Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 364

POPÜLER BİLİM

RAYMOND TALUS
SONSUZ UZAYJN HAK1Mt
KAFAMIZIN İÇİNDE BÜYÜLECİYİ BİR YOLCULUK

ÖZGÜN ADI
1HE KINGDOM OF INFINITE SPACE
A FANTASTICAL JOURNE Y AROUND YOUR HEAD

ÇEVİREN
YONCA AŞÇI DALAR

COPYRIGHT © RAYMOND TALLIS, 2008


FIRST PUBLISHED iN THE UK BY ATLANTIC BOOKS LTD.
BU KiTABIN TtlRKÇE YAYIN HAKLARI ANATOLIALIT AJANS ARACILl�IYLA
ATLANTIC BOOKS LTD'DEN ALINMIŞTIR

© TtlRKIYE iŞ BANKASI KtlLTtlR YAYINLARI, 2012


Sertifika No: 29619

EDiTÖR
CUMHUR ôZTORK

GÖRSEL YÖNETMEN
BİROL BAYRAM

GRAFiK TASARIM UYGULAMA


roRK.tYE iŞ BANKASI KÜLroR YAYINLARI

1. BASIM: HAZİRAN 2014, ISTANBUL

ISBN 978-605-332-194-1

BASKI
AYHAN MATBAASI
MAHMUTBEY MAH. DEVEKALDIRIMI CAD. GELiNCİK SOK. NO: 6 KAT: 3
BA�CILAR ISTANBUL
Tel: (0212) 445 32 38 Fax: (0212) 445 05 63
Sertifika No: 22749

TüRKiYE İŞ BANKASI KÜLroR YAYINLARI


İSTiKLAL CADDESİ, MEŞELİK SOKAK NO: 214 BEYO�LU 34433 İSTANBUL
Tel. (0212) 252 39 91
Fax. (0212) 252 39 95
www.iskultur.com.tr
sonsuz uzayın hakimi
kafamızın içinde büyüleyici bir yolculuk
RAYMOND TALLIS

Çeviren: Yonca Aşçı Dalar

TORKIYE $BANKASI
KOıtOr Yayınları
Ben'e
En değerli kafalanmdan birine
Doğanın kendisine vermiş olduğu beden içinde sonsuzluk
ve hiçlik uçurumları arasında durur.

Pascal, Pensees (Düşünceler)


İçindekiler

Teşekkür .... . . .. ...... .................... ...................... .. . . . .


.. ............ ......... .... . . .... . .. .. ... . ......... ...... .. Xl

Önsöz.... . .... . ..... ...................... Xlll

1 Kafayla Yüzleşmek .................................................................................. 1


.............................................................

2 Kafanın Salgıları.. . . . . .. . . ...... . . . .. 17


Birinci Felsefi Arasöz. ..... . . 49
.
Kafam Olmak
3 Bir Kafa Geliyor . .. ..55 . . . . .

4 Bir Hava Sahası Olarak Kafa: Nefes Alıp Verme


ve Türevleri .. .. . .. 71 .

5 Hava Aracılığıyla İletişim....... .. ... ....................... . . 99


İkinci Felsefi Arasöz...... . . ... .........................................................................................109
Kafamın Zevkini Sürmek ve Cefasını Çekmek . 109 .. . .. .....

6 Havasız İletişim . . . . .. .
..... ........................ ............... .. 113
..... ................ .... .................... ............................................

7 Al Yanaklı Hayvan Üzerine Notlar:


Yüz Kızarmasının Jeolojisi ......... 12 9
8 Gözetleme Kulesi ... . . . . . 145
. ................................................. .......... .. .................... ................... ..............

9 Algı Odası..... ..... ... . ................................................... .... . .. . . . . .. . . 175


Üçüncü Felsefi Arasöz.. ... .. ........ ........................... ..... 200 .....

Kafama Sahip Olmak ve Onu Kullanmak... .............. ...200 .

10 Kafadaki Trafik: Yemek, Kusmak ve


Sigara İçmek . ... .. .. ... ............... ... _ . ...................................2
. 07
11 Baş Başa: Öpüşme Üzerine Notlar . .... . ................... . ..225
12 Başörtüsü... ....·-··--·····-·······-····--·-·····-·-··-··-·····-······-···-··-··-·-··-········-··············-····--·············-·······-······-···-· 235
Dördüncü Felsefi Arasöz
Kafamıza Göz Kulak Olmak._ . .. . .. . _.____ . ....-······-··-···········-····- -···-···-·····- 247
13 Savaşlarda ·--·······-··-······-···-·-····-················-···········-··-············-··-·-····-···-·-·--··-·······-·-······ ··-··-·······-······ 251
14 Yaşlılık Ufalması _ _ _ ________...... -···--·····-·······-···-······-··-·······-·······-··-·-·-··-·-······· -··-·········--··-·· 261
Son Felsefi Arasöz
Kafamı Anlamak (ya da Anlamamak)._._ . . .. . ·-·-··-·-····-··-·····-. 285
15 Kafa ve Dünya. . . ....... ..-··-··· ·· -··· ········· ·- · -- - ········-..··············-··-····-··-··-·····-··--··-·-········· 289
16 Düşünen Kafa _··· ·--······ ··-···-······-·····-······-·······-···-····-··· ·-········ ······················-·····--·· ··········-···-··-······· 30 5

Sonsöz: Başımı Alıp Gitme Zamanı...._ .._............--··-···-·-·····-·····-··-··-···-······-. 321


Notlar . ....-··-··-···-··-·--·······-··-··-···-·-··-·--·············· -·-·-··-········-··---····... -·················-·-·····-·-··-·--···-··-··-··-·--······· 325
Dizin . .
.... ... ·-·······--·-··-··-·-·······-·······-···-··-···-···-···············-·-··---·····-···-·····-·········-··--··-···-----··-······--·-··········-·---········ 3 43
Teşekkür

Atlantic Books'tan Toby Mundy'ye, beni desteklediği


ve teşvik ettiği için minnettarım. Kendisi bu kitabın fikir
babasıdır; o olmasaydı bu kitabı kesinlikle yazmayacaktım.
Parlak redaksiyon yeteneğiyle kitabı dönüştüren ve yazarın
bu kitapla neyi başarmak istediğini daha iyi anlamasına
aracılık eden Louisa Joyner'la yeniden çalışmak büyük bir
zevkti. Editörlük çalışmasına son dönemde katılan Emına
Grove da, taslağın son haline gelmesinde büyük rol oynadı.
Son olarak, Jane Robertson'ı mükemmel son okuma çalış­
ması için tebrik etmek isterim. Atlantic Books'tan yeni bir
kitabımın daha çıkması ve bu ekiple bir kez daha birlikte
çalışabilmiş olmak benim için büyük bir şans.
Yine her zamanki gibi herkesten çok eşim Terry'ye teşek­
kürü bir borç bilirim.
Önsöz

Sonsuz Uzayın Hakimi varlığını Atlantic Books'tan Toby


Mundy'ye borçlu. Biyoloji ve felsefeyi bir araya getiren bir
kitap yazmamı o salık verdi. Konu üzerinde düşündükçe
bu işin üstesinden gelmenin zorluğunun daha çok farkına
vardım; felsefenin biyolojinin altına gömülüp gitmesi riski
çok yüksekti. Kafamı kaşıyarak bu öneriyi nasıl hayata geçi­
receğimi bulmaya çalışırken, aniden yanıtın tırnaklarımın
altında olduğunu fark ediverdim. Kafam! Konuyu kafamla
sınırlandırmalıydım.

Neden Kafa?

Olduğum veya olduğumu hissettiğim kişiyi (kuşkusuz


bu ikisi aynı şey değil) yansıtması bakımından kafam, dün­
yadaki bütün her şey içinde bana en yakın olanıdır. Hal
böyleyken, onunla olan ilişkimin basite indirgenebilmesi
mümkün değil. Kafamın farklı kısımlarıyla farklı ilişkiler
içindeyim ve aynı kısımla olan ilişkim zaman içinde değişik­
lik gösterebilir. Evet, (tanımlaması ileri derecede zor da olsa)
"ben kafamım". Ancak aynı zamanda kafamın sahibiyim
de; şimdi yaptığım gibi, sanki o bana ait bir şeymiş gibi
ondan bahsedebilirim. Ayrıca ona katlanmak da zorunda­
yım; tamamen benden bağımsız ya da tamamen benimle
ilgili gibi görünen ağrılarını, sızılarını çekmeye mahkfımum.
Onu kullanırım, ondan yararlanırım (hatta bazen, sanki bir

xiii
aletmiş gibi ondan biraz kabaca yararlandığım da olur).
Onu sergilerim. Yargılarım. Bilirim. İnkar ederim. Bu liste
böyle sürüp gider...
Bütün bunlar oldukça kafa karıştırıcı. "Kafam ve ben",
August Strinberg'in veya Edward Albee'nin.. düşleyebi­

leceklerinin de ötesinde sorunlar içeren bir evlilik ilişkisi


içindeyiz. Ancak yine de kafamla ilişkim, bir bütün olarak
bedenimle aramdaki karmaşık, hatta eziyetli ilişkiden pek
farklı değil; aslında aynı ilişkinin büyük harflerle yazılmış
bir formu diyebiliriz buna. İşte bu yüzden kafa üzerine
yazmaya karar verdim. Kafa üzerine yazmak, organik bir
beden içinde bulunan, bilinç sahibi ve kendisinin bilincinde
olan, kendi kendisini yargılayan bir varlık olarak insanın
olağanüstü konumuna iyi bir giriş olabilir. Vücut bulmanın
karmaşıklığı üzerinde durmak; ancak bunu yaparken, eski
geleneğe uyarak kibirlenmek yerine, bu durumun gizemleri­
ni selamlamak istiyorum.
Platon'un izinden giden birçok yazaı; bedeni bir çeşit
hapishane, bilişsel bir felaket, bir aşağılanma ya da bir
nevi manevi ayıp olarak gördü. Oysa ben, 70 kilogramlık
protoplazma içinde kapana kısılmış mutsuz misafirlere
benzeyen ölümsüz ruhlar olduğumuza inanmadığım gibi,
tamamen bedenlerimizle tanımlanabileceğimizi de reddedi­
yorum. Bu kitap dini veya bilimsel değil, hümanist bir bakış
açısıyla yazıldı.
Sonsuz Uzayın Hakimi-Kafamızın İçinde Büyüleyici
Bir Yolculuk'un temel kaygısı, insanoğlunu kendisiyle ilgili
doğaüstü ve doğalcı görüşlere karşı savunmak. Ancak bu
kaygı her zaman çok bariz bir şekilde kendini gösterme­
yecek. Neden derseniz, kafamızla ilgili öyle inanılmaz ve
komik şeyler var ki, zaman zaman konudan ayrılıp arasöz-


On ilci kısa öyküden oluşan Giftas (Evlenmek) adlı bir öykü serisi bulunan
İsveçli yazar. (ç.n.)
0 Marriage Play (Evlilik Oyunu) adlı bir tiyatro eseri bulunan Amerikalı
ünlü tiyatro yazan. (ç.n.)
xiv
ler yazmaktan kendimi alıkoymak istemiyorum. (Laurence
Steme'in felsefesini özetleyen Kundera'nın dediği gibi, varo­
luşun şiirselliği arasözlerde yatıyor.) Kitabın verdiği genel
izlenimin bir taslaklar albümüne benzemesi beni çok da
mutsuz etmiyor. Filozof Ludwig Wittgenstein da, ölümün­
den sonra yayımlanan Philosophische Untersuchungen (Fel­
sefi Soruşturmalar) adlı başyapıtını bir "albüme'', "uzun
ve çetrefilli yolculuklar sırasında oluşmuş bir dizi peyzaj
taslağına" benzetmiyor mu?l
Sonsuz Uzayın Hakimi'nde de, bir çeşit felsefe yapma
çabası söz konusu. Wittgenstein, kendi felsefi yöntemini,
"bir dizi notu belirli bir amaçla bir araya getirme" olarak
tanımlamıştı. Onun amacı, insanlara burunlarının dibinde
olan şeyleri göstererek; çözülemeyen sözde sorunlarıyla
uğraşırken, dil tarafından büyülenmelerine engel olmaktı.
Ancak bu yöntem umduğu sonucu vermedi. Yine de olum­
lu bir çaba oldu bu. Sözde sorunlar olarak kabul ettiği,
çözülmekten ziyade "çözünmeye" hazır şeylerden bazıları,
yaşamlarımızın ve bilinçliliğimizin aşırı yumuşak yüzeyini
yakalayıp sorgulamamızı sağlayan tutamaklar gibi işlev gör­
düler. Demem o ki, elinizde tuttuğunuz kitap da çoğu yerde
bir not derlemesine benziyor olabilir ama bu kitabın amacı,
hayret ve gizem hissini gidermekten ziyade artırmaktır.
Bazı yerlerde kitabın yaklaşımını, bizlere burunları­
mızın dibindekilerle birlikte burunlarımızın ardındakileri
de gösteren, sıra dışı bir fenomenoloji olarak tanımlamak
mümkün. Fenomenoloji (görüngübilim) her şeyden önce
"fenomenlere" odaklanır (Eski Yunanca "görünenler" ya
da "dış görünüşler" anlamına gelen "phenomena" sözcü­
ğünden türetilmiştir) ve felsefesinin temeli, bilincin doğru­
dan ve aracısız deneyimlerine dayanır. Bu tür deneyimler
"bilinen şeylerdir"; buna karşılık olgusal bilgi, özellikle
de bilimsel bilgi, türetilmiştir ve nihai hüküm olmaktan
ziyade tartışmaya açıktır. Felsefi bir yöntem ve bir amaç
olarak fenomenoloji benim de çok ilgimi çekiyor. Ancak
xv
işler Brentano, Husserl, Heidegger ve Sartre gibi önde
gelen fenomenologların umduğu gibi gitmedi. Bu filozoflar,
üzerinde durdukları aracısız deneyimlerden oldukça uzak
kalan, çok derin ve kavranması zor metinler kaleme aldılar.
Üstelik bilimin güçlü hakikatlerini açıklamayı da, bunları
hesaba katmayı da başaramadılar. Şu anda hissettiklerimle,
şu anda hissettiklerim üzerinde bu denli büyük etkiye sahip
olan dünyanın bilimsel tahlili arasında nasıl bir ilişki var?
Fenomenologlar tarafından yazılan uzun ve etkileyici
metinlerde bu soruya bir yanıt bulamayacaksınız. Edmund
Husserl da bunu son yıllarında itiraf etmiştir. Olan bitenin
objektif bir açıklamasını yapmaya çalışan doğa bilimleriyle,
bireysel bilincin sübjektif akışı arasında bağlantı kurma­
nın yolunu bulamamıştır. Denemediğinden değil. Oldukça
uzun, yoğun içerikli kitaplar ve 45.000 sayfayı bulan yayım­
lanmamış yazılar, hem bunun hem de kalbi kırık öngörülü
bir uzman olarak ölümünden üç yıl önce söylediklerinin
kanındır:
Bir bilim olarak felsefe . . . düş bitti.ı
Bu başarısızlık, elinizde tuttuğunuz kitabın temel özel­
liklerinden birine, olgusal gerçeklerle deneyimler arasın­
daki uyuşmazlık kavramına dokunuyor. Kafamızla ilgili
deneyimlerimiz olgusal gerçekler. tarafından şekillendirilmiş
değildir; bu durum Sonsuz Uzayın Hakimi'nde oldukça
baskın olarak veya en azından rahatsız edici bir olgu olarak
mevcuttur. Kendimizle ilgili algımızla ya da şu veya bu anda
kendimize dair hissettiklerimizle, kendimizle ilgili olağan,
olağandışı, nadir sayısız olgusal gerçek arasındaki açığı
kapatmamız mümkün değildir. Bu kitapta yer alan olgusal
gerçeklerin çoğu, belki de tamamına yakını, doğrudan doğ­
ruya deneyimlenebilen verilerin ötesindedir.
Cafe de Flores'te buluşan Jean-Paul Sartre ve Raymond
Aron'la ilgili hoş bir hikaye vardır. İkisi de parlak kariyer­
lerinin başındadırlar ve henüz araları açılmamışnr. Aron,

xvi
Husserl'la tanışma imkanı bulduğu Almanya'dan yeni
dönmüş, Paris'e fenomenoloji akımıyla ilgili son haberleri
getirmiştir. Masadaki bir bardağı göstererek Sartre'a, "Fel­
sefe yapmak için bundan başka bir şeye ihtiyacın yok," der.
Herhangi bir donanıma, teknik uzmanlığa veya içrek bilgiye
gerek yoktur; gereken tek şey kişinin deneyimledikleri üze­
rinde düşünme yeteneğine sahip olmasıdır. Felsefe için en
uygun çıkış noktası, kişinin öznelliğidir. Bu sözler üzerine
Sartre'ın heyecandan betinin benzinin attığı rivayet edilir.
Bet beniz atması kısmını bir kenara bırakırsak, aynı heyeca­
nı ben de hala paylaşıyorum.
Belirli bir açıdan bakıldığında kafa, sınırları bu mükem­
mel yapıyı kat kat aşan en klasik felsefi konulara mükem­
mel bir giriş sağlar. Böylelikle okuyucu, insanoğlunun
benzersiz özgürlüğüne, kendini bilme yeteneğine, kişisel
kimliğin doğasına, muğlaklığına ve buna benzer daha bir­
çok konuya -kolay olduğunu umduğum- bir bakış atma
olanağı bulacaktır. Diyeceğim o ki, başımızı alıp birlikte
yollara düşeceğiz.
Bu yolculukta, günümüzün en baskın kuramı olan ve
zihnin veya bilincin beynin sinirsel aktivitelerinden iba­
ret olduğunu savunan "nörofılozofi" sapağına girmekten
kaçınmaya çalışacağım. Kafayı konu alan bu kitapta beyne
pek değinilmeyecek. Bazı okuyucuların buna çok sevine­
ceklerini ve kitabı daha bir hevesle okumak isteyecekle­
rini görür gibiyim. Öte yandan, kafayla ilgili bir kitapta
başrolün beyne verilmemesini, Prensin figüran olduğu bir
Hamlefe benzetecek birkaç okuyucu da çıkacaktır mutlaka.
Ne de olsa beyin, kafanın içindeki hem en büyük hem de
üzerinde en çok konuşulan yapı. Aşağıdaki açıklamalar işte
böyle düşünen okurlar için yazıldı.
Öncelikle, emin olun beynin önemini tamamen es geçiyor
değilim. Beynimi kaybetmiş olsam zeka düzeyimin feci halde
düşeceğinin farkındayım. Bu durumda, tüm yaşam enerjim

xvii
tükenir ve destek hizmetleri yok olup giderdi. Kafa travma­
sının "benim ben oluşum" üzerindeki etkisinin bacak trav­
masından daha derin olması, kafamın beynimi içermesiyle
ilişkilidir kuşkusuz. Öte yandan beyinle ilgili kitap kıtlığı
çektiğimiz söylenemez. Aslında ben daha ziyade, bu konuda
biraz kıtlık çekmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
Siz de benim az önce yaptığım gibi internette küçük
bir araştırma yapmayı deneyin. Niyagara gibi çağlayan
bir laf kalabalığıyla karşılaşacaksınız: "Beyin ve Bilinç"
541.698 sonuç; "Beyin ve Benlik" 2. 114.747 sonuç; "Beyin
ve Zihin" 2.93 9 . 3 16 sonuç. Amazon bana, beyin, zihin,
benlik ve bilinç konularıyla ilgili 83 7 kitap önerdi; beyinle
bir şekilde ilgili eserlerin sayısı ise 60.970. Yalnızca "Beyin"
anahtar sözcüğünü aradığınızdaysa, ilginizi çekmeyi bekle­
yen 11. 3 5 1.398 sonuç çıkıyor karşınıza.
İngiliz filozof J. L. Austin'in dediği gibi, ne tür bir deli
daha önce defalarca keşfedilmiş olanı yeniden keşfetmeye
kalkar ki? Yine de, okumakta olduğunuz kitabın büyük bir
kısmını "beyindışı" konuların oluşturmasının tek nedeni
piyasadaki beyin kitabı bolluğu değil. Açıkça söylemek
gerekirse, beyin konusu anlamsız bir şekilde abartılıyor.
Beyin ve Bilinç, Beyin ve Zihin, Beyin ve Bellek, Beyin ve
Siz konusunda bu kadar çok kitabın basılmasının, hatta
okunmasının ve bir kısmının da satılamayıp elde kalmasının
nedeni, bilinç, zihin, benlik ve sizinle ilgili açıklamaların
beyinde yer aldığına dair bir mitin gündemde olmasıdır.
Bazıları bunun yeni bir görüş olduğunu sanıyor. Oysa
Hippokrates'in (MÖ 500) sözlerinden de anlaşılacağı üzere,
bu görüşün kökeni çok eskilere dayanıyor:

insanlar üzüntü, acı, keder ve gözyaşları gibi, zevk, neşe,


kahkaha ve eglencenin de beyinden, yalnızca beyinden kay­
naklandıgını bilmelidir. Beyin aracılıgıyla düşünür, görür, duyar;
güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, zevkliyi zevksizden ayırabiliriz.3

xviii
Benim "nöromitoloji" olarak adlandırdığım mitin de
temelini oluşturan Eski Yunan mitinin neden yanlış oldu­
ğunu açıklamanın şimdi ne yeri ne de zamanı. Uzun lafın
kısası beyin, en hafif sancı hissinden, incelikle yapılandırıl­
mış benlik algısına kadar bilinçliliğin her formu için gerekli
bir koşuldw; evet. Bununla birlikte, yeterli bir koşul değildir.
Benlikler, beyinlerde veya (Francis Crick gibi yazarların
sonraları varsayacakları üzere) beyinlerimizin klaustrum•
gibi sınırlı kısımlarında oluşturulmaz veya saklanmazlar.
Benlikler, beyinlerin yanı sıra bedenlere, bedenlerin yanı sıra
maddi ortamlara, maddi ortamların yanı sıra toplumlara
gereksinim duyarlar. İşte bu yüzden, bütün abartılı ve yanıl­
ncı propagandalara rağmen, benliğin açıklamasını da, daha
üstün bir benliğin veya daha mutlu bir yaşamın sırrını da
beynin içinde bulamayız.
Bilincin neden beynin içinde bulunamayacağını açıklamak
için yazdığım pek çok kitap ve bir o kadar da makale var;
ilgili okurlar belki bunlara da bir göz atmak isteyebilirler.4
Bilim insanlarının, felsefecilerin ve beyne gönül veren diğer­
lerinin bu oldukça bariz gerçekleri sindirmeleri; bilinç, zihin
ve benlik için gerekli ve yeterli koşullar arasındaki boşluğun
nasıl ve neyle doldurulabileceğini düşünmeleri için bir sessiz­
lik dönemi gerektiğini savunuyorum. 5 Bu kitap genel olarak
bu sessizlik dönemini gözetiyor. Bununla beraber, okuyu­
cunun -aynı zamanda beynin ve beyni ilahlaştıran "nöro­
teologların" - affına sığınarak, kitap içinde yeri geldiğinde
"zihin beyin kimlik kuramının" farklı yönlerini ele alacağım.
Felsefi argümanların, uygun bağlama yerleştirildiklerinde
daha fazla anlam kazandıklarına öteden beri inanmışımdır.
Aslında biraz daha ileri giderek bu kitabın, insanoğlunu ve
insan bilincini beyni temel alarak anlama çabalarının derin­
lemesine bir eleştirisini içerdiğini söyleyebilirim.

• Beyin yankürelerinde nucleus lentiformis ile insula arasındaki gri madde


tabakası. (ç.n.)
xix
Her halükarda şurası bir gerçek ki bu kitap, genel olarak
"beyinsiz kafa" üzerine yazılmış da olsa, gazeteleri, kitap
raflarını ve yayın araçlarını dolduran "kafasız beyinlerin"
eksikliklerini gidermeye yönelik bir çabadır. Sonsuz Uzayın
Hakimi, temelinde bir "kafayı anlama" girişimidir.
Konuyu ele alırken bir hayli seçici davrandım. Nispeten
az sayıda konuya odaklanarak, bunları belli başlı başlıklar
altında (gördüğünüz gibi sözcükten kurtuluş yok) topladım.
Nefes alıp vermenin farklı kullanımlarına etraflıca değin­
dim ama örneğin yemek yemeye daha az yer verdim. Öte
yandan, seçtiğim konuların çok kapsamlı olduğunu söy­
leyemem. Biyolojiye geniş yer ayrılmış olduğu doğru ama
nasıl ki Primo Levi'nin Periyodik Tablo'su kimya üzerine bir
tez niteliği taşımıyorsa, Sonsuz Uzayın Hakimi de kafayla
ilgili bir ders kitabı değil. Bu kitapta değindiğim konuşma,
mimikler, saçlar, hatta kulak kiri ve kafa atma gibi konula­
rın hepsi üzerine ne kadar çok şey yazılmış olduğunu biliyor
ve Sokratesvari bir bilgelikle, "Bildiğim bir şey varsa, o da
hiçbir şey bilmediğimdir," mottosunu benimsiyorum.
Ancak kafa, bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu
olağanüstü gerçekleri göz ardı edemeyecek kadar ilginç bir
yapı. O yüzden, tükürük konusunda ciddi birkaç laf etmek
_isteyen hiç kimse (aynı benim gibi), yarı geçirgen zarların
yanı sıra, tükürmenin tarihçesinden bahsetmekten kendini
alıkoyamayacaktır. Bu kitap, kayda değer bütün yolculuk­
larda olduğu gibi, tekrar tekrar yoldan sapıp, yeni yollara
girecek.
Öte yandan, kafayla ilgili deneysel gözlemlere hakkıyla
değinmedeki yetersizliğimin, aslında bu kitabın amacına
oldukça uygun olduğunu söylemeliyim. Ne burada ele
alabileceğim konuların bir sınırı var ne de bu konularda
söyleyebileceğim şeylerin. Ancak Goethe'nin bir yerlerde
söylediği şeyin de bilincindeyim: Düşleyerek erişebileceği­
mizden daha fazla şey bilmemeliyiz. Kafayla ilgili sonsuz

xx
gerçeklerle, bunları kullanabilme sınırımız arasında bir
uçurum vardır. Kafamın veya kafalar kolektifinin içindeki
her şeyi, bir kitap aracılığıyla sizin kafanıza aktarabilmek
mümkün değildir.
Benim buradaki tercihim, daha çok bilgilendirme amaçlı
bir kitap yazmak: Kafayı sahibi için daha görünür, daha
anlaşılır hale getirmeye çalışıyorum. Bunu da kısmen,
kafalarımızla aramızdaki tuhaf ilişkiyi gözler önüne sererek
yapıyorum. İlerleyen bölümlerde, bir kafaya sahip olmanın
tuhaflığını ortaya koyabilirsem ne mutlu bana. Eğer okuyu­
cularım bu kitabı, bizzat kendileri olana en yakın dünyayı
şaşırarak gezen turistler olarak bitirirlerse çok memnun ola­
cağım. Partiye, düzgünce düşünebilen başınızı alıp gelmeniz
yeterli.
Zaten tanıdığınız ama daha iyi -ya da en azından farklı
bir şekilde- tanıyabileceğiniz bir dünyaya adım atmaya
hazır mısınız?
1 . Bölüm

Kafayla Yüzleşmek

Bir insan yaşamının her anında d � nüp kendisine bakmayı ve


bütün düşündüklerini; aklına gelen, varlıgına kahlan her şeyi bir
tanık gibi yeniden düşünmeyi göze alabilir mi? Kim kendinden
nefret etmez, eskiden oldugu kişiyi silip yok etmek istemez? Başa­
nsızlıklan veya işledigi suclar nedeniyle degil de, yalnızca bütün
bunlann yavaş yavaş oluşturdugu, bütün diger olasılıkların önüne
gecen o belirli kişi olması nedeniyle... gecmişimiz bizi Bay Falan
Filan' a dönüştürür ve bu insanı incitir.
Paul Valery, Monsieur Teste (Mösyö Teste)

Kafanın Sıradan Bir Aynadaki Görüntüsü

Aynaya bakmak. Daha sıradan ne olabilir? Koca dünya­


nın hükmüne yüzümüzü hazırlarken, her sabah hiç düşünme­
den yapnğımız bir şeydir bu. Oysa aynı zamanda olağanüstü
bir iştir de. Kafamızla aynadaki görüntüsü arasındaki ilişki­
den daha dolambaçlı bir şey yoktur.
Rene Magritte olmadığınıza göre, esas itibarıyla görece­
ğiniz şey kafanızın ön kısmı, yani yüzünüz olacaktır. Kafa­
nız -"Sıradaninsankafası"-, ne yumurta kafadır ne de koca­

man veya küçücüktür; ortalama büyüklüktedir, dolayısıyla


da üzerinde bir kez daha düşünmeyi veya başka bir sıfat
bulmayı gerektirmez. Ondan genellikle ya memnunsunuz-

1
dur ya memnun değilsinizdir ya da onu pek de umursaını­
yorsunuzdur. Büyük olasılıkla, ne talihinizi döndürecek ne
de talihinizi karartacak, orta yollu kafalardan biri olacaktır
bu. Yabancıların özlemle, tiksinerek veya korkuyla bakma­
dığı bir kafa. Kısacası, felsefi açıdan bakıldığında ideal bir
yüz, "Sıradanadamın" veya "Sıradankadının" yüzü.
Belki de aynadaki yüzün sözel bir tasvirini kaleme alarak
kendinizi tarif etmeye çalışabilirsiniz. Kendime baktığımda
benim gördüğüm şu. Çukura kaçmış gözlerle bu uzunca
yüz, ellilerinin sonlarındaki bir adamın yüzü. Yaşını da gös­
teriyor doğrusu. Zamanın biçip temizlediği tepeyi çevreleyen
aklaşmış saçlardan bodur bir çit ve devamında kırlaşmış bir
Van Dyke sakal. Gözlerin üzerinde, tekrarlana tekrarlana
kalıcı yapılara dönüşmüş alın çizgileri. Bu çizgilerin bazısı
kaş yaylarının yansıması şeklinde; bazısı kalkan kaşların ve
yarı ömürlük sürprizlerin bir anısı. Çamur sarısı akları olan,
belirsiz yeşilimsi mavimsi kahverengi gözler (daha aydınlık
bir aynada iyice bakmam gerekti). Gözkapaklarında hafif
bir sarkma var; gözlerimi bunca yıldır açık tutma çabası
kendini göstermiş.
Şipşak çiziliveren bu otoportrenin modeli, düz bir burna
sahip. Yandan bakıldığında, yalnızca uçtaki kıkırdağın hafif
asimetrisiyle bozulan mükemmel bir yarım ikizkenar üçgen
şeklinde. Büyük kulaklar, sonradan akla gelip de yapıştırıl­
mışa benziyor. Ağız pek geniş değil ve dudaklar kendilerin­
den ne kadar az bahsederlerse o kadar iyi. Aynadaki adam,
ağzın içinde durduğunu kendi kendine hatırlatmak isterce­
sine, dudakların arasından pembe bir dil uzatıyor -damağı­
nın en yakın dostu- ve sonra içeri çekip bu kez de dişlerini
gösteriyor (kendi dişleri ve pek de fena sayılmazlar). Bütün
bunları sakal ve bıyık çevreliyor.
Şimdi siz de, kendi yüzünüzü boş bir sayfaya aktar­
mayı deneyin. Göreceksiniz, sizi de benim gibi bir bozgun
bekliyor. Bahsettiğim bozgun ise yüzün kendisinden değil

2
(kısmen bu da var aslında), aynadaki yüzü sayfaya aktarma
girişiminin yüzde yüz başarısız olacak olmasından kay­
naklanıyor. Dik dik bakan yüze bakan yüz -tam da bu dik
bakışla, tam da bu yüze (basit ama yanıltıcı bir kendilik
bilinci modeli)- her türlü tanımlamayı aşar. Yüzünüz bir
benzeri daha olmayan bir oluşumdur. Yapıp yapabileceğiniz
her türlü sözel tasvir, en iyi ihtimalle polisin sorguya çekmek
istediği kişilerin peşindeyken yaptırdığı robot resimlerden
hallice olmaya mahkfundur. Gözümüzle gördüğümüz bir
yüzeyin anlaşılabilir bir tasvirini yapmak, söz konusu yüzey
kendi yüzünüz olduğunda bile, hiç kolay değildir. Genel
bir fikir verdiği ölçüde, bireysel görüntünün aslına uygun
olmaktan uzaklaşacaktır.
Yazarlar genellikle, yarattıkları karakterlerin yüzlerini
tasvir ettikleri izlenimini yaratırlar bizde . Oysa aslında
yalnızca size içini dolduracağınız bir çerçeve vermişlerdir.
Hermann Broch'un başyapıtı Die Schlafwandler'de (Uyur­
gezerler), başkarakter Esch hakkında yalnızca büyük dişleri
olduğunu öğreniriz .1 Yine de yüzünü dişli bir boşlukmuş
gibi algılamayız . Çoğunlukla kişinin görünüşünün yarattığı
etki anlatıldığı halde, biz bunu görünüşün açıklaması gibi
kabul etme yanılgısına düşeriz . Şair Malarme'nin, Peindre
non la chose, mais l'effet qu'elle produit ("Bir şeyin kendi­
sini değil, yarattığı etkiyi resmedin") öğüdü, kendi kendini
yalanlayan bir sözdür.2 Aslında daha çok, çetin bir soruna
kurnazca bir çıkış yolu sunar. Evelyn Waugh, romanların­
dan birinde yeni bir karakter hakkında, "Tam da, o tarzda
bir delikanlının sahip olması beklenen bir görünüşü vardı,"
deyip de başka tek bir kelime etmediğinde, delikanlının
görünüşünün bize tam olarak açıklandığı hissine kapılırız .3
Yüzünüzü dünyaya yerli yerince oturtmanızı sağlayacak
sözcüklerin aklınızdan uçup gittiğini hissetmenize yetecek
kadar uzun süre gözünüzü dikip de yüzünüze baktıysanız,
kendinizi tııhaf hissetmeye başlarsınız . Bu yüzün benim

3
yüzüm, bu kafanın benim kafam olduğu gerçeği kafanıza
dank eder. Hoş bir şey, diye düşünürsünüz, bildiğim bütün
yüzler içinde bu yüz olmak . Üstüne üstlük, bu şey olmak,
bu yaşamı yaşamak, hoş . Sonra bu his dönüşüm geçirir:
Neticede bu kafa sizin kafanızdır; dünyada siz neyseniz ona
en yakın olan şey. Sizin için daha tamdık veya daha fazla
merak uyandıracak hiçbir şey olamaz . Oysa yine de onun
hakkında pek az şey biliyorsunuzdur.
Kafanıza bakın ve ne kadar "çokyönlü" olduğunu
düşünün: Ne çok bileşeni ve bunların bazılarının farklı
ne çok işlevi var... Kafa sayısız alışverişin gerçekleştiği bir
yerdir. Bu alışverişler 7 gün 2 4 saat devam eder. Girdileri,
duyusal deneyimler, hava ve yiyeceklerdir: Kafamız görün­
tüleri, sesleri ve kokuları toplar; kapalı mekanların ve
dışarısının, mahrem veya kamuya açık alanların, kırsal ve
kentsel bölgelerin havasım içine çeker; yiyecekleri, içecekle­
ri ve ilaçları ve daha beter şeyleri yutar. Çıktıları da şaşırtıcı
derecede çeşitlidir. Hayranlık uyandırması gereken, ancak
bazen bizde çelişik duygular da uyandırabilen türlü çeşitli
salgılar üretir. Bunlar tükürük ve gözyaşı gibi mebzul olan­
lardan, kulak kiri gibi ölçülü miktarda üretilen örneklere,
kaplumbağa hızında çıkan saçlara ve dişlere kadar uzanır.
Kafadan doğruca dışarı fışkırtılanları da vardır (örneğin
kusmuk). Daha da önemlisi kafa, istemli ve istemsiz, sözel,
sözötesi (onaylamak için başı öne eğmek gibi) veya sözel
olmayan (gülümseme gibi) sayısız çeşitlilikte sinyal yayar.
Bunların hepsine yeri geldiğinde değineceğiz . Bununla bera­
ber kafanın etrafındaki yolculuğumuza başlamadan önce,
böyle bir yolculuğun ne işe yarayacağı hakkında biraz
düşünmekte fayda var.
Kafalarımızla aramızdaki ilişkinin üzerinde durmak, bir
bakıma kendi kendimizle ilişkimizi, kendimiz olmanın ne
demek olduğunu ele almak demektir. Bu ilişki aynaya bak­
tığımızda daha belirgin hale gelir. Öncelikle ve su götürmez

4
bir şekilde, sizin bakışınız aynı zamanda yansımadaki bakış­
nr. Bakışınız yalın bir görsel birleşmeyle, kendi kendisiyle iç

içe geçmiştir. İşte size savunulması zor da olsa umut vaat


eden, mükemmel bir felsefi düşünce. Zihinsel bakış, derenin
üzerideki uzun bacaklı su sineğinden veya avına dalarken
havada asılı kalan kerkenezden farklı olarak, sabit kalamaz;
durduğu yerde duramaz. Oysa şaşkınlıktan donakalmanıza
neden olabilecek birçok şey vardır.
Örneğin aynaya baktığınızda gördüğünüz kafa sessizdir
ama yine de orada kendi kendilerini ifade etmekte olan
düşüncelerinizi duyabilirsiniz ve onları "kafamın içinde"
diye konumlandırma eğilimindesinizdir. (Eğer bunu yapmı­
yorsanız vay halinize. Düşüncelerinin yerini konumlandıra­
mamak veya yanlış konumlandırmak, insanı enjektörlerle
silahlanmış beyaz gömleklilere götürür.) Bununla birlikte
kafanıza bakarak, (düşünmenin ne olduğunu bir kenara
koyalım), bunun düşünme olduğunu söyleyebilmeniz müm­
kün değildir.
Göz hapsine alınmış olan kafa, diğer insanlara olduğu
kadar kendi sahibine karşı da opaktır, yani içini göstermez.
Aynı şey diğer insanların kafaları için de geçerlidir elbette.
Aslına bakarsanız, boynun üzerinde omuzların arasından
yükselen bu içini göstermeyen nesneye gözlerimizi diktiği­
mizde, baktığını, hatta nereye baktığını, hatta hatta neleri
görmeyi başardığını söylemek çok zor hale geliverir. (Felsefe­
cilerin büyüleyici bilgiçlikleriyle bizlere hanrlattıkları üzere,
"görmek" bir durum değil bir "başarıdır".) Söz konusu
olan sizin kafanız olduğu için, ne gördüğünü görmekte
zorlanmıyorsunuz veya yaptığı şeyin düşünmek olduğu
konusundaki düşüncelerinizden emin olabiliyorsunuz. İşin
doğrusu bundan şüphe etmeniz mümkün de değildir, çünkü
Descartes'ın iddiasına göre düşündüğünüzden şüphe etmek
düşünmenin ta kendisidir. Aslında Descartes'ın "Düşünü­
yorum öyleyse varım" sözleri bizi pek bir yere götürmez.

5
Düşündüğünüzden mantıken emin olmak, düşünen kafanın
aynadan size bakmakta olan ve gülümsediğinizi hissettiği­
nizde size gülümseyen kafa olduğunu garanti etmez.
Bu hemen akla bir soru getiriyor. Aynadan bakan "sıra­
daninsankafası", bu kafanın kendisinin olduğunu hissetmek
suretiyle bunun kendi kafası olduğunu nasıl söyleyebilir?
Bir yaİllt gelmedi. Bununla birlikte kafanın sahibi, kafasını
böyle tanımlamakta ve rahatlıkla "benim kafam" demekte
hiçbir sakınca görmez. Kafalar sahiplerini şaşırtabilir, düş
kırıklığına uğratabilir, hoşnut edebilir ve endişelendirebilir,
evet. Ama hiçbir zaman şu temel soruyla, "bu kimin kafası"
sorusuyla bunaltmazlar. Bu sahiplik hali aslında çok derinle­
re -bizi biz yapan şeyin en temeline- iner.
Tamam. Peki, aynadan gözünü dikmiş bu kafanın, geri­
sin geri kendisine bakmakta olan kişiye ait olduğunu söy­
lediğimizde ne demek istiyoruz? Ya da soruyu değiştirelim,
sizin bu kafa olmanızın anlamı nedir? Bu en azından, sizin
bu kafaya hiçbir aracı olmadan katlanıyor veya bu kafayı
deneyimliyor olduğunuz anlamına gelir. Şu anda hissetti­
ğiniz şeylerin merkezidir o: Yanaklarınızın soğuması; diş­
lerinizi sıktığınızda üst dişlerinizin alt dişleriniz üzerindeki
baskısı; dişlerinizin arkasından ve dilinizin altından tükürü­
ğün sızması; insanın başını ağrıtan göz kamaşması; burnun
üzerine yerleştirilmiş gözlükten bakmak ve söz konusu
gözlüğün söz konusu burun üzerinde yarattığı baskı vesaire
vesaire. Aynada gördüğünüz görsel yansımaya sahip nesne
ile yukarıda saydıklarımızın arasındaki çok özel ilişkiyi işte
böyle deneyimlersiniz: Bunlar aynı şeye işaret ederler -aynı
şeyden kaynaklanırlar.
Soruyu, belki de daha yüzeysel olarak, farklı bir şekilde
de sorabiliriz. Aynada gördüğünüz yüzün görsel izleniminin,
hissediyor olabileceğiniz bazı duyumlarla -örneğin, sizi bu
kafanın size ait olmasının veya bu kafanın bizzat kendisi
olmanın ne olduğuna odaklanmaya davet etmemle birlikte

6
yavaş yavaş artmaya başlamış olan şu kesif baş ağrısıyla­
aynı şeyden kaynaklandığını nasıl bilebilirsiniz? Bu, filo­
zofları da uğraştırmış bir konudur.4 Büyük Alınan filozof
Immanuel Kant bu konuya çok kafa patlatmıştır. Görün­
düğü kadarıyla bedenin farklı kısımlarından ve farklı duyu
organlarından kaynaklanan ve farklı zamanlarda ortaya
çıkan farklı duygular, nasıl aynı kişinin aynı anına aitmiş
gibi hissediliyor? Onları bir arada tutan nedir? Aynı kişinin
aynı anına ait olmalarını ne sağlıyor? Kişinin birbirini izle­
yen zaman kesitlerini o kişiye ait hale getiren ve anlarımızın
arasında yumuşak bir geçiş olmasını sağlayan ne? Belirli bir
anda, "ben" zevkle müzik dinlerken, popomun sandalyede­
ki ağırlığını hissediyor ve pencerenin önünden bir karga geç­
tiğini de görüyor olmamı nasıl açıklayabiliriz? Ve müziğin
her anı nasıl diğer anlarla birleşiyor da, ben birbiri ardınca
gelen notaları bir melodinin kısımları olarak dinleyebiliyo­
rum? Kant bu birleşme gerekliliğini "idrak birliği" olarak
adlandırır. Bir şekilde beyinsel olarak, '"düşünüyorum'un
bütün algılanma eşlik ettiğinden" bahseder. Görme, dokun­
ma ve koku almanın, yani bilinçlilik anının bütün karga­
şasının, aynı bene atfedildiğini söyler; çünkü bunların her
biri, aynı "ben" olduğunu düşünen bir "ben"e atfedilmek­
tedir. Ben bunun doğruluğuna tam olarak inanmıyorum:
Dokunduğunuzda yanaklarınızın soğuduğunu hissetmeniz,
durmak bilmez bir "düşünüyorum" tekrarı gibi görünmü­
yor bana. Bilinçlilik bu kadar ukalaca bir şey olamaz. Aynı
şekilde, "düşünüyorum", yanaklardaki bu belli belirsiz hissi
aynadaki kafamızın bakışına veya kafamızdaki düşüncele­
rin farkında olmaya bağlamayı kapsamaz.
Gözünü bana, yani, karşıdaki yüzün düşünceli olduğu ve
bu yüzün söz konusu düşünceleri düşünmekte olan adamın
yüzü olduğu düşünceleri de dahil olmak üzere, bu düşün­
celeri düşünmekte olan düşünceli adama dikmiş kafaya
bakarken, bir baş dönmesi husule geliyor. Felsefe, deyim

7
yerindeyse, bir girdabın kenarlarında dans etmek demekse,
girdap sizi de içine çekiyor gibi hissettiğinizde boğulmaya
karşı önlem almak iyi bir fikir olabilir.

