harap olmuş,
paramparça bir viranenin resmiydi. Ortasında hala küçük,
kaybolmuş bir bina dikiliyordu. Bina bile, sanki yorgunmuş
da devrilmek istiyormuş gibi bir yana meyilliydi.
"Bombadan bahsediyorsunuz, bombanın yaptıklarını an­
latıyorsunuz ama hiç görmediniz," dedi Sherman. "Bartors­
town'ı inşa eden adamlar görmüştü veya babaları görmüştü.
Bombalar bir gerçeklikti, kendi zamanlarının bir parçasıydı.
Bu resmi buraya unutmamak için koydular, böylece işlerini
unutacak kadar baştan çıkarılmayacaklardı. Bu, ilk bomba­
nın eseriydi. Orası Hiroşima. Şimdi yürümeye devam edin,
duvarın sonuna doğru."
Yürümeye devam ettiler. Gutierrez önlerine geçmiş, başı
öne eğik yürüyordu. "Ben bunları yetecek kadar çok gör­
düm," dedi. İki tarafında pek çok resmin olduğu geniş bir
geçidin sonundaki kapıdan geçerek kayboldu. Erdmann da
peşinden gidecek oldu, tereddüt etti; sonra geri çekildi. O da
resimlere bakmıyordu.
Sherman bakıyordu. "Bunlar da o ilk bombalamadan son­
ra hayatta kalan insanlardan bazıları. Ne kadar hayatta kalı­
nabilirse işte," dedi.
Esau, "Kutsal İ sa!" diye mırıldandı. Daha şiddetli titreme­
ye başladı. Başını öne eğdi. Sanki çok fazla şey görmemeye
çalışırcasına, gözlerinin ucuyla iki yanına kaçamak bakışlar
atıyordu.
Len bir şey söylemiyordu. Sherman'a sert, dimdik bir ba­
kış attı. Sherman, "O günlerde insanların bomba hakkında
çok ciddi düşünceleri vardı. Bombanın gölgesinde yaşıyor­
lardı. Bu kurbanlarda kendilerini, ailelerini görebiliyorlardı.
235
Başka kurbanlar olmasın, başka Hiroşimalar yaşanmasın is­
tiyorlardı. Bundan emin olabilmek için de tek bir yolun ol­
duğunu biliyorlardı."
"Sadece bombayı," dedi Len, "yok etseler olmaz mıydı?"
Bu aptalca bir soruydu, sorar sormaz kendine sinirlen­
mişti. Çünkü cevabı biliyordu. Yargıç Taylor'la o zamanlar
hakkında çok konuşmuş, bu konuda pek çok kitap okumuş­
tu. Sherman'ın yanıtından önce davranarak hızlıca, "Biliyo­
rum, düşmanlar kendi bombalarını yok etmezlerdi. Yapılma­
sı gereken şey asla o kadar ileri gitmemekti. Asla o bombayı
yapmamaktı," dedi.
Sherman, "Yapılması gereken şey ateş yakmayı asla öğ­
renmemekti, o zaman kimse yanmazdı," dedi. "Ayrıca, onun
için biraz geç kalınmıştı. Başa çıkmaları gereken şey bir ger­
çeklikti, felsefi bir tartışma değil."
"Peki o zaman," dedi Len, "cevap neydi?"
"Bir savunma. Radar ağlarının ve silah cihazlarının sağ-
ladığı kusurlu savunma değil, çok daha basit ve çok daha
kapsayıcı bir savunma, tamamen yepyeni bir konsept. Nük­
leer partiküllerin etkileşimini tam olarak kendi seviyelerinde
kontrol edebilecek sahra tipi bir güç; böylece, koruyucu güç
alam çalışırken atomların ne birleşmesi ne de parçalanması
mümkün olacaktı. Tam kontrol, Len. Atoma mutlak hakimi­
yet. Bombaların sonu."
Sessizce, hep birlikte Len'i izleyerek bunu nasıl karşılaya­
cağım beklediler. Len resimlere dönük gözlerini kapatarak
düşünmeye çalıştı. Sözcükler bir an tüm anlamlarını yiti­
rerek tüm gürültüleriyle zihninde yankılandı. Tam kontrol.
Bombaların sonu. Yapılması gereken şey o bombalan asla
yapmamaktı, ateşleri asla yakmamaktı, şehirleri asla inşa et­
memekti...
Hayır.
Hayır, kelimeleri tekrar söyle, yavaşça, dikkatle. Tam kont­
rol, bombaların sonu. Bomba bir gerçeklik. Atom gücü bir
236
gerçeklik. Ayaklarımın altında yaşayan, canlı bir gerçeklik, bu
resimleri gerçek kılmış dehşet verici bir güç. Bunu görmezden
gelemezsin, yok edemezsin çünkü o kötü bir şey ve kötülük
ölmeyen ama her an kendini yenileyen bir yılan gibi...
Hayır. Hayır. Hayır. Bunlar vaaz veren adamın, Burdet- ·
te'in sözleri. Atomun tam kontrolü. Bombaların sonu. Başka
kurban olmayacak, artık korku olmayacak. Evet. Ateşi içeri­
de tutmak için ocak inşa edersin, söndürmek için yanında su
bulundurursun. Evet.
Ama...
"Ama onlar savunmayı bulamadılar," dedi. "Çünkü dünya
her şeye rağmen yandı."
"Denediler. Onlar bir yol gösterdi. Biz o yolu hala izliyo­
ruz işte. Şimdi devam edelim."
Gutierrez'in geçtiği kapıdan geçtiler ve diğer her yer gibi
sert kayanın içine oyulmuş bir alana çıktılar. Burada duvar­
lar pürüzsüzdü, tavan sütunlar tarafından destekleniyor,
tüm yönlerde berrak ışık huzmelerinin altında uzayıp gidi­
yordu. Hemen karşılarında uzun bir duvar vardı. Bu aslın­
da tam olarak bir duvar değil, daha ziyade bir duvar kadar
büyük, kendi başına ayakta duran, bir dizi küçük makinenin
bağlı olduğu bir paneldi. Neredeyse yüz seksen santimetre
uzunluğundaydı, tavana kadar uzanmıyordu. Üzerinde kad­
ranlar ve ışıklardan oluşan bir labirent vardı. Işıkların tümü
sönüktü, kadranların iğneleri hareket etmiyordu. Gutierrez
panelin önünde duruyordu, yüzü derin, hüzünlü, düşünceli
bir ifadeyle buruşmuştu.
"Bu, elementine," dedi, grup içeri girerken başını çevir­
meden. "Dünyanın geleceğinin bağlı olduğu bir şey için ap­
talca bir isim."
Len ellerini iki yanında serbest bıraktı. Sanki taşınamaya­
cak kadar ağır veya acı verici bir şeyleri üzerinden atıyordu.
Kafamın içinde hiçbir şey yok, lütfen böyle kalsın. Boşluk
yavaşça yeni şeylerle dolsun, eski şeyler yeni biçimler alsın,
237
belki o zaman anlarım ... ama neyi? Bilmiyorum. Hiçbir şey
bilmiyorum, her şey karanlık ve kafa karıştırıcı. Sadece Söz ...
Hayır, o Söz değil, başka bir söz. elementine.
İç geçirip, "Anlamıyorum," dedi sesli düşünerek.
Sherman büyük, koyu renkli panele doğru yürüdü.
"Bu bir bilgisayar. Şimdiye dek yapılmış en büyük, en kar­
maşık bilgisayar. Şuraya baksana... "
Panelin öte kısmını, uzanıp giden sütunlu boşluğu işaret
etti. Len orada birbiri ardına, düzenli bir şekilde dizili sayısız
kablonun ve tüplerin olduğunu, aralarda da büyük, parlayan
cam silindirler bulunduğunu gördü.
"Hepsi onun bir parçası."
Esau'nun makinelere olan tutkusu, korkunun sisi altında
yeniden uyanmaya başlamıştı.
"Hepsi tek bir makine mi?"
"Tek bir makine. İçinde, yani şu hafıza dizilerinde, Yı­
kım'dan önce var olan, atomun doğasıyla ilgili tüm bilgiler
ve araştırma ekiplerimizin Yıkım'dan bu yana elde ettiği tüm
bilgiler bulunuyor, hepsi matematiksel denklemlerle ifade
ediliyor. O olmadan çalışamayız. Clementine, çoğu insanın
çözmek için hayatının yarısını harcayacağı matematik prob­
lemlerini dakikalar içinde çözebiliyor. Bartorstown'ın inşa
edilme sebebi Clementine. Yukarıdaki atölyelerin, aşağıdaki
reaktörün varlık sebebi de o. O olmadan, cevabı öngörülebi­
lir bir süre içinde bulmak için pek bir şansımız olmazdı. Ona
sahipken ise ... bilmenin bir yolu yok. Sorunumuzun çözü­
münü herhangi bir an, herhangi bir gün, herhangi bir hafta
bulabiliriz."
Gutierrez, kahkahanın ilk tınılarını andıran bir ses çıkar­
dı. Bu ses hemen dindi. Ve Len bir kez daha başını salladı,
"Anlamıyorum," dedi.
Ve sanırım anlamak istemiyorum. Bugün değil, şimdi de­
ğil. Çünkü bana anlattığınız şey bir makinenin tarifi değil,
başka bir şey. Bunun hakkında daha fazla şey duymak iste­
238
miyorum.
Ancak Esau, "İşlem yapıyor ve sonuçları mı hatırlıyor?"
deyiverdi. "O zaman bu bir makine değil, bu bir... bir ... bir... "
Söyleyeceği şeyden vazgeçti. Sherman ilgisizce, "Onlara
elektronik beyinler diyorlardı," dedi.
Ulu Tanrım, bunun bir sonu yok mu? Önce cehennem
ateşi, şimdi de bu.
"Yanlış bir isim," dedi Sherman. "O düşünmez. Bu açıdan
buharlı bir motordan farkı yok. Sadece bir makine o."
Ve birdenbire onlara döndü, yüzünde vakur bir ifade, göz­
lerinde soğuk bir bakış vardı, bir kırbaç gibi keskin, irkiltici
ve uyaran sesi dikkatleri üzerine çekmişti.
"Sizi zorlamayacağım," dedi. "Her şeyi bir dakikada an­
lamanızı beklemiyorum, bir gecede alışmanızı da bekleme­
yeceğim. Size zaman tanıyacağım. Ama şunu hatırlamanızı
istiyorum. Bartorstown'a alınmak için kendinizi paraladınız,
şimdi buradasınız ve buranın nasıl bir yer olacağını düşün-
düyseniz de umurumda değil, burası böyle bir yer işte, bu­
nunla barışsanız iyi edersiniz. Burada yapmamız gereken bir
iş var. Bu işi biz istemedik, öyle denk geldi ve bundan kurtu­
lamayız, bu işi yapacağız, sizin önemsiz ve küçük çiftlik ço­
cuğu vicdanlarınız ne derse desin."
Öylece durdu. Soğuk, sert bakışlarıyla Len ve Esau'yu sü­
züyordu. Len, kendi kendine, Aramızda şehir istemiyoruz,
diyen Burdette ne kadar ciddiyse, Sherman da şu anda o ka­
dar ciddi," diye düşündü.
"Buraya öğrenmek için gelmek istediğinizi iddia ediyor­
sunuz," dedi Sherman. "Pekala. Size her şansı vereceğiz. Ama
şu andan itibaren, her şey sizin elinizde."
"Tabii, efendim," dedi Esau, aceleyle. "Tabii, efendim."
Len düşünüyordu. Kafamda hala bir şey yok, sanki ba­
şımın içinde rüzgar esiyor. Ama Sherman bana bakıyor, bir
şey söylememi bekliyor -ne? Evet, hayır- haklı, bizi dışarı­
da tutmak için yapabilecekleri her şeyi yaptılar ama biz içeri
239
girmenin bir yolunu bulacaktık, şimdiyse kendi kazdığımız
çukura düştük. ..
Ama tüm dünya bu çukurun içinde. İçinden çıkmak iste­
diğimiz çukur bu değil miydi?" Hani şu Dulinsky'yi öldüren,
neredeyse bizi de öldürecek olan şu çukur? İnsanlar korku­
yorlar ve korktukları için onlardan nefret ederdim - oysa
şimdi... yanıtın ne olduğunu bilmiyorum, ulu Tanrım, bilmi­
yorum, yalvarırım bir yanıt bulmama izin ver, Sherman bek­
liyor ve buradan kaçamam.
"Bir gün," dedi, o ekim günü büyükannesiyle oturan, dü­
şüncelere dalan o küçük çocuk gibi görünme çabasıyla kaş­
larını çatıp yüzünü asarak, "bir gün atom gücü geri dönecek,
insanlar bunu engellemek için ne yaparlarsa yapsınlar, geri
dönecek."
"Bir sefer öğrenilen şey her zaman geri döner."
"Şehirler de geri dönecek."
"Zamanla, kaçınılmaz bir şekilde."
"Ve hepsi yeni baştan yaşanacak. Şehirler, bombalar, tabii
siz bunu durdunnanın bir yolunu bulamazsanız."
"insanlar o gün gelene dek kökten değişmezlerse, evet."
"O zaman," dedi Len, hala yüzünü asarak, hala hüzünlü
bir ifadeyle, "o zaman sanırım yapılması gereken şeyi yapma­
ya çalışıyorsunuz. Sanırım bu doğru şey."
Sözcük diline yapışmıştı ancak Len dilinden söküp ata­
bilmişti ve kafasına yıldırım düşüp onu öldürmemişti, Sher­
man da ona daha fazla meydan okumamıştı.
Esau panele doğru ilerlemişti, makinenin cazibesi onu
kendine çekiyordu. Tereddüt eden hareketlerle elini uzatıp
panele dokundu ve sordu, "Çalışmasını da görebilir miyiz?"
Yanıt veren Erdmann oldu. "Sonra. Üç yıllık bir projeyi
yeni bitirdi. Tam bir bakım için şimdi kapalı durumda."
"Üç yıl," dedi Gutierrez. "Evet. Keşke beni de kapatabilse­
niz, Frank. Beynimi paramparça etseniz, sonra tertemiz ve
parlak biçimde yeniden toplasanız." Yumruğunu kaldırıp in­
240
dirmeye başladı, her seferinde panele, yere düşen bir tüyün
hafifliğiyle vuruyordu. "Frank," dedi, "Clementine bir hata
yapmış olabilir."
Erdmann sertçe ona baktı. "Bunun mümkün olmadığını
biliyorsun."
"Rasgele bir akım," dedi Gutierrez. "Bir toz p arçası, doğru
çalışamayacak kadar eskimiş bir röle, nereden bileceğiz?"
"Julio," dedi Erdmann. "Sen de biliyorsun. En ufak bir
yanlışlık bile olsa durur ve birinin müdahale etmesi için bizi
uyarır."
Sherman konuşunca, tüm sesler sustu. Herkes tekrar
geçide doğru yürümeye koyuldu. Gutierrez, Len'in hemen
arkasından ilerliyordu, şüpheleri ve korkuları etrafında ne
kadar kalın bir bulut oluştursa da, Len adamın kendi kendi­
ne, "Clementine bir hata yapmış olabilir, " diye mırıldandığını
duyabiliyordu.
23

Hostetter karanlığın içinde bir lamba, selin ortasındaki sağ­


lam bir kayaydı. Bağlantıydı, Piper's Run'dan Bartorstown'a
giden yoldu, eski dosttu, bir kez vaazda bir kez de Sığınak'ta,
iki kez kendisine uzanan güçlü eldi. Len, zihninde kesin bir
çaresizlikle ona tutunuyordu.
"Sence bu doğru mu?" diye sordu, kaçınılmaz cevabı bile­
rek fakat yine de içini rahatlatmak isteyerek.
Akşamüstü, Bartorstown'ın dışına çıkan yolda yürüyor- 241

