Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 7

Sosyolojinin Temelleri

Y. Gurur SEV

Sosyoloji nedir? Nesnesi, yani konusu bakımından diğer insan bilimlerinden, psikolojiden,
sosyal psikolojiden ve antropolojiden nasıl ayrılır? Öyle ya, dördünün de nesnesi insan.
Psikolojiyi burada ayıklamak görece kolay, zira onun nesnesi, konusu kabaca bireyin ruhu.
Sosyal psikoloji ise topluluk (e.g. psikoloji birinci sınıf öğrencileri) içi ilişki ağlarının
dinamiklerine bakar, sosyoloji herhalde böyle bir şey değil. Antropolojiyle sosyolojiyi
birbirinden nesnesi bakımından ayırmak ise, göründüğü kadar kolay olmayabilir. Birinin
toplumla, diğerinin “toplum” denemeyecek insan topluluklarıyla ilgilendiği ön kabulüyle
hareket etsek dahi bu zor. Zira toplum nedir bilmiyoruz. Nitekim toplum herhangi bir
“insan topluluğu” olsa, bu sefer antropoloji varken neden sosyoloji diye bir bilime ya da
disipline ihtiyaç duyduğumuz sorulabilir.

Toplum nedir? Herhangi bir yerde bu soru sorulduğunda alınan yanıtlar hep bir ortaklığa
işaret eder: Ortak geçmiş, ortak değer, ortak coğrafya, ortak çıkarlar, ortak gelecek, ortak
gelenek, ortak kültür, ortak dil, ortak din… Peki, bunların arasında Batı’nın “ilkel” dediği ve
antropolojinin kendisine nesne edindiği kabilelerde olmayan bir ortaklık var mı? Olabilir mi?
Zor. Eğer toplum bu gibi bir ortaklıkta olsaydı, sosyolojiye yine ihtiyaç olmazdı. En
nihayetinde antropoloji insan topluluklarının yaşamlarındaki ortaklıklardan, örüntülerden,
ritüellerden hareketle insanı anlamaya çalışan bir bilim. Bunu pekâlâ daha büyük ölçekli
topluluklar üzerinden de yapabilirdi. Kaldı ki, “toplum nedir?” deyince verilen yanıtlar daha
ziyade “millet ya da ulus nedir?” ya da “halk nedir?” sorularının yanıtı gibi duruyor. Öte
yandan, eğer sosyolojinin nesnesi bunlar olsaydı, yani toplum ulus ya da millet gibi bir şey
olsaydı, siyaset felsefesi ve daha sonra gelişen siyaset bilimi varken sosyoloji diye bir bilimin
ya da disiplinin ya da “toplum” diye bir kavramın var olmasının bir anlamı olmazdı. Aynı
şekilde, toplumla halk aynı anlama gelseydi, etnoloji gibi, folklor gibi antropolojinin alt
dalları varken sosyolojiye yer olmazdı.

Peki, o zaman nereden başlamalı? Her şeyden önce kesin olan bir şey, toplum deyince özel
bir çeşit insan topluluğunu kastettiğimiz. O halde başlangıç noktası insan olmalı: İnsan
nedir?

Peki, nedir insan? Bu soruya verilen ilk yanıtlardan biri “akıllı ya da düşünen hayvan.” Oysa
kedilerin kendi kendilerine boyuna “kedi nedir?” diye sormadıklarını nereden biliyoruz? Hiç
kedi olduk mu? Dahası, bu yanıt zihinsel engelliler için “insan değil” yahut “daha az insan”
deme imkânını da içinde taşır ki, bunu kabul etmek güç olsa gerektir.

Bu soruya verilen bir yanıt da, “iradesi olan hayvan.” Oysa irade, yani isteğini eyleme
dökme, istemediğine direnme gücünün hayvanlarda olmadığını söylemek güçtür. Köpeğe
bir ilaç (i.e. hap) vermek isterseniz onu yutmamak için her şeyi yapar. Ya da kediye
istemediği bir şeyi yaptıramazsınız, kediye ancak o istediği zaman bir şey yapabilirsiniz.