Anatomiden Kaçınmak

Şimdilik aynanın üzerini örtelim ve içebakışla içi boşal­


mamış kafanın fiziksel gerçekliğine dönelim. Kafa konu­
sunda binlerce, hatta milyonlarca kitabı, intemet sitesini
ve veritabanını -ve kafaları- dolduran çok geniş bir bilgi
dağarcığı vardır. Bu bilgilerin büyük bir çoğunluğu, gezege­
nimiz üzerindeki 6 milyar kafanın hepsi, ağızlarını açtıkla­
rında birinci tekil şahıs zamiri fırlayan bu 6 milyar yuvarlak
nesne için geçerlidir. Ancak bu olgusal gerçeklerden aşırı
derecede etkilenmemeliyiz; neden derseniz, bunun birçok
nedeni var.
Öncelikle, kafalarımızla ilgili deneyimlerimizin pek azı
bu olgusal gerçekler tarafından şekillendirilmiştir. Kafamın
var olduğunu kanıtlayan kısa süreli sayısız his, cümlelerle
ifade edilebilirlikten uzaktır. İkincisi, kafamla ilgili, bizzat
kendi deneyimlerimle farkına varamadığım birçok olgusal
gerçek bulunur. Göze bir şey kaçması sonucu oluşan gözya­
şıyla, üzüntü nedeniyle oluşan gözyaşının manganez düzey­
leri arasındaki ölçülebilir farkı hissedebilen kişinin alnını
karışlarım. Üçüncüsü, bunlara ek olarak, ne benim farkına
vardığım ne de bildiğim tonla gerçek daha vardır.
Başkalarının anlattıkları olmasa, kafamız hakkında ne
kadar az şey bileceğimiz gerçeği şaşırncıdır. Bu durum
yalnızca, kafa damarlarının mikroskopik yapısı veya orta
kulaktaki kemiklerin birbiriyle nasıl birleştiği gibi incelikli
konular için geçerli değildir üstelik. Oldukça kolay ulaşıla­
bilecek konumdaki kısımlar için de genellikle aynı durum
söz konusudur. Benim tepemin büyük bir kısmı açıkça orta­
da. Yüzümün ve kafamın derisi yalnızca zaman zaman ve

8
nadiren bilincin yakıcı aleviyle parıldıyor. Kulaklar ancak,
kış soğuğu kulakkepçelerinin kenarlarını piranha ısırıkla­
rıyla kızartınca görünür hale geliyorlar. Kafanın içindeki en
büyük şey olan beynimse çoğu zaman sessiz. Dile geldiğinde
söyledikleri de bedenin başka kısımlarına yönelik oluyor:
Beynin dışında kalan beden kısımları veya dünya "ile ilgi­
li". Sözün kısası, kafanın sahibine varlığını hissettirmesi,
yokluğun içinden ara ara su yüzüne çıkan bir baş gösterme
şeklinde diyebiliriz.
Bu durum genelde işimize gelir. Bilinç çukurlarından
birinde gözden kaybolmuş bir kafayla gayet iyi işimizi
görürüz. Kafa, orada kendini gösteren bir varlıktan ziyade,
gerektikçe faydalanılan doğrulanmış bir varsayım gibidir.
Bir örnek vermek gerekirse, kafatasının genel sessizliği, bir
futbol topuna kafa atarken, çuvallayıp topu bir başkasının
ağzına, gözüne veya önümüzden neresi geçmekteyse orasına
denk getirmek yerine kaleye şutlayacağımıza olan güveni­
mizi sarsmaz. Yahut da yemek yemek için ağzımızı açtığı­
mızda, o an itibarıyla varlığını aklımıza bile getirmediğimiz
damağımızın, yemeği doğru yere göndermek için yerinde
hazır bekliyor olduğunu kontrol etmeye gerek duymayız;
bunu zaten biliyoruzdur.
Kafanın, sakince görevini yerine getirmesi beklenen
farklı kısımlarının sürekli olarak varlıklarını belli etmeleri
gerekseydi beynimizde öyle bir curcuna olurdu ki, kafanın
gerçekten önem verilmesi gereken kısımlarına gereken
dikkati göstermemiz veya kafa dışındaki herhangi bir şeyle
ilgilenebilmemiz çok zor hale gelirdi. Dil sürekli kendi­
siyle ilgili bir farkındalık hali içinde olsaydı, durmaksızın
kendisinden bahseden bu meşgul et parçasının yaratacağı
Babil Kulesi veya gevezelikler, konuşmayı anlaşılmaz hale
getirirdi. İstediğimiz takdirde futbol topuna kafa atabil­
meyi garanti altına almak için, kafatasının arka plandaki
sessizliği gereklidir.

9
Kuşkusuz zaman zaman, sessiz olması gereken bazı
kısımlar gürültü çıkarabilirler. Kazara ısırılmış bir dil,
duyulmaz korkunç çığlıklar atar. Parkta oynarken kulağa
yapışan mahallenin kabadayısı, kendimizi algılayışımıza
davetsiz bir misafirdir (bu hareketin insanı küçük düşürme­
sinin nedeni de budur zaten). Zonklayan kafamız, yapacak
başka bir işi olmayan kafatasının varlığının hissedilmesine
yol açar. Ağrıyan diş, sahibinin tasarılarına, işlerine ve
zaman çizelgesine tamamen zıt bir gündem yaratır. Kafanın,
hem gürültüleri algılamaya yönelik bir cihaz hem de kendi
başına bir gürültü makinesi olma özelliğinin bir lütfu olan
kulak çınlaması, sesler dünyasını sekteye uğratır.
Bu sessizliğin bir kısmı mutlak, bir kısmı ise, daha gürül­
tülü kısımların gölgesinde kaldığından, sadece görecelidir.
İşte bu yüzden, daha iddiasız kısımları uyandırmak için
içsel bir dikkat kayması gerekir. Bir işe gömüldüğünüzde
-diyelim ki brüksellahanalarını ayıklıyorsunuz- neler oldu­
ğunu düşünün. Elleriniz o kadar meşguldür ki, ağzınızda
olan biteni hiç hissetmezsiniz. Şimdi bilerek ve isteyerek
işten başınızı kaldırın ve dikkatinizi ağız boşluğunuza verin:
Orada sessiz sedasız var olan ama dikkate almadığınız şey­
lerin farkına varacaksınız. Dilinizin altında oluşan küçük
göllenmeyi; ağızda dinlenme halindeki dilin üst kısmının,
yumuşak bir kavisle sert damağın şekline kendini uyduru­
şunu; alt çenenin atnalı şeklindeki dişeti kavsinin hafiften
nabız gibi attığını; alt diş dizisinin, üzerlerinde tembelce
yatmakta olan üst diş dizisi üzerindeki baskısını . .. hissettiniz
değil mi? Ya ağzın kuzeydoğusundan, nefes aldıkça kesile
kesile gelen hava akımını?
Dikkati bir yere yöneltip odaklamak, size ancak bu
kadarını sağlayabilir. Oysa ne kadar dikkat kesilirseniz
kesilin, yerlerinden oynamadıkları sürece saçlarınızı hisse­
demezsiniz. Kafanın üzerindeki varlıklarını fark edebilmeniz
için saçların bir rüzgarla havalanması gerekir (ve bu durum-

10
ela bile hissedilen yer, saçların kendisi değil de çekiştirdiği
kafa derisi olacaktır). Kuşkusuz birçok kısım da, meşru
görevlerini ifa etmeye koyulduklarında uyanık hale geçerler
(aksi takdirde bu faaliyetleri kontrol edip yönlendiremez­
dik). Çoğu zaman bilinçsiz olsa da, ne yapmakta olduğu­
muzu, işte ne kadar yol aldığımızı ve bitirip bitirmediğimizi
anlayabilmek için, geri bildirimlerin bilinç düzeyine ulaş­
ması gerekir. Dolayısıyla, bir bardak soğuk portakal suyu
içtiğimizde, ağzımızın uyuyan parçaları bir anda uyanıve­
rirler. Hatta en yoğun dikkatle bile erişilemeyecek, boğazın
soluk ve yemek borularına ayrıldığı kısımların da ötesinde
kalan yerlerde bile portakal suyunun izini sürmek mümkün
olabilir. Portakal suyu, bedenin karanlıklarını anlık olarak
aydınlatan bir fenere dönüşmüştür.
Bütün bunlar, ne olduğumuza ve dolayısıyla ne için var
olduğumuza dair algımız açısından derin önem taşır. İçi­
nizdeki bu karanlığı görmek istiyorsanız, yalnızca gözlerini
kapatmanız yeter.
Bir deneyin .

Ego Kafa: Yeni Başlayanlar İçin Temel Bilgiler

Bir şey olabilmek için, en azından bunu deneyimleme­


miz gerekir. Kafalarımızın büyük bir kısmıyla ilgili ya hiç
deneyimimiz yoktur ya da deneyimimiz vardır ama sürekli
değildir. Buradan hareketle, kafalarımızın büyük bir kısmı
biz değiliz diyebiliriz . Buna rağmen kafa, birinci tekil şahıs
dünyamızın başkentidir. Bu dünyanın en gizli dairesinin
merkezinde yer alır. Benliğin -ego-, dünyadaki her şeyden
daha çok kafamıza yakın olduğunu söyleyebiliriz . Peki,
bunu nasıl açıklayacağız? Belki de kafalarımızın içinde
olduğumuzu söylediğimizde, ayrıntılardan değil de, büyük
ve değişken bir ana hattan müteşekkil olduğumuzu kaste­
diyoruz . Her halükarda, kafalarımızın dışarıdan gözlemlen-

11
mesi sonucu öğrendiğimiz, özellikle de alimlerin birtakım
gözlemlerle ortaya koydukları her şey için, "biz buyuz"
diyemeyeceğimiz kesin. Mesela biz, kan hücrelerimiz veya
serum potasyumumuz değiliz. Kısacası, "ben" bedenin
farklı unsurlarından oluşmaz. Kafalar bir yer kapladıkları
halde, benlikler yer kaplamazlar; dolayısıyla da benliklerin
kafaların içinde olduğunu söyleyemeyiz. Evet, bir sonraki
soruya geçelim lütfen.
Çok hızlı geçtik, biraz yavaşlayalım. Bana nerede oldu­
ğumu soracak olsaydınız, burada olduğumu söyleyecektim
size. Ardından "burası" neresi diye sorsaydınız, bedenimin
olduğu yer diyecektim. Bu nokta, nihayetinde, bilinçliliği­
min -duysal alanımın, bilgi alanımın- uzandığı iç içe geçmiş
bir dizi kürenin merkezinde yer alacaktır. Bramhall, Cheshi­
re'ın içindedir; Bramhall'da falanca sokak vardır; 5 numa­
ralı ev falanca sokaktadır; 5 numaralı evde çalışma odam,
çalışma odamdaysa çalışma masama oturur halde benim
bedenim bulunmaktadır. İşte ben buradayım. Bu bedenin
nerede (örneğin "Cheshire'da") bulunduğuna dair algımın
izdüşümü, çok karmaşık bir şekilde kavramlaştırılmış bir
yerler ağı üzerinden belirtilse de, ben bedenimin olduğu yer­
deyim. Peki ya bedenimin içinde nerede olduğumu soracak
olursanız, bu konuma, örneğin dalağım veya bacağımdan
ziyade, başım daha iyi bir aday olur gibi duruyor doğrusu.
Tabii ki bunun bir nedeni var. Nöromitologlar kusura
bakmasınlar ama bunun nedeni, benim beynim olmam ve
beynimim bulunduğu yerin de kafam olması değil. Bunun
temeli daha çok, kafanın bedenin dışındaki nesnelerin
algılanmasında özel bir rol oynamasında yatıyor. Bedenin
diğer birçok bölümü, "propriyoseptör" denilen alıcılarla
donanmıştır. Bu alıcılar, bedenin kendisinin, hareketlerinin,
konumunun, bulunduğu yerin ve faaliyetlerinin algılanma­
sından sorumludur. Üstüne üstlük bedenin diğer bölümle­
rinin büyük bir kısmı, -hafif dokunuş, sert dokunuş, ağrılı

12
dokunuş, ılıklık, soğukluk, sızlama vb- dokunma duyusu
donanımına sahip yüzeyler barındırır. Beş duyunun şam­
piyonu eller olsa da, dokunma duyusu sadece bu organın
tekelinde değildir. Kafa da, dudakların gayet iyi bildiği gibi
(aşağıya bakınız) dokunma konusunda bayağı iyidir. Öte
yandan görme, tat alma, işitme ve koklama tekeli gerçekten
de kafaya aittir. Kafa, örneğin bir bacağın yapamayacağı işi
yapar; görür, işitir, koklar, tat alır. Gördüklerimiz, işittik­
lerimiz, kokladıklarımız ve tadını aldıklarımız, kafamızın
durumuna ve (konumuzla daha alakalı olarak) konumuna
bağlıdır. Görme ve işitme (ve insanlarda o kadar gelişmiş
olmasa da bir dereceye kadar koku alma) telereseptör
niteliği taşırlar, yani nesneleri uzaktan algılarlar. En üstün
telereseptör özelliği görmededir: Algıladığı nesneler diğer
nesnelere göre farklı bir konumdadır.
Peki, bunun kafayla ve egonun yeriyle ne ilgisi var? Çok
basit: Orada durmakta olan nesneler sizinle bağlannlıdır.
(Söz konusu olan nesne bilinçli bir insan bedeni değilse,
kendisi bu bağlantının farkında olmayacaktır kuşkusuz .)
Siz onları orada konumlandırırsınız, onlar da sizi burada
konumlandırırlar. Gördüğünüz nesneler, etrafınızda görsel
bir küre oluşturur ve siz de bu kürenin merkezinde yer
alırsınız. Siz ("ben" olarak) nesneleri "yakın" veya "uzak";
buraya daha yakın veya oraya daha yakın; el alnnda veya
erişilemez; çerçeve içinde veya dışında olarak konumlandı­
ran referans noktasısınızdır. Bedeniniz, her şeyin etrafında
sıralanıp yerleşmiş olduğu şeydir. Bu merkezin merkezinde
duran da kafanızdır, çünkü görme alanının referans noktası
kafadır: Gördüğünüz tüm nesnelerden yansıyan ışık ışınlan
burada birleşir; burada toplanır; teslim edildikleri nokta,
varış noktaları burasıdır.
Bir nesneyi gördüğünüzde, yalnızca onu görmekle kal­
maz, onu diğer nesnelerle ve kendisi de -yalnızca bundan
ibaret olmamakla birlikte- bir nesne olan bedeninizle iliş-

13
kili olarak görürsünüz. Aynı zamanda onu gördüğünüzü
.
de görürsünüz. Dolayısıyla gören bedeniniz, kendisini sizin
bu dünyaya bakış noktanız olarak ortaya koyacaktır. Bakış
noktasının da, bedeninizde görme işini yapan kısım olacağı
aşikardır (kuşkusuz ayaklarınız değil de, gözlerinizin yer
aldığı kafanız olacaktır burası). Dolayısıyla, büyük alim
Profesör Edmund Husserl'in "benmerkezci alan" olarak
adlandırdığı alanın merkezinde kafa yer alır.
Şimdi, kafanızın ve sizin neden birbirleriyle özdeşleştiril­
meye çalışıldığını anlama çabasına girmeden önce, birkaç
uyarıda bulunmakta ve bir iki gözlemden bahsetmekte
yarar var. "Benmerkezci" alan, fizik ve matematiğin alanı­
na giren fiziksel alan kavramıyla karıştırılmamalıdır. Her
şeyden önce, görme alanı yalnızca geometrik konumda
yerleşmiş bir nesneler düzeninden ibaret değildir. Bu, kişi­
nin ilgisini çeken veya çekmeyen şeyler içeren bir anlamlar
ağıdır aynı zamanda. Husserl'in gözde öğrencisi Martin
Heidegger'in de belirttiği üzere, bizim için şeyler, kısmen
kendi oluşturduğumuz bir dünyada yer alırlar (o anda
elimizin altında olan fiziksel objelerden ziyade, kolayca
erişilebilecek şeyler olarak). Yemek yapmakla uğraştığınız
sırada bulunduğunuz mekan, aynı öneme sahip nesneleri
birleştiren nesnel uzaklıklardan oluşmuş bir küme değildir.
Bu mekan, el altındalık derecesi değişen -uzanılmayı bekle­
yen, çarpılıp devrilecek, ayağa dolanacak ya da dikkat veya
ilgi alanının dışında kaldığından göz ardı edilecek- şeyler
içeren bir alan olarak görülebilir. Bir şeyin el altındalığını,
fiziksel olarak kolunuzun uzandığı bir mesafede bulunu­
yor olması belirlemez yalnızca. Bir şeyi, erişebileceğiniz
bir mesafede olmasının yanı sıra, ancak size gerekliyse "el
altında" olarak nitelersiniz.
Dolayısıyla, merkezinde bulunduğumuz benmerkezci
alanı, fiziksel olarak anlaşılabilecek görsel bir alan olarak
tanımlamak yeterli olmayacaktır. Her şeyden önce, ben-

14
merkezci alanın belirlenmesinde ve sizin bu alanın tam
merkezine yerleştirilmenizde, bedenimizin geri kalanı da
-uzanan, itekleyip dürten, bir şeye yaklaşan veya uzaklaşan
kısımlar- rol oynar. Yeri gelmişken, yaşamınızın geri kalan
kısmında kahvenin yarım kalmış, bisküvi kırıntılarının
ortaya saçılmış, bilgisayar ekranındaki harflerin okunmaya
can atılan şeyler olarak görülmesini sağlayan da budur.
Merkezle ilişkili nesnelerin dökümü büyük dalgalanmalar
gösterir; benliğin bu kararsız alandaki çözünüşünün derece­
si ve çözündüğü şeyler de değişir. Ben'in anlamı, bağlantılı
olduğu dünyada kaybolur ve bu dünyadan doğar.
Bu bir anlamda, alanın merkezinin -kafa- bir miktar dış
merkezli olduğu duygusunu hafifletir. Aslında, karın boşlu­
ğunda yer alan ve en büyük sinir ağı olan solar pleksus ya
da bedenin ortalarındaki buna benzer bir yer, bu iş için daha
uygun olabilirdi. Ancak burası gözleri yerleştirmek için pek
de uygun bir yer değildir. Gözler, gözetlemeye uygun bir
konum kazanmaları için, bedenin üst kısmında, 160-170
santimetrelik etten bir direğin gönderine çekilmiş halde
dururlar ve hizmet ettikleri beden için bir gözlem kulesi
işlevi görürler.
Bu, başka bir hususa işaret eder: Benmerkezci alanın mer­
kezi keskin bir nokta değildir. Bulanık ve yayılmıştır; bede­
nin az çok dışına uzanıp dağılmış haldedir. İki gözümüzün
ve iki kulağımızın olması, kafanın bizi çevreleyen anlamlı
alanın merkezi niteliği kazanmasını destekler. Bunun, ken­
dileri de noktasal olmayan gözlerin ve ortalarında yer alan
kafayla birbirlerinden ayrı düşmüş kulakların arasına daha
fazla gömülmemesinin nedeni, duyulan ve görülenlerden
gelen komutların gizli bir ufuk noktasında birleşiyor gibi
görünmesidir. Bununla birlikte, deneyimlediklerimizin bede­
nimizin deneyimledikleri haline gelmesi, "Ben" bilinçliliği
anına karşılık gelir. Daha önce de belirttiğimiz üzere burada,
Kant'ın deyimiyle bir idrak birliği vardır. Bunu dikkatimizin

15
"kesişim noktası" olarak düşünebiliriz. İşte -benmerkezci
alanın merkezi olan- benliğin yeri burasıdır.
"Kesişim noktası" kavramının ardında yatan tartışmasız
sezgiler üzerinde biraz düşünmekte fayda var. Dikkatimizi
çeken şeyler, deyim yerindeyse bize kendilerini gösterirler.
Bizi farklı yönlere, kendilerine doğru çekerler. Böylelikle
biz de, bizi dikkatimizi çeken nesnelerle kesiştiren çizgilerin
çıkış noktasına yöneliriz. Bilinçli beden, yalnızca var olanı,
"orada" veya "burada" var olana dönüştürür. Burasının
tanımlanmasında en önemli rol kafaya düşer, çünkü kafa,
olanın orada olduğunu saptayan telereseptörlerin -önce­
likle görme, ikinci planda işitm� bulunduğu yerdir. Ben­
lik "buradadır"; " buraların burasındadır" ; (bana göre)
"orada" olan şeylerin arasında "en burada" olandır". 5
O halde, felsefe yapar ve gaflet içindeki benliğimizi
umutsuzca yakalamaya çalışırken içinde bulunduğumuz bu
yapay konumda benliğim üzerine kafa yorarken, kendimizi,
gözlerimizin hemen arkasında ve belki de dudaklarımızın
üzerinde bulunan, dünyayı yudum yudum içimize aldığı­
mız küçük sanal alana konumlandırırız. İşte biz buradayız,

diye düşünürüz. Peki, burası düşündüğümüz yer mi? Daha


başından soyutlamalar içinde kaybolma korkusuyla, daha
da ilginç sorulara kapı açan bu soruyu yanıtlamayı biraz
sonraya bırakıyoruz.
Şimdi ise, kafanın içinde bir keşfe çıkma zamanı.

16
2. Bölüm

Kafanın Salgıları

Neler Olup Bitiyor?

Kafalarımızın ancak belirli kısımlarıyla ilgili doğrudan


deneyim sahibiyizdir -farkındalığımız ancak bu kısımlara
kadar uzanır- ve bu da, kendimizi diğer kısımlarla özdeşleş­
tirmemize engel olur. Bir başka büyük engelse kafalarımızın,
bizim yararımıza olan, ancak bize hiç sormadan gerçekleş­
tirdikleri sayısız faaliyetle iştigal etmeleridir. Kafanın çekip
çevirmesi gereken hem kendisi hem de ona bağlı olan bir
beden vardır. Aslında bu ilişki karşılıklıdır: Bir yandan kafa
bedenle, diğer yandan beden kafayla ilgilenir. Şair Philip
Larkin, "Etimizl Sarar bizi kendi kararlarıyla" l şeklinde
ifade ettiği hüzünlü gözleminde, konunun özünü yakala­
mıştır aslında. Bu gözlem, kaba etlerimiz ve dalağımız için
ne kadar geçerliyse, kafamızı saran et dokusu için de aynı
derecede geçerlidir.
Bu durumu, kafamızın kendini ifade etmek için (onayı­
mızı almadan) bir dizi salgı salgılaması kadar belirgin bir
şekilde vurgulayan başka ne olabilir? Aslında bereket versin
ki düzen böyledir: Kafada gerçekleşen bütün bu salgılama
işini kendimizin yaptığını düşünün, halimiz harap olurdu
gerçekten de. Salgı işi için ekstra prim falan da bekleyemez
ki insan. Bu yüzden, salgıları yöneten mekanizmaların,

17
insan makinesinin inisiyatif kullanımının desteklendiği ileri
düzey merkez yönetim birimlerine bağlı olması, bizim için
bir şanstır. Salgılanacak olan ne varsa, bize gereken yerde ve
gerektiği anda kendiliğinden salgılanıverir.
Kafamızın içinde ya da çevresinde olup bitenler tek keli­
meyle inanılmazdır. Kafanın salgıladığı maddeler, tükürük,
ter ve gözyaşı gibi doğrudan ortaya dökülenlerden, sebum
(derideki yağ bezlerinin salgısı) ve kulak kiri gibi daha
gizli kapaklı üretilenlere; kimi zaman ölü akyuvarların da
karışmasıyla iltihaplı nitelik kazanabilen sümük gibi itici
salgılara kadar çeşit çeşittir. Hatta bunlara, çok yavaş gün
yüzüne çıktıkları için, salgılanmadan ziyade uzama şeklinde
algılananları da ekleyebiliriz: Saçlar ve kıllar. Bunların her
birinin ayrı ayrı işlevleri, düzenlenme mekanizmaları ve
üretilme gerekçeleri vardır. Burada esas mesele, bu konuda
bize, yani kafaların sahiplerine danışılmamasıdır.

Mütevazı Salgılar

Kafamız, bedenin diğer bölgelerinde, yüz ve kafa deri­


sine kıyasla çok daha az miktarlarda salgılanan bir salgıda
uzmanlaşmıştır: Sebum. Yağ bezleri tarafından üretilen bu
salgı, kıl köklerini kaplayan tabakadan dökülen ölü hücreler
ile yağların bir karışımından oluşur. Yağların faydası büyük­
tür. Bir taraftan cildin yumuşak kalmasına yardım ederken,
diğer taraftan aşırı miktarda su kaybetmesine veya emmesine
de engel olurlar. Buraya kadar bir sorun yok. Ne yazık ki
bazen aşırı miktarda sebum üretilebilir. Bu durumda göze­
nekler tıkanır ve beyaz başlı sivilceler veya siyah noktalar
ortaya çıkar. Sebum cilt bakterileri için çok çekici bir madde
olduğundan, bunlar enfekte olabilirler. Sonuç, herkesin
malumu, yüzlerin güzelliğini bozan akne vulgaris olacaktır:
Aknenin en acımasız tarafı, insanın fiziksel görünüşüne
en fazla önem verdiği ergenlik döneminde patlak verme-

18
sidir. Burada bedenin en korkunç ironilerinden biri çıkar
karşımıza: Oğlanları acımasızca pürüzsüz tenli güzellere
çeken testosteron hormonu, aynı zamanda genci pürüzlü
cildin iticiliğine mahkum eden aşırı sebum üretiminin de
müsebbibidir. Bu örneği, bu kitapta sıkça karşımıza çıka­
cak bir konuya dikkat çekmek için verdim: Kafalarımız
her zaman bizden yana olacaklar; kafanın baş etmesi için
tasarlanmamış durumlarda, gerçekleşmesi için can attığı­
mız bazı amaç ve isteklerimizi destekleyecekler diye bir
kural yoktur. Gerçekten de, kafanın insanı içeriden vuran
bu ihanetinin eline kimse su dökemez: "Sivilceli" genç diye
yaftalanmamızın, görmezden gelinmemizin sorumlusu,
bizzat kendi kafamızdır. Sivilceler, kendisi sürekli aç ama
aynı zamanda da iştah kaçırıcı bir görüntüye sahip olan
ergen sahibinin toyluğunun ve beceriksizliğinin simgesi
haline gelmiştir.
Daha az sıkıntı yaratan bir başka sorun da, sebumun
enflamasyona yol açan mantarlara yatkınlığı sonucu ortaya
çıkan seboredir. Sebore, yağlı saçlar üzerinde bit sirkesine
benzer şekilde duran ve omuzlarda kırağıdan bir pelerin
oluşturan kepeğe yol açar. Sebum mütevazı bir salgı olabilir,
ancak, yağlı saçlı ve sivilceli kimselerin gayet iyi bildikleri
bir kuralı yaşama geçirir: Mutluluğumuz da, en çok önem
verdiğimiz kişilerin bizimle ilgili düşünceleri de, dokuları­
mızca alınan kararlara bağlıdır.
Bir başka mütevazı oyuncu, "serumen" olarak da
adlandırılan kulak kiridir.2 Dış kulak yolunun üçte birlik
dış kısmından salgılanır ve serçe parmağını (denizin diğer
yakasında işitme sağlığına katkılarıyla tanınan küçük par­
mak) kullanan bir Fransız'a göründüğünden çok daha ilginç
özelliklere sahiptir. Yağ bezi salgılarının ve değişime uğramış
terin karışımından oluşur. Kulağını karıştırdıktan sonra par­
mağını yalamış olan herkesin gayet iyi bildiği üzere, çok acı
bir tadı vardır. Tabii bu konumuzun dışında kalıyor. Birçok

19
diğer salgı gibi, birden fazla işleve sahiptir: Çene kaslarının
hareketleriyle ileri doğru itilen bu salgı, kulak kanalındaki
kiri, tozu veya gelip de yapışmış her türlü malzemeyi temiz­
ler; dış kulak yolunu kaplayan cildi kayganlaştırır, kur�yup
kaşınmasını engeller. Ayrıca, bakteri ve mantarları öldürücü
özelliğe de sahiptir. Vesaire vesaire...
Eğer Asyalıysanız veya Amerika yerlisiyseniz, genleriniz
sayesinde kulak kiriniz kuru (gri ve pul pul) olacaktır. Buna
karşılık beyaz ırkın kulak kiri ıslak ve daha çekici bir bal
rengi veya koyu kahverengi olma eğilimindedir. İnsanların
(örneğin Eskimoların) göç örüntülerini kulak kirlerine
bakarak tayin etmenin mümkün olduğu kanıtlanmıştır.
Tarihçiler, tarihi aydınlatabilmek için pek çok yolculuğun
izlerini kurnazca sürmek zorundadır. Suçluların gayet iyi
bildikleri üzere, bedenlerimiz gayri ihtiyari birçok iz bıra­
kır. Elbette eriyen karın sildiği ayak izlerinin, kulaklarımız
aracılığıyla tekrar gün yüzüne çıkarılabilmesi düşüncesi
gerçekten de tuhaftır.
Kulak kiri, aslında koruması için tasarlandığı hassas
organı duymaz hale de getirebilir. Amerika Birleşik Devlet­
leri'nde her hafta, 150.000 kadar hastanın kulak kiri tıka­
cı (buşon) uzmanlar tarafından çıkarılmaktadır. Tıkacın
çıkarılması bazen mucizevi etkilere neden olur. Akustik bir
peçe kaldırılmış gibi, işitilen dünya bir anda aydınlanıverir.
Bu, aslında çok aşikar olan bir şeyin -deneyirnlediklerimizi
duyularımız aracılığıyla deneyirnleyebildiğimiz gerçeğinin­
çarpıcı bir ifadesidir. Daha da şaşırtıcı olan, 1 920'lerde
Şanghay'da "Büyük Dünya" eğlence merkezinde, uzman
kulak kiri çıkarıcısı tezgahlarının bulunmasıdır. 3
Beyaz ırkın kulak kiri, kulağakaçan böceği ile aynı renk­
tedir ve bu durum çeşitli bağlantılar kurulmasına neden
olmuşnır. Kulağakaçan, adını güya kulaklara kaçmasından
alır. Kulağa kaçma kavramı, Fransızların kullandığı "perce­
oreille" sözcüğünden (ki böceğin oya oya kafanın içine

20
doğru ilerlemesini betimleyen "kulak delen" anlamındadır)
daha az iticidir en azından . İngilizcedeki karşılığı "earwig­
ging" sözcüğü ise (üstü kapalı söz ya da imalarla etki altına
alına) çok canlı bir terimdir ve kökenini James Joyce'un
müthiş gece kitabı Finnegans Wake'den alır. Yazarın daha
da müthiş gündüz kitabı Ulysses'in tamamlayıcısı olan bu
kitabın hayal eden zihninin adı, kuşkusuz bir "earwigger"
olan H. C . Earwicker'dır.

Ter: Acrosyringiurn'dan Distopyaya

Anthony Burgess, Malezya Üçlemesi The Long Day


Wanes'in ilk paragrafında bize çarpıcı bir görüntü resmeder.
Şişman bir memur, nemli, boğucu ofisinde oturmuş umut­
suz bir şekilde evraklara bakmaktadır. Ter damlalar halinde
burnunun ucundan tıp tıp damlamakta, mürekkebi dağıt­
makta ve bu karakolu yönetme işini imkansıza yakın hale
getirmektedir. Burgess bu damlamayı imparatorluğun çökü­
şünü gösteren bir klepsidra (su saati) gibi tanımlar. Uyanık
veya uyuyan kafalarımıza hükmeden deli çağrışımlar; benim
aklımda bu görüntüyü Mahler'in ikinci senfonisini çalan
orkestrasını yöneten, mükemmel ama aşırı terleyen bir
orkestra şefinin görüntüsüyle birleştiriyor: Şef, sırılsıklam
alnını, ensesini ve terin bir burun metronomu misali dört
dörtlük notalar halinde ritmik olarak ucundan damladığı
burnunu silmek için eslerden yararlanıyor.
Terleme, bedenin en önemli organı için biraz küçük
düşürücü bir nitelik taşır. İşler biraz terli bir hal almaya
başladığında ilk çıkartma noktası olmasa da -ne de olsa
öncü kuvvetlerin ilk çıkış noktası koltukaltlarıdır- sodyum
pompası iş başına geçtiğinde en erken ıslanan yerlerden
biridir. Alın teri, benliğin merkezine yakınlığından ötürü
sembolik bir yere sahiptir: Ademin laneti -aslında fizyolojik
açıdan daha doğru olacak olsa da- "Ekmeğini koltukaltı

21
teri dökerek kazanacaksın" • şeklinde değildir. Her neyse . . .
Silinen alınlar, tuzdan yanan gözler ve dolanmış saçlar,
üretilen ve ortamdan çekilen ısı arasındaki dengesizliği
düzeltmeye çalışan bedenin alışıldık belirtileridir. Terleme,
dahi fizyolog Claude Bemard'ın "özgür yaşamın koşulu"
olarak tanımladığı iç ortamın dengesini (homeostazis) boza­
cak tehditleri ortadan kaldırmasında vazgeçilmez bir önem
taşır. Dar sınırlar içinde dengede tutulan kan basıncı, sıvı
düzeyi, serum potasyumu ve bir dizi diğer "parametrenin"
yanında, vücut ısısı korunamazsa organizmanın geleceği
pek de parlak olmaz .
Terleme, salgılama faaliyetleri içinde en beğenilenler
arasında yer almasa da, oldukça hoş süreçler aracılığıyla
gerçekleştirilir. İnsan teri esas olarak ekrin ter bezleri tara­
fından üretilir. Üst primat türleri dışındaki bütün diğer hay­
vanlardaysa ter, daha pis ve kötü kokulu apokrin ter bezleri
tarafından salgılanır. Bütün vücuda yayılmış olan ekrin ter
bezleri, neredeyse saf tuzlu su üretirler. Aslında vücut yal­
nızca su şeklinde terlemeyi ve tuzu kendine saklamayı tercih

eder (ki ortama uyum sağladıktan sonra bunu daha etkin


bir şekilde gerçekleştirebilir) . Ne var ki su ve tuz, bu ikisinin
de kullanıldığı yerlerde birbirine karışnğından, nispeten sey­
reltik ve hipotonik bir karışım çıkar ortaya . Ter buharlaşır
ve buharlaşırken deriyi serinleterek vücut ısısını düşürür.
Ayrınnlara meraklıysanız, buharlaşan her bir mililitre terle
0,58 Kcal kaybedildiğini ve bir erişkinin, ortama uyum sağ­
layabilmek için saatte 2 litre terleyebilidiğini duymak isteye­
bilirsiniz . Bu terleme miktarı uzun süre devam ederse, gözle
görülen düzeyde ve hücresel boyutta ciddi bir kurumaya ve
ölüme neden olabilir.
Ekrin ter bezleri oldukça girift bir yapıdadır. Yapnkla­
rı işin karmaşıklığı nedeniyle, bezin içinde bir iş bölümü
söz konusudur. Bezin bir üretim (veya salgılama), bir de

• Yaratılış 3:19: "Ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. (ç.n.)


22
boşaltım kısmı vardır. Salgılama kısmı kıvrımlı bir kanal
şeklinde olup, derinin en alt katının en derindeki kısmı olan
"dermis" tabakasında yer alır. Terin miktarı ve tuz konsant­
rasyonu, her hücrede bulunan ve otonom sinir sisteminin
beyinden taşıdığı komutlara yanıt veren sinyal sistemleri
aracılığıyla, işte bu kısımda kontrol edilir. Isıya duyarlı
nöronlar, beynin alt kısmında bulunan hipotalamustaki bir
merkezde yer alır. Nöronlardaki iletim, vücut ısısının yük­
selmesiyle artar. Duyarlılıkları derideki ısı reseptörlerinden
gelen bilgilerle yeniden düzenlenir ve hipotalamusun hangi
seviyede "Terle! " komutu vereceği bu şekilde belirlenir.
Boşaltım kanalı, dermisten yukarı doğru çıkıp "epi­
dermisten" geçer. Burada spiral şeklini alıp hoş bir isme
( "acrosyringium" ) kavuşan kanal, nihayet deri yüzeyine
açılarak serinletici içeriğini boşaltır. Serinletir evet, ama
bazen bu serinlemenin bedeli ağır olabilir. Fizyolojik esenlik
uğruna etrafa rezil olunabilir. Apokrin ter bezlerinin küçük
katkısı vücut kokusunun <;!eri kökenli kaynağı olmakla
suçlanırken, nötr yapıdaki terin bozunmasında rol oynayan
ekrin ter bezleri, "terlilik" ile yaftalanmaya neden olur. Bir
başkasının vücut kokusu yalnızca gereği kadar sık yıkan­
madığının bir göstergesi olmakla kalmaz -nihayetinde terin
kötü kokmaya başlaması için de bir süre gerekir-, aynı
zamanda yabancıları, normalde yalnızca sevgililere mahsus
olması gereken bedensel bir yakınlık derecesine gelmeye
zorlar. Bize çekici gelmeyen bir yabancının, kokusuyla bur­
numuzun dibine girerek kendisini tanıtması rahatsızlık verir
ve insanı gıcık eder. George Orwell'in distopik bir kabus
niteliğindeki romanı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te Parsons
adlı bir karakter vardır. Tartışmasız bir şekilde ve şiddetle
Parti'ye sadık olan Parsons, düşünme gücünden yoksun bir
ahmaknr. Parti etkinliklerine, özellikle de Büyük Birader ve
Devrim için gerçekleştirilen ve yürüyüşlerin yapıldığı, pan­
kartların taşındığı ve sürekli hareket edilen törenlere bıkıp

23
usanmadan coşkuyla katılır. En önemli özelliği, geçtiği her
yerde bıraktığı pis ter kokusudur. Kötü kokusu, Bin Dokuz
Yüz Seksen Dört'te dile getirilen sivil toplumun parçalanışı­
nın cisimleşmiş, diğer bir deyişle "kokulaşmış" bir ifadesidir.
Terle ilgili kültürel birikim çok geniştir. Bu yaşam
kurtarıcı salgıyı tanımlayan sözcük bile, anlambilim ağın­
da sorunlu bir düğümdür. İngilizcede hanımefendiler için
(kadınların ve erkeklerin aksine) "sweat" yerine "perspire"
fiili kullanılır: Latince kökenli bir sözcük olan "perspira­
tion", Sakson türevi "sweat" sözcüğünün aksine, organik
yaşam ve kötü hijyenden uzaklığı ortaya koyan, üç heceli
sosyetik bir orta sınıf kimliğine sahiptir. İşçi sınıfına ait tek
heceli "sweat" sözcüğü, onun yanında kısa bir hırıltı gibi
kalır. Sözcükle ilgili kaygıların, gerçeklerle ilgili kaygıların
önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Roy Porter 1 971 'de olanları
şöyle aktarır:

The Gentleman's Magazine, konuşma dilindeki kabalık konu­


suno bakın nasıl deginiyor: Arhk yalnızca "alt sınıflar" "sweat"
sözcügünü kullanmaktadırlar. Yazar alayla "Her geçen gün daha
nazik ve kuşkusuz daha erdemli hale geliyoruz; eminim zamanla
dünyanın en incelikli ve kibar insanlan biz olacagız," diyor.4

Yine de yazarın Avusturyalı çağdaşlarına kıyasla önde


olduğu söylenebilir. Michael Steen'e göre, Mozart'ın doğ­
duğu sokak "ortasından akan lağım nedeniyle çok kötü
kokmakta" ve "Salzach Nehri, içine dökülen pislikler nede­
niyle insanın burnunun direğini kırmaktadır" . Öte yandan
bunun "en iyi yanı, hiç yıkanmayıp yalnızca silinmekle ve
arada sırada parfüm sıkmakla yetinen insanların kokusunu
bastırmasıdır" . s
Sıcak nedeniyle oluşan terleme, cildin hemen hemen her
yerinden fışkırır. Buna karşılık heyecana bağlı terleme daha
seçici olup, avuç içleri, tabanlar, koltukaltları ve alınla sınır­
lıdır. Ani gelen bir sıkıntıyı anlatmak için yaygın olarak kul-
24
lamları "soğuk ter bastı" ifadesi hepimizin malumu olsa da,
bu durumun mekanizması pek anlaşılamamıştır. Öte yan­
dan amacı da belirsizdir. Vücudun serinletilmesinin, daha
fazla enerji yakılmasını sağlayarak (korkutucu bir durumda
buna ihtiyacımız olabilir) aşırı ısınmayı önlediği kabul edilir.
Verilmesi gereken doğru tepki "savaş veya sıvış" olduğunda
tamam, peki ya doğru tepki, bir çam devirdiğimizde oldu­
ğumuz yerde mıhlanıp kalmaksa?
Bu görünüşte kaba ter fışkırmasının, daha uzak, ezote­
rik, gizli ve biyolojik olmayan nedenleri olabilir. Bir seferin­
de uluslararası bir toplantıda sara hastalığı tedavisi üzerine
konuşma yaparken, en önemli slaytlarımdan birindeki hata­
yı görünce başımdan aşağı ter boşandı. (Neyse ki, büyük
olasılıkla bir başka hipotalamik faaliyetle -uykuyla- meşgul
olduklarından, bu durumu başka kimse fark etmedi. ) Strese
bağlı terlemenin, yalancılar için de yararlı bir şey olduğunu
söyleyemeyiz. Yalan makinesinde kullanılan galvanik deri
tepkisinin temelini, yalan söylerken boşalan ter oluşturur.
Ter, sodyum iyonu içermesi nedeniyle derinin geçirgenliğini
artırır ve bu da kaydedilebilir. Poligrafik kayıt, kocaman
açılarak bağıran bir çene görüntüsü çizer. Son olarak en ezo­
terik olanı da, düşünmeye çabalarken terlememizdir. Strese
bağlı terlemeye kafanın en önemli katkısının, (bize söylen­
diğine göre) düşüncelerin titizlikle kontrol edildiği yerin en
yakınındaki alın bölgesinden gelmesi ve diğer temel katkıyı
da, endişenin atası olan kavramanın en ilkel biçimlerinde rol
oynayan avuç içlerinin yapması doğaldır. 6
Roland Barthes, Amerikan filmlerindeki Romalılar ile
ilgili muzip denemesinde, Wolf Mankiewicz'in Ju/ius Caesar
filmindeki komplocuların hep terli yüzlerle göründüğüne
değinir:

Hepsi de terlerler, çünkü içlerindeki bir şeyle boguşmak­


tadırlar; erdemin korkunç acılar içinde kıvranışının, gerçek bir

25
trajedinin tam ortasındayızdır ve bunu bize aktaran da terdir...
Terlemek düşünmektir -bu tez terin, işadamı milletine özgü zorlu
ve hrtınalı bir faaliyet olan düşüncenin en selim emaresi oldugu
varsayımını temel alır?

