Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 88

UFKUN DÜŞÜŞÜ

ya da

GECEYEN ÇEVMELER II

Engin Yurt
Fakülte Kitabevi Yayınları: 193
Felsefe Dizisi: 22

Ufkun Düşüşü ya da Geceyen Çevmeler II

Engin YURT

1. Baskı: Isparta, 2018

Genel Koordinatör: İbrahim ÖZDEMİR


Baskı Hazırlık: Furkan Barış ÖZDEMİR
Kapak Tasarım: İbrahim ÇELİK
Baskı ve Cilt: Fakülte Kitabevi Baskı Merkezi

Yayıncı Sertifika No:15770

ISBN: 978 – 605 – 4324 – 85 – 9

© Kitabın yayın hakkı yayıncısı ve yazarına aittir.


Yazılı izin almadan kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz.
Hiçbir şekilde kopya edilemez ve çoğaltılamaz.

Yayıncı
Fakülte Kitabevi Yayınları

Genel Dağıtım
Fakülte Kitabevi Yay. Dağ. Paz. Ltd. Şti.
Yeni Çarşamba Pazarı Kompleksi D. Blok. No:1–9
(Yeni Köy Garajı Yanı) Davraz Mah. / ISPARTA
Tel–Fax: (246) 233 03 74 GSM: 0 505 218 39 53
Web: fakultekitabevi.com
e–mail: fakultekitabevi@gmail.com
İçindekiler
Teşekkür ................................................................................................................................. ii
Önsöz Yerine: Şiirselliğin Kökenine Giden Aforizmalar ....................................................... 1
Elaina ve Tobias (Yanlış Aktarılmış bir Kuzey Kutbu Hikâyesi) .......................................... 9
Rose‟un Yüzükleri ............................................................................................................... 12
Lara‟nın Mozolesi için Kokusunu Kaybetmiş Yaseminler ................................................... 13
Mallarme ve Onun Döşenmemiş Yaya–Yolu ....................................................................... 15
Köprüdeki Kız (Elodie‟nin Eşyaları Arasındaki Mektup) .................................................... 19
Yazısız Mezar Taşları ve Ev Perdeleri ................................................................................. 23
Daha Az Seyahat Edilmiş ve Hiç Gidilmemiş Yollar Hakkında .......................................... 30
Rised Above the Vile ........................................................................................................... 31
House of Tenar (ve İçinde Uyuduğu Sıcak, Kırmızı Şarap) ................................................. 33
Yanlış Uvertür (Deborah‟nın Sessizliği) .............................................................................. 35
Rebecca‟nın Deniz–Diyarındaki Haunted Monologlar ........................................................ 38
Isırık–İzleri ve İçe–Doğma (Lizbeth ve Bethany‟nin Hikâyesi) ........................................... 40
Yüzü Asık Kızın Gölgesinden (Fiona için bir Beckoning) ................................................... 42
Sığınaksızlık ve Zaman–Çanları (Violet Biliyordu) ............................................................. 44
Rennes Karları (Kalıntıların Bitişi) ...................................................................................... 46
Helene ile 6 Gün................................................................................................................... 48
Atafeh‟nin Yanlış Okunan Uzaklara–Kaçmışlığı ................................................................. 50
Mary‟i Özlemek ................................................................................................................... 53
Spout‟un Özsel Kökeni Üzerine ve Hastaneler .................................................................... 57
Kar Küresinde Bir Gündüz ve Bir Gece ............................................................................... 63
Kısa bir Türkçe Çeviri Şiir Kaynakçası (A–J) ...................................................................... 66
EKLER ................................................................................................................................. 76
Ek – 1. Methadon ................................................................................................................. 76
Ek – 2. Sylvia, the Poetess ................................................................................................... 78
Ek – 3. A Gray, Hallucinative Sleep (Last Night–Chrysanthemum for Joan) ...................... 81
Ek – 4. Violet (Antique Pen) ................................................................................................ 83

i
Teşekkür

Metnin yayıma ve basıma hazırlık sürecinde büyük emeği geçen İbrahim Özdemir
ve İbrahim Çelik‟e; metnin editörlüğünü büyük bir titizlikle yapan Burcu Kayadibi
ve manevi desteğini kitabın yayıma hazırlanma süreci boyunca yanımda
hissettiğim Elif Elçi‟ye; kitabın oluşmasında sandığından daha büyük payı ve rolü
olan Sıla Burcu Başarır‟a; tüm hayatım boyunca desteklerini benden hiç
esirgememiş olan babam Aydın Yurt, annem Keziban Aydemir, kardeşim Eray
Yurt‟a tüm kalbimle teşekkür ederim.

ii
Önsöz Yerine: Şiirselliğin Kökenine Giden Aforizmalar

Şiirin ne olduğuna, özüne ve anlamına yönelik bir düşünmeyi tetikleyen


yazılar sürekli olarak bulunur.1 Normal bir gün de bu tür yazıların ilgimi herhangi
bir şiirden daha fazla çekemeyecek olsa da birkaç gündür bu okuduklarım
hakkında istemsizce düşünüyorum ve düşündükçe ne olduğunu anlamadığım bir
şey rahatsız ediyor beni. Tüm o okuduğum teorilerin ve fikirlerin, bahsettikleri
şeyin etrafında dönüp dolaşmaları ya da merkezine inip orayı tüm yanları ve
açıklığıyla ifşa etmeleri haklı, doğru ve amaca ulaşıcı olması bakımından tatmin
edici, kapsayıcı olsa da bu rahatsız olmuş hâlim bir türlü sona ermiyor. Bunun
nedenini öğrenmek ve bu rahatsız olma hâlinden kurtulmam lazım.

Bir edebiyat teorisyeni olmayan kişilerin edebiyat üzerine söyledikleri ve


yazdıkları zorunlu olarak belli bir kavramsal sınırın ötesine asla geçemeyecektir.
Ancak yine de aklıma takılmış birkaç şey üzerinden yapılmış bir düşünmenin bu
sınırın ötesine geçmenin yerini alacağını ve bu öteye geçmenin ihtiyacını yersiz
kılacağını ummaktayım. Yine bu düşünme sayesindedir ki belki de amaçlanan o
ufak çatlak dil içinde açılarak amaçlanan yere ulaşılmasa da en azından uzaktan
nasıl gözüktüğü deneyimlenebilir.

En basit ve en çok sorulmuş sorularla başlamak her zaman daha avantajlıdır.


Özellikle de şiir gibi kendisinin ne olduğunu hâlâ gizleyen bir şey söz konusu ise,
olabildiği kadar avantajları arkaya destek olarak alıp bu söz konusu olmaya dâhil
olmak bu dâhiliyetten en az derecede tedirgin olunmasını sağlayabilir gibi gözükür.
Soru bellidir: “Şiir nedir?” Her ne kadar Hölderlin, Herder gibi şairler bu soruya
çok güzel cevaplar vermiş olsalar da burada bir tekrara düşmemek için onların
bakmadığı yönden –onların cevapları demin bahsedilen avantajlardandır– cevap
aramak daha yerinde bir adım olacaktır. Çoğu Avrupa dili kendi kültürel zeminini

1
Her ne kadar bu yazıda spesifik olarak üzerlerinde durulmayacak olunmasına rağmen ilgilenenler için
ilk akla gelenler: (1) Peter V. Zima, Modern Edebiyat Teorilerinin Felsefesi, Çev. Mustafa Özsarı, Hece
Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2006; (2) Terry Eagleton, Eleştiri ve İdeoloji: Marksist Edebiyat Teorisi
Üzerine Bir Çalışma, Çev. Savaş Kılıç, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2009; (3) Ali Galip Yener,
Eleştirinin Eşiğinde Edebiyat, Hece Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2006; (4) Emek Kefeli, Metinlerle Batı
Edebiyatı Akımları, Akademik Kitaplar, 2. Baskı, İstanbul 2009; (5) Jacques Derrida, Edebiyat
Edimleri, Çev. Mukadder Erkan–Ali Utku, Otonom Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2010; (6) Mehmet
Kanar (Çev.), İran Edebiyatında Şiir: Kaçarlar Devri, İnsan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1995; (7)
Nimet Yıldırım, İran Edebiyatı: Başlangıçtan İslamiyet’e Kadar, Pinhan Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
2012; (8) Rita Felski, Edebiyat Ne İşe Yarar?, Çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2010; (9) Sevim Kantarcıoğlu, Edebiyat Akımları: Platon’dan Derrida’ya, Paradigma Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 2009; (10) Theodor W. Adorno, Edebiyat Yazıları, Çev. Sabir Yücesoy–Orhan Koçak,
Metis Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2008; (11) Thomas Stearns Eliot, Edebiyat Üzerine Düşünceler, Çev.
Sevim Kantarcıoğlu, Paradigma Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2007; (12) Tzvetan Todorov, Edebiyat
Kavramı: Ve Öteki Denemeler, Çev. Necmettin Sevil, Sel Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2011; (13)
Gürsel Aytaç, Edebiyat Yazıları II, Gündoğan Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1991.
1
Latince ve Grekçede bulduğu için bu dillerde –ve bu dillerle yakın etkileşim içinde
olan diğer bazı dillerde de– şiir anlamına gelen kelimeler Grekçe ποίησις
kelimesine yani bir çeşit sanatsal yaratma, yapma, eser oluşturmanın kapısına
dayanır. Şimdiden açıkça söylenebilir ki burada bahsi geçen “yapma–yaratma”
kompleks anlam katmanlarına sahip olmasıyla modern dünya insanının, yapmak ya
da yaratmak fiillerinden anladığından çok daha derin ve başka şeylere işaret eder.
Ancak yine de açıktır ki şiir kelimesinin buradaki sözlük anlamı onun ne olduğunu
ifşa etmekte tek başına yeterli değildir ve sadece bir yere kadar işe yarar. Bu
noktada yapılabilecek iki şey vardır: Bunlardan ilki; farklı bir tür kapıya dayanma
bulunana kadar sözlükleri karıştırmaya devam etmektir. İkincisi de dil ve düşünce
arasındaki o eşzamansızlığın yarattığı çorak bölgeye gidip orada dolanmaktır
(ölmüş ve ölmeye yüz tutmuş kelimelerin diyarı olarak da bilinir burası).
Hangisinin yapılacağını düşünmektense ikisini de yapmak daha iyi.

Türkçede şiir kelimesi her ne kadar ilham, esin, yaratmak gibi kelimelerle
yakın dursa da etimolojik olarak, Arapça “ş‟ar” (kıl, tüy) kelimesinden gelir.
Buradan yola çıkarak şiir; kılların yoğun olması, bir şeyin ince elenip sık
dokunması, kılın kırk yarılması gibi anlamları içeren bir hâldedir. Zira yine aynı
kökenden gelen şair kelimesi; kıllı, kılı kıldan ayıran, ince düşünen anlamlarına
gelir. Her ne kadar buna dair eleştiriler olsa da şu an için bu görüşün ya da bu
görüşe getirilen eleştirilen herhangi bir işlevi yoktur burada. Ama yine de birazcık
buradan ilerlensin. O zaman ilk olarak söylenebilir ki şiir; bir şeyin üstünkörü,
gelişigüzel işlenip geçildiği bir yer değildir. Şiirin olduğu yerde işlenen şey, hep
diğer başka şeyler içinde kalarak anlamının yoğunluğu azalmış şekilde değil ama
kendi olduğu şeye yakın bir şekilde süregelerek işlenmektedir, zira bu ince–
işlenme hâli zaten şiirin orada olmasını mümkün kılar, şiiri oraya getirir, çağırır.
Burada ilginç bir bağ kendini ortaya çıkarır: Almancada da poesie, poem gibi
kelimeler şiir anlamına gelse de bu dilde yine aynı anlama gelen başka kelimeler
vardır. Dichten, Dichtung, Gedicht gibi. Bu kelimelerde ortak öğe olan Dicht
kelimesi demin az da olsa bahsedilen sıkı dokunmuş hâlde olmak tabirini çağrıştırır
şekildedir. Dicht kelime anlamı olarak; geçirmez, sızdırmaz, yoğun, çok yakın
duran, gür anlamlarına gelir ve şiir anlamına gelen Dichtung kelimesi; balata,
conta, sıkıştırma, kalafatlama gibi anlamlara da gelir ve bunlar için sıklıkla
kullanılır. Kelimelerin bir yeri birleştirme, olumlu anlamda tıkama, bir araya
getirip tutma gibi anlamlarına dikkat edilsin2 Burada iki dil arasında izlemesi çok
hoş bir el–ele–tutuşmuşluk vardır çünkü Türkçe şiir kelimesinin kökeni olan ş’ar

2
Özellikle Heidegger bu anlam ağının farkında olarak şiiri bu açıdan düşünmenin konusu yapmıştır,
bkz. (1) Martin Heidegger, “Hölderlin ve Şiirin Özü”, Çev. A.Turan Oflazoğlu, Çeviri (Dergi), Sayı:1,
Ankara 1979, s. 1–12; (2) Martin Heidegger, “Şiir”, Çev. Mehmet Barış, Adam Sanat (Dergi), Sayı:
212, İstanbul 2003, s. 17–24; (3) Martin Heidegger, “Şiirde Dil: Georg Trakl‟ın Şiiri Üzerine Bir
İrdeleme”, Çev. Kaan H.Ökten, Cogito (Dergi), Sayı: 38, İstanbul 2004, s. 151–189; (4) Martin
Heidegger, “Şiirin Özü”, Çev. Akşit Göktürk, Türkçe (Dergi), Sayı: 3, İstanbul 1960, s. 3; (5) Martin
Heidegger, “Şiirle Yaşar İnsan”, Çev. Yurdanur Salman, Kuram (Dergi), Sayı: 7, İstanbul 1995, s. 83–
90.
2
kelimesi kıl, tüy anlamına gelse de, Arapçada daha çok herhangi bir yerdeki kılı,
tüyü değil ama kişinin genital bölgesinde gür bir şekilde çıkan ve çok sık olan
kılları, tüyleri ifade etmek için kullanılır. O zaman artık ikinci olarak söylenecek
şey de kendisini belirgin ve açık kılmıştır şimdi. Şiirin olduğu yerdeki sık–
dokunmuşluk; güçsüz, kolay kırılan çalı–çırpıdan yapılan bir sık–dokunmuşluk
değil ama güçlü, kalın, bu sık–dokunmuşluğun kolayca parçalanmasına izin
vermeyecek sağlamlıktaki parçalardan oluşan bir dilsel–düşünsel dokumadır.

Ancak burada sanki oyuna getirildi bir şeyler. Sanki en başından beri yanlış
yönlendirilmiş ve aranılan şey özellikle kendisi bulunamasın diye oyalayacak
şeyleri yola çıkarıyor gibi. En başta sorulması gereken unutulmuş gibi. Bir şiir
okunduğunda onda bulunan ve istemsizce kendisine çekilen, bağlanılan şey nedir?
Bu sorunun cevabı elbet ki bazı açılardan şiirin kendisidir. Ancak bazı açılardan da
kesinlikle şiirin kendisinden çok daha farklı bir şeydir. Eğer böyle olmasa idi, o
zaman şiirler arasındaki anlamsal, kurgusal, düşünsel ayrımların yapılabildiği tek
yer okuyan ya da yazan olarak bilinçli bir şekilde şiir ile ilişkiye giren kişinin
kendisi olurdu. Her ne kadar bunun böyle olduğunu savunan teorisyenler olsa da,
burada bahsi edilen şeyin oluşmasının sadece öznelerarası bir düzlemde mümkün
ve işlevsel olduğu görülüyor olsa da, bu tür bir görüşün nihai anlamda bu şeyin
kendisi hakkında tüm sorulara açıkça cevap verebilmesi pek olanaklı
gözükmemektedir. Zira bu teorisyenler de bu açık–cevap–verilememesi durumunu,
açık–cevap–verilemezliğe bağlayıp bırakırlar.3 Modern zamanlarda artık herkes
Herder, Mallarme gibi şairlerin şiirleriyle, okuma yazmayı yeni öğrenmiş bir
ilkokul çocuğunun ilk şiir denemeleri arasında hiyerarşik bir anlayışta şiir
kıyaslaması yapılamayacağını kabul eder herhalde. Burada işaret edilen o şeyin
oluşmasını –ve belki de kökenini– üzerinde taşıyan zeminini sadece
öznelerarasılıktan oluşmaması ilk bakışta bu kabulü sekteye uğratır gibi gözükse de
aslında tam olarak bu görüşe öznelerarasılık teorilerine karşı görüşler geliştiren
kişilerin tam olarak sağlayamadığı dayanağı sunar. Çünkü şiirin kendisi olma hâli –
bu asla şiirin nesnelliği demek değildir ki şiirin nesnelliği asla öznelliğinden ayrı
bir şekilde ele alınamaz zaten– her şiirin kendi–başına–olma hâlini beraberinde
zorunlu olarak düşünceye getirir. İlkokul çocuğunun şiiri de Herder‟in şiiri de
kendi başına kendi içinde farklı dünyaları açar, sergiler. Bu iki farklı şiir hiçbir
konuda birbiriyle aynı olmak zorunda olmadığı gibi birbirinden üstün ya da derin
olamaz, çünkü bir şiir kendini ortaya koyduktan sonra artık orada söz konusu olan
şairler değildir. Şiirin kendisidir. Şiirin orada neleri sık dokunmuş hâlde gözler
önüne serdiğidir, bu sık dokumanın süregelmesinin zamandan bağımsız bir şekilde
geriye–ileriye doğru sarkaçımsı seyridir. Şiirin, kendisi–olma noktasından sonra
şiirin yaratım kısmında Herder ya da bir ilkokul çocuğu ya da kelimeleri belli
gramer kurallarına göre bir araya getiren bir bilgisayar programı olup olmaması
hiçbir anlam taşımaz.

3
Bu teorisyenlere bir örnek teşkil etmesi açısından bkz. Jacques Derrida, Şiir Nedir?, Çev. Ahmet Sarı
– M. Abdullah Arslan, Babil Yayınları, 1. Baskı, Erzurum 2002.
3
Şimdi demin sorulan soruya geri dönme vakti: Bir şiir okunduğunda onda
bulunan ve istemsizce kendisine çekilen, bağlanılan şey nedir? Artık bu sorunun az
önce verilen ikinci cevabı hakkında konuşulmasının vaktidir. Şiirin kendisinden
başka bir şey olan şey.4 Aslında bunun ne olduğunu açık kılacak olan yol az önce
belirmiştir. Eğer her şiir kendi içinde farklı dünyaları farklı şekillerde ifşa ediyorsa,
sergiliyorsa –zira güçlü parçalarla sık dokumak bu eylemeyi beraberinde getirir– o
zaman denilebilir ki bu sergilemenin, açık kılmanın, ortaya çıkarmanın, belli
etmenin kendisi her şiirde gözlemlenmektedir. O zaman burada aranılan ve şiirin
kendisi olmayan şey bu belli etme, belirgin kılmadır. O zaman soru şimdi şekil
değiştirmiş hâlde tekrar sorulur: Her bir şiirde mutlak olarak orada olan, her şiirin
onu içerdiği, her şiirin ondan pay aldığı şey nedir? Bu sorunun cevabı en belirsiz,
muğlak, temel hâliyle birlikte şiirselliktir. Edebiyat tarihlerindeki tüm şiir
akımlarında ve tüm şiirlerde bu bahsi geçen şiirsellik kendine bir şekilde hep yer
bulmuştur. İşte bu cevapla birlikte artık daha önce konuşulandan daha farklı bir
şeyin karşısında durulmaya başlanılır. Artık soru şiirin ne olduğu sorusu değildir
çünkü şiir, bir vuku bulma, huzura gelme ve zuhur etme mekânıdır. Bu mekânın
kendisinin ne olduğunu belirleyen şey o mekânda süre gelen oluşun neliğidir. Eğer
burada bahsi geçen şey “nelik” kıstası ile yorumlanabilmeye açıksa tabi. Artık
soru, şiirselliğin ne olduğu ve anlamı sorusudur ve bunların cevaplarını elde
edebilmek için şiirselliğin kökenine inilmesi gerekir.

Şiirselliğin Aforizmaları
Şiirselliğin her şiir içinde kendine yer bulduğunu, şiirin şiirselliğin oluşa
gelme mekânı olduğunu söylemek her şiirin şiirsel olduğunu söylemek demek
değildir, gerçi nihai anlamda her şiir elbet ki şiirsel olan olmak zorundadır ancak
her şiirde bu şiirsellik kendini ilk bakışta açığa çıkarmayabilir.

Şiirsellik kendinin ifşa olmasını istemediği için şiirin içinde saklanır.


Edebiyat tarihlerindeki çoğu şiir, şiirselliğin en düşük fazlarında süregelmektedir
ve insanlık neredeyse şiirin kendi tarihi boyunca şiirsel olmayı hep şiirin kendi
içindeki ahengi, uyumu, harmonisi, çatışma ve uyuşması, şiiri oluşturan ve ne
olduğu belli olmayan öğelerin dansı olarak görmüştür. Ancak çok açıktır ki
şiirsellik bunlar değildir. Bunlar, şiirselliğin ifşa olmaktan çekindiği ve kendisinin
bulunamaması için şiire ve şaire oynadığı oyunlardır, onları kandırmasıdır, onların
önüne attığı yanılsamadır. Bu yanılsamalar şiirselliğin sadece en düşük fazlarında
yer alır.

Her masal, masalsı olmasının yanında aynı zamanda şiirseldir de, ancak her
şiirsellik, masalsı olmaya yetişemez. Bu da demektir ki şiirsellik ile masalsılık
arasındaki ilişki de kapsayıcı ve belirleyici olan masalsılıktır. Eğer modern

4
Elbette “şiirin kendisi” cevabı hâlâ bir sorunsal olarak durmaktadır, konuyla ilgili olarak bkz. Percy
Bysshe Shelley, Şiirin Bir Savunması, Çev. Büyamin Kasap, Şûle Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2011.
4
dünyanın şiiri duraksamasına son vermek istiyorsa şiirselliğin daha yüksek
fazlarına çıkmalıdır ve bunun nasıl olacağını masalsılıkta görebilir. Bu masalsılık
aynı zamanda edebiyatın kendini neden var ettiği ve süregelme içinde olmakta
olduğu hakkında da birkaç şey söyleyebilir. Bunun sayesinde belki edebi olanın
arkasına geçip oranın ne olduğu, orada ne olduğu görülebilir.

İnsanlık kendi hikâyesini yazmaya başladığından beri farklı formlar ve


kılıflar altında şiiri hep bir dışa vurum ve ifade aracı olarak kullandı. Böyle bir
tutum bir zamanlar insanın kendisini düşünsel–dilsel olarak evriltip geliştirmesi
için işlevsel olmuş olsa da bu tutumun en başından beri şiire uyguladığı hapsolma
hâli –ki bu şiirselliğin saklanma sebeplerinden biridir– artık modern zamanlarda
tüm şiirsel düşünceyi felç etmiştir. Bu hâlden kurtulmak için şiirin şiirsellik ile
bağının şiirselliğin daha yüksek fazlarında kurulması gerekmektedir.

Öyle bir şiir istiyorum ki insanlardan çok düşünceye, dile, varlığa, yokluğa ve
en nihai anlamda hiçliğe yakın olsun. Şiirsellik denilen şeyin kendisi, kendisini
seyredilmeye açmış hâlde şiirin içinde dursun. Tanıdık olmasın insanlar için.
İnsanlar arasında yaşamasın. İnsanlar tarafından duyguların ifade edilmesi için
kullanılan bir araç olarak şiir olmaktansa, insanların dilini kendini ifade etmek için
kullanan bir şiir olarak olsun.

Neyin şiirsel olduğunu söylemek kolay kolay kimsenin harcı değil. Ancak
şiirselliğin nerede olduğu görülmek isteniyorsa ilk olarak şiir insanların elinden
kurtarılmalı. İnsanlığın kendi tarihi boyunca hapsedildiği o kafesin kapısı biraz bile
aralansa koşmaya başlayacaktır şiir, var gücüyle. Ona fark ettirilmeden takip
edilsin şiir. Ne yöne doğru koştuğunun, nerelerde soluk almak için durduğunun ve
nerede koşmayı bıraktığının şiirselliğe dair bir şeyler söylediği görülecektir.

Şiirin bu kaçışındaki neden, sadece hapsolmuş olmasından gelmez ama aynı


zamanda bir yangın yeridir kafes onun için. İnsanlık, dili sözlükler içine gömen bir
bilinçlilik hâlidir. Sözlükler düşünmenin ölüm kutularıdır. Düşünmenin bu ölümü
bir düşüncenin ya da kelimenin anlam kazanması ve dil içinde kendine karşılık
bulmuş şekilde olmaya başlaması demek olsa da –“bitmek” kelimesinin hem “son
bulma” hem de “var olmaya başlama” gibi neredeyse iki zıt anlamı içinde taşıması
gibi– çoğu bilir ki düşünce dilden daha kapsamlıdır ve insan dile dâhil olmamış
şeyleri her gün düşünedurur. Bu düşünedurmanın altında ezildiği için –ifade
edememe, dile getirememe, dile dökememedir burada ağır olan– bilinç, dil ve
düşünce arasındaki örüntüler sözlükler üzerinden ve arasından kurulur.

Modern zamanlarda, dili en başta oluşturan şey ondan kaçmış, saklanıyor


gözükür. Bu yüzden iki dile de hakkıyla nüfuz eden, hâkim olan bir yazar bile
kendi yazılarını bu iki dil arasında çevirmeye kalksa büyük ihtimalle yanlış
çevirecektir. Dili oluşturan ve kökeninde yatan şey tekrar dilin içinde her yöne
doğru açsa, hareket etse bu bahsi edilen çevirmedeki “yanlışlık” tamamen ortadan
5
kaldırılamaz. Bu, dilin hem zenginliği hem de kendisini kuran şeyi içinde saklı
olarak tuttuğu için ödemesi gereken bedelidir.

Dilin varoluşu kendini geriden takip eder bu yüzden en genel anlamıyla


simgesel olma denilen şey zorunlu olarak kendini ortaya sürmektedir. Dil de şiir
gibi bir mekândır.

Kendi ironisini kırıp onu evriltecek simgeler ve rahatsız olma hâlleri,


seviyeleri bulduğunu sanan ölü çağrışımlar. Konuşuyorlar.

Şiirsellik yüksek fazlarında şiiri salt ve kendinde kıldığı gibi aynı zamanda da
dili ve dile dair olan her şeyi bakireleştirir.

Simge ve çağrışımların çarpışması –bu çarpmanın sonucunda parçalanıp


parçaların şiirsellik için zemin oluşturması ya da havada asılı kalıp şiirselliğin
nefes alacağı havayı kurgulaması– şiirselliğin anlık göz–önünde–belirişi için
işlevsel olsa da bu çarpışma bazen amaçlanandan tam tersi sonuçlar da doğurabilir.

Şiir, dişil ya da eril olmasa da çoğu zaman dişil davranır. Şiirin bu hâli ona,
insana dair olmanın ilk evrelerinden miras olarak kalmıştır ve şiirin, dilin
azizliğine uğramış bu hâli ona emanet değildir.

Şiir bir yazar ya da şair değildir. Hiçbir zaman da olmayacaktır. Eğer


anılacaksa, sadece birçok sözlüğü ölen/olan biri olarak anılmak ister o.

Şiirsellikten korkanlar için söylensin. Okundu onların hepsi ve ben gerinize


düştüm. Yolunuz sizindir. Başkaları adım bile atamadı. Onu hatalarıyla en
başından yaşamanız için sizi bekliyor.

Şanslıyım ufaktan başlattı bir şey beni okumaya..unuttuğum yazılar bile


arkamda der bazı şiirler. Bazılarına ise dün gece okudukları bile karşı durur.

Bazı şiirler, kendisini oluşturan parçaların yaratabileceği olasılıklardan


fazlası olamazlar. İşte şiirselliğin o şiir içinde hangi fazda olduğunu şiirin bu hâli
fısıldar.