lardı. Sherman ve diğerleri, belki kasıtlı olarak geride kal­


mışlardı, böylece Hostetter, Len ve Esau'yla baş başaydı. Ve
şimdi, Hostetter Len'e baktı, "Evet, bence doğru," dedi.
"Ama," dedi Len yavaşça, "onunla çalışmak, onu sürdür­
mek..."
Açık havaya tekrar çıkmıştı. Dağ tepesinde değildi, Bar­
torstown'ın kayadan duvarları artık etrafını sarmıyor, istedi­
ği gibi nefes alabiliyor, güneşe bakabiliyordu. Fakat düştüğü
dehşet hala içindeydi, yok edicinin kaya içine açılmış bir de­
likte yaşıyor oluşu düşüncesi de ve Len oraya bir daha girmek
istemediğinden emindi. Ama aynı zamanda, istese de isteme­
se de oraya geri girmek zorunda kalacağını da biliyordu.
Hostetter, "Bazı şeylerin hoşunuza gitmeyeceğini ve on­
ların, siz ne kadar inanmadığınızı söyleseniz de hayatınız
boyunca öğrendiğiniz her şeye ters düşecek şeyler olacağını
söylemiştim size," dedi.
"Ama sen ondan korkmuyorsun," dedi Esau. Derin dü­
şüncelere dalmıştı, ayaklarını yolun taşlarına sürtüp duru­
yordu. Hemen Üzerlerindeki doğu yamacından madenin
normal, rahatlatan gürültüsü geliyordu. İleride, Fall Creek
köyü batmakta olan güneşin altında sessizce uykuya dalıyor­
du. Ardındaki tepelerin içinde zincirlenmiş bir şeytan dur­
masına rağmen, burası Piper's Run'a çok benziyordu. "Gittin
ellerini koydun üzerine."
"Ben bu düşünceyle yetiştirildim," dedi Hostetter. "Kimse
bana onun kötü veya yasak bir şey olduğunu, Tanrı'nın ona
lanet ettiğini söylemedi. Fark bu. Bu yüzden yabancıları ara­
mıza almıyoruz, anca kırk yılda bir. Diğer insanların koşul­
landınlışları tamamen yanlış."
"Ben lanetlerden korkmuyorum," dedi Esau. "Endişelen­
diğim şey, bana zarar verecek mi?"
"Kalkanın içine girmenin bir yolunu bulmadığın sürece
vermez."
242
"Beni yakamaz yani."
"Hayır."
"Ve patlayamaz da."
"Hayır. Buhar tesisi patlayabilir tabii ama reaktör değil."
"Tamam o zaman," dedi Esau, sonra bir süre düşüncelere
dalarak sessiz sessiz yürüdü. Bir an gözleri parladı, güldü ve,
"Piper's Run'daki ihtiyar aptallar, Harkness, Clute ve diğer­
leri ne düşünürlerdi acaba," dedi. "Sadece telsizimiz var diye
sopalayacaklardı bizi. Şimdi elimizde ondan var. Tanrım.
Bahse girerim bizi öldürürlerdi, Len."
"Hayır," dedi Hostetter, hüzünlü bir ifadeyle. "Onlar öl­
dürmezlerdi. Ama fark etmez, sonunuz Soames gibi olurdu.
Kendinizi bir taş yığınının altında bulurdunuz."
"Eh, ben onlara bu şansı vermeyeceğim. Tanrım! Atom
gücü, gerçek atom gücü. Dünyadaki en büyük güç." Parmak­
lan aç gözlü bir heyecanla kıvrıldı, sonra gevşedi. Tekrar sor­
du, "Tamamen güvenli olduğuna emin misin?"
"Güvenli işte," dedi Hostetter sabırsızca. "Neredeyse yüz
senedir burada duruyor, henüz kimseye zarar vermedi."
"Sanırım," dedi Len yavaşça, başını serin rüzgara yasla­
mış, rüzgarın içindeki karanlığı alıp götürmesine izin vere­
rek. "Şikayet etmeye hakkımız yok."
"Tabii yok."
"Ayrıca sanırım devlet, Bartorstown'ı inşa ederken ne
yaptığını biliyordu."
Onlar da korkuyordu, diye fısıldadı serin rüzgar. Ellerinde
başa çıkamayacakları kadar büyük bir güç vardı. Onlar da kor­
kuyorlardı, korkmaları da gerekiyordu zaten.
"Biliyordu, evet," dedi Hostetter, rüzgarı duymayarak.
"Tanrım," dedi Esau, "bombayı durdurmak için o şeyi kul­
landıklarını düşünsenize."
"Ben düşündüm," dedi Hostetter. "Hepimiz düşündük.
Sanırım Bartorstown'daki herkes bu konuyu sürekli düşün­
mekten dolayı kocaman bir suçluluk kompleksine sahip.
243
Ama zaman yoktu işte."
Zaman mı? Yoksa başka bir sebep mi vardı?
"Ne kadar sürerdi?" diye sordu Len. "Neredeyse yüz sene
geçti, şimdiye dek bulurlardı bence."
"Tanrım," dedi Hostetter, "atom gücünü ilk kez bulmak
bile ne kadar zaman aldı, biliyor musunuz? Demokritos de­
nen bir Yunan, atom hakkındaki temel fikre İsa'dan yüz yıl­
lar önce vakıf olmuştu. Siz hesap edin."
"Ama şimdi o kadar zaman almaz ki!" diye bağırdı Esau.
"Sherman dedi ki, makineyle ... "
"O kadar uzun sürmezdi, hayır."
"Ama ne kadar sürerdi? Bir yüz yıl daha mı?"
"Ne kadar süreceğini ben nereden bileyim?" dedi Hostet­
ter sinirle. "Yüz yıl daha sonra veya seneye. Ne bileyim ben?"
"Ama makineyIe ... "
"O sadece bir makine. Tanrı değil. Biz istiyoruz diye doğ­
ru cevabı anında icat edip bize veremez."
"O makinenin," dedi Esau, bir kez daha gözleri parlamaya
başlamıştı, "nasıl çalıştığını görmek istiyordum. O gerçek­
ten..." Tereddüt etti, sonra inanamadığı sözcüğü telaffuz
etti. "O gerçekten düşünebiliyor mu?"
"Hayır," dedi Hostetter. "Senin kast ettiğin anlamda dü­
şünmüyor. Erdmann'a söyle, sana bir ara açıklasın." Birden
Len'e döndü, "Sen sadece Tanrı'nın bir beyin yaratabileceğini
düşünüyorsun."
Len kızardı, kendini bu kadar çok şey bilen insanların
karşısında, Sherman'ın söylediği gibi, vicdanının tutsağı bir
çiftlik çocuğu gibi hissetti. Yine de buna benzer bir şey dü­
şündüğünü Hostetter'a karşı inkar edemedi.
"Sanırım alışacağım."
Esau güldü. "Onun aklı hep şüpheci olmuştur zaten, kafa­
sını toplaması çok zaman alır."
"Ne, lanet olsun sana Esau," diye bağırdı Len hiddetle.
244
"Ben olmasam hala babanın ahırında bok kürüyordun!"
"Pekala," dedi Esau, ters ters Len'e bakarak. "Hatırlaman
güzel. Burada olmanın suçlusunun kim olduğunu da hatırla
ve buna bilenip de ağlayıp durma."
"Ağlamıyorum ben."
"Evet, ağlıyorsun. Günah işlemekten o kadar korkuyor­
san, en başında babanı dinleyip Piper's Run'da kalsaydın."
"Bu konuda haklı," dedi Hostetter.
Len homurdanarak çakıl taşlarını tekmeleyip toza karış­
tırdı. "Tamam. Korkuttu beni. Ama onu da korkuttu, kuyru­
ğunu kıstırıp kaçan ben değildim."
"Beni öldürmeyeceğini bilene kadar bir ayıdan da kaça­
rım," dedi Esau. "Şu anda kaçmıyorum. Dinle beni, Len, bu
önemli. Dünyada bu kadar önemli bir şeyi başka nerede bu­
lacağız?" Konunun arz ettiği önem çoktan o muzlarına düş­
müşçesine göğsünü kabarttı ve yüzü aydınlandı. "O makine
hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyorum."
"Önemli," dedi Len. "Evet, öyle." Bu doğru. Bu konuda bir
şüphe yok. Ulu Tanrım, James Ağabey gibi hiçbir şeyi sorgu­
Iamayanları da yaratıyorsun, Esau gibi hiçbir şeye inanma­
yanları da. Neden benim gibi arada kalmışları da yarattın?
Ama Esau haklı. Artık günah işlemeyi düşünmek için çok
geç. Babam her zaman yoldan çıkanların yolunun zor oldu­
ğunu söylerdi, sanının burası zor kısmı.
Öyle olsun.
Esau'yu yeni eşini alması için Sherman'ın evinde bıraktı­
lar. Len ve Hostetter, Wepplo'nun evine doğru yürümeye de­
vam etti. Hızla gelen berrak akşam karanlığı köyün üzerine
çöküyor, boş sokaklara duman ve yemek kokuları karışıyor­
du. Wepplo'nun evine geldiklerinde, Hostetter ayağını en alt
basamağa koyup döndü ve Len'le daha önce kullandığını hiç
duymadığı tuhaf, alçak sesli bir tonla konuştu.
"Hatırlaman gereken bir şey var. Tıpkı Soames'u öldüren
güruhu, Burdette ve çiftçilerini ve Yeni ismailoğullannı ha­ 245
tırladığın gibi. Şunu unutma, Len - biz de son derece tutu­
cu insanlarız. Öyle olmak zorundayız yoksa görevimizden

uzaklaşır kendi hayatlarımıza dalarız ve burada yaptığımız


bütün işler de unutulur gider. Bizim bir inancımız var. Bu
inanca karşı gelme. Eğer gelirsen, ben bile seni kurtaramam."
Hostetter basamakları tırmandı, Len arkasından bakakal­
dı. İçerisi seslerle ve ışıklarla doluydu fakat dışarısı sessiz ve
neredeyse karanlıktı. Ve sonra, biri evin köşesinden yavaşça
yürüyerek çıkageldi. Bu Joan isimli kızdı. Başını eve doğru
hafifçe devirip sordu, "Seni korkutmaya mı çalışıyordu?"
"Sanmıyorum," dedi Len. "Sanırım sadece gerçeği söylü­
yordu bana."
"Onu duydum." Ellerinde beyaz bir kumaş vardı, sanki
az ewel kumaşı sağa sola sallamıştı. Yüzü de beyazdı, çöken
karanlığın altında, bulanık ve müphem görünüyordu. Fakat
sesi bir bıçak gibi keskindi. "Biz tutucuymuşuz, öyle mi? Eh,
belki Hostetter öyledir, belki diğerleri de öyledir ama ben de­
ğilim. Tüm bu meselelerden çok sıkıldım. Sen buraya gelme­
yi neden istedin, Len Colter? Yoksa deli falan mısın?"
Len kıza, kızın gölge gibi zor seçilen hatlarına baktı. Ne
söyleyeceğini bilmiyordu.
"Bu sabahki konuşmalarınızı duydum," dedi.
Len huzursuz bir şekilde, "Bilmiyorduk sizin ...
"

"O şeyleri söylemenizi onlar söyledi size, değil mi?"


"Hangi şeyleri?"
"Dışarıdaki insanların ne kadar korkunç olduğunu, ora­
nın ne kadar nefret dolu bir dünya olduğunu falan."
"Ne kastettiğini tam olarak anlamadım," dedi Len, "ama
söylediklerimizin her kelimesi doğruydu. Öyle olmadığını
düşünüyorsan, git kendin gör."
Kızın yanından geçip basamakları tırmanmaya koyuldu.
Joan bir elini Len'in koluna koyarak onu durdurdu.
246
"Özür dilerim. Sanırım hepsi doğruydu. Ama Sherman bu
yüzden telsize konuşturdu sizi, hepimiz duyalım diye. Pro­
paganda." Kurnaz bir edayla, "Bahse girerim ikinizi buraya
kabul etmelerinin sebebi de sadece bize ne kadar şanslı oldu�
ğumuzu göstermektir," diye ekledi.
Len son derece alçak bir sesle, "Değil misiniz?" diye sordu.
"Of, hem de nasıl," dedi Joan. "Çok şanslıyız. Dışarıdaki
insanlardan çok daha fazlasına sahibiz. Tabii, günlük yaşan­
tılarımızda değil. Günlük hayatı düşünürsen durumumuz
dışarıdakilerden kötü, ne yemek var ne özgürlük. Ama Cle­
mentine'a sahibiz, bu da her şeye değiyor. D elik'e yaptığın
yolculuk hoşuna gitti mi?"
"Delik mi?"
"Bazılarımız Bartorstown'a Delik diyor."
Kızın tavırları ve sesinin tonu Len'i huzursuz ediyordu.
"İçeri girsem iyi olur," dedi ve bir kez daha basamakları tır­
manmaya başladı.
"Umarım hoşuna gitmiştir," dedi. "Umarım kanyonu ve
Fail Creek'i sevmişsindir. Çünkü gitmene asla izin vermeye­
cekler."
Len, Sherman'ın dediklerini düşündü. Sherman'ı suçlaya­
mazdı. Buradan ayrılmak gibi bir niyeti de yoktu zaten. Yine
de bundan hoşlanmıyordu. "Bana güvenmeyi öğrenecekler,"
dedi, "eninde sonunda."
"Asla öğrenmeyecekler."
Len kızla tartışmak istemiyordu. "Neyse, sanının bir süre
kalacağım zaten. Hayatımın yansını buraya gelmeye çalışa­
rak geçirdim."
"Neden?"
"Sen Bartorstownlı bir kızsın. Sormana gerek olmamalı."
"Çünkü öğrenmek istiyordun. Bu doğru, bu sabah böyle
söylemiştin. Öğrenmek istiyordun ve kimse sana izin ver­
miyordu." Karanlık kanyonun tümünü içine alacak şekilde
geniş, alaycı bir el hareketi yaptı. "Al işte. Gönlünce öğren.
247
Mutlu ol."
Len kızı omuzlarından tutup kendine yaklaştırdı. Şimdi,
pencerelerden sızan loş parıltıda kızın yüzünü görebiliyordu.
"Senin derdin ne?"
"Sadece çıldırmış olduğunu düşünüyorum, hepsi bu. Tüm
dünyaya sahiptin, hepsini çöpe attın. Hem de burası için."
"Yok artık," dedi Len. Kızı bıraktı, basamaklara oturdu
ve başını iki yana salladı. "Yok artık. Bartorstown'ı kimse mi
sevmiyor? Buraya geldiğimden beri, hayatım boyunca duy­
madığım kadar ağlayıp sızlama dinledim."
"Tüm hayatını burada geçirsen," dedi Joan sert bir ifadey­
le, "anlardın. Ha, erkeklerin bir kısmı çıkabiliyor buradan,
evet. Ama çoğumuz çıkamıyoruz. Çoğumuz şu kanyon du­
varları haricinde hiçbir şey görmüyoruz. Çıkan erkekler bile
geri gelmek zorunda kalıyor. Arkadaşının söylediği gibi yani.
Bunların hepsine değeceğini düşünmek için zaten tutucu
biri olman lazım."
"Ben dışarıda da yaşadım," dedi Len. "Şimdi dünyanın ol­
duğu şeyi düşünüyorum, nasıl olabileceğini düşünüyorum,
eğer ki...
"

"Eğer ki Clementine onlara doğru cevabı verirse. Evet.


Neredeyse yüz sene geçti, cevabı bulmaya daha önce olduk­
larından daha yakın değiller ama hepimizin sabır gösterme­
si, kararlı olması ve kendini bu işe adaması gerekiyor - neye
adayacakmışız ya? Dağın altında oturan şu lanet olası me­
kanik beyine, ha, bir de Tanrı'ymış gibi muamele görmesi
gerekliymiş."
Birden, lamba ışığının belli belirsiz aydınlığında Len'in
üzerine doğru eğildi.
"Ben öyle yobaz biri değilim, Len Colter. Eğer kendine ko­
nuşacak birini ararsan, aklında olsun."
Sonra evin köşesini dönerek koşup gitti. Len arkada bir
yerlerde bir kapının açıldığını duydu. Ağır ağır kalktı, basa­
248 makları çıktı ve yavaşça eve girerek Wepplo ailesinin sofra­
sında akşam yemeğini yedi. Kendisine söylenen şeylerin ço­
ğunu duymadı bile.
24

Ertesi sabah Len v e Esau bir kez daha Sherman'ın evine çağ­
rıldılar ve bu kez Hostetter onlarla değildi. Sherman, evin
salonundaki masanın etrafında onlara baktı, ellerinde iki
anahtarı döndürüp duruyordu.
"Sizi zorlamayacağımı söylemiştim, zorlamayacağım da.
Ama bu süre zarfında da çalışmanız gerekiyor. Şimdi, size
Fall Creek'te yapabileceğiniz, nalbantlık veya katırlarla ilgi-
lenmek gibi bir işte çalışmak için izin verirsem, Bartorstown 249

hakkında yeni bir şey öğrenemezsiniz, buraya da boşuna gel-


miş olursunuz."
"Yani, evet," dedi Esau, sonra hevesle sordu, "Büyük maki­
neyi öğrenebilir miyim? Clementine'ı?"
"Şu andaki fikrimle, Clementine'ın her zaman senden bir
adım önde olacağını söyleyebilirim, tabii yaşlanmayı bekle­
mek istemiyorsan. Ama bu konuyu Frank Erdmann'la görü­
şebilirsin, o konunun patronu o. Ve meraklanma, istediğin
kadar makineyle çalışabilirsin. Fakat neyi seçersen seç, hazır
olmadan önce bol bol ders çalışman gerekecek ve o zamana
kadar... "
Bir saniyeden daha kısa bir süreliğine tereddüt etti, bel­
ki de hiç tereddüt etmedi ve belki o anda gözlerinin Len'in
gözlerine bakıyor olması tamamen anlamsız bir talihti fakat
Len adamın ne söyleyeceğini biliyordu ve hiçbir duygusunun
yüzünden okunmaması için kendini zorladı.
"O zamana kadar buhar tesisine atanacaksınız. Buharla
biraz deneyiminiz olmuş, aradaki farklarda uzmanlaşmanız
çok uzun zaman almaz. Dün konuştuğunuz adam, Jim Sid­
ney, size ihtiyacınız olan her türlü yardımı sağlayacak."
Yerinden kalktı, masanın etrafından dolaştı, Len ve Esa­
u'ya ellerindeki anahtarları verdi. "Güvenlik kapısı için. On­
lara iyi bakın. Jim size saatlerinizi falan söyler. Boş zamanla­
rınızda Bartorstown'da istediğiniz yere gidebilir, devam eden
çalışmalara mani olmadığınız sürece istediğiniz sorulan so­
rabilirsiniz. Kütüphaneye gidip lrv Rothstein'la da görüşe­
bilirsiniz. Aynca bu kadar ifadesiz görünmenize gerek yok,
ikinize de söylüyorum. Zihinlerinizi okuyabiliyorum."
Len irkilmiş bir şekilde adama baktı ve gülümsedi.
"Buhar tesisinin, reaktörün hemen yanında olduğunu ve
orası dışında herhangi bir yerde olmayı tercih edeceğinizi
düşünüyorsunuz. İşte tam da bu yüzden buhar tesisinde ça­