Mercek altına aldığımız deri, hipotalamus ve ekrin ter


bezlerinden hayli uzaklara savrulduk. Strese bağlı terlemeyle
birlikte, dünyada el attığımız alanlar giderek genişledi.
Olağanüstü yaratıklar olan biz insanlar, sıcağa bağlı
terlemeyle bütünsel ve aracılı bir şekilde iştigal ederiz. Bir
süredir hepimize kalplerimize dikkat etmemiz öğütleniyor.
Bunun kilit noktalarından biri de düzenli egzersiz yapmak.
Dünya genelinde sayılamayacak kadar çok biyomedikal
bilim insanı tarafından toplanan milyonlarca veri temel alı­
narak oluşturulmuş en güvenilir kılavuzlara göre, kardiyo­
vasküler sağlıkla ilgili hedeflerimize ulaşmamızı sağlayacak
en doğru egzersiz de, bizi hafifçe terleten egzersiz. Sakin
sakin gezinerek ölümden uzak duramıyoruz: Tempolu yürü­
memiz veya koşmamız şart. "Her gün biraz terleyenler"
daha uzun yaşıyor (ve terliyorlar). Terleme faaliyetlerimizi
doğru ya da en azından asgari düzeye ayarlamamız lazım
geliyor. Kafanın kendi salgılarını, aynı kafanın ebediyete
intikalini geciktirme amacıyla kullanmasının daha çarpıcı
bir örneğini bulmak zordur herhalde.

Tükürük

Jean-Paul Sartre'ın La Nausee (Bulantı) adlı roma­


nının antikahramanı Antoine Roquentin, bir bunalımın
pençesindedir. Birdenbire dünyanın tesadüfiliğinin farkına
varmıştır. Dünyadaki şeylerin varlığı, yeterince haklı sebep­
lere dayanıyor gibi görünmemektedir: Şeyler öylece, olanca
şiddetleriyle, atıl bir şekilde vardırlar. Orada olmalarının
anlamsızlığını, onları güven verici, ağırlıksız bir anlamsal

26
çerçeveye oturtarak telafi edecek sözcükler, nesneler üze­
rindeki kontrollerini kaybetmektedirler. Roquentin'in kendi
bedeni de, yalnızca tuhaf bir şekilde orada olması gerektiği
için usulen orada gibidir. Roquentin, kendi ismiyle etiketlen­
miş bu anlamsız etin bir seyircisidir. Masanın üzerinde, ters
dönmüş, yardıma muhtaç bir hayvan gibi, avucu yukarıya
dönük şekilde durmakta olan elini inceler. Amaçsızca, değiş­
tirilemez şekilde varlığını sürdürmektedir:

Varoluşmaktayım. Tarlı; öyle tarlı, öyle agır bir şey ki bul Hem
de hafif, sanki kendi kendine havalarda uçup duruyor. Kıpraşıyor.
Her yanda eriyip kaybolan degişler sanki. Öyle tarlı, öyle tarlı
kil Agzımda köpüklü bir su var. Yutuyorum, bogazımdan aşagı
kayıyor; okşuyor beni. İşte yeniden doguyor, dilime degip geçen
beyazımsı bir su birikintisi (yerli yerinde) eksilmiyor agzımdan. Bu
birikinti de benim. Dil de, bogaz da benim. 8

"Bu su birikintisi" kuşkusuz çok etkileyicidir. Üretim


miktarı yaşadığımız süre içinde 30.000 litreye ulaşır. Hiçbiri
Roquentin'in varoluşsal bunalımını çözemeyecek olsa da,
birçok işlevi vardır. Yiyecekleri kayganlaştırarak yutulİna­
larını kolaylaştırır; konuşmaya yardımcı olur (bir bardak
"suni tükürüğün", ağzı kuruyan konuşmacıların önüne
konması adeti buradan gelir); içerdiği pitalin adlı enzim
sayesinde, şekerli besinlerin sindirimini başlatır; yine içinde
bulunan çeşitli enzimler ve immünproteinlerle, bizi enfeksi­
yonlara karşı korur. Bir dizi sıra dışı süreç sonunda, tükürük
bezleri tarafından üretilir. Tükürüğün yanında ter, gerektiği
kadar çalışmayan bir ahmak gibi kalır.
Tükürük salgı kanallarına girdiğinde, iyonik bileşimi
(sodyum, potasyum vs .) köken aldığı kan plazmasına çok
yakındır. Salgı kanallarından geçerken içindeki sodyum ve
klor çekilip, içine potasyum ve bikarbonat iyonları eklenir.
Bu işlem, enzimlerin faaliyetine uygun bir ortam yaratır. Bu
tertibin içine biraz da mukus karıştırılır. Tükürük salgısı

27
otonom sinir sistemi tarafından hassas bir şekilde denet­
lenmektedir: Otonom sinir sisteminin parasempatik kısmı,
salgılayıcı hücreleri doğrudan ve bunlara giden kan akımını
artırarak dolaylı yoldan uyarır. Bu işlevde, kallikrein gibi
egzotik isimlere sahip enzimlerin aracılık ettiği çok aşamalı
süreçler rol oynar.
Etkileyici evet, ama -Roquentin'in sorgulayışına devam
edersek- bu ben miyim? Tükürük salgısını bir derece­
ye kadar denetleyebiliriz. Örneğin gözlemeleri düşünerek
tükürük salgılanmasını sağlayabiliriz. Gözleme sıradan bir
sözcüktüı; ta ki "gözlemeleri düşünmenin" neye karşılık
geldiğini düşünmeye çalışıncaya dek. Burada şüphesiz bir
cümleden ziyade bir görüntüden söz ediyoruz; peçete, göz­
lemeci, gözleme dükkanının bulunduğu sokağın havasının
içine işlediği aydınlık bir mekan gibi, birçok öğenin içinde
yer aldığı bir görüntü... Burada, düşüncelerle ilgili ikincil
düşüncelere nevale sağlayacak besin düşüncesinin bir örneği
söz konusu. Bu durumda bile, uyarının entelektüelliğinden
pek de fazla etkilenmeyen bu hayli primitif sıvı bol miktarda
akacaktır. Hayvani ağzımız meta düşüncelerin dilini konuş­
maya muktedir gibi görünmektedir. Öte yandan, sıkıntıla­
rımızdan birini aklımıza getirip kendimizi kaygılandırarak
tükürük akışını durdurmayı da deneyebiliriz ama bu bir
önceki kadar güvenilir bir sonuç vermeyebilir.
Demek ki içinde yaşadığımız dünya, (tükürük akışının
üst düzey düzenlenmesini faaliyete geçirmek için dünya­
mızın küçük parçalarını talep eden) zihnimiz ve tükürük
bezleri arasındaki ilişki kadar basit bir şey yoktur. Uyanık
ve iyi olduğumuz sürece tükürüğümüzü denetleme sorumlu­
luğu hissetmemiz de işte bu yüzdendir. O kadar ki, ihtiyarlık
öncesindeki olgunluk dönemimizi "ağız sularımızı başarıyla
kontrol edebildiğimiz" bir dönem olarak alırsak, yaşamı
salya akınnayla başlayan ve biten bir döngü olarak tanım­
lamak bile mümkündür.

28
Salyamızın akmasını önlemek için, sürekli olarak tükü­
rüğümüzü yutarız. Birçok başka eylem gibi, bu yutma işi de
istemli olarak başlar ve istemsiz olarak devam eder. Dilimizle
tükürüğümüzü toplaı; ağzımızın arka tarafına atar ve sıvının
burnumuza dolmasını önlemek için, yumuşak damağımızı
üst yutağı kapayacak şekilde yukarı kaldırırız. Tükürük
yutaktaki dokunma reseptörlerine çarpar ve kontrol edeme­
diğimiz bir dizi olayı başlatır. Gırtlak küçük dille buluşmak
için yukarı kalkar (bunu ademelması çıkıntısının yukarı
çıkışından anlayabilirsiniz), hava yolu kapanır ve tükürüğün
akciğerlere kaçması engellenir. Bir an için nefes almayı bıra­
kırız. Ardından yutak kasları kasılıı; tükürük topağı özefa­
gusa, nam-ı diğer yemek borusuna gönderilir. Bu noktadan
itibaren olup bitenler ise artık ne kontrolümüz ne de bilinci­
miz dahilindedir. Yemek borusunu baştan sona kat eden kas
kasılmaları tükürüğü mideye doğru iterek sfinktere (yemek
borusuyla mide arasındaki büzgen kas) ulaştırır; sfinkter de
açılıp kapanır. Bu son aşamaları beyin sapındaki medulla ve
pons adlı bölgelerde yer alan sinir hücreleri yönetir.
Bütün bunlar çok etkileyici ve oldukça gayrişahsidir. Bu
ufak gölcük, ne ·kadar mahrem olursa olsun, ağız içinde
gelip geçici bir kiracıdır nihayetinde. Evet, bizim salyamızdır
bizim olmasına da, biyografimiz içindeki yeri kalınbağır­
sağımızdaki feçesten farksızç:lır. Yine de o olmasaydı çok
farklı bir biyografiye sahip olacağımız muhakkaktır: Bu
biyografide sürekli ağrıyan ve enfekte olan bir ağız boşluğu
öyküsü yer alacaktır. Antoine Roquentin gibi yüce bir meta­
fizik düzeye erişmiş olmadığımız sürece, tükürük "burada
olmanın" en kişisel biçimlerine mükemmelen asimile olur.
Ağızdan çıkan ve yine ağızda ısıtılan tükürüğün bu çelişkili
durumu, bir nebze tiksindirici nitelik taşıyan bir düşünce
deneyiyle ortaya konulabilir.
Paul Broks, bedenlerimizde kişisel olanla kişisel olmayan
arasındaki; davranışlarımızla bedensel mekanizmalarımız

29
arasındaki ilişkiyi ele alan bu "düşünce kışkırtıcı" "Votka
ve Tükürük" deneyinde, psikiyatrist Anthony Storr'un orta­
ya attığı bir senaryoyu aktarır:

Bize tükürügümüzü ne sıklıkta yuttugumuzu sordu. Bunu,


şüphesiz üzerinde hiç düşünmeksizin, sürekli olarak yapıyoruz.
Sonra bizi, tükürügümüzü yutmak yerine büyük bir su bardagına
tükürmeye davet etti. Kendi tükürügümüzle agzına kadar dolu bir
bardaktan yudumlamak fikrinin nasıl geldigini sordu. Aslında ikisi
de aynı şey ama yok ben almayayım! Hatta buz, limon ve büyük
bir ölçek votka eklense bile19

Tükürüklerimizin ağzımızdaki durumu ne olursa olsun,


Broks'un da dediği gibi bir su bardağı dolusu tükürüğü içme
fikri, insana "bu işte ben yokum" dedirtiyor.
Bir adım daha ileri de gidebiliriz. Kendisininkiyle değil
de bir başkasının tükürüğüyle dolu bir bardaktan içmek,
tükürüğün mikrop içermediğine dair noter tasdikli belgeniz
bile olsa, çok daha iğrenç gelecektir. Tükürük ağızdan bir
kez çıktı mı, ister kendinizin isterse başkasının olsun, tükü­
rülmüş hale gelir. Bizi, tükürük salgılama işlevinin pasifliği ile
tükürmenin aktifliği arasındaki farkı düşünmeye davet eder.
Tükürme becerisinin kazanılması da, kendi bedenleri­
mizle ve bedenlerimizin spontan organik işlevlerini kendi
seçtiğimiz, çok kültürlüleştirilmiş yaşamlarımıza eklemleme
yeteneğimizle ilişkimizin ilginç bir örneğidir. Ağzımızda
sızma suretiyle oluşan birikintinin, mermi misali atılacak
bir şeye dönüşümü, ağızlara özel bir dikkat göstermeyi
gerektirir. Bunun için, gerekli miktar birikinceye kadar bek­
lendikten sonra, elde edilen materyali ağzın ön kısmına top­
lamak, ağza namlu formu vermeye çalışırken yanakları içeri
doğru çekmek ve topak ağızdan çıkarken hafifçe arkadan
iterek hızla fırlatmak gerekir. Bunun oğlanları (elektronik
aletlerin yaygınlaşmasından önceki çağlarda daha çok olsa
da, bugün bile) hayli meşgul eden bir uğraş olması ve tükür-
30
me uzaklığının maharetliliğin bir göstergesi olarak kabul
edilmesi boşuna değildir. ( İngilizcede bugün bile, tükürme
mesafesi anlamına gelen "spitting distance", bir uzaklık
ölçüsü olarak kullanımdadır). Kuşkusuz biraz kaba ve
huzur bozucu bir davranıştır tükürmek. Öte yandan, büyük
oranda oğlanların tekelinde bulunan bir oyun olan futbolda
da tükürme çıkar karşımıza . Duran topa vurmadan önce
tükürmek adettendiı; insana bir nefeslik mola sağlar.
Tükürmenin tarihi ve sosyolojisi çok geniş bir konu­
dur. Hatta yalnızca kişi ve beden olarak kendimizle değil,
ayrı kişiliklere sahip bedenler olarak diğer insanlarla iliş­
kilerimizle de birçok yönden derinden ilişkilidir. Norbert
Elias'ın 1 0 belirttiği gibi, görgünün evrimi, tükürmeyle ilgili
adab-ı muaşeret kuralları üzerinden izlenebilir. 16. yüzyılda,
"tükürüğün birinin üzerine gelebileceği endişesiyle" tükü­
rürken arkaya dönmekte fayda olduğu kabul ediliyordu;
18. yüzyılda, çok uzağa tükürülmemesi salık verilirdi, aksi
takdirde insanın tükürdüğünü bulup üzerine ayağını basa­
bilmesi zorlaşırdı. 1 8 . yüzyılın sonlarında, beylerin duvara
veya eşyalara tükürmemesi kuralı konuldu. Tükürmenin
ne şekilde olursa olsun iğrenç bir davranış olduğunun
kabul edilebilmesi içinse 19. yüzyılın beklenmesi gerekti.
Buna rağmen ve tükürük hokkasının icadı gibi bir ilerleme
kaydedilmiş olduğu halde, başta Amerika'da olmak üzere
insanlar, tükürüklerini kamusal alanlara özgürce sıvama­
ya devam ettiler. 19. yüzyılda tütün çiğnemenin giderek
popülerlik kazanması, Amerika'nın (Oscar Wilde'ın tabi­
riyle) "okkalı bir tükürük" olarak nitelendirilmesine ve
Dickens'ın Washington'ı "tütünlü tükürükler merkezi"
olarak anmasına yol açtı.
Kamu alanlarını bedensel çıkartılarla bezeme faaliye­
tine karşı gelişen ani tiksinme hareketini güçlendiren en
önemli noktaysa, tükürüğün mikroorganizma içerdiğinin
ve dolayısıyla da enfeksiyonların bulaştırılmasında rol

31
oynayabileceğinin anlaşılması oldu. Tıp fakültesinde okur­
ken bizlere, gecekondu mahallelerinde yerlerde oynayan iç
çamaşırsız küçük kızların, enfekte balgamlardan tüberküloz
salpenjit (yumurtalık tüplerine yerleşen verem enfeksiyonu)
kaptıklarını anlattıklarını hatırlıyorum. Ancak tükürükten
iğrenme, bunun bir enfeksiyon kaynağı olına olasılığından
korkmanın çok ötesindedir. Bu aslında diğer insanların
bedenlerine karşı duyulan ve ancak cinsel arzuyla aşılabilen
derin tiksintinin bir uzantısıdır ki bu konuyu iki kafanın
tuhaf bir etkinliği olan öpüşme bahsinde daha iyi ele alaca­
ğız. Şimdilik tükürmenin geçirdiği metamorfozu incelemeye
devam edelim.
Birisine tükürmek, isim takarak alay etmeye kıyasla
daha tahrik edici ve alçaltıcı olınakla birlikte, aslında olduk­
ça metaforik bir hakaret şeklidir. Tükürük, sözcüklerin de
üretildiği boşlukta üretildiğinden, tükürmek dilbilimsel bir
ifade niteliği taşır. Bu ifade, anlamıyla benzerlik gösterme­
mesi açısından, dilbilimde kullanıldığı şekliyle "nedensiz­
dir". Öte yandan dilbilgisinden yoksundur da. Yüze atılan
bir yumruğun kaba dolaysızlığına sahiptir. Bedduayla küf­
rün ortasında bir yerde durur. Ancak daha kötü niyetli bir
yanı vardır. Burada bir "zorla mahremiyete girme", küçük
çaplı bir tecavüz söz konusudur: Dalaşılan kişi, bir başkası­
nın bedeninin gizli derinliklerinden gelen bir mayiye maruz
kalmıştır doğrudan doğruya. Savrulan mayinin mukusla,
daha da kötüsü karşıdaki kişinin kafasının mahrem derin­
liklerinden hırklayarak kopup gelen balgamla karışmış
olması, tükürmeyi daha da iğrençleştirir.
Bu noktada konudan sapıp, insanın boğazını temizlemesi
için gerekli bedensel bilgilerin ötesine geçerek, çok daha
üst bir boyuta yükselen balgam sökme faaliyetinin teori ve
pratiğiyle ilgili konulara dalınaktan kendimi alıkoymalıyım.
Onun yerine, lise üç öğrencisi D. ve G.'nin başından geçen
bir olayı hicapla aktaracağım. D., ailesinin tek çocuğu olan

32
ana kuzusu, gözlüklü, sakar ve inek bir öğrenciydi. Alfabetik
sıranın azizliğine uğrayarak sınıfta G.'nin önüne düşmüştü.
G., D.'nin özenle briyantinlenmiş saçlarını cetvelle kabartıp
durmakta ancak bu ona yetmemekteydi. Bazı günler, dünya­
nın en yeşil ifrazatını soluk yollarının en derin köşelerinden
çıkartıyor -ki bunun için hepimizin sahip olduğu olağa­
nüstü bir yeteneği, burundan içe hava çekimi ve bazı kas
hareketlerinin bir kombinasyonundan oluşan hırklamayla
el değmeden mayi elde etme yeteneğini kullanmaktaydı- ve
en iğrencinden bir balgam topağı üretiyordu. G. derslerinde
pek gösteremediği bir beceriyle bu topağı tavana da yapış­
tırabiliyordu. Topak orada bir süre asılı kaldıktan sonra
lastik gibi uzayarak, masum masum Vergilius'un Aeneis'inin
satırarası çevirisini yapmakla meşgul olan D.'nin kafasına
iniverirdi. D., günün birinde dayanamayıp bir sinir krizi
geçirdiğinde, ona yardım etmek için hiçbir girişimde bulun­
mamış olan bizler utanç içinde kalmıştık. G. ise yıllar sonra
vergi kaçakçılığından hapsi boyladı.
Tükürenle tükürülenin karşıtlığı çok derindir ve bu
konunun temeli, insanların varoluşsal kökenlerinde yatan
iktidar ilişkilerine kadar uzanır. Handel'in Messiah orator­
yosundaki

Utançtan ve tükürülmekten korumadı yüzünü 1 1

dizesi hem çarpıcı hem de dokunaklıdır. Tanrının


Oğlu'nun terden ıslanmış ve kana bulanmış yüzüne tükü­
rülmesi, yazarın evrenin insanlık haline karşı duruşuna
öfkeli tutumuyla çarpıcı bir yüzleşme sağlar. İnsan olmak,
tükürmek veya tükürülmektir. Güçlü sadomazoşist öğeler
taşıyan İsa'nın Çilesi mitinde, insanların doğal olayları
(burada ağızda tükürük birikimi), etkin bir şekilde kulla­
nılan sembollere dönüştürdükleri gizemli süreç, eşi benzeri
görülmedik bir şekilde doruğa ulaşır.

33
Yozlaşma bununla da bitmez. George Steiner1 2 , Nazi
işgali altındaki Polonya'da yaşayan bir hahamın korkunç
öyküsünü şöyle aktarır:

Lodz' da yaşayan bir haham, Kutsal Sandık'taki bir Tevrat


yazmasına tükürmeye zorlanır. Ölüm korkusuyla denileni yerine
getirir ve böylelikle kendisi ve cemaati için kutsal olana saygısızlık
eder. Kısa bir süre sonra tükürüksüz kalır. Agzı kurur. Nazi neden
tükürmeyi bırakhgını sorunca, haham agzının kurudugunu söyler.
Bunun üzerine, "yüksek ırkın" oglu hahamın agzına tükürmeye
başlar, haham da Tevrat'a tükürmeye devam eder.

Komünyon Ayini'nin dehşet verici bir versiyonu olan ve


bir Yahudinin kötü niyetli bir Centil'in (İsrailoğulları'ndan
olmayan kişi) bedeninden bir parçayı yutmak zorunda kal­
dığı bu anekdot, cisimleştirmeyi davranışlara döktüğümüz
dünyamızla çapraşık ilişkilerimiz hakkında fikir vermekte­
dir. Bu, tükürmenin en düşmanca halidir. İnsanların .sınırlı
sayıdaki kaynağı sınırsız farklı şekilde kullanabilmesi ilkesi
doğrultusunda, tükürme de bir metafor kimliği kazanabil­
mektedir. "Mezarına tüküreceğim" veya "Ananın/baba­
nın mezarına tüküreceğim" hakareti, ileri düzeyde soyut­
tur. Buradaki tükürük, atfedildiği dünyanın bir ifadesidir:
Hakaret etme kapasitesine indirgenmiş bir tükürüktür söz
konusu olan; hedefi de, bir insanın kutsal saydığı ve öyle de
korunması gereken bir yer -mezar- olarak kurgulanmıştır.
Yeniden İsa'nın Çilesi'ndeki tükürme motifine dönelim:
Yeşaya Peygamber'in kitabında1 3 , bu olayın İsa'nın doğ­
ması öngörülen tarihten yedi yüz yıl veya daha uzun zaman
önceden haber verildiği rivayet edilir. Bir ağız salgısının,
onu salgılayan kafanın geriye dönüp de kurbanına tükür­
mesinden 700 yıl -İngiltere ile Fransa arasında yüzyıllarca
süren savaşlardan bile uzun bir süre! •- önce kolektif bilince

• 1 346'da Crecy Savaşı ile başlayıp 1 9 1 6'da Somme Muharebesi ile sona
eren dönem. (ç.n.)
34
aktarılmasından daha olağanüstü bir örnek -rivayet de
olsa- olabilir mi? Ağızlarımızda birikip duran ve balon­
cuklar çıkaran bir bebekten, salyasını tutamayan geveze
bir ihtiyara dönüştüğümüz ömrümüz boyunca bize eşlik
eden bu küçük gölcük, insan kötülüğüne bu derece katkı­
da bulunan bir sembole dönüştürülebilmiştir. Biz insanlar,
bedenlerimizde olup bitenleri kimsenin öngöremeyeceği
amaçlar için kullanabilme yeteneğine sahibiz. Başka hangi
organizma salyasını pul yapıştırmada ve iyi veya kötü
haberler taşıyan bir mektubun zarfını kapatmada kullanı­
yor ki?

Sümükdil veya Tıkalı Burunla Konuşmanın Şifresinin


<;özülmesi fJzerine

Burun, sahip olan herkesin gayet iyi bileceği üzere, akci­


ğerlere giden havayı ısıtır ve nemlendirir. Hava yaşamımızı
sürdürmemizi sağlar (aşksız yaşayan milyonlarca kişi olsa da
oksijensiz yaşamak mümkün değildir) ama öte yandan ölü­
mün taşıyıcısı da olabilir. Bu yüzden burun aynı zamanda,
istenmeyen partikülleri tutan ve solunan havayı immüng­
lobülin A içeren mukus (sümük) kaplı zarlarla temas
ettirerek, hastalık yapıcı organizmalara karşı ilk koruma
engelini oluşturan bir filtre görevi görür. İmmünglobülinler,
mikroorganizmaları yakalayan ve vücutta çoğalmalarını
engelleyen proteinlerdir. Burnun iç yüzeyini kaplayan zarlar
tarafından, muramidaz adı verilen ve bakterileri öldüren
bir enzim üreten sümük salgılanır. Bu enzim tükürükte (bir
önceki bölüme bakınız) ve gözyaşında da (aşağıya bakınız)
bulunur. Daha sonra salgılanan sümük, çok ince tüycüklere
benzeyen (nazal silia) ve uyum içinde (tribündeki seyircilerin
Meksika dalgası misali) hareket eden yapılarca süpürülerek,
burun boşluğu ve sinüsler üzerinden üstyutağa iletilir. Nor­
malde sümük bu noktada yutulmaktadır.

35
Böylelikle istilacı organizınalaı; ulaştıkları takdirde geli­
şip çoğalacakları akciğerlerden uzaklaşnnlıp, büyük olası­
lıkla bunu başaramayacakları asidik bir cehenneme ben­
zeyen mideye gönderilmiş olurlar. Kim biliı; bunu okurken
belki siz de, çok iyi bildiğiniz yutağınız ve hakkında yalnızca
spekülasyonda bulunabileceğiniz daha aşağı kısımlar ara­
sındaki o müphem sınır noktasında asılı kalmış bir sümük
topağınız olduğunu fark edeceksiniz.
Kafa, yirmi dört saat içinde yarım litreye yakın sümük
üretir ve mukozalar iltihaplandığında (soğuk algınlığı etkeni
rinovirüslerin ve koronavirüslerin buraya yerleştiği zaman­
larda), buna yanıt olarak üretim iki kanna çıkabilir. Sabah
kalkar ve o günün berbat bir kafayla geçirilecek bir gün
olacağını anlarız. Sümük burnumuzu tıkamış, akıp dur­
maktadır; boğazımızda sanki orada bir bardak, tuzla buz
olmuş gibi bir yanma hasıl olmuştur; kafatasımız ağrımak­
tadır ve kafanın gördüğü, işittiği, tadını aldığı ve kokladığı
dünya oldukça bulanıklaşmış olmakla birlikte, bazı kısımlar
-yanan gözleı; sürekli akmaktan pul pul olan burun delikle­
ri- zonk zonk zonklamaktadır. Zavallı kafamızı kurtarmak
için, bilime (müköz zarların salgı faaliyetini baskılayan
dekonjestan ilaçlar), halk bilgisine (ekinezya) ve her ikisinin
bir karışımını içeren reklamlara başvururuz . Bu kafanın
düşünen sahibi, mevcut bilgileri kafanın bu halini düzeltme
yolunda kullanmaya çalışır.
Kafanın kendi içindeki sesi etkilemeyen en çarpıcı deği­
şim, kafanın düşünen sahibinin sesinde görülür. Bu yeni
lehçenin -sümükdil- komik çeşitlemeleri sınırsızdır. Edebi­
yatta, başa gelebile<;ek olayların en şiirsellikten uzağından
en çok çeken ve görünüşe göre çekmekle kalmayıp bununla
tanımlananlaı; şiirsellikten uzak kişilerdir. Bu haksızlık,
Thomas Mann'ın Tonio Kröger adlı muhteşem kısa roma­
nında zirveye ulaşır. Romanın, kitaba da adını veren kahra­
manı, bir akşam bir geminin güvertesinde Baltık Denizi'ni

36
geçerken, yıldızların ihtişamından etkilenen bir yabancının
şiirsel düşüncelerine maruz kalır. Kröger, dizeler yazıyor
olsa bile -"Derin duygular ve tek bir hedefe yönelik dolu
işadamı dizeleri"- bu yabancının "içinde edebiyat yeteneği
yok" diye düşünür. 14 Yabancının üşütmüş ve burnunun
tıkalı olduğunu " belankoli", "akşab" , "elaleb" demesinden
anlarız. Soğuk algınlığı şiirsel niyetlerini komik duruma
düşürmüştür.
"Sübük" havanın geçişini engeller. Dolayısıyla da soğuk
algınlığı en çok geniz ünsüzlerini etkiler. Bu harfleri çıkar­
mak için yumuşak damak yukarı kalkar, dil ağız yolunu
kapatır ve hava akımı burun yolundan çıkmaya zorlanır.
Acıklı, ironik ve söylendiğinde akustik olarak da kendini
doğrulayan "1 have a code in by doze" • deyimi işte bura­
dan gelir. Bu deyimin içine işlemiş bilinç katmanları inanıl­
mazdır: Üşüttüğümü anlatmak için kullandığım sözcükler,
bahsedilen organın hastalığından en çok etkilenen ünsüzleri
içermekte ve üşütmeye bağlı konuşma bozukluğunun sesli
taklidini yapmaktadır.
Sümük geı;ıellikle gülünecek bir malzeme değildir. Onu
daha ziyade iğrenç buluruz ve sümüklü bir çocuğu süm­
kürtüp burnunu temizlemeye her daim hazırızdır. (Sümüklü
bir burun, çocukluğun, özellikle de işçi sınıfı çocuklarının
yoksunluğunun ve ihmal edilmişliğinin bir simgesi olmuş­
tur. ) Burnunu karıştıran veya iyi bir sümkürmenin ardından
mendilini inceleyen birini görmek hiç hoşumuza gitmez.
Karşımızdakinin mahremiyetine girmişiz gibi hissederiz
kendimizi. Sümük (İngilizce karşılığı "snot" eski Frizcede
burun mukusu anlamını taşıyan sözcükten bu dile geçmiş­
tir) iğrenmenin timsalidir. Buna rağmen, başka birçok alan­
da olduğu gibi burada da tıp, insani tiksintiyi yenerek olaya

• İngili7.cede nezleyle ilgili eski bir şarkı. Nezleden dolayı doğru telaffuz edi­
lemeyen harfler nedeniyle "1 got a cold in my nose" "1 have a code in by
doze" şeklinde söyleniyoı: (ç.n.)
37
karşı doğal bir tutum benimsemiştir. Balgam numunesi
içeren kaplaı; hastalık belirtilerini bulmak, tanıyı kesinleş­
tirmek ve iyileşmeyi teyit etmek için incelemeye alınır. Bir
göğüs hastalıkları uzmanının "Bu senin için sümük olabilir
dostum ama benim ekmeğim," lafı meşhurdur.
Balgamın kıvamı (viskozitesi), özellikle de solunum
yollarında müköz tıkaçlar oluşturduğu takdirde, bir ölüm
kalım meselesine dönüşebilir. Bir arkadaşımın uzmanlık
tezi, mukus salgılarının kıvamını mukolitik ajanlar olarak
adlandırılan ilaçlarla azaltma yöntemleri üzerineydi. Bu sal­
gıların kıvamı, mukoprotein konsantrasyonları ve bunların
arasındaki kimyasal bağlarla ilişkilidir. Bir ilaç, bu bağları
kırarak kıvamı azaltıyordu. En azından teori buydu. Peki,
acaba bu pratikte işe yarayacak mıydı ? 1 5 İşte arkadaşımın
yanıtını bulmak için üç yılının büyük bir kısmını harcadığı
soru buydu. Soruna yaklaşımı oldukça doğrudan oldu.
Balgam örnekleri aldı, cam çubukların arasına yerleştirdi
ve ilaç uygulaması öncesinde ve sonrasında, çubukları bir­
birinden ayırmak için gereken güçleri ölçtü. İlacın balgamın
çözünürlüğünü yüzde 1 O oranında artırdığını, buna bağlı
olarak da muhtemelen daha kolay sökülüp atılabileceğini
saptadı. Bu da, Mucodyne'in meşhur reklamını doğrulu­
yordu: Yaşlı bir beyefendinin trompetçi gibi şişirdiği yanak­
larıyla bir mendilin içine öksürdüğü reklamda, " Öksürük
Şeytanını İçinizden Söküp Atar" yazıyordu.
Tıbbın balgama ve benzerlerine karşı tutumu hiç de
bumu büyükçe ( " snotty" r değildir ( "snotty" deyince,
satır arasında zararsız bir dilbilimsel gezintiye çıkabili­
riz). ·�snotty" sözcüğü zamanla gradosunu yükseltmiştir.
Oxford İngilizce sözlüğünün yardımıyla bu yükselişi biz de
izleyebiliriz: Başlangıçtaki "sümükle, yani burun ifrazatıyla


İngilizcede sümük anlamına gelen "snot" ve sümüklü anlamındaki
"snotty" den yola çıkılarak, farklı anlamlar kazanan "snotty" sözcükleri
üzerinden kelime oyunu yapılıyor. (ç.n.)
38
dolu" anlamı, daha sonra "pis, sefil, kıymetsiz, adi"ye;
ardından bir dizi eskrim hamlesiyle "kızgın, sert, asabi"ye,
"küstah, şımarık, basiretsiz"e ve nihayet "kendini beğen­
miş ve burnu büyüğe" gelinceye kadar evrim geçirmiştir.
Başlangıçta, biraz tiksindirici olmakla birlikte merhamet
de uyandıran "snotty", bir bakmışsınız hafife alınmayacak
bir kişilik kazanarak karşınıza dikilivermiştir. Webster's
sözlüğünün Dorothy Parker'dan yaptığı "Seni aradığımda
öyle kibirliydin (snotty) ki, seninle konuşmaya korktum,"
alıntısındaki gibi, güzelce silinmiş burunlarının üzerinden
astlarına tepeden bakan, burnu büyük bir zat olup çıkmıştır.
Bununla birlikte, sümük ve yoksulluk arasındaki
ilişki bugün de sürmektedir. Peter Godwin, günümüz
Zimbabwe'sini anlattığı çarpıcı eserinde, küçük bir oğlan
çocuğunun arabasının camına yanaşıp dilenmesini anlatır.
Godwin camı açmayınca çocuk, "Elini sümüklü burnuna
sürüp, sarı sümüğüyle cama 'Bana yardım et' yazar" . 1 6
Sümüğün yazı malzemesi, parmağın kalem ve araba camı­
nın kağıt olarak kullanılması, Zimbabwe vatandaşlarının
Robert Mugabe ve eşkıyaları tarafından tamamen mahvedi­
lişinin bir göstergesidir. Zimbabweliler dımdızlak bırakılıp,
varları yokları kendi bedenlerine indirgenmiştir. Buna rağ­
men, temel insani bir yetenekten, bedenin sınırlarını zorla­
ma yeteneğinden vazgeçmemişlerdir. Açlıktan nefesi kokan
ve satın alamayacağı şeyleri bedenini kullanarak telafi eden
oğlan, bunun en güzel örneğidir.

Gözyaşı, Boşa Akış ve Diğer Şeyleri 7

Kulak kiri, sebum, ter ve sümükten sonra, gözyaşı hoş


bir rahatlama yaratıyor sanki. Nereden baksanız, gözyaşı
daha "klas" bir salgıdır. Ter gibi berrak ama kokusuz olan
gözyaşı, kusursuz bir kaynaktan fışkırır, dolayısıyla da bizi
rahatsız edecek pek bir tarafı yoktur. Bununla birlikte göz-

39
yaşı çok gizemlidir ve insanlığın kendini anlamasında kritik
öneme sahiptir. İnsanların dünyası, insanlık halleri, sık sık
bir "gözyaşı denizi" olarak betimlenir (ama "sümük diyarı"
veya "tükürük denizi" ya da "kulak kiri mezbeleliği" gibi
tabirlere hiç rastlanmaz).
Gözyaşı, insan olmanın temelinde yatan bir şeyi simge­
ler ve özgür irade sahibi ademoğlunun bedeninin, kimsenin
kendi inisiyatifinde olmayan tamamen biyolojik olaylarla
dolup taşmasının şaşırtıcılığını biraz olsun kırar. İnsanlar
kafa kafaya verdiklerinde, "kendi kendine olanı" "benim
yaptığıma" dönüştürebilirler. Bir araya gelen kafalar, bizi
tek tek kafalarımızın tiranlığından kurtarabilirler, böyle­
likle biyolojik mekanizmalar insani -bazen de aşırı insa­
ni- amaçlarımıza hizmet edebilir. Ancak önce biyolojiyle
başlayalım işe.
Lord Tennyson'ın dokunaklı dizesine rağmen - "Göz­
yaşları, boşa akan gözyaşları, ne anlama geldiklerini bil­
mediğim" - çoğu zaman gözyaşlarının ne anlama geldiğini
biliriz ve gözyaşları hiç de boşa akmazlar. Dünya hakkında
bu kadar çok bilgiye ulaşmamıza aracılık eden bu nazik,
saydam pencereyi yıkayıp kayganlaştırarak, gözün zım­
paralamp kör olmasını engeller. Gözyaşı, tu2: ve suyun
yam sıra, müsin gibi kayganlaştırıcılar, yağlar ve lizozim
ve immünglobülin gibi antibakteriyeller içerir. Bu sayede
gözler nemli, tozlardan uzak ve enfeksiyondan korunmuş
halde tutulur. Her göz kırpma, gözkapaklarımn hemen
yanına yerleşmiş olan gözyaşı bezlerinden az miktarda sıvı
açığa çıkmasını sağlar; bir anlık gece yağmur getirir. Göz
yaralandığında veya içine bir şey kaçtığında yağmur sağa­
nağa dönüşür ve göz yaşarması zedelenmeyi onarıncaya
veya istilacıyı atmayı başarıncaya kadar "etrafımız-ımsıyı"
"görür-ümsü" gibi oluruz.
"Gözyaşı dökme" kuramı budur işte. Şimdiye kadar her
şey çok açıkken, birdenbire işler tuhaflaşır -belirgin olarak

40
insana özgü hale gelir. Diğer memeliler de çok şiddetli acı
karşısında veya gözü temizlemek için gözyaşı salgılayabil­
mektedirler, ancak duygusal bir tepki olarak yalnızca insan­
lar ağlar veya gözyaşı döker. Bu durumda gözyaşı bezleri
çıktılarını artırmak için kasılırlar ve bir nevi göz içi ejakü­
lasyonla boşalırlar. Salgılanan gözyaşının bir kısmı olağan
çıkış olarak burun geçitlerini kullanarak sümüğü harekete
geçirip akmasına neden olurken, bir kısmı da, kanalların
istiap haddini aşmasıyla, yanaklardan aşağı doğru süzülür.
Buna ek olarak hüngür hüngür ağlama da söz konusu olabi­
lir: Yüz eğrilip çarpılır, nefesler nöbet şeklinde verilir ve tüm
bunlara dilsel bir anlamı olmayan sesler eşlik eder.
İnsanın ağlayan tek hayvan olmasının pek çok açıkla­
ması yapılmıştır.1 8 Bunlardan en akla yatkın olanı, insanın
tuhaf bir şekilde çocuksu kalmasıdır. Diğer hayvanlarda da
bir çeşit ağlama davranışı görülür: Bu bir "ayrılma ağlama­
sı" , ortalıkta görünmeyen anneye yönelik bir yardım çağrı­
sıdır. İnsanlarda bu çok daha büyük bir önem taşır, çünkü
insan gelişimini tamamlamadan doğar. Doğduğumuzda
sahip olduğumuz yetiler bizi güvende tutmak için yeterli
değildir ve bu durum hatırı sayılır uzunlukta bir süre devam
eder. İki yaşında bir koyunun "çayırlı bilgeliği", iki yaşın­
da herhangi bir insan yavrusunun " şehirli bilgeliğinden"
katbekat fazladır. Bunun nedenleri çok derinlerde yatar:
Koyunların aksine, yaşamlarımızın büyük bir kısmı, soyut
bilgiler kılavuzluğunda bilinçli kararlar vermekle geçer.
Oysa koyunları içgüdüler ve bazı mekanizmalar yönetir.
Bizler, birkaç milyon yıllık kültürel gelişimin şekillendirdiği
bir dünyada yaşarız ama cahil bedenlerimiz arayı kapata­
mamış durumdadır. Dolayısıyla da ayrılma ağlaması bizim
için yalnızca "daha önemli" olmakla kalmayıp, "çok daha
uzun bir süre boyunca" önem taşımaya devam eder. Sıkın­
tılarımızı, kaybolmuşluğumuzu, haklı nedenlere dayanan
korkularımızı annemize bildirmek için ağlarız.