Ne denilebilir ki aslında şiirsellik hakkında? Tam onun hakkında


konuşulduğu düşünüldüğü an başka bir yere kaçan hakkında? Okuyucu şiiri
dinleyerek/tinleyerek okuduğu anda orada okuyucuya az da olsa eşlik ettiği
hissedilen ama okuyucu yüzünü ve dikkatini şiirden alıp ona döndüğü anda utanıp
yok olan hakkında? Şiirselliğe dair ne yazık ki hakiki bir şeyler söylediği
iddiasında olanlara pek inanılmaması gerektiği gibi, şiirsellik denilen şeyin de
kendini üzerine konuşulmaya ve düşünülmeye açmaya niyetinin olduğu

6
varsayımına pek güvenilmemeli sanırım. Şiirsellik bir soru ve onun üzerine
söylenilmeye çalışılanlar da cevaplar değil. Tam tersi belki de. Ya da sorusu
aslında olmayan güzel bir cevap. Şiirselliğin ne demek olduğu ile ilgilenen her
edebiyat, felsefe ve sanat teorileri toplanıp üst üste koyulsa şiirselliğin yüzde
kaçının gizemini çözmüş olurlar? Yoksa şiirselliğin gizemi de bu yığın ile birlikte
daha da çoğalan, büyüyen bir şey mi? Şiirselliğe dair getirilen her yeni belirleme
denemesinin binlerce belirlenemezliği de kendisiyle beraber getirdiği gözlerden
kaçan bir durum mu? Negatif teoloji ile ilgilenenler üşüşebilir. Yine de amaç onu
ışığın altına getirip görebilmekse bu bile işlevsiz ve nafiledir. Sadece zifiri
karanlıkta varolabilenin ışık altında nasıl gözüktüğü üzerine nasıl konuşulabilir ki?
Ya da böyle bir konuşmaya cidden gerek var mıdır? Sadece okunan şiire şiir
okunurken ilgi duyan ve bu yüzden yuvasından bir süreliğine çıkıp şiiri dinleyen o
şey ile nasıl yüz yüze gelinebilir ki? Bir yüz–yüze gelinemezlik hep kendini
sürdürecektir. Ama yine de şanslı bir durum vardır burada, zira şiirselliğin çoğu
şiire karşı zaafı vardır, birisi onları okurken dayanamaz çıkarır kafasını saklandığı
yerden daha iyi duyabilmek için. Sonra da sessiz sessiz okuyucunun ve şiirin yanı
başına gelir, hissettirir kendini. Yani şiirsellik hep biraz bir gizem olarak kalacak
olsa da, her zaman çağırması ve birlikte vakit geçirmesi en kolay olan gizemlerden
biri olacaktır. Kendini şiir okuyan okuyucudan ve şiirin okunmasından
saklamayan, esirgemeyen bir gizem. Şiirsellik nasıl ve nerede mevcut olur?
Anlamsız da olsa bu iki sorunun da cevabı “şiir okuyarak” şeklindedir ve aynıdır.
Hangi şiiri peki? Bilinmez. Sizi hangi şiir çeviyorsa onu. Kim bilebilir ki bunu!
Hiçliğe yazılmış, eskil sayfalar kokan bir tiyatro eseri..
bu seferki, kadim telakkilere bile bölünemeyecek türde ölüm piyesleri içeriyor gibi..
–ama işaret edilecekse benim cevrime, meyus edişime, işaret edilsin..
bu maruz kaldığım beyazlık meraklısı hicran için–
Kendi yazılarından nefret eder hâle gelmiş yazarlar ve simgel–makberler ne derse desin
Sıcağın ve soğuğun,
Ölüme –ve ondan geri kalan yaşama– olan tepkisinin arkasında saklananların mütalaaları
Her zaman daha dolayımlı, yumuşak ve kurşuni bir rüsvalıkta yüzer..bulanır..
Şiirsellik ve zamanın taahhüdlediği kuru sanrısallık ise
Tüm sözlüklerdeki kelimeler gibi..bekliyorlar.
Farkındayım bu eskillik bir daha –belki de hiç– sahnelenmeyecek asla.

2012/06/08 – 04:54

7
Varlığın Çınlama Diyarından Sonra Gelen

8
Elaina ve Tobias (Yanlış Aktarılmış bir Kuzey Kutbu Hikâyesi)

“Esta noche te espero en mi cuarto, salta por la ventana ¡Valiente!”


Elaina
..Kış rüzgârları wayward, sahneyi boşaltıyor sadece tek bir self–looming an ile
Ve yerde, karın üstünde..kapalı bir döngünün manzarası var..kendisini solgunca defediyor..
Sonsuza kadar dayananı kovalıyor yakalamak için
Yatıştırılamaz nefessizlik, odanın duvarındaki kötü çizilmiş ormanı taklit ediyor
Bu, aynı sorunun kendisini daha önce cevapladığı odada
Gezinmeyen bir wuther içinde.
ve bu trajik odanın içinde,
Palindromik tesadüfler Elaina‟yı beklenmedik biçimde geri öpüyor
Tıpkı gece yarısı güneşinin kuzey kutbu dairesini ilk kez öptüğü gibi.
(...) Masum bir çocuğun; pervasızca yaptığı kâğıttan uçağın tesadüfiyetinden
Rüzgârlı bir gecenin ormanında, çırılçıplak mastürbasyonuna (doğru) açılan penceresi..
Ama sanıldığı gibi Tobias‟a aşkla sarılan doğanın şehvetli, asude tanrıçaları değil burada,
Onun insanlığı onları kovalı çok uzun zaman oldu.
(bazen benim yanıma geliyorlar ama hâlâ)
Elaina‟nın rikkatli orada–olmasından başkası değil,
kollarını açıp bu sahneyi mehtapsı kılan..
O sahneye kendini serinleten akisliğini ilhak eden..
Elaina‟nın Tobias ile sevişmesi ise öykünülen bu vuslatın sahihliğinin düre içine getirilmesi,
Doğanın kendisini sahneden geri çekerek onlara verdiği bir çeşit teşekkür hediyesi,
Bir masalın mercansılığındaki işarın vuzuhu..
Tanrıçaların en sonda kalanlarının simaları terk ediyor olmalı şu an,
böyleyken bile güzellik ışıyorlar karanlığa dokunmadan
–ve şimdi Elaina’yla Tobias’ın sevişmesine dönüştü işte–
(.) Kahvaltıda süt bıyığı..karanlıkta..bir diğer son sigara
Uçuruma–doğru olmak, bir suçlu yatağın altından geçerek seyahat eder..
Bazı aptal, dâhil edilmiş küllerin altından taklit edilmek için olan küller..

Onlar haksızlar..kendini bir duvara fırlatmanın, bir acıyı hafifletmek için onu
daha aşağı bir noktaya koymak ya da yer değiştirmek ile alakasızdır..hisliği
kaybetmek amacıyla duvara dönüşmek için duvarın içinde olmaya çalışmakla
ilgilidir bu
Dumanın hatırlatmaları..ironik olarak kendi kendine iletilmiş bir mektup,

9
Presencing haritalardan hiçbirinin göstermeyeceği yerden..
Ama ev–hissi–yaratan bir orman ile aynavari bir göl arasında
“Geyiğin bakışının en büyük tesadüfün sembolünü ikidiği yerde/henüz gelecek olan en iyi”
Elaina için bir şey
“Geyiğin bakışının en çok kapalı/en kapanmış döngünün sembolünü ikidiği yerde”
Tobias için bir şey.

Bu günden birkaç sene önce, kuzey kutbu sınırında sayılabilecek bir kasabaya
gitmiştim, aslında orada olmam için pek bir sebebim yoktu ama soğuk yerleri hep
kendime daha yakın bulmuşumdur ve orası da yolumun üstünde idi sanırım –ya da
yol beni oraya yönlendirmişti–..o gibi yerlerde aslında kendi başına yapılabilecek
birçok şey olmasına rağmen, orasıyla ilgili aklımda kalan; otelinde ucuz bir ücret
karşılığında kalmama izin veren yaşlı bir amca ve onun arkadaşları olan yine yaşlı
bir çift ile geçirdiğim bir akşam yemeği ve o an o yemek masasında bulunmuş
olmaktan ne kadar huzur duyduğum..yemek boyunca daha çok sevgi ve aşktan
bahsedilmişti –Elaina ve Tobias‟ın hikâyesini de bu sofrada öğrendim zaten–
genelde konu hakkında kimsenin düşünmediği şeyleri söyleyen ben bu masada
kendimi ilk defa yaşımdaymış gibi çok yolu olan bir genç olarak hissetmiştim, ve
bu gerçekten huzur vericiydi..eşini kaybedeli birkaç sene olmuş bir yaşlıdan
sevgiyi ve özlem duymayı; birlikte yaşlanmış bir çiftten aşkı, bağlılığı ve bunların
büyüsünü dinlemek. O akşam bile fark edebileceğim kadar açık ve üstten oluyordu
kim ve ne olduğum konusunda geri döndürülemez değişikliklerin
oluşturuluyorluğu. Şimdi hayalimde baştan yaratıyorum da o hâlimle o
masadayken konuşsaydım söylemiş olabileceğim saçma şeyleri (ben kim oluyorum
da üstatlarımın konuştuğu yerlerde bu hâlimle sevgiyi, edebiyatı bölüyorum..kapa
çeneni reve!). İyi ki alakasız bir yoldan öğrenmişim susmayı..yoksa o akşam aşk
acısı çeken insanlara gıpta edebilmek kendime katılmazdı..ya da daha da
kötüsü..hiç okuyamazdım Elaina ve Tobias‟ın masalını..kendi dillerinden.
Bu akşam, şans eseri, Elaina ve Tobias‟ın masalını anlatan başka bir hikâyeyle karşılaştım
Ama farklı bir son ile..aptalca olan, üzgün olmasına rağmen..bu yüzden bunu yazmak
istedim
..onlara..göstermek için..şunu,
Aşkın her bir hikâyeyi yendiği zamanları unutmadığımı..benim sözde “sanat”ımı bile..
O ikisinin arasındaki aşkın..
–Benim kederli sonlar için açlık çektiğimi hâlâ hatırladıklarından emin olsam da–
Sonu o akşam yemeğindeki olduğu gibi yazıyorum..
Klasik sonsuza kadar mutlu yaşadılar şeklinde. Çünkü gerçekten olan şey bu.

Onların yanından ayrıldığım ben ise herhangi bir teolojinin tanrısını bulmak
için geceleyin bir ormanda kasıtlı olarak kaybolmak kadar gerçeğim. Zamanın kum
taneleri duraksamayacak hiçbir gece, o bahsettikleri tanrı yanımda olmadıkça.

10
Soğuk ve denizaşırı bir yolculuğun sessiz tayfaları işaret ediyor gelecekten doğru
tüm keşmekeş hâllerimi. Şiir bir başka sokağın sonunda âşık olacak sonra. Yalanlar
ve ültimatomların gerçekliği (dans eden kimse yok). Kabul etmiyorum selamlarını
yürürken karşılaştığım geçmiş ve geleceğin. Kaldırım taşlarına hiç benzemeyen bir
ağacın dibindeki taş–birikintisinde saklanmış bir karınca evine gözümü dayıyorum
kapalı hâlde. Yasak her şey. Su bile. Sonra bırakıyor tayfalar beni kendi hâlime.
Geri yüzdüm bu yatağa şimdi. Tam olarak biliyorum sensizliği artık ve en çok
korktum. Yeter bu. Uyu elimi tutup lütfen.
Eğer bana inanmıyorsanız..gidin ve sorun Elaina ile Tobias‟a
.. Gidin ve sorun, sonsuza kadar süren o wayward kış rüzgârlarına.

2011/11/19 – 05:39

11
Rose’un Yüzükleri

İlk öpücük yok! Ranunculus bulbosus‟un bekâreti yok!


Üzerinde dans ettiğin bu tek kişilik şölen benim kanım, neden gülümsüyorsun..neye ?
Sahtelediğin bu ezgisel deneyin ve (..)
Kazara olmayınca bir işe yaramadığını fark edemeyecek kadar ufak olduğun..
Beni, uzak durmam gereken, yaşı olmayan, intihara meyilli bir lakonizmin
Son gölgesi yapıyor..
Bilmiyor musun katlanamamıştım kendime böyle olduğumda
..Belki de içine kaçtığın bu yıkık ağaç evindeki,
Doğanı kopyalamış ekmeh bir lemuru hipnotize edebilecek kadar
İnsansız bir düşünceye dokunmalıyım..senin düşüncelerine..
Anlamını taşımadığım bir yalvarışın nefes bulduğu
Acıya ilk defa kaybediyorum bileklerimi [..] nefesim/n/i rahat bırakması için..
Biliyorum..ben de şu sözlerin yaratıcısı gibiydim az önce..
If I could catch my breath…Just to exhale…I’d know, that I, held it in too long
Ama sebep olduğun bu anlık acı çok..bir an önce geçmesini istiyorum sadece.
Bozuk bu elim gibi, hissedemediğin şöminendeki ayna parçaları da çirkin,
Serin ve rüzgârlı bir havada bana sarıldığını gördüğüm bu yalnız rüyalarım da..
Ruhsuzlaştırılmış ifakatın sırasında bu durma hâline gömülmüş olmak
Egoist hiler kitlelerinde sıkışmış bir ceninin kendi lamisesini yitimi bu..
Sadece hadekadan oluşan bu tanıdık dalıntılarını yanıma alsam ne değişir ki..
Ben hiçtir..ben hiçim.
Olası olmakta zincirlenmiş iktifamın düşeceği hâl de belli..
Senin tekrar uzayan münzevi saçlarının..kaili olduğu hikâyenin hiçbir yerinden.

Vakitsiz ölmüş ya da doğmuş büyücü bir kız–kardeşin mezarını ziyaret etmek


gibi. Tozlu bir merdiven altını mesken tutmuş kız çocuğunun oyuncak çay takımı
(az sonra sahnelenmeye başlayacak samimiyete eşlik edecek olana 100 simya gücü
vaat ediliyor). Çocuk gözlerini hiç dikmemiş buna gibi oturuyorsa da yakında
olanlar kuşanmalı kendilerini neyle koruyabilecekse. Kedinin miskin tırmık
izlerinin masallığında hayali bir nehir. Çocuk dikkatle elini akan suyun serinliğine
daldırırken. Başka bir bakışma oyunu. Başka bir kekeleme aşkının göz–
devirgencisi. Yutuyorum artık sana dair ne varsa, ruhumu büyütsün, ruhumun
kolları seni sarabilecek kadar büyülü koksun diye. Çocuk ne içiyorsa o oyuncak
çay takımının en minik fincanından, ben de onu içiyorum. Aynı anda sahnelenmek
içindeki. Doğmadan önce tanıştığım hep–zaman simyam, tırnaklarımın arı–
parçalanmışlığı, sen.
İkincil sıcaklığın zamansal yalanına saklanmış alegorik doğumunla
Âşık olduğum 9 yaşında bir kız kardeşi kaybettim bu gece ben
Arkadaşım diyebildiğim birini: Seni.
2010/11/17 – 02:56

12
Lara’nın Mozolesi için Kokusunu Kaybetmiş Yaseminler

Küllerinin bu tahnit edilmiş patetik gökyüzüne boyun eğmesi,


Kabusların ondan beslendiği varlanışsal bir ironinin damarları sanırım..
Sonuçta sana duyulan korkuydu, bir zamanlar deruni tanrıların
Kutsal mekânlarından çıkarılıp aşağı topraklara gönderilmesine sebep olan..
Ama şimdi maruz kaldığın bu lekeli, saltıklaşamamış ışık..
Senin hayatına saldırdıkça..lunatik olan sen değilmişsin gibi
Benim başımın ağrımasına sebep oluyor.
(.) Doğumunun hikâyesini ilk, senin bir zamanlar yaptığın gibi tutunduğum
Kalitatiflikten yoksun mitsel ağaç köklerinden dinlemiştim..
Thames nehrinde notasından düşmüş ve bunu umursamayan
Anakronik bir barkarol mırıltısı,
Antik Khmer patikasında düşlem ve düşlenim arasındaki farkı
Dirimselleştiren bir totem..ve geride bırakılmak için keşfedilmiş bir okyanusu
Levhalaştırma yetisinin bağışlandığı entiteler..
Bunların hepsi –ve bana söyleyemedikleri birçoğu– senin doğumunla ortaya çıkmış.
O kadar ki,
İsmi anılan bu kraldan bile daha çok yakınmışsın insanlığın anti–yabancılaşmasına
Anlatıda önemsemem beklenen kısım burasıydı.
Ama bu konuda onlara nadiren hak versem de
Zihnimden atamayacağım kadar ezoterik olmayan

Görünge çığlıklarının bile ulaşamayacağı sembolleri şu satırlarda okudum:


Kriptik çağ nihayet kendi azat edilmesine sahip olduğunda, Cehennemin
derinliklerine mahkûm edilmiş olmaktan, Mahvolmuş Gümüş’ün geçmişinde
doğan, o gümüş içinde ölmeye başlayacak, Ve en son şanssız da düştüğünde –tıpkı
edebiyatın krallığı düştüğü gibi– Kokusuzca–nefret eden su yaseminleri
lanetlenmiş olacak, Doğanın ruhunu kandırma dirayeti ile, Yılgın şimşeklerin bir
zamanlar olduğu gibi..mahkûm edilme başladığı zaman..

Uzun zaman önce ölmüş tanrıların mezarsız tabutlarına ait şeyler gibi. Yeteri
kadar evleşmiş, içi ya da dışı olmayan ayak izlerinin, bu mezarın sarhoşluğunda
olduğu patikayı kimler bilir? Belki daha soğuk bir uçurumda benden önce gelirdi
bu kendi gösterişselliklerine neredeyse âşık olmuş toprak–dünyalar. Belki de bu
tabutlar beni avucuna alabilecek kadar küçüktür hâlâ ve ben de bana dair olanın
paralize olmasını izleyemeyecek kadar henüz–ıslanmış. Yine de aynı bir cümle
sırıtıp selamlıyor iç geçirişleri (gölgeler ve unutkanlıkları işte). Olamadığım hiçbir
şey yok ama hâlâ onların nefesinin yasaklandığı en–lanetliyim. Ey sen, tabut! Sana

13
benzeyen bir ev. Hayalimden fırlama bir el sıcaklığı. Ve doğanın yanımızda
götüremeyeceğimizden emin olduğu hediyelik eşyalar. Tanık olduğum her son, sen
varsın diye var (ve az önce üşüyemeyecek kadar hissiz olmanın sınırından öteye
atıldım). En kötü ilk kâbusların, kendi kurbanlarından aldıkları her ne ise peşimde
şimdi, etimi çiğniyor, duyabiliyorum. Duyamadığım ise senin sarhoşluğun.
Neredesin? Evimizin yolunu göster bana lütfen. Ben bilmiyorum bu patikayı.
Senin, masumiyet ve kehanetlerle uğraşan üstattan öğrendiğin sırrı,
Onun öğrencisiyken başarısız olmuş bir hastalıklı olarak
Sanırım artık ben de görebiliyorum..o satırlarla belki de..
Bilinç ve zaman aynı dokunabilirliğin ötesine indirgendiğinde
Yer altı hapishanelerinde, büyüleri baş aşağı yaptığı için tutsak olan ruhların,
Varlığa ait olmayan gölgeleri kullanarak kalipsoyla üzerine konuştuğu damgalar
Sadece bilinç için tekrar açığa çıkar..zaman için değil..ve bu yılgın, anlamsız damgalar,
Trajedilerin normalliğini ne kadar minimize etme eğiliminde olursa olsun,
Sadece gümüşe doğup yaseminlerin lanetlendiğini
Görebilmiş bir ölümlü tarafından yorumlanıp kullanılabilir..Senin tarafından matmazel.

2011/04/04 – 02:37

14
Mallarme ve Onun Döşenmemiş Yaya–Yolu

Herhangi bir yazının kendi teorileriyle uyuşup uyuşmadığı görülene kadar


üzerinde durulması gerektiğini düşünmediğim bir çocuklukta (ki şu an düşünüyor
muyum bunu emin değilim) senin sembollerini ve yaşantılarını okuyan, neredeyse
genç bir kızın gözlerindeki şeyi anımsıyorum şu an..ve tek başına sayfaya doğru
gülümsemesinin, kendisinden uzaklaşmasına yardım edebildiğin anlamına
geldiğini düşündüğümü (okuduğum hiçbir şeyin bana o hâli getirmediğini göz
önünde bulundurursam).
Kabul ediyorum, ne seni ne de Elodie‟yi anlamış olduğumu düşünüyorum..
Yine de burada sadece ben kaldığıma göre, Elodie‟nin sana olan borcunun
Ve benim Elodie‟ye olan borcumun bu kısmını ödenmesi için bu kifayetsiz kritikten,
Saygı gösterisinden başka yapılabilecek bir şey yok
Kendi evinde bile o yalan dünyadan tiksinen bir sayrı
Göğsünde iki zincifre hiçlik..yayılıyor durmadan
Kimsenin umursamadığı, karanlık bir odaya gömülmeyi vasiyleyen kanın
Senden daha mı üzgün? O kan içindeyken, Ansızlık gibi çöküyor bu akşamsız kentler,
Biliyorum..Yine de keşke görebilseydin,
Çocukluklarını bu eskil olmayan kentlere satmış şairlerin yorganı asla beyaz olmaz.
Kefeni de.
(Biliyorum öte yandan insansal olan şeylerin uzak durduğu şairlerin mezarları boştur)
Onlara sorarsan..onlar ki benzer bir kanı daha önce görmüşlerdir
Zamanın, emir olduğu hatırlanamayan olaylar gibi davrandığını söylediklerini duyarsın
Kanıyor..Bu yüzden kendi içinde görülebilir hâle geliyor
Yakınlaşmaya yetisi olan bir şey değil..kendisiyle..
O sadece egziste olur...”bir–olmayan” anın içinde
Ama onlara sormadığını biliyorum. Başka bir yoldan..
Kendine ait olmasını istemediğin, daha önce hiç yürünmemiş bir yoldan yürümeyi seçtiğini..
(.) Bakireliğinin dehşetinin yankısını
Duyulmamış sesler gibi yaşayan bir kız olarak Elodie de:
Bir aynanın putperestliğinden kaçmaktan,
Gülümseyen, güzel demesini bekledikleri bir gökyüzünden nefret etmekten,
–pardon, tiksinmekten– Çoğu zararlı şeyin yarattığı,
Günün sadece o saatinde soyutlanabilecek korkular ve ağıtlarla konuşmaktan
Anlam veremediği bir şekilde ve sebepten kendini alamazdı..
Şimdi görüyorum ki “tamamen ölümlü” olmaktan memnun,

15
Tanık çoğaltan, çoğunun uğruna yaşadığı suçların dokunulmamışlığını öven
Parşömenlerinle gelişmiş onun bu hâli..
Kehanetleri ezbere değil, kağıttan okuyan bu akımı neden sana atfettikleri belli..Üstat.
(Ancak yine de burada birkaç dakika durup şiirin mekândaki kullanılmamış nefesleri
aramasını izlemem gerekiyor sanırım)
Kendisinden şüpheye düşmemek için aynanın karşısına oturmak zorunda olan biri
(Katlanamazdım asla buna. Öte yandan bu şüphedeki derinleşen çifte bilinçsizlik birbirini
yok ediyor en başta..düşünebilseydin keşke bunu)
.
Elinde küçük bir cam şişe
İçindeki düşlerin aradığı perdelere dikkat et..
(benimkilere oranla daha az kalın olsalar da)
Her şeyin kısaltılmış olarak varsayımdan geçtiği öyküleri
Kendisini anlatmaktan alıkoyar onlar..

–Lakonizmin neliğini umursamayan herhangi bir yazıda


Kelimeler; kendilerine, birbirlerine ve
Ortada buldukları anlam veya onu biraz bile andıran her şeye saldırırlar
Ve her şey yok olana kadar durduklarını daha önce hiç görmedim.–

Şimdi daha tavırsal bir konuda yorum yapmam gerektiğini hissediyorum.


Sanatta elitist bir tutum sergilemenin elbette kendini üzerine kurduğu bazı bakış
noktaları vardır. Bu noktalardan gelişen perspektiflerin sanat adına, sanata içkin
şeyler oluşmasında rol oynadığı/etmen olduğu da söylenebilir. Ancak bir sanatçı
için (özellikle senin gibi biri için Mallarme) okuyanların neyi anlayıp
anlamayacağı, güzelden nasibini alıp alamayacağı ve bunlarla ilişkin tüm konular
sanatçının düşüncesinin nesnesi olmamalı. Orada bir sanat yok. Ancak şu konuda
tamamen karşındayım ki, bir şiir kitabı yapılabildiği kadar ucuza etiketlenip
çalınması ya da para verilmeden okunması öğütlenerek raflara koyulmalı (bunun
toplumu umursamakla hiç alakası yok. Umursanan tek şey sanat eseri. İnsanların
kolay ulaşması sadece önemi olmayan bir yan olgu). Gündelik sözcüklere daha saf
bir anlam katılabilir tabi ki. Anlam fazları bunu olanaklı kılar zaten. Ama senin
dönemin için bile bu yapılmadı mı senelerce. Ve şiir hâlâ rahat değil.

Bir (1) adım geri.. Ametist bahçelerinde, kendini kimsesiz sanan bir ölümlü
Unutuşa gömemeyecek insansal dertlerini belli. Gecenin her zamanki sayfasından
Daha karanlık harelenmiş bir uğraşta yazılan, bu çoktan ölmüş fikirler..
Şiirin herhangi bir ideal hatasını sunuyor diye devinimsizleşen bakirelere bakmak

16
Hani o unutmak için nefesini ucuza satılığa çıkaran eskil bakirelere..bunların hepsi onlara
(bir de yırtılışıyla tapınaklardaki mistik örtülerin nevrozlarına)
Endişeli prelude‟lar. Pandantif paragraflar. Hatta, susulan şiirler ve
Ulunan rüyalar (kendi kendine acı çektirmeye adanmış olanlar)
Hepsi görüldü bunların tarafımdan...ve hâlâ bakmak ya da olmak istediğim bir yer yok.
[..] Ve o devam ediyor..ben inertiatic bir kayanın hissizliğine sahip olurken..
Hangi gömütsel deniz kazasında bulduğunu bilmiyorum
Ya da cezalı soytarıların yolunun nerede sonlanacağını nasıl bilebildiğini
(gecenin kâhinlerinin bile ön göremeyeceği şeylerle uğraşmışsın)
Ama beyhude açılan bu uçurumlar..Lobotomilerin işe yarayacağı andan çok uzakta artık
Mum ve kaşığın simgesinin takibinde olan da anlamını yitirdi benim için uzun zaman önce.
Sen ise, insan zihninden daha dışarı,
Yaprakları ilkbaharda, hatta yazın bile sana solgun görünen o müstakil bahçelerde
“düşüş” kelimesiyle özetlenebilen her şeyi sever halde
Kendi patikanı bulmuşsun..yürüyebileceğin bir yolu
Görmüyor musun? Aslında hem öyle hem de değil olsa da
Bu emetik orgu tek başına çalacak kadar düşmemişsin sen
Yoksa çocukları öldükten sonra anne–babanın kendilerine değil ama ölen evladına
Bir daha denemem sözü verebildiklerini hâlâ göremiyor olurdum..
(.) Bir duayı genişleterek gömmeye çalışmak..tümceyi değil, duanın kendisini..
Kendini gömmeye başlamak..
(sevemedim ki hiç senin gibi ölümden sonra hayat olduğuna inananları)
Artık tamamen yanlış sulardayım..sulardaymışsın
Sondan bir önceki hece mi yoksa kelime mi ölüdür?
Hayır, ölüler öldüklerini de ölü olduklarını da bilirler..
Hatta en çok çocukken ölenler bilir. Çünkü aslında insanlar ölmez
Sadece bebekler ve çocuklar ölür
Diğerleri ise sadece..olasılık sanatıyla tanıdık bir rastlantıya sürüklenir.

Ve hayır hiç kimse hiçliği ölülerden daha iyi tanıyamaz.


“Zihnin son edimi reflektif zamanı kendi üstüne katlamaktır” diyenleri bu kadar göz ardı
etmemeliydin. Haksız da olsalar bir şeye işaret ediyor söyledikleri.

Şiirin değiştirilemez olmasının onun kusursuzluğunu gösteren bir şey olarak


görmen. Sanırım bana göre en çok düzeltilmesi gereken nokta burası. Şiirin o
rahatsızlığını biraz olsun dindirmek için..çünkü tam tersine eğer değiştirilemeyecek
bir fazda ise o zaman bir sorun var demektir şiirde

17
Dünya güzel bir kitaba varmak için yapılmıştır..
(Elodie‟nin bunu nasıl eleştirdiğini hatırlıyorum)
Başkaları duymasın diye alçak sesle ağlayanlara sormalı bir de bunu
Yüksek sesle dile getirilmedikçe kalıcı olmaz..

Elodie‟nin sevdiği çoğu şiir kendi kendine sessiz ya da başkasının


duyamayacağı seste okunanlardı. Görüyorsun ya artık senin döneminden çok
uzakta şiir..yeterli değilsin onun için
Rastgele esinler toplamından kitap olacak kitap çıkmaz..
Elodie,
Yaşamış çoğu insanın hatırlayamadığı kâbuslarının ve kefareti olmayan günahlarının
Ardında yaşadığını düşünürdü.
...Sanırım o kitap çıkar..Tek sorun o yapıtı ortaya koymak ne kadar sürer..
Kaç durgu..ya da…Ne sürer?
Un coup de des jamais n’abolira le hasard..
Edebiyata değil ama o çok sevdiğin beyaz kâğıda ve
Oradaki stratigrafik varyete ve parodilere saygısızlıktı.

Bir edebiyat öğretmeninin inandığı tanrısız kutsallığı bu ve ben mor bir dansı
dans ediyorum. Senin tanrısızlığın gibi kokan bir tavan–arasının ürkekliği ve
saklanmışlığı damarlarımda dolaşır hâlde. Söyleyin o kalender–meşrep tanrıların
bulut yaratan çalgıcılığına, müziği durdurmasınlar asla. Şiir ve masalın zamanın
başlangıcından bile öncedir beklenen gökyüzü düğünü bu (kır çiçeklerin özleri
nasıl da düğüne son dakika koşarak yetişmiş hâlde çiğ içinde kalmışlar, durmasın
müzik ki onlar da eşlenebilsinler, eşleşebilsinler kendi aralarında). Müzik durmasın
ki düğüne gelenlerin arasında kaybolmaya çalışan, pek sevilmediği ve nezaketen
davet edildiğinden olsa gerek, bayan varlık daha sonra laf edecek, taş atacak bir anı
kazanmasın kendine. Evet, aynen böyle işte. Bırakın şiir ve masal dans etsin böyle
diledikleri gibi. Birbirlerine karışan ilkbahar meltemlerinin canlı, kıpırgan
uğultuları misali. Bırakın müzik hep olsun. Peki, ben mi? Hele bana hiç
dokunmayın. Benim o kutsallıkla tanıştığım düğün bu.
Ama artık görüyorum seni. Göğsündeki o iki hiçlikten,
Biri seni öldürecek kadar yayıldı..
Diğeri ise şiirini yaşatmanı sağlayacak kadar derin yayılmadı.