250
lışacaksınız. Reaktöre alışmanızı istiyorum, böylece ondan
korkmayı unutacaksınız."
Bu doğru olabilir mi? diye düşündü Len. Yoksa korkula­
rımızın üstesinden gelebilir miyiz diye, bununla yaşamayı
öğrenebilir miyiz diye bizi mi deniyor?
"Şimdi gidin bakalım," dedi Sherman. "Jim sizi bekliyor."
Böylece yola çıktılar, sabahın erken saatinde, kayaların
arasındaki rampadan Bartorstown'a uzanan tozlu yolda yü­
rümeye koyuldular. Güvenlik kapısına geldiklerinde durdu­
lar ve huzursuzlandılar, ikisi de diğerinin kapıyı açmasını
bekliyordu. Len, "Korkmadığını sanıyordum," dedi.
"Korkmuyorum. Sadece... Lanet olsun, diğer adamların
hepsi onun etrafında çalışıyorlar. Sorun yok. Hadi."
Anahtarını sinirle kilide soktu, çevirerek kilidi açtı ve içe­
ri girdi. Len kapıyı dikkatle kapattı ve düşündü, Şimdi onun
yanında, büyükannenin dünyasına gökyüzünden düşen ale­
vin yanında mahsur kaldım işte.
Tünel boyunca Esau'nun arkasından yürüdü ve o iç kapı­
dan geçti, monitör odasının önünden ilerlerken genç Jones
onlara selam verdi. Ve korkmuyor muydu? Hayır, Ed Hos­
tetter gibi, ona da korkması öğretilmemiş ki. Ayrıca hayatta,
hem de sağlıklı. Tanrı onun canını almamış. Tanrı hiçbiri­
nin canını almamış. Bartorstown'ın hayatta kalmasına izin
vermiş Tanrı. Bu bile, her şeyin yolunda olduğuna dair, Bar­
torstownlıların bulmaya çalıştığı yanıtın doğru şey olduğuna
dair bir kanıt değil mi?
Ancak Tanrı'nın yöntemlerine bizim aklımız ermez, gü­
nahkar adama dünyadaki zamanı verilmiştir ve...
"Nerelere gittin gene?" diye sordu Esau. "Hadisene."
Üstdudağında ter damlaları vardı, ağzının kenarı seğirip
duruyordu. Merdivenleri tekrar indiler, çelikten basamaklar
içlerinin boş olduğunu belli edercesine ayaklarının altında
çınlıyordu, büyük bilgisayarın olduğu katı da geçtiler, en alt
basamağa dek inmeye devam edip merdiveni bitirince her 251
yanı elektrikle titreyen büyük ve geniş mağaraya vardılar,
jeneratörleri ve türbinleri arkalarında bıraktılar, sonunda
beton duvarın soğuk, ifadesiz yüzü tam karşılarındaydı. Ba­
balarımızın günahları hala bizimle, günahları yoksa da aptal­
lıkları, onları asla, hem de asla tekrar etmemeliyiz...
Ama etmişlerdi.
]im Sidney onlarla konuştu. Len ve Esau duyana dek aynı
şeyi iki kez söylemesi gerekti fakat buraya ilk gelişleri ol­
duğu için sabırlı davrandı. Len, Jim'i buhar tesisinin devasa
gövdesine doğru takip etti, kendini tüm o akıl almaz gücün
yanında küçük ve önemsiz hissediyordu. Dişlerini sıktı ve
içinden sessizce, sadece böyle hissetmekten korkuyorum,
Sherman'ın dediği gibi, üstesinden geleceğim diye haykırdı.
Diğerleri korkmuyorlar. Onlar da insan, diğer tüm insanlar
ve iyi insanlar gibi, doğru şeyi yaptıklarına inanan, devletin
onlara güvenerek verdiği işi yapan insanlar. Öğreneceğim.
Büyükanneın de öğrenmemi isterdi. Bana, Bilmekten asla
korkma, derdi ve ben de korkmayacağım.
Korkmayacağım. Bunun bir parçası olacağım, dünyayı
korkudan kurtarmaya yardım edeceğim. İnanacağım çünkü
şu anda buradayım ve yapabileceğim başka bir şey yok.
Hayır. Böyle olmaz. İnanacağım çünkü doğru olan şey
inanmak. Doğru olan şeyin inanmak olduğunu öğrenece­
ğim. Ed Hostetter da bana yardım edecek. Çünkü ona güve­
nebilirim ve bunun doğru olduğunu o söylüyor.
Len, Esau'nun yanında, buhar tesisinde çalışmaya başla­
dı. Günün geri kalanında reaktörün duvarına bir kez olsun
bakmadı. Ama onu hissedebiliyordu. Etinde, kemiklerinde,
kanındaki titreşimde hissedebiliyordu, Fall Creek'e dönüp
kendi yatağına yattığında bile hissedebiliyordu. Uykuya dal­
dığındaysa rüyasında görüyordu.
Ama ondan kaçış yoktu. Buhar tesisine ertesi gün geri
252
döndü, sonraki gün de, devam eden günlerde de düzenli
olarak gitmeye devam etti, pazar günleri hariç. Pazar gün­
leri kiliseye gidiyor, öğleden sonraları da Joan Wepplo'yla
yürüyüşlere çıkıyordu. Kiliseye gitmek ona kendini iyi his­
settiriyordu. Tanrı'nın burada yapılan çalışmaları kutsadığı­
nı, tek yapmaları gerekenin sabır göstermek, kararlı olmak

ve cesaretlerini kaybetmemek olduğunu bir vaiz kürsüsün­


den duymak rahatlatıcıydı. Yaptıkları şeyin gerçekten doğ­
ru olduğunu hissetmesine yardımcı oluyordu. Sherman'ın
çözümü de işe yarıyor gibiydi. O dehşet verici duvara yakın
olmanın şoku her geçen gün azaldı, bunun sebebi belki de
sürekli kurcalanan ve dürtülen bir sinirin bir noktadan son­
ra tepki veremeyecek kadar nasır bağlamasıydı. Len duvara
sakince bakmaya alışmıştı, aynı şekilde duvarın ardında ne
olduğunu da sakince düşünebiliyordu. Duvarın yüzüne yer­
leştirilmiş, içerideki gücün akışını ölçen makineler hakkında
bir şeyler öğrenebilmişti, o gücün ne olduğunu, nasıl çalış-
tığını ve bu biçimde nasıl bu kadar kolay kontrol edildiğine
dair işin acemisi haline gelecek kadar bir şeyler daha öğre­
nebilirdi. Bazen günler boyunca bu şekilde geçinip giderdi,
Esau'yla birlikte Piper's Run'daki insanların şimdi kendilerini
görmesi gerektiğini konuşur ve gülerlerdi - çok şey bildiğini
zanneden ve gençleri kötü etkiler diye bilgisini çok az dışarı
veren okul müdürü Bay Nordholt mesela veya sadece soru
sordu diye insanları derilerini kaldırana kadar sopayla döven
kasabanın diğer yaşlıları ve evet, cevaplan her zaman koşum
kayışı olan Len'in babası ve David amcası... Hayır, babası öyle
biri değildi, Len babasının ne söyleyeceğini gayet iyi biliyor­
du ve bu konuyu düşünmekten hoşlanmıyordu. O yüzden
düşüncelerini Yargıç Taylor'a çevirirdi, o da bir adamı öldürt­
müş, bir kasabayı yaktırmıştı. Sırf o kasaba bir gün bir şehre
dönüşebilir diye hem de. Len bir intikam duygusuyla Yargıç
Taylor'a şimdi, Bartorstown'ın kayasının altında ne bulun­
duğunu söylemek ve yüzünün alacağı şekli görmek isterdi. 253
Ve korkmuyorum, diye düşünürdü. Korkuyordum ama artık
korkmuyorum. Bu da diğer tüm kuvvetler gibi, doğal bir güç.
içinde kötülüğe dair bir şey yok, bir bıçakta, barutta ne ka­
dar günah varsa, bunda da o kadar. Günah onda değil, na­
sıl kullanıldığında ve onun bir daha asla kötülük ve günah
için kullanılmayacağından biz emin olacağız. Biz. Bartors­
town halkı. Ve, ulu Tanrım, Bartorstown'ın insanlarından
biri olmayı hayal ederek geçirdiğimiz, puslu dere yatakları
boyunca titrediğimiz soğuk geceler, aç kaldığımız, sineklerle
boğuştuğumuz sıcak günler, tuhaf kasabalarda geçirdiğimiz
tüm kışlar, tüm günler, tüm geceler, tüm yıllar!
Ama rüya o zamanlar farklıydı. Parlak ve harika bir rüyay­
dı o, tıpkı büyükannenin anlattığı gibi ve içinde karanlıktan
eser yoktu.
Böyle geçinip gitti ve zaman zaman, Artık bazı şeyleri ger­
çekten aşmalıyım, diye düşündü. Sonra gecenin ortasında
çığlık atarak uyanır, kendisini omuzlarından tutan Hostet­
ter'ı görürdü.
"Rüyanda ne görüyordun?" diye sorardı Hostetter.
"Bilmem. Kabus işte, o kadar." Sonra kalkar, biraz su içer,
üzerindeki terin kurumasını beklerdi. Ardından, hiçbir şey
olmamış gibi, "Bir şey söyledim mi?" diye sorardı.
"Hayır, ben bir şey duymadım. Sadece bağırıyordun."
Ama yine de Hostetter'ın kendisine düşünceli gözlerle
baktığını yakalar, gördüğü kabusun ne olduğunu Hostet­
ter'ın açıkça bilip bilmediğini merak ederdi.
Esau'nun korkulan, Len'inkiler kadar derin değildi. Te­
melde tüm korkusu fizikseldi, görülmeyen bir kuvvet tara­
fından kemiklerinin yakılarak toz edilmediğini görüp ikna
olduğunda reaktöre karşı son derece normal ve sahiplenici
davranmaya başlamıştı, öyle ki onu gören reaktörü bizzat
Esau yaptı zannederdi. Len bazen ona, "Hiç kaygılanmıyor
254
musun ... yani, bu reaktörü burada çalıştırmaya devam et­
meselerdi, belki de bir cevap bulunması hiç gerekmezdi diye
düşünmüyor musun?" diye sorardı.
"Sherman'ın ne dediğini sen de biliyorsun. Başka reaktör­
ler de olabilir. Belki de düşmanın elinde. O zaman ne du­
rumda olurduk?"
"Peki ya bu dünyadaki son reaktörse?"
"Eh, kimseye bir zararı yok sonuçta. Zaten Sherman bu­
nun da önemli olmadığını söylüyor. Birileri atom meselesini
tekrar çözermiş nasılsa."
Belki de çözemezdi, belki de asla bilinemezdi. Belki de
bunu sadece kendini haklı çıkarmak için söylüyordu. Hos­
tetter'ın bu durum için kullandığı bir sözcük vardı. Rasyo­
nalleştirme. Neyse, nasılsa uzun zaman kimse atomları tek­
rar çözemez. Yüz sene, iki yüz sene, belki daha fazla. Benim
ömrüm vefa etmez nasılsa.
Esau güldü. "Şu benim hatun, tam hanım evladı."
Len, Amity'nin yanına pek gitmiyordu. Aralarında belir­
gin bir soğukluk, karşılıklı bir utanç vardı, bu da keyifle soh­
bet edilmesine biraz engel oluyordu. O yüzden, Len sordu,
"Nasıl yani?"
"Bu atom gücünün burada olduğunu duyunca sinir kri­
zi geçirdi. Neredeyse bebeği kaybediyordu, o kadar kötüydü
yani. Ve şimdi durum ne, biliyor musun? Kafasında bunun
koca bir yalan olduğuna kendini ikna etmiş. Buradaki herkes
kendini bu yalan sayesinde önemli göstermeye çalışıyormuş.
Üstelik bunu kanıtlayabilirmiş."
"Nasıl?"
"Çünkü herkes atom gücünün ne yaptığını bilirmiş ve
eğer burada reaktör olsa kanyon falan kalmazmış. Sadece
yargıcın anlattığı gibi kocaman bir krater olurmuş."
"Ha," dedi Len.
"Eh, böyle düşünmek onu mutlu ediyor. O yüzden itiraz
etmiyorum. Hem neye yarayacak ki? Nasılsa atomdan, reak­ 255
törden falan hiç ama hiç anlamıyor." Ellerini birbirine sürte­
rek sırıttı. "Umarım şu benim çocuk oğlan olur. Belki ben o
büyük makineyi çalıştıracak kadar çok şey öğrenemem ama
oğlum olursa o öğrenebilir. Lanet olsun, belki cevabı bulan
kişi o bile olabilir."
Esau, Clementine denen makine karşısında hayretlere
düşüyordu. Çalışmadığı saatlerinin her dakikasını makine
etrafında geçiriyor, Erdmann ve orada çalışan tüm teknis­
yenlere sorular soruyordu, Erdmann öyle sıkılmıştı ki artık
Esau'yla yolda bile karşılaşsa, telsizler hakkında büyük bir
hevesle konuşmaya başlıyordu. Len çoğu zaman onunla bir­
likte gidiyordu. Öylece dikilip makinenin karanlık yüzünü
izliyor, uyuyor gibi görünen ama uyumayan, yalancı gözka­
paklarının ardından Len'in tüm hareketlerini izleyen birinin
yatağının başında bekliyormuşçasına bir huzursuzluk his­
sine kapılıyordu. O aslında bir beyin değil, diye geçiriyordu
içinden, gerçekten düşünmüyor, sadece adı beyin, bildiği
şeyler ve kullanabildiği matematik sadece düşüncelerin tak­
litleri. ·Fakat gece saatlerinde bir yaratık peşine düşüyordu,
cehennem ateşinden devasa bir kalbe ve Len'in babasının
ahın kadar büyük bir beyne sahip bir yaratık.
Her şey hesaba katıldığında, elinden geleni yapıyor ve ol­
dukça iyi şekilde uyum sağlıyordu. Ama başka saatler de var­
dı, uyanık geçen saatler, bu saatlerde başka bir yaratık benli­
ğini ele geçiriyor, ona çok az huzur bırakıyordu. Ve bu yara­
tık insandı, kabus değildi. Bu yaratık, Joan adında bir kızdı.
25

Kar yağmadan önce, Fall Creek'e üç farklı gruptan yabancı­


lar gelir, ticaret yapmak için kısa bir süre kasabada kalır ve
tekrar giderlerdi. Bu gruplardan ikisi, vahşi sürüleri takip
eden koyu tenli, çalışkan adamların, avcıların ve at terbiye­
cilerinin topluluklarıydı. Un, şeker ve mısır viskisine karşılık
kısmen ehlileştirilmiş taylar verirlerdi. Üçüncü ve son grup,
Yeni İsmailoğullarıydı. Yirmi beş kişi kadarlardı, Tann'nın
vaftiz edilmişlerine hediye olarak barut ve kurşun talep et- 2s1

mişlerdi. Geceleri Fall Creek'te kalmaz, kasabanın sınırların-


dan içeri de girmezlerdi, sanki içerideki bir şeyi kapmaktan
korkuyor gibilerdi fakat Sherman ne zaman istedikleri şey-
leri gönderse, hemen şarkı söylemeye, dua etmeye, kollarını
sallayıp şükür diye bağırmaya başlarlardı. Fall Creek halkının
yansı onları izlemek için evlerinden çıkmıştı. Len de oraday-
dı, joan Wepplo'yla birlikte.
"Az sonra biri vaaz vermeye başlar," dedi joan. "Herkes
onu bekliyor."
"Ben yeterince vaaz gördüm," diye mırıldandı Len. Ama
yine de kaldı. Yüksekteki karlı zirvelerden kanyona doğru
esen rüzgar buz gibiydi. Herkes rüzgardan korunmak için
inek derisinden veya at derisinden paltolar giymişti fakat
Yeni İsmailoğullannın örtüleri ve çıplak bacaklarının etra­
fında sallanan keçi postlarından başka kıyafeti yoktu. Bu du­
ruma pek aldırış ediyor gibi de görünmüyorlardı.
"Kışları çok acı çekiyorlar, aynı böyle," dedi joan. "Açlık­
tan ölüyorlar, donuyorlar. Bizim adamlar baharda cesetlerini
buluyor hatta bazen grup halinde ölmüş oluyorlar, çoluk ço­
cukla." Onlara soğuk, küçümseyici gözlerle baktı. "Hiç de­
ğilse çocuklara bir şans tanırlar diye düşünüyor insan. Hani
donarak ölmek karşısında farklı bir karara varabilecekleri
kadar büyümelerine izin verseler keşke."
Kemikleri sayılan, soğuktan tenleri mavimsi bir renk almış
çocuklar ayaklarını yerlere vuruyor, karmakarışık saçlarını
sağa sola savuruyorlardı. Büyüyebilseler bile hiçbir konuda
kendi kararlarını veremeyeceklerdi, alışkanlıkların hayatla­
rındaki etkisi çok büyüktü. Len, "Sanırım buna izin vermeyi
kaldıramazlar, senin insanların da böyle. Benimkiler de."
Bir adam gruptan ayrıldı ve vaaz vermeye başladı. Saçları
ve sakalları kirli bir gri tonundaydı fakat Len, adamın görün­
düğü kadar yaşlı olmadığını düşündü. Yeni İsmailoğulları
258
pek de yaşlanabilen bir insan grubuna benzemiyordu. Üze­
rindeki tüyleri büyük parçalar halinde dökülmüş, yağlı, pis
bir keçi postu giyiyordu. Göğüskemikleri, bir kuş kafesi gibi
görülebiliyordu. Fail Creek halkına doğru yumruklarını sal­
layarak haykırdı:
"Tövbe edin, tövbe edin, Tanrı'nın Krallığı'na boyun eğin!
Fani dünya için yaşayan, fani dünyanın günahları için yaşa­
yan sizler, sonunuz yakındır. Tanrı alev ve şimşekleriyle ko­
nuştu, toprak açıldı ve günahkarları yuttu. Bazıları, Hepsi bu
kadar, bizi cezalandırdı, şimdi affedildik, unutabiliriz, dedi.
Ama söylüyorum, Tanrı, yüce merhametiyle size sadece bi­
raz daha zaman verdi ve o zaman da tükenmek üzere, oysa
daha tövbe etmediniz! Cennet'in kapıları açıldığında, Tanrı
dünyayı yargılamaya geldiğinde ne diyeceksiniz? Nasıl yal­
varacak, yakaracak, merhamet dileneceksiniz? Lüksleriniz
ve gösterişleriniz size yardım edecek mi? Sadece cehennem
ateşine düşürecekler sizi! Tövbe edip günahlarınızın kefare-
tini ödemezseniz sizi ateşler, kükürt kokusu, sonsuz bir acı
bekliyor!"
Rüzgar sesini zayıflatırken bir şekilde uzaklardan da du­
yulmasını sağlıyordu, kanyon boyunca, sanki tövbe etmek
zaten imkansızlaşmış bir umutmuşçasına, tövbe edin, tövbe
edin sözcükleri gitgide azalan bir yankı gibi dağılıyordu. Len
kendi kendine düşündü, Bilse ne olurdu acaba? Şimdi gitsem
ve ona, bir kilometre bile uzakta sayılmayacak kanyonun
içinde ne olduğunu bağıra bağıra söylesem ne olurdu? Kirli
keçi postu ve inancı adına işlediği onca cinayet o zaman neye
yarayacaktı?
Defol. Defol, seni deli ihtiyar ve kes bağırmayı.
Adam sonunda, aldığı hediye karşılığında yeterli bir öde­
me yaptığını düşünür gibi görünerek sustu. Gruba yeniden
katıldı ve hep birlikte geçide giden rüzgarlı yolda yürümeye
koyuldular. Rüzgar daha da güçlenmiş, kayaların üzerinden
zalim ıslıklar çalıyordu. Yeni İsmailoğulları grubu hem rüz­ 259
gardan hem de tırmanışın dikliğinden iki büklüm vaziyette,
saçları önlerine düşmüş, paramparça kıyafetleri bacakların­
dan sarkar halde yürüyorlardı. Len istemsizce ürperdi.
"Eskiden ben de hallerine üzülüyordum," dedi Joan, "ta ki
ellerinden gelse bizi gözlerini kırpmadan öldürecek olduk­
larını fark edene dek." Başını eğip kendi vücuduna, dışı kah­
verengi ve beyaz renkli dana derisi paltosuna, yün eteğine ve
çizmeli bacaklarına baktı. "Gösterişler," dedi. "Lüksler." Son­
ra kısacık, sert bir kahkaha attı. "Pis, ihtiyar ahmak. Söylediği
kelimelerin anlamını bile bilmiyor."
Gözlerini kaldırıp Len'e baktı. Gizli bir düşünceyle parla­
yan bir bakıştı bu.
"Sana gösterebilirim, Len. Yani o kelimelerin ne anlama
geldiğini."
Joan'ın gözleri, Len'i rahatsız etmişti. Hep ediyordu za­
ten. Çok zeki ve keskin gözleri vardı, gözlerinin ardında sü-
rekli hızlı hızlı bir şeyler, Len'in anlayamadığı bir şeyler dü­
şünüyor gibi görünüyordu. Şu anda, Len kızın bir anlamda
kendine meydan okuduğunu anlıyordu. "Tamam o zaman,
göster bana," dedi.
"Evime gelmen gerekiyor."
"Zaten akşam yemeğine geleceğim. Unuttun mu?"
"Yani şu anda diyorum."
Len omuz silkti. "Tamam."
Birlikte, Fall Creek'in sokaklarından yürüdüler. Eve var­
dıklarında, Len, Joan'ın peşinden içeri girdi. Güneşli pence­
re camında vızıldayan birkaç sinek dışında içerisi sessizdi.
Rüzgarın ardından, ev Len'e sıcak gelmişti. Joan paltosunu
çıkardı.
"Sanırım bizimkiler hala dışarıda," dedi. "Herhalde bir
süre daha gelmezler. Senin için sakıncası var mı?"
"Hayır," dedi Len. "Sakıncası yok." Len de kendi paltosu­
nu çıkarıp oturdu.
260
Joan pencereye doğru gitti, sinekleri eliyle yavaş yavaş
kovaladı. Tüm yol boyunca hızlı hızlı yürümesine rağmen,
Joan'ın şu anda hiç acelesi yok gibiydi.
"Delik'te çalışmaktan hala memnun musun?"
"Tabii," dedi Len, tedbirli bir edayla. "Fena değil."
Sessizlik.
"Cevabı bulabildiler mi?"
"Hayır ama Erdmann bazı - Bir dakika, neden böyle bir
soru sordun? Cevabı bulamadıklarını biliyorsun."
"Ne zaman bulacaklarını söyleyen oldu mu sana?''
"Bunun cevabını da benden daha iyi biliyorsun."
Tekrar sessizlik. Sineklerden biri ölmüş, yerde yatıyordu.
"Neredeyse yüz sene," dedi alçak bir sesle, pencereden dı-
şarı bakarak. "Korkunç uzun bir süre gibi. Bir yüz sene daha
buna katlanabilir miyiz, bilemiyorum."
Arkasını döndü. "Bir sene daha ben buna katlanabilir mi­
yim, bilemiyorum."
Len kalktı, Joan'la göz teması kurmamaya çalışıyordu.
"Belki de gitsem daha iyi olacak."
"Neden?"
"Yani, ailen burada değil ve...
"

"Akşam yemeğine yetişirler, merak etme."