41
Buraya kadar da her şey oldukça anlaşılır. Annenin
dikkatini başka yöne kaydırması veya ormanın ya da yatak
odasının karanlığı feryada neden olur. Ağlayan çocukların
hayatta kalma olasılığı daha yüksektir; evrim, -çığlıkları
annelerinin yüreğini dağlayan- ağlayıcı bebekleri, sessizlik­
leri ölüme götürebilen stoacı sabrına sahip bebeklere tercih
etmiştir. Dahası, biyolojinin klasik "bir taşla iki (veya daha
fazla) kuş" prensibi uyarınca, ağlama annede süt salgısını da
artırır: Feryat güvenliğin, sıcaklığın, yemeğin ve barınmanın
teminatıdır.
Ancak bütün bunlaı; artık vahşi bir dünyada "ormana
terk edilen süt kuzusu"* olmaktan çıkan erişkinlerin neden
ağladığını açıklayamaz; kaldı ki erişkinler genellikle sessizce
gözyaşı döker, ses çıkarmadan ağlarlar. Biyologlar bu konu­
ya da bir açıklama getirmişlerdir. Erişkin insanların çocuk
gibi ağlamalarının nedeni, "neotenik" beyinlerinin olması,
yani bebeklikteki anatomik ve fizyolojik özelliklerin olgun­
luk dönemine kadar ve daha sonra da devam etmesidir.19
Antropolog Ashley Montagu ağlamanın -ve az sonra ele
alacağımız gülmenin- bütün yaşamımız boyunca koruduğu­
muz en baskın çocuksu özellikler olduğunu öne sürer.
Şimdi de biyolojik bir veriden bahsedeceğiz. Gözyaşı
üzüntünün bir işaretidir ve vücudun en kolay görünen kıs­
mından akması çok yerindedir (ayak parmakları arasından
sızan ter, bu görevde pek de faydalı olamazdı kuşkusuz);
böylelikle, hüngürdemenin de yardımıyla, dikkati üzerile­
rine çekerler. Ancak konu insanlar olduğunda şaşmaz bir
kural olarak, bu biyolojik veri yolun daha başlangıcıdır.
İnsanlar, gerek tek tek gerekse toplu olarak, ragbi sporunun
yaratıcısı Webb Ellis'e benzerler. Ellis, bir futbol maçının
ortasında topu alıp koşmaya başlamıştır. Bu hareketin
ardından, olaylar insani bir gidişat izleyerek birbiri ardınca


Bir İngiliz masalında ormana terk edilip ölen ilci küçük çocuğun hikayesi
anlanlır. (ç.n.)
42
gelişmiştir. Bunları izlediğimizde çok tuhaf gelişmelere şahit
oluruz: Kuralları belirlemek için toplanan komiteler, profes­
yonel takımlarla amatör takımlar arasında züppece davra­
nışlar, eski ragbi oyuncusu ve koçu Sir Clive Woodward ve
A. N. Other'ın milli ragbi takımının başantrenörü olarak
gösterecekleri meziyetler üzerine tartışmalar... Görüldüğü
üzere biyolojik veri bizi ancak bir yere kadar götürür. Bu
örneğin, Schubert'in Do Majör Yaylı Çalgılar Beşlisi'nin
mükemmel bir yorumunu dinlediklerinde, neden insanların
kulak kiri salgısında artış olmayıp da gözlerinin dolduğunu
açıklar (melodi sesler aracılığıyla kalbe ve ruha ulaşmakta­
dır; kulak kiri salgısı artmış olsa, başın iki yanından akacak
bal rengi veya gri kulak kirlerini sıkça tamponlamak gereke­
cekti). Yine de çözülmemiş birçok gizem kalır geriye.
Bunlardan yarı biyolojik bir tanesinden bahsedelim.
Duygusal gözyaşları (örneğin Tennyson'ın " Ö lümden sonra
hatırlanan buseler kadar kıymetli" dizesinin etkisiyle gözü­
müze dolanlar), vücudun herhangi bir yerindeki ağrının
veya tahriş edici kimyasal maddelerin neden olduğu gözyaş­
larından veya sıradan cam sileceği sıvısından daha yüksek
manganez ve protein içeriğine sahiptir. Duygusal gözyaş­
larının stresle ilişkili toksinlerin fazlasını vücuttan atma
işlevi gördüğü öne sürülmüşse de, duygusal stres nedeniyle
gözyaşı döken birinde buna cevaben düzeltilmesi gereken
bir iç denge sorunu ortaya çıktığını destekleyen herhangi
bir bulgu saptanmış değildir.20 Öte yandan "göz işemesi"
bu sorunu gidermenin pek kullanışsız bir yoludur: Ağaç
kesmek için bistüri kullanmak veya ulusal bütçe açığını süt
şişesi kapağı toplayarak kapatmaya çalışmak gibi. Bu iş için
böbrekler daha donanımlıdır. Duygusal ağlama, bedenin
toksinlerinden ziyade ruhun toksinlerinden kurtulmak için
tasarlanmışa benzer.
Düşününce, burada bile biyolojik yaklaşımdan kurtula­
madığımızı görürüz. Ağlamanın gizemlerinden biri de acı

43
veya ağrının yanı sıra sevinçten de ağlayabiliyor olmamızdır.
"Sevinç veya rahatlamanın bizi serbest bırakarak, birikmiş
acı ve üzüntüyü fark etmemize ve tepki göstermemize yol
açtığı, dolayısıyla da gözyaşlarının aslında sevince değil
üzüntüye karşı bir tepki olduğu" öne sürülmüştür. Dola­
yısıyla ağlama, "vücudun allak bullak olmuş duygusal
dengesini normale döndüren bir çeşit ruhsal dengeleme
mekanizması (homeostatik mekanizma) gibi kabul edile­
bilir" .2 1 Pekala, bu hem doğru, hem de yanlıştır. Teri ele
aldığımızda belirttiğimiz üzere "homeostazis" , iç ortamı
sabit tutarak organizmanın yaşamını sürdürmesinde temel
rol oynayan olaydır. Bu da, duygusal ağlamayla örtüşüyor
gibi görünmemektedir: Burada söz konusu olan denge, fiz­
yolojik parametrelerin korunmasıyla pek de ilişkili değildir.
Öyleyse artık ağlamanın kökünü oluşturan biyolojiden
ayrılıp, yapraklarını açtığı insan kültürüne bir bakış ata­
lım. Biyolojinin dışına çıkan nokta, az önce okuduğunuz,
gözyaşlarının, sevincin birikmiş acı ve üzüntüyü fark edip
tepki göstermemize yol açmasıyla döküldüğünden bahse­
den paragrafta gizlidir. Sıkıntılı bir durum sırasında tutu­
lan gözyaşları, rahatladığımızda veya kurtulduğumuzda
serbest bırakılır. Schopenhauer'in belirttiği üzere, çocuklar
kendilerini rahatlamış hissettiklerinde ağlarlar: Ağlamaya
yol açan, acının kendisinden ziyade düşüncesidir. Gözyaş­
larına neden olan duygular çok karmaşık olabilir. Uyanık
yaşamlarımızın büyük bir kısmını kaplayan duygularımız,
önerimsel davranışlardır: Bize veya başkalarına söylenen­
lerle iç içe geçmiş sözcüklerin akla getirilmesi veya hayali
olarak başkalarına söylenenler. Ağlayan hayvan kendini
gözyaşlarına dökmektedir.
Gözyaşlarını, arkalarında yatan duygusal düşüncelerin
niteliğine (kendine acıma, başkasına acıma, merhamet,
duyarlılık) göre değerlendirmek mümkündür. Skalanın en
altında, bir başkası kendisine tercih edildiği veya dondur-

44
madan mahrum bırakıldığı veya kuma düşen dondurmanın
yerine bir yenisi alınmadığı için ağlayan çocuğun gözyaşları
yer alır. Burada ağlama, toy bir ruhun içinde kopan fırtı­
naların naklen yayınına benzetilebilir ve kendini sızlanma,
mızıldanma, burnunu çeke çeke, hüngür hüngür ağlayıp
zırlama ile gösterir. Acizliğimizin bir ifadesi olarak dökülen,
kızgınlık ve düş kırıklığı gözyaşları da vardır. Bunlara, erişi­
lebilir münasip bir dış hedef olmadığı için kendi kendilerini
ısıran dişlerin gıcırtısı da eşlik edebilir. Sonra, keder gözyaşla­
rı vardır. Sahneye konuluş şekilleri bizi zayıf gösterebilse de,
hepimiz bu gözyaşlarına saygı duyarız, çünkü hepimizin has­
sas olduğu üzüntülerden kaynaklanırlar. Bunlar paylaşmak
istediğimiz gözyaşlarıdır. Aslında kederli kişi ağlamadığında
endişeleniriz; boşaltılamayan duyguların, atılamayan zehirler
gibi kişiye zarar vermesinden korkarız. Skalanın en tepesin­
deki ağlamalar, sessiz gözyaşları şeklini alma eğilimindedir:
Diğer insanlardan yardım istemezler, hatta onların dikkatini
çekmeye bile çalışmazlar. Yalnızlığı tercih ederler. Ormanla­
rın karanlığı içinden kayıp anneyi çağırmazlar.
Ağlama güçsüze güç verir. İncindiğimizi gösteren ve
bunu karşımızdakine bildiren, suçlamalar ve gözyaşlarından
mürekkep karışım, karşı konulamaz bir etki yaratır. Part­
nerlerinden bıktıkları halde, üzüntünün bu en çıplak halinin
omuzlarına yüklediği yükü kaldıramadıkları için ilişkilerine
devam eden çok kişi vardır. Tuzlu su bir sav olmasa da ve
hıçkırıklara boğulmak insanı haklı çıkarmasa da, bunlar
karşıdaki kişinin savlarının zayıf, kuru ve hesapçı görün­
mesini sağlar. Ağlamak ağlayan kişinin inisiyatifi yeniden
ele almasına imkan verebilir: Hıçkırıklar devam ederken
tartışma sürdürülemez ve kesilen hıçkırıklar her an yeniden
başlayabilir. Ağlayan kişi tartışmayı sözcüklerin ötesine
taşır, bu bir mola talebidir ve karşıdaki kişiyi çaresizce bek­
lemek, hıçkırıkları bastıracak şekilde sesini yükseltmek veya
bir yumruk atmak zorunda bırakır.

45
Gözyaşları çok daha soyut nedenlerle, tuzlu su, müsin
ve lizozim karışımının birincil işlevleri ve kayıp çocuğun
ayrılık korkusuyla uzak yakın alakası olmayan şeyler için de
dökülebilir. Oyuncu Emlyn Williams, anadili Comwall dili
olan son kişinin öldüğünü duyunca ağlamıştır. Simone Weil
Çin'deki açlık için ağlamıştır. Kişinin hassaslığı, gözyaşla­
rının nedeni olabilir. Jean-Jacques Rousseau ve akımlara
öncülük eden diğer ikna edici şahsiyetler sayesinde, gözyaşı
özel duyguların temsilcisi olarak değer kazanmıştır. Ahla­
kından veya liderlik yeteneğinden ödün vermeksizin göz­
yaşı dökebilen ve zayıf cinse koruma ve ekonomik destek
sağlayan Duygu Adamı • ilahlaştırılmıştır. İdealize kederler
aracılığıyla gözyaşı selleri koparmak amacıyla romanlar
yazılmıştır. Bu romanlarda kötülük ve haksızlıkla sınanan
iyilik; düzenci ve çıkarcı zalim dünyaya rağmen kendini
ifade etmeye çalışan gerçek aşk vardır.22 Tabii burada dökü­
len gözyaşları özel, hani şu manganez ve proteinden zengin
gözyaşlarındandır.
Gözyaşını tutamama her zaman takdir edilen bir özellik
değildir. Gözyaşlarına hakim olmak, derin bir duyarlılığın
simgesi olarak görülür. Disiplinlilikleri, katılıkları ve sade­
likleriyle tanınan Spartalıların değerleri, başta erkek egemen
toplumlar olmak üzere pek çok toplum tarafından benim­
senmiştir. Endonezya'da yaşayan Minangkabau'larınki gibi
bazı kültürlerde, ağlama tamamen yasaklanmıştır. Bizler de
devlet büyüklerimizin anıt mezara çelenk koyarken salya
sümük kağıt mendil paketlerini bitirmelerini değil, gözle­
rinden süzülen tek bir damlayı deri eldivenli parmaklarıyla
silmelerini bekleriz. Guy de Maupassant'ın meşhur hikayesi
Boule de Suifde (Yağ Tulumu), kalburüstü vatandaşlar
tarafından çıkarları uğruna kullanılıp, cinsel münasebet
vuku bulduktan sonra eve dönerken bir kenara atılıp gör-

• İskoç yazar Henry Mackenzie'nin İngiliz edebiyatında "sentimental novel"


olarak önemli bir yer tutan eseri "The Man of Feeling" . (ç.n.)
46
mezden gelinen tıknaz ve sevimli fahişenin yarattığı hüzün,
günün sonunda tombul yanaklardan süzülen gözyaşlarının
sadeliğiyle yücelir. Bir başka mesele de, ağlayanların şüphe
yaratabilmesidir. Ağlamanın çıkar için kullanılabilecek bir
iletişim şekli olabileceği düşünülür. Gözyaşı dökmeye yöne­
lik eleştiriler, gerçek duygular ile kendi kendini tatmin eden
duygusallığın ayırt edilmesi gerektiğini savunur. İkincisi,
duygusal orgazmı, gözyaşlarına neden olan kötülüklerle
uğraşmaya tercih eder. Bunun edebiyattaki örneklerinden
biri Tolstoy'un sahnede acılar içinde hüngür hüngür ağlayan
kontesinin, kendisini eve götürmek için beklerken dışarıda
soğuktan donan arabacısına kayıtsız kalmasıdır. Diğer
taraftan, gözyaşlarımız ı tutamadığımız acıklı film bitip de
ışıklar yandığında kendimizden utanırız; sığ duyguların seli­
ne kapılmışızdır çünkü.
Düşünceler dünyasına kendimizi o kadar kaptırmışızdır
ki, kurmacalar gözyaşlarımızı gerçeklerden daha kolay
tetikler. Hamlet, babası amcası tarafından öldürüldüğü ve
annesi katil amcasıyla evlendiği halde kendisinin gözleri
kuruyken, Birinci Oyuncu'nun Hekabe için bu kadar kolay
gözyaşı dökmesinden dehşete düşer. Rousseau da teatral
gözyaşlarına esip gürlemiştir:

Tiyatroda sahnede yaşanan trajediye aglanz ve duygusal


tepkimizin yarattıgı kişisel tatminle yanaklanmiz al al olur. Sonra
tiyatrodan çıkar, gözlerimizi kurular ve normal hayatımıza geri
döneriz. Rousseau, sahnenin bizi Fail olmaktan çıkarıp tanıga
dönüştürdügünü ve eşitsizlikler ve haksızlıklarla savaşma azmimi­
zin de gözyaşlarımızla birlikte kurudugunu düşünür.23

Tolstoy ya da Brecht bile bunu daha iyi ifade edemezdi


herhalde.
Hal böyleyken tiyatro, tadı bir hüzün kaynağı olarak
insanlığın demirbaşıdır. Filozof Alfred North Whitehead'in
bir yerlerde ifade etmiş olduğu gibi insan, duyguları kendi
47
işine geldiği gibi kullanan yegane canlıdır. Ağlayan göz,
gördüğünden, tefekkürden, yani düşünme eyleminin nes­
nesinden tat alır. Aristoteles'e göre trajedi, mükemmel
kurgusu ve oranlarıyla, dehşet ve acıma yaratsa bile bize
zevk verir. İdeal bir acıma, ideal bir korku yaşarız ve ruh­
larımız geçici bir süreliğine de olsa bu duygulardan arınır.
Yalnızca kendileri adına bu duyguların peşine düştüğü­
müzde, onları yenmiş gibi oluruz; dünyanın daha derinler­
de bize hakim olan bir parçasına biz hakim olmuşuz gibi
hissederiz. Gözyaşına layık olayları kuru gözlerle seyreder
ve orada, gerçek yaşamda bulanık bir bilincin emrinde­
ki bulanık bir görme alanıyla acısını çektiğimiz olayları
açıkça deneyimleriz. Öte yandan, ağlamanın daha aşağı
düzeyde ve mecazdan uzak bir sonucu olan "gözyaşlarına
karışmış burun ifrazatı" , akmış makyaj ve şiş gözler gibi
akıbetlerden de uzak kalırız.
Gözyaşlarıyla başa çıkmanın başka yolları da vardır.
Tasarımcı elinden çıkmış ve şık-kederle tanışmış modem
insan, acısını siyah güneş gözlüğü takarak yaşar. Roland
Barthes'ın belirttiği üzere bu gözlükler gözlerimizi insanla­
rın bakışlarından gizler ama bunu, dikkati bariz bir şekilde
gizlenenin üzerine çekerek yapar. Gözlüklerin koyuluğu,
mutsuz aşığın duygusal durumuna ışık tutar. Kara mercek­
ler ruhun karanlığını, geçirilen uykusuz geceleri sembolize
eder. "Larvatus prodeo: Maskemle yürüyorum. "
Belki de son söz Racine'in Phaedra'sına söyletilmeli:

Non, je ne pleur point mademe, mais je meurs.


(Hayır, aglamıyorum madam, ama ölüyorum.)

Sıcak yuvasından ayrı düşmüş parlak gözlü ipek may­


mununun, ormana terk edilen süt kuzularının ve ormandaki
küçük insancığın gayet iyi bildiği üzere "ya feryat edip birbi­
rimizi çağırmamız ya da ölmemiz gerekecek"tir.

48
Birinci Felsefi Arasöz

Kafam Olmak

ilk bölümlerde, yaşamımızın herhangi bir anında kafala­


rımızın ne kadar az bir kısmının emrimize amade olduğunu;
bir kısmınınsa yaşamımızın hiçbir anında emrimize amade
olmadığını gördük. Bu durumun, üzerinde kafa yorulması
ve tasalanılması gereken bir şey gibi görünmesinin nedeni,
eğer kendimizi bir biçimde kafamızla özdeşleştiriyorsak,
bunun, tam bir farkındalıkla bu kafanın içini işgal ediyor
oluşumuzdan kaynaklanmasıdır. Kafanın ne kadar az bir
kısmı boyunduruğumuz altındaysa, kafamız da bize o denli
az kendimizmiş gibi gelecektir.
Bu bir yanılgı mı acaba? Bu durum kuşkusuz, "ben
olan kafayı" küçültecek, belirgin olarak daha istikrarsız
hale getirecektir. Bu yaklaşıma göre, zaten kendi kendinin
farkında olmayan beyin, kafatasının büyük bir bölümü ve
kafatası dışı oluşumların hatırı sayılır bir kısmı, bütünüyle
kapsam dışı kalacaklardır. Dahası, kafaya bir haller oldu­
ğunda coşup taşan materyellerin büyük bir kısmıyla da pek
özdeşleştirmeyiz kendimizi. Örneğin ağza sızan tükürük ve
dişlerin arka kısımları -daha açık ifade edecek olursak tükü­
rükte yüzen dişler-, " ben" onlara odaklandığımda özellikle
" ben" oldukları izlenimini vermezler. Aslında, "ben" ne
kadar dikkatli bakarsa, orada, " ben" olan neyse ona benze­
yen bir " ben" bulmak güçleşir.
Bu bir ipucu olabilir. Bizzat dikkat, yöneldiği şeyi dış­
sallaştırır. Dikkatimi yönelttiğim şey ben değilimdir, dikkat
edilen şeyin ta kendisidir. Dikkati yöneltmek ne kadar
zorsa, (diyelim ki dikkatimi yönelttiğim yer ağzım), orası
kendi nesnesi olarak dikkatimin en uç noktasına o denli
yakın olacaktır. Dikkat odağı olan deneyimli dokular, ben
olandan ziyade, ilişki içinde olduğum bir şey niteliğindedir-

49
ler. Etten kemikten vücudumun diğer kısımlarının peşine
düşmüş olsam, hepten eli boş döneceğim kesindir. Ayaklar,
dalak veya kalınbağırsak, ben olma konusunda kafamdan
-özellikle de ağzımdan- çıkan ve anında bilinç düzeyimde
yer bulan şeyler kadar bile umut vaat etmemektedirler:
Bu düşünce şekli umutsuz sonuçlar doğurur: En yaygın ve
aynı zamanda da en uzun ve en ilginç tarihçeye sahip olan
yöntem, kişinin benliğini bedeninden büsbütün uzaklaştırma­
sıdır: Böylelikle, "Ben bedenim değilim, gerçek ben bedenim­
de barınmak için bedenime yolu düşmüş cismani olmayan bir
şeydiı;" sonucuna ulaşılabilir. Bu şey bedenin kaderine ortak
olmaz ya da ancak bir süreliğine ortak olur diyelim. Bu, bir
ruh veya yalnızca zihin, düşünen bir özdektir. Ruh; ahlak,
dinbilim ve metafiziğin çarpışmasından doğan bir melezdir:
Zihin; ruh kadar anlaşılması zor görünmese de, basitçe çözü­
lebilecek bir şey olduğu kesinlikle söylenemez. Zihin, bedenin
deneyimlerini, dünyanın deneyimlerini, duyguları, tasarıları
ve (bütün bunlarla birlikte dokunan) düşünceleri kapsar:
Benliği ruh veya zihin olarak bedenden uzaklaştırmak,
nasıl olup da bu bedenin içine yerleştiğim; onunla nasıl
etkileştiğim; onu ve onun aracılığıyla dünyayı nasıl dene­
yimlediğim gibi yanıtsız kalan bir dizi soruyu da beraberin­
de getirecektir. Dahası, ruh veya zihin daha çok kişilerüstü
şeylermiş gibi görünürler. Bunların oldukça genel özellikle­
rinden, nasıl olup da belirli bir insan kadar özel bir şeyin
çıkabildiğini açıklamak zordur.
"Ben"in düşünce (düşünme özdeği) üzerinden tanımlan­
masının en ünlü savunucularından olan Descartes bile, bu
konuda bütünüyle tutarlı olamamıştır:

Doga, bu acı, açlık, susama gibi duyumlar aracılıgıyla bana,


bedenimde bir gemideki kaptan gibi ikamet etmedigimi, fakat
onunla aynlmaz bir şekilde birleşmiş ve tabiri caizse, yekvücud
olmuş hissine kapılacak kadar iç içe geçmiş oldugumu ögretir. 1

50
Bununla birlikte yine de, ona göre "gerçek ben", Rene
Descartes'ın tözü, düşünce'dir. Altıncı Meditasyon'da,
" Bütün bu açlık, susama, acı vs duyumları, gerçekte ruh ve
bedenin birleşmesi ve bariz bir biçimde iç içe geçmesiyle olu­
şan bazı çapraşık düşünce şekillerinden ibarettir," der.2 Eğer
böyle çapraşık olmasalardı, " düzgün" düşünceler -cümle­
ler gibi kişilerüstü düşünceler- olacaklardı. Alman filozof
Georg Christoph Lichtenberg, Descartes'ın zihin-benli­
ğinin kişilerüstü olduğunu, daha çok "düşünülüyor"a
veya "düşüncesi var"a benzediğini öne sürer. Descartes'ın
ünlü önermesinin "Düşünülüyor, öyleyse yokum" şeklinde
yorumlanabileceği bile öne sürülmüştür.3
Bir diğer yanıt, kendimi bedenimin bir parçasıyla,
hatta kafamla özdeşleştirmede başarısız olmamın tesadüfi
olmayışıdır. Oxford'lu filozof Gilbert Ryle'a göre " ben"in
kavranamazlığı/tanımlanamazlığı " sistematiktir" , çünkü
bu, "ben"in, doğası gereği, ne bedenin belirli bir kısmıyla
-aslında belirli hiçbir şeyle- ne de bir dizi deney, özelliklerin
bir araya getirilmesi, hele de bir parça maddeyle özdeşleşti­
rilemeyecek oluşundan kaynaklanır.4 Sartre daha da radikal
olup, " ben''i, olduğum şeyi, hiçlikle özdeşleştirmiş ve niha­
yetinde şu çelişkili sonuca ulaşmıştır: " Ben" ne değilse odur
ve ne ise o değildir.
Bunun ardında bir kuram yatar: Sartre'ın benlik anlayışı­
nın temeli olan bir bilinçlilik veya "kendisi içinlik" kuramı.
"Kendisi içinlik" hiçliktir, "Varlık bolluğunun tam kalbinde
bir kurtçuktur" ; Varlığın "var olmasına", kendisiyle ilişkili
kalmasına -kendiyle bağlantılı veya kendinden olmasına­
imkan verir. 5 Hiçlik kaypak bir kavramdır ve dünyada
insan ilişkilerinin bir aktörü olan bizler için bütünüyle ikna
edici değildir. Hiçi bir üst kademeye yükselten ve onu biraz
pıhtılaştırarak kayda değer bir gerçeklik kazandıran "-lik"
eki, dilbilgisel bir hileye benzer.

51
Bu nedenle, kendimin, (ne ya da kim olduğum hissimin),
oldukça tedirgin bir şekilde bedenimin herhangi bir yerini,
hatta kendim olmaya en yakın yer olan kafamı öncelikli
aday olarak kabul ennesiyle ilgili sorunu çözmek için başka
yerlere bakmalıyız.
Bunun bir yolu, kendimi özdeşleştirdiğim bedeni, onunla
kendimi özdeşleştirdiğim sürece, bir kabul veya bir önkoşul
olarak almaknr. Benim bu beden (veya belli zamanlarda
belli kısımları) olmam, bedenimle olan diğer ilişkilerimin de
önkoşuludur. Bu, bu ilişkilerin ve kitabın ilerleyen bölümle­
rinde ele alacağımız diğer ilişki türlerinin (acı çekme, sahip
olma vb) çıkış noktasıdır. Yeni doğmuş bebeğin yalnızca
bedeninden ibaret olduğunu düşünebiliriz: Bedenin dene­
yimlerini yaşamaktadır ama onunla belirgin bir ilişkisi
yoktur. Bu bedenin kendisi olduğunun zamanla farkına
varır. Bir bilinç dalgası, çok kannanlı bir " Ben bu bedenim"
hissine evrilir. Bu noktada, bu bedenin kendisine ait oldu­
ğunu fark ennesiyle birlikte, bebek ile bedeni arasında bir
gedik açılır.
Hal böyleyken beden derin bir kabul -iki anlamda- ola­
rak kalmaya devam eder. Bedenlerimizi, İsa'nın dünyaya
insan olarak indiğinde etten kemikten insan bedenini kabul­
lenmesi gibi kabulleniriz. Bu her şeyin ötesinde olan bir
kuşanma şeklidir: Kendini kuşanmaktır. Çıkarıp annanın
günahı boynunuzadır. Öte yandan, bedenlerimizi başka bir
anlamda daha kabulleniriz: Kanıksayabileceğimiz, kanıksa­
mamız gereken bir şey; arka planda yer alan ve kendimize
özgü yaşamlarımızı yaşarken kullandığımız bir kabul olarak.
Kısacası bedenimiz dayandığımız varoluşsal zemindir:
Tenisçinin kolu, koşucunun bacağı, seyircinin kafasıdır.
Descartes'ın ünlü cogito önermesi ( "düşünüyorum öyleyse
varım") lüzumsuzdur. Varılan sonuçta, çıkış noktasında
zaten mevcut olandan başka bir şey bulunmadığı gerçeğin­
den yola çıkıldığında, bu çok açıktır tabii ki. Aynı şekilde

52
şöyle de diyebilirdi: "Varım öyleyse düşünüyorum" veya
"varım öyleyse varım" . İşte bu yüzden sonuç, ilk bakışta
göründüğünden daha zor anlaşılır olmakla birlikte, bu kadar
sağlamdır. Yapıyor olmadığı şey, başarıyla kendi varoluşun­
dan şüphe ederek bir gün geçirmek ve var olduğuna dair
şüphelerini gidermektir. Kendi kendimize var olduğumu­
zu kanıtlamamıza gerçekten de gerek yoktur (bunu nasıl
yapabiliriz ki?). Varoluşumuz bütün kanıtların temel aldığı
zemindir. Descartes'ın gerçekte yaptığı, var olduğunu düşü­
nen bedeni üzerinden kavrayışını açıklamaktır; varoluşsal
kabulü, var olduğu kabulünü, bedenini kendisi olarak kabul
ettiği andan itibaren hayata geçen bir kabulü tekrar eder.
Yine de bir gedik, hemen yukarıda değindiğimiz gedik
varlığını sürdürür; vücudumun dikkatimi yönelttiğim her
parçası, ben olan bir şey değil de, dikkatimi yönelttiğim
bir şey haline gelir. Bebek olgunlaşarak (bunu olgunluğunu
kaybetme olarak görenler de vardır) kendi içine bakan bir
filozofa dönüşünce, filozof bu gediği doldurmaya, tüm
dikkatiyle bilincinde olduğu parçalarıyla ilişkilerinde, doğ­
rudan bir kimlik bulmaya yönelir. Ancak bedenimizle olan
bariz ilişkimizin başlangıcından önce de orada bulunan,
varlığı kuşku götürmez bedenle yekvücutluk hali geri alı­
namaz. Bayrağı başka ilişkiler devralmıştır. Bedenlileşmeyi
anlamaya çalışırken, işte bu ilişkileri, üstünkörü de olsa,
zaman zaman değerlendirmemiz gerekir.
Bu en çetrefil konudan ayrılmadan önce birkaç noktaya
daha değinelim. Öncelikle şunu söyleyeyim; ben, bedenle
özdeşleşmeye yönelik her türlü çabanın kafayla başlayıp
kafayla bittiğine inanıyorum. Bunu daha önce de belirttim.
Ancak benliğin merkezinin veya en azından bedenlileşmenin
merkezinin başka yerlerde aranması gereken zamanlar da
vardır. Karın ağrısı çektiğim zamanlar, buna mükemmel bir
örnek olabilir. Öte yandan, düşünme veya hatırlama veya
sezme zevkinin, normalde bu saydıklarımın yuvası olması

53
gereken yer bulann ve kırıklığın işgali alnnda olduğunda
kayboluverdiğine şahit olmuşluğum çoktur. Güç harcan­
ması gereken bir faaliyetle uğraşnğımda, gövdeye ve ilgili
uzuvlarıma süzülürüm. Üzüntülü veya kaygılı olduğumday­
sa, canım (ben olarak nitelendirdiğim beden kısmım) karın
civarlarında bir yere kayar. İkinci noktaysa, bedenimizdeki
konumumuzun bütünüyle kurumiçi değerlendirmeye tabi
olduğunu düşünmenin bir hata olabileceği hususudur. Baş­
kalarının bizi tanımasını sağlayan -ve bizi onun aracılığıyla
tanıdıkları- kısmın da, kendimiz olduğumuzu hissettiğimiz
kısım veya yer üzerinde belirgin etkisi vardır. Örneğin ben,
yüzüme bakılarak takınılan tanıma ifadesinden, var oldu­
ğum, ben olduğum sonucunu çıkarmaktayım.
Diğer taraftan, düşünme faaliyeti üzerine yoğunlaşnğı­
mızda, kafa saydamlaşır, hatta yokmuş gibi olur. Demek ki
bizmiş gibi görünen şey aslında bu düşüncelerdir. 6
3 . Bölüm

Bir Kafa Geliyor

Uzaktan, ezelden ve sabahtan


Ve on iki göksel rüzgôrdan
Yaşam zinciri beni dokuyan
Esli geldi; işte buradayım.
A. E. Housman, A Shropshire /ad, XXX l l

Kafanın Oluşumu

Kafamızı -varlığını ve bütün tuhaf özelliklerini- sorgu­


suz sualsiz kabul etme eğilimindeyizdir. Bu bütünüyle şaşır­
tıcı değildir aslında. Neticede kafayı sorgusuz sualsiz kabul
etmemiz -var olduğunu bir önkoşul olarak kabul etmemiz,
varsaymamız- kendimiz olabilmemiz açısından merkezi bir
rol oynar. Ancak bu bizim, kendi kafamızın bir zamanlar
mevcut olmadığını; belli bir yıldan itibaren var olmaya
başladığını hayal edebilmemizi zorlaştırır. Bunu -ciddi bir
mücadele vermeden vazgeçmeyeceğimiz türden- olgusal bir
gerçek olarak biliriz. Kafalarımızın milyonlarca yıl boyunca
dünya yüzünde bulunmamış, onu gözlemlememiş olduğu
hepimizin malumudur. Oysa dünya o dönemde de bugünkü
kadar faal, zengin ve önemliydi.
Bir insan kafasının oluşumu -ana karnına düşülen ilk
andan doğuma kadarki yolculuğu- biyosferdeki en ola-

55
ğanüstü olaylardan biridir ve beynin, yani bize durmaksızın
söylendiği üzere, dünyadaki en karmaşık nesnenin oluşu­
munu da kapsar. ( "Karmaşıklık" kavramının bir beyinler
topluluğunun ürünü olması, bu iddianın nesnelliğine biraz
gölge düşürebilir tabii ! ) l Bunun yam sıra, gözler, kulaklar,
burun boşlukları, koku sinirleri, kafatası, ense kasları,
tükürük bezleri, dudaklar gibi, beynin ötesine berisine
yerleştirilip, oturtulması gereken bir malzemeler seti de söz
konusudur. Bütün bunlar kimse planlamaksızın veya üze­
rinde uğraşmaksızın -hele de söz konusu kafanın hiç mi hiç
dahli olmaksızın- olup biter. (Bu durum, bilinçli aracılığın
mekanizmalar üzerindeki karşılaştırmalı değeri konusunda
kafalarda soru işaretleri yaratmakta ve insan bilincinin
neden bizde bu derece rekabete isteklilik yarattığını sorgula­
mamıza neden olmaktadır. Zor bir şey yapmak istediğiniz­
de, bırakın mekanizmaları halletsinler. )
Bu aşamada olgusal gerçeklere boğulmak işten değil.
Kafa ve boyun takımının kaba hatlarıyla tamamlanması beş
-altı hafta alır. 3 . haftada, üç katmanlı bir hücre plağımız var­
dır. Bu yapı bölünüp kendi üzerine katlanarak, 8. haftada
beyin yarıküreleri, beyin sapı gibi oluşumları ayrımlaşmış
bir beyne sahip olmamızı sağlar; kafa sinirleri, beyinle duyu
organları ve kaslar arasında bağlantı kurar; duyu organ­
ları hayli gelişmiştir (gözlerin mercekleri oluşmuştur, orta
kulakta seslerin iletilmesini sağlayan üçlü kemik dizisi yerini
almıştır); dil, ağız ve burna sahip, yüz olduğu anlaşılan bir
yüz vardır; çiğnemeyi, yüz ifadelerini, kafanın hareketini ve
desteklenmesini sağlayan hayli karmaşık bir kas takımı ile
kafatası ve yüz kemikleri ayırt edilebilir. Öylece ortaya çıkı­
vermiştir bütün bunlar. Bu önemli olaylar olurken, bebeğin
yaşayıp yaşamayacağım, eğer yaşarsa bir ömrün mutlulukla
mı yoksa acıyla mı, başarıyla mı yoksa başarısızlıkla mı
geçeceğini belirleyen gelişmeler, anne belki de henüz hamile
olduğunu bile bilmezken olup biter.

56
Anne, içinde devam eden gelişimin farkında olsa bile onu
yönlendiremez, sadece sonucu bekler. Embriyonun kafası
kendi kendini teşkil eder niteliktedir. Burada üç temel süreç
devreye girer. Bunlardan ilki, bir avuç hücreden milyarlar­
casını yaratan sürekli bölünmelerdir. İkincisi, hücrelerin,
deri hücresi, sinir hücresi, göz merceği kapsülü hücresi gibi,
hepsi de birbirinden çok farklı amaçlara mükemmelen uyan
çeşitli hücre tiplerine farklılaşmasıdır. İçlerinde en gizemlisi
olan sonuncusu ise "morfogenez"dir. Bu terim, hücrelerin
farklı doku, organ ve sonuçta anatomiyi oluşturmak üzere
dağıtımının kontrolüne ilişkin süreçleri kapsar. Örneğin,
kulak mememi oluşturacak olan hücrelerin hepsinin bir
araya toplanmasını; gözlerimin farklı kısımlarının birbirine
gerektiği gibi bağlanmasını ve bu gözlerin, kulakların, bur­
nun, kafatasının, yüz kaslarının ve diğerlerinin doğru şekle
şemale ve birbirileriyle doğru ilişkilere sahip olmasını bu
süreç sağlar.
Bütün bunların nasıl olduğu hala açık değildir. Bilim
insanları sürecin temeline ilişkin bazı "morfogenler" belir­
lemişlerdir. Morfogenleı; isimlerinden de anlaşılacağı üzere,
şekil vericidirler. Bunlar çözünür moleküllerdir ve bölünen
hücrelerin arasına nüfuz ederek, derişimlerine göre, hücre­
ye neye farklılaşacağını söylerler. Bu da, deri hücrelerinin
kemiğin olacağı yerde değil de, derinin olması gereken yerde
üretilmesini; ışığa duyarlı retina hücrelerinin, kulak salyan­
gozunun ortasına değil de, ileride göze dönüşecek yapının
arka tarafına konuşlanmasını sağlar.
Genlerin, kafamın farklı kısımlarında kendilerini farklı
şekillerde ifade etmeleri [gen ekspresyonu] ve böylelikle
doğru hücrelerin doğru yerlere yerleşip, gereken şekilde
birbirleriyle bağlanma larını sağlayan diğer faktörleı; benim­
kinden daha zeki kafalar tarafından halen araştırılmakta­
dır. "Transkripsiyon faktörü" adı verilen proteinleı; farklı
hücrelerin DNNlarıyla etkileşerek, DNNnın kendisini nasıl

57
ifade edeceğini belirler. Bu transkripsiyon faktörü proteinle­
rinin kendileri de, transkripsiyon işlemini etkinleştiren veya
devre dışı bırakabilen ana düzenleyici genler tarafından
kodlanır. Bunlara ek olarak bir de, hücrenin başka hücrelere
yapışıp kalması mı yoksa göçüne devam mı etmesi gerektiği­
ni belirleyen " adezyon molekülleri" vardır. Bunlar daha işin
başıdır. Bütün bu stratejik hamleler arasında kendi olmayı
başarmaya çalışan kafanın oluşması için, milyonlarca ayrın­
tılı talimata gerek vardır.
Bazen mekanizmalar çok basitmiş gibi görünebilir. Göz­
lerin birbirinden uygun uzaklıkta oluşmaları için uyulma­
sı gereken talimatnameye bir bakalım. "Sonic hedgehog
homolog" (Slfrl) adlı genin ürünü olan protein, ileride
elmacık kemikleri, alın ve burun boşluklarını oluşturacak
kemik plaklarının büyümeye devam edip etmeyeceğini
belirler. Aktif büyüme merkezleri gelişirlerse, göz yuvaları
birbirinden ayrılır. Gelişmezlerse göz yuvaları birbirinden
ayrılmaz, dolayısıyla da uç vakalarda büyüyen tek gözlü
kafa Kyklops'a benzeyebilir. Bunların çok fazla gelişmeleri
halinde, gözler kenarlara doğru itilerek kulaklara yakla­
şırlar.2 Görünüşteki bu basitlik kuşkusuz yanıltıcıdır ve
milyarlarca gigabyte'lık bir bilgisayardaki Evet-Hayır seçe­
neğine benzer.
Benim naçiz kafam söz konusu olduğunda, yukarıda­
kilerin hepsi 1 946 yılının bahar aylarında Bayan Mary
Tallis'in rahminde gerçekleşti. Bunu daha da ilginç hale geti­
ren şey, geçen akşam kendisiyle konuşup ona benim ilk evim
olduğunu hatırlatmam ve birkaç yıl önce geçirdiği ameli­
yatla rahminin alınmasını, savaş sonrası kentsel dönüşüm
projeleri çerçevesinde eski evlerin yıkılmasına benzeterek
şakalaşmam oldu. O akşam, benim var olmama yol açan
tesadüf, onun var olmasına yol açan tesadüf ve bunlardan
hareketle, varoluşumuza yol açan tesadüfler hakkındaki bu
konuşmayı yapmamızın da tesadüfi oluşu hakkında konuş-

58
tuk. Vücudu içinde büyüdüğünüz, yaşam için gereken her
şeyi dokularından aldığınız bir kişiyle iletişim için, sokakta
şans eseri karşılaştığınız biriyle konuşacağınız dilin kullanıl­
ması bana çok tuhaf geldi.
Bu kafanın var olması şaşılası bir şey, çünkü bu kafa,
hakkında en ufak bir fikrim bile olmayan sayısız süreçler
sonucunda oluştu; dünyanın belirli bir bölgesinde meydana
geldi, dünyayla olan ilişkilerini belirli bir yerden kurmaya
başladı ve bütün bunlar belirli bir zamanda oldu. Buradaki
" belirli"nin etkisi nedir peki? Şudur: İyi kötü ben olan bu
kafa, tanıdığım veya tanıma dığım milyonlarcasından yal­
nızca biridir ve bu kafa, kafanın bildiği sayısız şeylerden
oluşan yığının içinde ancak bir kum tanesi gibidir. Christian
Dietrich Grabbe'nin bir oyunundaki karakterlerden birinin
acı dolu yakarışını hatırlıyorum: "Dünyaya yalnızca bir kez
geliyorsun ve olunabilecek o kadar şey içinde Detmold'lu
bir su tesisatçısı oluyorsun";3 yani, sen gel bir evreni kav­
rayabilecek şekilde tasadan, sonra da bilinen evrenin içinde
yalnızca küçücük bir nokta ol.
Annemle yaptığımız sohbetin sınırlarındaki entelektüel
ve varoluşsal gerilimi biraz açmak istiyorum. Bu gerilimin
temelinde, bu düşünen kafanın, ona kesin şeklini veren,
dünyadaki rotasını belirleyen ve bizzat var oluşunun teme­
linde yatan sayısız tesadüflerin bilincinde olması yatar. Var
olduğu ve dolayısıyla var oluşuna şaşırabildiği gerçeği, bütü­
nüyle kaçınılmaz olmayan bir. dizi olayın bir sonucudur.
Bunlardan ilki, bir dünyanın var olmasıdır (hiçbir şey olma­
yabilecekten var olan bir şey). İkincisi, yaşamın temeli olan
karbon atomunun ortaya çıkışıdır. Ki bu durum, hidrojen
atomlarının evrimleşmesine de yön veren oldukça inanılmaz
kurallara göre, yine oldukça inanılmazdır. Üçüncüsü, bu
karbonun doğru su ve ışık dengesine sahip bir gezegende
ortaya çıkmasının gerekliliğidir. Dördüncüsü, bu yaşamın ,
aynen olmuş olduğu şekilde, karbonun geniş bir paydaş

59
çevresiyle dansı sonucu evrimleşmesidir. Beşincisi, mole­
küler ön-yaşam formlarından, çokhücreli organizmaların
gelişmesi; çokhücreli yaşam formlarından omurgalıların
şekillenmesi ve insansıların doğanın kucağında gözlerini
açmış olmalarıdır. Altıncısı, milyonlarca insansı soyunun,
kafanın akrabalarının vücuda gelebilmelerini garanti altına
alacak şekilde yaşamını sürdürebilmiş olmalarıdır. Yedincisi,
milyonlarca olasılık, bu akrabaların bir araya gelmesini ve
dış görünüşü bu kafayı verecek gen dizilişinin temeline sahip
yumurta ve sperm hücresinin birleşmesini mümkün kılan
belirli bir zamanda, cinsi münasebette bulunmalarını sağla­
mıştır. Ardında yatan tesadüfler silsilesini düşünen kafanın
ardında yatan tesadüfler silsilesinin ana başlıkları bunlardır.
Evrenin rahminde geçirdiğim 15 milyon yıllık gebelik süre­
sine de, benim yetişmem için harcanan sürenin kısalığına
da şaşmamalı. Büyük Pa_tlama'dan sizin küçük kafanızın
oluşumuna kadar geçen olaylar zinciri, sizin, gebelikteki bir­
kaç aylık bir süre haricinde, beklenmeyen bir tesadüf eseri
olduğunuzu göstermeye yetecektir.
Okuyucular, genel olasılıklardan yola çıkarak benliğe
yaklaşma yolunda aşırı bir coşkuya kapılmamı biraz yap­
macık bulmuş olabilirler. Neticede, bilgi aracılığıyla açık
tutulan Genel Olasılık Uzayı'ndan baktığınızda, bütün
(kesin) olayların olma olasılığı sıfıra yakındır: Siz, daha
geniş genel eğilimlere dahil daha geniş bir genel eğilime
dahil genel bir eğilimin (bu böyle gider) şanslı meyvesisiniz.
Diğer bir deyişle, kafanızın varoluşu konusunda şaşkınlığa
düşmenize -ve bu kafada yer alan gözbebeklerinin geniş­
lemesine- neden olan düşünceler, kafanızı -yine kafanızın,
daha doğrusu baş başa veren birçok kafanın- ürünü olan
Olasılık Uzayı'na yerleştirmenizin bir sonucudur.
Yaklaşık kırk yıl önce fizikçiler, yaşamı mümkün kılmak
için neden bazı temel şartların gerekli olduğunu açıklaya­
bilmek amacıyla, "Antropik İlke" konusunu ele almaya

60
başladılar. Atomdaki güçlerin dengesi azıcık (yüzde bir
iki kadar) bile farklı olsaydı, evren protonlardan mahrum
kalacaktı . Hidrojen olmayacaktı ve buna bağlı _ olarak da
duraylı yıldızlar ve su bulunmayacaktı . Yerçekimi güçleri
ile elektromanyetik güçlerin oranı biraz bile farklı olsay­
dı, bütün yıldızlar mavi dev veya beyaz cüce olacaklardı .
Bize onca yarar sağlayan Güneşimiz, Dünya gezegeni veya
bunlara benzer bir şeyin varlığı mümkün olmayacaktı . Ne
yaşam -ve bunun bir sonucu olarak- ne bilinç ne de bilgi
ortaya çıkabilecekti . Bununla birlikte fizik kurallarının
gözlemlendiği evren mutlaka, insan yaşamından, özellikle
de bilinçli fizikçilerden haberdar olarak bilinçli bir şekilde
kendisini mümkün -aslında kaçınılmaz- kılacak kural ve
değişmezlere sahip olacaktır. Şayet bu kuralların hüküm
sürmediği evrenler varsa, var oldukları öne sürülse bile, ne
gözlenebilecek ne de bilinebileceklerdir. Aynı şekilde, benim
kafamın var olmayabilme olasılığı karşısında hayrete düşe­
bilmem için, kafamın var olması gerekir. Varoluşum karşı­
sındaki şaşkınlığım, yine varoluşumla bağıntılıdır.
Kendi kendimizle ilgili bütün açıklamalarımız -örneğin
"Raymond Tallis 2 1 . yüzyılda var olmuştur"- olumsaldır.
Raymond Tallis'in var olmadığı ve bu kafanın aynada ken­
disine bakamayacağı durumları hayal edebiliriz . Bizim için
mümkün olmayan şeyse, "Raymond Tallis yoktur" veya
"Ben yokum" diyen bir Raymond Tallis'i hayal etmektir.
Var olmayabileceğim halde var olmuş olmam karşısında
duyduğum hayret, bu iki konumun tam ortasında durur.
Var olmamış olmam pekala mümkünken, bu olasılığı değer­
lendirebilmem için var olmam gerekir.
Şimdi durup dururken bütün bunlar nereden çıktı?
Bütün bunlar kafanın, rahimden çıkıp kendine gelmesin­
den, var olduğunu görmesinden, dahası dünyada duyuları
ve duyuların da ötesine geçen bir şey -bilgi- aracılığıyla
ulaşabileceği bir şeyler olduğunu fark etmesinden kaynak-

61
lanır. Bizler bilen kafalar olarak, kafalarımızın varlığının
elzem olmadığının; kafalarımızın muazzam ve umursamaz
ve kayıtsız olan, üstelik de vücut bulan her şeyi nereye koy­
duğunu unutan bir dünyada birer toz tanesinden farksız
olduklarının bilincindeyizdir.