2011/05/28 – 01:46

18
Köprüdeki Kız (Elodie’nin Eşyaları Arasındaki Mektup)

Bundan yaklaşık 10 sene önce, ebeveynlerimi artık –diğer çocuksu


sızlanmalarımın aksine– hastanelere gitmeye devam edemeyecek kadar yorgun
olduğuma inandırmıştım (tabi eminim ki bu durumun eylem alanına yansımasında,
doktorların sosyal hayatımın görece sekteye uğramış şekilde de olsa devam
ettirebileceğim yönündeki söylemleri esas rolü oynuyordu). Sanırım günleri evde
geçirmeye başlayalı iki ya da üç gün olmuştu, şu an bile unutmuş olmamamı
garipsemediğim bir rüya görmüştüm (ki durumum göz önüne alındığında bana bile
hâlâ ironik geliyor bu). Doğaüstü olma kurgusuna, düşünmesine güvendiğim tüm
insanlardan her zaman bir adım daha fazla uzak biri olarak neden o rüyayı neden
kendi gecesinde bir işaret olarak okumaya yönelim gösterdiğim konusunda hâlâ
kesin bir fikrim yok, en fazla olasılık tanıdığım teori; ataletin o sırada süre
gelmekte olan anlam değişimine karşı gösterdiğim içgüdüsel bir savunma
mekanizmasının bir sonucu olduğu düşüncesini merkez alarak kurulmuş olan.

Rüyanın içeriği burada bahsetmeyeceğim kadar önemsiz ve parçalar hâlinde


(hatta rüyayı kafamda tekrar süreklilik kazanacak şekilde hayal edebileceğim kadar
eksik) ama bu eksiklik kurgusunun, herhangi başka bir durumda beni
sürükleyeceği var–oluşu hakkında skeptik tutumun şu an bir parçası olamamamın
(olmamamın?) sebebini çok iyi tahmin edebiliyorum. O gece –saat 3 gibi– evden
çıkıp rüyamda gördüğüm köprüye giderken attığım her adımda etrafımı daha fazla
doldurduğunu hissettiğim büyülülük entitesi. Şu an düşündüğümde, çok uzun
süredir o entite (ne kadar da çirkin bir kelime bu aslında) ile herhangi türde bir
seyir hali içinde olamadığım için o his hakkında işe yarar, elle tutulur bir şey
söyleyemem (en çok kimi rahatsız ederdi acaba bu) ama yine de az da olsa o
geceki seyir hâlimin etkilerinin hâlâ üzerimde olduğu günlerde o his hakkında
yazdığım şeylere bakınca. Bildiğim çoğu şeyden farklı gibi duruyor.
–benim gibi biri için bunun ne anlama geldiğini az çok’tan çok daha yükseklikle tahmin
ederdi–

Altından sular geçen köprülerden hep hoşlanmışımdır, ama o gece oraya


gidişimin belki alt–motivasyonlarından biri bu olsa da, esas sebebi bu değildi.
Doğru bir şekilde kelimelere dökebileceğimi sanmıyorum bu sebebi ama en basit
hâliyle söylemem gerekirse; (ki şu an bunu okuyamadığını düşününce Elodie‟nin,
söylemem gerekiyormuş gibi geliyor) benim gibi olup da kendi rüyası o saatte onu
o köprüye getirmiş bir kız ile tanışmak.

...ne köprüde ne de geri dönüş yolunda birisini gördüm. Benimle dalga


geçiliyormuş gibi; köprüye yürürken hissettiğim büyülülüğü ne kadar zihnime
getiremiyorsam, geri dönerken o büyülülüğün parçalanmasını o kadar zihnimden
çıkaramıyorum. Şimdi bile..ve bazen..havanın farklı bir şekilde kuru koktuğu
günlerde..daha da kötüye gittiği fikrinden kendimi kurtaramıyorum.

19
(çıkarımsız ve hatta geçersiz bir rasyonalizasyon olma olasılığı varsa da..yine de bunu
söylüyordu: Doğa–üstü olmaya izin yok!)

Bu anı ile alakasını hiç görememiş olsam da etrafımdaki herkesin anlamsız –


ama herhalde işe yarayan– inançlarının olduğu bir saniyede; “aşkın(sal) bir
doğaüstü bayatlamış bir fikir, içkin olanı ise sadece kendim olduğum için tercih
etmeyi gereksiz buluyorum” cümlesiyle (sanırım rüyanın üstünden yedi, sekiz ay
geçmişti) tanımaya başladığım bir arkadaşın ölümünden çok sonra bulma
vahametini yaşadığım mektubu için bu yazı.
Bitkin bu tavan–arası,
En az Rimbaud‟nunki kadar kendi söylediklerine inanan insanlar gibi tavır takınıyor olmalı
Sen içinde uyurken, bu antik evde kaç benlik en mükemmel edebiyatı yaptığını düşündü
Kaçını umursamayacak kadar başka bir yerdeydin sen..
Hepsi yazıyor bu tozda unutulmuş tabletlerinde..
bu tavan arasında olmuş..bu tavan arasında mı bitti?

Mektup
Bulanık bir akıl ve yaralı bir kalpten doğma,
Geçmişi tamamen geride bırakmayı seçmiyorum
Kendi özümün, onun ardından giden sefil davranışını izleme amacıyla
–sıradan bir genç gibi–
Ama hâlâ kendi içimde talep edecek kadar küstah ve kibirliyim
Kâbusların ve rüyaların olmadığı bir geceyi.
Yağmurlu bir günde, eğer çoğu şey yolundaysa
Senin köprüdeki kayıp kızın olmaya hevesli bir şeyim.
Olmamı istemediğini bilmeme rağmen..
Ama, çoğu şey bugün yolunda değil, ve çoğu zaman da
Onun beni (..) şekilde acıttığını gördüğünü biliyorum, sadece daha fazla
Bu yüzden dünyalar, anılar, bilekler ve tatiller uyduruyorsun.
Sadece dikkatimi dağıtmak için
Benim bazı sık düşüncelerime odaklanmamı engellemek için
Ama bu senin ferasetin içinde değil, bunun benim başka bir şeyi görmemi sağladığı
Sen istemesen bile..o kız olmama ihtiyacın var. Bu yüzden uğraşıyorsun,
Heyecan verici hiçbir şey olmayan yarınlara uyanmak stabilizörüm olmak için
(Kâğıt okunamaz hâle gelmiş)
Benim hastalığım seninkinden daha kötü bir şey
Ben, kendi gözlerimdeki bakışı tanımıyorum artık, ve eğer benim kadar hasta olsaydın

20
Bütün fenomenlerin tanıdık bir anlamda titrediğini bilirdin
Zamanın bakışından öldülüğe eşit olan bir anlamda
(.) Üzerine düşünmeyi gereksiz görüp bundan kaçınmayı savunuşunu dinledim
Ufak bir çocuk olmaya çalışıyormuşsun gibi
Ama bu onların çoğunun sadece sinir ve doku yığınından oluşan
Bir süprüntü olduğunu düşündüğün gerçeğini saklayamıyor.
Tıpkı benim de düşündüğüm gibi
İnsanlar hakkında sevmediğin şeylerden biri, onlar hakkında yeni şeyler öğrendikçe
Öğrendiklerinden sevecek tek bir şey bile bulamamak,
Aksi durumunu hatırlayamadığın bir patikaya dönüşmüş olması olduğunda
Şu an benim olduğum noktanın yakınlarındasın demektir
Ama hâlâ yaklaşmana çok var bir şekilde.
İşte bu an geldiğinde yapmanı istediğim bir şey var
Yapacağına şimdiden söz vermelisin–öylesine olmayan sözlerinden birini–
!Lütfen intihar etme Elodie, 04.09.2001

Elodie‟nin hayatım üzerindeki etkilerini tam olarak parmakla


gösteremiyorum. Bu, ona sandığım kadar değer vermediğim için mi yoksa
intiharının basit ve primitif bir eylem olduğunu düşünmemle temellenmiş bir
tepkinin ürünü mü emin değilim.
Ama şunu biliyorum ki, ona duyduğum saygıdan sadece kendimin değil tüm insanlığın
intihar etme olasılığını elinden çekip aldım.
Yine de ondan aldığımı düşündüğüm her davranışı, paradigmayı, eğilimi..
Her ne olursa olsun o şey..değiştiriyorum.

Ölümünün ardından, bir zamanlar onun gibi başkalarını aşağı gören, kibirli
biri olmuştum. Elimde olmadan. Ama sonra bu yüzden birçok bakış açısını
kaçırdığımı fark ettim. İşe yaramaz olsalar da oradalardı nihayetinde, öyle devam
etmek Elodie için sorun yaratmamış olsa da (eminim hiçbir bakış açısını
kaçırmıyordu o) benim için çok yanlıştı. Bakış açılarının nelere hükmedebildiğini
gördüğüm için onlardan aşırı derecede korkuyorum. Bu yüzden herhangi birisini
bilinçli olarak gözden kaçırmam benim yapamayacağım kadar ben–dışı.
Sana bir cevap yazmak istedim, ama bunu yapmakta bir anlam göremiyorum
..hâlâ..uydurabilirim..tıpkı eski zamanlarda yaptığım gibi.
Bir kilise faresi kadar sessiz..sen hareket edersin, sen beklersin
Ta ki soğuk boyutlar senin non–discernity içine hasta düşene kadar
Senin özünü içeri almadan..Tene ölümler saldığını her gün görür gibi olurdum,
Korkutulmuş bir akıl hastasının ne kadar ileri gidebileceğini merak ettiğinden

21
Durmamayı seçtiğin her düşünceye düşüşünde
Gördüğümü fark etsen bile (eminim unutacağımı sanmıştın, yazını bulana kadar)
..ama hatırlıyorum..Nefesi almanın (vermenin değil) sürekliliğinin virtüel olduğunu
Ne kadar empoze etmeye çalışsan da şu an.
Kalender–meşrep ve çapaklı gözlerin,
Yanlışlıkla kapanan tüm demonstratif yaralarını anlamamak için direnirken
Kentin bütün tenha köşelerinde tek gecelik anılar yaratıyor kendi başına
(.) Vücudum dememi bekledikleri şeyin üstüne saldırmış
Tüm bu sargı bezleri..yara bantları ölülüğün arkesi kadar inatçı değiller..
(i am not “in” vainness..i am “in vainness”)

Gece şiirleri tanrıçasının suskunluğunda ay ışığının müşkülpesentliği kendini


daha bir öne sürüyor bu gece. Bildiğim tüm şair masaları başkasının derdinde olan
bir konukevinden farksız. Adım sayıyor müphem bir dengesizliğe doğru. Silik–
kırmızılaşmış o harf oyunu bekleyedursun şimdilik. Diğer karanlığa rotasını
öğretmeli bu yüz, bu hastalık. Gece nefes–alışları. Gece nefesi. Sana benzemeye
çalışıyor tüm bu ilintisizlik (başarıyor da, dışarı adım atıyorum, senin demin tarif
ettiğin geceye ve havaya. Soluk alıyorum. Gerçekten neredeyse seni koklamak
gibi). O dinmiş geceler senin gibi kokmayı oluşlarında taklit edebilirler elbet, hiç
de zor değildir bunu yapmak, gece gibi sana, sen güzele yakın duran için. Ama asıl
ve geriye kalan tek soru şu ki, bu taklit o ay ışıklarının zihnini dolandırıp sadece
senin ve sana şiirlerini okumaktan uzaklaştırabilir mi? Sanmıyorum. Sen hiçbir şey
ya da kimseyle karıştırılamaz olansın. Sen. Bilip inandığım tek gece rotam.
Senin ölün nasıl biliyorduysa beni, hâlâ öyle dünyadaymışım gibi biliyorsun
Tüm o yapaysızlığın diş geçirdiği postulasyonlarından düşen teşuvanın
Metaya çökerttiği, kamçılanarak törpülenmiş dolayım koridorlarında yankılanan isimler..
Haklıydın..Hastane odalarının kapılarının içeriden kilitlen(e)memesinin başlangıcı sensin.
Pek fark yok ama, eskisi gibi..Yine potporiler yaratacağım kimse yok, senden önceki gibi
..O nisan ile başka bir perşembe arası nefes alıyorum işte.
Ve eğer yağmurlu bir gün ise, az çok hatırlıyorum
Evet, biz aynı hastalığa sahip değildik
Çünkü benim hafızamda, içinde kimsenin affedilmediği hikâyeler en güzel olanları.
kimsenin affedilmediği değil..gerçek anlam şuna daha yakın bükülür:
affedilmiş kimsenin olmadığı

2011/09/04 – 03:32

22
Yazısız Mezar Taşları ve Ev Perdeleri

Uzun zamandır zihnimi kurcalayan bu şeylerin –mezar taşları ve perdeler–


beni rahatsız etmelerinin odağı olan merkezlerini kendim dışında bir yere alma
vaktinin geldiğini düşünüyorum. Çoğu zaman yazı kendini herhangi birisine
yazmıyor ise kâğıda dökmekten hoşlanmam, öyle yazılar bana hep henüz kendini
tanıyamamış, eksik kalmış, biraz daha beklemesi gereken gibi gelir. Bu yüzden de
bu yazıyı gerçekten çok uzun süre geride tuttum kâğıttan. Ama demin düşününce,
bahsettiği şeylerin kendilikleri ve kökensel özleri zaten, eksik–kalmışlık,
tamamlanmayacak olma hâli üzerine inşa edilmiş iken asla gerçekleşmeyecek
olanı –ya da çoktan gerçekleşmiş olanı– bekliyor olduğumu fark ettim. Her ufak
bir şeyler yazmış olan da bilir ki bu noktadan sonra zaten ben istesem de
istemesem de, geride tutsam da tutmasam da yazı kendini kağıda döker
engellenemez bir şekilde.

Yazısız Mezar Taşları


[Eğer bunlar ayrılabiliyorsa öyle düşünülsün] Tüm felsefe–edebiyat tarihinde
(ya da genel olarak insanlık tarihi de denilebilir) mezar taşları üzerine söylenmiş
çok şey bulunur. Kitapları şöyle ufak bir karıştırma ile insan ve ölüm ve bu ikisi
arasındaki durum ilişkisinin geçtiği yerlerin yakınlarında mutlaka görülecektir bir
çeşit mezar taşı sayılabilecek eserler, yapılar, nesneler, kişiler, şeyler („den
bahsedildiği). Ancak eğer okunulan şeyler onlardan birkaç adım uzak durup okuma
zahmetinin karşısına aldığı yapılarsa mezar taşları hakkında yazılmış çoğu şeyin
aslında mezar taşı ile ilgili olmadığı fark edilir. Elbet ki bir Kierkegaard yazısında
tüm konuşma bir mezar taşının başında geçiyor olabilir ya da insanlık tarihinde
mezar taşlarının ilk kullanım nedenlerini ve tarihlerini ve daha birçok şeyi anlatan
bir yazı da kendine merkez olarak mezar taşlarını almış sayılabilir ya da bir Fransız
romanı ya da bir Alman şiirinde mezar taşı söylenilen şeyin nefes bulduğu öğe
olabilir. Ancak görülmesi açık olan şey dile getirilmelidir ki bunlar mezar
taşlarının kendisine dair söylenmiş şeyler olmaktan uzaktır. Bunlar mezar taşlarının
neliğine, yaşamına, o anki ele alınışına, olmaklığına ve daha birçok yanına dair
laflardır. Elbet ki bunlar da mezar taşlarının özsel kökenine dair bir şeylerin
bahsini içinde tutar, saklar, ama onu konuşmaz. Bu bir şeyleri elbet ki arayıp
içlerinden seçerek kenara ayırıp yana alınmadan (yanında taşımak için) o
amaçlanan özsel kökene dair yola çıkmak eksik bir yola çıkma olacaktır ve büyük
ihtimalle başarısızlıkla sonuçlanacaktır o yol. Ancak şu da belirtilmelidir ki eğer
istenilen mezar taşlarının özsel kökenine ulaşılacaksa bu seçilip kenara alınarak
yolculukta yardım umulacak şeylerden çok daha fazlası gereklidir.
Bunun farkına varıldığında artık şu açıkça ortadadır: Mezar taşlarının
özselliğinden bahsedilecekse ele alınması gereken (burada ele alınması gerekenden
kasıt karşısına oturmaktır) en kendi hâlinde mezar taşı olarak üzerine henüz bir şey
yazılmamış, yapıldığı mermercinin dükkânının önünde öylece duran –belki henüz
mezar taşı olmak için son rötuşları bile yapılmamış– olandır. Çünkü üzerine

23
herhangi bir şey yazıldığı an, o, artık mezar–taşı–olmasını, birisinin–mezar–taşı–
olması ile değiştirir ve artık o mezar taşı ne kadar nefes alırsa alsın kendisinden
değil ait olduğundan söz etmeye başlar. Ve aynı nedenden dolayıdır ki mezar
taşları üzerine yazılmış herhangi bir yazıya bakıldığında orada hep bir insana–dair
olma durumu, insandan–dolayı olma durumu kendini belli ediyor olacağından; bu
yazılar da mezar taşlarının özsel kökenini arayan yol için bir engelden fazlası
değildir artık. Nasıl olsa onların içinden ihtiyaç duyulan çekip çıkarıldığı için
bunun dert edilmesine gerek de yok. Burada tabi ki şu hemen söylenebilir: “Bir
mezar taşının varoluşa gelmesinin nihai anlamı ve amacı birisinin mezar taşı olmak
olduğu için onun özsel kökeni de tam da buradan yola çıkılarak aranmalıdır.” Bu
gerçekten de haklı bir bakış açısıdır ve eğer bu yoldan gidebilecek kişi birisinin–
mezar–taşı–olmasına bakarken tamamen yoldan çıkıp mezar taşlarını bırakıp o kişi
hakkında düşüncelere dalmamayı, ağlamamayı başarabilirse gerçekten bu yol da
bahsedilen o özsel kökene götürebilir. Ancak ben o kadar sağlıklı bir zihne ve
psikolojik yapıya sahip olmadığım için o yoldan gidemeyeceğimi biliyorum, ve şu
da söylenmelidir ki bu yolların biri diğerinden daha nihai olabilse de hiçbiri salt
anlamda nihai değildir bu yüzden herhangi bir yol seçilebilir. Ve en önemli olarak
şu da bilinmelidir ki çoğu şey için şeyin varoluşa gelmesi ile varlığı arasında çok
sıkı bir bağ olsa da bu durum bence mezar taşları için söz konusu değildir çünkü
mezar taşlarının varoluşunun özü hem kendi varoluşsallığına hem de
varlıksallığına ihanet etme, ona ters düşme, aksi yöne gitme üzerine kuruludur.
Ölüm ve yaşam arasındaki o sisli uçurumun sınırında olan ve buradaki herhangi bir
şeyin orada–olması durumunu ve neliğini orada olarak simgeleyen herhangi bir
şey için de durum böyledir. Bu bölgede tüm şeyler hem ölümü hem de yaşamı en
açık ve net şekilde gördükleri için –ama yine de sis içinde olmaları da etraflarını
sardığından– kendi oluş hâllerinden korkarlar, bu da onları bazı açılardan (özellikle
yolda ilerlemek isteyenler ve yolun kendisi için) güvenilmez kılar. Bu yüzden eğer
amaçlanan özsel kökeni ise mezar taşlarının varoluşa gelmesine ya da varlık içinde
olmalarına tam olarak inanmamak gerekir yolda.
Mermercinin dükkânının önündeki yazısız mezar taşının karşısına bir
sandalye çekip onunla bakışıldığında yolda olan kişi ister istemez ona sorular
sormaya başlar –cevap vermesini gerçekten umarak– eğer benim gibi acemi bir
yolcu ise o sandalyede oturan ilk sorduğu soru “sen nesin?” gibi yanlış bir soru
olur. Bu soruya birçok cevap gelir ama bunların hiçbiri yazısız mezar taşından
değil soruyu soranın kendi kafasında ona atfederek yarattığı cevaplardır.
Sandalyede oturan içine düştüğü bu hayali yanılsamanın farkına vardığında –ki en
az bir saat geçmiştir bunun farkına varana kadar– ne soracağını bilmediği için
aklına gelen en yakın şeyi dillendirir: “Sen kimsin?” Ve ortalığı bir sessizlik
kaplar. Ama sandalyede oturan bu sessizliğin soruya karşılık düşen hiçlikten dolayı
olmadığını fark edecek kadar rahatsız olmuş durumdadır. Hava artık daha yavaş
devir–daim olur, bazen akmaz bile [rüzgârın duruyor olması düşünsel–mantıksal
olarak ilk bakışta imkânsız gelse de şimdi bu deneyimlendiği için artık nasıl olduğu
işaret bile edilebilir]. Havanın bu birkaç dakika için duraksaması yazısız mezar

24
taşının soruyu duyduğunda sebep olduğudur, çünkü beklenmedik, boş anında
yakalanmıştır. Daha sonra zaman biraz geçince hava tekrar eski hâline döner ve
elinde hâlâ bir cevap yoktur ama artık bir adım atmıştır. Elinde cevap olmamasının
sebebi ne mezar taşının üstünde bir şey yazmıyor olması (ki daha önce de
söylenildiği gibi bununla mezar taşının kendisi arasında kökensel bir bağ yok,
oradan çok uzakta bir yerde duruluyor) ne mezar taşının cevabı bilmiyor olması –ki
çok açıktır ki biliyor– ne de mezar taşının konuşmaya ehli olmaması –ki böyle
değil– durumu. Bunun tek bir sebebi vardır. Mezar taşı kendi olduğu şey olmasının
ve nerede kök saldığının farkındalığında olduğundan (bunu ona o sisli uçurumun
mekânsallığı verir) soruyu soranı yani sandalyede oturanı umursamaz, onu aşağı
görür, muhatabı olarak kabul etmez, ona cevap vermeye tenezzül etmez. Çünkü
ona göre sandalyede oturabilen ya yaşamdan ya da ölümden gelmiş olmanın ona
eşlik ettiğidir. Bu da onun, karşısındakini aşağı görmesi için yeterlidir çünkü
gerçekten de ölüm de yaşam da o kendi aralarındaki sisli uçurumdan daha aşağılık,
pislik yerlerdir.
Bu durumdaki sandalyede oturan için yapacak pek bir şey yoktur. Orada tek
başına otururken artık ne yaparsa ne söylerse söylesin yazısız mezar taşı onu kaale
almayacak ve onunla konuşmayacaktır. Peki, bu noktadan sonra ne yapılabilir?
(Aslında en basit düşünmeyle bile bu bulunabilir ama insanlık kendi tarihini
yazmaya, basit düşünmeyi bıraktığı ana yakın bir zamanda başladığı için hemen ilk
anda akla gelmeyebilir ne yapılacağı). Çözüm basittir. Yazısız mezar taşının
karşısına kendine muhatap alabileceği bir şey, birisiyle tekrar çıkmak ve merak
edilen o özsel kökeni o muhatap aldığı kişiye sordurtarak yazısız mezar taşı ona
cevap verirken yapılabildiği kadar kulak kabartıp cevabı duymaya çalışmak. Ancak
burada şöyle bir sorun kendini belirtir. Yazısız mezar taşının kendine muhatap
alma ihtimali olanlar yine onunla aynı mekânsallığa sahip olanlar (o sisli uçurumun
diyarındakiler) olacağından onlar da mezar taşının yaptığı gibi kaale
almayacaklardır karşısına ölümden ya da yaşamdan gelmiş olanın eşlik ettiğini. Bu
yüzden kabul etmeyeceklerdir yolda olan ne söylerse söylesin, duymazlıktan
geleceklerdir. Peki, o zaman ne yapılabilir?
Varlığa dair az çok bir şey bilenler onun katmansal yapısından haberdardır.
Bu katmanlı durumun sınırı yoklukla çizili olduğundan oluş içinde kalan her şey
kendi düzlemsel yapısını, düzlemini ve düzlem olmasını bu katmanlaşma içinde
yansıtmak, kurmak, inşa etmek, nefes aldırmak zorunda kalır. Varlığın verilmiş–
olma durumu ve kendisiyle bu kadar sık bir ilişki ağı oluşturması da buna bağlıdır
ve bu yüzdendir zaten. İşte bunu bilen yoldaki artık gözünü başka bir yere diker,
belki yazısız mezar taşının diyarından olanı onun karşısına ikinci sandalyede
oturtamasa da mezar taşının onu gördüğünde kendi türüne bir sebepten dolayı
yakın hissedeceği, onu kendisiyle aynı yerden olduğu için değil ama kendisine bazı
açılardan benzediği ve acıdığı için muhatap alacağını oturtabilir o diğer
sandalyeye. Sadece eğer bulabilirse buna uygun, böyle bir şeyi, birini. Bunu
ararken kullanılacak kriterler nedir peki? Ne aranıyordur şimdi? Yazısız mezar
taşına kendisini anımsatacak olan aranıyor. Yazısız mezar taşı nasıl peki?

25
Hakkında iki ufak şey biliniyor. Birincisi, oluş–içinde–olma ortamının, bir–
şeylerin–arasında–olma olduğu (ölüm–yaşam) ve diğeri de soru sorulduğunda
cevap verebileceği halde bir sebepten dolayı cevap vermemesi.
..sanırım ikinci sandalyenin sahibi belli oldu: Ev perdeleri.