1
Kaldı ki, bu açıklama da mesela felçliler için “insan değil” ya da “daha az insan” deme
imkânını içinde taşır.

Bir yanıt da “dili olan, konuşan hayvan.” Oysa artık yunusların 20 küsur kelimeyle
konuştuğu biliniyor, dahası, daha yeni Goril Koko’ya işaret dili öğretildi ve Koko insanlara
“siz salaksınız, gezegeni mahvediyorsunuz” dedi. Bu durumda yunuslarla Koko’ya “insan”
mı denecek? Diğer hayvanların dilini anlamıyor oluşumuz onları dilsiz ya da konuşmuyor
yapmaz. Öte yandan, bu açıklama işaret dili bile bilmeyen bir dilsiz için “insan değil” yahut
“daha az insan” deme imkânını da içinde taşır ki, bunu kabul etmek güç olsa gerektir.

Sağlam görünen bir yanıt da “alet kullanan hayvan.” Gerçekten de, insanların alet kullanma,
üretme becerisi, teknik becerileri onu diğer hayvanlardan ayıran bir özellikmiş gibi duruyor.
Öte yandan, ne kunduzlar gibi baraj, ne de karıncalar gibi yer altı kentleri yapabiliyoruz.
Yaptığımız metro hatları gülünç kalıyor karıncaların yaptıklarının yanında. Diğer taraftan,
tüm diğer hayvanlardan daha fazla alet yaptığımız açık. Peki, neden alet yapıyoruz?
Öncelikle ihtiyacımız olduğundan. Ne kadar çok alet yapıyorsan, o kadar ihtiyacın var
demektir. Ne kadar ihtiyacın varsa, o kadar muhtaçsın, ne kadar muhtaçsan, o kadar
eksiksin demektir.

Kendinden emin bir şekilde verilegelen “sürekli gelişen, ilerleyen hayvan” yanıtı da aynı
kapıya çıkar. Tam bir doğa gelişmez, ilerleme ya da gelişme hep bir eksiği tamamlamak
içindir. Dahası, her tür hareket ya da değişim bir nevi eksik tamamlamadır. Bu yanıt da bizi
insanın doğası eksik ya da noksan bir tür olduğu sonucuna götürür. Demek ki insanı
karakterize eden temel şey, onun doğası eksik bir tür olması―noksanlık.

***

Peki, niçin buradayız? Ne için, yani ne amaçla, hangi gayeyle? Burada, yani ya (i) “burada ve
şimdi” ya da (ii) “bu dünyada.” (i) Sabah 08.30’da ya da akşam 20.15’te dersteyiz diyelim.
Niçin buradayız? Hayatta kalmak için olmasa gerek, en nihayetinde, özellikle de böylesi ahir
zamanlarda, kıyamet koparken, salgın varken, ev/barınak daha güvenli. Bir şeyler öğrenmek
için? Pek makul değil, öğrenince ne olacak? Açıköğretim de okunabilirdi, niçin bu saatte
okula gelinsin ki? Başkalarına öğretmek için mi? Öğretince ne olacak? Kendimizi iyi mi
hissedeceğiz? Sonra? Mezun olmak için? Makul. Peki sonra? Niçin mezun olmak isteniyor?
Mezun olunca ne olacağını umuyoruz da mezun olmak istiyoruz? İş bulacağımızı mı? Gerçi
bunun için dört yıl kaybetmeye gerek yok ama, öyle diyelim. Eee, sonra? Niçin mezun olup
iş bulmak için yapıyoruz ne yapıyorsak? Ne olacağını düşünüyoruz mezun olup iş bulunca?
Evleneceğiz, yavrulayacağız, emekli olacağız… Niçin? Ne olacağını düşünüyoruz bütün
bunlar olunca?