Kafanın Kendine Gelme Aşamaları ( 1 ): Bilişsel Gelişim

Philippe Larkin; Iona ve Peter Opie'nin The Lore and


Language of Schoolchildren (Okul Çocuklarında Bilgi ve
Dil, 1 959) kitabı üzerine yazdığı esprili değerlendirme­
de, bir zamanlar hepimizin olduğu çocuğa acımasız ama
büyük ölçüde haklı bir saldırıda bulunur. 4 "Hıristiyanlığa
duyduğum sempatiye ilk darbeyi, yeniden küçük bir çocuk
olmakla ilgili o dize vurmuştur," der. Larkin küçük çocukla­
rın içinde bulundukları durumu tanımlamaya girişir: "Para
yok pul yok, anahtar, cüzdan, mektup, kitap, plak yok, o
yok bu yok," ve daha da beteri "diğer çocuklarla beraber
olmak ve onların gürültülerini, huysuzluklarını, palavraları­
nı, küstahça yanıtlarını, zalimliklerini, aptallıklarını çekmek
zorundasın" . Küçük çocukları daha da katlanılmaz kılan,
"bugün bütün gün boyunca işe gitmemiş ve yarın da gitme­
yecek olmalarıdır" .
Bu, yine de yapılacak işleri olmadığı anlamına gelmez
tabii ki. Dışarıdan bakınca öyle görünmese de, -bütün diğer
işler gibi- çocuk olmak da ciddi bir iştir. Büyüyen çocuk
bir dünya kurmak zorundadır; bir bakıma kendi kafasının
içinde olan (zamanla büyüyen) bir dünyadır bu ve kafası
nerede olursa olsun, bu kafa kendisi için anlam ifade eden
bir dünyanın içindedir; ne olursa olsun, kafa ne olduğunu,
kim olduğunu, nerede olduğunu, nereden geldiğini, nereye
gittiğini, oraya nasıl geldiğini ve oradan nasıl çıkacağını
bilir. Kendi epistemolojik malvarlığını kurmakla meşgul
olan kafaya yüklenen bu devasa dünya kurma görevi, uzun

62
ve meşakkatli günler boyunca çalışmayı gerektirir. Şimdi,
erken dönemdeki temel gelişmelerle ilgili birkaç kısa yorum­
da bulunalım.
a) Bedenlerimizin bize ait olduğunu fark ederiz. " Ben bu
bedenim" sezgisi, benliğin ve dünyanın ve bir dünyada bir
benlik olma hissinin temelidir. Bu idrak kıvılcımı giderek
gelişir, yoğunlaşır, bedenin büyük bir kısmını eline geçirir;
benlik olarak yapılanmaya başlar ve daha sonra benlik,
daha derin bir alemi kapsayacak şekilde genişler.
b) Kafalarımızın kontrolünü ele alırız. Bu önemli bir
kilometre taşıdır: Çocuk "dik oturup etrafa dikkat etmeye"
ve bebek arabasında giderken, antenleri açıp oradan bura­
dan gelen duysal deneyimleri yakalamaya başlamışnr.
c) Bedenimizin diğer kısımlarını keşfe çıkarız ve bu
işe etraftaki en dikkat çekici kısım olan ellerden ve ayak
parmaklarından başlarız. Birer dünyayı kavrama aracı
olduklarını yavaş yavaş kavradığımız elleri hayranlıkla seyre
dalarız; ayak parmaklarıysa, Sherlock Holmes'un ancak
üç pipo içme süresinde çözülebilen zor problemlerle boğu­
şurken yapıştığı piposundan bile daha katıksız bir dikkatle
emilirler. Dünyayla bedenimizin ötesinde kurduğumuz bu
benzersiz ilişki şeklinin temelinde, bedenin bu kısımlarının
kafalarımız la kurduğu benzersiz ilişki şekli yatar. Bedenleri­
mizi keşfe çıkma ve ayak parmaklarımızı keşfetme tarzımıza
bakarak, Ay'a giden tek hayvan türü haline geleceğimizi
öngörmek mümkündür. Bu aşamanın önemi, yakın zaman­
da önerilen hükümet politikasında da kabul edildi; çocuk
gelişiminin takibinde, artık el ve ayak parmaklarının keşfe­
dilme tarihi (kafanın onları emmeyi ne zaman öğrendiği) de
kaydedilecek. Aslında bu göründüğü kadar tuhaf değil: Bir
kişinin kendi bedenini benimsemesi, yurttaşlığın olmazsa
olmaz koşulu ne de olsa.
d) Dünyanın nesnelerden oluştuğunu ve bu nesnelerin
onlarla ilgili deneyimlerimizden bağımsız olduklarını keş-

63
(ederiz. Bizler, duyusal deneyimlerle elde edemeyeceğimiz
bir sezgiyle, nesnelerin onları göremesek, tadamasak, işi­
temesek, koklayamasak ve onlara dokunamasak da var
olmaya devam ettiklerini biliriz. Bunların arasında annemiz
de vardır, ancak annemizin geçici yokluklarının topyekun
bir veda anlamına gelmediğini, görünmemenin ölüm demek
olmadığını anlamamız için uzun bir süre gerekir.
e) Diğer insanların bağımsız maddesel varoluşlarına dair
sezgimiz daha da ilerler ve onların da bizim farkımızda,
dünyanın farkında olduklarını ve şeyler hakkında farklı bir
bakış açısına sahip olduklarını sezeriz. Onlara bir şeyleri
göstermeye, dünyamızı onlarla paylaşmaya başlarız.
f) Dünyadaki şeylerin birbirleriyle bağlantılı olduklarını
hissederiz: Dünyada neden sonuç ilişkileri vardır ve bunun
bir sonucu olarak, A olayına sebep olarak B olayına yol
açabiliriz; olan ile gerçekleşen arasında örüntüler vardır,
dünya iyi kötü öngörülebilir, iyi kötü anlaşılabilir ve iyi kötü
denetlenebilir bir niteliğe sahiptir.
Bütün bunlar bir yıldan kısa bir süre içinde gerçekleşir.
Bazı önemli beceriler başlangıç paketi içinde hazır verilmiş
durumdadır: Yeni doğmuş bebekler, konuşma seslerini
ayırt etme konusunda olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler,
böylelikle henüz üç günlükken, annelerinin seslerini tanıyıp
onu tercih edebilirler.5 Ancak erken bebeklik döneminde
elde edilen kazanımların yelpazesi hafife alınmamalıdır.
Bilgisayarlar büyük ustaları satrançta yenecek şekilde prog­
ramlanabilse de, 2 yaşında bir çocuğun ışığı ve daha sonra
da dünyayı anlamlandırmasıyla, yaşayan başka hiçbir canlı
ya da en güçlü Cray süperbilgisayarı bile boy ölçüşemez.
Yaşamın ilk iki yılı içinde, yaşamın geri kalan bütün dönem­
lerinden daha fazla değişiklik olur.
Çatık kaşlı "bilişsel gelişim" terimi, çocuğun bilinci­
nin nesneler alemini, uzayı ve zamanı (biraz sonra, gele­
cek hafta, gelecek yıl, "geleceğim", "insanlığın geleceği" )

64
kapsayacak şekilde genişlemesini ifade eder. Zaman ötesi
görülebilir hale gelir ve bebeğin sınırsız "şimdi" kavramı,
giderek daha uzaktaki geleceğe doğru genişler. Kafadaki
mütevazı genişlemeye, kafanın içindeki dünyanın -kendisini
konumlandırdığı Olasılık Uzayı'nın- muazzam genişlemesi
eşlik eder.
Bunların hiçbirisi a şıkkından f şıkkına kadar bütün aşa­
malar tamamlanmadan gerçekleştirilemez ve a şıkkı dışında
kalan diğer aşamaların, becerileri fazla abartılan en yakın
insansı akrabamızda bile karşılığı yoktur. 6 Bu aşamalar,
dünyadaki varoluşumuzun temelini oluşturan ontolojik,
metafizik ve epistemolojik zemini yaratır. Dilbilim siste­
mini veya var olan veya olmayan şeyler için kullanılan
diğer işaretleri bu temeller sayesinde öğrenebiliriz; olgusal
gerçeklerden bir kafes oluştururuz; kültürlerimize özgü örf
ve adetleri kazanırız; gündelik manevi ve fiziksel kuralların
genel ilkeleriyle ilgili bir sezgi, doğal ve insan elinden çıkma
dünyanın işleyişiyle ilgili bir fikir ediniriz. Kısacası bunlar
bize, ancak "kreşin kaç bucak olduğunu bilen", halıda
emekleyen ve gözünü renklerden alamayan bebekten; bir
amaca yönelikmiş gibi görünen ara hedefler peşinde oradan
oraya, şirketten şirkete, ülkeden ülkeye koşarken edinilmiş
milyonlarca bilme ve yapma yöntemiyle donanmış, "dün­
yanın kaç bucak olduğunu bilen" erişkine dönüşmek için
tramplen görevi görür.

Kafanın Kendine Gelme Aşamaları (2): Her Sabah Yeniden

Uyanış, çocukluğun kafa karışlıklarından, yetersizlikle­


rinden ve beceriksizliklerinden kurtuluşumuzu anımsamaya
çalışmak gibidir. Uykudan uyanmayı anlatmaksa daha
kolaydır. Öncelikle daha yakın bir zamanda gerçekleşmiştir.
Uykudan uyanmamızın üzerinden ancak saatler geçmiştir,
oysa çocukluktan çıkışımız yıllar, bazen de on yıllar önce-

65
sine gider. Dahası, uyanına veya uyanıyormuş gibi yapma,
her gün tekrarlanır. Yine de uykudan kendini çıkarıp almak,
bir Bildungsroman · yazmaktan daha zordur, çünkü uyan­
ma sırasında geçilen merhaleler çok daha derindir. Yine de
her ikisinde de sorun hemen hemen aynıdır.
Öncelikle, değişimin sürekliliği süreci şekilsizleştirir ve
zamanla seyrelen sis gibi, anlatılması güç bir hale sokar.
İkincisi, benliklerin gözlenınesi, aynı temel parçacıkların
gözlenmesine benzer şekilde, gözlenene engel olur. Elinize
dürbünü, kalemi, kağıdı, ses kayıt cihazını alıp, kendi
aydınlanrnanıza çaktırmadan yaklaşamazsınız. Kaydetme
eylemi sizi kaydedilmesi gereken durumdan çok uzaklara
alıp götürür. Üçüncüsü -ve en önemlisi-, artık değişmeden
önce olduğunuz kişi -uyanına sürecindeki zat- değilsiniz­
dir. Son olarak "kendine gelme", kendine olduğu kadar
dünyaya da gelmedir.
Bu süreç yavaşladığında veya defalarca -bir adım ileri
iki adım geri misali- kesintiye uğrayıp yeniden başladı­
ğında (mesela sarhoş olunan bir geceden veya küçük bir
operasyondan veya başka bir yatakta sabahladıktan sonra)
"kendine gelme", insanın kendisini ve dünyasını "toparla­
ması" şeklini alır. Bu, sıradan bir uyanmadan biraz daha
kolay olmalı diye düşünülebilir ama değildir, çünkü uyanına
"dünya içindeki benliğin" yeniden yapılandırılrnasıdır -ben­
liğin geri dönüşünü, dünyanın geri dönüşünden ayıramazsı­
nız. Örneğin, odadaki perdeyi görüp tanıdığınızda, tanınan
perde bir dünyanın ortasındaki bayrak niteliği kazanır.
Bulunduğıınuz yeri doğrular. Bu sizi doğruca odanıza,
içinde bulunduğıınuz güne, o günkü sıkıntı ve umuda taşır.
Olduğıınuz yer size kim olduğıınuzu söyler.
Çok hızlı gittik. Yavaşça, baştan alalım. Uyandığınızda
ilk fark ettiğiniz şey nedir? Yanlış soru! Bir şeyleri tanıma


Alınan edebiyatında, kişinin çocukluktan erişkinliğe kimlik arayışını ve
bilgeliğe ulaşma çabasını anlatan roman türü. (ç.n.)
66
aşamasına geldiğinizde, uyanmada zaten bayağı ilerle­
miş durumdasınızdır. Tutulma hissinin boynunuz, o sıcak
bedenin kendiniz olduğunun ortaya çıkması (ki bu, etli
ağırlığınızın "bedenim"e dönüşmesine de katkıda bulunur),
örtülerin ağırlığı, gün ışığı sanılanın dolunay ışığı olduğu­
nun anlaşılması, bütün bunlar benliğin ayrılmış olduğu dış
dünyanın kademe kademe keşfinin veya yapılandırılmasının
geç ürünleridir; bu arada benlik, kendi iç dünyasından da
ayrıdır; kendi havasını çalan (ve sizin de bu havaya uymak
zorunda olduğunuz) rakip gerçeklikten etkilenmeyen, iç
benliğin kendi yaşam kurallarına göre hüküm sürdüğü,
sahte düş dünyasıdır bu.
Sıradan bir uyanmayı hatırlamaktan ve ifade etmekten
bizi alıkoyan şey irade zayıflığı değildir (ya da yalnızca irade
zayıflığı değildir); asıl neden bu irade için bir tatbik nokta­
sının bulunmayışıdır. Nereye veya nasıl yöneleceğimizi bile­
meyiz. Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere, hatırlaması
beklenen kişi ile hatırlanması beklenen kişinin artık aynı
insan olmadığı --dolayısıyla da içimizde bulunan ayrıcalıklı
içgörü özelliğinden kısmen yoksun kaldığimız- gerçeği bir
yana, uyanmayla ilgili net ve kesin şeyler hatırlayamama­
mız, işin kendi doğasıyla ilişkilidir. Uyanma evrenseldir. Ö te

yandan, şu veya bu, şu nesne veya bu anı, şuradaki ışık veya


buradaki gölge ile ilgili değil, her şeyi aydınlatan tan vakti­
dir. Öyleyse, kendi benlik ışığımızın evrensel dönüşümlerini
ve aydınlık dünyanın buğularını dağıtışını, kaydetmek şöyle
dursun mantıklı bir şekilde anlamayı nasıl umabiliriz ki?
Bunun yerine, birbiri adınca tekrarlanan "neredeyse
ağaracak tanyerlerinin" anısıyla yetinmeliyizdir. Perdeyi ve
perdenin ait olduğu yer tanınmış, dolayısıyla kendin oldu­
ğun ortaya çıkmıştır. Bacağinın yanındaki sıcacık bacak,
seni yeni yeni berraklaşan mırıltılı bulanıklıklarla baş göz
eder. Bumunu kaşıma ve tuvalete gitme isteği, tamamen
uyanmaya direnir, insan pinekleme haline geri dönmek ister.

67
Bu tür taleplere karşılık, karatavuğun şafağın söktüğü­
nü müjdeleyen şarkısına benzeyen kendine özgü talepleri
olan dünyaya maruz kalan ve tamamen kendine gelmek
istemeyen benliğin iyi bir örneğidir bu. Bu öğretici örnek,
uykucuyu hükmü geçen rüyaların itibarına kavuştuğu bir
yere taşıyan çocukluk anılarını canlandırır. Yani o zama­
na kadar ihmaller gemisi kayaya toslar: İrkilerek farkına
varırsınız ki siz sizsinizdir ve gecikmişsinizdir. Çözülmüşlük
halinden çok değişik bir duruma fırlatılmış, ayağa dikilmiş,
gözlerinizi açmış, programla yüklü hale gelmişsinizdir;
uykunun sınırsız dünyasından çıkıp, beceriksizce iliklenen
kol düğmelerinin ve iki ara bir derede yapılan kahvenin
ardına düşmüşsünüzdür.
Kendinize gelmeniz gereklidir. Her yeni gün, en az öteki
dünyaya inananlara vaat edilen bedenin dirilişi kadar ina­
nılmaz bir yeniden doğuşa, benliğin ve dünyasının yeniden
dirilişine tanık olmaktadır.

Son Not

Uzayda ve zamanda hiç kimse


şimdiye dek
karanlıgın içinden aydınlıga dogru
bakışsız ilerleyerek
yokyerden dünyamıza cıkh mı yolculuga?
Ray Tallis, "Overdue"

Bu bölümde, biz ve kafalarımız arasındaki uzaklığın


çevresinde dönüp durdum. Kafamızın yaratılması ve bizden
önce orada olup, bizden sonra da sonsuza kadar sürecek
olan tarihsel ve fiziksel zamana katılmasıyla sonuçlanan
kişilerüstü süreçleı; bu uzaklığın iyi birer anımsatıcısıdırlar.
Bir diğer anımsatıcı, öne eğdiğimiz kafamızın tepesini rahat­
latıcı ellerimiz arasına aldığımızda fark ettiğimiz, omuzları-

68
mızın üzerinde taşıdığımız somut nesnenin, yani kafamızın
bizden daha kalıcı olmasıdır.
Vladimir Nabokov, muazzam anı kitabı Konuş, Hafı­
za'da ( 1 95 1 ), "evde doğumundan birkaç hafta önce çekil­
miş filmleri ilk kez seyrettiğinde paniğe benzer bir duygu
yaşayan genç bir kronofobu (zamandan korkan) " anlatır.
İşin en rahatsız edici tarafı, dünyanın, gencin var olmadığı
zamanlarda da pek farklı olmayışı ve "kimsenin yasını
tutmayışıdır" . Onu özellikle dehşete düşüren şey de "bir
tabutun kendini beğenmiş, mütecaviz havasıyla verandada
duran, yepyeni puseti görmesi" olmuştur. 7
Birinin bir zamanlar dünyaya gelmesinin beklenmiş
olması tuhaf bir şeydir. Doğması beklenen bebek, her ne
kadar genel anlamda ifade edilmiş olsa da, sizdiniz.
Boş puset neyse de, daha kötüsü sizi kapsayan dünyanın,
sizsiz dünyanın ufacık bir kısmı oluşudur. Yine de bu sizsiz
dünya, sizinkinin benzeri 6 milyar kafanın yaşadığı, 100
katrilyon ışık yılı genişliğindeki, 15 milyar yıllık bu evren,
kendinizi bulduğunuz veya kaybettiğiniz bir yer olarak,
bütün parçalarıyla yalnızca sizin kafanızın içindedir. Kendi
hiçliğinizle size azap çektirmek için, var olan ama bir arada
var olmayan şeyleri aynı çatı altında toplayan sizin kafa­
nızdır.
4. Bölüm

Bir Hava Sahası Olarak Kafa:


Nefes Alıp Verme ve Türevleri

Şimdi - henüz dagılıp gitmemiş


Bir nefes için oyalanırken -
Tut elimi hemen
Ve dök kalbinin içindekini.
A.E. Housman, A Shropshire Lad, XXXl l

Giriş

Kafalarımız atmosferle sürekli alışveriş halindedir. Alınır


alınmaz bir feryada dönüşen ilk nefesten son nefese kadar
hava, ağız ve burundan sürekli geçer durur.
Yaşam ve nefes alma birbirinden ayrılamaz. Yaşam, alı­
nan havanın verilen havadan daha yüksek oksijen oranına
ve verilen havanın alınan havadan daha yüksek karbondi­
oksit oranına sahip olmasına bağlıdır. Soluk alıp vermek bu
kadar kolay olduğu için şanslıyız. Soluk almak için göğüs
boşluğunun tabanını oluşturan diyaframı aşağıya indirmek,
kaburgaları yanlara doğru ittirmek ve böylelikle göğüs kafe­
sini genişletmek lazımdır. Böylece göğüs boşluğu ile -ağız ve
burunla başlayan- dışarısı arasında bir basınç farkı oluşur.
Hava, yutak, gırtlak, soluk borusu, bronş ve bronşçuk­
lardan aşağı doğru inerek, süngersi akciğerlerimizin içini

71
kıvrım kıvrım kaplayan minik kese biçimindeki boşlukları
(alveolleri) şişirir. Sonra işlem tersine döner; akciğer söner ve
hava dışarı boşalnlır.
Ne basit iş değil mi? Hayır, aslında iş o kadar da basit
değil. Kendiliğinden olmasa, soluk alıp verme işini ken­
dimizin "yapıp" yapamayacağımız bile şüphelidir. Diyaf­
ramı nasıl ve hangi tarafa doğru ittireceğini, kaburgaları
nasıl hareket ettireceğini bilmek, doğar doğmaz kendinizi
ölmekten kurtarabilmek için gereken kısa süre zarfında
öğrenilebilecek . şeyler değildir. Üstelik nefes almak, aynı
anda başka ihtiyaçlarınız bulunsa bile ve ne kadar meşgul
veya dalgın da olsanız, uyusanız veya komaya girseniz
dahi, her an sürdürülmesi gereken bir iştir. Friedrich de
la Motte Fouque'nin peri masalında, Undine adlı bir su
perisiyle evli olan şövalyeye çok yazık olmuştur. Şövalyenin
kendisini aldattığını öğrenen Undine, bir büyü yapar ve
bundan böyle şövalye, normalde kendiliğinden gerçekleşen
bedensel işlevlerin hepsini bizzat kendisi yapmak zorunda
kalır. Çocuğun spontan nefes alamadığı çok nadir görülen
bir hastalık vardır. Beynin soluk almayı düzenleyen kısmın­
daki bir gelişim kusuruna bağlı olan bu hastalık, "Ondine'in
Laneti" adıyla anılır.
Lanete uğramayanlarda, soluk alıp verme işi biz istesek
de istemesek de devam eder. Aslında soluk alıp vermeyi dur­
duramayız. Soluk yollarınızı kapamayı deneyin. Bir dakika
kadar durduktan sonra, nkalı gırtlağınızdan çılgınca dışarı
çıkmaya uğraşan şiddetli bir rahatsızlık hissedeceksiniz.
Oh, rahatladınız! Ciğerleri havayla doldurmak gibisi var
mı? Çocukların anne babalarını korkutmak için yapnkları
nefes tutma girişimleri hiçbir zaman ölümle sonuçlanmaz.
Çocuk (giderek derinleşen ve diğer bütün dürtülerden daha
fazla aciliyet kazanan) dürtünün üstesinden gelmeyi başa­
rıp bayılsa bile, komaya girdiği anda yeniden nefes almaya
başlayacaktır.

72
Yaşam ve nefes alma arasındaki bu bağ, ölen babamın
yatağının başında otururken çok dokunaklı bir şekilde öne
çıkmıştı. Babam zatürreeye yakalanmıştı ve iki hafta boyuA­
ca, ölümle boğuşurken hızlı hızlı nefes alıp verişine şahit
olmuştuk. Hırıltılı nefesler, saatleri yüzyıllara dönüştürmüş­
tü. Bir öğleden sonra birazcık rahatladı, biz de fırsattan
istifade biraz dinlenmek için eve gitmeye karar verdik. Eve
adımımızı attığımız anda geri çağrıldık. Ölmüştü. Soğuyan
bedenine yaklaştığımızda, dinginliği ve sessizliği neredeyse
elle tutulur haldeydi; adeta ölüm beyazlığından dışarıya
yansıyan bir şeydi. Onu hiç bu kadar dingin görmemiştim;
sıkışık ve sıkıntılı yaşamının her gününde ona eşlik eden bu
sonu gelmez ritmik hareketin kontrolünde olmadığı bir ana
şahit olmamıştım. Nefesle birlikte sıkıntılar da sona ermişti.
Nefesle yaşam arasındaki bu bağlantı, dünyayla ilgi­
li kolektif algımıza da mükemmel bir şekilde işlemiştir.
Pneuma, yani nefes, içimizdeki ruh haline gelir; bedene
can veren bu solunumsal alışveriş, dünyaya can veren
ruhla özdeşleştirilir. Ağaçların ardında esen, gökte bulutları
sürükleyen, suyun üzerinde dalgalar yaratan rüzgar, açıkça
bizim ruhumuzdur. Yazar Dudley Young'ın ifade ettiği
gibi "rüzgar, ruh ve nefes sözcükleri, neredeyse her dilde
kaynaşmıştır" : "Dolayısıyla gözle görünür 'beden dünyayı'
hareket ettiren, daha doğrusu oradan oraya sürükleyen,
gözle görülmeyen 'ruh dünyadır', rüzgardır, pneuma'dır,
gökselliktir, Tanrı' dır" . 1
Peki, bunun kafayla ne alakası var? Nihayetinde kafa,
havanın vücuda girişini sağlayan bir otoyola benzer. Burası
bir geçiş kanalıdır ve havanın esas işi göğüs boşluğunda,
akciğerlerdedir. Derin bir nefes aldığımızda, kafamızı değil
ciğerlerimizi doldururuz havayla; kafadaki gaz alışverişi,
yalnızca akciğerlerde dışarıdaki havayla temasa geçen kan
aracılığıyla olur. Derin bir nefes kafamızın içini temizlemez
veya dumanlı düşünceleri alıp götürmez.

73
Nefes alma istemsizdir; ama istemli olarak da yönetilebi­
lir. Nefes alma düşünmeden yapılan bir şeydir; ama düşün­
celerle iç içe geçirilip şekillendirilebilir. İşte bütün bunların
olduğu yer kafadır; insan ruhunun, dünyadaki diğer şeylerle
beraber kutsallık ve tanrısallık algısının zeminini oluşturan
kolektif bilincin, solunan (verilen, bazen de alınan) havayla
atıldığı yer. Kafa, kendi kullanımı için olmayan havanın
utanmazca üstüne yatmakta, bir de onu, birçoğu insanoğ­
lundan önce duyulup görülmemiş amaçlar için kullanmak­
tadır. Akciğerler ne kaçırdıklarının farkında değildir.
Bu amaçların en karmaşıklarından biri konuşmadır.
Konuşma eyleminde havayla ilişki, ormanları, gölleri, bulut­
ları harekete geçiren rüzgarın havayla ilişkisini gölgede bıra­
kan yeni bir boyut kazanmıştır: Seslerden dokunmuş kentler
ve kentlerde sesten yeni bir kumaş dokuyan sesler. Ö te
yandan, bir hava sahası olarak kafanın kendisini, dünyayı
ve dünyayla ilişkilerini diğer ifade etme yollan, konuşmayla
sınırlı kalmamıştır. Gelin şimdi bunlara bir göz gezdirelim.

Nefes Nefese Norm

Hazlitt (Aristoteles'ten alıntı yaparak), " Olanla olma­


sı gereken arasındaki farkı anlayabilen tek hayvan olan
insan, aynı nedenle gülen ve ağlayan tek hayvandır da, "
der.2 Doğa normsuzdur (ve kesinlikle aramızda kalsın
ama biraz da akılsızdır) . " Olanın" ve "olması gerekenin"
birbirinden ayrılmasına ve bağdaşmamasına pek çok
örnek verilebilir.3 Beklentilerimiz karşılanmadığında bu
ikisi arasında büyük bir uçurum olduğunu fark ederiz
ve oldukça yüksek ve kesin beklentilere sahip yaratıklar
olduğumuzdan, hep beklenmeyenle yüz yüze geliriz. Oysa
beklenmeyen komik olacak diye bir şey de yoktur, korku­
ya kapılmamız, düş kırıklığına uğramamız veya rahatla­
mamız da olasıdır.

74
Gülmeye neden olan sürprizleri kategorize etmek aslında
çok zordur. Yüze atılan kremalı pasta, hoş bir kafiye, açık
saçık hikayeler, cinsel imalar, sarışınlar ve İrlandalılar ile ilgili
espriler, alaycı dipnotlar, yüze tuhaf şekiller verme ve gözle­
rini şaşılaştırma, sarhoş taklidi yapma, sloganlar, lehçelerin
veya yabancıların aksanlarının taklidi ya da gıdıklanmanın
ne gibi bir ortak noktası olabilir ki ? Birçokları aksini iddia
ediyor olsa da, bu sorunun yanıtını kimse bilmiyor. Yanıtı
bildiğini iddia edenler arasında Henri Bergson, Helmut
Plessner gibi filozoflar bile var. Vic Gattrell'in, kahkahanın
sosyal anlamını ele aldığı zengin ve bol nükteli mükemmel
eleştirisinde değindiği gibi, günümüzün kahkaha kuramları
yelpazesini incelersek, "kahkaha türlerinin sonunun gelme­
yeceğini" kabul etmemiz gerekir:

Çogu kişi kahkahanın belirli türlerine odaklanmışhr. Bütün


kahkaha repertuvannı tek bir kuramla açıklamaya girişen kimse
cıkmamışhr. Bu da, kahkahayı teşvik eden durumların coklugu
göz önünde bulunduruldugunda, anlaşılabilir bir şeydir. Alaya
alıp, dalga geçmek için veya garez yüzünden başkalanna güle­
biliriz. Zafer kazanma, sevine, duyguya ortak olma, şaşırma veya
tatmin duygusuyla yahut da sefalet ve acı karşısında alayla gülü­
nebilir. Uygunsuz veya kurallann ciQnendigi durumlarda veya
zekô kıvraklıgına ya da sözcük oyununa dayalı sözel "tuzaga
düşmelere" gülebiliriz.4

Kahkahanın bütün dikkatleri üzerine çekmesi, bunun


insan doğasının çok derinlerinden gelen bir şeyle ilgili olabi­
leceğine dair sinsi bir şüphe doğurur. Nabokov, bu derinlik
konusunda oldukça gerilere gider:

En uzak [insansı] atalanmızın beyninde kendi üstüne düşünen


bilincin başlangıcı, kuşkusuz zaman duygusunun filizlenmesiyle
çakışır ... [ve] dünyada zamanın bilincine varan ilk yarahklar, aynı
zamanda ilk gülümseyen yarahklardır ... 5

75
Gülümseme -şaka yapma ve gülme- ile zamanın bilin­
cine varına arasındaki bu bağlantı çok hoş bence. Biz­
ler, zamanı yalnızca bedenlerindeki değişimler üzerinden
izlemekle kalmayıp, onu apaçık ortada olan bir geçmiş
ve gelecek üzerinden deneyimleyen hayvanlarız. Zaman
duygumuz, bizim bazı somut ve özgül beklentileri olan
yaratıklar oluşumuzla örtüşüyor. Hatırladığımız geçmişi
temel alarak, öngörülen bir gelecekte bazı şeylerin nasıl
olacağı hakkında fikir sahibi olabiliyoruz. Böylelikle, bir
şeylerin nasıl sonuçlandığı ile nasıl sonuçlanmış olabileceği
arasındaki farkı algılayabiliyoruz. Bu nedenle sürprizlere
ve beklentilerimizin son dakika golüyle veya ayrı durma­
ları gerekirken bir araya gelen şeylerle -tezatları birleştiren
tekerleme ve sözcük oyunlarında ya da gündelik yaşamda
baş gösteriveren cinsel arzuda olduğu gibi- bozulmasına
açığız. Komedi genellikle bedenin zihin krallığının saldırısı­
na uğramasına dayandığından (Hegel hakkındaki bilgisiyle
övünen bir kişinin doğruca lamba direğine toslaması gibi),
sözcük oyunları da aynı tekerlemeler gibi, sözcüklerin mad­
desel tınısının, anlam krallığının etkisine girmesini sağlarlar
(ki bu da zihnin devreye girişine bir başka örnektir).
" Olan" ile "olması gerekenin" arasındaki uçurumun
altını çizen kahkaha, aynı zamanda bu ikisini birleştirir
de. Nasıl davranacağımızı, beklentiye nasıl karşılık vere­
ceğimizi veya sözel ve bedensel ilişki arasındaki sınırı nasıl
aşacağımızı bilemediğimiz zamanlardaki sıkıntılı kahkahayı
gözünüzün önüne getirin. Cinsellik ve kahkaha arasındaki
bağlantıların sayısı öyle çoktur ki koca bir kitap cildini
doldurabilir (diğer insanların cinsel istek ve davranışlarına
gülmek, aşıkların standart cinsel istek ifade etme şekillerinin
kabalığına ve buna eşlik eden sosyal ve fiziksel sakarlıklara
gülmek vb) .
Komik, ha ha ha özellikle komik görünüyorsa, dikkati­
mizi gülmenin kuramsal yönünden olayın kendisine yönelt-

76
tiğimizde, komik gelme düzeyi daha da artacaktır. "Gülüp
eğlenmek için" bir araya gelen bir grubun konuşmalarına
kulak misafiri olalım. Uzmanların sözlerini hatırlamakta
yarar var: Önceden planlanmış şaka ve hikayeler karşısında
nadiren kahkaha atılıı:; "İnsan en doğal kahkahayı, kendini
gruba ait hissettiği ve olumlu duygusal bir havanın olduğu
sosyal gruplar içinde, -komiklikler değil de- karşılıklı şaka­
lar yapıldığında atar. " 6 Yani şakalaşırken. Gülüp eğlenmek
için bir araya gelmiş olabiliriz ama kahkahalar daha ziyade
bu birlikteliğin altını çizmek için atılıyor gibidir. Kahkahaya
katılmamak, gruba katılmamakla eşdeğerdir. "Bunu komik
bulmuyorum," demek, "Hayata bakış şeklini paylaşmıyo­
rum. Seni onaylamıyorum," demektir. Kahkahanın ardı
arkası kesilmediğinde ki genelde böyle olur, bir kahkaha
bir diğerini doğurduğunda, bunun kulağa ne kadar tuhaf
geldiğini anlayabilirsiniz.
Gülme dilinin lehçeleri saymakla bitmez. Kıs kıs gülme,
baykuş gibi gülme, anırır gibi gülme, kıkırdama, kahkaha­
larla gülme, tebessüm etme, kısık sesle gülme ve kendi ken­
dine sessizce gülme, kendilerine özgü sesler eşliğinde ifa edi­
lir. Dahası, bu gülmelerin yerleri ve koşullan da farklı farklı­
dır. Kıyafet yönetmeliği kadar titizlikle uyulması gereken bir
gülme yönetmeliği vardır. Gülme şekliniz diğer insanların
sizin hakkınızdaki intibalarını etkiler. Kıkırdayarak gülenle­
re en iyi örnek, gergin ve kolay etkilenen kız öğrencilerdir.
Bunlar bir yandan da, çıkabilecek sesleri bastırmak için
ağızlarını elleriyle kapatmayı ihmal etmezler; gülüşleri de bir
tutam muziplik içerir. (Usta komedyen Frankie Howerd'in
ağzında, "kıkırdama" sözcüğünün kendisi bile hepimizin
kıkırdamasına neden olur.) Üst sınıftan beyler, kendi sınıfla­
rından olanlarla bir araya gelip, varlıklı ve sportif üst sınıf
kimlikleriyle çevrelerindeki kirli dünyaya yukarıdan baka­
rak, anırır gibi gülerler. Kıs kıs güleıiler suçlu izlemini veren,
kötü niyetli kişilerdir. Dünyaya bir "burun çekme" mesafe-

77
sinde dururlar ve ağzı kapalı gülenlerin burunlarında sümük
olduğunu, havanın da bu sümüklü burun yollarından dışarı
verildiğini hatırlatırlar. Kısık sesle gülenler ve kendi kendi­
lerine sessizce gülenler daha şirindirler -başkalarının kötü�
lüğünü istemezler, daha neşeli kimselerdir. Gülüşlerinde ılık
bir gün ışığı hissedilir ve büyük bir olasılıkla onları masum,
Dickensvari bir şekilde ellerini ovuştururken görebilirsiniz.
Kahkahalarla gülenler gülmelerinin çekiciliğine kendilerini
kaptırırlar ve uzun süre kahkaha atmaya devam ederler.
Ne olursa olsun iyi kalpli insanlardır. İçten bir kahkaha
daha gerçektir, kötücüllükten uzaktır, oysa içinden gülmek
oldukça kapalı, kendine dönük bir nitelik taşır. Baykuş gibi
gülenler, kahkahalarını burunlarında tutamadıkları kesik
"hu hu" sesleri şeklinde dışarı salarlar.
Kuşkusuz, melun kimselerin yabani ve şeytani kahkahası
veya paniğe kapılanların histerik kahkahası gibi, acıdan
kaynaklanan kahkahala� da vardır ama bu kahkahaların
sessel yapısı, anlamları hakkında, atıldıklarında içinde bulu­
nulan şartlar ve eşlik eden yüz ifadeleri kadar ipucu vermez.
"Sessel yapı" ifadesi, kahkaha kadar spontane (ya da aslın­
da duruma uygun -çünkü hepimiz şartlar gerektirdiğinde
nasıl güleceğimizi biliriz)?, kahkaha kadar anarşik bir şey
için oldukça çatık kaşlı bir ifadedir.
Bununla birlikte, kahkahanın görünüşteki rahatlığı alda­
tıcıdır. Bu rahat görünüşün altında, gülüşün akustik yapısını
yöneten kuralların sıkı korsesi gizlidir. Bu konu, gülme
biçimleriyle ilgili araştırmalar yapan psikolog ve siıiirbilimci
Robert R. Provine tarafından özveri ve gayretle incelenmiş­
tir. Aslında işin temeli oldukça basittir. Provine, ses spekt­
rografisi ile kıkırdamaların, katılarak gülmelerin ve içten
kahkahaların ses dalgalarını inceleyerek, her kahkahanın
"kendine özgü bir imzası" olduğunu saptamıştır. 8 Kahkaha
"her biri 75 milisaniye süren ve yaklaşık 2 1 0 milisaniyelik
düzenli aralıklarla tekrarlanan, kısa ünlüye benzer bir dizi

78
heceden" oluşur. Bu oldukça düzenli sessel yapının kendisi
de ayrı bir düzene tabidir. Her kahkahada belirli bir ünlü ses
kullanılmalıdır: Gülen kişi "ha ha ha"yı veya "ho ho ho"yu
seçebilir ama "ha ho ha ho" gibi bir ses dizisini seçemez. Bu
tür karışık seslerin çıkarılmasına karşı bir direnç söz konu­
sudur. Bir çeşitleme olduğunda da bu genellikle dizideki ilk
veya son heceyi kapsar. Örneğin "sha ha ha" veya "ha ho
ho" gibi çeşitlemeler mümkündür.
Bu yapılanma bütün gülme çeşitleri için geçerlidir. Kesik
kesik kahkahalar atma ve kıkırdama, baykuş gibi gülme ve
kısık sesle gülme aynı davranış grubuna girer. Birkaç özellik
daha sayabiliriz. Patlarcasına çıkan seslerle atılan kahkaha,
her armoniğin alçak (temel) bir frekansın katı olduğu güçlü
bir armonik yapıya sahiptir (yaklaşık olarak kadınlarda 502
Hz, erkeklerde 276 Hz). Kahkaha ayrıca, anlık simetriye de
sahiptir: Kaydedilmiş kahkahayı sondan başa doğru ve baş­
tan sona doğru dinlediğinizde duyulan ses yapısı benzerdir.
Asimetri yalnızca ses genişliğinde görülür: Kahkahada ilk
seslerden son seslere doğru bir kısılma olur ki, bu da akci­
ğerlerdeki havanın giderek tükenmesine bağlıdır.
Kahkahanın sessel yapısının üzerinde bu kadar durma­
mın nedeni, gülmenin saçmalık derecesine varan tuhaflığını
ortaya koymaktır. Gülmemize neden olan şeyleri düşündü­
ğümüzde bunu daha iyi anlayabiliriz. "Kesik kesik nefes
alırken belirli bir düzen içinde tek tip sesler çıkarma" eylemi
(kahkaha) ile gıdıklama arasında bir bağlantı kurmakta pek
de zorlanmayabiliriz (sanırım). Ancak bu değişik nefes tek­
niği (yine kahkaha) ile Aristoteles'ten bir pasajın çevirisinde­
ki yanlışlığı fark edip de alaya alma arasındaki bağlantıyı,
yine bir başka değişik nefes tekniği nöbetine kapılmadan
hayal etmek zordur. Çoğu kez karmaşık veya en azından
soyut gülme nedenleri ile gülme eyleminin uyumsuzluğu,
bu tuhaf durumun belirgin bir ifadesidir. Bu, organik bede­
nimizin verili özelliklerinin, bedenlerimizin daha önceden

79
öngöremeyeceği beklenmedik olay ve durumlarda kullanılıp
etkileşime girme şekillerine de iyi bir örnek oluşturur. Ancak
burada durum, (dünyanın her yerinde gülme nedenleri
arasında başı çeken) seks eylemindeki kadar tuhaf değildir:
Bir kişinin bir başka kişiye değer vermesinin veya sonelerin
uyandırdığı duyguların en yüce ve yerinde ifadesi olarak
kabul edilen, erekte penisin kayganlaşmış vajinaya penet­
rasyonu, aynı zamanda bunların kaynağı olan dünyaya
tecavüzün ifadesi de olabilmektediı:9
Gülme ve gıdıklama arasındaki bağlantıdan daha anlaşı­
lır bir şey olamaz. İnsanın kendi kendisini gıdıklayamaması,
bedenli olmanın anlamı ve kişinin kendi bedeniyle özdeş­
leşmesi ile bu bedeni deneyimlemesi arasındaki ilişki hak­
kında çok ilginç bilgiler sağlar. Nöropsikolog Chris Frith
ve başka uzmanlar, kendi kendimizi gıdıklayamamamızın
nedeninin, beynin normalde bedenin kendi hareketlerinden
kaynaklanan hisleri baskılaması olduğunu, kendi kendini
gıdıklamayla ilişkili hareketlerin de bu kapsama girdiğini
saptamışlardır. 10 İnsanın kendi kendisinin yarattığı hisler
öngörülebilirdir: Beyinde dolanan hareket emri, beyne ne
beklemesi gerektiğini söyler. Beynin görevi beklenmedik.le
uğraşmak olduğundan, kendi kendini gıdıklamayla ilişkili
hisler hemen hemen hiç kaydedilmez. Diğer taraftan, başka
birisi tarafından gıdıklandığımızda, bu hareketle ilgili bey­
nimizde dolanıp ne beklememiz gerektiğini söyleyen bir iz
bulunma z. Dolayısıyla da, gıdıklamadan doğan öngörü­
lemeyen, beklenmedik hisler baskılanamazlar, tamamen
hissedilirler. Gıdıklamayı öngörülemeyen aralıklarla uygu­
layan değişken bir robot tarafından gıdıklanmak da, bir
başkası tarafından gıdıklanmaya benzer: Çok gıdıklayıcıdır
ve gıdıklanma hislerinin motor bir programa bağlanamaya­
cağını ve öngörülemeyeceğini doğrular. Karşınızdaki kişinin
sizi gıdıklamakta tehdit etmesi de, beyni gerçek gıdıklamay­
la aynı şekilde etkiler: Öngörülemeyeni öngörürüz.