Ev Perdeleri
Her ne kadar ev perdeleri, modern zamanlarda pencerelerin camların önünde
duran, kullanımına uygun olarak, istenmediğinde kapatılıp güneş ışınlarının ya da
başka insanların bakışlarının evin içine girmesini engelleyen; istenildiğinde
açılarak dışarının, dışarısı olarak dışarının, ferahlığının evin içine geçmesine izin
veren nesneler olarak görülse de aslında perdelerin perde olması bu sayılanlardan
çok daha öte ve fazlasını içinde saklar, üzerinde taşır. Bu sayılanlar hiç kuşkusuz ki
perdelere dair bir şeyler, hatta önemli bir şeyler, söylemektedir ancak bunlar
temelde perdelerin özüne ait olanların üzerindeki mantıklı, pragmatik, gerçekçi,
olgusal bilgilerdir. Perdelerin kendilerine dair daha özsel anlamları görmek için
bunların yanı sıra daha başka yerlere de bakılmalı.
Burada sanat, insanlık üzerinden bir simge yollayarak o başka yerlerden
birini işaret eder. Sahne perdeleri. Özellikle de tiyatro sahnesinin perdeleri.
Bilindiği üzere tiyatrolarda gösteri bittiğinde –ya da bazı yerlerde gösteriye ara
verildiğinde ya da sahneler arası geçişlerde de– perdeler kapanır. Burada perdenin
kapanışının simgesel bir gönderimi vardır ve bu gönderim, arkaik olmanın yanında
perdenin özüne dair de bir şeyler söyler. Perdeler çok açıktır ki oyunsal olan ile
günlük gerçeklik arasında durur. Perdeler kapandığında perdenin kapandığını
gören sadece gösterinin sona erdiğini ya da gösteriye ara verildiğini algılamaz. O
artık, perdenin işaret ettiği şekilde, oyunsal olanın varoluşunun sürmediğinden
haberdar edilir. Sahnede söz gelimi Hamlet‟i oynayan oyuncu sadece perdeler
kapanana kadar Hamlet‟tir, perdeler kapandığında o sahne arkasına geçip
kostümünü çıkarırken içkisinden yudum alan ve kendi performansını kendi
kafasından değerlendiren veya ne kadar yorulduğunu ama zevk aldığını düşünen ya
da günlük kendi hayatında ne sorunu varsa (eşiyle yaşadığı sorunlar, borçları vs.)
ya da güzel olan şeylerle (akşam eve döndüğünde eşiyle paylaşacağı yemek ve
anlar vs.) zihni onunla meşgul olmaya başlayan bir oyuncu olur. O, nasıl perdeler
kapanmadan önce olduğu kişi (günlük hayatında doğduğundan beri kullanageldiği
kişilik) değilse, perdeler kapandıktan sonra da kesinlikle artık Hamlet değildir. İşte
perde bu birbirinden neredeyse ölüm ve yaşam kadar ayrı iki farklı öğenin
ortasındaki yerdedir. O birbirine neredeyse zıt iki farklı gerçeklik (birisi kurgusal
birisi spontane olan) arasındaki düzeni, dengeyi, geçişi sağlamak için oradadır ve
açılır veya kapanır. Bu iki farklı gerçeklik birbirine zamansız gözüküp birbirine
karışmasını engellemek için, çökmemeleri için.
Ama perdenin kendi özselliğine dair bir şeyleri sadece sanatın yolladığı bu
simge söylemez. Aynı zaman da kelimenin kendisi ve geçmişi de bu özsellik ile
ilgili bir şeyler fısıldar. Kelimenin İngilizcesi olan curtain kelimesinin etimolojisi

26
biraz kazılıp rahatsız edilirse bu kelimenin cohortem (avlu), aulaia (perde), aule
(iç bahçe) kelimeleriyle ilişkili olduğunu kusar etimoloji. İnsanlık tarihinde ilk
evlerin sadece soğuktan ve dışarıdaki diğer tehlikelerden korunmak için yapıldığı
düşünülecek olursa pencere–kapı ayrımının henüz tam oluşmadığı ve aslında
bugün perde denilen şeyin bir zamanlar bezden yapılmış ilk kapılar olarak
görüldüğü çıkarımsanabilir. Bu anlamda perde hem evin yani “içerisi” olanın
sınırını belirleyen, onu oluşturduğu kadar ondan çıkışın ya da ona girişin de
mümkünlüğünü sağlayan, hem de –kelimenin isminin eski kullanımının da işaret
ettiği gibi– avluya, iç bahçeye geçişin, yani “dışarısının” sınırını belirleyen olarak
kendini gösterir. Perde bu anlamda iç ve dış gibi birbirine neredeyse tamamen zıt
iki şeyin arasındadır (yazıyı okumaktan sıkılanları “kapı”, “geçiş”, “geçit”
kavramlarının insana–dair olmasına daha yakın bir şekilde ele alınıp işlendiği
Kafka yazılarına yönlendirmeyi bu yazıya ve üstat Kafka‟ya bir borç bilirim. Ama
o özsel kökeni hâlâ arayanlara/yolda olanlara biraz daha devam etmesini öneririm
bu adımları).
Peki, perdenin bu arada–olma hâli ki hem içeriyi hem dışarıyı görerek, ona
maruz kalarak arada–olması ve onun iki–gerçeklik–arasında olması onu yazısız
mezar taşına benzetse de diğer kriteri unutmamak lazım, perdeye soru
sorulduğunda –doğru soru sorulduğunda– cevap verir mi? Buradaki kırılma noktası
sanırım bir perdeye sorulacak ne olduğuyla ilgilidir ve bu perdenin demin hakkında
birkaç şey bulunan özselliğiyle yakından ilişkili olduğundan sorunun ne olduğu da
açıktır. Perdeye “ne görüyorsun / neye bakıyorsun?” diye sorulur. Mezar taşına
sorulduğu gibi “sen kimsin?” diye sormak vakit kaybıdır çünkü bilindiği üzere
perdeler tülden olduğu zaman bile perde–olmaklığını kaybetmezler (ki tülden–
olma durumu, ona arkasında ne olduğunu gösterme lanetini verir ki bu perdenin
olduğu şey için belirleyici etmenlerden biridir.) Bu yüzden bir perdenin özsel
kökeni onun neyi gördüğüne dayanır. Ama burada perde beklenildiği gibi sessiz
durmaz, cevap verir bir süre sonra (ki bu durum yolda olanı ümitsizliğe düşürür
çünkü cevap verilmemesini beklemektedir o): içeriyi/dışarıyı görüyorum, hiçbir
şey görmüyorum, spontaneliği/kurgusallığı görüyorum vs. Ama bu kadar çok
cevap vermesi soruyu soranı işkillendirir çünkü sanki aslında perde soran kişinin
olduğu yere göre yine soranın gördüğü şeyi söylemektedir. Gerçekten de eğer
soran kişi içeride ise buna uygun olarak, dışarıda ise yine buna uygun olarak cevap
verir perde. Yani aslında perde aslında gerçekten cevap vermez. O da yazısız
mezar taşları gibi soruyu soranı kaale almaz ve gerçekte ne gördüğünü söylemez
(çünkü içeride iken dışarıyı ve dışarıda iken de içeriyi göremez perdenin
karşısındaki). Ama o yazısız mezar taşlarının ait olduğundan daha aşağılık bir
mekânsallığa ait olduğundan soruyu sorana cevap vermemeyi sessiz kalarak değil
onunla dalga geçerek, onu kandırmaya çalışıp böylece onunla eğlenmeye uğraşarak
yapar. Bu anlamda perdeler de yolda olana asla bir şey söylemeyecek olsa bile
yolda olan artık kendini daha ikna etmiştir ki eğer perdeye mezar taşına istediği
soruyu sordurabilirse aralarında bir konuşma olma ihtimali var gözükür. (Bu
noktadan sonra artık yapılacak tek şey kulak kesilmektir. Zira perde zaten kendisi

27
yazısız mezar taşının karşısına çıkıp onunla konuşmak için can atar, çünkü
perdenin özü de varlığın katmansallığına dair bir şeyler bilir ve yazısız mezar
taşlarının kendisiyle ilişkili ama kendisinden nasıl yukarıda bir yerde olduğunun
farkındadır, ondan bir şeyler öğrenmek, kapmak isteği ile dolar içi yoldaki
niyetinin onu mezar taşı ile karşılaştırmak olduğunu belirttiğinde)
Mermerci dükkanının önündeki yazısız mezar taşının karşısına iki sandalye
çekerken yolda olan, mezar taşı göz ucuyla karşısına tekrar gelen sıradana ve
yanındaki pis, garip şeye bakar. Bu göz ucuyla bakması her şeyi başlatacak olandır.
Bir süre sonra sandalyede oturan yoldaki gözlerini kapatır diğer ikisi rahat
konuşabilsinler ve tabii ki kendisi onları daha tam olarak dinleyebilsin diye.
(Sessizlikte biraz ev perdesine baktıktan sonra yazısız mezar taşı, onun için acı
duygusu geliştirir. Onun aşağılık yapısına üzülür çünkü kendisine hangi açılardan
benzediğini fark etmeye başlamıştır. Bunu gören ev perdesi de –onun durumunda
olan herhangi bir şeyin yapacağı gibi/yapmasının beklendiği gibi– kendi
aşağılıklığının farkında olarak, merak etti–rildi–ği soruyu sorar: “Sen kimsin?”
Ama yazısız mezar taşı henüz cevap verme anında değildir. Daha yeterince
acımıyordur çünkü. Ve daha sonra ev perdesi o hamlesine sıra geldiğini düşünür ve
blöf yapıp eğer isterse o uçurumu kapsayan sisler olmadan uçurumun nasıl
olduğunu anlatabileceğini –çünkü denildiği gibi perde olmanın özü onun iki farklı
ucu görebilmesindedir– söyler yazısız mezar taşına. Aslında kendisi de bilir bunu
yapamayacağını ve yazısız mezar taşının bunu yapamayacağını bildiğini çünkü o
başka bir özde ya da varlık katmanında kök salmış halde doğmuştur ama yine de
yapar bu blöfü hiç kararsızlığa düşmeden. Bu an yazısız mezar taşı için işlerin
dönüm noktası olduğu andır. Her ne kadar farkında olsa da ev perdesinin bu vaat
ettiği şeyi yapamayacağının ve onun da bunu yapamayacağını bildiğinin, yine de
ev perdesinin bunu bilirken ve kendisinin de bunu bildiğinin farkında iken hâlâ bu
blöfü deniyor olmasını en aşağılık olarak hisseder ve bu hisle birlikte acıma
duygusu en aşkın safhasına ulaşır ve yazısız mezar taşı konuşur)
Bütün kölelerimin benden daha temiz olduğu bir terennümde
Kendini okutmayan bir kitap kadar münis geliyor bana bu mezar sanatları
İrenk eden gafletlerle dolu bir kağışlanmanın melali her tarafımı sarmış
Tahammüllerin sakifliğini hariç..
İhtiyadi olmayan bir tasvirin mülhitliğinin naraları neyi töhmet altında bırakıyorsa
Benim tevdi edilmişliğim de aynı itimatsızlıktan muzdariptir.
[ahkam kesen bir teşrinde doğmuş olmalıyım..
Yoksa nasıl bu kadar muthtelif olabilirdim kendime]
Çareler batınidir,
O an öyle icap eden yalancı şahbazlığım ise mahsus ve yosun tutmuş kokar
Senin ne olduğunu arşınlayabileceğin ya da tercüme edebileceğin bir şeyin rehaveti değil bu,
Ensemde nefesini hissettiğim bu muallak, muallaklığın özünü ona satan şey
Yoksa intikal edilebilen ya da idame ettirilen o şey–yaralanmalarından biri olsa idi
Kendisinden satın almak için sunduğum/verdiğim tüm mahalleri
Böyle kolaylıkla suratıma çarpamazdı..
–tembihliyorum kendime..savsaklıyor beni..sökün ediyor gibi oluyorum..
Tedavülden kalkmama– (nihayet–telef–olan‟ım) (.)

28
(Herhangi bir mezar taşının özsel kökeni –ya da kökensel özü, zira bu
raddede aralarındaki ayrım çoktan yok olmuş halde zaten– kaybolmuştur ve onu en
ve asla bulamayacak olan mezar taşının kendisidir. Ve artık mezar taşının geride
kalan salt kendine ait olan özü kendini bu artıktan dolayımlayarak inşa etmeye
başlar ve bu inşa bitince de etrafta mezarlıklarda ya da mermercilerde görülen
mezar taşlarının ondan yapılacağı/ondan şekil alacağı madde hâline getirir kendini
mezar taşı. Ve bu geçmiş hikâyesi yüzünden de mezar taşları ölüm ve yaşam
arasında olmaya uygun düşmüşler olarak o sisli uçuruma götürülür/o mekânsallığa
iye edilir/oraya “taş”ınır varlık tarafından. En başından beri yolda olan durabilir
artık. Aranılan şey bulundu çünkü. Bu yolda bulunabilecek tek şey, sonradan “o”
olmuşsa da artık mezar taşının bile anımsamadığı bir, çoktan beri “o” olmuş
olandır.)
Sandalyede oturan gözlerini tekrar açtığında mermer ustasının ve çırağının
ona bakıyor olduğunu görür. Yolda olan tam olmasa da artık aradığını bulmuş bir
halde sandalyeleri yerine geri koyup gitmeyi düşündüğü sırada mermer ustası
perdeyi çırağa uzatıp üç tane çay ve bir sandalye daha getirmesini söyleyip oturur
diğer sandalyeye –çırak içeri gider hızla, belli ki ustasının yapacağı konuşmayı
merak etmektedir. Yolda olan ise, mermer ustasının şimdi mezar taşları ile ilgili
uzun ve sıkıcı/insanlığa dair–daha önce kesinlikle duymuş olduğundan emin
olduğu– bir konuşma yapacağını düşündüğünden konuyu herhangi birinin üzerinde
pek uzun konuşmayacağı şeye nasıl dönüştürebileceğini planlamaktadır çoktan.
Usta çırağının gelmesini beklerken hiç konuşmaz, arada yazısız mezar taşına bakar
ama pek öyle hakkında bir şeyler düşünerek bakma olmadığı bellidir bunun. Bir
süre sonra çırak da sandalyesinin üstüne üç tane çayı koymuş halde gelir. Ve daha
usta ses çıkarmamışken olsa bile yazısız mezar taşı yine o tepkiyi verir. Boşta
yakalanmışken “sen kimsin?” sorusu sorulduğunda verdiği tepkiyi. Hava yine
devir–daimliğini elinden bırakır.
Doğrusunu söylemem gerekirse ustanın ne konuştuğunu pek hatırlamıyorum.
Çünkü o an dinlemek içimden gelmiyordu ve başka şeyler vardı kafamda. Ama
yine de konuşmasının bir sırasında (belki de sonunda emin değilim zira oradan
ayrılana ya da eve dönene kadar kafamdaki şey beni meşgul etmişti) şunu söylemiş
olduğunu sanıyorum:
“Bazı mermerler ya da taşlar diğerlerine göre mezar taşı olmaya, yani kendi
olmaya daha çok direnir, hatta o kadar ki bazen hiçbir mermer ustası o maddeye
mezar taşı formu veremez ve bu form verme uğraşı sırasında taşı heba
eder..çünkü..ve bazen de..Bazı mezar taşları (öyle sonlanmış olsalar bile) en
eskiden oldukları şeyi anımsar ve bir mezar taşı olmak yerine ve onu olmaklığa
devam etmek isterler. Ve bu anımsama ve direnme onlara kendi özlerinden,
kökenlerinden kalan, olmaklık içerisinde taşınarak gelmiş tek şeydir.”

2012/02/05 – 00:17

29
Daha Az Seyahat Edilmiş ve Hiç Gidilmemiş Yollar Hakkında

me was one of the possible “I”s


that a particular self had finally become able to become
that’s why ev’ bends to notness..even time and death...Even notness’ itself.

Zaman lokalize olmaya tenezzül etmeyen bir savruluş iken


–varlık da bir malafanın artığından fazlası sanılmasın bu mekâna uzanışta–
Herhangi bir eski soru–cevap neyi celbedebilir?
Odaya girildiğinde ayağa kalkan mürekkepli kağıtlara rezil olmak..
..zincirlerle kakışlanan tekmil maralar..Kendi taksiratıma nazır bedeller..
..utanıyorum. Umursanmıyorum. Kendime müteakip gibi davranıyorsam
İnsanları sadece yazılarına indirgememe az kaldığındandır
(Sert rüzgârlarda bile ters dönmeyen şemsiyelere sahip insanlar görüyorum sokakta..
Doğrusu ya da sağlıklısı buymuş gibi adım atıyorlar)
..Anasonlar ve rasyonalizasyonlar mest olmuş, kokuyor
Tayfalar..Tayfalar..Sabit tutun beni
Zafiyet biyopsilerim bitmeden daha ne bu varlık meraklılığı böyle...
...ses yok... Sese tenezzül eden bir mekân da... Rahat bırakın beni...
Artık müteakip değilim hiçbir şeye.

2012/02/18 – 04:47

30
Rised Above the Vile

Sanırım şu an havaalanlarının teorisi üzerine düşünmek istiyorum. Kendi


bildiğim anlamda ufak bir geri ödeme için. Etrafa bakıyorum, zaten az sayıda olan
insanlardan uzak bir köşeden. Tüm bu işaretler, yönergeler, açıklamalar ne kadar
kendinden aşağı, insanlığa doğru çekiyor olsa da, bu; izleğin, kendi kökenini
oluşturduğu ontolojik yapıların yönsüz bükülüp–çökmüş hâli (bu ontoloji artık
sadece bir diğer soluk varsayım) ve havadaki bu duru, aromasız kokunun hareket
etmeyecek kadar kendi içine (ve aynı anda nasıl oluyorsa dışına da) dönük şekilde
etrafını saran boşluğu seyri. Buranın, evrendeki diğer tüm mekânlardan ayrı ele
alınması gereken o nadir yerleşme fazlarından biri olduğunu gösteriyor. Basit
anlamda sınırların empoze etmeye çalıştığı paradigmalara alternatifler aramaktan
daha fazlası. Diğer arayış patikalarının aksine buradan başlayan anlam,
paradigmaların da ötesinde sınırların kendi doğasında değişim yaratma ihtimalinin
gözler tarafından fark edilebildiği bir “an silsileleri” kümesinin içinde
döngüselliğine tamamlanıyor. Ama şimdi, bu ülkeden iki günlüğüne de olsa
kurtulmak için beklerken, neden bilmiyorum aklımda bir zamanlar –düşünmekten,
en az şimdiki kadar anlamadığım, cümlelerimin “yazarın yaşına göre potansiyeli
olan”dan “eh işte..garip”e henüz geçmemiş olduğu– sadece yazdıklarımı okumak
için uzak bir şehirden birkaç saatliğine geldiğini söyleyen bir yabancıyı
karşılayışım ve onun kafası karışmış hallerinin sonlanışı var. Adını, ya da bu
yaşandığında kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum. Ama bu senin hakkında,
uncomfortably numb one.
Aşağı inişinin herhangi bir diğer ziyaretten biri olmadığını savunmanı
Küçükken, beni tiksindiren görüntülerden kaçmak için yaptığım bu bozuk kaleydoskopun
Tesadüfen oluşturduğu siyah beyaz dalınçlara dayandırman,
Sadece, ben o bozuk şeyin tekrar işlevi olduğunu garipseyerek izlerken sustuğum için
Yanlışlanamaz gibi duruyor. Yoksa sadece tek bir argümana bağlı
Tüm bu sana sabitlenmiş gözüken itkisel ağın, eklektik iplerini takip edebilmen..
Önümüzde diz çökmüş fakir bir mezarcı, yapılan anlaşmaya uyup uymayacağını soruyor..
Konu ne bilmiyorum..sana bakıyorum
Anlamak ve ne cevap vereceğini birkaç saniye önceden bilebilmek için
Ama tüm gördüğüm sanki asırlardır bana bakıyormuş gibi olduğun..
Farkındayım..Aslında benden sadece tek bir an önce gözlerinin doğrultusu bana döndü
Ve onların arkasına koyduğun bu el yapımı üçüncü–sınıf samimi anlam da
Sadece iyi yaptığın bir diğer basit edebiyat..sıkıcı bir rol.
..Gecenin bir diğer atıl körü..Atebrin..ve..karanlıkta,
Sokak lambasının altında görülen, korkudan kaçışan kar tanelerine haykırdığın evlilik teklifi
İşte direkt karşına bak

31
(birkaç saniye sonra sembolizmin yeri kalmayacak)
O kadar da yeni olmayan new kyrios peşinden gelmiş..
Yorumsanmamış bir inziva yapıntısına soğuyamayacak kadar
İntifa ve irtifak hakları konusunda kafası karışmış bir şekilde..senin gibi

Bu noktadan sonra bile rölantideki İbsen oyunlarına ihtiyaç duyulması elbet


ki görmezden gelinmemesi gereken bir şey. Yine de kendi var oluşunun
başlangıcını hatırlayan yetkeler arasında tekrar kurulan denge ve doğru seçimi
yapmanı sağlayan nüansların takdir edilesi şekilde farkına varabilmiş olman, bu
ihtiyaç hâlini önemsenmesi gereken bir şey olmaktan çıkarıyor. Uyuyan bir
sonbahar ağacının sahipsizliğinde uçuyor şimdi bu uçaklar. Bazen, hangi
mevsimde bilmiyorum, yapraklar kendileri uçarlar ya havada. Tam rüzgâr
çıktığında uçmaya başlarlar ki kimse anlamasın uçabildiklerini diye, birbirleriyle
konuşup anlaşıp yaparlar elbette bunu. Bir çeşit oyun anlayışı onlarınki de işte.
Konuyu dağıtmadan söyleyeyim, kızma bana (kızarsın çünkü saçmaladığımda
bilirim) ben sanki o mevsimdeyim ya da o mevsimde doğmuşum gibi sırtımı sana
yaslamış, senin dibinde oturuyorsam. Sadece bu mevsimde ruh ve ten iki ayrı şey
değildir sanırım, o rahiplerin sandığının aksine. Tam da senin söylediğin gibi
aslında. Eğer ten sarılıp öpmekse ruh sadece sarılıp öpmeye atılan adımdır, gecenin
içinden çıkıp gelen, bu mevsimde. Şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Ama en
son ne yaptığını hatırlıyorum matmazel
You rised above the vile.

2011/05/22 – 01:16

32
House of Tenar (ve İçinde Uyuduğu Sıcak, Kırmızı Şarap)

Artık etkiselliğini yitirmiş karanfilvari büyülerin münzevi zırnıklığında


Uzun zamandır ziyaret etmediğim –ama çoğu kez uğradığım?–
Bir evin kapısıyla anlaşma yapmaya çalışırken buluyorum kendimi..
Ne kadar istersem isteyeyim beni içeri almaması için..
..Tenar‟ın evim demeyi seçtiği içinde–yaşama–yapıtından bahsediliyor sanki neredeyse
Ama kargalar ve baykuşlar için henüz vakti değil..
Ayrıca zamanın bu muhteris gevezeliğinde zaten ondan başka kimse,
Kemikleri topraktan çıkarmak için uğraşmaz.

Doğru kelimenin doğru mısrada kendine yer bulmasına güvenmemeli kimse.


Kendi payıma düşen tüm karanlığım şarap olsun, tanrıçalara yukarıdan aşağı yolu
gösterin bu şarabı kullanarak. Onlara satın almak isteyecekleri bir bakış açısı
getirdim, ayak basmaları; türleri doğmadan çok önce onlara yasaklanmış
diyarlardan. Hiçliğin yudumsal sanrısını (uykun, kâğıdın üstünü mekân eylediğinde
onu düşünme ile karalayan tanrıçalar öne çıkacaktır birazdan). Pazarlık yapanların
ayak bileklerine kadar su olmuş etraf (hayır, sızdıran bostan korkuluğu varlık değil
bu sefer). Ne mi istiyorum? Şaraplar en sonunda işe yaradı işte. Bir şey istemem bu
sıradan cümbüşünüzden. Ama yarışın. Birleşin. Gerekirse kendiniz gibi olun, nasılı
umurumda değil ama bir şiir için en güzel rüyayı yaratın. O kadar güzel olsun ki
zamanın tinselliği bile uykuya dalabilmek istesin. O kadar güzel olsun ki bu şiir
uyandığında buraya, yanıma taşısın kendisini, fark etmeden ve isteyerek. Şiirlerin
kraliçesi (ya da sonuncusu) olduğunu ilan ede ede tüm o diğerliğe.
..görülebiliyor,
Yeni ölülere yer açmak, bu sefer duvara bir şeyler asmakla ilişkilendirilemeyecek.
(ne nüktedan maskeler var artık ne de uykunun mütekabiliyetine dair olan
herhangi bir yara ya da teşekkül kanaması..)
Kendine bile hatırşinas olmayan irtihalin teki gibi nefret mi dolu bu basamaklar?
Yoksa geçmişin kendisiyle arasındaki tüm sorun
Tenar ve Sen‟in birbirini dinledikleri günlerden biri olmamasından mı neşet ediyor?
Bu imkânsızdı. Ama şimdi gerçekten görülebiliyor işte..
Hâlâ varlığın tüm etrafına yapışmış hâlde orada..
Dalga geçiyor benimle, aşağılıyor beni..Ne Tenar ne de sen artık değiştiremezsiniz bunu
Artık hayal kurmaya dair çoğu şey daha pis..çok daha pis.

Biliyorum birazdan karanfilleri takip edip uzaklaşacağım. Ve bu


uzaklaşmanın öznesi olduğumu asla hatırlayamayacağım hayatım boyunca. Yine
de duraksıyorum bir an için ve içinde bulunduğum zavallılığı bir kenara bırakıp
daha geniş bir çerçeveden kendime pay çıkarmaya girişiyorum. Tıpkı o bahsi geçen

33
zavallılığın eğer yapabilseydi yapacağı gibi. Birilerini özlediğimi görmek güzel.
Nasıl olduğunu bilmesem de birkaç saniye için bu evde –ya da bu evin simgelediği
ve Tenar ve Sen‟in aynı kişi ya da kendileri olarak içinde bulunduğu herhangi bir
evde– yapılan iğrenç şeyleri düşünmemek de öyle. Her ne kadar yapamayacağımı
söylesem ve buna inansam da sanırım gerçekten isteseydim çoğu şeye rağmen –ki
bunların başında güçsüz bir egoya sahip olmam var– sahih bir arkadaşlığı devam
ettirebilirdim ya da baştan kurabilirdim. Ancak şu var ki ben ne olursa olsun ya da
ben ne olursam olayım ya da karşıdaki affedilmeyi gerçekten hak etse ve
affedilsem bile kendine özgün ve has hikâyeler böyle durumları içermez. Daha
önce hiç okumadığım gibi okusaydım da sıradan bir hikâye olduğunu düşünmekten
kendimi alamazdım. Bu yüzden aslında artık farkına varılmalıdır ki buradaki sorun
ne ben, ne benim, ne ev ne de evin sakini. Buradaki sorun –ki bu bazı sorunlar gibi
çözülemezdir ve sadece bırakılması gerekir– özsel hikâyelerin insanların değil ama
karanlıktaki gölgelerin düşündüğü yerlere gitmeyi istediği ve bu hikâyelerin asla
birlikte, arasında yürümediği insanlar hakkında konuşamadığıdır. İşte Sen‟in de
Tenar‟ın da (ki bunlar aslında hep aynı ve tek kişi idi sanırım) –ve o evin de tabi–
bana zaten bildiğim ama tekrar sonsuza kadar öğrettiği şey bu oldu.

Uzaktan da görülebiliyor. Kargalar ve baykuşlar bu yöne doğru geliyor, takip


ediyor beni. Ve ben güzel karanfillerin arasına tek başıma geri dönmüş hâldeyken
farkına varıyorum. Kapıdan girmek istemeyi çok uzun zaman önce bırakmışım.

2012/03/12 – 00:37

34
Yanlış Uvertür (Deborah’nın Sessizliği)

Yazdıklarını okurken..seni dinlerken..bir şekilde nasıl oluyorsa hep


arkadaymışım gibi hissediyorum..söylediğin kelimelerin gerisine düşmüşüm
sanki..sayısını bilmediğim anlamlar önden gidiyorlar benden..bu anlamlar..sadece
içinde bulunduğum odada nereden geldiğini kestiremediğim kadar esansını kendi
içine saklamış bir koku gibi..yanılsamalardan biri de bu..kokuyu takip edemezsin
asla..ama kokunun simgesi olması için seçtiği havadaki toz patikalarını gözlerin
kapalıyken bile görebilirsin..kendimi sana bırakma edimselliğinden, bilmediğimi
sandığın bir şeylerin güzel bir şeyleri ortaya çıkaracağından sanki bir kâhin gibi
emin konuşuyorsun..öylesindir belki de..ama inan bana gözlerim ne söylerse
söylesin o kadar da bilmiyor değilim bu dilin olasılık hesabından..aksiyomatik
kabuller, kişiliğe içbükey manipülasyonlar..bunların hepsinin ne kadar olumlu
şeyler olduğunu biliyorum..en azından kulağıma geldiklerinde yadsımıyorum sanki
kaçınılması gerekecek kadar büyük yalanlarmış gibi..ama bu bahsi geçen
sanatlar..diğerlerine oranla daha zor olanlar..herkesin yetisi değil yapabilmek..hoş
bunun bir önemi yok çünkü ben biliyorum kolaylıkla yapabileceklerin
arasındayım..şeylerde orada olmayan güzelliği bulmak, yaratmak, kendini buna
bırakmak, bunu inşa etmek, sürekli. Yeniden. Her yıkıldığında. Gözlerimin aşağı
çekmiş olduğuna bakma..yapamayacağım şey değil bu..ama görmek istemediğin
bir şey var: bunu yapmak istemiyorum ben. Orada olmayan bir şeyi kendim
yarattığım sürece dünyadaki tüm ortalamanın üstündeki zekâlar, işe yaramaz bakış
açılarına kendi aynalarını tercih edemeyecek kadar başkası olmuşlar, mavinin
herhangi bir tonunda kot pantolon giyenler, kırmızı oje sürenler, tanrıya
inananlar..bunların hepsi benim..dahası..sevişmekten korkan, tiksinen, bu halleri
yüzünden geceleri ağlayan tüm depresif bakireler..hepsine ait olabilirim..ya da
birine..ama..eğer orada olmayanı kendi içimde inşa etmeye kaldıysa iş..böyle bir
şeyi yaşamak istemiyorum..bir parçası olmayı..tarihe ismimin böyle
yazılmasını..bunun ölümle, ölüme doğru nefes alan, düşünen reve olmakla hiçbir
alakası yok..neyle alakası var bilmiyorum..önemli de değil..bunun teorisini
kurabilecek bir hayatım yok benim (belki sadece estetik bir kaygıdır
içimdeki)..sadece uzaklaşıyorum işte..küçüklüğümden beri tek istediğim..Eda‟dan
öncesi de dâhil buna..sadece, ama sadece kendime ait bir hikâyenin içinde
kaybolmuş olmaktı..orada unutulmuş olmak..seninle bunu yakalamam imkânsız
artık..her ne kadar “bana” bir şey yapmamış olsan da..kendi tarihsel çizgiselliğine
yaptın ki..ben artık o çizgide sadece bana dair bir hikâye göremiyorum (eminim bir
zamanlar sen de beni çok sevmişsindir ama bunun konuyla alakası olmadığı kadar
önemi de yok). Yalan söylemeyeceğim seni özlemiyorum..en azından senin
özlememi umduğun şekilde değil..ya da hayır..hiç özlemiyorum..öyle bir yetim var
mıydı hiç ondan bile emin değilim (hatırlamadığım bir yaşta, ölümün gözlerine
bakıp da hiçbir şey hissetmemiş biri olarak söylüyorum bunu) ama arkadaşım
olman rahatsız etmiyor beni..ki üzerine düşünsem bunu kimse için söyleyemem
sanırım şu an tanıdığım..böyle konuşmak yetiyor bana sanırım..bekledim dün ve

35
bugün seni gelirsin diye ama sanırım tekrar dışarı çıkmaya alışma sürecinde
uyuyorsun eve gelince) eğer istersen tekrar telefon kullanmaya da başlayabilirim
ama yüz yüze görüşmek..aldığım nefesin bu tür bir hayata harcandığını görmek
tiksindiriyor kendimden..elimde olmadan odam dememi bekledikleri bu yerden
tüm gün boyunca hiç çıkmadığımı fark ediyorum karardığında etraf..sadece yalnız
kalmak istiyorum..daha fazla bir şeyler yazmam gereksiz..belki ileride görüşürüz
tekrar ama yakın bir gelecekte kendimde o gücü görmüyorum..umarım konuşuruz.