"Ama akşam yemeğine daha çok var."
"Peki," dedi Joan, "buraya kadar neden geldiğini görmek
istemiyor musun?" Gülerek Len'e bembeyaz dişlerinin kena­
rını gösterdi. "Bekle burada."
Yan odaya koşup kapıyı kapattı. Len tekrar oturdu. Elleri­
ni ovuşturuyor, parmaklarını çıtlatıyordu, şakakları da sanki
alev almıştı. Bu hissi tanıyordu. Daha önce de böyle hisset­
tiği olmuştu. Yargıcın karanlık bahçesindeki güllü çardakta,
Amity'yle birlikteyken. Joan'ın odada bir şeyler aradığını du­
yabiliyordu. Bir sandığın kapağı duvara çarpmış gibi bir ses
geldi. Uzun bir zaman geçti. Len, Joan'ın ne yaptığını merak
ediyordu. Bir yandan da verandada ayak sesi duyacak mı diye 261
kulak kabartmıştı. Hoş, Joan'ın ailesinin geri dönmeyeceğini
biliyordu çünkü geri dönebilecek olsalar, Joan şu anda her ne
yapıyorsa, yapmazdı.
Kapı açıldı ve Joan çıktı.
Kırmızı bir elbise giymişti. Rengi biraz solmuştu, uzun
zamandır katlı olarak durmaktan da çizgiler ve kırışıklıklar
oluşmuştu fakat bunlar önemsiz şeylerdi. Elbise kırmızıydı.
Elbise, Joan hareket ettikçe hışırdayan yumuşak, parlak, kay­
gan bir kumaştan yapılmıştı, yere kadar uzanıyor, kızın ayak­
larını gizliyordu, gerçi gizlediği tek şey de buydu. Joan'ın beli
ve kalçalarını sımsıkı sarıyor, ileri doğru yürürken uyluklan­
nın hatlarını gösteriyordu. Elbisenin belinin üst tarafınday­
sa, pek bir şey yoktu. Joan kollarını iki yana açtı ve yavaşça
kendi etrafında döndü. Sırtı ve omuzları açıktı, pencereden
sızan güneş ışığının altında bembeyaz, pasparlak görünü­
yorlardı. Göğüslerinin hatları kırmızı kumaşın içinde keskin
bir biçimde anlaşılıyor, hemen üstünde de yarım ay şeklinde
iki kıvrım duruyordu, siyah saçlarıysa beyaz teninin üzerine
tüm ışıltısıyla dökülmüştü.
"Büyük büyükanneme aitmiş. Beğendin mi?"
"Tanrım," dedi Len. Baktı da baktı. Yüzü neredeyse elbi­
se kadar kırmızıydı. "Hayatımda gördüğüm en açık saçık şey
bu."
"Biliyorum," dedi Joan, "ama çok güzel değil mi?" Ellerini
elbisenin ön kısmından yavaşça aşağı doğru indirdi, eteği­
ni okşadı, hışırtının ve yumuşaklığın tadını çıkardı. "Gerçek
gösteriş bu işte, gerçek lüks. Nasıl fısıldadığını dinlesene. O
pis, ahmak ihtiyar bu elbiseyi görse ne derdi sence?"
Şimdi Len'e çok yakın duruyordu. Len, kızın omuzlarının
hoş beyaz dokusunu, nefes alıp verdikçe kırmızı renkli ku­
maş tarafından sımsıkı sarılı göğüslerinin yukarı çıkıp inişi­
ni görebiliyordu. Joan gülümsüyordu. Len bir anda, Joan'ın
262
Amity gibi sevimli değil, oldukça güzel bir kız olduğunu fark
etti, çok uzun olmasa da, gözleri koyu renkli olsa da çok gü­
zeldi. Joan'ın gözlerine baktı ve karşısında duran kişinin o
olduğunu, sadece kızın biri olmadığını, sadece Joan Wepplo
diye biri olmadığını fakat kendisi olduğunu fark etti birden
ve içinde bir şeyler oldu, Bartorstown'a giden karanlık tünel­
deki elektrikli lambaların yanışı gibi. Bu şeyi, Amity'ye karşı
hiç hissetmemişti.
Len uzandı ve Joan'ı sıkıca tuttu. Joan dudaklarını yuka­
rı çevirdi ve gırtlaktan gelen kısa, heyecan ve keyif dolu bir
kahkaha attı. Bir sıcak dalgası Len'i ele geçirmişti. Kırmızı
kumaşın ipeksi bir dokusu vardı, yumuşaktı ve parmakları
altında hışırdıyordu, Joan'ın teninin sıcaklığının üzerinde
gergin duruyordu. Len dudaklarını Joan'ın dudaklarına bas­
tırdı ve onu öptü, sonra tekrar öptü, elleri kendi başlarına
hareket edip Joan'ın çıplak omuzlarına tırmandı ve beyaz te­
nine tutundu. Bu da, Amity'yle olan şey gibi değildi.
Joan, Len'den uzaklaştı. Şimdi gülmüyordu, gözlerinde
sert bir bakış vardı, bir çift siyah yıldız gibi parlıyor, Len'in
tenini yakıyordu.
"Bir gün," dedi sertçe, "bu yerden kurtulmak isteyeceksin
ve o zaman benim yanıma geleceksin, Len Colter. Yanıma o
zaman geleceksin, daha erken değil."
Tekrar diğer odaya koştu, kapıyı sertçe kapattı ve sürgü­
yü çekti, ardından odaya girmeye çalışmak beyhude bir çaba
olacaktı. Joan odadan çıktığında, her zamanki kıyafetlerini
giymişti, çok uzun zaman sonra, )oan'ın ailesi sokağın başın­
da göründü ve hiçbir şey söylenmemiş, hiçbir şey yaşanma­
mış gibiydi.
Ama başka bir zaman, başka bir yerde, Len'e Sıfır Çözü­
mü'nü anlatan kişi yine Joan'dı.

263
26

Kış geldi. Fall Creek soğuktan, kayalardan, rüzgardan ve tipi


şeklinde yağan kardan oluşan geniş bir boşluğun içindeki ka­
palı bir ışık ve yaşam öbeğine döndü. Geçit kapanmıştı. Ba­
hardan önce kanyona hiçbir şey girip çıkamayacaktı. Karlar
evlerin etrafında yoğun şekilde birikmiş, sokaklara taşmıştı
ve dağların hepsi bembeyazdı. Hava açıkken, tepelerinde gü­
neşle muhteşem, hava karanlıkken bir rüyaya aitmişçesine
264 belli belirsiz görünüyorlardı. Yine de insanlar için hiçbir sı­
caklık sunmayacak kadar büyük ve sessizdiler. Dağların do­
nuk uçurumlarından nefes gibi üflenen hava ise tıpkı ölü­
mün ürpertisi gibi sertti.
Bartorstown'daysa kış veya yaz, gece veya gündüz yoktu.
Işıklar yanıyor, hava akımı ısınıp soğumadan, hiç değişme­
den kaya odalar arasında uğultuyla esiyordu. Beton duva­
rın ardına sıkıştırılmış Güç, adeta taşın içinde atıp titreyen,
ölüm nedir bilmez bir kalp gibi sessizce, yorulmak bilmek­
sizin tüm kuwetini veriyordu. Yukarıdaysa beyin uyuyordu,
dünyanın tek umudu için fazla aptalca bir isme sahip ele­
mentine uyurken insanlar da varoluşunun aşınmış kablola­
rıyla eskimiş transistörlerinin acısını dindirip iyileştiriyordu.
Onun da üzerinde, monitör odasında, gözler izliyor, kulaklar
dinliyor, dünyaya karşı nöbet tutuyorlardı. Len kendi işin­
de çalışıyor, okuması tavsiye edilen kitapları kavrayabilmek
için çabalıyor, ter döküyordu. Zaman zaman da ne kadar çok
şey öğrendiğini ve dışarıdaki cahil, korkak, suçluluk duygu­
sundan geçilmeyen, günaha batmış dünyadaki ne kadar az
insanın kendisi ve Esau'nun yaptığı şeyleri yapabildiğini dü­
şünüyordu. Bu insanların yarını, korkunç dünden farklı kıl­
mak için ellerinden neler gelebileceğini düşünüyordu. Kötü
rüyaların neden hala uyku ormanlarında bilinçsizce uyurken
peşine düştüğünü merak ediyordu, bir yandan da geceleri
rahat rahat uykular uyuyan Esau'yu kıskanıyor ama bir şey
söylemiyordu. Hayatının yansını bulmak için sarf ettiği Bar­
torstown'ı artık pek az düşünüyordu, gerçekleri kabul et­
mişti, gençlik yıllarının birazı daha ellerinden kayıp gitmişti.
Joan'ı da düşünüyordu, ondan uzak durmaya çalışıyor fakat
başaramıyordu. Len, Joan'dan korkuyordu ama ondan kork­
tuğunu itiraf etmekten daha çok korkuyordu çünkü o za­
man, müphem sebeplerden Joan'a yenilmiş olacaktı, Len'in
Fall Creek'i terk etmek ve Bartorstown'dan kaçmak istediği­
ni kanıtlamış olacaktı. Joan, Len'in görmezden gelmeye ce­ 265
saret edemeyeceği kadar büyük bir meydan okumaydı. Joan
aynı zamanda bir kızdı ve Len onun için çıldırıyordu.
Diğer insanların da yaptığı işler vardı. Hostetter, Sher­
man'la uzun saatler geçiriyor, yapmak için geldiği şeyi yapı­
yor görünüyordu - yıllarca edindiği tecrübelere dayanarak
dışarıdaki ticaret işleri sisteminin nasıl daha rahat ve daha
iyi bir hale getirilebileceği hakkında tavsiyelerde bulunuyor­
du. O günlerde Hostetter daha farklı görünüyordu, sakalları­
nı kısaltmış, saçlarını kesmiş ve Yeni Mennonit kıyafetlerini
üzerinden çıkarmıştı. Len aynısını uzun zaman önce yaptıy­
sa da, bunun gözüne neden yanlış geldiğini anlayamıyordu
ama öyleydi işte. Bunun sebebi belki de Hostetter'a dair ka­
fasındaki resmin yıllar boyunca değişmeden sabitleşmesiy­
di ve bu resmi değiştirmekte zorlanıyordu. Hfila aynı odayı
paylaşıyorlardı fakat ikisi de kendi işleriyle uğraşıyordu artık,
Hostetter'ın arkadaşları vardı ve Len'in boş zamanlarının bü-
yük kısmı Joan'la geçiyordu. Bir süre sonra, Wepplo ailesinin,
Len ve Joan'ın yakın bir zamanda evleneceğini düşündükle­
rini hissetmeye başladı. Eve her girişinde, Joan'ın sözlerini
anımsayarak kendini suçlu hissediyordu fakat bu suçluluk
duygusu, Len'i evden uzak tutmaya yetmiyordu.
"Kız lafları işte," diyordu kendi kendine, "Amity'nin aslın­
da istediği kişi Esau olmasına rağmen beni de rahat bırakma­
ması gibi. Neyi kovaladıklarını bilmiyorlar. Benim kafamda
nasıl buraya dair bir düşünce vardıysa, onun da dış dünya
hakkında kafasında bir düşünce var ama o dünyayı sevme­
yecek."
Len, Joan'a dışarıdaki dünyayı beğenmeyeceğini tekrar
tekrar söylemiş, ülkenin geniş, sessiz, uykudaki toprakları ve
bu toprakların üzerinde yaşanmakta olan hayata dair detay­
ları anlatmıştı. Tekrar tekrar anlatıyordu, Joan'a idrak ettir­
meye çalışıyordu ta ki evini özlediğini hissedip de durmak
266
zorunda kalana dek. Joan da gözlerindeki tatmin dolu ifadeyi
gizlemek için başını çevirmek zorunda kalıyordu.
Ayrıca kanyondan çıkmak hakkında konuşmak delilikti.
Kanyondan çıkmanın bir yolu yoktu. Tepeler tırmanılama­
yacak kadar dikti, akıntı yatağının dar boğazıysa fazlasıyla
virajlı ve şelaleleriyle, kaya kaymalarıyla engebeli bir yerdi,
şelalelerin ötesi de pek farklı sayılmazdı. Bu yer dikkatle se­
çilmişti, yüz senedir de hiçbir değişiklik geçirmemişti. Bar­
torstown'ın gözleri izliyor, kulakları dinliyordu, yılankavi
alçak geçitte ise gizli ölüm her an hazır duruyordu. Ayrıca
kişisel bir konu da vardı. Kendisine söylenmesine ihtiyaç
duymaksızın, aleni emareleri görmek zorunda kalmaksızın,
Len yaptığı her hareketin birileri tarafından not edilerek
Sherman'a rapor edildiğini biliyordu. Bartorstown'ı b ulmak,
Bartorstown'dan bir kez daha çıkmaktan daha kolay bir şey­
di. Yine de, Joan kendinden çok emin konuşmuştu. Sanki
baştan sona hazırlanmış bir kaçış planı vardı. Bu, Len'i rahat-
sız edip duruyor sadece merakından bu planın ne olduğunu
düşünüp duruyordu. Ama Joan'a sormuyordu, Joan da bir şey
anlatmıyor, planları hakkında ipucu dahi vermiyordu.
Herkes için kış sıkıcı ve insanların kendi içlerine doğru
büyüdüğü bir zamandı, insanlar komşularına daha yakından
bakıyor, yaptıklarıyla daha yakından ilgileniyor, gördükleri
her şey hakkında da bol bol konuşuyordu. Noel öncesi, bu
kez Gutierrez hakkında fısıltılar duyulmaya başlandı. Zaval­
lı Julio, son hayal kırıklığını kaldıramadı. Sonuçta hayatını
bağladığı çalışma, anlıyorsun ya. Yani, elbette ama herkes ha­
yal kırıklığı yaşar ve kimse öyle içkiye vermez kendini, insan
kendini toplayıp tekrar deneyemez mi? İnsan yorulunca, ce­
saretini de kaybediyor demek ki. Nihayetinde bir ömür bu -
Duydun mu, Sawyer'ın arka çitinde sızmış vaziyette bulmuş­
lar onu, soğuktan donmaması mucizeymiş. Zavallı eşi, ben o
kadıncağıza üzülüyorum, Julio'ya değil. Onun yaşındaki bir
insan hayatın kimse için öyle güllük gülistanlık olmadığını 267
bilmeli. Duyduğuma göre Frank Erdmann'ı takip ede ede
onu da delirtmek üzereymiş. Duyduğuma göre ...
Duyduğuma göre. Herkes duymuştu ve neredeyse herkes
konuşuyordu. Tabii başka insanlar ve başka şeyler hakkında
da konuşuyorlardı fakat Gutierrez o kışın en büyük sansas­
yonuydu. Eninde sonunda her konu dönüp dolaşıp Gutier­
rez'e geliyordu. Len onu birkaç kez görmüştü. Bazı seferler­
de Gutierrez apaçık sarhoştu, karlı bir sokakta, gergin bir
ağırbaşlılıkla sendeleyerek yürüyen, düzgün kesilmiş beyaz
sakallarının üzerindeki yüzünden içinin karanlığı okunan,
yaşlanmakta olan bir adamdı. Diğer zamanlarda, daha az
sarhoştu ama hayaller alemindeydi. Sanki zihni, karanlık ve
dolaşık yollardan kayıp bir umudun peşine düşerek gitmişti.
Len, onu sadece bir kez konuşulabilir halde görmüştü, o za­
man da tek konuşan Len olmuştu. Gutierrez başını sallamış
ve yoluna devam etmişti, gözlerine Len'i tanıdığına dair en
ufak bir ifade yerleşmemişti. Geceleri, Gutierrez'in evindeki
bir odada neredeyse her zaman bir lamba yanıyor, Gutierrez
de kağıtlarla kaplanmış bir masanın başında, lambanın ya­
nında oturuyordu. Kağıtlar üzerinde çalışıyor, kulplu bir sü­
rahiden içip duruyordu, uyuyakalana ve eşi tarafından ma­
sadan kaldırılıp yatırılana dek sadece çalışıyor ve içiyordu.
Gece vakti, yolu Gutierrez'in penceresinin önünden geçen
insanlar bunları görebiliyordu ve Len bunların doğru oldu­
ğunu biliyordu çünkü kendisi de görmüştü. Gutierrez sürek­
li bir sürü kağıdın üzerinde, büyük bir sabır ve kararlılıkla,
elinin altında da bir sürahiyle çalışıyordu.
Noel gelip çattı, kiliseden sonra Wepplo ailesinin evinde
büyük bir akşam yemeği verildi. Hava açık ve güzeldi. Öğle­
den sonra saat birde sıcaklık sıfıra kadar yükseldi. Herkes ha­
vanın ne kadar ılık olduğunu konuşuyordu. Fall Creek'in her
yanında partiler veriliyordu, insanlar evlerin arasındaki kıtır