80
Gıdıklanma bir başka açıdan da önemlidir. Gıdıklanma,
insan dışındaki primatlarda, özellikle de şempanzelerde,
gülmeyi tetikleyen bir uyarı gibi görünür. Aslında onlarınki
gerçek gülme değildir. Provine'a göre, gıdıklanan şempan­
zeler her soluk alma ve vermede "kesik kesik soluma sesi"
çıkarırlar. Oysa insanların gülmesinde, tek bir soluk alma,
bir dizi keskin ünlü sesle bölünür. Dahası, şempanzelerin
çıkardığı sesler, sanki o anda orada fişe takılmış gibi, yal­
nızca fiziksel uyan -gıdıklama, oyun vs- süresince devam
eder. Gıdıklama kesilince sesler de kesilir. İnsanın egzotik,
genellikle üst düzeyli, çoğu kez soyut olaylardan kaynakla­
nan dilötesi bir fenomen olan kahkahasının eline kimse su
dökemez. Öte yandan, insanın en temel neşe kaynağının,
olanla olması gereken arasındaki çelişkiden kaynaklanması
da, benzeri olmayan bir durumdur.
Bu ayrımın yapılabilmesi için, kişinin kendi deneyimle­
rinden bağımsız olarak "orada" olup bitenlerin gidişatıyla
ilgili çok gelişmiş bir algıya sahip olması gerekir. Olanın şu
ya da bu olduğuna dair bir algıya. Bu "Önermesel Farkın­
dalık", insan doğasının özünden gelen nedenlerle, yalnızca
insana hastır. 1 1 Ancak olanın ne olduğunu bize gösterecek
tam gelişmiş bir algıya sahipsek, bunun başka nasıl olabi­
leceğini de düşünüp kıyaslayabiliriz. Bu kıyaslama yalnızca
insan kafasında gerçekleşir. İ şte bu yüzden kafam ve ona
benzer diğer kafalar, evrendeki diğer nesneleri komik bulup
olanlara gülen yegane nesnelerdir.
Kahkahanın kendisi de güldürücüdür. İş komikliğe gelin­
ce, kıkır kıkır gülmekten komik hikayeyi anlatamayan kişi,
bizi hikayeyi öğrenmeye mecbur eder. Komik olamayan
kişiler hakkında da espriler yapılabilir. Aslında bu espriler,
son dönem komedyenlerinden Bob Monkhouse'un kendi­
siyle -aslında kendisiyle değil tabii- ilgili komikliğindeki
gibi oldukça girift olabilir: "Komedyen olmak istediğimi
söylediğimde bana güldüler. Sonra ben gerçekten de komed­
yen oldum. Artık bana gülmüyorlar. "

81
Gülmek bulaşıcıdır. Ortamda gülen biri olduğunda,
hatta kaydedilmiş gülme seslerini duyduğumuzda, (başlan­
gıçta mutlaka) gülmeye eğilimliyizdir. Gülmenin ne kadar
bulaşıcı olduğunu gösteren bir örnek, 1 962 yılında bir
kız yatılı okulunda altı hafta süren ve neredeyse okulun
kapanmasına yol açacak olan olaydır. 1 2 Her şey üç kızın
denetlenemeyen ve saatler süren bir gülme krizine tutulma­
sıyla başlar. 159 öğrencinin neredeyse yarısı etkilenmiş, on
altı kişiye varan gruplar halinde kahkahalar atılmıştır. Okul
kapanmış, öğrenciler evlerine gönderilmiş ama bu, salgının
diğer insanlara ve okullara daha da çok yayılmasına engel
olamamıştır. Okulu yeniden açma girişimi felaketle sonuç­
lanmıştır. Gülme salgımmn devam ettiği iki yıl boyunca,
on dört yatılı okul ve Victoria Gölü'nün doğu kıyısında
bulunan bütün köyler ve kasabalar salgından etkilenmiştir.
Tanzanya'nın Nshamba adlı kentinde, kontrol altına alına­
mayan kahkaha krizleri 10.000 kişilik nüfusta 200 kişiyi
etkisine almıştır. Hayatını kaybeden olmamakla birlikte,
salgın heyecana, mahcubiyete ve yorgunluktan tükenmeye
neden olarak, gündelik yaşamı sekteye uğratmıştır.
Bu koşullar altında kahkahanın gülünecek yam kalmaz.
Normal nefes alıp vermeyi sekteye uğratan bu etkinlik,
başka durumlarda da komik olmaktan çıkabilir. Kahkaha
yalnızca insana özgüdür ama bazen de insanlık dışı bir
hal alır. Birlikte gülmek, normları ve birliktelik duygusunu
onaylamak demektir. Öte yandan, kuralları bilmeyenlere,
bizden olmayanlara da topluca gülünür. Kahkaha, zorba­
ların ve çetelerin en etkili silahlarından biridir. Aşağılama,
gurur kırma amacıyla küçümseme, alaya alıp dalga geçme,
karşısındakinin gülünç bir şekilde taklidini yapma, rutin
zalimlik malzemeleridir. Hakaretlere veya olumsuz yargıla­
malara eşlik eden gülme, adalet ve mantık dışı olsa da, iddia
edilene arka çıkar. Dahası, etraftakilerin peşin hükümlerini
de arkasına alır. Gülmenin bulaşıcı niteliği, yargılamanın da

82
bulaşıcı nitelik kazanmasına aracı olur: Gülerek verdiğiniz
hüküm etrafınızdakilere de yayılır ve aynı yargıyı paylaşan­
ların gülen suratları birbirini onaylar nitelik kazanır. Gül­
menin birleştirdiği insanlar mükemmel bir ekip oluşturarak
bir alay kulesine dönüşürken, gülünen kişi küçüldükçe
küçülür. Çoğunluğun paylaştığı yargının bireyleri doğrudan
ele geçirdiği bu tür bir gülme, hükmü temyize götürme şansı
da tanımaz üstelik.
Alayla baş etmek erdem veya en azından ince ayak
oyunları gerektirir. Şaka kaldırabilen kişiler, bu incitici, onur
kırıcı durum sanki çok komikmiş gibi yaparak, kendileri de
kahkahaya katılırlar. Oysa kabadayı bunu bile kendi lehine
çevirmeyi -nazik, sevecen sataşmayı kaba alaya dönüştür­
meyi- ve işi artık aldırış edilmemesi mümkün olmayan bir
noktaya taşımayı gayet iyi bilir. Kurbanı sonunda savun­
maya geçtiğinde de, onu şakadan anlamamakla suçlar.
Zaten espri anlayışından yoksun olmak kahkahaları artırır
ve bu kişi sürekli alay konusu olan bir kimseyse, şaka kal­
dıramaması, başlı başına bir şaka konusu olur. Celia'mn
Nasıl Hoşunuza Giderse'de dediği gibi "soytarının sıkıcılığı
zekanın bileğitaşıdır" 1 3 Yaşamlarının büyük bir kısmım
alaycıların kahkahaları arasında boncuk boncuk terleyerek
geçiren insanlar vardır.
İnsan gülen tek yaratık olmakla kalmayıp, gülme üzerine
kafa yoran tek yaratık olma şerefini de elinde bulundurur.
İnsanların gülmesini sağlama yollarım arar; neyin komik
olup neyin olmadığı üzerinde düşünür; bazı kimseler bazı
şeyleri komik buldukları halde, başkalarının neden bunları
komik bulmadığım (bazen çaresizce) anlamaya çalışır ve her
şeyden önce cinsellik ve gülmeye (çoğunlukla da her ikisi­
ne) adanmış bir eğlence sektörü aracılığıyla para kazanma
peşinde koşar. Hatta bazen gülme seslerini "ha ha ha" , "ho
ho ho", "hi hi hi" ve "heh heh heh" diye yazıya döküp,
gülüşü ve gülen kişiyi şu veya bu şekilde kategorize etmeye

83
çalışır. Ben şahsen, sinsi sinsi ellerini ovuşturan bir hainle
özdeşleşen "heh heh"çi yerine, bir "ho ho ho"cu olarak
kağıda dökülmeyi tercih ederdim.
En kötü kahkaha, cinsel arzuların ortaya dökülmesinden
yararlanarak insanı alaya alandır. Düşmanlarının "kambur
kurbağa" lakabını taktığı şair Alexander Pope'un -dehası­
nın bir kırklık boyunu telafi edebileceğini düşünmüş olacak
ki- arkadaşı Lady Mary Wortley Montagu'ye evlenme teklif
etmesinin yarattığı kahkaha tufanı, gülen ve gülünen öldük­
ten 250 yıl sonra hala insanı dehşete düşürmeye devam
etmektedir. Camille Paglia'nın, Medusa'nın "korkunç yüz
ekşitme ifadesinin, erkeklerin kadının kahkahasından kor­
kusunu betimlediği" yönündeki iddiası tam olarak kanıt­
lanamamış olsa da, psikolojik açıdan oldukça mantıklı
görünmektedir. 1 4
En hazin kahkaha, delinin kahkahasıdır. Yersiz gülme, psi­
kozun erken belirtileri arasında yer alır. Şizofreninin başlangıç
aşamasında, kişi kendisinin veya başkalarının başına gelen
trajik olaylara gülebilir -belki de hastalıkla başa çıkmanın bir
yoludur bu. Yalnızca kendine gülen tuhaf insanları hepimiz
biliriz. Bu kimselerin gülüşü, bir iletişim şekli; arkadaşlarıyla
el ele verip dünyada yanlış giden bir şeyle baş etmeye yönelik
paylaşımcı bir yanıt değildir. Aksine bu gülüş kendisiyle diğer
insanların dünyası arasına bir mesafe koyar: Onlar "olan"
şeyledir; kendi içindekilerse "olması gerekenlerdir" . Normal
şartlarda, başkalarıyla birlikte olduğumuzda, yalnız olduğu­
muz zamanlara kıyasla otuz kat fazla güleriz. Oysa deli için
tam tersi geçerlidir. O, dünyayla birlikte gülmez, dünyaya
güler; dünya da ona aynı şekilde karşılık verir.
Helmut Plessner'in dediği gibi kahkaha, tam olarak
bütünleşemediğimiz, kendimizi evimizde gibi hissetmedi­
ğimiz dünyadan fırlayan tuhaf yaratıklar oluşumuzun bir
göstergesidir. Bazen ağlamamak için, bazen de "gözümüz­
den yaşlar gelinceye kadar" güleriz.

84
Zapt Edilen Havanın Diğer Kullanım Şekilleri:
Öksürme, Esneme, Hapşırma

Havaya karşı yalnızca (kelimenin tam anlamıyla) "geçi­


ci" bir ilgi duyan bir yapı olan kafanın, onunla bu kadar
çok şey yapabilmesi şaşırtıcıdır. Öksürme, esneme, hapşır­
ma, bumunu çekme, burnundan soluma ve orgazmı taklit
eden sesler çıkarma, kafanın içinden geçen hava akımının
olağanüstü çeşitlilik gösteren kullanım alanlarına örnek
gösterilebilir. Hava, akciğerlere gidiş veya dönüş yolculuğu
sırasında ayaküstü bir dizi faaliyete alet edilmektedir.
Bizler önce içinde cenneti bulduğumuz, daha sonra para­
lel bir insan dünyası kurarak üzerini neredeyse tamamen
kapladığımız doğal dünyaya mükemmel bir şekilde uyum
sağlarız. Ancak mükemmel uyum diyorsam, yalnızca genel
anlamda. Bu uyum, koşullardaki değişiklikleri, belirli yer ve
zamanlarda ortaya çıkan beklenmedik durumları kapsamaz.
O yüzden, soluk alıp verme faaliyeti genel anlamda düzgün
bir şekilde ifa edilen parlak bir fıkir olsa da, her an için
sistemde bir bozukluk olma olasılığı vardır. Mesela derin
bir nefes aldığımda, yalnızca ihtiyacım olan havayı değil,
hiçbir şekilde ihtiyacım olmayan başka birkaç şeyi de içime
çekebilirim: Tozlar, organik dünyadan sinek numuneleri
veya diğer biyolojik işgüzarlar, besin parçacıkları veya insan
elinden çıkma başka yapay maddeler gibi. Eğer bütün bun­
lar gerisin geri dışarıya atılamasaydı, akciğerlerimizin içinin
ağzına kadar dolması ve göğüs boşluğumuzda bir çift kayaya
dönüşüp işlevlerini yitirmeleri pek de uzun sürmezdi.
Öksürük işte bunun için ortaya çıkmıştır: Kısa bir soluk
alınır, ardından gırtlak geçici bir süreliğine kapanır, bunu
takiben soluk verme kasları. kasılır ve gırtlak açılır. Bu şekilde
yaratılan yüksek basıncın havayı ani bir patlamayla dışarı
boşaltması, hava yollarımızın tozdan, yaprak bitlerinden, bis­
küvi kırıntılarından ve balgam gibi müessesede üretilen mad-

85
delerden temizlenmesini sağlaı: Öksürük refleksi, solunum
yollarının iç yüzünde yerleşmiş duyusal sinirlerin tahrişiyle
tetikleniı: Bu tahriş yoğun, katlanılamaz bir gıcığa neden oluı:
Öksürüğe karşı koymak pek mümkün değildir. Öksüre­
bileceğinizin aklınıza gelmesi bile, soluk yollarını şöyle bir
temizleme arzusu doğurur. Bu düşünce özellikle de öksü­
rülmemesi gereken zamanlarda gelip zihninize dayanır: Bir
piyano konçertosunun ruh dondurucu dinginlikteki pasaj­
ları esnasında salıverilen bir öksürük, 3000 kişinin · kabusu
olabilir; bir başka örnek, insanın kendisi görünmeden bir
başkasını gözetlemeye çalıştığı zamanlarda gelen öksürük
ihtiyacıdır. Enid Blyton'ın Afacan Beşler'inin (Famous Five)
hanım hanımcık kızı Anne , tam da kötü adamları suçüstü
yakalamak için gizlice izledikleri sırada karşı konulamaz
öksürük isteğinin ortaya çıkmasıyla ünlüdür. (Anne 'in
halinden anlamamız, insan dayanışması kumaşına eklenmiş
yeni bir iplik gibidir. )
Yukarıdaki bilgiler ışığında, öksürük mekanizmasından
daha biyolojik ve istem dışı bir şey olamaz. Yine de insan
denilen yaratık, fizyolojik işlevi belli, anlamı şüphe götür­
meyen bu eylemi bile, kimisi oldukça muğlak anlamlar
taşıyan bir dizi insansı sembole dönüştürmeyi başarmıştır.
Öksürük, çığlık veya ağlama ya da bağırmadan farklı ola­
rak, tesadüf eseri sesle donatılmış bir faaliyettir; öksürüğün
sesinin, işleviyle hiçbir ilişkisi yoktur. Patlayarak püsküren
hava bir şekilde sessiz olmayı başarsaydı da, yolunun üze­
rindeki materyalleri süpürüp atacaktı. Öksürüğün sesine el
koyup, ondan kendi amaçlarımız için faydalananlar bizleriz.
Öksürük sesi üretebilmek için öksürük üretebiliriz. Bunu da
dikkati üzerimize çekmek, " Ben buradayım! " veya yalnızca
" Ben! " demek için yaparız. Kısacası öksürük, öksüreninin
varlığını hissettirmesi için öksürülmektedir.
Öksürüğün bu kullanımı, yani gıcıklanmadan kaynak­
lanmayıp da zaten orada durmakta olan zatın varlığını ikiye

86
katlama isteğinden doğanı, kişinin, kendi varlığıyla ilgili
daha karmaşık bir algıya sahip olmasından çıkar. Öksürük
görmezden gelindiğini hisseden kişinin emrindedir. Bu tür
öksürüğün birçok çeşidi vardır. En kibar çeşitlerinden biri
"küçük şairin mütevazı öksürüğü" tarzı öksürüktür. Bu
öksürük veya amacı, yani topluluk önünde konuşma yapı­
lacağı zaman gırtlağı temizlemek; sinirliliğin bir ifadesi olan
öksürüğün veya yukarıda bahsettiğimiz, dikkati üzerine
çekme öksürüğü gibi farklı öksürüklerin boyutlarına ula­
şabilir veya bunlardan medet umabilir. Boğazdaki düğümü
çözme hazırlığı olarak gırtlağı temizleme, topluluğa hitap
edecek konuşmacının veya wr bir noktayı dile getirmeye
hazırlanan sözcünün alameti farikası olabilir (bu bir ses
hazırlığı ve gerginlikle başa çıkma şeklidir). Bu öksürük
ayrıca, sessizlik istenilen zamanlarda tırnak işareti içinde
öksürmek veya oldukça resmi bir öksürme şeklini yazılı
olarak ifade etmek için kullanılan "Öhöm! " sözcüğünü
kullanmak şeklinde stilize edilebilir.
Bu tür kibarlaştırmalar, öksürüğün gündelik yaşam eko­
nomisinde sevimsiz bir akçe olduğu gerçeğini değiştirmez.
Öksüren. kişi -istemli veya istemsiz olarak- "Canım yanı­
yor", "Hastayım", "Boğuluyorum", "Yardıma ihtiyacım
var" demektedir. Çocuklar, endişeli ebeveynlerin anında
dikkatini çeken bu sesi, güçsüzün gücü olarak kullanmayı
çok kısa sürede öğrenirler. Sistemin tam ters yönde işlediği
de olur. Bir zamanlar bir teknisyenle çalışmıştım. Ailesinin
tek çocuğu olan, hiç evlenmemiş bir kadındı ve bütün yaşa­
mını yaşlı annesinin "hafif tertip öksürüğü" yönlendiriyor­
du. Öksürük nedeniyle tatiller iptal ediliyordu ve öksürük
bir seferinde uzun süredir devam eden bir ilişkisinin sonlan­
masına bile neden olmuştu. Kadının anne kaynaklı bu otori­
ter "öksürükokrasi" rejiminden kurtulabilmesi için gereken
kendine güven ve dayanıklılığı ona kazandıran davranış
terapistine benden tam not! Böylelikle kadıncağız evlendi

87
ve çocuk sahibi oldu. Umarını torunları da anneannelerini
"hafif tertip öksürükleriyle" uyutmamışlardır.
Şiddetli bir şekilde öksürenler, daha ağır hastalıkların
ciddi semptomlarından bugüne gelen halk belleğinden fay­
dalanırlar. Özellikle verem kaynaklı olan bu halk belleği,
AIDS ile tazelenmiş ve dünyanın birçok yerinde "öksü­
rükten mezara" benzeri bir tekerlemenin ağızlara pelesenk
olmasına yol açacak şekilde gerçeğe dönüşmüştür.
Öksürük, uzmanların ve uzman olmayanların özel ilgisi
sayesinde, zengin bir sınıflandırmaya tabi tutulmuştur: Dolu
dolu veya kuru, kesik kesik veya havlar tarzda vb. Öksü­
rüğün patolojinin ötesine geçen tipleri de vardır: Uyarıcı
öksürük ve hatta kopya verme öksürüğü. Belki bazı oku­
yucular, Kim Milyoner Olmak ister? yarışmasında, seyir­
cilerin arasında oturan suç ortağının doğru yanıta gelince
öksürmesiyle havadan bir joker hakkı kullanan yarışmacıyı
hatırlayacaklardır.
Konuşmacılar, olağanüstü bir beceriyi, uyuyan insanlara
hitaben konuşma yapma becerisini hakkıyla yerine getirebi­
len kişilerdir. İçinin derinliklerine doğru bir göçe hazırlanan
dinleyicinin en temel belirtisi esnemedir. Deneyimli hocalar,
esnemenin en çarpıcı özelliklerine oldukça aşinadırlar: Ağzı­
nı çenesi ayrılacak, yemek borusu endoskopiye ihtiyaç duy­
madan görülebilecek kadar açan, esnemenin son kısmında
Palestrina'nın kayıp bir koralinin üç sesli akorlarına benzer
sesler çıkaran çok öğrenci görmüşlerdir. Sabahın köründe
esneyerek kalktığı için yorgunluktan ölen ama geleceğine,
dolayısıyla da sizin kendisi ile ilgili görüşlerinize azami
önem veren daha kibar öğrencilerin bastırılmış esnemeleri
de hocaların malıimudur: Burun delikleri açılır, alt çene aşa­
ğıya doğru şişerken, yüz hafiften çarpılır ve gözler sulanır.
Konuşmacıların kör talihi, maalesef esneme de aynı
öksürme gibi bulaşıcıdır. Meraklılarının ilgisini çekebileceği
üzere, bir esneme analizi çalışması, birini esnerken görenle-

88
rin yarısının beş dakika içinde esnediğini ortaya koymuştur.
Esnemeyi düşünmek bile yeterlidir. Bir önceki bölümde
gülmeyle ilgili kısmı yüz ifadeniz milim oynamadan oku­
muş olsanız dahi, bu cümleye ulaştığınız anda esnemekten
kendinizi alıkoyamadığınıza bahse girerim. Esneme meka­
niği, biraz daha basit olmakla beraber, gülmeye çok benzer
ve arada kısa bir duraklamayla taçlandırılmış, derin bir
nefes alma ve kısa bir nefes vermeden oluşur. Tabii esneme
meraklıları, bu temel çatının homurtular, naralar, notalar
ve bilumum sessel kıvrımlarla süslendiğine şahit olabilirler.
Yüzeydeki benzerlikler, kahkaha ve esneme arasındaki
derin farkları öne çıkarır. İçten bir kahkaha, dünyanın çeşitli­
liği ve beklenmezliği karşısında duyulan neşeli şaşkınlığın bir
ifadesidir; esneme ise genellikle, dünyanın monoton, umarsız­
ca öngörülebilir, neşesiz ve düz oluşuyla ilgili algıya karşılık

gelir. Klişeler, aynı şakanın yüz kez tekrarlanması, gerçeklerin


acımasız aynntılılığı, değişmeyen beklentiler, sürekli olarak
yinelenen işler; esneme merkezlerini uyaran yorgunluk hissini
tetikleyenler işte bunlardır. Kahkaha dünyanın insanı hayrete
düşüren bir yer olduğunu söyler, esnemeyse apaçık ortada ve
tam da beklendiği gibi bir yer olduğunu.
Yine de, apaçık ortada olanın kendisi açık değildir.
Görevleri gereği kesin gözüyle bakılan şeylere kuşkuyla yak­
laşan filozoflar, sıkılmanın gizemlerinden sıkça ilham almış­
lardır. Belki de 20. yüzyılın en büyük filozofu olan Martin
Heidegger, "felsefenin sıkıntının boşluğundan doğduğunu
kanıtlamaya" girişmiş ve bu karmaşık, zengin, sonsuz
çeşitlilik gösteren dünyayı ve onun içindeki aynı derecede
karmaşık ve çeşitli yaşamlarımızı, tuhaf bir şekilde oldukça
sıkıcı bulmamız gerçeği üzerine kafa yormuştur. 15
Dolayısıyla da, beşikten mezara yolculuğumuz sırasında
yaklaşık 250.000 kez çenemizi ayırdığı tahmin edilen esne­
menin kolayca anlaşılamaması şaşırtıcı değildir. Bu konuya
getirilen açıklama sayısının kabarıklığı, işin temellerinin

89
mevcut açıklamaların ötesinde yattığının açık bir kanıtıdır.
İşin özünde esneme derin bir nefes almadır. Bu, esneme­
nin olası nedenlerinden birini gösteriyor olabilir: Uykulu
olduğumuzda daha az nefes alırız, dolayısıyla da kandaki
oksijen düzeyi düşer. Esneme kandaki oksijenin düzeltilmesi
gereksinimine bir yanıttır. Oysa maalesef uykuluyken oksi­
jen solumak esnemeyi engellememektedir. Teorinin çöküşü!
Diğer teorilerdeyse, esnemenin bulaşıcı niteliği üzerine
yoğunlaşılmıştır. Maymun gözlemcilerine göre, bir maymun
esnediği zaman, esnemesi -buna alfa esnemesi diyelim­
yalnızca diğer maymunların da esnemeye başlamalarına
neden olmakla kalmayıp, yerlerini değiştirmelerine ve farklı
davranış şekillerine girişmelerine de yol açmaktadır. Belki
de esneme, bir iletişim ve sosyal davranış düzenleme aracı,
"Burası sıktı, kalkın gidelim! " anlamına gelen bir çeşit işa­
rettir. Bu açıklamanın da aksayan yönleri çoktur. Öncelikle,
esnemenin yayılışı daha ziyade rasgeledir ve maymunlarda
bile esaslı bir esneme furyası ile konum ve davranış değişik­
liği arasında ancak zayıf bir bağ bulunması, böyle bir neden
sonuç ilişkisinin olasılığını azaltmaktadır. İkincisi, -bizden
çok farklı bir dünya görüşüne sahip olan- maymunlara
bakarak kendi davranışlarımızı yorumlamaya çalışmamız
her zaman için risklidir. Dahası, bütün omurgalılar esner­
ler ve bir mavi baştankaranın veya bir timsahın esnemesi
üzerinden insan esmesiyle ilgili yargılara varmaya çalışmak,
hayal gücünü epey zorlamak anlamına gelir. Üçüncüsü,
insanlar yalnızken de gayet sıkça esnerler ve bir başına kal­
mış esneyicinin hayali kişilerle iletişim kurmaya çalıştığını
öne sürmek biraz umarsız bir çaba olur. Dördüncüsü, insan
fetüslerinin on birinci haftadan itibaren esnemeye başla­
dıkları bilinen bir gerçektir. Hücre hapislerinde genellikle
yalnız olduklarından, işaretleşecekleri bir kimse de olamaz.
Rahim dışı hayatın kendilerine sunacağı sıkıcı nutukları
öngörmüş ya da rahim içi yazgılarından sıkılmış olma ola-

90
sılığı da düşüktür. Dünyanın ancak boğuk söylentilerden
ibaret olduğu dokuz aylık bir yalnızlık bizler için biraz
sıkıcı olabilir belki ama canlı bir noktacıktan, gayet güçlü
gereksinimleri ve hakları olan üç buçuk kiloluk bir bebeğe
dönüşme süreci, bir fetüsü yeterince meşgul ediyor gibidir.
Beynin farklı kısımlarının etkinliğini gösteren görüntüle­
me teknikleri sayesinde, esneme konusunda ilginç gerçekler
açığa çıkarılmıştır. Deneklere, esneyen insanların bulunduğu
görüntüler izlettirildiğinde, genellikle sosyal işaretlere yanıt
vermeyle ilişkili beyin kısımlarının parladığı görülür. Bu
parlama, deneklere rasgele ağız hareketleri izlettirildiğinde
gözlenenden farklıdır. Bununla birlikte beynin parlayan yer­
leri, "ayna nöron" sistemiyle ilişkili kısımlar değildir. Ayna
nöron sistemi gözlemlediğimiz bir davranışı taklit etmek
istediğimizde devreye girer. 1 6 Bilim insanları buradan yola
çıkarak, bulaşıcı esnemelerin belirli düzeyde anlama gerekti­
recek gerçek birer taklitten ziyade, otomatik oldukları sonu­
cuna varmışlardır. Yalnız bu sonucu da, şimdi göreceğimiz
üzere biraz ihtiyatla ele almak gerekir.
Esnemenin en basit ve bana en makul görünen açıkla­
ması, bunun akciğeri koruyucu bir refleks olması: Esneme,
akciğerin gereği kadar şişmesini ve süngersi akciğer dokusu
içindeki baloncukların, yani oksijen ve karbondioksit alışve­
rişinin gerçekleştiği alveol adı verilen yapıların sönmelerini
engeller. Bu açıdan biraz öksürüğe benzer ama biz, aynı
öksürükte olduğu gibi, insan kafasına giren veya çıkan
havanın yerinde duramayıp başka işlere de karıştığını artık
öğrendik. Biz insanlar, esneyen diğer hayvanlardan farklı
olarak, esnemelerimizi, "genellikle istemsiz esnemeye yol
açan durumları" ifade etmek için kullanırız. Bizler başka­
larıyla birlikte esnemekle kalmaz, onlara karşı da esneriz.
Esnemek, aynı gülünmek gibi yaralayıcı bir durumdur;
sıkıcı bulunmak, sıkılmaktan bile daha can sıkıcıdır. Esne­
menin görünüşte istemsiz ve dolayısıyla da çok samimi bir

91
tepki oluşu, onu daha da ezici bir eleştiriye dönüştürür.
Kuşkusuz, sıkılmanın bir ifadesi olarak, kasıtlı olarak da
esnenebilir. Yanımızda birileri varken esnediğimizde, kibar­
lık bunu ağzımızı elimizle kapayarak yapmamızı gerektirir;
böylelikle yanımızdakilerin hem soluk verdiğimiz havayı
solumalarını hem de sirk sahnesine benzer ağız boşluğu
yapımızı görmelerini engellemiş oluruz. Ancak biyolojik
etkinliğin yerine getirilebilmesi için, örtme işinin kesintili
olarak yapılması gerekir. Dolayısıyla da kibar esneyici,
tamamen kapatmak yerine ağzını eliyle ardı ardına pat
patlayarak görevini ifa eder. Bu hareket, yeri geldiğinde
esnemeyi ve esnenilen kişiyi ifade etme amacıyla da kulla­
nılır. Bu küçük hareket sarsılmaz bir temsil gücü taşır: Bir
akşam yemeği randevusu, bir dış ülke seyahati, bir iş veya
bir evlilik, bir ağzı pat patlamaktan ibaret olan bu hareketle
özetlenip, yargılanabilir.
Kendimizi içinde bulduğumuz ve kanıksadığımız bu
dünyaya üstünlüğümüzü göstermenin bir şekli olarak esne­
me, bizi sinirbilimcilerin gözlemlediği otomatik hareketler­
den, numaracı maymunlardan ve akciğerlerin narin yapısını
veya kandaki oksijen düzeylerini koruma faaliyetlerden çok
uzak bir konuma taşır. Esneyecek bir şey olmasaydı, onu
arar bulurdum.
Hapşırma öksürükten daha az karşımıza çıkar ve ile­
tişimsel rolü daha zayıftır. Hapşırarak dikkati üzerimizi
çekme tipik bir davranış şekli değildir. Oysa biyolojik amaç
çok benzerdir, yalnız bu sefer tetikleyici, tozlar, polenler,
istilacı virüsler, enfiye vs ile burun veya boğaz mukozasının
tahrişidir. Mekanizması biraz daha karışıktır. Burundaki
sinir uçları uyarılır ve uyarılar trigeminal gangliyonlar·
üzerinden, beyin sapında yer alan bir dizi nörona ulaşır ve
bilin bakalım bu nöronlara ne ad verilir: "Hapşırma nöron­
ları". Bu nöronlar, uyarıları yüz siniri aracılığıyla gerisin geri


Trigeıninus sinirinin duyusal lifler içeren kökü. (ç.n.)
92
burun boşluklarına göndererek, buradan sümük salgılan­
masını, bazen gözyaşı bezlerinden birkaç damla yaş çıkma­
sını ve göz çevresindeki kasların kasılarak gözü kapatmasını
sağlarlar. Hapşırma merkezi aynı anda omurilik aracılığıyla
solunum kaslarına da uyarı gönderir ve kuvvetli bir soluk
verme hareketi açığa çıkar. Bu yolla, sorun yaratan mad­
denin yıkanıp süpürülmesi ve solunum patlamasıyla, (son
birkaç yüzyıldan beri) bir mendilin içine ya da (milyonlarca
yıldan beri) elin tersine fırlatılıp atılması mümkün olur.
En ufak bir anı parçası, en üstünkörü araştırma, dipsiz
kuyuların açılmasına neden olur. Ucundan kurcalamaya
başladınız mıydı, kendinizi bir ummanın içine düşmüş
buluverirsiniz. Bundan sonra hapşıran birine "çok yaşa" •
derken, bu sözün ne kadar eski, ne kutsal bir hikayesi
olduğunu hatırlayın.17 Bu hitabın, Tıberius Caesar'dan,
vebaya, İzlanda'ya, Ekvator Afrikası'na, hatta Tayland'a
kadar uzanan bir tarihçesi vardır. Melankolik ve içine
kapalı bir adam olan Tiberius Caesaı; "her hapşırdığında
hizmetkarlarının kendisine hayır duada bulunmasını zorun­
lu tutmuştur"; kara ölüm adıyla anılan veba, zihinlerde
hapşırmayla korkuyu birleştirmiştir; İzlandalılar Tanrı'dan
yardım istemişlerdir; Kaşif John Hanning Speke, 19. yüzyıl
Ekvator Afrika'sında yerliler arasında dinle ilgili rastladığı
yegane izin, "birisi hapşırdığında Arapça bir söz veya dua
söylenmesi" olduğunu kaydeder; son olarak Tayland'da,
Dünyanın Yüce Hakiminin, içinde gelmiş geçmiş bütün
insanların yaşam ve ölümlerinin kayıtlı olduğu defterin
sayfalarını sürekli olarak çevirdiğine ve senin sayfana her
geldiğinde hapşırdığına inanılır.
Ksenophon'un Anabasis (Yukarıya Yükseliş) adlı eserin­
de, Yunanların Perslere düzenlediği seferin öneıiıli bir anın­
dan bahsedilir. Atinalı bir general olan Ksenophon, askerleri

• İngili7.c:ede "çok yaşa" yerine kullanılan ve " (Tanrı) seni kutsasın" anlamı­
nı taşıyan "bless you" ifadesinin hikayesi anlanlıyor. (ç.n.)

93
motive ettnek için bir söylev vererek, kendisini özgürlüğe
veya ölüme dek izlemelerini ister. Söylevin sonunda asker­
lerden biri hapşırınca bu, tanrıların desteğini gösteren bir
işaret olarak kabul edilir ve herkesin morali yükselir. Oysa
korkunç bir katliamla sonuçlanan Borodino Muharebesi
öncesinde, Napoleon'un sabahın erken saatlerinde hapşır­
ması pek de hayra alamet olmamış, çarpışma 80.000 ölü,
sayısız yaralıyla sonuçlanmış, üstelik olumsuz sonuçları
önce Rusya'ya, ardından Fransa'ya yayılmıştır.18 iki mil­
let arası hapşırıksal ilişkilerin daha az tahripkar bir başka
örneği, aristokrat sınıftan bir İngiliz kızının Almanya'da bir
otobüste hapşırmasıyla ilgilidir. Önünde oturan orta yaşlı
Alman beyefendinin Gesundheit! demesi üzerine kız yavaş­
ça döner ve "Ah, İngilizce biliyorsunuz demek! " der.
Çok açık olmayan nedenlerle, hapşırma oldukça keyifli
olabilir. ("Kuru öksürükten" yakınıldığı halde, kimse "kuru
hapşırıktan" yakınmaz) . Aslında, tam olarak gelmeyen bir
hapşırmanın eşiğinde durmak çok can sıkıcıdır; bu, minik
bir orgazmdan mahrum kalmaya benzer. İnsanların yüzde
25'i, "fotik hapşırma refleksine" sahiptir: Ellerini çabuk
tutup da güneşe veya kuvvetli bir ışık kaynağına bakabi­
lirlerse, başlangıç aşamasındaki hapşırığı, hapşırma hissi
kaçmadan tam bir patlamaya dönüştürmeyi başarabilir­
ler. Enfiye kullanıcıları hapşırmayı bir eğlence etkinliğine
dönüştüren kişilerdir; bedenin sahibini anlık olarak ele
geçiren bir esrimenin peşinde, burun deliklerini, mendillerini
ve başparmağın tabanıyla kas kirişleri arasındaki küçük deri
kıvrımını ( "anatomik enfiye çukuru" ) tütün tozuyla siyaha
boyamaktan kaçınmazlar.
Bu bizi bir önceki örneğimize, (genellikle) sözsüz nefes
almayla özdeşleşen orgazma götürüyor. Özellikle de -doğ­
rudan nefes almayla ilişkili olduğundan- kadın orgazmına
ve bilhassa da -az önce üstü kapalı olarak değindiğimiz
genel prensip uyarınca- gerçeğinin taklidi olan kadın

94
orgazmına ... Kadın orgazmının en çarpıcı veya aleni yönü,
orgazma eşlik eden veya yaklaştığını haber veren kesik
kesik nefes alma, inleme, iç çekme, küçük şaşkınlık ve haz
çığlıkları atma etkinlikleridir. Orgazmların illa bu kadar
gürültülü olması gerekmese de (nihayetinde her şey inle­
melerden ibaret değildir), çıkarılan bu sesler erkek aşığın
iyi bir aşık olduğunu, sevişmesinin hoşa gittiğini, kadının
ruhuna ulaşma ayrıcalığına sahip olduğunu, "ilaç gibi gel­
diğini" gösterir. Dolayısıyla kesik kesik nefes alma birçok
şey ifade eder ama hiçbiri kesin değildir. Bunların arasında
yaşananlardan duyulan memnuniyet, performansa övgü de
yer alır ama kesik kesik nefes alma her şeyden önce " beni
başka bir aleme, çok özel bir beraberlik yaşadığımız çok
özel bir yere götürdün" der. Yahut da aslında bunların hiç­
birini demiyor olabilir. Cinsel yakınlığın en uç noktası bile
saklı bir belirsizlik içerir.
İşte en sonunda pek o kadar kibar olmayan ama insan
yaşamında daha fazla yeri olduğunu söyleyebileceğimiz
homurdanmaya geldi sıra. Bu konu o kadar geniş ki, konu­
yu memnuniyetsizliği belirten ve kendi başına bir onayla­
mama ölçütü olan bir homurdanma çeşidiyle, burnundan
solumayla sınırlandıracağım.
Gırtlağın derinlerinden kopup gelerek hoşnutsuzluğu
belirten "offf" sesi, görünüşteki kabalığı, yöntemlerinin
dolaysız fizikselliği ve ortaya çıktığı durumların soyutluğu
ve inceliği arasındaki uyuşmazlıkla dikkati çeker. Çoğu
kez bastırılmış bir havlamaya benzeyen bu ses, akustik bir
kütle, dil gelişiminin ilk dönemlerinden kalma bir eskiçağ
ünlemidir. Böyle olmakla birlikte, ortaya çıkışı daha ziyade
oldukça ileri düzey uyaranlarla tetiklenir (büyük boy siyasi
gazetelerde gördüğümüz, adına "dünya" denen şu kavram­
sal nesneler, sınırsız söylentiler yumağını ilgilendiren yeni
modalar ve akımlar hakkındaki haberler türünden şeylerle).
Bu nida, aşırı kilolu bedeni bu sesi çıkarmaya gayet elverişli

95
olan işletmeci tipiyle özdeşleşir daha çok. Bunlar, gerek
etraflarında olup bitenlerin büyük bir kısmıyla sürekli bir
anlaşmazlık halinde olmaktan, gerekse yukarıda belirtilen
aşırı kilolardan kaynaklanan bir hipertansiyondan musta­
rip tiplerdir. Obezite, soluk verme sırasında bir olumsuz­
lamayla çarpışarak çıkan boğuk oflama sırasında titreşen
gıdıların bir tezahürüdür. Bu beden pekala bir özel okulda
eğitim görmüş ve hatta bir dönem orduda görev yapmış
olabilir ancak büyük olasılıkla kazayağı desenli ceketiy­
le arz-ı endam eden bu zat, sırf yenilikler ayrıcalıklarını
tehlikeye sokabileceği için, yeniliklere karşı olacaktır. Bu
kentsoylu beden, oflamalarını çoğunlukla kapalı, özellikle
de kent içi kapalı mekanlarda, daha doğrusu Centilmenler
Kulübü'nde gerçekleştirecektir. Benzer kafa yapısına sahip
olanlarla çevrili olduğu bu mekanlarda, oflamaları benzer
oflamalarla onaylanacağından, oflama eğilimleri daha da
güçlenecektir. Oflama sıklıkla, bir gazete sayfasının hiddet­
le çevrilişini ve orada oflanmayı hak eden yeni bir rezaletin
görülüşünü takip eder. Bir önceki paragrafta ortaya konul­
duğu üzere, basmakalıp davranış üretme ve tanıma kolay­
lığından, oflayıcılar ve oflananlar da nasibini almaktadır.

Son Esintiler

Kafanın içinden geçen sonu gelmez hava akımları reper­


tuvarını ne kadar istesek de tamamlayamayız. "Mımrn"­
lama, "hımm"lama, ahayıp ohlama; şaşkınlık veya acıdan
soluğu kesilme; içini çekme, burnunu çekme, horlama ...
Kendini eğlendirmek ve rahatlatmak; karanlığı sevilen bir
melodiyle doldurarak bazı tekinsiz sakinleri korkutmak,
hatta sihirli bir dokunuşla evcilleştirmek; birinin orada
olduğunu veya şaşkınlığı bildirmek ya da cinsel taciz
gibi çok farklı işlevleri olan ıslık çalma... Ve öteden beri
komedyenlerin temel güldürü malzemesini oluşturan sarhoş

96
taklidinin ayrılmaz parçası: Aniden sonlanan kısa bir soluk
dilimi olan hıçkırık. Yahut -havalıdan ziyade özlü bir anla­
tun çağrıştıran- "cık cık"lama. Ve dahi, 1 960'ların başında

anavatanından kısa süreliğine İngiltere'ye göç eden, göğüs


sesinden kafa sesine ani geçişlerle şarkı söyleme şekli olan
"yodelling" . Tabii bisküviler yolunu şaşırdığında veya ağız­
dan çıkacak sözcükler bir duygu seli altında boğulduğunda
ya da bir oyuncu şok veya şaşkınlığı ifade etmeye çalıştığın­
da uzun bir "Pıfff! " şeklinde çıkarılan o tükürüklü püskür­
me sesini de unutmamak lazım. Bu safkan hava oyunlarına,
bir de harikulade melez kardeşlerini eklemeden geçmeyelim:
Kahkaha veya hayreti bastırmaya çalışırken istemsizce
patlayan "gülüp-öksürüp-soluğu kesilip-tükürüklü püskür­
me" ; sigara dumanı üfleme çeşnili "sırıtmalı-esneme" ;
anaerobik kaş çatma ve kafa sallamaya eşlik eden "cık cık­
lama" ... ve zincirleme hava olayları (esnemeden kahkahaya
veya düşüncesizce atılmış bir kahkahadan ürkek ve kınayan
kesik kesik soluklara geçiş). Hepsinden farklı bir yeri olan
destekli, dönüşmüş, enstrümantal (trompetsi, trombonsu,
flütsü vb) soluk verişleri de atlamayalım.
Bu liste saymakla bitmez ama ben bu bölümü, aynaya
baktığımızda gördüğümüz anatomik yapıdan ve 2. Bölüm'de
incelediğimiz sayısız salgıyı üreten fizyoloji ustasından ne
kadar uzaklaşmış olduğumuza kısaca değinerek bitirmek
istiyorum.
Bu bölümde, biz kafalı yaratıkların, kafalarımızın bize
sunduğu �lzemeden, çok çeşitli amaçlar doğrultusunda
kafalarımızdan sızan ter, sümük ve gözyaşı gibi salgılardan
nasıl yararlandığımız hakkında fikir sahibi olduk. Bu maha­
retli fizyolojik salgıları, gayet maharetli bir şekilde hiç de fız­
yolojik olmayan, insana mahsus sembolik amaçların emrine
amade edişimiz, insanlığın kültür ve tarihine dokuyuşumuz,
kendi kafalarımızdan uzaklaşmamızın çarpıcı kanıtlarıdır.
Kafa kendini aşmıştır.