2010/03/03 – 00:17

Biliyorum, senin için bu hâlim mutat bir dışlanmışlığın katlanılabilir götürüsü olurdu hep
Benim için ise,
hangi masa olduğunu anımsayamamak kadar müptedi o kokunun revan olmuşluğu,
Yazılmamış bir trajedi gibi..korkutucu
görünmeyen uzakların sonuna..Denizlerin tensizliğine..Buraya..benim olamadığım bir yere.
(.) Olduğum şey her ne ise artık berdevam..
Ama hâlâ bu uykusuz paradigmaların kaymasını engellemenin layığının aşağısında olanım..
Hele ki içimdeki kanare bir şey tökezletiyorken karanlığın boşalan soluğunu
Kendisine ruh denmesi onun benim için yüzleştiğim kanayan bir beis olmasını yırtar mı?
Asla. Bir de seni dinliyorum, orada kendi hâlinde yalan olmadığı sürece güzel bir şeyler
yaratacağına inanmak isterken birazdan titremeye başlayacakmış kokan bir tavırla
konuşuyorsun..sorun olan bir şeylerini bulmak herkesleyken olduğu gibi, kolay. Bu yoldan
gidemiyor olmamı ister etrafımdaki çoğu şeyin beni kendisine yöneltecek kısımlarından
yoksun doğmama bağla ister yalnız yaşayıp ölmekten korkmanın üstesinden gelemediğim
için attığım tersine adımlara..ama en az ben yokken olduğun bu yeni sana duyduğum
yabancılık kadar nasıl yaşadığını umursayamadığın gerçeğinin de üstünü zar zor örtmüş
olursun sonunda..
Senin için inşa ettiğim bu kemanların yanmasını izlemek
Hangi günaha âşık hissettiriyor kendini tahmin edebiliyorum
Artık yazabildiğini de bu çoktan bitmiş melodiyi,
İpeksi sağırlığın tüm etrafa yavaşça ağarken
–kabul ediyorum hâlâ hırsız olanım–
Kotorize edilmiş bir uvertürüm, yanlış..Duvarın ne tarafında olduğum önemli değil.

Tek seferlik ziyarete gelen bir gezginin odada geride bıraktığı yazıya konuşur
gibi konuşmalı bazen sanırım. Kokunun dekoltesinde bileklerim yanar, sadece bir
sonraki rüyaya ulaşmayı sağlayana kadar. Daha sonra ilk önce ses ve ışıklar
uyuşur, sanki asırlardır aynı yatakta hareketsiz yatmışlar gibi (bu noktada varlık
kendi içindeki tüm yarı–tanrısal kahramanları defeder, kovar kendine gelebilmek
için) sonra mekân korkudan bir yere saklanır zira uyuşma sırasının ona geldiğini
bilecek kadar her yerde olmuş ve görmüştür çoğu şeyi. İşte bu an eğer yeterince

36
şanslıysa ve yalnızsa, karanlık izin alır zamandan. Hükmetmek, tüm o kovulma ve
uyuşma yüzünden içi boşalanı doldurmak için. Zamanın buna izin vermesini her
şey tesadüfü ya da anlık olarak yorumlar. Ama aslında öyle değildir. Çünkü hiçbiri
tahmin etmez ama eğer karanlık devreye girmezse o boşalma işinin ucu zamana
bile dokunabilir. Birden gözlerimin tavana baktığını fark ederim. Soluma dönerim
hiç düşünmeden, kendiliğimden. Duvarda senin uykun asılı. Artık bileklerim
yanmaz hiç. Senin, bana ait olmayan anıların bedelini ödetmeye çalışan
hatırlayamadığım bengi bir sesten ibaret olmadığını biliyorum..ama yanılsamaların
insanın yüzüne yapışan maskeler gibi olsa da senin hikâyende yerim olmadığını
çalan şey bu değil..
Yanındayken mutsuzluğumun değişmiyor olması...gerçek sessizliği istiyor olmam
(.) Ben bırakıyorum..
Seni sevdiğini söylediğinde
Artık kendime inanmamın evsiz bir köle gibi hissetmeme sebep oluyor olması.

2010/09/11 – 02:57

37
Rebecca’nın Deniz–Diyarındaki Haunted Monologlar

Bazı insanlar vardır, istedikleri ve ihtiyaç duydukları şeylere sahip


olduklarında hikâyeleri dengeli bir patikaya girer. Hikâyelerini oluşturan taşlar o
kadar yerine oturur ki hayatlarının bir diğer kurgudan ayrıldığı yerler çoğu bakış
açısından fark edilemez bir hâl alır. Bu fark edilemezlik nihai anlamda önemsizdir
ve burada bahsi geçen patikaya yönelmiş olmak bile sağlıklı ve doğru bir
davranıştır. Kendisini öyle göremeyenlerin de dâhil olabileceği çoğu insan yeteri
kadar böyleydi.
ama bazıları var ki, onlar hakkında konuşmaya
tamamen alışılmadık bir cümle kurarak başlamak gerekir.

Belki de hâlâ görece genç olduğum içindir ama o tür cümleleri şu ana kadar
pek kuramadım ve nasıl kurulabileceğine dair birkaç zayıf tahminim olsa bile,
hiçbir zaman bu sanatı öğrenebileceğimi sanmıyorum.
Ama bir keresinde gördüm. O tür cümleleri kurabilen birini, Rebecca‟yı
Çürümeden anılaşmayacak spesifik bir uzay–zaman ve
Mat bir yuvar ile işaretlenmiş tuhaf bir polinya
Rebecca’nın kendisine iyi davranmak için seçmeye çalışırken
kararsız kaldığı iki tecelli bunlar
Siyah bir boyutta batmış sarmal zaman tayfı..her seferinde olduğu gibi, çirkin
Ama bu bir büyüteç kadar tekdüze, soğuk deniz
Saatin çarklarındaki alazlanmış tüm kararsızlığı çevsizliyor.
Gelgitlerin sadece altı saatliğine izin verdiği toprak yolculukları da
Gerçekler konusunda tutumlu davranma yanılgısını seçiyorlar
Denizle eş seviyede olan her ölümlü sembolün hayatı boyunca en az bir kere yaptığı gibi..
(.) Öyle sembolleri ki, kendi ruhlarındaki yivlerin resimlerini çizebilen kadim çobanlar ile
Tüm berketilmiş tinsel meduzaların
Korku içinde orun olarak görüp kabul ettiği deniz fenerleri
Birbirini tahmin edilebilir kılmaya çalışmıştır asırlarca, onlara sahip olabilmek için..
..Öyle bir toprak yolculuğu ki,
Kötü bir ekinoks için geçmişi ve şimdiyi aynılaştırabilme yetisi bahşedilmiş,
Soluk alan bir menfez görebilirsin bu yolculukta.
(.) On–iki sene sonra dönüş..
Üzerine uyuyup unuttuğun hikâyelerin kadar kaotik, sessiz, bu rıhtımdaki adımların.
O hikâyelerden birini hatırlıyorum..bir kudas histerisine dönüşmekten kaçınmak için sadece
yağmur yağdığında seyahat eden yolcular hakkındaydı..

38
That always dine alone.
Kendi ismini önemsemeyen bir denizcinin iskambil kağıtlarıyla tek başına oynamak..
Eğer başka biri olsaydı, sintinedeki alınmayı bekleyen mesuliyetler belirliyor olurdu
Tayfaları ve onların ölümlülüğünü, eğer başka birinin mazisi olsaydı,
Sarnıcı dolduran bu baştan savma sunuların kullanmadığı insiyatifler
Belki söz sahibiydi şimdi
Tüm bu sıkıcı devranın nedenselliğine üşüştüğü sahte korelasyon gölgesi üzerinde
–dümenin gölgesi?–
Rebecca bu elli–iki kartın neden zihnen dengesiz davrandığını biliyor
–hiçbir mavna kurtarmak için yaklaşamayacak asla–
Kozalakların evrenin sonunun gelmesine sempati duyduğunu düşündüğün delüzyonların
eski fotoğraflara bakmak ile yakın bir arkadaşın mezarını ziyaret etmek arasındaki fark gibi..
“Düşüyor” ikisi de..

Cennet kapısından içeri alan melek ile yollar ayrılmadan birkaç anlık
konuşma gibi bu monologlar..Gümüşü kuşatan sağırlık adımsasın o kendi
mekânından kovulmuş tinleri. Cennet yürüyüşleri siyahın karanlığa sattığını geri
alacak bu tavan–arası ritimlerle (ve en ufak bir deniz sarhoşluğunun bundan haberi
bile olmayacak). Kucak açsın dileyen o koku olamayan anılara. Burada başka bir
uykusuzluk hüküm sürüyor. Yakınma, bir dağ olmak için çok uzakta. Yakındayken
de bir şiir tozundan görünmez ki orayı mesken–bilmişlik (nasıl da bileğini koruyor
varlık bak, neredeyse yaşamak istiyor diyeceğim). Adımsanmak rayına yerleşiyor
hiçliğin. Ben seninleyken geriye kalanlara sağırım. Yürüyorum cennette sadece.
Yanında.
Bu, tekrar canlı hissetmek için değil..ya da o güzel anıları son bir kez daha yaşamak
..Rebecca fikrini değiştirmeyecek –ve onun aklı çoktandır paslı bir teneke–
Yıllar geçtikçe, onun manası vuku bulacak.
Bu sahibi belli salıncakta rol yaparcasına sallanırken, asıl yaptığın
Ölmüş bir sembolü hatırlanması kolay bir sanrıya gömmek..bir ateistin yapacağı şekilde
Bir deniz fenerinin kimlik bunalımı..önceden–sezilebilirliğe yakınsamanın sonunda
Ve geriye kalanın kabul–edilmeyişinin..
Sanırım Rebecca‟nın toprak yolculuğu tam olarak bu noktada bitmiş olmalı. Unbalanced.

2011/08/01 – 02:51

39
Isırık–İzleri ve İçe–Doğma (Lizbeth ve Bethany’nin Hikâyesi)

Lizbeth bugün beni ısırdı. Ona son zamanlarda ne oldu anlayamıyorum. Eskiden ne kadar
da zarif, düzgün ufak bir kızdı. Sonrasında dudaklarını bile yaladı. Bu yeri terk etmeliyim.
Mary Turner

Evaline‟in, onu doğururken öldüğü, hayalperest sayılabilecek bir katre..Lizbeth


–geceleri yalnız uyuduğu odasında müstahkar hayaletler de yok aslında ama–
kaynağı nedir bu neolitik rüyaların aşırı ve hâlâ ziyaret–ediliyorluğunun?
–ediliyor oluşunun değil!–
..camdan dışarı kaçmış (ya da orada gelmesini beklediği) tarazlanmış ninniler mi?
Hani şu ram edilmek doğasında olmayan, meçhul efsunları içinde taşıyan..
Hiç sanmıyorum. Karanlık ile gölge arasındaki denklemden
Işığı çıkarıp onun yerine karanlığın lebriz edilmişliğinin
Bir sonraki adımını koyan o menfur sergüzeştte ben de sürüklenmiştim bir keresinde..
Tenha yarasaların uyararak resmettiği faz ile “düşünülemez”in zindanı arasındaki bağı
Çağıramayacak kadar meşgul olur o hâle gelmiş ninniler.
(...) Sanırım o hayaletler sadece onun üzülüyordu
(ama o acı çeken hayaletlerle bile konuşmaya izinli mi?)
Kendi hilkatine açılabilen, met–cezirsel bir portal
Ve bu portalın diğer tarafında kalan teskin edilemez bir bahçe..
Ölümün bu bahçesinde dört yapraklı yonca aranarak geçirilen bir günün
Sonundaki insan, Bethany. Aksetmesini bırakmış beyhude bir marduğun çehresi,
Bu bahçenin her karışından sahral ülfetlerini çalarak kendine katmış,
Zeval veren ibretlere eset etmek yerine anlamsızca göz belerten bir ruh fukarası..
Gökyüzü bir hazan velvelesi kadar kırmızı ve donuk olmasına rağmen bu bahçede
O hâlâ marifetinin bir parçası olmayacağını bilmediği, kadim ihya otlarını arıyor.
Hâlbuki bir yukarı baksa..
(.) fark etmezdi..yine de göremezdi burada sessizce yatanların bazılarının bile göremediğini,
Önce o lebriz edilmişliği hissedebilmek gerekirmiş..tüm etrafı sarmışlığıyla
Bir üstat söylerdi bunu: we should see through the eye, and not with it
Bethany ise uzun zaman önce satmış olmalı hissedebilme yetisini..
O met–cezirler, bundan daha fazlasını ya da daha azını talep etmez çünkü..
O hilkatin anlık görüngüsünün,
portaldan geçen herhangide oluşan ölümcül vehmi ondan silmeye karşılık olarak.

(Ama biliyorum, Lizbeth buraya gelmek için başka bir yol kullandı)

40
Bundan seneler önce, o henüz buranın varlığını bile bilmiyorken ben
buradaki mezarlardan birini açmıştım. Ölüler gerçekten dedikleri gibi huzur
bulmuşlar mı diye merak içinde olduğumdan. Bunun yüzlerinden okunabileceğini
düşünürdüm o zamanlar. Sonraları bu yanılgıdan uzaklaşmış olsam da tam olarak
onun içinden çıkamadığımın hep farkındaydım. Şimdi tekrar dönünce buraya, artık
sadece havaya kendi akışkanlığını kaybettiren bu herneise‟nin sanatını..en
sonunda..sadece seyredebilirim.
Ölümün mekânı ölünün mekânıdır.
Şu an geri dönüp ayakta durduğum,
Bu içinde benim için hiçbir şey olmayan insafsız bahçe..bu masal, Lizbeth‟in kokusu..
Onun hiçleşemeyecek kadar yok varlığına basıyorum..
I am, silenced her..when, for and whilst in her non–tactile lair..her dining table
...evil will never realize what it ate..
(.)
Bethany bu masalın nasıl bittiğidir..cahil, bengi, durdurulamaz bir bilgi ikazı
Ve Lizbeth..o; egziste–olmanın, egziste başladığı (yer ve eyleyen olarak) kabustur..
...ve ısırmaya.
(.)
Bu yüzden şöyle derler hayali olarak..
bu; ölülerin, yaşıyor olanların, ölüyor olanların ve yeni–doğmuşların masalı değil!
...
Tüm bu boş ninniler ve suskun hayaletler etrafında asılı–süzülerek daireler çizerken
Bethany’nin yalnız sayfiyesinin ve Lizbeth’in gececil uçurumunun.
2011/11/05 – 05:49

41
Yüzü Asık Kızın Gölgesinden (Fiona için bir Beckoning)

Bazı sabahlar, eğer yeterince hasta uyanmışsam kahvaltı bitene kadar âşık
olduğum bir eski sevgilinin hayali bana eşlik ederdi masada. Aslında herhangi
birini bir daha asla görmek isteyemiyor olmama rağmen çoğu zaman eski
sevgililerime hâlâ aşığımdır (ya da kandırılıyorum kendi–m– tarafından). Ama
onun bana eşlik etmesi nedense hiç rahatsız etmezdi. Hatta itiraf etmeliyim ki bazı
sabahlar uyandığım ilk an istediğim şey, onu masada görebilmek de olmuştur –
birisine kahvaltı hazırlamayı seviyorluğumla alakasız ama bu– ancak yine çoğu
zaman yaptığım gibi tek taraflı düşünüp konuştuğumdan bir şeyleri kaçırıyordum
sanırım beni ziyaret ettiği bunca sefer. Çünkü bu sabah masaya oturmak (ki bu
davranışı o masayı benim masam kılardı) yerine belli bir uzaklıktan bana ara sıra
bakmayı tercih etti [ki tek başına kahvaltı yapmaya ne kadar çok aitsem bir o kadar
da kahvaltı yaparken birisinin bana katılmayıp uzakta durmasından nefret ederim].
Emin değilim ama sanırım bu son seferdi. Artık beni ziyarete gelmeyecek.
Kendi varlığının bile lüzumsuz gördüğü, bedbaht bir öğleden sonra
Utancından geri içeri sürünüyor..berraklık dileyen bir merhamet vardiyasının sonu gibi.
Geriye kalan gün çirkin..Günün geriye kalanı ise rehnedilmiş bir dilekten fazlası değil.
–herhangi bir çocuğun herhangi bir doğum gününde aklına gelmeyecek,
gelmemesi gereken türde bir azatlık dileği–
(.) ama yine de bunu diledi..ve şimdi her şey kötü bir anlamda klasik
Her şey uykuya yabancı artık.
–Onu dışa çıkarmaya asla muktedir olmayacağım..ama ben, onun tamamından dışa çıkacak
Tıpkı onun yaptığı gibi..ve bir gün onunla gerçek dışarıda buluşacağım.–
Çünkü kayıp bir inci‟den bahsetmene rağmen..
Bu her zaman, hakkındadır –ve en çok eder olandır bu–
Kavkın üzerindeki ufak çizgiler tarafından yaratılıyor olmakta olan desensel–örüntülerin.
(.) Siyahı sevmek ile renkleri terk etmek arasındaki ayrım tekrar inşa ediliyor..

Bazı akşamlar mide durdurana kadar bilerek kusuyorum. Bazılarında ise


sadece kendisinden bile zayıftı. Gülümsediğini pek hatırlamıyorum ama herhangi
bir konuda hayır diyemeyeceği hiçbir insan olmamasını kendisi için yanlış bir şey
kabul ederken, içinde bulundu(rdu)ğu yeni, alışık olmadığı durumdan kurtulmak
istediğine pek çok kez rastladığımdan diyebilirim ki hikâyesinin o yöne evriliyor
oluşunu izlemek hem hareket etmesi hem de durumu ait olduğu gibi aşağılayarak
ondan çıkması için yeterli idi. Seneler sonra bazen gözlerinde asi bir ergenin başka
kimseye ihtiyaç duymadan rahatlıkla hayatta kalıp artı değerler (en güzel artı değer
ya da herhangi bir artı değerden çok daha fazlası) yaratabildiği ilk aylarda hissettiği
şeyi görür gibi olurdum. Hoşuma giderdi bu. İyileşiyor olduğunu görmek.

42
Daha sonraları iyileşiyor olmanın çok daha üstüne, ötesine çıktı. Ne zaman
onun şarkılarını dinlesem ya da sözlerini okusam, onunla aynı dönemde yaşıyor
olmanın benim için ne büyük bir şans olduğunu ve bundan ne kadar çok onur
duyduğumu tekrar anımsıyorum.
Kelimeler kendi yolunu ve içerideki yerini bulur..ben sadece onları kağıda dökerim
Fiona

Trajediler ve kederli sanatlar, son–bulmadan daire çizen bir chiasm‟ın tract‟ları gibidir
Hangi noktada olduğun fark etmez, eğer yeterince yürürsen, bir kavşak çağına gelirsin
Trajedileri sanata dönüştürek..onun yaptığı..onun, yapmakta en iyi olduğu.
O, sevme‟de en iyi
(onun nasıl aşka düştüğünü duydum)
(.) Henüz daha tanışılmamış varlıklara vahiyvari, küfelik aşk mektupları yazıyor
Kendine bir ruh adandığının farkına varan bu meşale kapıları..
Ama ait olmaktan çıkamayacakları bu kamburlaşmaya meyilli sokaklardayken,
Hiçbiri onunki kadar güzel, edvarımsı libaslara sahip olamayacak asla
[ve o, çoğuna nihan duran afak..o esriyen rayihalığın seyri..
Duyuyorum, senden başkasına açılmıyor..isar olmuyor]
–üstatlarımdan birisin sen de artık–

Sözleri anımsanmayan bir kış ayini duası gibi bu ayna. Elinde kış tutan bir
büyücü. Uzaklaşıyor sadece bir melodinin tahrip edebileceği kapı–dışarılıktan
doğru. Koynum kendisine sığmayan kötü bir haber gibi davranıp takip ediyor onu.
Gece kendisi olabildiğinde neyin tininde iz çıkarabiliyorsa bu saydam ıslaklıklar da
onun kölesidir artık (kaç gün sonra özgür olacaklar tekrar? Bilmiyorum). Varlığın
paravanımsılığı köşeleri kapıyor işte teker teker. Neredeyse boynumdaki
tasmalarım dokunabilir–olmaklığa düşecek. Bu ayin ise, sen. Benim utangaçlığımı
kendisinde yaşayan kar–kışım. Tanıştığım tek büyücü. Kurtarır mısın ki beni? Sen
korkudan bir sunağa saklanmış koynumu getir kendinle. Ben de o şarkıyı ikna
edeyim. Kendini kurtararak.
Herhangi bir derin imbattan hâlâ beklediğim,
Buğulu bir tuhfenin hatırasının eksikliğini çekiyorum,
Burada tek başıma bir diğer kahvaltımı yaparken. Senin.

2011/12/10 – 06:27

43
Sığınaksızlık ve Zaman–Çanları (Violet Biliyordu)

Eskiden çoğu oyun teorisinin kendine özgü, loş parşömenler üzerine


kurulduğunu çıkarsardım, o kadar ki bu parşömenlerin okunabilmesi için gerek
duyulan esrik iskemlilerin bir araya getirilemeyecek kadar paslı yankılarca
parçalandığına bile inandığım anlar olurdu. Belki de çoğu zaman hâlâ böyle
yanılsayan biriyimdir, ancak artık eminim ki bir oyunda sahneden farklı zamanda
inseler de aslında tüm oyuncular sahneyi aynı anda terk eder düşüncesini
taşımıyorum.
Ve bu doğruyu sadece senin performansına borçluyum, Violet.
Adesesiz hiç olan muhterisliğin hoşa gitmeyecek yangını
Ve kasvetengiz bir kıyının; kapılarının açık bırakılarak terk edilmesinin
Simgesini çalan sisin kustuğu akkal..
Bunun dışarı sürüklediği kanlarla sınırları çizilmiş bir tiyatro salonunun
Birlikte başlattığı bir kâğıtsızlığın yanlış yorumlanması..
Çarptırılmış bibliyomaninin (hayır değil) ve daha birçok şeyin arkasına saklanan
Bu içine düştüğün. Hiçbir koşul altında keskinliğini kaybetmeyecek kadar
Yasak ve yukarıda duran elektriğimsi bir asıla–gelişin etnik sanrısı
Senin için en fazla unutulabilir bir hayal kırıklığı olabilir.
Kül şemsiye iskeletlerinden kaçtığın sığınak ise holistik olmayan bir ilaç.
(.) Birkaç ufak sırrı hareketsiz kaynayan sahte elmasın
Herman kasırgasında dağılan bağımsızlık anlayışında bulduğu kişiler için olduğu gibi
Kriptoloji senin için de son nokta olamaz
Özellikle kimse, senin tek başına bu yöne gittiğini bilmiyorken.
Zihnimdeki tüm bu fistüller,
Bir zamanlar orada olduğumu hatırlayabildiğim deniz fenerleri gibi..
Düşüncelerim ardından dibe batıyor,
ve o an geldiğinde şunu söylemekten başka seçeneğim yok:
Kimin kötü, aptal ya da canavar olduğu önemsiz.
Sana eşlik etsin diye satın alınmış bu bavulun içindeyken
Bildiğim hiçbir batık ayna en az bir boyut kaybetmeden var olmaya başlayamayacaktır.

Kadim müziklere ve melodilere adanmış ikincil bir sığınak bu. Yılgın


şiirlerin siyaha çaldığı her tek yönlülük kadar, ben de cahilim o sığınak gibi, bu
melodiler yanımda olmadığı zaman. Gölge adımların peşinde olduğu safsatalık
kendini kabul ettiriyor bir varlık–çırpıda. Çok daha geç kalınan bu yalnızlık ise her
şeyin başladığı yere beynimi geri çekiyor sanki. Bir başka pazartesinin anısında
sonlanmakta şimdi tüm söylemediklerim (acıyorum neredeyse kendime). Bunlara

44
sahip olan tüm bu üste çıkmışlık ise bir diğer külleşmiş uyku. Hikâyeler
duraksamıyor bile burada (biliyorum en azından bir tane şey var benim gibi
hisseden). Şiirler kendini siyahtan geri çalıyor olacak birazdan umarsız ve
iyileştirilemez bir tavır ile (başlamış sanki?). Sonul yavaşlasa da gece, sığınak–
olmaklık yetişemiyor hâlâ. Sizin sesinize dair herhangi bir şey duyulmuyor burada
diye.
Makul bir boyuttan daha sevgili, korozif gece çiçeklerinden daha pervasız
Kinci bir hikâye bile bu sevilmiş–olan ya da lanetli oratoryoyu alçaltıyor,
Durmadan satırlarını tekrarlıyor, aydaki yalnız bir havasal peri gibi
Ve bir anevrizma gibi davranan o tek–saniyelik tereddüt
Küllere–ondan hiçbir şeyin inşa edilemeyecek olan– dönecek, o tekrarlama ile
Sanki berrak bir rüya, bir saatteki yorgun bir ana zembereğe itirafta bulunuyormuş gibi.
(.) Sadece Violet‟ın ondan uyanabilmeyi muktedir olduğu bir berrak rüya,
Ve sadece onun, birlikte geçinip gittiği.

2011/03/10 – 01:58

45
Rennes Karları (Kalıntıların Bitişi)

Mat, azher karşılayışının kendisine lahik olmuş bu invaziv çığlıkları


Yakmaya yetecek kadar havayı dolduracağını sanman
Hem de müsterak kokacak kadar klişe bir enternelik çamuruyla..
Buraya gelmeden önce uğradığım yerdeki sarmaşıklaşmış mitlerin
Beni o yazıtları bir de senin ağzından dinlemeye düşürmemiş olsa bile
Bu denli tam tersi bir sıradanlık beklemiyordum..
Gözümün önünde kendisinin farkında olmayan, nâdan,
Acınası bir yaratığın kemiğinin ruhu çiziliyor şimdi
Antagonizmaların şaraba karıştığı yerde
Çoktan geçmiş ufak karhaları labis halde kendine taraf seçen, bu çocukça olan
Umursanmadığı için arkasına saklanabildiği
Bu yokluk azlâlinin sayesinde, bir doğa yaratmış kendine,
Makdeme ihtiyaç duydurtmayan o çığlıkların çiğrenmişlik ovasını
Şu an çelişkisini özgür bıraktığım bu okült regresyonları
(.) Şimdi de bana mı bu inzar sarsmaların..
Sıradanlığını üzerine kurdukların gibi ark ve sehr arasında bir yerde
Seçip oturduğu hikâye ile tamamlanacak değilim..
Ben sahvı uzleti olanım..ve senin için laim bir ayyab
Tüm soykam, bulacağımı düşünmediğim bir yeri arıyor hâlim
Çıkış arayan rahatsız oluşum..yazdıklarım..dır ki
Sen, kendin dâhil kimseye inandıramazsın..onların reve‟den başkasına ait olduklarını.

Şimdilik..gece–kışı‟nın beklenilen serin rüzgârlarına ait gibi rol yapsınlar.


Uzaktaki bir döngüsüz yatağın karanlığına uyanıyorum, neredeyse ufak bir ruh
çıtırtısı kadar sessiz bu diyar, geriye savaşmıyor hiçbir şey kendisiyle.
Denemiyorlar bile bunu. Göz–olmaklığa dair ne varsa bu kalkışılmamış dört
boyutlu zaman oyunundan türemiş olmalı. Hazır olmadığım bir geri çekilme bu
gerçekleşen. Daha derin anlamları olan tüm nefretlerin kuyusu gibi, bu oyun da
benim lehime kararlar almayacak. Ama yine de bir çöküşün seyri olacak bu geri
çekilme, en azından yutkunmam kadar kuru ve aklını yitirmiş olan. Şimdi alengirli
işte bu baş–aşağılık, herhangi bir evin, alev almış damarlarındaki olası kristal
parçaları kadar özlü ve boşuna halde, yanaşıyor mutlu bir apokalipse..avunulan,
gücenilen ya da arzulanan herhangi bir alt–sebep yok hissizleşmiş ama hâlâ
göğsümde o çatırtının doğuşunun kehanetini görüyorum. Hâlâ imkânsız bir geri
çekilmenin sahnelenmesini. Hâlâ nefret ediyorum bu uyanıştan. Hâlâ yanlış
anlıyorum gibi geliyor bu yatağı da, karanlığı da. Sırf, uyandığımda o serin esinti
beni karşılamadı diye.

46
Söylemiştim..Eğer sezebileceği kadar dalgın bir şeye yaklaştırırsan
Karanlık seçimlerini hep kendisi yapar. Buradan ayrılıyor olması
Senin olduğun gibi sıradan bir kötü...bir insan...gibi olmadığını gösterir
Benimle ayrılıyor olması ise,
[İfhamı boş ver şimdi, anlamsız en az, bu fark yaratmayan hikâyen kadar..ki
yaşadığın bu (..) noktanda en iyi senin görebilmen lazımdı bunu]
..Onun da kaybolmuş olduğunu.

2010/12/31 – 00:37

47
Helene ile 6 Gün..

6. Günün Sonu
En az o okşanmış, sıcak diş tellerin kadar muhteriz bir pijama–içindeliği bana sununca
(Biliniyor mu sürekli bu oda–olamayan yerde kalacağım?)
Kendimi “zamanın kendisinden bile daha uzun süredir asılı duran herhangi bir tozlu tablo”
hissediyor oluşum sekteye uğruyor
–bir şeyler yalan olmalı burada ama göremiyorum–
Kalemi bitmeden silgisi biten o mahlasgüzarların celsesi ise bu sekteye uğramak,
Tedarik edilmiş olan tüm bu üryanlık sadece bir masumiyet ikazı anlamına gelir..
–ki ikna edilebiliyorsun beni..sen ilga etmedikçe bütün ramak kalmışlıklar mahzurdur.–
Mekânsallığı çelimsiz olmaktan kurtardığın her an
Kışkırtılamaz müdahalelerin hepsi eskiden tanıdığım bir hastanenin karakterine bürünüyor..
Hepsi kainat ve iltimas dolu..
(Artık eminim. Bu insanlık içinde sadece sen biliyorsun varlığın kimden kuver almadığını)
Sevmediklerin neyse de sevdiğin şeylerden ve kişilerden tiksinmemeyi öğrenmelisin bir
şekilde engin. Bunun için kendi ölümünün hikâyesini yazmaktan vazgeçmelisin ilk olarak.