268
kıtır karlara bata çıka sağa sola gidiyordu, gece tüm lambalar
yanıyor, neşeli sapsarı ışıkları pencerelerden dışarı sızıyordu.
Joan heyecanına yenilip daha tutkulu hale gelmişti, başka bi­
rinin evine gitmek için birlikte yola çıkmışken, Len'i bir ağaç
grubunun ardındaki karanlığa soktu ve birkaç dakikalığına
soğuğu unuttular. Birbirlerine sardıkları kollarıyla, birbirine
karışan nefeslerinin buharı etraflarında soğuk bir hale gibi
dolaşırken, öylece dikildiler.
"Beni seviyor musun?"
Len, Joan'ı öyle sertçe öptü ki canı yandı. Eli, Joan'ın yün
şapkasının altından ensesindeki saçlarını kavramıştı.
"Nasıl bir his?"
"Len. Ah, Len, eğer beni seviyorsan, gerçekten seviyor­
san... "
Birdenbire kendini Len'e yapıştırmıştı. Hızla, gözü dön­
müş gibi konuşuyordu.
"Beni kurtar buradan. Burada biraz daha hapis kalırsam
aklımı yitireceğim. Kız olmasam kendi başıma kaçardım,
hem de uzun zaman önce. Beni buradan götürmene ihtiya­
cım var. Hayatımın geri kalanında tapanın sana."
Len, Joan'dan uzaklaştı, yavaşça, dikkatlice, bir insan ba­
tağın kenarından nasıl çekilirse.
"Hayır."
"Neden, Len? Neden daha önce duymadığın bir şey için
tüm hayatını bu delikte geçireceksin? Bartorstown senin için
çocukken kurduğun bir hayalden ibaret, başka bir şey değil."
"Hayır," dedi tekrar. "Sana daha önce söyledim. Beni ra­
hat bırak."
Yürümeye başladı ama Joan karın içinde hızla ilerleyip
Len'in karşısına dikildi.
"Dünyanın geleceği hakkındaki o saçmalıklarla kafanı
doldurdular, değil mi? Doğduğumdan beri o masalları din­
liyorum ben. O yük, o kutsal borç ..." Len, )oan'ın yüzündeki
donuk ve solgun kar parıltısının, uzun zamandır içinde sak­ 269
ladığı ve şimdi serbest kalan öfkeyle bozulduğunu görebili­
yordu. "Bombayı ben yapmadım, atmadım da, ayrıca bundan
yüz sene sonra aynı şeyler bir daha yaşanacak mı göremeye­
ceğim çünkü burada olmayacağım. O zaman, neden borcum
var benim? Ve senin neye borcun var, Len Colter? Bana bu­
nun cevabını ver."
Kelimeler düşe kalka dilinin ucuna kadar geliyordu ama
Joan o kadar sert bakıyordu ki Len hiçbir şey söyleyemedi.
"Borcun yok," dedi )oan. "Sadece korkuyorsun. Gerçek­
lerle yüzleşmekten, onca yılı bir hiç için harcamış olduğunu
itiraf etmekten korkuyorsun."
Gerçekler, diye düşündü Len. Senin asla görmediğin ger­
çeklerle her gün yüzleşiyorum ben. Beton duvarın ardındaki
gerçeklerle.
"Beni rahat bırak," dedi Len. "Gitmiyorum, gidemem. O
yüzden kapat artık çeneni."
Joan, Len'e güldü. "Bartorstown'la ilgili bir sürü şey anlat­
tılar sana ama bahse girerim hiç bahsetmedikleri bir şey var.
Bahse girerim sana Sıfır Çözümü'nü anlatmamışlardır."
Sesinde öyle bir zafer tınısı vardı ki Len artık kızı dinle­
memesi gerektiğini anlamıştı. Ama Joan, Len'i kışkırtıp du­
ruyordu. "Öğrenmek istiyordun, değil mi? Orada sana her
zaman bütün gerçeği aramanı, gerçeğin sadece bir kısmıyla
tatmin olmaman gerektiğini söylemediler mi? Bütün gerçeği
istiyorsun, değil mi? Yoksa ondan da mı korkuyorsun?"
"Pekala," dedi. "Sıfır Çözümü nedir?"
Hızlıca, kindar bir keyifle anlattı. "Nasıl çalıştıklarını
biliyorsun. Teoriler üretiyorlar, onları denklemler haline
getiriyorlar ve denklemleri Clementine'a yüklüyorlar. Eğer
denklemler çalışırsa, bu ileri doğru atılmış bir adım oluyor.
Denklemler çalışmazsa, son seferki gibi, orası çıkmaz sokak
oluyor, negatif sonuç. Ama bu denklemleri Clementine'a
270
yükledikleri onca zamandır, tüm bu adımları ana çözüm
dedikleri bir şeye doğru birleştiriyorlar. Bu durumda, o so­
nucun negatif çıktığını düşün? Son denklemlerin işe yara­
madığını, elde ettikleri tek sonucun aradıkları şeyin var ol­
madığının matematiksel kanıtı olduğunu düşün? İşte Sıfır
Çözümü, bu."
"Tanrım," dedi Len, "bu mümkün mü? Ben zannediyor­
dum ki.. " Karlı gecenin göbeğinde, midesi bulandı; sefil
.

halde kendini ahmak gibi, ihanete uğramış gibi hissederek


Joan'a bakakaldı.
"Cevap kesin bulunacak, sadece ne zaman bulunacağını
bilmiyoruz zannediyordun. Bana inanmıyorsan ihtiyar Sher­
man'a sor. Herkes Sıfır Çözümü'nü biliyor ama kimsenin
onun hakkında konuştuğunu duyamazsın, insanlar bir gün
ölecekleri hakkında da konuşmazlar. Sor işte. O zaman öğre­
nirsin hayatının ne kadarının buna değip değmediğini!"
Len'i bırakıp gitti. Onun yanından ne zaman ayrılaca-
ğını bilmesi ayn bir dahilik göstergesiydi. Len partiye git­
medi. Eve dönüp Hostetter gelene dek kendi başına, derin
düşünceler içinde oturdu, Hostetter geldiğindeyse Len o ka­
dar kötü, o kadar kaba bir ruh halindeydi ki, "Sıfır Çözümü
meselesi nedir?" diye buyurur bir tonda sorduğunda, adamın
daha kapıyı kapatma fırsatı dahi olmamıştı.
Hostetter'ın çehresini de bulutlar sarmıştı. "Muhtemelen
duyduğun şeydir," dedi, paltosunu ve şapkasını çıkarırken.
"Herkes bu konuda oldukça sessiz."
"Bence sen de öyle ol. Buradaki insanların sahip olduğu
bir batıl inanç."
Oturdu ve çizmelerinin bağlarını çözmeye koyuldu. Çiz­
melerin üzerinde kalan kar eriyerek ahşap zeminde küçük
göller oluşturuyordu. Len, "Merak etmiyorum," dedi.
Hostetter dikkatle çizmelerini çözmeye devam etti.
"Bildiklerini zannediyordum," dedi Len. "Emin oldukları­
nı zannediyordum." 211
"Araştırma öyle yapılmaz ki."
"Ama her şeyi boşuna yapıyor olabilecekken onca zamanı
nasıl harcayabiliyorlar? Üstelik şimdiye dek harcadıkları ka­
dar zamanı bir daha harcamaya da hazırlar."
"Denemeden nasıl bilecekler ki? Ayrıca, bunu yapmanın
başka bir yolu daha yok." Hostetter çizmelerini göbekli soba­
nın da bulunduğu köşeye fırlattı. Genelde çizmelerini oraya
düzgünce, sıcaklığa çok yakın olmayacak şekilde koyardı.
"Ama bu çılgınca bir yöntem," dedi Len.
"Öyle mi? Baban yere bir tohum attığında, o tohumun
çimleneceğine ve kendisine bir hasat vereceğine dair bir ga­
rantisi oluyor muydu? Her buzağının, her domuz yavrusu­
nun ve her kuzunun sağlıklı kalacağını, onca beslemeye ve
bakıma değeceğini biliyor muydu?"
Gömleğini ve pantolonunu çıkarmaya koyuldu. Len, yü­
zünü asarak oturuyordu.
"Pekala, haklısın. Ama eğer ekinler bitmezse veya hayvan­
ları ölürse, her zaman yeni bir mevsim geliyordu. Bu nasıl
olacak? Ya sonuç bir hiç çıkarsa?"
"O zaman tekrar denerler. Eğer böyle bir güç alanı müm­
kün değilse, o zaman başka yöntemler deneyecekler. Ve belki
de yaptıkları çalışmaların bir kısmı bir ipucu sağlayacak, yani
her şey boşa gidecek diye bir şey yok." Kıyafetlerini deri kaplı
sandalyeye atıp ranzasına tırmandı. "Lanet olsun, insan ırkı
deneme yanılma haricinde nasıl bir şeyler öğrendi sence?"
"Ama uzun, çok uzun zaman alıyor," dedi Len.
"Her şey uzun zaman alır. Doğum dokuz ay sürer, ölüm
için de hayatın boyunca beklemen gerekir. Sen neyden şika­
yet ediyorsun? Buraya daha yeni geldin. Geri kalanlarımız
kadar yaşlan bakalım bir. O zaman biraz daha mantıklı dü­
şünebilirsin belki."
Arkasını döndü ve battaniyeyle başını örttü. Len, üfleye­
212
rek lambayı söndürdü.
Ertesi gün tüm Fall Creek, Julio Gutierrez'in Sherman'ın
evinde sarhoş olduğunu ve Frank Erdmann'a saldırıp adamı
bayılttığını, sonra Ed Hostetter'ın aralarına girip Gutierrez'i
kelimenin tam anlamıyla evine taşıdığını konuşuyordu. Bir
yüksek fizikçiyle elektronik başmühendisinin birbirlerine
girmeleri tüm ağızlara sakız edilecek kadar büyük bir skan­
daldı. Fakat Len'e göre, dedikodularda daha karanlık, daha
üzücü bir yön, bir cesaret kırılmasının gölgesi vardı. Veya
belki de bunun tek sebebi tüm gece rüyalarında buğdayların
mantar hastalıkları tarafından sarıldığını ve yeni kuzuların
öldüğünü görmesiydi.
27

Esau günün ilk ışıklarından da önce gelip kapıyı vurmaya


başlamıştı bile. Ocak ayının üçüncü sabahı, bir pazartesi gü­
nüydü ve kar, sanki Tanrı birden bulutlara dünyayı öğle ye­
meğine kalmadan gömmeyi emretmişçesine çaresiz bir ace­
leyle yağıyordu. "Hazır değil misin?" diye sordu Len'e. "Hadi,
acele et, kar zaten yavaşlatacak bizi."
Hostetter başını ranzadan uzattı. "Ne bu acele?"
"Clementine," dedi Esau. "Büyük makine. Makineyi bu 273