Kimileri zengin olmak için yaşar, erkenden iş hayatına atılırlar. Kimileri ünlü olmak ister,
kimileri de iyi bir kul. Mezun olmak için sabah ya da akşam 8’de derse gelen de, zengin
olmak isteyen de, ünlü olmak isteyen de, iyi bir kul olmak isteyen de bunu son tahlilde, en
nihayetinde, mutlu olmak için yapar. Mezun olmak isteyen atanınca, iş hayatına atılan para

2
kazanınca, ünlü olmak isteyen şöhreti yakalayınca, mümin cennete gidince mutlu olacağını
düşündüğü için bunları yapar.

Peki, mutlu olmayı niçin isteriz? Mutlu olmak için. Başka bir şey için değil. Diğer her şey
başka bir şey için istenir, bir tek mutluluk kendisi için seçilir. İnsan için en nihai iyi
mutluluktur. Demek ki insan yaşamının nihai amacı mutluluktur. İnsan mutlu olmak için
yaşar.

Öte yandan, anlık sevinçleri mutlulukla karıştırmak yaygın görülen bir hata. İnsan
yaşamının nihai amacı anlık veya geçici bir duygu ya da his olabilir mi? Geçici olmak bir
yana, insanın yapıp ettiği değil, maruz kaldığı şeyler olan, pasif olduğu şeyler olan hisler ya
da duygular insan yaşamının nihai amacı olabilir mi? Pek mümkün olmasa gerek.

Peki, insan mutlu olabilir mi? Olursa ne olur? Yaşamın nihai amacı mutluluksa, mutlu olmak
için yaşanıyorsa, mutluluğa erişildiği an artık yaşamak için bir sebep, hatta yaşam diye bir
şey yok demektir. Bu bağlamda yaşam mutluluğa yol almak, ona yaklaştıkça uzaklaşmak,
hiçbir zaman ona varamamaktır. Demek ki, mutluluk yaklaştıkça uzaklaşılan bir şeydir, yani
ufuk!

(i) Niçin buradayız o vakit? Mutluluk için. Mutlu olmak için yaşıyoruz. Peki, bizi bu zorlu
yolda tutan nedir? Hayatta kalma içgüdüsü mü? Makul. Öyle ya, hayvanız sonuçta, insan da
bir hayvan türü. Peki, o zaman niye kedi hayvanı gibi yiyip içip barınabildiğimiz, beslenip
üreyebildiğimiz sürece rahat etmiyor da çıkıp 08.30’da derse geliyoruz? Ya da niye mesela
“bu dersi seneye alırım” deyip yapacağımız her ne ise sonsuza dek ertelemiyoruz? Nedir
acelemiz? Neden bu yıl mezun olmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Hayatta değil miyiz?
Seneye mezun olsak ölecek miyiz? Yanıt basit, bilinç düzeyinde olmasa da her an ölümlü
olduğumuzu, sınırlı olduğumuzu biliyoruz. Bu yüzden de acelemiz var, koşuyoruz. Ölüme
koşuyoruz. Ne demeye yapıyoruz bunu? Herhalde ölümün bize doğru gelişinden daha hızlı
koşarsak onu yenebileceğimizi düşünüyoruz. Öleceğimize eminiz, ne zaman öleceğimizi
bilmiyoruz, ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Ne olabilir bunun
sebebi? Belli ki onu yenebileceğimizi ümit ediyoruz. İşte bu açıdan bakıldığında, insan bir
ölümsüzlük arayışı, ilk insan da belki de Gılgamış ya da Gılgameş oluyor.

(ii) O halde, niçin buradayız, yani bu dünyada? Yanıt basit, ölümsüzlüğün peşinden koşmak
için. Peki, ölümsüz olursak ne oluruz? Ölü! Zira ölümsüz biri hayatta da olsa, yaşıyor olmaz.
Ne de olsa insan yaşamı bir ölümsüzlük arayışı. Eğer aranacak bir şey yoksa yaşam da yok
demektir. Dahası, ölümsüz bir şey mükemmel demektir, mükemmel olan da hareket etmez.
Öyleyse ölümsüzlük de biz yaklaştıkça uzaklaşan bir ufuk. Hatta belki de mutlulukla
ölümsüzlük aynı şeyin farklı isimleri.