Edebiyatın kölesi olmayı bırakıp, onun sadece ilgi göstermediği bir


mahlûkata dönüştüğüm bir sabah –ki hiç kimsenin şüphesi olmasın ki aynı sabah
ayrıca kelimenin tam anlamıyla tecrit edilmesi gereken bir ruh gudubetiydim de–
içinde uzun zamandır (daha doğrusu belli bir süredir) mahsur olduğum bu beyanı
tam yapılmamış ihtarın ilk intibasıyla gelen –ya da birazdan gelecek olan–
mahrumiyet benim yüzüme baktı. Bu yüze bakış daha ilk anından itibaren öyle
kötücül bir mutassıl olmaklığın kendindeydi ki, nerede yanlış yaptığım beni açıkça
ve geri döndürülemez şekilde bekliyor gibi hissediyordum. Bu yüze bakış ile
başlayıp biten tüm süre boyunca durmaksızın korkmuş olmama rağmen bildiğim
kadarıyla ben Helene‟i hiç yalnız bırakmadım. Birisinin gerçek arkadaşı olmaya
çalışmaklığın içerdiği her şeyi de elimden geldiği kadarıyla yapmaya da çalıştım.
Ancak ben çok fazla yere ve gökyüzüne bakarak yürüyen ya da duran biri
olduğumdan sanırım (o korku yüzünden olduğunu asla söylemeyeceğim çünkü
gerçekten sebebi o değil) Helene ile aramızda geçen çoğu konuşma kendine
mekânda kalıcı bir yer bulamadı. Helene‟in gerçek arkadaşı olmak ile Helene’in
gerçek arkadaşı olmak arasındaki ayrımda şimdi hiç istemediğim taraftayım ve
bulunduğum taraf daha da derinleşiyor. Ve Helene bana eskiden olsa anlamsız
gelecek olan teemmülü mekânlaştırdı. Çok güzel ve özel şeylerin çoğu zaman
olabildiği gibi; bazen, herhangi olmayan şeyler de herhangidir. Bu herhangilik
sıradanlıktan çok farklı ve onunla alakasız bir anlamdadır –ki sıradan şeylerin
gerçekte oldukları şeyleri izleyebilmek beni hep büyülemiştir– ve masalsılık ya da
en azından şiirsellik, herhangilikte(n) ortaya çıkmaz. Onunla geçirdiğim bu 6 günü
asla unutmayacak ve güzel hatırlayacak olmamla birlikte –ki belki ileride de bazı

48
günleri güzel kılacağızdır– onun yanında, onunla aynı yerde olacak olsam da asla
onunla aynı mekânda olamayacağım için hep üzüleceğim. Tanrının bir gezgin
olduğu eski bir Pagan dinine inandığımız son gece. İçinde yüzmesi zor bir rahim
bu, senin sahip olduğun (evime giden tek yol?). Geriye kalan tüm uyku
sinestezilerine adaksal isimler veriyorum kafam karışmasın diye (hâlbuki sen
elimden tuttuğun sürece kaybolacağım yok bu yolda ama işte tedirginim bir başka
resimsi gerçeklik korkusundan). Gölgeler hamlesini yapmak için hazırda bekleyen,
gökyüzünden iniyor şimdi aşağı. Varlık da böylece kendine gelecektir yavaş yavaş
artık. Sakin bir kitap kadar uykulu olduğunda sen, ben de o asırlardır bahsini
yaptığım ev ve yuva arasındaki farkı en sonunda hissederim. Yorgan ve
battaniyenin özsel dansına tanık olmanın nasılını öğrenirim. Serin ve kutsal bir
hava sen odayı odam yaparken dolanır içeride, duvarlara dokunarak. Sonra
gözlerimi tavana bakarken buluyorum, düşünmeden, kendiliğimden sola
dönüyorum. Neredeyse insanlaşmışsın ve uyuyor gibisin. Tensiz bir
antropomorfizm mi bu? Adaklarım kabul olmuş gibi. O yolda yürüyebiliyorum
artık. Yuvandayım çünkü, senin yanında.
Müştekiliği bir gece–tiyatrosu sonrasındaki eve–yürüyüşün kendisine dönüşen her kimse
It’s not helping ile yön ve tür değiştiren tüm ruh alış–verişlerinin
Siyaha siyah kusan haberini duyumsuyor olmalı..
Artık o oda–olmayan yerde durmuyorum..Tıpkı senin artık pijama içinde olmaman gibi.

2011/05/02 – 01:34

49
Atafeh’nin Yanlış Okunan Uzaklara–Kaçmışlığı

Geçmiş arkadaşlarımdan biri eskiden her zaman komik bir şekilde şöyle
derdi: Ne..ne imgesi..imge satın almak için bir ruha ya da zamana sahip
değilim..ben sadece aptal bir uyuşturucu bağımlısıyım..göremiyor musun? ve
bundan kısa bir süre sonra –içinde bulunduğu ana bağlı olarak– birkaç dakika için
ağlıyormuş ya da kahkaha atıyormuş gibi yapardı [en azından sanki numara
yapıyormuş gibi davranırdı].

Doğrusunu söylemek gerekirse, onun bir uyuşturucu bağımlısı olduğuna


hiçbir zaman inanmadım. Onu sadece birkaç kez o–kadar–da–etkili–olmayan
haplar alırken gördüm ve hepsi buydu. Tıpkı onun yaşıtlarının ve yaşıtı
olmayanların yaptığı gibi. Çoğu zaman sıradan bir kızmış gibi davranırdı, sıradan
bir bireymiş gibi, ve sanırım gerçekten sıradandı da. Ama buna rağmen –onun
garip ve sıkıcı eğlence anlayışına– davranışları bir şekilde bana onun, varoluşun
anlatımını baharatlandırarak ve karıştırarak tersine–zararlı hikâyeler yaratmayı
sevdiğini düşündürdü.

Onun bunun farkında olup olmadığından emin değilim ama er ya da geç


devam etmeye ve belki de başka bir yerde şarkı söylemeye ihtiyaç duyacağı her
zaman aşikârdı. Aşikâr bir uzaklara–kaçmış olma hâli. Pessoa‟nınki gibi bir “içeri”
doğru “uzak” mıydı bu sadece, bilmiyorum. “Uzak” kelimesi kaotik bir isim olarak
“asla ulaşılamayacak olan”ı imler. Bu bağlamda “uzak”, “asla gidilemeyecek yer”
anlamında kendi kökenini buluyor olmalıydı. Başka bir deyişle, “uzak” denilen
şey, kendi kelimesi gereği “ona doğru uzanılacak herhangi bir mesafede olan”
anlamını içinde barındırıyorsa –bu hem olumlu hem olumsuz anlamda
anlaşılabilir– bu demektir ki her bir uzak, kendisine ulaşılmaya çalışıldıkça,
kendisini sürekli durmaksızın ileri atar. Yine de o başardı sanırım uzaklara gitmeyi.
Güneşe konuşan çelişkili viyolonsel süitleri ve anne yapımı ıslak kekler..
Yaşadığını sarmaya hazırlanan fırtına öncesiliğin kokusunu alamıyorsun, hissedebiliyorum.
Senin için çoğu şey, daha henüz sadece oyunsal bir envanter yığını..
Geriye kalanlar ise ideolojik olamayacak kadar ilgisiz yorumların ötekiliğinde..
Ama olduğun yerden hâlâ duyulabiliyor geride kalan o narratif olmayan adımlar;
Evriminin fazı suda kırılıp başlamış bir yaratık için
Denizin ve ona istediği zaman girebilmenin zorunluluğunu sayıklayan adımlar..
Arkamdan bir iç geçirme uyarıyor beni şu sözlerle..
İnsanın kelime anlamlarından birinin de çıplak demek olduğundan bahsetmeyi unutma
Ama farkındayım, umursamadığın hâlde sen çoktan biliyorsun bunu.
–sanırım senin sesindi zaten bunu söyleyen–
(.) Sevişmenin teorisini umursamazdı. Sevginin ya da aşkın teorisini umursamadı

50
–ya da en azından ben hiç kestiremedim kime âşık olduğunu, olacağını–
Dostluğun teorisini de sadece onun gibi 16 yaşında olan bir kız ne kadar umursarsa
O kadar umursayabiliyordu..
Ama kendi hayatını okumakta belki de çoğu kişiden daha fazla direnirdi,
Bazı kabusların karanlıkta uyunurken değil,
Sadece ışıklar açıldıktan sonra odanın o güvenceye alındığı için bakılmayan köşesinde
Görülebilir olmaya düştüğünü hiç unutmadan kendi olmaya ve korkmamaya direnirdi.
Ama etrafa intikal edip dönüşen belirsiz boğuntu bunu imkânsız kılıyor neredeyse..
[Korkmanın eylem patikaları bu durumlarda kendi kaotikliğini
daha çabuk terk etme eğilimi içindedir çoğu zaman]
(.)
Özgürlüğün, iğfale bulanmamış aynalardan geleceğine inandığını söylediğin her an,
Sadece insanlıktan medet ummamayı küçük yaşta öğrendiğini saklayan
Ufak bir kız görüyorum..
Salınarak gecenin içine kaçıp saklanmaya çalışan bir duygulanım..arkaya sürülmüş fikirler..
Ama bu kaçtığın ara sokaklar en çok geceleri kamburlaşmış rolünü takınırlar,
Sanki bu dünyadan değillermiş gibi..kendileri buna tamamen inanarak..
Ve böyle yerlerdeki herhangi bir gece asla temiz ya da temiz olmaya doğru olmaz.
(.) Kendi çocukluğumun ufak, gereksiz bir kısmını anımsatıyor bu satırlar.

Zira onun içine doğduğu gibi bir toplum olmasa da ben de ebeveynler ve
çevre tarafından büyütüldüm. Her ne kadar bana inanmaktan çok sadece yaşamaya
çalışan insanlarmış gibi gelseler de yine de hatırladığım kadarıyla sorun yaratırdı
bu durum hayatımda. Belki de çocukluğumu bırakmak zorunda kaldığım
hastanelerde kendim dememi beklediklerini de bıraktığımdan inanılan şey benim
için hiçbir zaman bir çocuğun hayalinden, inanılan ve hakiki olanı simgeleyen şeye
evrilemedi. Yine de uzak geçmişteki gençliğimin bir safhasında –sanırım onun
yaşlarındayken– gerçekten bir şeyin hakikiliğine ve aşkınlığına inanmanın nasıl bir
his olduğunu merak etmiştim. Çok da okudum bunun için. Tek tanrılı dinleri, çok
tanrılı dinleri, uzak doğunun teolojik inançlarını, teleolojik olan ve olmayan mistik
öğretilerini de okudum, adı asırlar önce yok olmuş kabilelerin, kavimlerin
mitolojilerinde yazanları da. Ama ateizm de dâhil olmak üzere hakikat iddiasında
bulunan her söylem ya da yazının karşısında asla ötesine geçerek onu kapsayıp
içine alamayacağı egzistansiyel bir engel görmüştüm her seferinde. Sonraları
merakım beni bıraktı. Artık sadece tanımadığım bir inananın yüzünde huzuru çok
açık şekilde okuyabildiğim anlarda birkaç saniyeliğine kötü hissediyorum bunun
nasıl olduğunu yaşayamadan bir agnostik olarak ölecek olduğumu düşünerek.
Birkaç dakika sonra bu da geçiyor. Her seferinde daha başka ve içimden daha derin
bir yerden gelen rahatsız olmuşluğun eline beni bırakarak. Sanırım, Atafeh de bu
konuda biraz benim gibiydi.

51
...
Odada benimle birlikte uykusuz kalan tüm felsefeler,
Hakikati çoktan kendi hâline, arkalarında bırakmış olanlardan başkaları değil..
Böyleyken, kastrasyona uğramış bir piyanoda ne, ne kadar icra edilebilirdi?
Ya da şifalı malçlarla donatılmış olduğu söylenen
Bir dağ yürüyüşü ne kadar yol, yolun ne kadarını gösterebilir ona?
Ne kadar celb edebilirdi onu?
(..) Bilmiyorum bir aile kuracak mısın, ya da bunu denerken başarısız mı olacaksın
Ama görüyorum, sen hiç de kendine–zararlı değilsin
Bu yüzden şimdi bohçala ruhunu ve başka bir yerde çöz on(lar)ı..
okyanusun diğer tarafında değil..daha uzağa, çok daha uzağa gitmelisin.
Onun dün gece akşam saat 9‟da bir kaçağa dönüştüğünü söylüyorlar
Ama onlarla hemfikir değilim
Çünkü bir kaçak olmak..orada olunması gereken bir mekâna ihtiyaç duyar en baştan..
Ama onun evi, bir yer olmaktan bir şey olmaya düştüğünde
Artık onu hoş karşılayan olmayarak..O, bir kaçak olarak isimlendirilemez..
O sadece, o süitleri sükûnet içinde dinleyebileceği bir yer bulmak için uzaklara gitti.

2011/10/23 – 02:06

52
Mary’i Özlemek

(I)
“İnsanların tanrısı olsa olsa günahkâr bir anne olabilirdi en fazla
Ve bunu herkesin böyle yaşadığını bilen birkaç kişiden biri de İsa idi
O sadece oradaydı, ve biraz da kaygılıydı..
Onun yerinde olan herhangi birinin olacağı kadar..ne eksik, ne de fazla
Bu yüzden sadece kendisinin öyle olduğunu bildiği, iyi niyetle bir yalanı konuştu.
..ve Peter asla anlayamayacağı için –çünkü o kendi tanrısını çok istiyordu–
Mary‟i seçti. Yalanını yine kendine has bir yolla itiraf etmek için..
Çünkü günahkâr bir annenin çocuğu bile günahkâr ölebilir bu dünyada
Ama oluşun kendisi bu ya, bazen eğrisi doğrusuna denk gelir..bazen de gelmez
Mary, İsa‟yı ve onun yalanını sevdi..ve devam ettirdi
Zaten düşününce..dönecek pek bir yeri de yoktu Mary‟nin.”
(II)
“İnsanların tanrısı olsa olsa günahkâr bir anne olabilirdi en fazla
Ve bunu herkesin böyle yaşadığının erken farkına varan çocuklardan biri idi İsa..
Ama kendi annesinin günahkârlığına o kadar uzun süre baktı ve baktırıldı ki,
Unuttu bunu..kendini de. Doğru olduğuna inandığından fazlasını konuşmadı hayatı boyunca.
Herhangi bir akıl hastasından çok daha fazlasıydı. Ama pek de bir farkı yoktu on(lar)dan..
Peter tanrısını o kadar çok istiyordu ki,
Çoğu günler İsa‟nın sözlerini sadece dinler ve düşünürdü..Ama Mary..
O, İsa‟nın gördüğünü görebilecek kadar sanrısal bir hayata mahkûm edilmiş yaşıyordu,
Çocukluğundan beri.”
(III)
“İnsanların Tanrısı İsa ile yalnız konuştu..ve İsa da Mary ile.”
(.)
Rahvan yürümeyi bilmeyen atımsı bir medeniyet..
Ve bu atın üstündeki sözde ren bakireleri ile yolculuk eden
Yarı kösnül, sıradan bir orospu..
(benden daha orospu değilsin Mary)
Olmakta oluşunun külfeti altında ölecek olan bu atın tıyneti kadar
Üstünde onunla birlikte seyahat eden;
Kendi varlığını talan etmeden nefes alma yetisini asırlar önce
Yol üstündeki bir mağarada yaşayan duygudaşa

53
Negasyon dolu bir temerküz etme karşılığında satan
–onu da israf edeceklerine dair söz vererek tabi– bu vulgar paryanın menşei de bozuk.
Senin gözlerin için en güzel nedir, Mary?
Onlar, hikâyenin başladığı ve dolayısıyla en önemli kısmının
Yedi şeytanın senden alınması olduğunu sanıyor..
Ama senin hikâyen bu patrimonyal tasnif edilişin ötesinde görebiliyorum bunu..
Senin kim olduğunu bilmek isteyen her kimse, o şeytanları arayıp bulmalı ilk önce.
(.) Sıyrılmış sıtkıların periferik serimlenişi,
Kendinden uzaklaştırılmış egzistansiyal dirimselliğin
Hazin anevrizmaları ile var edilmiş rahmanlık yolculuğun..
Ama haç şarkıları söylemiyorsun diğer havariler gibi
–onlar oraya doğru yürüyor, kendilerini hüsrana uğratmayacak bir kudretin mabedini
İnşa etme görevini kendi kendilerine verip üstlendikleri,
Üstü insanın dokunamayacağı kadar yakıcı kumlarla örtülü, heroistik bir gravürün içinde..
Sonraları o haysiyetli paryaların hepsi rağbet gösterdi bu çevrimli koalisyona–
Ama sen..sen sanki sadece kaçıyor gibisin..

(Hatırlıyor musun, bir zamanlar matem tuttuğun ve dövündüğün aynıydı?


Ve şu an olmaya yetili olmadığın bir şeyin ta kendisiydin
Tıpkı bütün düşmemiş heretikler gibi..tıpkı bütün kayıp rölikler gibi
Tıpkı ıslaklıktaki kuru noktanın o sıkıcı hikâyesi gibi
Ve tıpkı tüm enigmatik kemiklerinin yetisi olmadığı gibi
Onun kelimelerini dinleme, sarıl ona..
Biliyorsun sen hiçbir zaman diğer havarislerden biri değildin
Melekler sadece kendi türlerinden olanları besler..insanları değil.)
Zaten bu poligrafik nevrasteninde; her yolculuk,
Omuz silkmeyi beceremeyen, rehavetin üzerine çöktüğü bir faleze doğru olmaklığın
Bedevil ve meftun yongası olmak demek olsa gerek..
Vebalı bir rönesansın intihali altında kalmış bu on–iki kanonik saatin kolokyumu
Çocukken elleri titreyen bu yonga için en fazla,
Sadece sökün edilmiş kötü kalpli, izotonik bir tipolojinin arzulayabileceği kadar
Sorun yaratabilir.

54
(.)
Müstehzi ve herhangi bir iradenin hakaretamiz olmakla suçlayacağı bir mahreç ile
Diskürsif olmaklığını kaybedip kendi herliğine düşmüş bir falezin
Arasındaki yanılsamada ve bunun dışarı doğru tefrikasında
Gizlenir ölümlülüğün büklümleşmiş kefareti
Eskiden tanıdığım çok yaşlı bir kadın söylemişti bu sözü..yalnız yaşayan bir nine
Elinde sürekli, tamah edilmiş olduğunu, ya da tamah ettiğini –tam hatırlamıyorum–
söylediği
Arşesiz, çarmsız ve nektarsız bir mihenk taşı ile dolaşırdı
She says:
yola koyul ve asla hiçbir taşı altına bakılmamış bırakma, ta ki “o” uygarlığı bulana kadar
Ve kendini kâhin sanan yaşlı bir azizin hatalı torunu olarak cevap verir
Ve bir koruyucu olmaktan fazlası olmaya karar vermiş yaşlı bir kadın–koruyucunun torunu
olarak
he says:
o ışıklar benim için değil, nine. Ben chimaera ile konuşmak istiyorum. Ben en güzel
calypso’yu görmek istiyorum. Ben doğasız bir morga seyahat edip oradan uçarak geçmek
istiyorum.
She ends the conversation..she ends me
“böyle davranıyor olman için hayattan çok fazla nefret ediyor olmalısın..bunu
görmek üzücü”

Benimle bir daha hiç konuşmadı (.)

Ama o gün de aynen şu anki gibi düşünüyordum. Bence, nefret gibi güçlü bir
hissi hissedebilmek için sağlıklı bir zihne sahip olmak gerekiyor, ki böyle bir
tarafım olduğunu hiç hatırlamıyorum neredeyse. Çoğu güzel şeye tepkisizdim belki
de, bilmiyorum.

Yatılan bir isti(h/ş)arede bir meleğin yalan söylediğini yakalamak gibi


olduğunda seninle konuşmak. Tüm melekler ve periler kaldırsın kadehlerini havaya
ve kutlasın bu ziyafeti. Bir meleğin yalanı ile birlikte uyumam için bin sebep
gönderdi düşünce bana. Biri bile bu yalana ait olabilirse artık şiirin özüne kulak
verilebilir. Anlaşılır olacaktır söyledikleri. Bu yalanla uyurken anlayacağımdır. Bir
melek–yalanının kokusu bir varlık elçisi olabilir mi? Ya da bir kâhinden fazlası
olan bir haberci? Ve sonra uykuya dalacağımdır. O yalan gibi. O yalanın yanına.
Hazırladığım tüm hakikat–hediyelerini arkamda, avuçlarımda saklayarak.
Seni o nineye benzetiyorum bazı açılardan..
Sanki sana ve o ananeye hırka örüyorum gibi hissediyorum şu an..
İpliğim, hatırlamadığım bir geçmişteki hatırlamadığım bir kalp kırıklığım.

55
Bir zamanlar benim de senin ve onun gibi bir Hristiyan olduğum gerçeğinin anısına..

Eskiden bazı günler, özellikle gerçekten yaşamış olduğuna inanmadığım


günler ile intihar etmeye eğilimli uyandığım günlerin birbiriyle çakıştığı günlerde,
senin gerçek olmanı isterdim, özlerdim seni çok fazla ve gün içinde çok kez.
Kilisenin hemen dışında bile görüşmeyi kabul edebilirdim seninle bu günlerde.
Ama daha sonra başka birisi olmaya başladım sanırım, ve neden bilmiyorum. Artık
özlemiyorum seni, kendime hem sebep hem de sebeplerin müdahil olduğu simge
olarak İsa‟nın çarmıha gerildiği gün, orada çarmıha gerili olan üç kişiye de değil de
sadece İsa‟ya su vermeye çalışmanı gösterip söylüyorum ancak emin değilim
aslında neyin değiştiğinden.
Sadece..sanki çok uzun zamandır senin ve İsa‟nın hikâyesi..
Sıradan herhangi bir erkek ve bir kadının hikâyesinden daha fazlasıymış gibi gelmiyor..
Yukarıda yazdığım üçüncü olasılık bile olsa gerçekte olan şey.

2011/09/23 – 01:39

56
Spout’un Özsel Kökeni Üzerine ve Hastaneler

“Kendi sorunlarımı yazmaya son verdim. Onlar cevapsızlar. Şimdi sadece seninkiler, dünya.
Sadece seninkiler.”

Küçüklüğümden beri hep hayatımın birkaç senesini hortumların peşinden


koşarak geçireceğimi düşünmüşümdür. Yaşadığım ya da gezdiğim hiçbir ülkede
henüz gerçek anlamda bir hortum ile karşı karşıya kalmamış olmama rağmen her
zaman onların olabildiği kadar yakınında olursam kendimi daha sağlıklı, dinç ve
belki de daha önce hiç olmadığım kadar ve “salt anlamda özsel” olarak iyi
hissedeceğim düşüncesine sahip olmuşumdur nedense. Biraz daha büyüyüp de
okuduklarımı az çok anlamaya başladıktan sonra bunun sebebinin hortumların,
süregeldikleri alanda yarattıkları sirkülasyon etkisinden dolayı sanki oradaki
havayı temizliyormuş gibi bir zihinsel–simgesel eşleştirme yapmamda yattığı
fikrine varmıştım. Sonuçta durağan olan hava bunaltır –her tarafı kapalı olarak
bırakılmış bir mekâna aylar sonra girmiş olan herkes bunu bilir– ve hareket hâlinde
olmayan sular her zaman daha pistir. Tam olarak bilmiyorum ama belli bir süre,
birkaç başka teori gelip gittiyse de, bu fikrim pek değişmedi. Daha sonra hortumlar
ve türleri hakkında daha ayrıntılı okumalar yaptığım bir diğer gecede başka bir
bakış açısı gelip yere yanıma oturdu. Ama bu oturma o kadar bir şeylere işaret
edici hâldeydi ki –ki eminim oturması sırasında bunu amaçlamıştı– kafam çok
farklı yerlere gitti. Daha sonra hortumların türlerinde sürüyle öğe ve konstite–olma
hâli değişirken –kar, su, hava olarak farklı olması ya da vorteks kurgulanışına bağlı
olarak tüm iç yapının değişmesi vs. gibi– döngüsel püskürmenin [spout’un] kendisi
hep aynı kaldığına gözümün takılmış olduğunun farkındalığıyla kafam geri yanıma
geldi. İşte bu birkaç saniyelik süreç bu döngüsel püskürme ile oluşan oluşun [oluş–
spout‟un] kökeninin kapısını araladı. Hortumların yanında kendimi “salt anlamda
özsel” olarak iyi hissedeceğime dair düşüncemin köken bulduğu yer onların
sirkülasyon eyleminde değil. Bu hortumlar sadece bir fenomen olarak, göze–
belirme olarak; mekânda varlığın azalması, oluştan dışarı çıkıp yokluğa
karışmasını ortaya koyuyor sanki. Mekânın varlıktan ve varlığının azalması ile
kendine gelmesi ile alakalı olarak.

Hortumlar bir spout‟un sadece göze belirmesidir. Bu göze belirmenin


üzerinden hortumlar ve benzerleri olarak isimlendirilen doğa olaylarının bilimsel
ve mantıklı anlamı, nasıllığı, süregelişi bulunup yorumlanabilir hâle gelir. Ancak
bu yol üzerinde hortumlara dair tatmin edici birçok cevap bulunsa da bu yol onun
neliği, kökeni, özü ve belki de en önemlisi de oluşa–dairliği hakkında pek bir şey
taşımaz üstünde. Bu yüzden “onların yakınındayken neden kendimi iyi
hissedeceğim düşüncesine sahibim?” sorusunun cevabıyla da bu yolda
karşılaşılmaz. Bu sorunun cevabı spout‟un [çevrilmeden kalması gerekir zira
çevme kelimesi ile de yakından ilişkilidir] ne olduğu ve etkilerinin nihai anlamda
nerelere ulaşabileceğiyle alakalıdır. Bu alaka üzerine düşünmeye de sanırım bu
“spout” kelimesi üzerinden ilk adım atılabilir.

57
Spout kelimesinin ilk anlamlarından biri “fışkırmak”tır. Dilde bu kelimenin
seçilmesi uygundur çünkü örneğin waterspoutların [hortum nedeniyle suyun
kabarması ve yukarı çekilmesi] yakınlarındayken etrafa yağmur damlaları şeklinde
su sıçradığı ve bir waterspouta bakılınca sanki denizden yukarı doğru büyük bir su
fışkırması varmış gibi gözükür. Ya da hortumların veya benzerlerinin oluşma
hâlleri düşünüldüğünde –önce bulutlarda başlayıp sonra aşağı, yere doğru hareketi–
tam tersi şekilde gökyüzünden yeryüzüne doğru bir fışkırma olarak da görülmüş ve
yorumlanmış olabilir. Bu durumun aynısı landspoutlarda [buradaki land kelimesi
ile kastedilen en sık anlamıyla karadaki etrafı ve etraftaki şeylerin dağılması,
saçılmasıdır ve sıradan bir toz hortumundan daha fazlasıdır] ve gustnadolar [bunlar
bulutlarla bir bağı olmayan sert ve döngüsel–huni şeklinde hareket eden rüzgârların
yeryüzünde oluşturduklarıdır ve gust kelimesi de zaten rüzgârın ani ve sert
esmesini isimlendirmek için kullanılır] için de geçerlidir. Burada sayılanların hepsi
birer var olan örnekleri olarak varlığa–dairlik, varlığa–aitlik taşır. Su, hava,
toprak, toz, rüzgâr, etraftaki şeyler. Ancak bunların kökeni, onların varlığa–dair
olmalarında durmaz, çünkü varlığa–dair olmak kendi anlamında şeylerin olma
hâllerine bir “var” getirir. Onlar, “olmakta” olan şeyler iken varlık ile artık “var
olmakta olan” şeylere dönüşür. Mevcudiyet ve Oluş arasındaki o ünlü felsefi ayrım
da tam burada temellenir. Burada bahsi geçen “var”, onlara olma hâlinde olma
içinde fazladan bir tür alan [ya da aralık] getirdiğinden bu şeyler artık oluşun
içinde şeyler olarak göze–belirebilen şeylerdir [burada hiç istemesem de
Heidegger‟in “tanrı, melek, at, taş vardır ama var olmamaktadır, sadece dasein
hem vardır hem de var olmaktadır” görüşüne karşı çıkmak zorundayım. Tanrı,
melek, at, taş, şeyler, Dasein, insan. Bunların hepsi olmaktadır, olmanın içindedir
ve bu, salt anlamda onların süregelmelerinde temellenir. Ve tanrı, melek, at, taş,
Dasein, başka biri gibi; olmakta olmaya sahip olan bunların “var olmaları” azalan
ya da çoğalan alanları, aralıkları dolayısıyla yolda olan için muallaktadır. Bu
muallak durum; olmak ve var–olmak arasında bir belirsizlik yaratıyor olabilir
ancak bu muallaklığın sonucunda “var olmamaktadır” diye yorumlamak varlığın
özüne dair olan arayışı çok açıktır ki, bir sekteye uğratır, yavaşlatır, vakit
kaybettirir. Ki hele eğer gidilmek istenen yer varlığın da ötesinde yokluk ve onun
da ötesindeki hiçlik ise bu tür vakit kayıpları yolda olan için hayati ve ölümcül
önem taşır]. İşte bu olmak, şeylerin –varlığa dair olanlarında olmak üzere–
kökenine en çok yaklaşılabilecek yerin uzaktan görünebileceği ilk yerdir. Bu
yüzden aslında farklı şeyler üzerinden de olsa orada süregelen şey en temelde spout
edenin oluş olduğu hâldir aslında [waterspout, landspout gibi oluş–spout terimi de
böyle akla gelir].