sabah test edecekler, Erdmann işe başlamadan önce gidip iz­


leyebileceğimizi söyledi. Acele etsene!"
"Dur, çizmelerimi giyeyim," diye homurdandı Len. "Cle­
mentine kaçmıyor."
Hostetter, Esau'ya, "Bir gün Clementine'la çalışabileceği­
ni düşünüyor musun?"
"Hayır," dedi Esau, başını iki yana sallayarak. "Çok mate­
matik ve ıvır zıvırı var. Ben onun yerine telsizleri öğrenece­
ğim. Sonuçta bizi buraya getiren şey de bir telsizdi. Ama yine
de büyük beynin düşünmesini görmeyi çok istiyorum. Şimdi
hazır mısın? Emin misin? Tamam, hadi gidelim!"
Dünya bembeyazdı, göz gözü görmüyordu. Karlar düm­
düz yere yağıyordu. Yağan karı uçuracak serseri bir rüzgar
bile yok gibiydi. Köy boyunca bata çıka yürüdüler, çoktan kar
altında kalmış sokakları hala takip edebiliyorlardı, evleri gör­
meseler de nerede olduklarını biliyorlardı. Ötedeki yoldaysa
işler daha farklıydı. Piper's Run'da böyle kar yağdığında tarla­
larda olmak da benzer bir şeydi. Ne bir yer işareti görülür ne
bir yön tayini mümkün olurdu ve aynı sersemleme duygusu
Len'i ele yine geçirmişti. Yukarıdaki gökyüzü ve yerdeki kar
haricinde hiçbir şey görünmüyordu, şu anda yukarıyı aşağı­
dan ayırt etmekte bile zordu, dünyada hiçbir ses kalmamıştı.
"Yoldan çıkıyorsun," dedi Esau, böylece kar birikintisiyle
dolmuş çukurdan zar zor geri döndü. Sonra Esau yoldan çık­
tı. Birbirlerine yakın durarak birlikte yürüyor, kaderin cilve­
lerinden ve hava durumundan konuşuyorlardı. Len birden,
"Burada mutlusun, değil mi?" dedi.
"Tabii," dedi Esau. "Tüm Piper's Run'ı bana verseler yine
de oraya dönmem."
Ciddiydi. Sonra sordu, "Sen mutlu değil misin?"
"Mutluyum," dedi Len. "Tabii."
Karı yarıp geçmeye devam ettiler. Sanki yolun pürüzsüz
274
boşluğunu bozdukları için, soğuk, tüysü kar taneleri yüzleri­
ne çarpıyor, burunlarını ve ağızlarını doldurarak onları ses­
sizlikle, beyazlıkla boğmaya çalışıyordu.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Len. "Cevabı bulabilecek­
ler mi? Yoksa sonuç sıfır mı çıkacak?"
"Lanet olsun," dedi Esau, "Umurumda değil. Benim işim
başımdan aşkın zaten."
"Hiçbir şey umurunda değil mi?" diye hırladı Len.
"Tabii umurumda. Ne yapmak istediğimi ve bir sürü aptal
ihtiyarın bana istediğim şeyi yapamayacağımı söylememe­
sini önemsiyorum. Bunu umursuyorum işte. Burayı da bu
yüzden seviyorum."
"Evet," dedi Len. "Tabii." Ve bu doğru, burada istediğini
yapabilir, istediğini söyleyebilir ve istediğini düşünebilirsin
- bir şey hariç. Onların inandığı şeye inanmadığını söyle­
yemezsin, bu yönüyle, burası Piper's Run'dan çok da farklı
değil.
Bir sanat eseri gibi dikkatle yuvarlanmış kayaların arasın­
dan yokuşu düşe kalka çıktılar. Kapıya gelen yolu yarılamış­
lardı ki Esau bir anda irkilip sövdü. Len de ürkmüştü, o bem­
beyaz manzaranın içinde, kayaların arasında sinsice hareket
eden karanlık, belli belirsiz bir şekil sezmişti.
O şekil, Len ve Esau'yu selamladı. Bu Gutierrez'di. Karlar
adamın omuzlarının ve şapkasının üzerinde birikerek kalın
bir tabaka oluşturmuştu. Sanki uzunca bir zamandır burada
hareketsiz durarak bekliyordu. Ama ayıktı, yüzü gayet kendi­
ne hakim ve keyifli görünüyordu.
"Sizi korkuttuysam özür dilerim," dedi. "Galiba kendi
anahtarımı kaybettim, kapıyı açamadım. içeri sizinle girme­
min bir sakıncası var mı?"
Bu soruyu kibarlıktan sormuştu. Üçü birlikte yokuşu
çıktılar. Len, Gutierrez'e huzursuz bakışlar atıyor, adamın
kağıtlar ve içki şişesiyle harcadığı uzun gece saatlerini düşü­
nüyordu. Adamın haline üzülüyordu. Aynı zamanda ondan 275
korkuyordu. Ona Sıfır Çözümü hakkında sorular sormayı
çok istiyordu, neden birkaç yüz sene harcamadan bir şeyin
var olup olmadığından emin olamadıklarını sormak istiyor­
du. Bunu o kadar çok istiyordu ki konuya girse Esau'nun
boşboğazlık edip soruyu soruvereceğinden, sonra Gutier­
rez'in ikisini de döveceğinden çok emindi. Ama kimse hiçbir
şey demedi. Esau da bilgeliğe hayran kalmış olmalıydı.
Güvenlik kapısının ötesinde biraz kar vardı. Sonrası ka­
ranlıktan, güneşten sonsuza dek saklanmış boşluğun nemli,
titretici soğuğundan ibaretti. Gutierrez önden gitti. En baş­
ta biraz tökezlemişti ama şimdi tökezlemiyordu, başını dik,
sırtını gayet düz tutarak dengeli bir şekilde yürüyordu. Len
adamın nefes aldığını, hızlı hızlı nefes aldığını duyabiliyor­
du. Bunlar koşmayı yeni bırakmış birinin nefesleriydi ama
Gutierrez koşmamıştı. Geçidin döndüğü ve ışığın yandığı
yerde, iç kapının çok aşağı tarafında, Gutierrez onları epeyce
geride bırakmıştı ve Len adamın onları tamamen unuttuğu­
na dair ilginç, soğuk bir hisse kapılmıştı.
Tarayıcıların altında bir kez daha yan yana durdular. Çe­
lik kapı açılana kadar Gutierrez sadece ileriye dikti gözlerini,
sonra koridor boyunca yürüyüp gitti. Jones monitör odasın­
dan çıkıp adamın arkasından baktı, sesli düşünerek, "Burada
ne yapıyor o?" dedi.
Esau başını iki yana salladı. "İçeri bizimle girdi. Anahtarı­
nı kaybettiğini söyledi. Sanırım yapacak işleri var."
Jones, "Bu Erdmann'ın hoşuna gitmeyecek," dedi. "Ney­
se. Bana kimse onu içeri sokmamamı söylemedi, o yüzden
vicdanım rahat." Sırıttı. "Olup bitenlerden beni de haberdar
edin, olur mu?"
"Geçen gece yine sarhoştu," dedi Len. "Bir şey olacağını
sanmıyorum."
"Umarım olmaz," dedi Esau. "O beynin çalışmasını gör­
216
mek istiyorum."
Paltolarını soyunma odasında bırakıp aceleyle diğer kata
indiler. Hiroşima'nın resmini, kurbanların trajik, boş bakışlı
gözlerini arkalarında bıraktılar. Sesler kapının ardına kadar
geliyordu.
"Hayır, özür dilerim, Frank. Lütfen özür dilememe izin
ver."
"Unut gitsin, Julio. Hepimiz hata yapıyoruz. Unutalım
gitsin."
"Teşekkürler," dedi Gutierrez, yoğun bir ağırkanlılık ve
müthiş bir pişmanlıkla.
Len dışarıda tereddüde düşmüştü. Esau'ya baktı, Esa-
u'nun yüzünden de şiddetli bir kararsızlık okunuyordu.
"Hanımefendi ne alemde?" diye sordu Gutierrez.
"İyi," dedi Erdmann. "Tıkır tıkır çalışıyor."
Sesleri sustu. Len'in kalbi ağzına gelip orada takılıp kaldı,
soğuk bir düğümde kamını sarmalamıştı. Çünkü şimdi oda-
nın içinde duyulan, Len'in daha önce duymadığı başka bir
sesti. Bu kısık, kuru, hızlıca fısıltılı-tıkırtılı konuşan bir sesti.
Bu Clementine'ın sesiydi.
Bu sesi Esau da duymuştu. "Umurumda değil," diye fısıl­
dadı. "Ben giriyorum."
İçeri girdi, Len de ses çıkarmadan yürümeye çalışarak
onu izledi. Clementine'a baktı. Makine artık uyumuyordu.
Paneldeki gözlerin birçoğu parlaktı ve göz kırpıyordu, kab­
lolardan oluşan ağın her tarafında titreşimler ve kıpırtılar,
hafif bir yaşamsal nabız vardı.
Aşağıdaki titreşimin aynısı, diye düşündü Len. Kalp ve
beyin.
"Hah," dedi Erdmann, neredeyse rahatlayarak. "Merha­
ba."
Yüksek hızlı yazıcı aniden hızlı hızlı gevezeliğe başladı.
Len şiddetle irkildi. Paneldeki gözler sanki gülercesine yanıp
sönüyordu ve sonra her şey sustu, her şey karanlığa gömül­
dü, geride sadece Clementine'ın uyanık olduğunun sinyalini
veren sabit bir ışık kaldı.
Esau nefesini tuttu. Ama konuşamadı çünkü Gutierrez
önce davranmıştı.
Cebinden bazı kağıtlar çıkardı. Erdmann dışında odadaki
kimsenin farkında değilmiş gibiydi. Kağıtları ellerinde tuttu
ve, "Eşim bugün buraya gelip seni rahatsız etmemem gerek­
tiğini düşünüyordu. Güvenlik kapısı anahtarımı da saklamış.
Ama tabii bu konu bekleyemeyecek kadar önemliydi."
Başını eğerek kağıtlara baktı. "Bu denklem sekansının ta­
mamını tekrar gözden geçirdim. Hatanın nerede olduğunu
buldum."
Erdmann'ın yüzünün gerisinde bir şeyler gerildi, temkinli
hale geldi. "Evet?"
"Çok açık bir şey, sen de göreceksin. Bak."
Kağıtları Erdmann'ın eline tutuşturdu. Erdmann kağıtları
gözleriyle taramaya koyuldu. Yüzüne şimdi derin bir rahat­
sızlık, keder ve umutsuzluk ha.kim olmuştu.
"Görüyorsun ya işte," dedi Gutierrez. "Apaçık ortada. ele­
mentine bir hata yaptı, Frank. Sana demiştim. Bunun müm­
kün olmadığını söylemiştin ama yapmış işte."
"Julio, ben ... " Erdmann başını iki yana sallayıp çaresizlik.le
Len'e baksa da, bir yardım bulamadı ardından elindeki kağıt­
ları tekrar karıştırmaya başladı.
"Göremiyor musun, Frank?"
"Julio, yani... benim matematiğimin yetmeyeceğini..."
"Lanet olsun," dedi Gutierrez, sabırsızlık.la. "Nasıl elekt-
ronik mühendisi oldun sen? Yeterince biliyorsundur. Açıkça
yazılı. Sorunu kim olsa görür. Bak." Erdmann'ın elindeki ka­
ğıtları kapıp karıştırmaya başladı. "Burası ve burası, görüyor
musun?"
Erdmann, "Ne yapmamı istiyorsun?" diye sordu.
218
"Nasıl yani... tekrar Clementine'ı çalıştıracağız elbette.
Düzelteceğiz. Sonuca o zaman ulaşacağız, Frank. Cevaba."
Erdmann dudaklarını yaladı. "Ama eğer bir kez bir hata
yaptıysa, aynı hatayı yeniden yapabilir, Julio. Bence Wentz
veya jacobs'a gidip... "
"Hayır. Onlar yaparsa kış boyunca sürer hatta belki bir yıl.
elementine hemen yapabilir. Test etmiştin ya? Öyle demiş­
tin. Tıkır tıkır çalışıyor demiştin. Bu yüzden bugün yapalım
dedim, hazır elementine da iyi durumda ve kullanılmıyor­
ken. Aynı hatayı bir daha yapmayacaktır. İşlemlere başlaya­
lım."
"Ben, yani," dedi Erdmann. "Tamam, tamam o zaman."
Giriş mekanizmasına doğru gitti ve kasede aktarımı baş­
lattı. Gutierrez bekledi. Dışarıda giydiği ağır ve kalın kıya­
fetleri hala üzerindeydi ama kendini sıcaklamış veya rahat­
sız hissetmiyor gibi görünüyordu. Erdmann'ı izliyordu ve
zaman zaman, başka birinin hatasını yakalamış da kendini
temize çıkarmış gibi bir edayla bilgisayara bir bakış atıyor,
gülümseyerek başım sallıyordu. Len kendini geri çekmişti.
Erdmann'ın yüzündeki bakışı beğenmemişti. Gidip gitme­
mek arasında tereddüt etti, sonra panelin üzerindeki ışıklar
parlamaya ve kendisine göz kırpmaya başladı, kısık ses mı­
rıldanıp homurdandı ve Esau kadar hayranlıkla dolunca git­
mek elinden gelmedi.
Erdmann onlara hitap ettiğinde irkildi. "Birazdan işim bi­
ter. O zaman sorularınızı yanıtlayacağım."
"İsterseniz sonra da gelebiliriz?" diye sordu Len.
"Hayır," dedi Erdmann, Gutierrez'e bir bakış atarak. "Ha­
yır, buralarda olun."
elementine alçak sesli mırıltılar çıkararak düşünüyordu.
Bu sesin haricinde, oda oldukça sessizdi. Gutierrez ellerini
önünde bağlamış, sakin sakin bekliyordu. Erdmann kıpırda­
nıp duruyordu. Yüzünden ter boşanıyor, eliyle sık sık siliyor,
ağzının kenarını kaşıyor ve Gutierrez'e sadece ıstırap olarak
açıklanabilecek bir ifadeyle bakıyordu.
"Yenilemeyi yaparken kaçırdığımız bazı devreler olabilir,
Julio. elementine tam olarak kontrol edilmedi. Tekrar bir
hata... "
"Karım gibi konuşma lütfen," dedi Gutierrez. "Merak
etme, sonuç çıkacak."
Çıkış yazıcısı takırdadı. Erdmann ileri doğru bir hamle
yaptı. Gutierrez, Erdmann'ı iterek önüne geçti. Kağıdı yazı­
cıdan aceleyle aldı ve baktı. Yüzü bir anda karardı, sonra tüm
rengi soldu ve hastalıklı bir griye döndü, elleri titriyordu.
"Ne yaptın?" dedi Erdmann'a. "Denklemlerime ne yaptın
sen?"
"Hiçbir şey, Julio."
"Baksana, ne diyor. Çözüm yok, hatalar için verilerinizi
tekrar kontrol edin. Çözüm yok. Çözüm yok..."
"Julio. Julio, lütfen. Beni dinle. Bu konuda çok uzun ça-
lıştın, yorgunsun. Denklemleri olduğu gibi yerleştirdim ama
denklemler..."
"Denklemler ne? Devam et, söyle, Frank. Devam et."
"Julio, lütfen," dedi Erdmann, berbat bir çaresizlikle. Eli­
ni, bir çocuğa uzatırcasına Gutierrez'e uzatıp yaklaşması için
çağırdı.
Gutierrez ona vurdu. O kadar ani ve sert vurmuştu ki dar­
beyi savuşturmaya zaman olmamıştı. Erdmann üç veya dört
adım geri gidip düştü ve GutieıTez alçak sesle, "Siz ikiniz de
bana karşısınız," dedi. "Aranızda ayarlamışsınız, ne yapar­
sam yapayım, bana doğru cevabı vermiyor işte. Tüm kış seni
düşündüm, Frank. Burada onunla konuşmanı, gülmeni dü­
şündüm. Çünkü Clementine cevabı biliyor ama söylemiyor.
Ama ben ona söyleteceğim, Frank."
Ceplerinde taşlar vardı. Bu yüzden Bartorstown'ın sıca­
ğına rağmen paltosunu çıkarmamıştı. Bir sürü taşı vardı ve
280
taşlan ceplerinden çıkarıp tek tek Clementine'a fırlatmaya
başladı bir yandan da vahşi bir neşeyle bağırıyordu. "Söyle­
teceğim sana, kaltak, yalancı orospu, düzenbaz fahişe. Söy­
leteceğim sana."
Panelin camı kırıldı ve döküldü. Devre kablolarından tın­
gırtılar yükseldi. Clementine'ın belleğinin bir kısmını tutan
büyük cam tanklardan biri patlayarak dağıldı. Frank Erd­
mann, Gutierrez'e durması için haykırarak, bağırarak yardım
isteyerek güçlükle yerden kalktı. Gutierrez taşlarını bitirince
paneli yumruklarıyla dövmeye, çizmeleriyle tekmelemeye ve
bağırmaya başladı. "Orospu, orospu, orospu, söyleteceğim
sana. Hayatımı çaldın, aklımı aldın, tüm çalışmalarım senin
içinde, sana söyleteceğim!"
Erdmann, Gutierrez'i tutmaya çalışıyordu. "Len. Esau,
Tanrı aşkına, yardım edin bana. Tutmama yardım edin."
Len bir uyurgezerin yavaş hareketleriyle ileri doğru yü­
rüdü. Ellerini uzattı ve Gutierrez'i tuttu. Gutierrez çok güç-
lüydü, inanılmaz ölçüde güçlüydü. Adamı tutmak zordu,
darmadağın olmuş panelden uzaklaştırmak daha da zordu
ve şimdi panelde, Yaralandım, bana yardım edin, diyen yeni
kırmızı ışıklar yanıp sönüyor, göz kırpıyordu. Len önce ışık­
lara, sonra Gutierrez'in gözlerine baktı. Erdmann nefes nefe­
seydi. Ağzının kenarından kan sızıyordu. "Julio, lütfen. Sakin
ol. Tamam işte, Len, biraz geri çekil. Şimdi... Geçti, Julio, lüt­
fen sessiz ol."
Ve Julio birdenbire sustu. Hiçbir geçiş anı yaşanmamıştı.
Az ewel Len'in elleri altında çelikten çubuklar gibi sımsıkı
duran güçlü kaslarından şimdi eser kalmamıştı, kolları gev­
şek, sarkık, zayıf ve içi boş şeyler gibi sallanıyordu. Yüzünü
Erdmann'a döndü ve akıl almaz bir uysallıkla, "Birileri bana
karşı, Frank," dedi. "Birileri hepimize karşı."
Gözyaşları yanaklarından aşağı akıyordu. Len ve Erd­
mann'ın arasında ölmekte olan bir adam gibi duruyor, ağlı­
yordu. Len, kanlı gözlerini bir yardım çağ,rısıyla kırpıp duran 281
Clementine'a baktı.
Yargıç Taylor, kendi sınırını bul, demişti. Geç olmadan
kendi sınırını bul.
Len, kendi sınırımı buldum, diye düşündü. Ve artık çok
geç olmuştu.
Birkaç adam gelip Len'i yükünden azat etti. Esau'yla bir­
likte dağın kamına indi ve tüm gün boyunca, tıpkı beton
duvar gibi ifadesizce, ardındaki şiddeti, korkuyu, şaşkınlığı
gizleyerek sahteci bir yüz ifadesiyle çalıştı.
Öğleden sonra devasa makinelerin sırasından bir fısıltı
geldi. Eve götürmüşler, duydun mu, doktor tertemiz delir­
diğini söylemiş. Kendisini göz kulak olacak biriyle birlikte
evinde kapalı kalması gerekeceğini söylüyorlar.
Tıpkı bizim bu kanyonda kapalı kalmamız gibi, diye dü­
şündü Len. Pirinçten başıyla, ateşten karnıyla bu Molek'e
hizmet ediyoruz. Bu Molek az ewel bir adamı yok etti.
Ama en azından gerçekleri sonunda öğrendi ve bunu ken­
dine itiraf etti.
Bir cevap olmayacak.
Ulu Tanrım, beni düşmanlarıma esir olmaktan kurtar,
tövbe ediyorum. Sahte ilahları takip ettim, onlar bana ihanet
ettiler. Meyveyi yedim ben, ruhum hasta oldu.
Ateşten kalp duvarın ardında atmaya devam ediyordu.
Yukarıdaysa beyin çoktan iyileştiriliyordu.
O gece, Len yeni yağmış, taze ve derin karların içinde bata
çıka Wepplo ailesinin evine gitti. Joan'a başka kimsenin duy­
mayacağı kadar alçak bir sesle, "Senin istediğini istiyorum,"
dedi. "Bana yolu göster."
Joan'ın gözleri parladı. Len'i dudaklarından öptü ve,
"Evet!" diye fısıldadı. "Ama bunu gizli tutabilir misin, Len?
İlkbahara daha çok zaman var."
"Tutarım."
282
"Hostetter'dan bile mi?"
"Ondan bile."
Ondan bile. Çünkü ışık tövbenin ayak seslerine yol göste­
recek şekilde ayarlanmıştır.
28

Şubat, mart, nisan.