Demek ki insan hazır, tam bir varolan değil, bir noksanlık. Hazır, tam bir varolan olmadığı
için de tanımlanabilir, dolayısıyla da öngörülebilir değil. İnsan bir süreç, bir arayış. Neyin
peşinde? Mutluluğun. Niçin yaşıyor? Mutlu olmak için. Neden? Ölümden ötürü. Hayatta
kalma içgüdüsüyle değil, ölümü yenmek için. Ölümlü olduğunu, sınırlı olduğunu, noksan
olduğunu bildiği için hayatta kalmanın gereklerinden fazlasını yapıyor, yeri geliyor hayatta

3
kalma içgüdüsünün emrettiğinin tersini yapıyor, ölümüne! eyliyor. Hepsi de bunları başka
başka yapıyor. Bu da bir öngörülemezliği, kendiliğindenliği beraberinde getiriyor. Bir sancısı
var insanın, ölümü yenmek, mutlu olmak, tam olmak için acelesi var. Bunu getiren de bir şey
var: Kaygı. Bu dünyaya fırlatılmış insan ve geleceğe doğru kayıyor, zamanı durduramıyor,
kaygı hep geleceğe doğru. Neden buradayız sorusunun bir yanıtı da burada. Kaygıdan. İşte
bütün bunlar bize “insan varoluştur” dedirtiyor.

Peki, nedir varoluş? Öyle ya, oluştan pay alan her şeye varoluş demiyoruz. İnsanı
karakterize eden şey noksanlık, bunu daha önce söylemiştik. Noksanlık ise beraberinde bir
imkân denizi getiriyor. Eksiğini tamamlamanın bin bir yolu var sonuçta. İnsan bir imkân
denizi. Bir dolu olanakla yaşıyor, kimini gerçekleştiriyor, kimini gerçekleştirmiyor. Ama
gelecekte yaşarken, kendini gerçekleştirmeye yahut tamamlamaya, özünü kurmaya çalışıyor.
Bunu da bu imkân denizinden bir kümeyi mümkün özü olarak seçip, öngörüp, buna göre
kendisini kendisine konu edinip, kendisine ihtimam göstererek [Sorge], kendisini
iyileştirerek [Lat. cura] ya da kendisine dikkat ederek, özen göstererek [Yun. epimeleia]
yapıyor. Basitçe kendisinin dışında [ek] durup [sistere] kendisini ele alarak yapıyor. İşte bu
kendisinin dışında durup kendini gerçekleştirmek üzere kendine özen göstermeye, kendini
ele almaya “varoluş” [Ezistenz > ek + sistere] diyoruz.

İşte ünlü klişe “varoluş özden önce gelir” de bunu anlatıyor―bu ”önce var oluyorsun sonra
özün oluyor” gibi bir şey değil. İnsanın bir özü yok, yaşam imkân denizinden bu özü kurma
çabası, bu çabaya da “varoluş” diyoruz. Bu öz kurulabilir mi? Mutluluk ve ölümsüzlük gibi,
insanın özü de bir ufuk. Kurduğun an varoluş, dolayısıyla yaşam bitiyor; ne de olsa yaşamın
amacı, diğer yandan noksanlık ortadan kalkıyor. Bu öz yalnızca bir imkân ve insanı
karakterize eden şeylerden biri de bu: İmkân.

İnsanın kendiliğindenliğine epey vurgu yaptık. Ne ki, “niçin yaşıyorsunuz?” ya da “niçin


buradasınız?” sorularına verilen yanıtlar çok da çeşitli değil aslında. Görünen o ki, herkes
reçetesi önden yazılmış standart bir gelecek için yaşıyor: Diploma alacağım, birilerine bir
şeyler öğre<n/t>eceğim, atanacağım, evleneceğim, yavrulayacağım, emekli olacağım, torun
bakacağım, öleceğim…