97
Bu bölümde en basitinden bir malzemenin, bedenimize
girip çıkan ve kendi fizyolojik faaliyetlerinden başka derdi
olmayan havanın bile, insansı devinimleri dönüştürerek
biyolojinin ötesine taşıyabildiğine tanık olduk. Ve bu daha
başlangıç. Kafa rüzgarlarının en güçlüsü olan konuşmanın
sınırsız olasılıklar dünyasına adım atmak üzereyiz şimdi.
5 . Bölüm

Hava Aracılığıyla İletişim

Çagımız sesli harfler cagıdır; önceleri cırcırböcegi seslerinin


cagıydı; daha da önceleri ise agaclann arasında esen rüzgCır­
lann cagı.
Gottfried Benn, Primat Vision

1 00.000 yıldır eserek 6 milyar kafanın yarattığı bir


fırtınaya dönüşen bu güçlü rüzgar, bireysel ve kolektif
bilinçlerimizin kendini var ettiği bir olasılıklar alanı açmış­
tır. Bu konuya, sonunda yenilgiye uğrayacağımı bile bile
başlıyorum. Konuşma hakkında konuşmak zor iş. Konuş­
ma kendisini nasıl ifade edebilir ki? Aslında yanıt soru­
nun içinde saklı: Konuşma, her tür konuşmayı kapsayan
"konuşma" sözcüğünü de içerir; bir de bütün cümleleri
ifade eden "cümle" sözcüğü ve bütün sözcükleri kapsayan
"sözcük" sözcüğü var. Bu yüzden de, bütün sözel bakış
açılarının üzerinde bir sözel bakış açısına sahip olduğumuz
yanılsamasına kapılırız. Didik didik dağılmış şeyleri çekip
bir araya getirmek için sözcüklerimiz vardır ve bu derleyip
toplama işi de konuşmadır. İnsan dilinin en temel ve belirgin
gerçekliklerinden biri de, baştan aşağıya üstdillerle -dilin
dili- örülü oluşudur. Kendilik bilincinin en zarif şekilde ince
ince işlendiği yer olan konuşma, kendisinin bilincindedir.
Konuştuğum zaman, ne konuştuğumu, niye konuştuğumu,

99
kiminle konuştuğumu, konuşmayla nereye varmak istediği­
mi ve konuşuyor olduğumu bilirim.
Baş döndürücü bir alana girmiş bulunuyoruz. Baştan
söyleyelim, konuşma hakkında konuşmaya, insanoğlunun
kendi kendine sad etmiş olduğu bu milyarlarca karaya
vurmuş laftan bahsetmeye çalışıyor gibi görünsek de, yapıp
yapabileceğimiz, bir çocuğun zaten okyanus kumaşından
yapılmış kovasına okyanusu sığdırmaya çalışmaktan öteye
gitmeyecektir.
Konuşma, soluk verilen havanın şekillendirilmesiyle
vücuda gelir. Dudaklar, dil, damak ve gırtlak, mükem­
mel ve hızlı bir uyum içinde çalışarak, bütün o patlamalı
ünsüzleri, dudak ünsüzlerini, duraklıları, duraksızları,
kalın ünlüleri ve sert ünsüzleri itinayla şekillendirirler. Bu
sesler, anlamını ve meramını şıp diye anladığımız sınırsız
karmaşıklıkta telaffuzlarla ilişkidir. Tonlarının ve gürlük­
lerinin alçalıp yükselmesi, söylenenlerin bir beyan mı, bir
soru mu, bir dilek mi, bir serzeniş mi yoksa bir inkisar mı
olduğunu; kibarca mı, kabaca mı, yaltaklanarak mı yoksa
alay ederek mi, bilgilendirmek için mi yoksa yanlış yön­
lendirmek için mi söylendiğini; duyulmasının mı, yoksa
kulak misafiri olunmasının mı istendiğini belli eder. Söz
söylenirken, kendi kendisini alaya alıp gülünçleştirebilir;
kendi samimiyetini protesto edebilir, ciddiyetiyle ciddiyete
davet edebilir.
Böylelikle yaşamın ta kendisi olan soluk, yaşamın
sürekliliğini sağlayan bilincin de ifadesi olur. Atalarımızın
iç dünya ve dış dünya, insan ruhu ve doğal dünya arasın­
daki bağlantıyı sezebilmiş ve bunu pneuma olarak, Tan­
rı'nın ağaçları hareket ettiren, ormanları tek bir vücut gibi
dalgalandıran; karayla suyu birleştiren, kuşların tüylerini
kabartan, bulutları sürükleyen ve mağaraları gümbürdeten
gücü olarak ifade etmiş olduklarını hayranlıkla belirtmiştik.
Konuşmada pneuma, insan doğasını, kolektif anlayışı-

100
mızdan yansıyan doğal dünyayı, insanoğlunun paylaşılan
dünyasını ve bireysel benliklerimizin bağlı olduğu bireysel
dünyaları kapsayan kolektif insan bilincini bir çatı altına
toplar. Bu ikincil doğa, en ayrıntılı ifadesine bir sesler ağı
olan kentte kavuşur; bu öyle bir ağdır ki, her ses orada
paylaşılanla azami ilişki içindedir ve ucu bucağı olmayan
konuşanlar silsilesinin bir parçasıdır. Kentlerin her kafadan
bir sesin çıktığı kakofonisi, insanoğlunun insan türünden
önce var olan rüzgarlara; doğanın, son çocuğu olan insana
karşı kayıtsızlığının bir ifadesi olan fırtınalara bir yanıtıdır
(oysa doğayı içinde taşıyan ve bilen bu son çocuktur).
Uzak dağları titreten gayzerler gibi, farklı şekillerde
üflenerek dışarı dökülen ve duyulur hale gelen düşünceleri­
miz de dünyanın yüzünü değiştirmiştir (bu aktivite sıklıkla
kelimenin tam anlamıyla "gaz verme" teriminin yerini
almaktadır).
Soyutlamadan yararlanan konuşma, şeylerin nasıl şeyler
olduğunu söyler, nasıl şeyler olduklarını yadsır, nasıl olabi­
leceklerini veya olmaları gerektiğini belirtir ve en önemlisi
de, olduklannı söyler. Konuşma bize sabahtan akşama dek,
bebekliğin bitiminden bunaklığın nihayete erişine dek eşlik
eder. Sesli olarak konuşmadığımız zamanlarda, düşünce­
lerimizin rüzgarsız sözleriyle, içimizden kendi kendimizle
konuşmayı sürdürürüz. Kendi kendimizle duygulu ve duy­
gusuz (korku, umut, beklenti), planlı ve plansız konuşuruz,
hatta konuşma planları yaparız. Kendimizi eğitir, cesaretlen­
dirir, yönlendiririz. Hatta düşlerimizde konuşur ve konuştu­
ğumuzu düşleriz.
Kafalarımızın bu denli konuşma düşkünü olabilmesi­
ni, ağızlarımızın otlama, akşam yemeğini yakalama, yuva
dokuma gibi faaliyetlerle meşgul olmamasına bağlayabiliriz.
Bizim ağızlarımız kafamızdan üfürülen bu hafif meltemi
ince ince işlemek için yeterince özgürdür. Konuşma, koordi­
neli bir çalışma gerektirir:

101
Hava akımı şeklindeki hareket enerjisini saglayan körük
benzeri solunum etkinleştiricisi; bogazın alt tarahnda, gırtlakta yer
alan, ene�iyi dönüştüren ses üreteci; bogazın daha yukarısında,
yutakta yer alan ve kişiye özgü ses tonunun kaynagını oluşturan
ses biçimlendirme hnlahcısı ve son olarak, agız boşlugunda yer
alan söz şekillendirme eklemleyicisi elbirligiyle çalışmalıdır. l

İki yaşında bir çocuğun bütün bunları yapmasını bek­


lemek zor gibi görünse de, temel gereksinimlerini -daha
doğrusu taleplerini- ifade etmeyi başaramayan iki yaşındaki
çocuk sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
Demek ki şaşırtıcı olan diğer hayvanların konuşamama­
sı değil, bizim konuşabiliyor olmamızdır. Zaten çok uzun
zamandır konuşuyor olduğumuz da söylenemez (büyük
olasılıkla Cro-Magnon insanlarından bu yana, yani ancak
40.000 yıldır). 2 Yani konuşma biraz geç kalmıştır. Ne şekil­
de başladığı da bilinmemektedir. Bu konudaki ilk kuram,
insanların ilk aklına gelecek şey olduğunu sizin de tahmin
edebileceğiniz üzere, konuşmayı tanrıların göndermiş oldu­
ğudur. Kolektif bilinci cisimleştiren konuşma, tek tek birey­
lerin üzerindedir. Sosyolog Emile Durkheim, bu topluluk
duygusunu bir kutsal varlık fikrine yönelttiğimizi öne sürer.
Günümüzdeyse, tanrıların dilden doğduğunu düşünme
eğilimi tercih edilmektedir: Önce Dünya vardı ve Dünya,
ezelden beri var olan Tanrı kavramını yarattı. Konuşmanın
doğuşunu, doğaüstü güçlerden ziyade doğal güçlerle açık­
lamaya yönelinmiştir. Ne var ki bu tür kuramlar, birçok
dilbilimcinin hor gördüğü, öylesine hikayeler olarak görül­
me eğilimindedirler (kuramlara verdikleri isimlerden bunu
kolayca anlayabilirsiniz).
"Dingdong" kuramı, konuşmanın doğada var olan
şeylerin seslerini taklit ederek ortaya çıktığını savunur -bu
kuram, sessiz şeyler veya soyut öğelerle ilgili sözcüklere
bir açıklama getirilmesini güçleştirmektedir. Bu sınırlılık,

102
ilk konuşanların hayvanların seslerini taklit ettiklerini öne
süren "bow-wow" kuramında daha da belirgindir. Dahası,
bu kuramların ne biri ne de öteki, sözcüklerin kesin anlam­
larını; bunların nasıl farklı şekillerde bir araya getirilmeleri
gerektiğini şarta bağlayan dilbilgisi kurallarını; ya da farklı
şeyleri ifade etmek veya farklı konuşma şekilleri oluştur­
mak (soru, emir, beddua, kutlama vs) için farklı tonlarda
söylenmelerini açıklayamaz. Bu eleştiri, dilin zevk veya
acı inlemelerinden ( "pooh-pooh" kuramı); el hareketleri­
nin söze çevrilmesinden ("ta-ta" kuramı); iş şarkılarından
( "yo-he-ho" kuramı) veya uyarı homurtularından ( " uh-oh"
kuramı) geliştiğini öne süren ve daha fazla umut vaat ediyor
gibi görünen kuramlar için de aynı derecede geçerlidir.
Soluk vermenin bilgilendirmeye dönüşümünü bu kadar
farklı kaynağa atfederek anlamaya çalışırken, bu kaynakla­
rın her birine karşı tetikte olmamız gerekir. Yine de bütün
bu kaynaklar, konuşmaya bir ışık tutarlar: Her varsayımsal
köken, konuşmanın bir yönünü görmemizi sağlar. Dille ilgili
her görüş, bazı şeyleri kendimiz ve başkaları için açıklığa
kavuşturmaya çalıştığımız aşikar olduğuna göre, her şey­
den önce açık sözlü hayvanlar olduğumuzu ortaya koyar.
Solukla verilen havayı, çok farklı şeyleri, gerçekleşebilecek
veya gerçekleşmeyebilecek olasılıkları ifade etmek için
seslere dönüştürme eğiliminin ön koşulu, insanın benlik
bilincine ve maddesel dünya ve diğer insanlarla ilgili bir
bilince sahip olmasıdır. Bu denli yüksek bir benlik bilincinin
ve diğer nesne ve insanlarla ilgili bilincin l<ökeniyse tam bir
muammadır. 3
Konuşmanın, Robert Provine'in öne sürdüğü gibi ger­
çekten de gülmeden geliştiğini kabul edecek olursak, bu
iki şeyi akla getirmelidir.4 Bunlardan ilki, konuşmanın ileri
derecede kurallı, bölümlenmiş ve düzenlenmiş bir soluk
verme oluşudur. Daha önce gördüğümüz üzere, gülmenin
de kendine özgü kuralları vardır. İnsanın kahkahası, gıdık-

103
lanan şempanzenin ileri geri sallanarak kesik kesik nefes alı­
şından farklı olarak, belirli aralıklarla ve k�ntrollü sürelerde
salınan tekrarlanan hecelerden oluşur. Hatta neredeyse, ses
seçimini denetleyen bir kahkaha fonetiği ve tekrarlanan
ses seçimini düzenleyen bir kahkaha dilbilgisi olduğunu
söyleyebiliriz. "Ho ho ho" diye gülmeye başlayan kişi, bu
dizinin arasına "ha" veya "he" seslerini sokamaz. Ve olanla
olması gereken arasındaki farkı kayda geçiren, "Bak sen şu
işe! " diyen kahkaha, hemen hep bir göndermede bulunur;
"durum şudur veya budur" der. Kuşkusuz ikisi arasındaki
fark derindir. Dilin sesleri bir sesler sistemine aittir. Sesbi­
rimleri (fonem) sanki yalnızca diğer sesbirimlerine karşı ses
çıkarıyor gibidirler: Sözel sesin her birimi, diğer seslerden
farklılığına göre tanımlanan bir yere sahiptir. Ve dilin dilbil­
gisi, sınırlı bir kurallar kümesiyle tanımlanmaya direnen bir
karmaşıklığa sahiptir.
Buna rağmen gülme kuramı, dil için merkezi öneme
sahip olan bir noktaya temas eder ve gülme, yetersizlikleri
sayesinde bu noktayı belirginleştirir. Dil beddua etmek,
tehdit etmek ve sonsuz çeşitlilikte konuşmalar yapmak
için kullanılabilir. Bu konuşmaların temel amacı bilgilen­
dirmek değil, karşımızdaki kişinin bilincine sözel yolla
etki etmektir; buna bağlı olarak dil, esas olarak mevcut
durumu ortaya koyar. Gülme de mevcut durumu kaydeder
ama bunu, durumun olması gerekenden farkını kaydederek
yapar. Bununla birlikte bu kaydetme işinin dışavurumu
yetersizdir: "Durumun" şaşırtıcı yönü belirsizdir -atılan
küçük çığlık, büyüyen gözbebekleri, kaldırılan el bunu
açıkça ifade etmez.5 Konuşmadaysa, durumun ne olduğu,
aslında nasıl olması gerektiği veya ne olmadığı (tabii bura­
dan çıkarsamayla olanın ne olduğuyla birlikte) belirlenir ve
ortaya konulur.
Konuşma, olan bitenin net, ayrıntılı, katmanlı ve geniş
bir şekilde ifade edilmesidir. Gerçekte veya halihazırda

104
olmakta olan, genel bir olasılığın yerine gelmesi gibi sunu­
lur. Elbette olan bitenden bahsederken, kendimiz hakkında
da bir şeyler söylemiş oluruz: Bizim biz olduğumuzu belir­
tiriz; kendimizi ortaya koyarız, kendimizin bir görüntüsü­
nü yürürlüğe sokarız. Size bir durumdan bahsettiğimde, bu
konuda ne kadar bilgili olduğumu veya ne kadar yardımcı
olmak istediğimi veya sizin hakkınızda ne düşündüğümü
de ifade etmekteyimdir. Her konuşma eylemi, hem dün­
yadaki bir olasılık hem de kendim hakkında bir dışavu­
rum veya bir taleptir. Söylev veren, konuşan, fısıldayan,
bağıran, tartışan, ikna eden, yatıştıran veya pohpohlayan
kafa, üç noktaya yönelir: Dünyaya, kendi içine veya bir
dinleyiciye.
Konuşmacılar sözcükleri kullanırlar. Sözcükler hepimize
aittir. Ağızlarımız, kendilerinden binlerce yıl yaşlı olan ses­
leri şekillendirirler; dudaklarımız, yıllar önce çözülüp gitmiş
dudaklarda da anlam kazanmış ünsüzleri telaffuz ederler.
Konuşurken, soluk verdiğimiz havaya karışmış tarihi, nefe­
simize karışmış anıları da dışarı dökeriz hiç farkında olma­
dan. Yalnızca kendimize ait olmayan bir dili konuşuruz.
Yine de ödünç alarak sahiplendiğimiz dili, kendimizin en
dolaysız ve en samimi ifadesi olarak kullanırız. Anadilimiz,
lehçemiz, kültürümüz dahilinde, yalnızca kendimize özgü
bir konuşma tarzı olan kendi bireydilimizi yaratırız. Seçti­
ğimiz sözcükler, cümlelerimizin yapısı, aksanlar ve seslerle
oynama şeklimiz vb, ortak dili yalnızca bize ait hale getir­
me yollarıdır. Konuşmanın bize özgülüğünü, kibarlık veya
kabalık, yardımcı olma veya zorluk çıkarma eğilimi, cehalet
veya bilgililik, hüzün veya neşe gibi ayırt edici özelliklerin
yanı sıra, anlamsal diziliş veya taklit ya da tekrarlamaların
kendine has karışımı da belirler.
Ayrıca bütün bu sesler, bir benzeri daha bulunmayan
kendi ses tonumuzla dile getirilir: "İnsan olmanın temelinde
ses tonu yatar. " 6 Sesin tonu ve tınısı, ahengi ve ahenksizliği,

105
o kişinin "içinde" neler olduğunu sezdirir. "Ses habbesi" •
bedenle, o bedenin dünyadan geçerken bıraknğı iz ve in­
sanoğlunun dahil olduğu zihinler birliğinin kesişimindedir.
İçli sesinde gece tonları taşıyan kız, Doğu Londralıların
insanın içine işleyen sinek vızıltısına benzer şivesi, başpis­
koposun yumuşak, yuvarlak çakıl taşları üzerinden yağ gibi
akan yumuşak sesi ... bu sesler geldikleri ülkenin ambiyansı­
nın birer ifadesidir.
Öyleyse konuşma, sınırsız, ucu bucağı olmayan bir
ummandır; d urmaksızın işleyen ağızlarımızdan çıkan olası­

lık baloncuklarıyla şişen ve şekil verilmiş havadan mürek­


kep bir "olabilirlikler" denizidir; sayısız konuşmacının
evrenleri birbirine bağladığı bu denizde, soyutlama fırtı­
nalarının getirdiği hüzün ve neşe, savaş ve barış, aydın­
lanma ve yozlaşma hüküm sürer. Solukla verdiğimiz hava
sayesinde, Manchester'da otururken Letonya hakkında
önyargılı yorumlarda bulunabiliı; yeni ekonomi modeli
ile ilgili görüşlerimizin onaylanmasını, yeni gömleğimizin
yakışnğının söylenmesini bekleyebiliı; aldatan sevgiliye lanet
yağdırabiliı; savaş dedikodularına iç çekebiliı; güzel bir yüz
veya uzak bir gezegenden hoşnutlukla söz edebiliriz. Bir
dokuma tezgahına benzeyen kafalarımız, sözcükleri kul­
lanarak devasa bir kumaş dokuyabilir; nesnelerden değil,
olgusal gerçeklerden oluşan bir dünyadır bu.
Konuşmanın sağladığı etkileşimler sayesinde, bir neslin
kafalarının kolektif aklı üst üste konabilir ve her nesil,
önceki nesillerin bilincinden -deneyimlerinden, acılarından,
keşiflerinden, bilgeliğinden- yararlanabilir. Yalnızca birkaç
bin yıl önce, insanoğlunun kolektif kafalar birliğinin yazıyı
bulmasıyla, olasılık uzayı insan bedeninin çok ötesinde
boyutlara ulaşmış ve milyarlarca bilinç akışının tortusu
olan bilinç, bir nesilden diğerine aktarılarak çığ gibi büyü-

• Roland Barthes'ın "The Grain of Voice" başlıklı makalesine gönderme.


(ç.n.)
106
müştür. Yazı, çok kısa süre içinde yaşamlarımızda o kadar
baskın hale geçmiştir ki, neredeyse konuşma ile kafadan
geçen hava akımları arasındaki bağlannyı unutacak hale
gelmişizdir.
Dil uzmanları, konuşma mucizesini açıklığa kavuştur­
mak için fonoloji (sesbilimi), fonetik (sesbilgisi), fonemik
(sesbirimi bilimi), morfofonemik, sentaktik (sözdizimi),
semantik (anlanbilimi), semantik sentaks, pragmatik (edim­
bilim), stilistik (biçembilim), sosyolinguistik (toplumsal dil­
bilim), fizik, nöroloji, sosyoloji ve antropoloji alanlarında
çalışmalar yapmaktadırlar. Bütün bu bilimler, konuşmanın
kendisini daha fazla konuşmayla, ifadelerin altında yatanı
ifade etmeye ve onlara kesin anlamlar kazandırmaya yöne­
lik küçük tartışmalarla zapt etmeye çalışır. Hal böyleyken,
başkalarının söylediklerinin çoğu bizi sıkar. Konuşma
gevezeliğe dönüşür ve sohbet neredeyse, "nefesini tutan
tarafın dinleyici olarak adlandırıldığı sessel bir yarışma"
halini alır. 7
Çıkardığımız milyon parçaya ayrılmış sesler, zamanın
tozuna bulanmış; çoğalan kalabalıklar tarafından milyar­
larca kez tekrarlanan sohbetler, yorgunluğa boğulmuş­
tur. Klişelerle, beklenen yanıtlarla kirlenmiş konuşmalar;

r�smi, sahte, ortalama, neşeli kavrayışların tazeliğinden


uzak, sıradan ifadeler, hepimizi bıktırır. Konuşmanın sonu
gelmez. Birbirimizle konuşmadığımızda, kendi kendimize
mırıldanırız. Kafalarımız dışa vurulan veya vurulmayıp
sessiz kalan düşüncelerle çınlar. Son hastalığımızı sözcükler
içinde yaşarız ve parçalanan benliğimize ve arnk sonsuza
dek sohbetimizden mahrum kalacak diğer herkese fısıldaya
fısıldaya ineriz mezara.
Nihayetinde biz de, konuşamayan hayvanlardan daha
güvende değiliz; içinde yaşadığımız bu devasa, çok katmanlı
baloncuk gün gelip patlayacak. Şu an için baloncuğu hava­
da tutabiliriz. Bedenimizin yaranlmasını sağlayan organik

107
süreçlere yabancı amaçlar için kafamız tarafından kapana
kıstırılan havada nice bilgiler ve bilgisizlikler, nice üzüntü­
ler ve sevinçler taşınır. Akciğerlerimiz dışarı attıkları kirli
havayla neler neler yapıldığını bilselerdi, herhalde hayrete
düşerlerdi.
ikinci Felsefi Arasöz

Kafamın Keyfini Sürmek ve Cefasını Çekmek

Baş veya diş ağrısı çeken veya uzun zamandır beklenen


güneşin ılıklığını hisseden ya da insanın hararetini alıp
susuzluğu dindiren bir bardak soğuk su içen hiç kimse,
kendisinin bir dereceye kadar kafasıyla özdeşleştiğinden; o
olması gerektiğinden şüphe duymamışnr. Bu tür deneyimler,
deneyimlerimizin nakledilebilir olmadığını şiddetle hanrlanr
bize. Şu ağrıyan diş, dayanmamız gereken ve dolayısıyla da
bir anlamda yaşamamız gereken bir şeydir.
Aslında tam da böyle olduğu söylenemez. Daha önce
belirttiğimiz üzere, bedenimizin dikkatimizi yönelttiğimiz
hiçbir kısmıyla tam olarak kendimizi özdeşleştiremeyiz.
Bununla birlikte, zorunlu olarak ağrıya odaklanmak ağrılı
kısımla aramızdaki mesafeyi azaltır. Ağrı insanı bir girdap
gibi içine çeker ve ağrının dışında kalıp da yine de ben olan
içeriye pek yer bırakmaz. Bu durum, ağrıyan yer ayakta değil
de kafadaysa daha da baskındır. Ağrıyan diş ayaktan (ister
ağrısın ister ağrımasın), daha yakın planda ve kişiseldiı:
Acı çekmek, bir şeye sahip olmak ile onunla bütünleş­
menin, onun tarafından ele geçirilmenin tam orta noktasın­
dadır: Önce "dişimde bir ağrı var" deriz, sonra bu, "dişim
ağrıyor"a, ardından " bu diş ağrısı beni benden aldı"ya
dönüşür. Başlangıçta " bir ağrımız vardır", giderek bu ağrı
bizi ele geçirir, adeta biz o ağrı oluruz. Ağrı ilk etapta, ben
ve benliğim arasında bir kesinti yaratır. Ağrının geçeceğini
ve bir daha onu yaşamak zorunda kalmayacağımı umarak
yatmaya giderim. Eğer ağrı devam ederse, er ya da geç
benim dışımda olmaktan çıkar ve asıl "dışarıda kalan ben"
olurum . Yıllarca çene kanserinden çeken Sigmund Freud,
yaşamının son yıllarına doğru kendisini "bir acı okyanusun­
daki küçük bir ada" olarak tanımlamıştır.

109
Vücutta belirsiz bir şekilde konumlandırılabilen açlık
ve susuzluk, bir şeye sahip olmak ile onunla bütünleşme,
onun tarafından ele geçirilmenin tam orta noktasında daha
dengeli bir konuma sahiptir. Bu nedenle, sözde stoacı İngiliz
"1 am hungry/thirsty" (açım/susuzum) derken, Fransız'ın
"1 have hunger/thirst" ( "J'ai faim/soif"; bende açlık/susuz­
luk var) demesi ilginçtir. Kimin daha aç olduğunu İngiliz
daha iyi anlamış görünüyor: Henry Miller'ın dediği gibi,
"açlıktan kıvranan adam, kocaman doymamış bir mideden
ibarettir" . Öte taraftan, her iki ülkenin vatandaşları da
yorgunlukla ilişkileri konusunda aynı fikirdedirler. Belki de
yorgunluğun doğası gereği tüm bedene yayılması, bedenin
belirli bir bölgesinde konumlandırılamaması nedeniyle,
denizin iki yakasında da yorgunuzdur; "yorgunluğumuz
var" • • demeyiz.
Bana yakın planda ve kişisel olan bu ağrıyan kafa
"ben'im"; ancak yine de ağrı kişisellikten uzaktır. Bu, ağrı­
nın kaynaklarını düşünürsek (örneğin ağrıyı bedenimdeki

genel bir sürece, mesela çürüyen dişe bağlayabilirim) açıkça


belirgindir; öte yandan ağrı, bariz içeriğiyle de kişisellikten
uzaktır. Herkese ait veya hiç kimseye ait değildir; yine de
kişisel benliğimin her köşesini doldurur, benliğimde filizle­
nen kişisel, seçilmiş, işlenmiş anlamları zehirler. Kimsenin
adını taşımadığından ama yine de onu yaşamak zorunda
kaldığımdan, ben olmadığı halde onun dışına da kaçamadı­
ğımdan, tam olarak bir anlam yokluğu olduğu da söylene­
mez; daha ziyade bir pozitif karşıt-anlamdır.
Aynı anda hem yakın hem yabancı hem de kaçınılmaz
bir niteliğe sahip olan fiziksel acı, bilinçli benliğin daha dola­
yımsız sezgilerden, dünyaya, yaşama fışkırmasıdır. Ne oldu­
ğumuza, ne haline geldiğimizden çok daha yakın -başka her
şeyden daha yakın- gibi görünmesinin nedeni budur: Karşıt


[İng.] We are tired, [Fr.] Nous somınes fatiguCs. (ç.n.)
•• [İng.] We have tiredness, [Fr.] Nous avons fatigue. (ç.n.)
1 10
anlamın (ön anlamın, anlamsızlığın) ortaya çıkışı, dünyaya
inen ama dünyanın kendi içinden inen bir uzaylıya benzer.
Ağrının bu kadar aşina oluşu belki de bundan ötürüdür.
Kafamı çarptığımda, ağrı hissi beni içinden uyanıp bilinç
kazandığım hayvana, bir zamanlar olduğum bebeğe bağlar.
Demek ki acı çekmek, "tam da kendimiz olmayan"
bedenle çelişkili ilişkimizi öne çıkarır; her an bizi, kendi
seçimimiz olmayan bir endişe gündemiyle karşı karşıya
bırakıp, olmadığımız bir şeye dönüştürebilir. Ve bu durum,
mesela ağız gibi, bedenimizin en çok sahiplendiğimiz kısmı
için de geçerlidir. İşte bu noktada, derinden derine ve tutarlı
bir şekilde sizin vücut bulmuş benliğiniz olan şeyin, sizinle
hiç ilgisi olmayan özelliklere sahip olduğu ortaya çıkar:
Dişlerimizin arasında ötekiliğin hançerleri gizlidir. Yalnız
uyuduğumuzda bile, potansiyel bir düşmanla uyuyoruzdur.
İyice kasvete bürünmeyelim ve biraz da "kafasal" zevk­
lere bir göz atalım: Bir yaz sabahı yürürken taze meltemin
yanaklarımızda bıraktığı haz; leziz yemekleri veya sevgilimi­
zin dilini ağzımıza alışımız; kafamızı birinin koluna yaslayı­
şımız. Ne yazık ki bütün bunlar, bu hoşa giden, hatta peşine
düşülen şeyler, acıyla kıyaslandığında çok nahif ve hafif
kalırlar. Bedensel şansımızın hep yaver gitmeyebileceğinden
korkarız. Haklıyızdır da.
6 . Bölüm
Havasız İletişim

Hiç can acıtmayanlar incitme gücü varken


Her şeyi yapabilir görünüp yapmayanlar
Kaya gibi duranlar başkasını sarsarken
Tamaha sırt çevirip haram şey kopmayanlar
Hepsi kendi yüzünün sahibi efendisi;
William Shakespeare, XCIV. Sone*

İnsanlar arası iletişimin en zengin, en incelikli, en güçlü


aracısı, kafanın deliklerinden dışarı verilen havadır. Bu hava
yeryüzünü değiştirmiştir. Buna rağmen kafa, havasız da
iletişim kurabilir. İletişim, sesli olduğu gibi, görünür de ola­
bileceğinden, kafa tek bir sözcük bile sad etmeksizin -her
ne kadar bu sessiz işaretlerin bağlamı sıklıkla sözcüklerle
ifade ediliyor olsa da- çok geniş anlamlar taşıyan sessiz
işaretler gönderebilir. Bunun için kafa bir bütün halinde
kullanılarak, onaylama anlamında aşağı yukarı, reddetme
anlamında iki yana sallanabilir; iletişime yönelik hal, tavır
ve bilgileri aktarmak, diğer kafaları bilgilendirmek, uyar­
mak, yönlendirmek, selamlamak için, kafanın yalnızca bir
kısmının kullanıldığı da nadir değildir. Alman filozof G. C.
Lichtenberg'in, yüzü, yeryüzünün en ilginç yüzeyi olarak


Soneler, çev. Talat Sait Halman, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan,
2009. (ç.n.)
113
tanımlaması boşuna değildir.1 Biz de bu uğraşı, başka hiçbir
yüzeye göstermediğimiz keskinlikteki dikkati insan yüzüne
göstererek ödüllendiririz. Yüzleri tanıma ve anlamlarını
çözme -hangi yüzün kime ait olduğunu ve ne ima ettiğini
anlama- yeteneğimiz olağanüstüdür.
Bebekleı; kendilerini içinde buldukları çılgın duyusal veri
kaleydoskopu içinde, yüzlere özel bir dikkat göstermeyi çok
erken öğrenirler. Yeni doğanlaı; yüzleri birbirinden ayıra­
masalar da, yüz kaynaklı uyarılara diğer bütün uyanlardan
daha fazla ilgi gösterirler.2 Bununla birlikte bir iki ay içinde
bazı yüzleri tanır hale gelirler: Anneciğin yüzünün ve sesinin
varlığı veya yokluğu son derece önemlidir; bu yüz dünyanın
güneşidir. Zamanla yüz okumada uzmanlaşırız ve milyon­
larca kişilik bir arşivde, sevilen veya nefret edilen yüzleri
tanıyabiliı; ruh durumunu okuyabiliı; neye hazırlandığını
anlayabilir; bir saniyeden az bir sürede güzel mi yoksa vasat
mı, çekici mi itici mi, nazik mi gaddar mı, neşeli mi sinirli

mi, kötü niyetli mi iyi niyetli mi, dürüst mü yalancı mı oldu­


ğunu görebiliriz.3 Hatta yanakların rengine bakarak dışa­
rıdaki hava durumunu bile tahmin edebiliriz. Dahası, bir
yüze bakarak, dakikasında sahibinin yaşamöyküsü üzerine
büyük miktarda bilgi edinebilir; kendi yaşamöykümüzle
onunkinin kesişimi hakkında kapsamlı bir dosya hazırlaya­
biliriz (bu dosyanın içeriği, o kişinin akrabamız, kardeşimiz,
arkadaşımız oluşu gibi makroskopik verilerden, geçen gör­
düğümüzden bu yana biraz kendini bırakmış olduğu gibi
mikroskopik verilere kadar uzanır).
" Çekici mi itici mi?" Bir yüzü güzel yapanın ne olduğunu
saptamak imkansızdır. Bir ezginin, insana içinden bir güneş
doğuyormuş, binlerce güzel olasılıkla dolu bir dünyada
yaşıyormuş ve yaşamı bir maceraymış hissini verecek kadar
içe dokunan hoşlukta olmasını sağlayan nedir? Sunulan
standart yanıtlar -"sesler arasındaki perde farkı" vs- aslında
bir anlam taşımazlar. Aynı şey güzel bir yüzün bakmaya kıyı-

1 14
lamayan yapısı, uyumu ve gizemi için de geçerlidir. Büyük
gözleı; dolgun dudaklaı; pürüz.süz cilt, bir hüzün gölgesi gibi
bir özellikler listesi, bu yüzün uyandırdığı hisleri açıklama
konusunda bizi hiçbir yere götürmez (böyle bir yüz insana
farklı bir mutluluk, farklı bir bilinçlilik düzeyi vaat edeı;
hatta yaşatır; sıradan bir ışıkla aydınlanmış, sıradan günle­
rimizin görünür dünyasından uzak, görünmez bir dünyanın
görünür yüzüymüş, sanki oradan çıkıp gelmiş hissi verir).
Yüz güzelliği, görme ile algılama, yüzey ile anlam arasında
gider gelir -bu, romancıların neden hızla anatomiden betim­
lemeye kaydıklarını, karakterlerini tanımlarken neden fizik­
sel özelliklerden kişilik tasvirine atladıklarını da açıklamakta­
dır. Yazarlaı; güzel gözleri veya pembe yanakları betimlemek
için "canlıydı" gibi terimler kullanırlar ve bunu yaparken de
arzularını manevi hükümlerle karıştıran dünyayla gizli bir
anlaşma içine girerler. Lekeli bir yüz lekeli bir ruhla, yaralı
bir yüz yaralı bir ruhla özdeşleştirilebilir ve bu, kendini ger­
çekleştiren bir kehanete dönüşebilir. İlk yarayı açan darbeden
sonra, insanların meraklı, gözlerini kaçıran, beğenmeyen
veya acımasız bakışlarına dayanmak erdem gerektirir.
Kalabalıklar içinde bir yüzü tanımak -dünyanın sun­
duğu devasa duyular tablosunun içindeki küçücük yüz
yüzeylerini ayrıştırıp, bir yüzü diğerlerinden ayırt etmek­
zor iştir. Beynin yüz algılama ve belleği koordine eden
kısımlarını etkileyen felçler veya beyin hasarları sonrasın­
da, yüz tanımayla ilgili büyük ölçekli bozukluklar ortaya
çıkabilmektedir -nörologlar bu durumu tanımlamak için,
"yüz tanıma yetisinin kaybolması" anlamına gelen "pro­
zopagnozi" terimini kullanırlar.4 Bazı durumlarda, insanlar
en yakınlarının yüzlerini bile tanıyamazlar; bunun ne kadar
sinir bozucu ve sosyal yaşamı felce uğratan bir durum
olduğunu söylemeye gerek var mı? "Capgras Sendromu"
olarak adlandırılan diğer bir durumdaysa, tanıdık yüzlere
duygusal tepki vermede bozukluk vardır. Bu sendromdan

1 15
mustarip olan kişiler, yakınlarının onlara npanp benzeyen
sahteleriyle veya ikizleriyle değiştirildiğine inanırlar. Bir de
daha sıradan bozukluklar vardır. Örneğin bakışlanmız bir
yabancının yüzünde duraksar ve birden onun kendi eşimiz
olduğunu fark ederiz. Bu tereddüt anı, kişinin kimliği ile
onu tanımlayan kimlik arasındaki ayrışmayı hatırlatır bize.
Kimlik ve bir kimlikle özdeşleşme. Birbirine çok benze­
yen bu iki kavramın anlamları birbirinden ne kadar da fark­
lıdır. Aralarındaki derin ayrım, konu kendi benliklerimiz
olduğunda açıkça belirgin hale gelir. Olduğum şey, olduğu­
mu hissettiğim şey ve üzerinden tanımlandığım, özdeşleşti­
rildiğim şey birbiriyle pek az örtüşür. Bunun nedeni, benim
yüzümün içinden dışarıya ve sizin dışarıdan yüzüme bakı­
yor olmanız veya benim yüzümün kendim için şeffaf ama
sizin için opak olması değildir. Hayır, bunun alnnda, yüzü
oluşturan yapılar, içinde bulunulan an ve benliğin zamana
yayılışı arasındaki ayrışma yatar. Yüzümüzle ruhumuzun
özgeçmişi birbirleriyle ancak bir ihtimal bağlannlı olabilir.
Falanca Hanım'ın yumuşak huyluluğu, yüzünün insanların
onu arzulamamasına, beğenmemesine, hatta ilgilenmemesi­
ne neden olacak bir vasatlıkta oluşunu değiştiremez. Filanca
Bey'in yakışıklı yüz hatları öyle bir tavsiye mektubudur ki,
kötücül ve yıkıcı karakteri, bu mektubun güzel harflerini
birazcık bile yamultamaz, kenarını kırıştıramaz ve ikna edi­
ciliğini bozamaz. Shakespeare'in, "Zihnin yapısını insanın
yüzünden okumayı sağlayacak sanat yok," demesi bundan­
dır. Her yüz bir miktar poker yüzüdür.
Böyle olmakla birlikte, hepimizi az çok yüzlerimiz
tanımlar ve bir dereceye kadar da yüzlerimiz ile tarumla­
nırız. Eğer, Wittgenstein'ın dediği gibi "insan bedeni insan
ruhunun en iyi portresi" ise, yüzler -portre ressamlarının
gayet iyi bildikleri üzere- bu portrenin temelini oluştururlar.
Portrelerin çoğunda yalnızca yüz yer alır; bir çift bacağın,
bir poponun veya bir dalağın yer aldığı bir portre şaka gibi

1 16
bir şey olurdu. Yüzümü gösterip "Bu Raymond" diyebilir­
siniz ama eğer bacaklarımı gôsterecek olsaydınız, "Bunlar
Raymond'un bacakları" diyecektiniz. Oxford'da, Cherwell
Nehri kıyısında, erkeklerin çıplak yüzmesi için ayrılmış bir
alan vardır ( "Parson's Pleasure" ) . İnsanların daha serbest
oldukları eski günlerden bir gün, bir grup hanımefendi
yollarını şaşırmış ve kendilerini burada bulmuşlar. Burada
yıkanmakta olan Oxford hocalarının hepsi, biri hariç, uta­
nıp havlularını özel bölgelerine sarmışlar. Havlusunu yüzü­
ne kapatan tek kişi, "Oxford'da ben genellikle yüzümden
tanınırım," diyen Maurice Bowra'ymış.
Kafanın havayı kullanmayan iletişim yöntemleri nere­
deyse "konuşma" kadar geniş bir konu olduğundan, ben üç
temel örneği seçmekle yetineceğim: Baş sallama, göz kırpma
ve gülümseme.

Baş Sallama ve Göz Kırpma

İngiltere' de her çarşamba yapılan, başbakanın soruları


yanıtladığı oturumlarda, Avam Kamarası'ndaki milletve­
killerinin başbakanın sözlerine katıldıklarını belirtmek için
çılgınca başlarını sallamaları herkesin malumudur. Eskiden
arabaların arka pencerelerine takılan köpekler gibi baş
sallayanların başında gelen eski içişleri bakanı Dr. John
Reid, 2 1 . yüzyılın önde giden sallabaşı olarak tarihe adını
yazdırmıştır. Biz hekimler de düzenli aralıklarla onaylar
tarzda başımızı sallamak üzere eğitilmişizdir. Bunu yalnız­
ca karşımızdakini dinlediğimizi göstermek için değil, aynı
zamanda hastanın söylediklerini bir şekilde onayladığımızı
ya da en azından halini anlayıp, hak verdiğimizi belirtmek
için de yaparız.
Anaerobik kafa işaretleri, doğru şekilde yapıldıklarında,
oldukça karmaşık mesajların iletilmesinde bile kullanıla­
bilirler. Bu, düşündüğümüzden daha şaşırtıcı boyutlara

117
varabilir. Nihayetinde, kafayı emme basma tulumba gibi
sallamaktan daha basit ne olabilir diyebilirsiniz. Oysa bu
hareketin yardımıyla, ekonomik gidişatla ilgili bir yorumu
onayladığımızı, derneğe yeni bir üyenin kabulünü destekle­
diğimizi, en önemlisinden en önemsizine herhangi bir talebi
kabul ettiğimizi belirtebiliriz. Onaylayıcı baş sallama, en
soyutundan en somutuna, tarihselinden kişiseline veya kişi­
sel olmayanına, resmi veya gayri resmisine her türlü beyan,
talep ve iddiaya karşılık olarak verilebilir. Pek çok şey bir
kafa sallayışıyla aktarılabilir veya halledilebilir ama önce
epey bir zemin çalışması yapmak gerekir. En hafif bir baş
sallamanın bile kökleri sayısız kavram, referans sistemi ve
dünyaların derinliklerine inebilir.
Baş sallamanın da birçok farklı perdesinin, lehçesinin,
tonunun ve gürlüğünün olduğunu söylemeye bile gerek
yok. Mesela, özenle heceleyerek söylediğimiz bir şeyin veya
çekine çekine söylenmiş bir isteğin kabul edildiğini belirten
sabırsız ve kısa kafa sallama vardır. Bu, "Tamam, hadi marş
marş! " kafa sallaması ya da kısaca "Kısa kes ! " kafa salla­
masıdır. İnsanı istenen şeyi onaylamaya veya kabul etmeye
teşvik eden, yavaş ve kendinden emin bir şekilde tekrarlanan
kafa sallaması vardır. Kafa sallamamı gözlerimi koca koca
açıp doğruca gözünüzün içine bakmak suretiyle keskinleş­
tirip, bunun öylesine bir sallanma veya tik değil de istemli
bir iletişim hareketi olduğunu belirtebilirim. Sonra, kendini
sessizlik ve görünmezlik peleriniyle gizleyen anlık kafa sal­
lama vardır. Durumla ilgili avantajımı hile yapabilmeniz için
ortaya koyuyorumduı: Ve bunlar daha başlangıçtır.
Onaylayıcı kafa sallamaya genellikle göz kırpma da
eşlik eder. Marslının Göz Kırpma rehberi, -kim kime göz
kırpar, hangi durumlarda kırpar, neden kırpar, göz kırpma
nedir- ciltleri doldurabilirdi. Göz kırpmanın -tek bir gözün
geçici olarak görüşünün kapanması- veya aslında göz kır­
panın çok yönlülüğünün değeri nadiren hakkıyla takdir

118
edilir. Göz kırpma, aynı bir deniz fenerinin yanıp sönmesi
gibi, nesil ve cinsiyet farkı gözetmeden karşımızdakine yal­
nızca bir bilgi iletmekle kalmaz, aynı zamanda ona karşı
tavrımızı da belli eder.
"Gençlere" göz kırpmak, ebeveynvari veya yarı ebeveyn­
vari bir şefkatin ifadesidir. Asık suratlı, otoriter ve talepkar
dünyanın baskısı altında ezildiklerinde, onlarla dayanışma
içinde olduğumuzu gösterir. Göz kırpma, iç amcanın iç ana
babaya anlık karşı çıkışıdır. Göz kırpmak, "Sıkma canını,
dünya sana karşı olsa da ben senin tarafındayım," demekte­
dir. Öte yandan göz kırpma "Şaka yapıyorum canım, ciddi­
ye alma," veya "Sıkma canını, takma kafana," da diyebilir.
Karşı cinsler arasındaki göz kırpmaysa genelde daha teh­
likelidir. Yetişkin bir kadına göz kırpmak, sözlü veya fiziksel
bir tokada davetiye çıkarabilir. Göz kırpılan kişi kendini
küçük düşmüş hissedebilir. Dahası göz kırpma, erkeğin
kadının bilincinin nesnesi olmasından ziyade kadının erke­
ğin bilincinin nesnesi olduğu asimetrik bir durum yaratan
bir cinselleşme girişimidir. Göz kırpmanın bir ayağı da uçsuz
bucaksız gülünçlükler dünyasına uzanır; burası bir hanımın
kalçasına uzanmak isteyen elin, kendini münasebetin büyük
oranda sözel, resmi, nesnel ve aseksüel olduğu gayet giyinik
bir dünyada bulmasıyla sonuçlandığı yerdir.
Göz kırpan kişi kadın olduğundaysa, daha tehlikeli
sularda yüzülmeye başlanmıştır. Komedilerdeki göz kırpma
"Hey, denizci! " diye bağırarak cinsel inisiyatifi ele alır. "Gel,
neyin peşinde olduğunu biliyorum. Neden olmasın? " der.
Bir taraftan da erkeğin göz kırpmasını alaya almaktan geri
durmaz ve inisiyatifi geri alır: Göz kırpan kadın, bir bilgi
-veya ihtirasla kavrulan bir "yarı bilgi" - nesnesi olmaktan
ziyade, bilen kişinin ta kendisidir; nesne değil de daha çok
öznedir. Göz kırpan kadın, göz kırpmanın tarihine göz kır­
par ve gözünü dikip seyreden erkeğin bakışlarına hedef olan
kadının çaresizliğiyle savaşır.