Zaman. Sıkı bir edilgenlik hali, bir bekleyiş.
Çalışmaya devam etti. Her gün, o beton duvarın gölgesi
altında, kendisinden beklenen şeyleri yaptı. İşini de iyi yapı­
yordu. İşin ironik kısmı buydu. Güç'ü kullanılır hale getiren
ve aktaran devasa makinelerin oluşturduğu zincire artık ilgi
duyuyordu. Bir arabaya koşulmuş atlar gibi, bu devasa kud­
retteki zorbalar üzerinde kurduğu kontrolün ve rehberliğin
insana hissettirdiği önem karşısında hayret ettiğini kendine
itiraf edebiliyordu. Bunu yapabilmesinin sebebi, Güç'ün ol­
duğu şeye karşı hissettiği şaşkınlığa artık anlam verebilme­
siydi, yılan dişlerini çıkarmıştı. Böyle bir gücün, Sığınak ve
Piper's Run gibi yerlerde nasıl kullanılabileceğini, büyükan­
nesinin çocukluğundaki o parlak ve konforlu şeyleri nasıl
geri getirebileceğini düşünebiliyordu fakat şu anda insan­
ların neden bu şeyler olmaksızın yaşamaya devam etmekte
böyle şiddetli bir ısrar gösterdiklerini de anlıyordu. Çünkü
insan bir kez yola düşünce, artık geri dönmek için çok geç
olana dek yürürdü ve bir anda bir bakmış, gökyüzünden ateş
yağıyor. Güvenli olan yere geri dönmeli ve orada kalmalıydı.
Piper's Run'a, ormanlara ve tarlalara, şüphelerin sonuna,
korkuların sonuna. Vaazdan önceki zamanlara, Soames'tan
öncesine, Bartorstown'ı duyduğu zamanların da öncesine.
Huzura. Önceden geceleri, kendisi dönmeden babasına bir
şey olmaması için dualar ediyordu çünkü kurtuluşunun
önemli bir parçası da, babasına haklı olduğunu itiraf etmekti.
Aradan geçen zamanda yeni şeyler de olmuştu. Esau'nun
oğlu doğmuş, iki büyükbabasına da belki bir meydan okuma,
belki bir sevgi gösterisi, belki de ikisi birden olarak, David
Taylar Colter adıyla vaftiz edilmişti. Joan ayrı bir ev için dik­
katle, ustalıkla planlar yapmış ve bir düğün tarihi belirlemiş­
ti. Ve bu şeyler önemliydi. Fakat bu önemli şeyler büyük bir
emelin, kaçma isteğinin gölgesi altında küçücük kalıyordu.
Len ve Joan için başka hiçbir şey önemli değildi. Evlilik
bile. Kanyondan kaçmak için hissettikleri arzuyla, iki insan
ne kadar yakınlaşabilirse o kadar yakınlaşmış, güçlü bir bağ
kurmuşlardı.
"Bu yolu yıllardır planlıyorum," diye fısıldardı Joan. "Her
gece, yatağımda öylece yatıp çevredeki dağların beni kapa­
na kıstırdığı hissiyle, kaçmayı hayal ettim ve aileme hiç belli
284
etmedim. Ve şimdi korkuyorum. Doğru şekilde planlamadı­
ğımdan korkuyorum. Birinin zihnimi okumasından ve tüm
planlarımı açık etmemi sağlayacağından korkuyorum."
Len'e sarılırdı. Len de, "Endişelenme," derdi. "Onlar da in­
san, zihnini okuyamazlar. Bizi burada tutamazlar."
"Hayır," diye yanıtlardı o zaman. "Bu güzel bir plan. Tek
ihtiyacım olan sendin."
Karlar yumuşamaya ve yüksek yamaçlarda gürültüyle
çığlara dönüşmeye başlamıştı. Bir hafta kadar sonra geçit
açılırdı. Joan zamanın geldiğini söyledi. Üç gün sonra, Esau
ve Amity'yi evlendiren aynı kısa boylu, sallanıp duran pa­
paz tarafından evlendirildiler fakat onlarınkinin aksine, Fail
Creek kilisesinde, ilkbahar güneşi kaplama taşlarının üze­
rindeki tozlan aydınlatırken evlenmişlerdi. Hostetter, Len'in
yanında durmuş, gelini damada Joan'ın babası vermişti. Ar­
dından bir kutlama yapıldı. Esau, Len'in elini sıkmış, Amity,
Joan'ı öpmüş ve kıskanç bir bakış atmıştı. Yaşlı adam içki şi-
şesini çıkararak elden ele gezdirmiş, Len'e, "Evlat, dünyadaki
en iyi kızı kaptın," demişti. "Ona iyi davran yoksa kızı geri
alırım." Sonra gülmüş ve Len'in sırtına, omurgasını ağntana
kadar vurup durmuştu. Ardından, kısa süre sonra Hostetter
arka verandaya çıkmış, biraz hava alan Len'in yanına gelmişti.
Bir süre, bu yıl baharın erken geldiği haricinde hiçbir şey
söylemedi. Sonra birdenbire, "Seni özleyeceğim, Len," dedi.
"Ama mutluyum. Doğru olanı yaptın."
"Biliyorum."
"Evet, tabii biliyorsun. Ama onu kastetmedim. Demek
istediğim, buraya gerçekten yerleştin artık. Gerçek anlamda
buranın bir parçası oldun. Mutluyum. Sherman da mutlu.
Hepimiz öyleyiz."
O anda, Len yaptığı şeyin doğru olduğunu anladı, tıpkı
joan'ın söylediği gibi. Ama Hostetter'ın yüzüne bakamıyor­
du.
"Sherman senden pek emin değildi," dedi Hostetter. "Bir
süre, ben de değildim. Vicdanınla barıştığın için mutluyum.
Yaptığının ne kadar zor bir şey olduğunu ben diğerlerinden
daha iyi biliyorum." Elini uzattı. "Bol şans."
Len adamın elini sıktı ve, "Teşekkürler," dedi. Gülümsedi.
Ama içinden, tıpkı babamı kandırdığım gibi onu da kandırı­
yorum ama bunu istemiyorum, tıpkı o zaman da istemedi­
ğim gibi, diye düşünüyordu. Fakat o yanlıştı, buysa doğru.
Bunu yapmak zorundayım...
Artık Hostetter'la yüzleşmek zorunda kalmayacağı için
mutluydu.
Yeni ev tuhaf geliyordu. Fall Creek'in kenarında, küçük,
eski, iyice temizlenip paklanmış, joan'ın annesi ve iyi dilek­
lerini sunan arkadaşları tarafından verilen perdeler, nevre­
simler, masa örtüleri ve kırpıntı kilim parçalan gibi kadın
şeyleriyle dolu bir evdi. Sadece birkaç gün kullanılacak bir
ev için çok fazla emek ve iyi niyet sarf edilmişti. Len'e ba­
layı olarak da iki hafta izin verilmişti. Ve şimdi, tamamen
hazırlardı. Şimdi birbirlerine sarılarak kimsenin kendilerini
izlemeyecekleri anı, tüm şüphelerin Üzerlerinden kalktığı ve
yolun önlerinde açıldığı anı bekleyebilirlerdi.
"ismailoğulları için dua et," dedi Joan. "Her sene geçit açı­
lır açılmaz dilenmeye gelirler. Dua et şimdi de gelsinler."
"Gelecekler," dedi Len. Len'in üzerinde bir sakinlik, için­
de tıpkı İsrail'in çocuklarının Mısır'dan kurtarıldığı gibi kur­
tarılacağına dair bir inanç vardı.
İsmailoğulları geldi. Geçen sonbaharda gelen grubun
aynısı mıydı yoksa tanımadığı başka bir grup mu gelmişti,
Len bilmiyordu fakat daha zayıf, daha aç, daha kötü durum­
da görünüyorlardı. Len'in gözünde, insan bu kadar ıstıraba
dayanarak hayatta kalamazdı. Barut ve kurşun istediler ve
Sherman, çocukların hatırına, bir fıçı da tuzlanmış et verdi.
Aldılar. Joan, İsmailoğullan grubunun akşam olmadan geçi­
de doğru geri tırmanışına başlamasını izledi, eli Len'in elinde
sımsıkı tutulmuştu. "Dua et ki karanlık bir gece olsun," diye
286
fısıldadı Joan.
"Duam çoktan kabul oldu," dedi, gökyüzüne bakarak.
"Yağmur yağacak. Belki kar yağar, hava daha çok soğursa... "
"Ne yağarsa yağsın, yeter ki karanlık olsun."
Ev şimdi amacını yerine getirmiş, Len ve Joan'a içeride
güvenle sakladıkları yemekleri, su mataralarını, battaniyele­
ri, küle bulanmış ve dikkatle yırtılmış iki kalın çarşafı onlara
bırakmıştı. Len, Hostetter'a hitaben bazı acı verici kelimeler
yazdı. "Bartorstown'dan kimseye bahsetmeyeceğim, bu ka­
darını borçluyum sana. Üzgünüm. Affet beni ama geri dön­
mek zorundayım." Kağıdı evin ön odasındaki masanın üze­
rine bıraktı. Rahatsız edilmeyeceklerini bilerek mumlarını
erkenden söndürdüler.
Ancak şimdi Joan'ın cesareti kırılmıştı. Yatağın kenarında
titreyerek oturuyor, görülür veya yakalanırlarsa başlarına ne
geleceğini düşünüyordu.
"Bizi kimse görmeyecek," dedi Len. "Hiç kimse."
Buna inanıyordu. Korkmuyordu. Sanki Piper's Run'a geri
dönene dek hiçbir zarar görmeyeceğine dair gizli bir söz al­
mıştı.
"Gitsek iyi olacak, Len."
"Bekle. Zayıflar, çocuklarını taşıyorlar hem de. Onları ra­
hatlıkla yakalarız. Emin olana dek bekleyelim."
Karanlıktı, gece yarısıydı. Asi bir yağmur yağıyordu.
Len'in kasları gergindi, kalbi küt küt atıyordu. Zaman geldi,
diye düşündü. Şimdi Joan'ın elini tutacağım ve gideceğiz.
Geçide giden yok dik ve dolambaçlı. Arkamızda kimse
yok. Yağmur yağıyor, şimdi sulu kar yağıyor. Şimdiyse kar
yağıyor. Tanrı bizi gizlemek için eteğini uzatıyor. Acele ede­
lim. Çabucak geçide gidelim, dik yolu ve donmak üzere olan
çamurları geçelim.
"Len, dinlenmem gerekiyor."
"Şimdi olmaz. Tekrar ver elini. Şimdi..."
Geçidin karanlık karnına doğru, düşen karların arasından
ve güneşin erişemediği kadar yükseklerde halen erimemiş
olan kış kalıntılarının altından. Şimdi biraz dinlenebiliriz,
sadece biraz.
"Len, yağış bahar tipisi gibi görünüyor. Sabah olmadan
geçit yeniden kapanabilir."
"Güzel. O zaman bizi takip edemezler."
"Ama donup ölürüz. Geri dönsek daha iyi olmaz mı?"
"Hiç mi inancın yok senin? Tanrı'nın bizim için yaptıkla-
rını göremiyor musun? Hadi!"
Önce tırman, sonra sırtın en alçak yerini geçip diğer ta­
rafa in, hızlıca, dolu arabalarını çeken yavaş katırlardan çok
daha hızlı. Kamp alanını geç, ötedeki taşlı yokuşa çık. Rüz­
garda şarkı söyleyen bir ses var.
"İşte. Duydun mu? Çarşaflar nerede?"
Tövbenin ihramını giyeceğim. İsmailoğullarının arabaları
yok. Taşlarda bacaklarını kıracak hayvanları yok. Tüm gece
yürüyor, günahın istila ettiği yerlerden uzaklaşıyor, insanla­
rın günah.lan için ömür boyu süren kefaretlerini ödedikleri
temiz çöllere geri dönüyorlar. Benim de kefaretim var. Bana
gönderildiğinde, ben de yerine getireceğim.
Yakın ama çok da yakın değil, gece karanlık, kar yağıyor.
İsmailoğullan yürürken şarkılar söylüyor, bağırıyorlar. Geçi­
din alçak yerinde çarpık bir sıra halinde dizililer. Eğer geriye
bakarlarsa, sadece iki İsmailoğlu görecekler, kendilerinden
iki kişi.
Arkalarına bakınıyorlar. Gözlerini Tanrı'ya çevirmişler.
Kayaların içine oyulmuş dolambaçlı yollardan aşağı. Bar­
torstown'daki monitör odasında biri oturuyor. Jones değil,
onun vardiyası değil çünkü. Başka biri. Panonun üzerinde
yanıp sönen küçük ışıklan izleyen biri var. Çılgın İsmailoğul­
lan çöllerine dönüyor işte, diye düşünen biri var. Esneyen,
piposunu yakan, eve dönmek için Jones'un gelmesini bekle­
yen biri var.
Bir düğmeyi parmağının hemen altında tutarak kullan­
maya hazır bekleyen biri var.
Ama düğmeye basmıyor.
Şafak söküyor. İsmailoğullan rüzgarın ve uçuşan karların
içinde kayboldular.
Joan. Joan, kalk. Joan, bak, geçidi aştık.
Özgürüz artık.
Bizi Bartorstown'dan kurtaran Tann'ya hamdolsun!
29

Gerçekten de bir bahar tipisiydi. Ama kayalar arasındaki bir


çukura sığınıp iki vahşi hayvan gibi birbirlerini ısıtarak ha­
yatta kaldılar. Tipi geçidin yüksek kısmını kapattı ve izleri­
ni yok etti, ardından dağ eteklerinin yarattığı düzensiz sıra
boyunca güneye ilerlediler. Kendileri dışında insan yaşamına
dair en ufak bir emarede saklanmaya hazır, dikkatli ve kaça­
mak kaçamak yürüyorlardı.
"Peşimize düşecekler."
"Bir mektup bıraktım. Söz verdim... "
"Peşimize düşecekler. Bunu biliyorsun."
"Korkarım düşmek zorunda kalacaklar. Evet."
Telsizleri ve uzun bir zaman Bartorstownlı adamların iki
kaçak çocuğun izlerini nasıl sürdüğünü hatırladı.
"Dikkatli olmak zorundayız, Len. Çok dikkatli."
"Merak etme." Uzayan sakallarıyla dolu çenesi inatla dı­
şarı çıkmıştı. "Bizi geri götüremeyecekler. Söyledim ya, Tan­
rı'nın eli üzerimizde. O bizi güvende tutacak."
Piper's Run ve Tann'nın eli. İlk günlerde sırtlarındaki
yükler bunlardı. Dünyanın üzerine, eve dair görüntüler ve
oraya giden dümdüz bir yol dışında, her şeyi gizleyen bir sis
inmişti. Yemyeşil tarlaları, Üzerlerindeki güneşi, yaşlı göv­
deleri yeni filizlere boğulmuş yamuk elma ağaçlarını, tüm
sakinlik ve altuni huzuruyla bekleyen ahırı ve kapıyı görebi­
liyordu. Bir de yol vardı. Ayakları o yolun üzerindeydi ve onu
hiçbir şey durduramayacaktı.
Ama engeller çıktı. Dağlar, sel yatakları, kayalar, soğuk,
açlık, susuzluk, yorgunluk, acılar. Beynine, o huzur yuvasına
varmadan önce kefaret ödemesi gerektiği düşüncesi yerleş­
mişti. Evini terk ederek düştüğü yanlışın bedelini ödemeliy­
di. Adil olan buydu. Bunu bekliyordu zaten. Acıları mutlu­
lukla kucakladı, bu esnada Joan'ın gözlerine yerleşen, şüphe
ve şaşkınlık dolu bakışların itirazın gölgelerine büründüğü­
nü hiç fark etmemişti.
Kibrini kırmanın ve tövbenin coşkusu, bir gün düşüp di­
zini bir kayaya vurana dek devam etti. Acısı yalnızca acıydı,
hiçbir kutsallığı yoktu. Çevresindeki dünya sarsılmış ve bir
anda sislerini dağıtarak yerine oturuvermişti. Kamı açtı,
üşüyordu ve yorgundu. Dağlar çok yüksek, kırlar çok genişti.
Piper's Run daha bin altı yüz kilometre uzaktaydı. Dizi çok
acıyordu ve içinden eski bir homurtu yükselerek ona, Ta­
mam, kefaretimi ödedim, dedirtti. Artık yeter.
İlk aşamanın sonu böyle geldi. Joan da ona eskisi gibi bak­
maya başlamıştı. "Bir ara," dedi Joan, "Yeni İsmailoğulların­
dan farkın yoktu, korkmaya başlamıştım."
Len tövbe etmenin ruh için iyi olduğuyla alakalı bir şeyler
mırıldanınca Joan sustu. Ama Joan'ın sözleri gizli gizli ben­
liğine batmış, utanç duymasına sebep olmuştu. Çünkü bu
sözler, kısmen denemeyecek kadar doğruydu.
Ama hala Piper's Run'a dönmek zorundaydı. Ancak şimdi
oraya giden yolun, tıpkı oradan çıkış yolu gibi, çok uzun ve
zor olduğunu, hiçbir mistik gücün kendisini alıp oraya bırak­
mayacağını fark etmişti. O yolu, kendi iki ayağıyla yürümek
zorundaydı.
"Ama oraya bir varalım," diyordu, "güvende olacağız. Bar­
torstownlılar bize orada dokunamazlar. Bizi açık ederlerse,
kendilerini de açık ederler. Güvende olacağız."
Tarlalar ve mevsimlerde güvende olacaklardı, hiç düşün­
meyerek ve hiç istemeyerek güvende olacaklardı. Huzurlu
bir akıl, şükreden bir kalp. Babası, bunların en büyük lütuf­
lar olduğunu söylemişti. Haklıydı da. Bunları Piper's Run'da
kaybettim. Piper's Run'da bulacağım.
Fakat şimdi Piper's Run'ı ne zaman düşünsem orayı uzak­
ta ve minicik görüyorum, üzerinde sevimli bir ışık var, sanki
bir bahar akşamı gibi ama o görüntüyü yaklaştıramıyorum.
Annemi, babamı, James ağabeyimi, Esther bebeği düşününce
onları net olarak göremiyorum, yüzleri hep bulanık.
Kendimi ise Esau'yla birlikte bir otlak boyunca koşarken
veya babam kayışını omzuma indirirken, ahırdaki saman­
ların üzerinde diz çökmüş şekilde gayet iyi görebiliyorum.
Kendimi o zamanlar nasıldıysam öyle görebiliyorum. Ama
ne zaman kendimi şimdiki halimle, o hayatın bir parçası olan
yetişkin bir adam gibi görmek istesem yapamıyorum.
Joan'ı beyaz şapkayla, mahviyet içinde görmeye çalışıyo­
rum ama onu da göremiyorum.
Yine de geri dönmek zorundayım. Orada sahip oldukları­
mı ve orayı terk ettiğimden beri sahip olamadığım şeyi bul­
mak zorundayım. Kesinliği bulmak zorundayım.
Huzuru bulmak zorundayım.
Ardından bir akşam, tam da gün batarken, Len tüccar ara­
basına kocaman atlar koşulmuş adamı gördü. Çayırın yem­
yeşil bir yerinden geçerken ufukta kısa süreliğine görünmüş­
tü. O kadar hızlı gözden kaybolmuştu ki Len adamı gerçek­
ten görüp görmediğinden bile emin olamadı. Joan dizlerinin
üzerine çökmüş, ateş yakıyordu. Ateşi söndürttü ve o gece
ay ışığının altında uzun süre yürüdükten sonra Len tekrar
durdu.
Bir grup avcının arasına karıştılar. Bu güvenli bir seçe­
nekti çünkü Bartorstownlılar avcılara yaklaşmazlardı, Joan
bundan emindi. Kendi durumlarını anlatabilmek için Yeni
İsmailoğullarıyla ilgili bir hikaye anlattılar. Avcılar başlarını
iki yana sallayıp yere tükürdüler.
"Katil iblisler," dedi biri. "Ben de inançlı biriyim," dedi ve
gökyüzüne baktı. "Ama insan öldürmek Tanrı'ya hizmet et­
mek değildir."
Bir bilseniz bizi de öldürürsünüz ama, diye düşündü Len,
hem de Tanrı'ya hizmet etmek için. Hayatı boyunca dilini
bu kadar tutmak zorunda kalmamış olan Joan'ın başının eti­
ni öyle yemişti ki Joan kendi adını dahi söyleyemeye korkar
hfile gelmişti.
"Hep böyle mi olacak?" diye fısıldadı Len'e, gece vakti,
battaniyelerinin sağladığı gizlilikle. "Bizi parçalamaya hazır
kurtlar gibi mi hepsi?"
"Bartorstown hakkında, evet öyleler. Nereden geldiğini
asla söyleme hatta ipucu bile verme. Tahmin edebilirler."
Avcılar onları bir randevu noktasında ticaret kervanları­
na bıraktı, kürk ve eritilmiş bakır yüklü kervanlar güneye ve
doğuya gidiyorlardı. Joan aralarında Bartorstownlı kimsenin
bulunmadığından emin oldu. Dilini dişlerinin arasına sıkış­
tırıyor, durdukları küçük, güneşten kavrulmuş kasabalara,
yanından geçip gittikleri bir başına çiftliklere kuşku dolu
gözlerle bakıyordu.
"Piper's Run'da farklı olacak, değil mi Len?"
"Evet, bambaşka olacak."
Daha nazik, daha yeşil, daha bereketli, evet. Ama diğer
açılardan hayır, farksız. Kesinlikle farksız.
Tüm ülkeye yayılmış, tozlu sokaklarda, atların toynakla­
rının yavaş gürültüsünde, insanların yüzlerinde okunan şey
de şeydi?
Ama Piper's Run, onun eviydi.
Bir gece yansı, hava açıkken, çok uzaklarda, ay ışığının
altında parlayan tek başına bir arabanın tıngır mıngır iler­
lediğini gördüğünü sandı. Joan'ı da aldı ve yalnız başlarına,
yaz güneşinin altında kuruyarak beyaza dönen nehir yatak­
larının üzerinden çiftlikten çiftliğe, yerleşimden yerleşime,
çalışa çalışa, doğuya doğru ilerlediler.
"İnsanlar bu yerlerde ne yapıyorlar?" diye sordu Joan. Len
de öfkeyle, "Yaşıyorlar," dedi.
Kavurucu günler geçip gitti. Uzun, zor mesafeler gözler
önüne serildi. Piper's Run'ın beynindeki görüntüsü, ona ne
kadar tutunsa da yavaş yavaş soldu. En sonunda, o kadar
sönük bir hale geldi ki Len bile göremez oldu. Yola çıkışın
ilk gayretiyle uzunca bir zaman yürümüştü ama şimdi bu da
etkisini yitiriyordu. Arabalı adam yaz günleri boyunca peşle­
rinden ayrılmadı. Geniş ufukta ağır ağır ilerliyor, rüzgarları
ve çayırların tozunu ardında bırakıyordu. Len'in yolculuğu
bir yere doğru koşmaktan ziyade, bir şeyden kaçmaya dö­
nüşmüştü. Adamın yüzünü hiç görmedi. Gördüğü araba hep
aynı mıydı, ondan bile emin olamıyordu. Ama peşindeydi
işte. Ve Len biliyordu.
Eylül ayında, Teksas sınırında, beyaz çiçekli, salkımlı bit­
kilerin ve bodur ağaçların oluşturduğu gri-yeşil denizin için­
de kaybolmuş küçük ve göz kamaştırıcı bir kasabada, yere 293
oturup bekledi.
"Seni aptal," dedi Joan, ümitsizlikle. "Arabadaki o değil.
Suçluluk duygusuyla öyle düşünüyorsun sadece."
"Bu o. Sen de biliyorsun."
"Neden o olsun? Gerçekten oradan biriyse ... "
"Ne zaman yalan söylediğini anlayabiliyorum, Joan. Yap­
ma bunu."
"Tamam! Bu o, tabii ki o. Senden sorumluydu. Sherman'a
senin için yemin etmişti. Sen ne düşünüyorsun?"
İnce, kahverengi elleri yumruk şeklini almıştı. Öfkeyle
parlayan gözleriyle Len'e baktı.
"Seni geri götürmesine izin mi vereceksin, Len Colter? O
kadar sakalın var, ona rağmen erkek değil misin sen? Kalk
ayağa. Hadi gidelim."
"Hayır." Len başını iki yana salladı. "Yemin ettiğini bilmi­
yordum."
"Yalnız olmayacak. Yanında başkaları da olacak."
"Belki olur. Belki olmaz."
"Seni götürmesine izin vereceksin." Adeta bir çocuğunki
gibi çatlayan sesi, çok tizdi. "Beni götüremeyecek. Ben de­
vam ediyorum."
Joan'la, daha önce hiç kullanmadığı bir tonla konuştu.
"Yanımda kalacaksın, Joan."
Joan irkilerek Len'e baktı, sonra yüzüne bir şüphe, karan­
lık bir tereddüt ifadesi hakim oldu.
"Ne yapacaksın?"
"Henüz bilmiyorum. işte ona karar vermem gerekiyor."
Yüzü taş gibi sertleşmişti. Mıcır gibi ruhsuzlaşmıştı. "İki şey­
den eminim. Kaçmayacağım. Ve geri götürülmeyeceğiın."
Joan sessizce, bilmediği şeyden korkarak Len'in yanında
kaldı.
Len bekledi.
İki gün. Henüz gelmedi ama gelecek. Benim için yemin
294
etmiş.
Düşünmek için, savaş alanında ayakta beklemek için iki
gün. Esau bu savaşı hiç vermedi, James ağabey de öyle. Onlar
· şanslı. Ama babam verdi, Hostetter da verdi. Şimdi sıra ben­
de. Karar savaşı, seçim vakti.
Piper's Run'da bir karar verdim. Bu çocukluk hayalleriy­
le verilmiş çocuksu bir karardı. Bartorstown'da da bir karar
verdim, bu da duygularla verilmiş çocuksu bir karardı. Şim­
di, hayallerle işim bitti. Duygularla işim bitti. Vahşi doğanın
içinde kırk günlük orucumu tuttum, kefaretimle işim kal­
madı. Çıplak ve arınmış olarak dikiliyorum ama bir erkek
olarak dikiliyorum. Ne karar verirsem vereyim, bu bir erke­
ğin karan olacak. Karar verildikten sonraysa geri dönüş yok.
Güneşin aydınlattığı son tatlı umutlarımdan kopmamın
üzerinden üç gün geçti.
Piper's Run'a dönmeyeceğim. Hangi yöne gidersem gide-
yim, evim orada olmayacak. Piper's Run bir çocukluk hatırası
ve benim hatıralarla da işim bitti. Uzun zaman önce, o kapı
arkamdan kapatıldı. Piper's Run huzura dair bir hatıraydı
ama ne yöne gidersem gideyim huzura sahip olamayacağımı
biliyorum artık.
Çünkü huzur kesinliktir ve ölümden başka kesin olan hiç­
bir şey yok.
İnatçı ayaklarımı sertçe yere bastığım, onlara kaçmamayı
öğrettiğim günün üzerinden dört gün geçti.
Çünkü kaçmakla da işim bitti. Şimdi duracağım ve yolu­
mu seçeceğim.
Bir erkek eninde sonunda durmalı ve yolunu seçmeli, iç­
lerinden olmasını istediği yolları veya olması gereken yollan
değil, önündeki yollardan birini seçmeli.
Beş gün, seçim yapılacak beş gün.
Kasabada insanlar vardı. Sonbahar ticaretinin zamanıydı,
bodur ağaçların gri ve gergin olduğu, beyaz çiçeklerin rüz­
garda hışırdadığı ve her bir ahşap parçasının parçalanmış ke­
mikler gibi kupkuru olduğu o sıcak ölü zamandı. Kışın kulla­
nacakları eşyaları değiş tokuş etmek için çevredeki çiftlikler­
den insanlar kasabaya gelirler, tüccar arabaları kısa, tozlu bir
sokağın sonunda sıraya girerlerdi.
Tüm ülkede, diye düşündü Len, sonbahar ticareti zamanı
geldi. Ü lkenin her yerinde panayırlar var, arabalar yan yana
çekilmiş. Erkekler hayvan ticareti yaparken, kadınlar kumaş
ve şeker pazarlığı ediyorlar. Ülkenin her yerinde durum aynı,
hiç değişmiyor. Alışverişlerden ve panayırdan sonra vaaz ola­
cak, ruhları kışa hazırlanmak için vaazda inanç tazelenecek.
Hayat böyle. D ünya böyle bir yer.
Sokağı huzursuzca, bir aşağı bir yukarı yürüdü. Tüccarla­
rın arabalarının kenarında dikildi, insanların yüzlerini ince­
ledi, konuşmalarını dinledi.
Herkes kendi gerçeğini bulmuş. Yeni İsmailoğulları kendi
gerçeklerini, Yeni Mennonitler kendi gerçeklerini, Bartors­
townlılar kendi gerçeklerini.
Şimdi ben de kendi gerçeğimi bulmalıyım.
Joan gözucuyla Len'i izliyor, konuşmaktan korkuyordu.
Beşinci gece, alışverişler bitmişti. Sokağın sonunda, çiğ-
nenmiş zemindeki platformun etrafına meşaleler yerleştiril­
mişti. Gökyüzünde yıldızlar tüm güçleriyle parlıyor, rüzgar
serinlemeye başlıyor ve yaz boyu yanmış dünya şimdi sıcak­
lığından kurtuluyordu. İnsanlar toplanıyordu.
Len, Joan'ın elini tutarak ezilmiş, kuru otların üzerinde
oturuyordu. Arabanın, kalabalığın diğer tarafından sessiz se­
dasız yanaştığını fark etmedi. Ama bir süre sonra döndü ve
Hostetter hemen yanında oturuyordu.
30