Düşüncelerimiz, meselelere bakışımız, olaylara tepkimiz de herkes gibi.1 Neden peki? Çünkü
böylesi daha kolay, böylesi sorumluluğu üzerinizden alıyor. Herkes düşünmüş, ben niye
kendi gözlerimle bakayım? Öyle ya, düşünmek çok yorucu. Herkes nasıl düşünüyorsa öyle
düşünür, herkes nasıl tepki veriyorsa öyle tepki verir, herkes nasıl eğleniyorsa öyle eğlenir,
herkes nasıl yaşıyorsa öyle yaşar, herkes nasıl ölüyorsa öyle ölürüm. Hem böylesi daha kolay,
hem de “niye böyle yaptın?” diye sorarlarsa “herkes öyle yapıyor” diyebilir, sorumluluğu
üzerimden atabilirim.

Buradan ne anlarız? “Herkes vardı, ama hiç kimse yoktu” diyebileceğimizi. Öyle ya, herkes
gibiysem namımın, şahsımın ne önemi var? Herkes gibiysem hiç kimseyim. Hiç kimse olarak
1
Hatta dansı bile herkes gibi ediyoruz, herkes hangi figürleri yapıyorsa onu taklit ediyoruz. Belirli dans stilleri olması, bu
figürlerin öğretilmesi… hepsi aynı şeye işaret ediyor. “Dans nedir?” sorusuna vermemiz muhtemel yanıtta geçeceği üzere
“içimizden geldiği gibi” hareket etsek, “deli” diye damgalanacağımızdan çekiniyoruz.

4
neyle meşgulüm peki? Herkes nasıl yaşayacağımı, nasıl düşüneceğimi, nasıl eğleneceğimi,
nasıl öleceğimi belirlediğine göre, bana gündelik ya da hergünkü şeylerle, el-altındakilerle
(mal-mülk, alet-edevat) uğraşmak kalıyor. İşte insanın böyle bir zaafı var: Herkes gibi olmak.
Yine de, kendi olması, sahih olması, otantik olması imkânsız değil.

5
***

Sosyoloji modern bir bilim. Modernlikle birlikte ortaya çıkan yahut ihtiyaç duyulan bir bilgi
türü. Modernlikse 17. yüzyılda Avrupa’da doğmuş bir çağ, bir tavır, bir süreç. “Erken
modern” denen 17. yüzyıl felsefede bir ikilik ve doğa bilimlerinde bir devrime sahne olmuş.
Felsefede “akılcılık yahut rasyonalizm vs. deneycilik yahut empirisizm”, diğer bir deyişle
“kıta vs. ada” karşıtlığı çağa damgasını vurmuş, bir taraf (e.g. Descartes, Leibniz, Spinoza)
sağlam bilginin akılla, deneyden bağımsız ya da ondan önce gelen (i.e. a priori) kavramlardan
tümdengelimle edinilebileceğini öne sürmüş, diğer taraf ise (e.g. Locke, Hume, Berkeley) her
türlü bilginin deneyden doğduğunu, aklın idelerin dahi kaynağının deneyim yahut deney
olduğunu. Doğa bilimlerinde ise, özellikle fizikte, ortaçağdan beri süregelen kaos, tutarsızlık,
bağdaşmazlık, kısaca kaynayan kazan Newton fiziğiyle, bilimsel devrimle bir dinginliğe
kavuşmuş, doğanın kitabı matematiğin diliyle, tutarlı ilkelerden hareketle ve deneyle
gözleme dayanarak yeniden yazılmış.

18. Yüzyıla ise aydınlanma damgasını vurmuş, döneme “aydınlanma çağı” yahut “akıl çağı”
denmiş. Aydınlanmayı karakterize edense, 17. yüzyılda doğa bilimlerinde gerçekleştirilen
bilimsel devrimin insanlığı anlayıp onun sorunlarını çözmeye ışık tutabileceği, doğa
bilimlerinin yöntemleriyle insanı anlamanın ve açıklamanın, sonra da öngörmenin ve
insanlığı ilerletip refaha yahut düzlüğe çıkarmanın mümkün olacağına duyulan bir inanç, bir
iyimserliktir. “Akıl çağı” da denen aydınlanmayı karakterize eden akıl ise, bir önceki
yüzyılın rasyonalizmiyle karıştırılmamalıdır. Burada kastedilen daha ziyade ilgili ikili
karşıtlığı (i.e. akılcılık vs. deneycilik) kapsayarak aşan bilimsel bir akıldır. Kant’ın birinci
kritikte ortaya koydukları da bu kapsayarak aşmanın en güzel örneğidir.