Peki, oluş fışkırdığında olan şey nedir? Aslında orada oluşun kendisi
fışkırıyor olması demek etrafa saçılanların (şeylerin) olmaklığı olanlar (şeyler)
olması demektir. Bu olmaklığı olanların içinde tüm ve her tür alana, aralığa
sahipler bulunur [mevcut olma ya da mevcudiyet olarak]. İşte bunların arasında
varlığın, olmaklığının yanına “var” vermiş olduğu şeyler de bulunmaktadır. Bu
fışkırma ile [ki bu oluşun süregelmesi sürecinde içindekilerin, oluşun üzerinde

58
süregeliyor olduğunun değişmesidir çünkü burada artık oluş şeylerin oluşundan
dışarı, yani mekâna doğru saçılır, tabiri caizse mekânın oluşu olur] o oluş içindeki
şeyler etrafa dağılır. Bu dağılmada olmaklığa sahip olanlar, olmaklıklarından dışarı
doğru kaybetmeye başlar. Bu dışarı doğru kaybetme sırasında; varlığın,
olmaklıklarının yanına “var” verdikleri de diğerleri gibi olmaklıklarından
uzaklaşma sürecine maruz kalırlar. Bu uzaklaşma, olmaklıklarının yanında
taşıdıkları “var”ı da etkiler. Onu da olmaklık ile birlikte dışarı doğru kaybettirir.
İşte bu “var”ın dışarı doğru kaybedilmesi varlığın kendisini bu süreç boyunca hep
öteye iter, çünkü dışarı doğru kaybedilen “var”; varlığa–dairliğin, olmaklık ile
kenetlendiği, birleştiği hâl olarak, bu süreçte varlığı da kendisiyle birlikte sürükler.
İşte bu süregelen iki temel şey (yani bir, mekânın oluşsallığının aralığının, alanının
artması ve iki, varlığın öteye doğru itilmesi) o kırılma noktasının başlangıcını
oluşturur. Mekân [ki burada söz konusu olan gökyüzü ve yeryüzüdür] varlığı
taşımaya çalışan, varlığın her köşeyi, tarafı doldurduğu bir öğe olarak
süregelmesini [ya da süregelmekliğini] bırakır çünkü artık karşı çıkacak kadar
güçlenmiştir ve karşısındaki de [yani varlık, gücünü o mekânda kaybetmektedir]
işleri tersine döndürür. Mekân, olmaklığın aralığını, alanını, varlığa–dairliğe
yakınsayandan kendine, yani mekânsallığa doğru değiştirmeye başlar [ki işte bu
yüzden göze beliriş içinde etraf hep karmaşıklaşır, varlığın bu ötelenen
hâlindeyken göze beliriş içindeki var–olanlar etrafa savrulur]. Gökyüzü ve yeryüzü
mekânın kontrolünü ele alırlar. Artık aralarındaki alanda varlık güçsüz olduğundan
birbirlerine doğru uzanırlar [ki bu da hortumların yeryüzü ve gökyüzünü
birleşmesi, arada sanki bir yol, köprü oluşması gibi gözükür göze beliriş içinde].
Bu süreçte meydana gelen ve mevcut olan gök gürültüsü varoluşsal–fenomenolojik
tarzda bir belirlenim sunar. Buradaki “gürültü” kelimesi kendi kökenini sanki ses–
temelli bir yapı düzleminden alıyormuş gibi gözükse de aslında ortaya koyulan
anlam bu tabirin ilk anlamının işaret ettiği şekildedir. Ortalığı dolduran, ele
geçirmiş olan varlık güçsüzleştiğinde gök gürlemeye, gürleşmeye başlar. Bu, oluş
içinde ses–temelli süregelse de aslında olan –yine tabirin de işaret ettiği gibi–
gök’ün büyümesidir, daha fazla yer kaplamasıdır, daha güçlü, gür bir şekilde
kendine doğru gelmesidir. İşte bu büyüme sırasında [ki bu sırada yeryüzü de boş
durmaz, o da kendi varlık tarzında genişler, uzamlaşması artar] bu iki mekânın
büyümesi birbirlerinin sınırına dayandığında en başından beri olmaklıkta olan
şimşekler kendini, son kozları olarak, göze belirme içine atar, orada da
süregelmeye başlar. İşte tüm bunlar yüzünden orada bulunan artık varlıkla muhatap
olduğundan çok mekânla muhatap olur. İşte bu sadece mekânsallığın süregelmesi
mekânı boş, temiz yani kendisi gibi; mekânsallığın oluş içinde ön planda olması
gibi hissettirir. Çünkü bir uzam alanı olarak mekân ve mekânın mekânsallığı
kendine uzamsızlıkta daha yakınlaşmış olarak kendini daha önce olduğundan daha
fazla gerçekleştiriyor hâldedir. İşte bu boş ve temizlik. Yani bu sahih mekân–olma
hâli orada kendimi salt anlamda iyi hissedeceğim düşüncesinin oluşma
sebeplerinden biridir, çünkü ben orada olduğumda burada olduğumla aynı uzamı
kaplıyor olmama rağmen orada, derinlik olarak, daha fazla mekânda oluyor ve
elimde daha fazla mekân tutuyor olacağım. Mekân öncesine göre daha fazla mekân

59
tutuyor olacak ve bu da bana ilk defa bir “yerde” –ama kendisi olma hâlini
başarmış olan bir “yerde”– olmayı sunacak. Yaptaze ve tertemiz bir şekilde.
...

Aslında bu yol üzerinde o fikrin oluşma sebeplerine doğru gitmeye devam


edebilirim ama şimdilik durmak ve yine konuyla, belki de tersinden, alakalı olarak
başka bir şey üzerine düşünmek istiyorum. Her ne kadar büyük ölçekli tornadolar
gibi olmasa da ufak çapta da farklı ontolojik yapılarda oluş–spoutlarını andıran
şeyler görülebilir hayatın içinde herhâlde. Şu an merak ettiğim; hiçbir şekilde, en
ufak boyutta bile, bir oluş–spout‟unun süregelemediği bir mekân olup olmadığı

Hastaneler
Tam olarak emin olmasam da, sanırım hastaneler oluş–spoutların
süregelmediği mekânlardır. Eğer oluş–spoutlar, oluşun süregelimi içindeki ve
kendindeki aralık, alan, frekans değişimleri, faz kırılmaları ile ilgili ise o zaman şu
denebilir ki oluş–spoutların süregelmediği bir yeri aramak için en uygun yer,
oluşun faz kırılmalarına ya da frekans değişimlerine uğramadığı yerdir. Oluşun bu
tür bozunma ve değişimlere uğramaması demek en primitif anlamıyla varlığın
durmadan olmaklık içindeki şeylere “var” vermesi, varlığın sürekli “var”ıp,
“var”lanıp yığılması, çoğalması demektir. Bu yığılmanın yarattığı hâl ve hiyerarşik
yapı, yolda olanın solipsizminde, daha doğrusu solipsizm üst sınırında yani kendi
üzerine dönmüş olan solipsizmin mutlak imkânsızlığında, kendini açığa vurur,
kanıtlar. İşte burası ve yukarıdaki varlık–mekân savaşının birleştiğinde söylediği
şey şudur ki oluş–spoutların süregelmediği bir mekânda, mekân varlığın kölesi
hâline gelmiş durumdadır [bu durumda olmak zorundadır, bundan varlığın mekân
için salt anlamda negatif bir özellik taşıdığı sonucu çıkarmak çok uç bir yorum
yapmak olacaktır lâkin varlığın uzun süreli hükümdarlığında mekân, kendi mekân
olmaklığından iyice uzaklaşıp –hatta mekân olmaklığını kaybedip– bir var–olan
olarak süregelmesine devam ettiği de açıktır varlığın hizmetinde olarak]. Orada ne
kimse için ne de mekân için bir tür mekânsallık veya mekânda orada–olmak
denilen şey süregelmez. Bunun için varlık çok ağır basar çünkü o yerlerde.

İşte bu, mekânın mekân–olmaklığını kaybetmesi ve kimse için mekân


olamaması kurgusu üzerinden düşünüldüğünde hastaneler yolun sonunda aranılan
sorunun cevabı olarak belirir. Bunun dışında akla gelebilecek her yerde ufak ya da
az da olsa hem mekân için ayrılmış sade bir yer hem de o mekânda olan kişiye
eşlik edebilecek bir o–mekânda–olmaklık vardır [bu olası en yakın cevap olan
cenaze evlerinde bile ailede geride kalan üyelerin ya da taziyede bulunmak için
gelenlerin mekânda–olmaklığı yoksa bile ölü evdeyken ölünün mekânı orasıdır. Bu
da en az bir kişi için mekânsallık var demektir].

60
Ancak hastaneler böyle değildir. Hastaneler kelimenin en doğrudan anlamıyla
mekânsızlık kokarlar, ve öyledirler de. Hastaneler, hasta ziyareti yapanlar için bir
uğrak yeri, içinde çalışanlar için bir iş yeridir. Ve hastalar. Hastalar için ilk bakışta
durum farklıymış gibi gözükse de aslında onlar için de durum aynıdır. Benim
hastanede geçirdiğim süre boyunca gördüğüm kadarıyla hastanedeki hastalar üçe
ayrılır.

İlk olarak belli bir süre içinde hastaneden ayrılacak olanlar vardır. Bunlara
iyileşme sürecinde olanlar, hastalığı hastanede kalmasını gerektirmeyenler, bazen
de öleceği kesin olan ama geriye kalan günlerinde bir evde de bakılabilecek
durumda olanlardır [ve şu an unuttuğum birkaç kişi daha]. Bunlar için hastane bir
mekân değildir çünkü onlar orada olmazlar. Sadece oradan geçerek giderler.

İkinci olarak hastaneden ayrılıp ayrılmayacağı kesin belli olmayanlar vardır.


Bunların çoğu zaten gözleri kapıda şekilde hasta yataklarında yatar ve bekler.
Doktorun “gidebilirsiniz” lafını duymayı. Geriye kalanlar ise gözleri kapıda
olmayanlardır. Onlar hastaneden gidip gitmemeyi pek umursamaz. Ama bu durum
hastanenin onların mekânı olmasıyla alakalı değil onlar için hastanenin sadece
herhangi bir diğer yer olmasıyla alakalıdır. Bazen de, eskiden daha çoktu ama artık
nadiren olduğunu görüyorum, bazı hastalar da kapıya gözlerini diker ama bu sefer
bekledikleri doktorun “biraz daha kalıyorsunuz” lafıdır. Onlar için de hastanenin
kendine öz bir mekânsallığı yoktur. Onlar sadece evsizdir ve geceyi sokakta
geçirmekten daha iyi bir alternatifi denemektedirler.

Üçüncü olarak da hastaneden ayrılmayacağı kesin olanlar vardır, bunlar


gördüğüm kadarıyla iki bölüme ayrılır: İlki; hastaneden belli, uzun bir süre
ayrılmayacağı kesin olanlardır, bunların nihai durumunu tedavinin getirdiği şey
belirler. Bu kişiler hastanede gerçekten bulunurlar lâkin bu bulunma hâli, bir
hastanede–bulunma değildir. Hastaneyi hastaneden daha çok bir ev gibi görürler.
Hastaneyi ev yaparlar. Sürekli ziyaretçileri gelir. Odalarının her tarafında uzun
süredir orada “ikamet ettiğini” belli eden şeyler dağılmış haldedir. Ancak dediğim
gibi, bu uzun süreli ikamet ve orada–olmak hastane–mekânsallığında–bulunmak
değildir. Orası sadece hastane binası biçimine bürünmüş bir evdir o süre için.

Ve geriye son kısım kaldı. Bunlar, ölene kadar hastaneden asla çıkamayacağı
belli ve kesin olanlardır. Her ne kadar hastane idesine bu kadar yakın olsalar da,
belki de tam da onların bu ideye yakınlığındandır bu. Gördüğüm kadarıyla onlar
hastanede bir mekândaymış gibi bulunmazlar. Hatta onlar bir hastanede bile
bulunmazlar. Onlar artık hastanenin içinden, hastanenin kendisine yapışmış bir öğe
olarak bulunurlar. Tam süregelmekliği ile söylenecek olursa aslında; onlar,
hastane olmuşlardır. Ne hastane bir mekândır bu kişiler için, ne de bu kişiler
hastane için onlara mekân olduğu bir yapıdadır. Bu yüzden varlık, hastanenin
mekânsallığını yutarken bu hastaların hâlini de o mekânsallık ile birlikte yutar. Bu
mekânsallığı ve onunla birlikte ona yapışmış olanları yutarak güçlü hâle gelen

61
varlık artık oluş–spoutları için çok kalın haldedir. O yırtılma/ delinme/ dağılma/
fışkırma gerçekleşemeyecek kadar dolgun çeperler içinde –ve bu çeperler olarak da
tabi– süregelir.

Evet, hastaneler gerçekten mekânsallığı kaybetmiş yerlerdir. Onlar ne


kendileri için bir mekânsallığa sahiptir, ne de başkaları için bir mekân anlamı taşır.
Onlar artık varolan şeyler olarak orada olurlar, olmaktadırlar. İşte bu nihai yokluk
–yani oluşspoutsuzluk– hastanelerin geçmişini de siler. Bu yüzden geçmişteki uzak
bir anda hastanelerin mekânsallığı var mıydı ve varsa nasıldı asla öğrenilemeyecek.

[Bu noktadan sonra artık dil, zihin ve yorumlama işe yaramaz hâle gelir. Ve
yolda ilerleyebilmenin tek yolu simgeler, çağrışımlar ve şiirin diyarına dair olan
diğerlerinden yardım istemektir. Zira belki biraz yokluğa dair kokular etrafı sarmış
olsa da hiçliğe çok uzakta bir noktada duruluyor]
..

Ama ben daha fazla yazmak ya da düşünmek için çok yorgunum artık, bu
yüzden bu yazıyı burada bitiriyorum. Benden önce bu yatakta yatmış olan hastanın
duvara yazdığı birkaç dizelik bir şiirle.
Amonyak–gam kokan şekilsiz pirayeler..
İltica etmek için son bu ablavut hatmilerin girdabı kaldıysa geriye
Artık rabıta vakti gelmiş demektir..o en başından beri kovuşturulan muahede ile..
Sesim de kalmadı pek, ya da hâlim yok gözlerimi açmaya..ama yine de
(imdat!)
..Bu kısık ve yavaş kordonlar neye muktedir ki
Böyle cibiliyetsiz sarahatlerin, veballerim altında ezilmeden durmasını sağlıyor?
(Duyabiliyorum boşveriyor ben olmayan birisi bir şeyleri)
..hayali şehrayinlerin durgun mestaneliğini özledim,
–en kötüsü de– belki de hep özleyeceğim..
kendime hatırlatma:

Duvardaki şiiri kimin yazdığını ve hangi hasta türüne ait biri olduğunu sabah
doktorlara sormayı unutma ve kendi yazına devam etmeye çalış.

2002/05/14 – 05:13

62
Kar Küresinde Bir Gündüz ve Bir Gece

Şehrin en son, ben doğmadan çok önce gördüğünü söyledikleri yaman bir
kış..bazıları için tanrının ya da evrenin sinik bir ruh hâlinde uyanmasının tepkisel
hışmı..bazıları için zaten uğramayı bekledikleri bir tür apokaliptik gazap..bazıları
için ise başka birçok şey..ya da pek bir şey değil..yine de akşam haberleri, şehirde
hayatı durduran fırtınalar ile ölü şehirler yaratanlar arasındaki ayrımı kendi trajedi
bağımlılıklarına göre yorumluyorlarmış gibi duruyor –bunun farkında olan ama her
ihtimale karşı sokakta oynamasına izin vermeyen annenin çocukları üzülmesin,
kışın getirdiği değil ama gerisinde bıraktığı karlar beş, altı gün sonra tamamen
sizin olacak– ben ise daha uzak bir olasılığın peşindeyim, yukarıda saydıklarımın
hangisinin ya da hangilerinin haksız olduğunu umursasam da kendimi bunun
cevabını bulmak için düşünmeye itemiyorum. Dışarısı beni çağırıyor çünkü. Uzun
zamandan sonra ilk defa.

Görüyorsunuz ya çoğu için bu kar yağışının güzelliği; binalar, sokaklar ve


insanlarla, yani şehirle ya da ağaçlar, nehirler yani henüz dokunulmamış doğa ile
ve şanslılar için ise aşk, özgürlük, yalnızlık gibi entitelerle birleştiğinde hayat
bulur..kendilerini de dâhil edip etmemeleri yine kendilerine kalmış içine doğru
yücelen manzaralar yaratırlar bu birleşimlerden..eğer yanlış bir günde değillerse
hepsi de bu manzaraları izlemekten hoşlanır..açıkçası ben de severim bunu..ama
dedim ya, bu sefer ki kış da daha uzak bir olasılığın peşindeyim..başımı tamamen
gökyüzüne dikip görüş alanımın içinde düşen kar tanelerinin dışında hiçbir şey
olmadığı bir anda kendimi sanki kırılmamış bir kar küresinin içindeymişim gibi
hissetmenin..en eski insanımsıların o bahsettikleri axis mundinin onlara bahşettiği
parçalanmamış dünyayı solumak..ve eğer şanslıysam belki de altımdaki toprağın
kaosa batıp boğulduğu, ona dönüştüğü o biraz ilerideki sınırdan onların korktuğu
gibi korkmak..

Hayır, halüsinojenik uzatılmış yardımlara ihtiyacım yok. Tek ihtiyacım olan


bir gündüz ve onun ve kendi boynundaki tasmayı tutarak yakınımdan geçen bir
gece.

Kar Küresinde Bir Gündüz


Sadece kar–taneleri görüyorum..onların yönelimsiz gelişlerini. Ve rol yapıyor, tıpkı
Evren, karbonların tamamen heder edilmesinden farklı bir şeye dönüşüyormuş gibi
Bu yüzden tüm varoluşunu göksel bir sessizlik için satıyor
Cennetlerin rüyası artık o kadar da uzak değil
Neredeyse tadacağım bu rol yapmada ve bu rüyalarda ne hissettiğimi
[..] Skene yok..teogoninin şiiri burası hakkında hiçbir şey bilmez
Ve onun şimdiki–olma hâli ve önceki–olma hâli hakkında

63
Oksimoron diye çağrılan sadece düşünme ya da konuşmayla ilgili değildir
Ama aynı zamanda varlıkla ilgilidir ve varlığın kendisinin bir parçasıdır
Bu, benim dudaklarımı uyuşturan varlık değil
Bu, hareket eden ve hareket etmeyen yabani kadife çiçeğinin içindeki harmoninin karnavalı
Gerçekten bu tümlüğe dokundun mu? [..] dokundum
Ve içerisi için bekler–bırakılmış olan,
Geride olan değildir. Onun dışarda olduğunu söylemek bile zor, olmamaklığın
yoksunluğundan.
(kar–tanelerini görmeye geri düştüm)
Sanırım dokunmadım..sadece o rol–yapma hâli tarafından kandırıldım..değil mi?

Kar Küresinde Bir Gece


Sadece kar taneleri görüyorum..onların yönelimsiz gelmelerini.
[Ve bu sefer rol yapmıyorlar..daha fazla]
Tercümesi ve mânâsı bu parçalanmış dünyadan hep esirgenecek, sunul bir metanetin rizomu
Bu elyaf silüette saklanıyor olmalı. Kendini bakılmaya açan başka yer kalmadı zira.
Kendini bakılmaya açmayanların ise çok önceleri bunlardan vazgeçtikleri,
Sokak sanatçılarının etrafta kimse yokken gece çaldığı şarkılar dâhil
Demini almış tüm mağrip masalları tarafından biliniyor zaten.
Kar–taneleri, insanlıktan diller çalan riyakâr ve meşum delegeler gibi davranırken
Sınır muhafızlıklarını felç geçirerek kısa süreliğine kaybeden bu koralların
Yakınındaki müsveddede beklemeliyim
Sadece elçilerin nefret etmeye hak kazandığı o apolojist flamaları çalmak istiyorsam
..beni başka bir tanı ya da forseps götüremez çünkü
Karanlığın ne–idüğü asla belli olmayacak fundamental balyalarına.

Gecenin alacakaranlığı silik eyliyor şimdi. Eğilim gösterdiğim bir soğuğun


kendi şafağına ulaşamamışlığına uyanıyorum. Karanlık sadece eskiden arkadaşım
olan bir lanetin amaçsız iç geçirmesi gibi yokuyor beni. Ödünç alınıyorum
umursanmadan. Bakındığım köşeler maddeye çekmekten çok uzakta. Midemin
tahammül edemediği bir davetsizliğin cümbüşü bu. Emin oluyorum bir sonraki
gelecekte şimdi, eğer seçme şansı olsaydı tenim kendini yüzerdi, tüm ilaçların
özünde yanlış–olmanın kendilerine itirafı gibi. Ne ben hâlâ bu odayı hatırlıyorum
ne de denizcilerin bahsettiği o gizli ve güzel kalmış varlığın çıkarımsamalarına
şahit olunuyor. Tek emin olduğum bu alacakaranlık yanımda olana kadar bir
şeyler, her şey kesinlikle ölümcül şekilde yanlış–varlar. Silüet bir yatak,
bulunmamış bir sonbahar, kağıtsal bir loşluk duygusu ve fikri. Bunların hepsi
yanlış–var, eğer o alacakaranlık yoksa. Bileklerim, onsuzluktan titremelerim bile

64
böyle. İçine solu beni lütfen, sarıl bana, sen koksun her şey, olsunlar böylece. O
şafak vaktinden azat et beni, kendi ruhuna bağla.
–Hikâyesini bilmediğim her şey benim için çirkin mi hâlâ?–
Ya da karanlığın kendisine düşmeden onun içinde(n) yürüyebilmeyi öğrenmiş o
mahlûkatlar,
ellerine dönüşmüş bu flamaları kime götürüyor asla başka bakmayan gözlerle?
Kendi fragmanlarının vasisi yine kendi olan.
Varlık ve yokluğun tazmin ödediği(dir) hiçlik?
(O kar–taneleri görmeye geri düştüm)
Axis mundilerin bile bahşetmeye yetersiz olduğu her–ne–ise ile karşılaştım.

2012/02/01 – 00:01

65
Kısa bir Türkçe Çeviri Şiir Kaynakçası (A–J)

Abbas Kiarostami, Rüzgârla Yoldaş: Hamrah Ba Bad, Çev. Uğur Yıldırım, Pan Yayıncılık,
1. Baskı, İstanbul 2011.
Abdullah Özkan–Erdal Alova (Der.), Amore: Dünya Yazınından Seçme Aşk Şiirleri, Boyut
Yayın Grubu, 1. Baskı, İstanbul 2000.
Abdullah Rıza Ergüven (Çev. ve Haz.), Baudelaire: Şiirler, Yaba Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul 2001.
Abdullah Rıza Ergüven (Çev. ve Haz.), Fransız Şiiri: Başlangıcından Bugüne, Yaba
Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1985.
Abdullah Rıza Ergüven (Çev. ve İnc.), Paul Eluard: Yaşamı–Sanatı–Şiirleri, Berfin
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2011.
Abdullah Rıza Ergüven (Çev.), Baudelaire’den Şiirler, Varlık Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul
1961.
Abdullah Rıza Ergüven (Haz.), Vladimir Mayakovski: Yaşamı, Sanatı, Şiirleri, Berfin
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2002.
Achim Wagner, Hafif Coğrafya, Nika Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 2013.
Adnan Özer (Çev.), Antonio Machado (Seçme Şiirler), Yön Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
1994.
Adnan Özer (Çev.), Pablo Neruda: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2009.
Adonis, Ayna ve Düş, Çev. Metin Fındıkçı, Avesta Basım Yayın, 1. Baskı, İstanbul 2002.
Adonis, Kör Kahin, Çev. İbrahim Demirci, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2013.
Adonis, Sen Oku Ey Aşkın Sarhoşluğu, Çev. Metin Fındıkçı, Hayal Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2010.
Adonis, Şamlı Mihyar’ın Şarkıları, Çev. İsmail Özdemir, YKY, 2. Baskı, İstanbul 2010.
Adonis, Tarih Kadının Bedeninde Parçalanır, Çev. Metin Fındıkçı, Artshop Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 2010
Ahmed Eş–Şehavi, Benim Adıma Bir Gökyüzü, Çev. Mehmet Hakkı, Kırmızı Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2014.
Ahmet Cemal (Çev. ve Haz.), Rainer Maria Rilke: Bütün Şiirlerinden Seçmeler, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2014.
Ahmet Cemal (Der. ve Çev.), Paul Celan: Ellerin Zamanlarla Dolu, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Ahmet Necdet (Haz.), Çağdaş Fransız Şiiri, Yeditepe Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1959.
Ahmet Sarı, Thomas Bernhard’ın Şiir Dünyası, Deki Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 2007.
Ahmet Turan Oflazoğlu (Çev.), Hölderlin: Seçme Şiirler, İz Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
1997.
Aiskhylos, Zincire Vurulmuş Prometheus, Çev. Azra Erhat–Sabahattin Eyuboğlu, Bilgi
Yayınevi, 1. Baskı, Ankara 1968.

66
Alberto Caeiro (Fernando Pessoa), Teslis’in İkincisi, Çev. Nil Toker, Kült Neşriyat
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2013.
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin, Aşk Şiirleri, Çev. Kanşaubiy Miziev–Ahmet Necdet, Artshop
Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2003.
Aleksandros Adamopulos, 12+1 Yalan, Çev. Herkül Millas, İmge Kitabevi, 1. Baskı,
Ankara 2000.
Alexandr Sergeyeviç Puşkin, Uçuyor Troyka Yel Gibi, Çev. Ataol Behramoğlu, Adam
Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2003.
Ali Galip Yener, Eleştirinin Eşiğinde Edebiyat, Hece Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2006.
Ali İhsan Kolcu (Haz.), Ondokuzuncu Yüzyılda Batı Edebiyatından Tercüme Edilen Şiirler
Antolojisi (1859–1901), Gündoğan Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1999.
Ali İhsan Kolcu, Albatros’un Gölgesi: Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir
İnceleme, Akçağ Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2002.
Aloysius Bertrand, Gaspard de la Nuit, Çev. Özdemir İnce, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2009.
Andre du Bouchet, Bugün Budur, Çev. Ahmet Soysal, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara
1997.
Andrea Alciatus, Simgeler Kitabı, Çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2007.
Angelos Sikelianos, Artemis Orthia’ya İlahi, Çev. Esin Ozansoy–Erdal Alova, İmge
Kitabevi, 1. Baskı, Ankara 1997.
Anıl Meriçelli (Çev.), Kırmızı Kırmızı Bir Güldür Aşkım (Çeviri Şiirler), İnsancıl Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 1997.
Anıl Meriçelli (Çev.), Modern İngiliz–Amerikan Şiiri Antolojisi, İnsancıl Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 1999.
Anne Carson, Kocanın Güzelliği: 29 Tangoda Kurgusal Bir Deneme, Çev. Aslı Biçen, Metis
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2009.
Anne Sexton, Kilitli Kapılar, Çev. Dilek Değerli, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
2006.
Anton Baev, Dünya Nimetleri, Çev. Kadriye Cesur, Komşu Yayınları: Yasak Meyve, 1.
Baskı, İstanbul 2011.
Antonio Machado, Granada’ya Doğru, Çev. Tozan Alkan, Sözcükler Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2016.
Antonio Machado, Kastilya Kırları, Çev. Ayşe Nihal Akbulut, İmge Kitabevi, 1. Baskı,
Ankara 2001.
Aram Pehlivanyan, Özgürlük İki Adım Ötede Değil, Aras Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
1999.
Aram Saroyan, Minimal Şiirler, Çev. Halil Duranay, Kült Neşriyat Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2013.
Ari Çokona (Çev.), Konstantinos Kavafis: Bütün Şiirleri, İstos Yayın, 2. Baskı, İstanbul
2013.