Vaaz veren kişinin güçlü sesi çok uzaklardan bile duyulabili­


yordu. "Bin sene, kardeşlerim. Bin sene. Bize söz verilen şey
buydu. Ve size söyleyeyim, biz zaten o kutsal zamanlan yaşı­
yoruz. Onlar için planlanan Görkem'e doğru gidiyoruz, bizi
doğruluğun yolunda tutan şey bu. Size söyleyeyim ... "
Hostetter, alevleri rüzgarda savrulan meşalelerin titrek
ışığında Len'e baktı. Len de ona baktı, ikisi de konuşmadılar.
Joan, Hostetter'ın ismi olabilecek bir şey fısıldadı. Elini
Len'in elinden çekti ve sanki Hostetter'a ulaşmak istercesi­
ne Len'in arkasından geçmeye çalıştı. Len, Joan'ı yakaladı ve
çekerek oturttu.
"Yanımda kal."
"Bırak beni. Len ... "
"Yanımda kal."
Ağlar gibi hıçkırdı ve bir daha hareket etmedi. Gözleri,
Hostetter'ın gözlerini arıyordu.
Len ikisine birden hitap ederek, "Sessiz olun. Dinlemek
istiyorum," dedi.
"...ve Kitap diyor ki oraya girerken küçük çocuklar gibi
olmazsanız, asla giremezsiniz. Çünkü Cennet günahkarlar
için inşa edilmedi. Cennet, kendisini küçümseyenler ve ona
inanmayanlar için inşa edilmedi. Hayır, efendim, erkek ve
kız kardeşlerim! Siz de henüz kurtulmadınız. Sadece Tanrı
sizi Yıkım'dan kurtardı diye, sakın düşünmeyin ki..."
Başka bir gece, başka bir vaazdayken bu yola ilk kez ayak
basmıştım.
O gece bir adam öldü. İsmi Soames'tu. Kırmızı bir sakalı
vardı. Onu taşlayarak öldürdüler çünkü o Bartorstownlıydı.
Bırakın dinleyeyim. Bırakın düşüneyim.
"...bin sene!" diye haykırdı vaaz veren adam. Bir elini diğer
elinde tuttuğu tozlu Kitap'a, ayağını da tozlu kalaslara vu­
ruyordu. "Ama onun için çalışmanız lazım! Sadece oturup
kulaklarınızı kapatamazsınız! Tanrı'ya karşı yerine getirmek
zorunda olduğunuz görevlerden kaçınamazsınız!"
Büyük bir rüzgar gibi içimden esip geçsin. O sözcükler
trompet sesi gibi kulaklarımda yankılansın.
Konuşabilirim. Bana bir güç verildi. O oğlan Soames'u na­
sıl öldürdüyse, ben de birini öldürebilir ve özgür kalabilirim.
Tekrar konuşabilirim, Burdette adamlarını nasıl Sığınak'a
getirdiyse, ben de Bartorstown'a giden yolu gösterebilirim.
Çok kişi ölecek, tıpkı Dulinsky'nin öldüğü gibi. Ama Molek
yerle yeksan olur.
}oan yanımda hareketsiz oturuyor. Gözyaşları yanakla­
rından aşağı akıyor. Hostetter'sa diğer tarafta oturuyor. Ne
düşündüğümü biliyor olmalı. Ama bekliyor.
O da diğer vaaz gecesinin bir parçasıydı. Sığınak'ın bir
parçasıydı. Piper's Run'ın ve Bartorstown'ın parçasıydı, bir
uçtan bir uca, her şeyin ortasındaydı.
Tüm bunları, Hostetter'ın kanıyla temizleyebilir miyim?
Şükürler olsun!
Günahlarını itiraf et! Bırak ruhun kapkara günahlardan
arınsın, Tanrı seni ateşiyle yakmasın! Şükürler olsun!
"Ee, Len?" dedi Hostetter.
İnsanlar, tıpkı o geceki insanlar gibi çığlık atıyor. Ya ben
de kalkıp kendi günahlarımı itiraf edersem, bu adamı da bir
kurban olarak verirsem? Bilgiden arınmam. Bilgi günah gibi
bir şey değil. Bilgiden mistik bir kaçış yok.
Ya Molek'i, ateşten bağırsakları ve pirinçten başıyla birlik­
te devirirsem?
Bilgi var olmaya devam edecek. Bir yerlerde. Bir kitapta,
bir insanın beyninde, başka bir dağın altında. insanlar bir za­
manlar neyi bulduysa, onu tekrar bulacaklar.
Hostetter ayağa kalkıyor.
"Sana söylediğim bir şeyi unutuyorsun. Bizim de tutucu
insanlar olduğumuzu unutuyorsun. Seni istediğin yere gide­
bil diye bırakamayacağımı unutuyorsun."
"Çekinme," dedi Len. Joan'ı elinden çekerek o da kalktı.
"Cesaretin varsa, çekinme."
Meşalelerin alevi içinde birbirlerine baktılar. O esnada
kalabalık ayaklarını yere vurarak toz kaldırıyor, şükürler ol­
sun diye bağırıyordu.
Rüzgar gibi içimden esip geçmesine izin verdim, sesler sa­
dece bir rüzgar. Sözcüklerin kulaklarımda çalınmasına izin
verdim, onlar sadece sözcükler, pis sakallı cahil bir adamın
sözcükleri. Beni kışkırtmıyorlar, bana dokunmuyorlar. On­
larla da işim bitti benim.
Ülkenin başka bir yerinde de neler olduğunu biliyorum,
bu yavaş ve ağır bir yük. Onlar buna inanç diyorlar ama bu
inanç değil. Bu korku. insanlar tepelerine bir sığınak inşa et­
tiler, cehaletin bir göstergesini, geri çekilme tutkusunu. Ve
bunun adına Tann dediler, sonra da ona iman ettiler. Ve bu
da, herhangi bir Melek gibi, sahte bir ilah. O kadar sahte ki
Soames gibi adamlar, Dulinsky gibi adamlar, Esau ve benim
gibi adamlar o ilahı yıkacak. O ilah da kendine iman edenlere
ihanet edecek, bir gün mutlaka geleceği kesin olan yarının
karşısında onları savunmasız bırakacak. Bu yarın yavaş yavaş
gelebilir, uzakta da olabilir ama kesinlikle gelecek. Ne kadar
çırpınırlarsa çırpınsınlar, bunu durduramayacaklar. Hiçbir
şey durduramayacak.
"Ben konuşmayacağım, Ed. Şimdi top sende."
Joan nefesini tutarak hıçkırıklarına engel oldu.
Hostetter, ayaklarını iyice açmış, geniş omuzlarını indir­
miş, enli şapkası altındaki asık yüzü demir gibi karanlık olan
Len'e baktı. Şimdi, bekleme sırası Len'deydi.
Soames'un öldüğü gibi ölürsem, bu benim dışımda hiç
kimseyi etkilemeyecek. Bunun önemli olmasının tek sebe­
bi benim ben olmam, Hostetter'ın Hostetter olması, Joan'ın
Joan olması. Hepimiz insanız, elimizden insan olmamak gel­
miyor. Ama bugün için, dün için, yarın için, bu önemli de­
ğil. Zaman, biz hayatta olmasak da geçip gidiyor. Sadece bir
inanç, bir fikir direniyor, o bile sürekli değişiyor fakat altında
ilci ana niteliğe sahip - biri, İşte burada artık bilmemen gere­
kiyor, diyor ve diğeriyse, Öğren, diyor.
Doğru veya yanlış, o meyveyi yedik. Buradan geriye dö-
nüş asla olamaz.
Ben seçimimi yaptım.
"Neyi bekliyorsun, Ed? Bunu yapacaksan, şimdi yap."
Hostetter'ın omuzlarındaki gerginliğin bir kısmı uçup
gitti. "Sanırım ikimizin içinde de katillik yok," dedi.
Başını eğdi, yüzü asıktı. Sonra yüzünü kaldırıp Len'e sert
sert, alev alev yanan gözleriyle baktı.
"Ee?"
İnsanlar ağlıyor, bağırıyor, dizlerinin üzerine çökerek hıç­
kırıyorlardı.
"Ben hala," dedi Len, yavaşça, "yüz sene önce dünyaya
salınan şeyin Şeytan olduğunu düşünüyorum. Ve hala o du­
varın arkasında belki de Şeytan'ın bizzat elinin ve ayağının
olduğunu düşünüyorum."
Vaaz veren adam kollarını gökyüzüne kaldırdı ve kurtulu­
şun baştan çıkarıcı zevkiyle kıvranmaya başladı.
"Ama sanırım haklısın," dedi Len. "Sanırım şeytanı zinci­
re vurmaya çalışmak, şeytanın bu ülkeyi bir daha fark etme­
mesi için bütün bir ülkeyi zincire vurmaya çalışmaktan daha
mantıklı."
Hostetter'a baktı. "Beni öldürtmedin, dolayısıyla sanırım
geri dönmeme izin vermen gerekecek."
"Seçme şansı tam olarak bana ait değildi," dedi Hostetter.
Döndü ve arabalara doğru yürüdü. Yanında tökezleyen Jo­
an'la birlikte, Len de Hostetter'ın peşinden gitti. Ve iki adam,
gölgelerin içinden çıkarak onlara katıldılar. Len bu dirsekle­
rine geyik tüfekleri sıkıştırmış bu adamları tanımıyordu.
"Bu kez senin için konuşmam yetmedi, fazlasını yapmak
zorunda kaldım," dedi Hostetter. "Eğer beni açık etseydin,
bu gençler beni kalabalıktan kurtaramazlardı ama sen de beş
dakika daha yaşayamazdın."
"Anladım," dedi Len yavaşça. "Şimdiye dek bekledin, yani
vaaza kadar."
"Evet."
"Ve beni tehdit ederken ciddi değildin. Bu, sınavın bir
parçasıydı."
Hostetter başını salladı. Adamlar Len'e sert bakışlar ata­
rak tüfeklerinin emniyetini tıkırdattılar.
"Sanırım haklıydın, Ed," dedi adamlardan biri. "Ama ben
olsam güvenmezdim."
"Onu uzun zamandır tanıyorum," dedi Hostetter. "Biraz
endişelendim tabii ama çok da değil."
"Eh," dedi adam, "oğlan senindir." Sesi, Hostetter'ın bir
ödül kazandığına inanır gibi çıkmamıştı. Diğer adama başıy­
la işaret verdi ve birlikte uzaklaştılar. Sherman'ın cellatları
sessizce gecenin karanlığında kayboldu.
"Neden bunca zahmete girdin, Ed?" diye sordu Len. Başını
eğmişti. Bu adama yaptığı her şeyin karşısında utanç duyu­
yordu. "Ben senin başına beladan başka bir şey getirmedim."
"Sana söylemiştim," dedi Hostetter. "Kaçtığından beri
kendimi senden sorumlu hissediyorum."
"Sana borcumu ödeyeceğim," dedi Len, ciddiyetle.
Hostetter, "Zaten ödedin," dedi.
Birlikte arabanın yüksek oturağına tırmandılar.
"Sana gelince," dedi Hostetter, Joan'a. "Eve dönmeye ha­
zır mısın?"
Joan kısa, sert hıçkırıklarla ağlamaya başlıyordu. Meşale­
nin ışığına, insanlara ve toza baktı. "Burası çirkin bir dünya,"
dedi. "Nefret ettim."
"Hayır," dedi Hostetter, "çirkin sayılmaz, sadece kusurlu.
Ama bu bilmediğimiz bir şey değildi."
Dizginleri sallayıp atlara ağzıyla işaret verdi. Araba karan­
lık çayırın içinde hareket etmeye başladı.
"Kasabadan uzaklaşınca," dedi Hostetter, "telsizle Sher­
man'a dönüş yoluna çıktığımızı haber vereceğim."

302

You might also like