Ne ki, iki büyük devrim (i.e. Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi) bu iyimserliği hayal
kırıklığına dönüştürmüş. İki devrimin de kısa vadede sonuçları muazzam derece yıkıcı
olmuş. İki devrim de devrimin arkasındaki fikir ya da eylem adamlarının, ayrıca dönemin
ayrıcalıklı kesimlerinin, daha doğrusu aydınlanma philosophe’larının öngöremediği ve
öngöremeyeceği şekilde sonuçlanmış. Fransız ihtilali muazzam bir terör ve anarşi dönemine
kapı açmış, aristokratlar, entelektüeller ayrıcalıklı konumlarını kaybetmiş. Sanayi devriminin
kısa vadeli sonucu ise altyapısı hazır olmayan yeni sanayi kentlerine doğru görülmemiş göç
dalgaları, buna bağlı gelişen yoksulluk, suç gibi sosyal sorunlar olmuş, burjuvazi yağma
riskiyle karşı karşıya kalmış. Bu noktada, ilgili devrimlerin arkasındaki adamlar, güçler ve
dönemin ayrıcalıklı kesimleri için yepyeni bir zaruret doğmuş: İnsanı anlamanın
aydınlanmanın vaat ettiği kadar da kolay olmadığını fark edip bu öngörülemezlik (ya da
kendiliğindenlik, spontaneite) içindeki örüntüleri belirleyip, bu örüntüleri güçlendirip söz
konusu kendiliğindenliği ortadan kaldırmak. Başka bir deyişle, insanı öngörülebilir hale
getirmek, ayrıcalıklı olduğu düzeni yeniden tesis etmek için birtakım ortak değerler
üzerinden kalabalıkları tektipleştirmek. Kısaca insanın herkes gibi olma zaafına oynamak.
Sosyoloji de bu ihtiyacı karşılamak için doğmuş.

6
İşte sosyoloji bunu sağlamak için ortaya çıkmış, sosyolojiye ihtiyaç burada doğmuş,
sosyolojinin görevi bu olmuş: İnsanı, kendiliğindenliği içinde, öngörülemezliği içinde
anlamak. Eğer sosyolojinin nesnesi de toplumsa, toplum da insanın ve/veya kalabalıkların
öngörülemezliğine, kendiliğindenliğine ilişkin bir şey olsa gerek, onu tektipleştirecek
ortaklıklara değil.

Peki, bu nasıl mümkün olur? İnsanın kendi olmasına, kendiliğindenliğine az ya da çok


imkân sahası açan bir kalabalık olmakla, bir birlikte yaşama kültürüyle, yani kısaca
“kamusal alan” ile. Peki, nedir kamusal alan? Türkiye’de başörtüsü tartışmalarında
kullanıldığı üzere devlet alanı değil bir kere. Özel alan hiç değil. Tartışmanın, kendi olarak
kendini ifade etmenin, karar alma ve yürütme süreçlerine dair söz söylemenin, katılımın
mümkün olduğu bir ortak alan. Bu alan meydanlar, kafeler, sokaklar olduğu gibi, her zaman
bir fiziksel mekân olmak zorunda da değil. Twitter gibi bir platform da pekâlâ kamusal alan
vasfı taşıyabilir. Yeter ki herkes kendini ifade etme imkânı bulabilsin. Demek ki toplum,
farklı derecelerde de olsa kamusal alan açıcı bir insan kalabalığı. Sosyolojinin analiz ettiği de
bu kalabalıklar. Bu öngörülemez kalabalıklar içindeki herkes gibi olma zaaflarını, örüntüleri,
eğilimleri yakalamak amaç.

You might also like