67
Arthur Rimbaud, Illuminations, Çev. Can Alkor, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2008.
Asım Bezirci (Çev.), Paul Eluard: Asıl Adalet (Seçme Şiirler), Evrensel Basım Yayın, 1.
Baskı, İstanbul 2006.
Asım Bezirci (Der.), Dost Türk–Yunan Şairlerinin Diliyle Barış, Anahtar Kitaplar Yayınevi,
1. Baskı, İstanbul 1992.
Asım Bezirci (Der.), Halkımızın Diliyle Barış Şiirleri, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı,
İstanbul 1996.
Asım Bezirci (Der.), Şairlerimizin Diliyle Barış, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı, İstanbul
1999.
Ataol Behramoğlu (Haz.), Çağdaş Rus Şiiri Antolojisi, Can Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2008.
Ataol Behramoğlu–Özdemir İnce (Haz.), Dünya Şiir Antolojisi 1. Cilt, Pozitif Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2008.
Ataol Behramoğlu–Özdemir İnce (Haz.), Dünya Şiir Antolojisi 2. Cilt, Pozitif Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2008.
Attila F. Balazs, İsteğin Hususiyeti, Çev. Müesser Yeniay, Şiirden Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2015.
Aydın Karahasan (Çev.), Ömer Hayyam: Farsça Asılları ve Türkçesiyle Rubailer, Telos
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2014.
Ayşe Lahur Kirtunç (Çev.), Rütbesi: Yalınayak (Emily Dickinson’ın Şiirlerinden Seçmeler),
Efil Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 2009.
Ayşe Necatigil (Düz.), Behçet Necatigil: Yalnızlık Bir Yağmura Benzer (Çeviri Şiirler),
Adam Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 1984.
Ayten Mutlu–Figun Dinçer (Çev.), Sen Sanırdım Her Baharı: Çağdaş İngiliz Kadın
Şiirlerinden Seçmeler, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2007.
Azer Yaran (Çev.), Anna Ahmatova: Seçilmiş Şiirler, Adam Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
1984.
Azer Yaran (Çev.), Boris Pasternak: Erken Trenlerde (Seçme Şiirler), Can Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2013.
Azer Yaran (Çev.), Boris Pasternak: İkinci Doğuş (Seçilmiş Şiirler), Adam Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 1994.
Bâki Asiltürk, 1980 Kuşağı: Türk Şiirinin Poetikası, Toroslu Kitaplığı, 2. Baskı, İstanbul
2006.
Başo, Kelebek Düşleri: İki yüz yetmiş beş haiku, Çev. Oruç Aruoba, Metis Yayınları, 2.
Baskı, İstanbul 2015.
Behçet Necatigil–Ayşe Sarısayın (Çev.), Wolfgang Borchert: Fener, Gece ve Yıldızlar ve
Ölümünden Sonra Yayınlananlar Şiirleri, Can Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2008.
Behruz Kia, Düşüncedeki Rüzgâr, Çev. Tülin Mertcan, Şiirden Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
2012.

68
Behruz Kia, Hatıraların Gri Parçaları: Gray Pieces of Memory, Çev. Tülin Mertcan, Pan
Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul 2008.
Bejan Matur, Tanrı Görmesin Harflerimi, Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2011.
Berken Bereh, Kalbim Bir Yastıktır Aşka, Çev. Şener Özmen, Evrensel Basım Yayın, 1.
Baskı, İstanbul 2012.
Bernard Le Bouvier de Fontenelle, Ölülerin Diyalogları: Eski ve Yeni Ölüler, Çev. Yaşar
Avunç, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2011.
Betül Biliktü, Sergüzeşt, Aşka ve Aşıklara Dair: Melami Büyükleri, Çev. Lalizade
Abdülbaki, Furkan Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 2001.
Boris Vian, Barnum’s Digest, Çev. Erdoğan Alkan, Kodeks Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul
2011.
Bülent Kandiller–Yurdakul Kavas–Kaan Özbayrak–Tansu Açık (Çev.), Renga: Bir Şiir
Zinciri, Adam Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 1992.
Cai Tianxin, Durgun Yaşamın Şarkısı, Çev. İlyas Tunç, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2009.
Can Alkor (Der. ve Çev.), Bulunmuş Çeviriler, Norgunk Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2012.
Celâl Üster (Çev. ve Haz.), Yatağında Yalnız mısın?: Eski Japon Ozanlarından Aşk ve
Özlem Şiirleri, Okuyan Us Yayın, 1. Baskı, İstanbul 2002.
Cengiz Bektaş (Der.), Akdenizli Ozanlar, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı, İstanbul 2003.
Cesar Vallejo, Çıkın Sokaklara Dünyanın Çocukları, Çev. Ayşe Nihal Akbulut, Sözcükler
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2014.
Cevat Çapan (Çev. ve Haz.), Şiir Çevir Denize At, Cumhuriyet Kitapları, 1. Baskı, İstanbul
2008.
Cevat Çapan (Çev.), Kavafis’ten Yüz Şiir: Başka bir Deniz Bulamazsın, Sözcükler Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 2014.
Cevat Çapan (Haz.), Çağdaş Amerikan Şiiri Antolojisi, Artshop Yayıncılık, 2. Baskı,
İstanbul 2009.
Cevat Çapan–Kenan Sarıalioğlu (Çev. ve Der.), Haikular, Sözcükler Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2011.
Cevdet Perin (Haz.), Çağdaş Fransız Edebiyatı, Elips Kitap, 1. Baskı, İstanbul 2011.
Charles Baudelaire, Paris Kasveti, Çev. Hasan Anamur–Beki Haleva, Kırmızı Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2008.
Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Çev. Tahsin Yücel, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
3. Baskı, İstanbul 2010.
Charles Baudelaire, Şarabın Şiiri & Esrarın Şiiri, Çev. Orhan Düz, Dedalus Kitap, 2. Baskı,
İstanbul 2014.
Charles Baudelaire, Yapma Cennetler, Çev. Yakup Şahan, Telos Yayıncılık, 2. Baskı,
İstanbul 2008.
Charles Bukowski, Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali, Çev. Avi Pardo,
Parantez Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.

69
Charles Bukowski, Kimse Bilmez Ne Çektiğimi, Çev. Avi Pardo, Parantez Yayınları, 2.
Baskı, İstanbul 2015.
Christina Rossetti, Cin Pazarı ve Seçme Şiirler, Çev. Fahri Öz, YKY, 1. Baskı, İstanbul
2011.
Comte de Lautréamont, Maldoror’un Şarkıları, Çev. Özdemir İnce, Kırmızı Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2008.
Çiğdem Manas (Der.), En Güzel Dünya Aşk Şiirleri Antolojisi, Gün Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2004.
Daniil Kharms, Mavi Not Defteri, Çev. Halil Duranay, Kült Neşriyat Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2013.
Dannybal Reyes Umbria, Yıldırımlar İçin Mezardır Bu Kent, Çev. Berna Talun Üğüten,
Alakarga Sanat Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2013.
Dante Alighieri, İlahi Komedya, Çev. Nurseren Yurtman, Timaş Yayınları, 2. Baskı,
İstanbul 2014.
Darryl A. Levy, Varoş Manastırı/Ölüm Şiiri, Çev. Halil Duranay, Kült Neşriyat Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 2013.
Dato Mağradze, Jakomo Ponti, Babil Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2012.
Deborah D‟agostino, Kent Martıları, Çev. Gülbende Kuray Ulusoy, Ürün Yayınları, 1.
Baskı, Ankara 2013.
Dost Körpe (Çev.), Emily Dickinson: Aşk Yaşamdan Önce Gelir (Seçme Şiirler), Oğlak
Yayıncılık ve Reklamcılık, 1. Baskı, İstanbul 2011.
Dragan Dragojlovic, Ölümün Anayurdu: Death’s Homeland, Çev. Ayten Mutlu–Figun
Dinçer, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2009.
Edgar Allan Poe, Annabel Lee, Çev. Erdoğan Alkan, Varlık Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2012.
Edit Tasnadi–Kemal Özer (Çev.), Yüzünün Arkasında Mayıs / Macar Kadın Şiirinden
Seçmeler, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2007.
Edmond Jabes, Öcü’nün Yemeğine Şarkılar, Çev. Nilüfer Zengin, İmge Kitabevi, 1. Baskı,
Ankara 2000.
Efe Murad (Çev. ve Der.), M. Azad: Seçme Şiirler (1956–1996), Pan Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2011.
Elizabeth Bishop, Soğuk Bir Bahar, Çev. Cevat Çapan, Kırmızı Kedi Yayınevi, 1. Baskı,
İstanbul 2015.
Emek Kefeli, Metinlerle Batı Edebiyatı Akımları, Akademik Kitaplar, 2. Baskı, İstanbul
2009.
Emily Dickinson, Gizli Cennet, Çev. Dilek Değerli, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
2007.
Endre Ady, Kan Ve Altın, Çev. Tahsin Saraç, Adam Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 1992.
Enes Haliloviç, Silinmiş Haberler, Çev. Avdija Salkoviç–Metin Cengiz, Şiirden Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 2014.

70
Engin Yurt (Çev. ve Haz.) Li Bai: Bambu Flütü ve Pirinç Şarabı, Dergah Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2017.
Engin Yurt (Çev. ve Haz.), Bai Juyi: Çiçek Olmayan Çiçek, Dergah Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2016.
Eray Canberk (Çev.), Paul Eluard: Kesintisiz Şiir, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara 2001.
Eray Canberk (Haz.), Çağdaş Çin Şiiri Antolojisi, Yön Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 1996.
Eray Canberk (Haz.), Nobel’li Şairler Antolojisi, Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık, 1. Baskı,
İstanbul 2000.
Erdal Alova (Çev.), Nikholay Vaptsarov: İnsana Adanmış Şarkılar (Seçme Şiirler), Evrensel
Basım Yayın, 1. Baskı, İstanbul 2003.
Erdal Alova–Çiğdem Dürüşken (Çev.), Catullus: Bütün Şiirleri, Kabalcı Yayınevi, 1. Baskı,
İstanbul 2002.
Erdoğan Alkan (Çev.), Arthur Rimbaud: Bütün Şiirleri, Varlık Yayınları, 3. Baskı, İstanbul
2007.
Erdoğan Alkan (Haz.), Sembolizm (Antoloji), Varlık Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Erdoğan Alkan, Paris Komünü ve Komün Şairleri, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı, İstanbul
1996.
Erdoğan Alkan, Romantizm, Varlık Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Ergin Koparan (Çev.), James Langston Hughes: Ertelenmiş Düş Kurgusu (Caz Şiirleri),
Varlık Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1990.
Ergin Koparan (Çev.), James Langston Hughes: Seçme Şiirler, Yön Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 1994.
Eric Stinus, Kışın Bir Ağacın Binde Biri, Çev. Gülşah Özer–Kemal Özer, Toroslu Kitaplığı,
1. Baskı, İstanbul 2008.
Erich Fried, Der ki Ağaçlar Sultanı, Çev. Mustafa Ziyalan, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2007.
Ernst Jandl, Dilin İntikamı, Çev. Hayati Yıldız, Pan Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2010.
Ernst Jandl, Dilin İntikamı, Çev. Hayati Yıldız, Pan Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2010.
Eugen Gomringer, Somut Şiir Seçkisi, Çev. .eringen, Edebi Şeyler: 160. Kilometre
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Eugéne Guillevic, Kasırgaların Çatırtıları, Çev. Nuri Pakdil, Edebiyat Dergisi Yayınları, 2.
Baskı, Ankara 2014.
Eugene Guilleviç, Mutluluk Toprağı, Çev. Metin Cengiz, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2006.
Eugenio Montale, Xenia, Çev. Egemen Berköz, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara 2000.
Ezra Pound, Cathay, Çev. Ülkü Tamer, Jaguar Kitap, 1. Baskı, İstanbul 2012.
Fahri Özdemir (Çev.), Jacques Prevert: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2006.
Fahri Özdemir (Çev.), Pablo Neruda: Ve Aşktan Olacak Ölümüm, Islık Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2015.

71
Fahri Özdemir (Der.), Federico Garcia Lorca: Ah, Rüzgârda Giden Aşk (Seçme Şiirler),
Islık Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Fahri Özdemir (Der.), Federico Garcia Lorca: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2007.
Fahri Özdemir (Der.), Furuğ Ferruhzad: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2006.
Fahri Özdemir (Der.), Louis Aragon: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2010.
Fahri Özdemir (Der.), Paul Eluard: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Fahri Özdemir (Haz.), Arthur Rimbaud: Sarhoş Gemi, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2006.
Fahri Özdemir (Haz.), Guillaume Apollinaire: Aşk Şiirleri, Kırmızı Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2006.
Fahri Özdemir (Haz.), Rabindranath Tagore: Yüreklere Yakılan Ezgi (Seçme Şiirler), Islık
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Federico Garcia Lorca, “Cante Jondo” Şiiri, Çev. Sabri Altınel, Adam Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 1996.
Federico Garcia Lorca, Ne Garip Federico Adında Olmak, Çev. Erdal Alova, Can Yayınları,
3. Baskı, İstanbul 2016.
Ferid Muhiç, Zirve, Çev. Mariya Leontiç, Bengü Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2008.
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Çev. Saadet Özen, Can Yayınları, 5. Baskı,
İstanbul 2011.
Fernando Pessoa, Uzaklıklar, Eski Denizler, Çev. Cevat Çapan, Can Yayınları, 3. Baskı,
İstanbul 2009.
Fetva Tukan, Kapalı Kapılar Önünde, Çev. Metin Fındıkçı, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2008.
Friederike Mayröcker, Çocuk Yazı, Çev. Burak Özyalçın, Pan Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
2013.
Friedrich Nietzsche, Dionysos Dithyrambları, Çev. Orhan Tuncay, Gün Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 2005.
Friedrich Nietzsche, Dionysos Dithyrambosları, Çev. Ahmet Cemal, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2011.
Friedrich Nietzsche, Şen Bilim: Şiirler, Çev. Ahmet İnam, Say Yayınları, 4. Baskı, İstanbul
2011.
Friedrich Schiller, Felsefe ve Şiir, Çev. Burhanettin Batıman, Yaba Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2001.
Furûğ Ferruhzâd, İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına, Çev. Ali Güzelyüz, Demavend
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Gérard Genette, Anlatının Söylemi: Yöntem Hakkında Bir Deneme, Çev. Ferit Burak Aydar,
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2011.

72
Gertrude Durusoy–Ahmet Necdet (Çev.), Guillaume Apollinaire: Dünya Gülü, Adam
Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Geşem Necefzade, Savaş Ayakkabı Ölüm, Çev. F. Gedikli, Bengü Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2008.
Giorgio de Chirico, 9 cm No:3, Çev. Cemal Akyüz, Kült Neşriyat Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2015.
Giuseppe Ungaretti, Batık Liman ve Başka Şiirler, Çev. Cevat Çapan, Can Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2013.
Gottfried Benn, Et, Çev. Oğuz Tarihmen, İmge Kitabevi, 1. Baskı, İstanbul 1997.
Gökçenur Ç. (Çev.), Paul Auster: Duvar Yazısı (Seçme Şiirler), Can Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2008.
Guillaume Apollinaire, Alkoller, Çev. Erdoğan Alkan, Kodeks Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul
2013
Guillaume Apollinaire, Çizgi Şiirler: Calligrammes, Çev. Erdoğan Alkan, Artshop
Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Guillaume Apollinaire, Hayvan Öyküleri Kitabı, Çev. Erdoğan Alkan, Kodeks Yayınevi, 1.
Baskı, İstanbul 2012.
Gustavo Adolfo Becquer, Kafiyeler: Rimas, Çev. Ertuğrul Önalp, Multilingual Yabancı Dil
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Gül İlbay (Der. ve Çev.), Arzunun Karanlık Odası: Fransız Kadın Şairlerin Erotik Şiirleri,
Papirüs Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2003.
Güler Çelgin (Çev. ve Der.), Örneklerle Hellenistik Çağ Şiiri, Arkeoloji Sanat Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2000.
Gürkal Aylan (Çev.), Yunanlı 4 Kadın Ozandan Sevgi Dizeleri, Artshop Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 2006.
Gürsel Aytaç, Edebiyat Yazıları II, Gündoğan Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1991.
Halil Cibran–Mihail Nuayme, Gözlerin Fısıltısı, Çev. Hüseyin Yazıcı, Kaknüs Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2009.
Halil Gökhan (Çev.), Salah Stetie (Seçilmiş Şiirler), Oğlak Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
1995.
Han Şan, Soğuk Doruktaki Adam, Çev. Ömer Tulgan, Yol Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
1993.
Hanan Avvad, Filistin, Senin İçin, Çev. Metin Fındıkçı, Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı,
İstanbul 2003.
Hans Magnus Enzensberger, Körler Alfabesi, Çev. Ulrike Böhmer–Turgay Fişekçi, İmge
Kitabevi, 1. Baskı, İstanbul 2000.
Haşim Hüsrevşahi (Çev. ve Der.), Dolunayda Kızıl Tef Çalan Kadınlar: İranlı Kadın Şairler
Seçkisi, Totem Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2015.
Hayriye Ünal, Eşikteki Özgürlük: Çoksesli Şiir, Hece Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2011.
Heinrich Heine, Şarkılar Kitabı, Çev. Behçet Necatigil, Adam Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
1982.

73
Henri Michaux, Çin’de İdeogramlar, Çev. Orçun Türkay, Norgunk Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2010.
Henrik Nordbrandt, Aşk Şiiridir Bütün Şiirler, Çev. Murat Alpar, Adam Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 1991.
Henrik Nordbrandt, Ayaklarımın Altına Serdim Dünyayı, Çev. Murat Alpar, Adam
Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 1993.
Henrik Nordbrandt, Her Sözcüğü Bir Aşk İlanı Gibi Duyumsuyorum, Çev. Murat Alpar, Can
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2012.
Herkül Millas–Özdemir İnce (Çev.), Yannis Ritsos: Rumluk Yaşlı Kadınlar ve Deniz,
Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2010.
Herodas, Mimoslar, Çev. Erdal Alova, Kabalcı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2007.
Hilda Doolittle, Aşk Yamacındaki Ateş, Çev. Dilek Değerli, Artshop Yayıncılık, 1. Baskı,
İstanbul 2008.
Hulûd el Mualla, Gülün Gölgesi Yok, Çev. Mehmet Hakkı Suçin, Kırmızı Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2014.
Hüsrev Hatemi (Çev.), Ömer Hayyam: Rubailer, Çağrı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2012.
Ion Deaconescu, Düşler Ormanında, Çev. Barış Behramoğlu, Tekin Yayınevi, 1. Baskı,
İstanbul 2015.
Israel Bar Kohav, Atlantis, Çev. Sezer Duru, Komşu Yayınları: Yasak Meyve, 1. Baskı,
İstanbul 2007.
Iuvenaus, Yergiler, Çev. Erdal Alova–Çiğdem Dürüşken, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006.
Ivan Hristov, Bdin, O Bataklık, Çev. Gökşenur Ç., Yitik Ülke Yayınları, 1. Baskı, İstanbul
2015.
İlhami Soysal (Haz.), 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, Bilgi Yayınevi, 4. Baskı, Ankara 1992.
İlyas Tunç (Der.), Çağdaş Güney Afrika Şiiri Antolojisi, Bence Kitap, 1. Baskı, Ankara
2013.
İmdat Avşar (Çev.), Resul Rıza: Gecenin Suskun Nağmesi (Seçme Şiirler), Bengü Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 2010.
Jacques Derrida, Edebiyat Edimleri, Çev. Mukadder Erkan–Ali Utku, Otonom Yayıncılık, 1.
Baskı, İstanbul 2010.
Jacques Derrida, Şiir Nedir?, Çev. Ahmet Sarı – M. Abdullah Arslan, Babil Yayınları, 1.
Baskı, Erzurum 2002.
Jaime B. Rosa–Metin Cengiz–Müesser Yeniay (Haz.), Çağdaş İspanyol Şiiri Antolojisi,
Şiirden Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2013.
James Langston Hughes, Alabama’da Şafak, Çev. Ergin Koparan, Kavram Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 1985.
James Langston Hughes, Memleket Özlemi, Çev. Necati Cumalı, Ataç Kitabevi, 1. Baskı,
İstanbul 1961.
James Langston Hughes, Özgürlük Gibi Sözcükler, Çev. Özcan Özbilge, Kaynak Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 1985.

74
Jamie B. Rosa, Deniz Şiirleri, Çev. Metin Cengiz, Şiirden Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul
2014.
Jean Orizet, Dünyanın Derisi, Çev. Halil Gökhan, Yön Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 1999.
Jeremy Reed, Sayıklamalar: Bir Arthur Rimbaud Yorumu, Çev. Ülker İnce, Telos Yayınları,
1. Baskı, İstanbul 1998.
Jidi Majia, Gök ve Yer Arasında, Çev. Ataol Behramoğlu, Tekin Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul
2015.
Johann Wolfgang von Goethe, Faust, Çev. İsmet Zeki Eyuboğlu, Sosyal Yayınlar, 1. Baskı,
İstanbul 2001.
Johann Wolfgang von Goethe, Yarat Ey Sanatçı: Şiirler, Roma Ağıtları, Akhilleus, Çev.
Ahmet Cemal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2014.
John Berger–Selçuk Demirel, Kıyıdaki Adam, Çev. Cevat Çapan, Yapı Kredi Yayınları, 2.
Baskı, İstanbul 2009.
Jorge Luis Borges, Şifre, Çev. Yıldız Ersoy Canpolat, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul
2013.
José Martí, Göklerde Eriyip Gitmek İsterdim, Çev. Ataol Behramoğlu, Can Yayınları, 1.
Baskı, İstanbul 2011.

75
EKLER
Ek – 1
Methadon

In hazy intemperance of ecstatic cyclones,


To find time‟s manifestation which is taken prisoner before time‟s itself,
I‟m the one who goes to the descending waterspouts‟ phenomena.. I won‟t stop

A few campervans are around me again,


As if each of them is sounding different severities..
They remind me the lyrics of a song I used to run away to
“…cause we all have lost, so don’t feel so aliened”
..there‟s nothing else for me to do in this circle, until I is indicated
I‟m excavating a saturday in my past–youth..to see if they are really right
A saturday, that for me, has never been any different from monday or friday.
They are wrong…but it doesn‟t matter..they will be going away in a little later.

–.)
I‟m sure that subsequents will also, just like preceedings,
Be exhibiting an unique dance with the music of anxiety passages
Which are full of calsified, burning thornes and barren miracles..
But next time, I‟m not going to try to look inside them.
Anyway, my loathing is not this..it hasn‟t come yet
…(The ones who will lave me are the rains in that phenomenon..
..I‟m still behind.)

I‟m expectorating with agraphia, on lands which an heedless exterior–I has stained..
Yes,
My realm, is the back of these same–old–stories which are being left by their lynchpins,
And within kingdom of sophistry, black garbage in which I was born slave, is my only bed..
The one who arises from the direful deamon of my spine‟s at–easedlessness in the mirror,
Is my negated breathing–in..
… . ..forasmuch as it is so,
I must go to the blackest one..to the middle of it..to the nonexistingness.

76
(..I have returned to the one place which I wasn‟t expelled before, Notwithstanding
I had come with an unwellness which its convalescence would never be able to begin,
I‟m not sure if i can continue, while this vague moonstruckness is tired inside of me,
to hunt my own deadness–of–winter in dark..to hunt my other answers
this exhausted scatteredness of me is myself.
after learning that there‟s no space for my literature in art of being happy
this room..
this cheap and commodious place which had taught me to content with sadness in a
yesteryear that I can‟t recall..)

Yes, I can bide here a bit. –the lack of euphoria is a price I shall pay–

Methadon..
My being–amolioratedness is not at the end of you..it is within you as much as eternity is in.

09.12.2010 – 03:49

77
Ek – 2
Sylvia, the Poetess

A girl, as half–awake as the delirium of a lurid, unbeen autumn


She is staging that hoeless pupa‟s veiled ceremony
–lost candelabras and frankincenses which almost surely bring diseases to home,
Are not far from this scene–
In these wet streets where air will be clear at most two minutes, a steep 1956..
Neurotic gizzyturbirdness of old book smell..
Labyrinthes of new book smell which is trying to learn to inerting..
She has everything she needs, in this downpour play.
A Nocturnal, defective summerhouse,
Which is made for you to read out loud your infinite poems
That bear marks of your past suicide attempts
(no, I‟m not disturbed yet)
The finding–stranges that you interred without teaching them to be reined,
Are condemned to fall into delusion of a glowed extent..
–such an extent that none of the motley typewriter or foresight that became enough ill to
wear out, will ever be able to scrutinize it..–
From the drama of an idling infarction, to a manuscript of normalcy
By behaving as a fool lover who is “pale and white, waiting to die”..
(...surely it means that she will be found easily.)
.
You think like a sanguinary, odiumish repugnance
Inside the thing that unsensed, fogged incisures, which belongs to the wall
that can not fulfill, take road toward to its knottiness..
..
She chose an apathy that has no ability to think..to reshape the death and the reality
To create a realm where moon is allowed to turn black as much as the night is..
To write down that rare normalcy in her marriage
..a normalcy which was once tangible..
Which is but now not anymore becausee of her non–ordinary husband.

When the literature starts to behave like a graveyard where there is no


existence–place for good, bad or other similar adjectives, like most of the people,
you too talk about something not very–known about the lethe river, to attract
attention to somewhere else.. Although it doesn‟t interest me that story about this

78
river –or its all meanings that are possible to talk about– I did sometimes try to
picture how does it feel like to be the point‟s itself where the river gets most deep
and look from over there to that graveyard..like every student of yours who follow
you to teach them something..
“You are not a fool lover..I just envy you
Because you have something that I never had and never will be and will have.”

Apprehensive discussions that will end with just a “no”...


Discussions where an acerbic sonata stay its center.

–a tiny crying space in a var, what she needs–


For the consequences of a non–typical boredom and its angst

These tinders you have, are nothing different from a shrouded soughing
Their being decomposed is still not finding an end..like an alive neuralgia.

“–Did Nicholas and Devon bring a new page?


–No, but it should have turned her into an unsuicidal parent.”

For a farm laborer, who has gone into rage..


With herself..even with future triumphs which evolved from stutter
Unbilateral sifter which fright and inner–night that stills
As plaited as yet not completed its inhale, created together
It is not working..

No, nothing from those heavenly lines or verses will make everything alright,
No, god doesn‟t talk through you, beside through, you are not even someone to talk to..

come–to–collapse–in–heapness...old neighbour‟s ashtray you‟ve cried and


Stamps that should be considered as borrowed, even if they are already paid for
You don‟t ever need it, do you?..in this house that a real trajedy penetrated in its bones..
...to be reminded of where the guests should be welcomed..
While you‟re among the ones who cannot escape away from a liar ceremony
Where shadows seem insane enough..

79
You should‟ve known this, Slyvia..suicide isn‟t always a big deal..although
I‟m not like those who say: “sometimes you live or you die..there‟s not much of a
difference between them.” But still..

And when it comes to talk about your plight,


In being at the edge of mental breakdown of yours..I see nothing fatal or poetical.

I know, I still see only few that I can not tell you what is poetical or not,
especially to you as you, one of the people who all these years tried to teach me the
difference between meaningless and dead words..but in any case, what I‟m telling
about here is not a fact which its bond with literature moves involuntarily.

How many of the differences between “from life to death” and “from nilness to something”
act like countable beings?

Among all the things, I‟m now fully aware that at least you don‟t know this‟ answer.

There are only a few points of view where death and the dead aren‟t
completely same and if you are not done with even one of them (which if I have to
make an interpretation for you, it seems like you will never be done) I no longer
think you can understand me...

Just as I have never been able to understand you.

Some will remember you as a perfect poetess,


And some, as another victim of an unfair marriage

But to me..I will remember you as a woman


Who is healthy and normal enough to fall into love.

20.07.2011 – 02.17

80
Ek – 3
A Gray, Hallucinative Sleep (Last Night–Chrysanthemum for Joan)

Like all the sooty symbols that don‟t extract out their existence from their cold lives
They are too sleeping in this hour of the day..
If I didn‟t see myself when I look at my hand,
I would‟ve almost loved their sleeping..of these deities of my head–acheless–ness
..
Everyone knows, walls move when darkness falls
They have only one aim, to remind themself that they can move..
Especially when you are not looking at them
But everyone who knows this, also fell asleep already.
And if now you are not the one who is insane, who lost her mind
I don‟t know who is.
..
“I can read you, like you read me” whispered as
The liar in her sickbed,
And the flicker in another yarn to snow
...every fear has its own ritual that it hides from itself,
So that it would see itself sleeping when looking in the mirror, and the liar‟s soothsaying
Now, this is the what only a few people talks without getting tired
And I‟m, not one of them.
..it won‟t snow. (but, you are one of who waits for their turn to live it)

All your intuitions are in my throat, I‟m gulping them


My boredom has me..and I‟m alone..no, my poems are not cynical more than usual
As those humane streets that I denigrate and not walk
And still it feels like I miss you.

You‟re right..like I told, your intuitions..


Are like that profane far–away Luna–park which a child that I remember wants always to go
I‟m right too,
Because in fact, I‟m not alone now any more than any other time.
.

And I‟m not allowed to think you when my boredom doesn‟t have me anyway.

81
And yes, suddenly I feel nothing for this world
But still, that I stay in place near being your friend, that I have known you, I feel..etc
It‟s not me, but still I smile this insolubly anyway.

I guess it is like I believe what you have been always aware of


Even If it was allowed, I wouldn‟t write that tale the way I wanted to, deliberately
And this is exactly what Sylvia has but I don‟t, and
What because of this, I long for her hatefully
And one more thing..
Never mind.
That at least I have known you, I feel lucky..
Beautiful Dreams Joan

07.11.2011 – 04:21

82
Ek – 4
Violet (Antique Pen)

In entreaty where the anemones only have backlashes for touch of the macabre,
For circles who has relinquished themselves
And
For scarlet fever turbidity of billow debris that still possesses the juncture
I was the only soul brings their own compunction to them..
In so much as that
Even stark thunderbolt residues who has been kennin‟ here as an asylum since born
Couldn‟t endure this stain
...
here, inertias are as cold as the meshes of a spider‟s web in hollow..
And what slips from my hand is non–recyclable turning of a never–ending astringency
Into a black disease reels of silver

It was the last phase of disease, by a tightrope tied up to my left wrist
When i prevented drift causes to break the striation of time in my memory
In full moon of December...
When i first saw Violet..

83

You might also like