119
Göz kırpmak ciddiyeti bozar ama aslında çok ciddi
iştir. Anlık olmasına rağmen, biz insanların bu hareketi
saptamaya ayarlı olması boşuna değildir. Yalnızca hafif bir
göz kırpmadan, bir gözü sımsıkı yummaya ve baş sallama
eşliğindeki göz kırpışa kadar geniş bir yelpazesi vardır. Göz
kırpmaya eşlik eden bu baş sallama da ilginçtir: Yüzün yan­
sını kaplayan kasılmayla tainamlanan, kafanın yana eğilip,
hafif bir dönme hareketiyle sallanması, onaylama anlamın­
da aşağı yukarı sallama ile reddetme anlamında iki yana
sallama hareketinin arasında bir yerde durur. Size yönelik
bir göz kırpmadır; ikircikli, kuşku yaratan hatta --görünür­
lüğünü artırmak için işaretin puntosunu büyütme yoluna
gitmesiyle- tedirgin edici bir niteliğe sahiptir.
Maksatlı göz kırpma, spontan olaylan amaçlı olaylara,
bir başka deyişle, refleksleri planlanmış işaretlere dönüştür­
mede ne kadar yol almış olduğumuzu ortaya koyar. Birçok
filozofun, refleks olan göz kırpma hareketi ile maksatlı göz
kırpma arasındaki uzaklığı, determinizm ile özgür irade, bir
organizma olarak insanoğlu ile az çok bilinçli bir varlık ola­
rak insanoğlu arasındaki farkın bir göstergesi olarak kullan­
masına şaşmamalı. Gözü koruma amaçlı göz kırpma reflek­
sini alıp ikiye bölmek; yukarıda belirttiğimiz şekilde kuvveti­
ni artırmak ve sonra da belirsizliği ortadan kaldırma bağlamı
taşıyan bir mesaj iletmek için kullanmak, organik dünyadan,
biyolojik beden dediğimiz doneden ne kadar uzaklaştığımı­
zı gayet belirgin bir şekilde gösterir. Göz kırpmaya karar
verirken geçmiş deneyimlerimizi, içinde bulunduğumuz anın
kültürel deneyime bulanmış büyük bir dilimini ve yavaş
yavaş gelişerek, özenle edinilen sembolik kavrayışı seferber
eder, ulaştığımız bu ileri düzey vasıtasıyla, bedenin doğuştan
gelen yeteneklerini, amaçlarımıza, dünyada kendine özgü bir
varoluş sergileme hedefimizin hizmetine sunarız.
Tabii bütün göz kırpmalar bedensel olacak diye bir şey
yok. Mesela arabaların yanıp sönen sinyal lambaları, ne

120
yöne gitmeyi planladığunıza dikkat çekme amacını taşır.
Burada, kesik kesik olanın sürekli olana kıyasla daha dik­
kat çekici olduğu gerçeğinden yararlanılarak, minimalist bir
bakışa indirgenmiş bir işaret yöntemi söz konusudur.

Gülümseme

57 kası hareket ettirdiginizde bir gülümseme elde edersiniz.


Michael Hofmann, "First Night" (İlk Gece)

Göz kırpmanın etkililiği, yüzleri nasıl bir dikkatle deşifre


ettiğimiz hakkında da fikir verir -şifrenin işaretleri küçük
de olsa, çözümlenmesi zor bir Gotik yazıya da benzese,
okunacak yüz ile okuyan gözler arasına düşen ışık yetersiz
de gelse, değişen bir şey olmaz. Tüın yaşamını yüz ifade­
lerini incelemeye adamış bir psikolog olan Paul Ekman'a
göre, bütün kültürlerde yüzde aynı şekilde ifade edilen yedi
duygu vardır: üzüntü, kızgınlık, şaşkınlık, korku, hoşnut­
luk, iğrenme ve aşağılama. 5 Bunlar doğuştan geliı; sonradan
öğrenilmez. Doğuştan kör insanların bu yedi duyguyu, gözü
gören kişilerle tıpatıp aynı yüz ifadeleriyle göstermesi bun­
dandır. ifadeler çok kısa süreli de olabilir; bunlara "mikro
ifadeler" (mikro mimikler) adı verilir. Saniyenin on beşte
biri kadar süren bu ifadeler, bir doktor için, baskılanmaya
ve gizlenmeye çalışılan duyguları açığa vurmaları açısından
büyük önem taşır.
Bütün bu ifadeler ne kadar da önemlidir. Bize şu anki
ruhsal durumumuz, sizinle aramızdaki ilişki, nasıl bir
insan olduğunuz ve nasıl bir insan olduğum hakkında bilgi
verirler. Bu ifadeler, ortaya çıkmak için yüz kaslarının ola­
ğanüstü hareketliliğinden yararlanırlar. Bu hareket yeteneği
anatomik bir olgudan kaynaklanır: Yüz (mimik) kasları,
diğer kasların aksine bir kemiğe bağlı değildir; doğrudan
birbirleriyle bağlantılıdırlar. İç ve dış anlamların rüzgarın-

121
da dalgalanan paçavralara benzerler. Ekman'a göre, yüz
ifadesinin oluşumuna kanlan kas sayısı 43'tür. Taşradaki
köy isimleri gibi, küçüldükçe daha da egzotik adlar alırlar.
Mesela, ufacık bir kas olan Levator labii superioris alaque
nasi {üst dudağı ve burun kanadını kaldırıcı kas), burun
kanatlarını genişletmekten ve üst dudağı kaldırmaktan
sorumludur. Ekman, Yüz Hareketleri Tanımlama Sistemi'ni
{Facial Action Coding System) geliştirmiş, böylelikle 3000'i
anlamlı, 10.000 görülür yüz biçimlenmesi tanımlamışnr. 6
Diğer insanların yüz ifadelerine olan keskin duyarlılığı­
mız, etrafımızdakilerle karşılıklı gülümsemelerimizin hemen
fark edilip, sınıflandırılıp, yorumlanmasında özellikle öne
çıkar. Angus Trumble'ın da dediği gibi gülümseme, "beden­
lerimizin muktedir olduğu en çabuk etkili kas kasılmasidır" .
Bu, en ilkel iletişim aracıdır: İki aylık bebekler annelerine
gülümserler ve bunu anlamını bilerek yapıyor gibidirler.
Portrelerdeki gülümseme, " bir bakışta, karakter, davranış
şekli ve mizaçla ilgili geniş kapsamlı bir değerlendirme yap­
maya imkan verir" .7
Trumble, gülümsemeleri, kibar, bayağı, neşeli, yap­
macık ve bilgece olmak üzere beş gruba ayırır. Ancak bu
sınıflama, incecik farklarla birbirinden ayrıfan ve çoğu kez
nasıl sınıflandırılacağı bilinemeyen sınırsız "tam da gülüm­
seme olmayan" yüz ifadesi çeşitleri -sırıtma, pişmiş kelle
gibi gülümseme, yüz buruşturma- düşünüldüğünde daha
başlangıçtır. Bir gülümsemenin sıcak mı yoksa soğuk mu
olduğunu hemen anlarız {soğuk gülümseme, gülüşün ardına
gizlenen fesat ve çıkarcı ruhların çarpıcı bir göstergesidir).
Gülümseme yalnızca bir dudak hareketi mi, yoksa içtenliği
ve sıcaklığı gösterir şekilde gözleri de mi kapsıyor, bunu
bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde fark ederiz. Kendiliğinden
mi yoksa zorlama mı, kendine güvenli mi yoksa çekingen
mi, ölçüsüz mü ölçülü mü, tatlı mı acı mı, açık mı esrarengiz
mi olduğunu hemen anlarız.

122
Pek çoğumuzun saatlerce ayna karşısında kalınası ve
"yaklaştığı çehrelere yakışacak bir çehre takınmaları" boşu­
na değildir. 8 Çocukken ben de, sersem, kıkır kıku; çiğ sırıtı­
şımı, yorgun bir bilgelik taşıyan hoş gülümsememe dönüş­
türmek için, odamın mahrem duvarları arasında bir kusurlu
versiyonu, bir beğenilebilir versiyonu de�eyerek çok saatler
geçirdim. İdeali, dünyaya keder, acıma ve anlayışla bakan
Çehovvari gülümsemeydi; insanoğlunun zaaflardan örülü
dünyasına yukarıdan bakan zaafsız insanın gülümsemesi.
Gülümseme ile gülme arasındaki ilişki, açık veya yüz
güldürücü olmaktan uzaktır. Aradaki bağlantı, Fransızcada
gülümsemenin (sourire) gülmenin (rire) bastırılmış hali -bir
çeşit "alt gülme"- olarak ifade edilmesiyle vurgulanmış­
tır. Gülümseme ve gülme aynı uyarana alternatif yanıtlar
olarak görülebilir; birinin diğerine tercih edilmesi, incelik
düzeyinin, hatta sosyal statünün bir göstergesidir. Ches­
terfıeld Kontu, 17 Şubat1754 'te, "Avam takımı genellikle
güler ama hiç gülümsemez, oysa iyi terbiye alınış, soylu
kimse genellikle gülümser ama nadiren güler, " demiştir. 9 Bu
tespitin epidemiyolojik geçerliliğinden emin olamasak da,
neden böyle dediğini anlamak güç değil. Gülümsemek insa­
nın çirkin dişlerini açığa çıkarmaz, ağızdan kötü kokular

yayılmasına neden olmaz, etrafımızdakilerin işitsel alanını


yüksek desibelli gürültüyle kaplamaz, idrarını tutamamaya
neden olmaz (gülümserken altına kaçıran görülmemiştir)
veya yüzü, kızarma, gözlerden yaş gelme ya da uzamış bir
gülme krizinin diğer işaretleriyle çarpıtıp, saygınlığından
uzaklaştırmaz. Gülümseme, dışarıdan onay beklemeyen,
daha derinden, daha özel ve incelikli bir eğlencenin ifadesi­
dir; karşılıklı olarak birbirini destekleyen "biz"den ziyade,
kendi kendine yeten "ben"e aittir. "Etrafımızdakilerin de"
komik bulduğu şeylere güler, " bizi" eğlendiren şeylere
gülümseriz. Giysiler, mal mülk, araziler ve haklardan olu­
şan servetini varoluşunun temeli olarak içselleştiren soylu

123
kimseler gibi bir malvarlığına sahip olmayan avam takımı,
kendisini eğlendiren şeyi, diğerlerinin de katılımıyla tasdik
ettirme arayışındadır.
Gülümseme, neşenin ötesine geçer; burada yalnızca
olan ile olması gereken arasındaki eksikliğin kaydedilmesi
değildir söz konusu olan. Zalim, neşeli, sevgi dolu, muzaffe­
rane, uysal gülümsemeler, "dünyayı sahiplenmeye çalışan"
insan bilincinin normatif etkinliklerine dahil edilemezler. 10
Memnuniyetimizi göstermek için, arkadaşça, selamlaşmak
amacıyla veya aynı fikirde olduğumuzu belirtmek için
gülümseyebiliriz. Ancak öte yandan, gülümsemeyi gülme­
nin daha hafif ve anaerobik şekli gibi görmek doğru olmaz.
Gülümseme çeşitleri arasındaki modülasyonun, gülmede
karşılığı yoktur. Bir sırıtmanın alaylı gülümsemeye, pişmiş
kelle gibi sırıtmanın kendinden emin gülümsemeye, yorgun­
luğun yaşamından bezmiş gülümsemeye dönüşümü; kıs kıs
gülmenin kıkırdamaya, keh keh gülmenin anırır gibi gülme­
ye, (gülüşün bedenin içine tıka basa doldurulmuş bir bavula
tıkılır gibi bastırıldığı, gövdenin ardı ardına sarsılmasına yol
açan) bastırılmış kesik kesik solumaların, kesik kesik kah­
kahalara dönüşümüyle uzak yakın alakası yoktur.
Gülümseme taraftarları, nüktenin inceliklerini, bütün
yüzü kaplayan, ağzı kulaklara vardıran gülmenin tam
zıt kutbunda arayanlardır. Profesyonel ayarncının gizemli
gülümsemesinin yorgunluktan silinmeye başladığı noktadır
bu. Kılı kırk yaran hocanın gözleri çukura kaçmış kuru
suranndaki (Dickens'ın deyimiyle) " bir kış günü tabutun
pirinç kulpundan yansıyan gün ışığına" benzer gülümse­
medir. En kötü beklentilerinin gerçekleştiğini gören kişinin,
posta kutusu yarığına benzer sırıtışı... Ağlayıp zırlamanın
tam ortasında belirivermesiyle, insanın ani duygu değişi­
minin yansımasını kendi "sulu gülümsemesinde" görüp
şaşırdığı o an... Işıkla dudaklar veya dişlerden daha sıkı
fıkı olan gözler aracılığıyla yansıtılan ışıl ışıl gülümseme ...

1 24
Gülümseme buruk, ironik, alaycı, kendiyle dalga geçen,
şeytani, muzafferane, sinsi, hoşnut, kendinden memnun,
ekşi, hastalıklı, küçümseyici, ölçülü, sabırlı, hoşgörülü,
anlayışlı ve asil olarak nitelendirilebilir. Gülümseme şiddeti
sıcaklık cinsinden (sıcak, soğuk) ifade edilebileceği gibi,
konu özellikle gülümsemenin samimiyeti olduğunda, daha
soyut kavramlarla da bağdaştırılabilir (soluk, zoraki, düz,
sabit, donuk gibi). Anlamlı hiçbir hissin yüklenemediği boş
gülümseme de vardır:

Sıg akınhlarıiı orada burada girdaplar oluşturarak akmasına


benzer
Boşluklarının ihanetine ugrayan ölümsüz gülümsemeler. 1 1

Gülümseme içten gelir ve özellikle de somurtkan kim­


selerin yüzünde oluştuğunda, aynı bulutların arasından
sızan güneş gibi, takdir edilir. Öte yandan ölçülüp biçilmiş,
hatta kendiliğindenliği önceden hesaplanmış gülümsemeler
de vardır; karşısındakini sinirlendirmek, rahatsız etmek
için takınılan sözüm ona gülümsemeler de. Birinin gözünü
dikip size bakması zaten yeterince kötüyken (bu konuyu 8 .
Bölüm'de ele alacağız); açıklanamayan bir gülümsemeye
maruz kalmak daha da beterdir. Çenemde yumurta mı vaı;
aptalca bir şey mi söyledim, farkında olmadan ağzımdan
bir şey mi kaçırdım, benim hakkımda benim bilmediğim
bir şey mi biliyorlar?
Kraliyet kaynaklı gülümsemelerin değeri ayndır. Mesela
kraliyet ailesi mensuplarından biri, eski ana kraliçe, nere­
deyse gülümsemesiyle özdeşleşmiştir -aynı Cheshire Kedist
gibi- ve kızının tebaası bu gülümsemeyi görüp tezahürat
yapabilsin diye, zat-ı muhterem dünyanın dört bir köşesini
gezip dolaşmıştır. Varoluşunun merkezini oluşturan gülüm­
semeden hep "ışıl ışıl" diye bahsedilmiş, ancak hiçbir Geiger


Lewis Carroll'un Alice Harikalar Diyannda adlı eserindeki kedi. (ç.n.)
125
sayacının dayanamayacağı bu ışınım, açığa çıkardığı kahve­
rengi dişleri maskelemeye yetmemiştir.
Bu umuma açık gülümsemelerin tam zıt kutbunda,
kendi kendimize gülümsemelerimiz yer alır. Geçmişi veya
dört gözle beklediğimiz bir şeyi düşünmek, bir başarı kazan­
dıktan ya da tatsız bir görevi tamamladıktan sonraki tatmin
duygusu, bir problemin mantıksal ispatının veya bir ezginin
güzelliği, duyduğumuz veya kendi uydurduğumuz bir espri
yahut da çalışan bir makine, kendi kendimize gülümse­
memize yol açar. Ayrıca "aha" gülümsemesi, memnuniyet
gülümsemesi, bir şeyi birdenbire anladığımızda veya nasıl
yapılacağını fark ettiğimizde veya nasıl yapıldığını gördü­
ğümüzde oluşan gülümsemeler vardır. Bilindiği üzere deliler
gülümserler ve diğer insanlara gülümsediklerinden daha çok
da kendilerine gülerler. Bu, dünyalarının bir parçasından
diğer dünyalara uzanıp, "ayışıklı" değil de "günışıklı" bir
iletişim kurma larını sağlar.
Kıyılarda gezen anlık gülümsemeler, gülümseme gölge­
leri ve hepsinden uçucu olan, hayalet gülümsemeler vardır.
Aslında "hayalet gülümseme", durup üzerinde düşünmeyi
hak eden bir ifade: Burada bir sıfatın, bir zarfın nesneye
dönüşümü ve bu nesnenin geçip giden kendisinin hayaletine
bürünmesi söz konusu... Sonra, bastırılmış gülümsemeler
var; geçilen dalgayı gizlemek için dudakların denetlenmeye
çalışıldığı "bıyık altından" gülümsemeler var.
Gülümsemenin en çok metamodoz geçirdiği alansa,
şüphesiz aşk ve seksin kuşattığı alandır. Burada bir bakar­
sınız gülümseme, cana can katarken kol kanat kırar hale;
içi umutla doldururken tüm umutları kırar hale dönüş­
müş. Gülümseme utangaç, mahcup, sımsıcak, fettan, işveli
olabilir. Seksi, davetkar, samimi gülümsemelerin sıcaklığı;
size, yalnızca size sunulan bedenin sıcaklığını barındırır
bünyesinde. Bu gülümsemede, yalnızca sizin bahşedebilece­
ğiniz hazzın beklentisi ışıldar. Böyle bir gülümseme, haz ve

126
memnuniyet içeren sevgi dolu gülümsemenin verdiği mut­
luluğun tatmin duygusunu yaşatır insana. İnsan sevinçten
uçar. Bu gülümsenin sizden esirgenmesiyse felaketlerin en
büyüğüdür.
Gülümsemeler doğaları gereği gelgeç karakterli olup,
sonsuz bir sürpriz kaynağıdırlar. En ciddi, en gergin durum­
larda aniden beliriveren liseli oğlan sırıtışı diye bir şey vardır.
Mesela eski başbakanımız Tony Blair, yüz ifadesinde yüz
seksen derece dönüş alanında çok ustaydı. Ağırbaşlı ve
resmi kimliğinin sorgulanacak tarafı olmadığını söylemeli­
yiz. Zaten başbakan ulusun en olgun kişisi değil midir? Ve
(ülkenin en olgun sorularına en olgun yanıtların verildiği)
başbakanın soruları yanıtladığı oturumlarda, kendisini
muhaliflerden gelen bir soruya uygun yanıtı düşünürken
görürüz. Derken aklına bir fikir gelir ve zevkten dört köşe
olur. İşte -yapıştırılan cevapla zafer kazanılmış olsun ya da
olmasın- meşhur liseli oğlan sırıtışı bu anda ortaya çıkar.
Bu, gülmemesi gereken bir şeye, gülünmemesi gereken bir
zamanda veya haddinden fazla güldüğü için başı belaya
girmek üzere olan liseli öğrencinin sırıtışıdır. Sonuçta o da
bizden biridir, insandır ne de olsa.
Bozuk bir gülümsemenin sosyal yaşamı olumsuz etkile­
mesi hiç de şaşırtıcı değildir. Gülümsemenin ne kadar ince­
likli bir şekilde biçimlendirildiği göz önünde tutulduğunda,
bozulmalara ne kadar duyarlı olduğu ve verdiği sinyalin
kalıcı olarak bozulduğu açıkça görülebilir. Yüzün bir yarı­
sının mimik kaslarına giden sinirin işlevini kaybetmesiyle
ortaya çıkan Beli paralizisinde görülen yarım gülümseme,
çok şaşkın bir surat ile yarım bir sırıtmanın -sıcak olma­
masından değil de anatomik olarak yarım- birleşmiş haline
benzer. Kim bizi olduğumuz gibi seviyor, gerçek arkadaşı­
mız kim, işte o zaman anlarız.
Yine de en moral bozucu hastalık, hareketlere başlama
ve yön değiştirme bozukluğunun baş gösterdiği Parkinson

127
hastalığıdır. Parkinson hastası, en ıstırap verici yoksunluk
olan yüz ifadesi yoksunluğundan mustariptir. Dümdüz, hiç
gülmeyen surat, somurtkan veya donuk, kaya gibi hareket­
siz görünür ve gülümsemelerine karşılık alamayan zevatın
bunu o kişiden hepten esirgemeye başlaması, durumu daha
da kötüleştirir. Üstüne üstlük hasta, insanın kendi gülü­
şünün kendi kendini neşelendiren etkisinden de mahrum
kalır. Gülümseme yoksunluğu depresyona yol açar. 12 Kasım
ayının ruhun içine sızmasına ve dünyanın yaprak yaprak
kömür karası ıstıraba ufalanmasına şaşmamalı. Gül, seninle
gülsün dünya; ağla, kal bir başına gözyaşlarınla.
7. Bölüm

Al Yanaklı Hayvan Üzerine Notlar:


Yüz Kızarmasının jeolojisi

Kızaran -veya kızarmaya ihtiyaç duyan- yegône hayvan


insandır.
Mark Twain, Following the Equator (Ekvatorun İzinde)

Geçmişte olanlar hakkında düşüncelere dalan ve çetrefil


düşünce oyunlarıyla, bir anın peşinde türlü çeşirli olasılıklann loş
bölgesine dogru iz süren Epime�eus' a göre, atalarım tarahndan
çagrılıyordum.
J. W. von Goeıhe, Pandora

İnsan yüzü, tilin evrenin en "işaretle yüklü" yüzeyidir.


Somurtma, yüz ekşitme, dudak kıvırma, kaş kaldırma, alın
kırışnrma, yanakları şişirme veya içine çekme; sorgulayan,
muzip, sevgi dolu, şüpheci, kibirli, kızgın, meyus, korkmuş,
bezgin bakışlar; tiksintiyle irkilme, kasılmış ağızlı öfke,
bütün yüze yayılmış yorgunluk... Bunlar yüzümüzden birbiri
ardınca geçen geniş ifade yelpazesinin yalnızca birkaç örneği.
Ancak bir benzeri daha bulunmayan ve çok manalı bir yüz
işareti var ki, ayrıca ele alınmayı hak ediyor: yüz kızarması.
Yüz kızarması, kendi yüzümüzden okunan veya diğer
insanların yüzlerinden okuduğumuz manaların büyük bir
kısmının, aslında o manada olmadığının bir kanındır. Önce-

129
lilde, yüzümüzdeki ifadelerin başkalarına nasıl göründüğü­
nü tam olarak denetleyemeyiz. Bilinçli olarak dikkat etsek
de etmesek de, nazik de olsak, bencil de, yüzümüzün şekli
veya diğer insanların bizi çekici bulup bulmaması nasıl eli­
mizde değilse, bu da ancak kısmen bizim denetimimizdedir.
İkincisi, anlam taşıyan yüz ifadelerinin hepsi istemli değildir.
Onaylama anlamında başımızı aşağı yukarı sallamak, göz
kırpmak veya gülümsemek büyük oranda istemli hareketler
olsalar da (zaten aksi takdirde işlevlerini yerine getiremez­
lerdi), tikler gibi bir dizi istemsiz hareket de vardır. Bunların
başında da kızarma gelir.
Kızarmanın doğası gereği zor araştırılır nitelikte oluşu,
bu olayın sinirsel kökenlerinin belirlenmesini de zorlaştır­
maktadır. Belirli bir yaş ve belirli bir cinsiyetten gönüllü
seçilmesi bile her zaman işe yaramaz. Bir dizi genç kız
üzerinde çalışan bir araştırmacının yaptığı deneyler de bu
görüşü desteklemiştir. Deneysel koşullarda kızlara açık saçık
materyaller gösterilmesi bir sonuç vermemiştir. Başarısızlık­
la sonuçlanan deney yarıda kesilmiş, araştırmacı deneklere
yardımları için teşekkür etmiş, deneklerse ellerinden pek de
bir şey gelmediğini söyleyip, işbirliğine yanaşmayan yanak­
ları için özür dilerken kıpkırmızı kesilmişlerdir.
Daha yakın tarihli araştırmalarda, kızarmariın birçok
etkeniiı bir araya gelmesine bağlı olduğu ortaya konulmuşnır.
Bunların başında, yüz damarının bir özelliği gelir; yüzün ince
kan damarlarını besleyen yüz damarı, diğer damarların aksi­
ne, adrenaline yanıt olarak daralmak yerine genişler. Bir başka
etken, kan damarlarının yanaklardaki anatomik özellikleridir.
Burada damarlar daha yoğun, daha geniş çaplı, yüzeye daha
yakın ve doku sıvılarıyla çok fazla gizlenmemiş haldedir. 1
Bu kadar fizyoloji yeter. Artık daha da karmaşık ve anla­
şılmaz olan psikoloji kısmına geçebiliriz. Kızarma, sosyal bir
ortamda istemeksizin dikkat odağı olma ve yüksek benlik
bilinciyle bağlantılıdır. Mahcup olduğumuzda, utandığımız-

1 30
da, ikilemde kaldığımızda, ifşa olduğumuzda, kendimizi çıp­
lak kalmış gibi hissettiğimizde kızarırız. Kızarma ilk olarak,
çocuğun "sosyal bir benlik" olduğunu fark ettiği kreş yılla­
rında başlar; sosyal anksiyete ve benlik bilincinin en üst nok­
taya ulaşnğı ergenlik dönemindeyse doruğa ulaşır.2 Kızarma
kendimizi çıplakmış gibi hissetmemizin bir ifadesidir ve zaten
dikkatin fazlasıyla kendi üzerinde yoğunlaşmasından rahat­
sız olan kişiye daha da fazla dikkat çektiği için, işlevi belirsiz­
dir. Bunun, etraftakilerin olumsuz tepkilerini hafifletmenin,
"yiğitliğe leke sürdürmemenin sözsüz bir yolu" olduğu, yani
bir nevi fizyolojik "hatayı önden kabullenme" (mea culpa)
tepkisi olarak ortaya çıktığı öne sürülmüştür. Çalışmalar;
hatayı yapan kişi kızardığı zaman, insanların yapılan hataya
daha yumuşak tepki gösterdiklerini ortaya koymaktadır.3
Ne olursa olsun kızarma, cinsel çekicilik açısından rakip­
leri saf dışı bırakmada Hızır gibi yetişen bir nimettir. Güzel
bir yüzün kızarması onu daha fazla güzelleştirse de güzelleş­
tirmese de, fizikselliğin sıcaklığını ön plana çıkararak cinsel
cazibeyi artırır. Seviyesiz sadist bir eğilim olan "müstehcen
şeyler söyleyerek utangaç bir kızın yüzünü kızartma çalışma­
sı" ise, kızın eteğinin alnndaki bölgeleri keşfetme çabalarının
ilk adımıdır. Freudcuların kızaran yanakların cinsel organla­
ra kan hücumunun bir uzantısı olduğu iddiaları doğru olsa
da olmasa da, al basmasının ürkek kızın vazomotor den­
gesizliğini, bedenin kendilik deneyimini daha belirgin hale
getirdiği kesindir. Alev alev yanan yanaklar; baştan çıkarma
heveslisinin bakışlarını daha da çok üzerine çeker; kıpkırmı­
zı yüze eşlik eden çaresiz kıkırdama, kızın savunmasızlığının
ve (her ne kadar kız aksini savunmakta dirense de) aslında
hayranıyla aynı şeyi istediğinin aşikar bir göstergesidir.
Böyle dikkat dağıtan konulara sapmaktan kendimizi
alıkoymak için, bir erkeğin, tamamen cinsellikle ilişkisiz
yüz kızarmasına odaklanmak istiyorum. Neden, çünkü
yüz kızarması, sıradan anlarımızın yüzdüğü derinliklere

13 1
bakmamızı sağlayan tabanı camdan bir kayığa benzer.
Bu kitabın temel konularından birinin, "yüz kızarmasının
hayvanlar ile insanlar arasında derin uçurumlar açmasının"
doğrudan doğruya araştırılması için de mantıklı bir mazeret
sunar. Anatomik olarak ayrı, ancak fizyolojik olarak tek
olan insan kafalarından çıkan salgıların, bariz bir ortak kül­
tür oluşturduğunu görmüştük. Bizler hayvanlardan farklı
olarak, bir zihinler topluluğunun üyeleriyiz ve anbean bu
topluluğun içinde yaşarız. Bu topluluğa giriş, bedenlerimizin
kendimizle, benliklerimizle bir olduğunu kabul etme bilinci­
ne erişmemizle olur. Bu kendilik bilinci, büyüyüp birleşmiş
insanlık bilincini özümsediğimiz ve aynı zamanda bu bilinç
tarafından özümsendiğimiz, yaşamımızın ilk birkaç yılı
içinde girift bir şekilde katlanır ve yoğun bir şekilde işlenir.
Neredeyse başından itibaren, hayvanlar gibi, bağımsız orga­
nizmalar gibi, hele de bağımsız beyinler gibi görülemeyiz.
Kızarmanın hikayesi tek başına, insansıların organik
hallerinden uyanmalarıyla hakiın olan insan bilincinin artı­
larını eksilerini saptama yollarından biridir. Bu hikaye aynı
zamanda ve tesadüfen, havalı ve havasız iletişimi ayırmak
için çizdiğiın yapay sınırları da ortadan kaldırır, çünkü şu
anki hava, geçmişteki hava, solunan hava ve granit kadar
kalıcı sözcüklere dönüşen hava arasında mekik dokur. Öyle
veya böyle, konuşmanın (yaşam sahnesine nispeten yeni
çıkmış olmasına rağmen kafalarımızı hayvanlar aleminde
diğer bir organın rüyasında dahi göremeyeceği konumlara
taşıyan bu ifade yönteminin) bazı yönlerine yeniden ve daha
derinlemesine bakmaya imkan verir.

Vaka

Şiındi örnek vereceğiın kızarma, geriatri servisindeki


çalışma arkadaşlarımdan birinin, 44 yaşında bir bey olan
başhemşire Ryan'ın yanaklarında çiçeklendi (kolayca talı-

132
min edebileceğiniz nedenlerle, farklı bir isim kullandım).
Olay, hastalan bir koğuştan diğerine -boyanması gereken
Hl koğuşundan H2 koğuşuna- aktarmak için en uygun
yolu belirlemeye çalıştığımız bir toplantıda Ryan'ın yaptığı
bir yorumdan sonra vuku buldu. Başhemşire Ryan, toplan­
mış ekibin önünde ikinci koğuştan bahsederken "heyç • 2"
koğuşu dedi. "Eyç"in önüne gelen bu yersiz "h" harfinin
ateşlediği kızarıklık saç diplerine kadar yayıldı. Mahcup
olduğunu, terlediğini, kendi kendine ihanet etmenin utancı
içinde olduğunu görebiliyordum. Kimse fark etmiş gibi
görünmese de, Ryan fark ettiklerini düşünüyordu.
Ona yardım etmek istedim ve çabucak konuyu değiş­
tirerek lojistik işlerin ayrıntılarına daldım. Ama örneğin,
utanmasından kaynaklanan bu küçük kazayı daha geniş
bir tablo içinde ele alma yoluna gitmedim. Aynı şafak
kızıllığının sınırsız gün ışığı içinde erimesi gibi, yanakların­
daki pembeliğin de yayılan şaşkınlık dalgası içinde solması
umuduyla, tarih öncesi ve tarih çağlarına ait evrimleşme
hikayeleri anlatmaya girişmedim. Oysa şimdi tam da bun­
ları yapmak istiyorum. Şimdi; zaman zaman günümüz yüz
kızarmalarının pembeliklerine kaynaklık eden, yerin derin
katmanlarındaki o uzak bilinç ırmaklarını hatırlayarak, -"
bir anın peşinde türlü çeşitli olasılıkların loş bölgesine doğru
iz süren"- Goethe'nin Epimetheus'u olmaya soyunacağım.

Söz

Başlangıçta söz vardı. Bu başlangıcın ne zaman olduğu­


nuysa bilen yok. Maddi dünyanın ve içindeki sezgi sahibi
yaratıkların yaşantılarının sözsüzlüğü, belki kırk bin, belki
yüz bin, belki de yüz binlerce yıl önce sona erdi. Sözün,
nasıl olup da sözcüklerin olmadığı bu evrene girdiğini
kimse bilmiyor. Bu konuda birçok kuram var kuşkusuz

• İngilizcede "h" harfi "eyç" şeklinde okunur. (ç.n.)


133
ama bunlardan hiçbiri hayvanların çağrı çığlıkları ile insan­
ların konuşmaları arasındaki derin uçurumu açıklayamıyor.
Hatta 5. Bölüm' de değindiğimiz üzere, kuramlardan ancak
pek azı bu uçurumun boyutların farkında. Haydi, gelin en
azından biz girişelim bu işe.
Birçok şeyin -bulutların, kokuların, cilt lekelerinin- bir
anlamı vardır ama bu anlamların pek azı bir anlam ifade
eder. İnsan konuşması, benzersiz bir düzeyde, "bir anlam
ifade eden" anlamlılıktadır. Hal böyle olunca da daha çok
soyut olasılıklar önerir. Bu şaşırtıcı "olması mümkünlükleri
şekillendirme" işini de, bir genel duyular kümesi tarafından
algılanan göndergeler sunarak yapar. Göndergelerin gerçek
olmaları şart değildir. Aslında olmamaları daha bile tercih
edilir. Konuşma tarafından vücuda getirilen yokluklar,
ölçülebilen ve ölçülemeyen bir dizi farklı biçimde olabilir:
"artık'', "henüz", "asla"; gözden uzak, akıl almaz; dilek
kipi ve istek kipi; olası, mümkün ve imkansız vb.
Can alıcı nokta, bunlardan hiçbirinin tıslanamaması,
havlanamaması, ciyaklanamaması veya ötülememesidir.
Bunların hışırdanması, gümbürdenmesi veya gürlenmesi de
mümkün değildir. Sözün doğuşu, dilsiz evrende bilişsel bir
patlama yaratmıştır. Tavuğa "kışt" diyen ilk insan doğaya
bir çift yeni göz açmış ve böylelikle dönüp kendini görmeye
başlamıştır. İşte insanı "kızarmaya yatkın" yegane canlı
yapan bu kendilik bilincinin ve sosyal farkındalığın köken­
leri burada yatar.

Dolaylı Anlatım

İnsansılar, konuşmaya başladıktan bir müddet sonra


diğerlerinin söylediklerini aktarmanın yollarını da öğren­
diler ve "X, Y'nin şunları şunları söylediğini söylüyor,"
ya da "Z kendinden bahsediyor," gibi cümleler kurmaya
başladılar.

134
Bir · yansıtma veya bir taklit olmayıp, geçmişte yapılan
konuşmalar hakkında bugün yapılan gerçek bir konuşma;
daha önce dile getirilenlerin bir amaç dahilinde yeniden tek­
rarlanması olan dolaylı anlatım, hayvanların bağırtılarından
ölçülemez derecede uzaktır. Bu, 5. Bölüm'de değindiğimiz
bir konuyu açıklığa kavuşturur: Hayvanlar arası iletişim
sistemleri içinde benzersiz bir konuma sahip olan insan dili,
üstdillerle örülüdür. Üstdil çok daha ileri bilinçlilik düzeyle­
rini ifade eder, hatta yaratır. Bir konuşmada bir başka insa­
na veya kendine atıfta bulunmak, insanların birbirlerinin
ileri derecede farkında olmalarının çarpıcı bir göstergesidir.
Benim şundan veya bundan bahsettiğimi söylediğinizde
veya hatırladığınızda ve hatta bu konuda yanlış iddialarda
bulunduğunuzda, bu sizin benim hakkımda, (soyut da olsa)
bir anlam yaratmak veya nakletmek amacıyla ifade edilen
sözcükler söyleyen çok özel bir aktarıcı olarak oldukça kar­
maşık bir fikre sahip olduğunuzu gösterir.
Kısacası biz insanlar, diğer insanların bir anlamı olsun
diye söylenmiş anlamların kaynağı olduklarını biliriz. Bu
bize büyük bir güç kazandırır; böylelikle, maddesel ve
biyolojik dünyanın sonsuz bilinçsiz enerjilerinin aracılık
ettiği durumlardan daha farklı durumlar yaratabiliriz. Bu
tür güçler evrenin ömrünün ilk yüzde 99,998'lik kısmında
bilinmiyordu. Oysa şimdi her yerdedirler; hatta o kadar ki
insan, evrenin tamama yakınının bizim anlamlandırılmış
anlamlanmızla örülü müşterek dünyamızdan oluştuğuna
dair insan merkezli yanılsamalara kapılsa yeridir.
Bu, bizim çıplaklığımızın neden çakıl taşlarından ya
da aslında evrendeki canlı cansız diğer bütün varlıklardan
daha karmaşık, daha katmanlı ve dolayısıyla da daha çıp­
lak olduğunu açıklar. Çok geniş bir maruz kalma alanına
sahibiz. Başhemşire Ryan'ın sımsıcak ve karşı konulamaz
bir şekilde kendini gösteren kırmızı yanaklarının ecdadı çok
eskilere dayanır. O anda kendini çok yalnız hissetmiş olsa

135
bile, tarih sürecinde yalnız değildir. Yakanın bir eşi olmaya­
bilir ama aynı şeyi, yaşanan rahatsızlık hissi için söyleyeme­
yiz: Konuşan ve hatta bir üstdil konuşan, dolayısıyla da kat­
manlı bilince sahip olan her bireyin yanaklarında kızarma
riski vardır. Kızarıklığa yol açan şey kişiye ve zamana göre
değişse de, herkes kızarabilirliğe sahiptir.

Kayda Geçirme

Uzun vadeli düşünmeye ve başhemşire Ryan'ın kızarma­


sıyla sonuçlanan dolambaçlı bilinçlenme yolunun rotasını
çizmeye çalışıyoruz. Bir sonraki aşamaysa yazmak veya
daha geniş kapsamlı ifade edecek olursak, konuşmanın
kayda geçirilmesi. Kayda geçirme, anlamlandırılmış anlam­
ları (bir şey ifade etmek isteyen ifadeleri) ılık ağızlardan ve
bedende ısıtılmış havadan kurtararak, muhataplar çembe­
rini sınırsızca genişletir. Yazılı sözcüklerin solup gitmemesi,
düşünce parçacıklarının değişmeden kalmasını sağlar; böy­
lelikle düşünceler tüm dünyaya yayılabilir ve çağlar boyun­
ca yankılanabilir.

Yazı, zaten sonradan türemiş olan insan konuşmasına


kıyasla daha da yenidir. Yaklaşık 9000 yaşında olan yazı,
maddesel evrenin tarihinin ancak son yüzde 0,00005'lik
diliminde sahneye çıkmıştır. Aklıma gelmişken, evrenin
ve yazının yaşam sürelerinin bağıl oranlarına ilişkin bilgi,
kayda geçirmenin insan bilincini kendi sınırlarının ötesine
geçirmesinin başlı başına bir kararıdır; tabii eğer böyle bir
kanıt gerekiyorsa! Aynı şekilde, insanoğlunun bilincinin yazı
aracılığıyla ortak kullanıma açılması, tek tek her zihnin kifa­
yetsiz bedenin ötesine geçmesine veya en azından sınırsız bir
dünyayı tasavvur edebilmesine imkan vermiştir.4
Yazmak düşünceleri veya yaşananları doğrudan doğruya
yansıtmaz. Yazı ikinci dereceden bir dildir: İşaretleri; üzerin­
de anlaşmaya varılmış işaretlerin üzerinde anlaşmaya varıl-

136
mış işaretleridir (oysa jestler ve resimler; üzerinde anlaşmaya
varılmış bile olsalar; burada birinci dereceden bir anlaşmaya
varma söz konusudur). 5 Yazının çok uzun zaman sonra
ortaya çıkmış olmasına şaşmamalı. Burada asıl şaşılacak
nokta ortaya çıkabilmesidir; çünkü yazı, bire bir kaydetme­
ye dayalı doğrudan bir transkripsiyon değildir: Yazmanın
birincil görevi, sözcüklerin seslerini konuşurken telaffuz
edildikleri şekliyle yakalayarak, dil sembollerini sembollerle
göstermektir; ama genellikle yazdığımız şekilde konuşmayız.

AHabeleştirme

Başhemşire Ryan'ın kızarmasının kökenleriyle ilgili hika­


yemiz sürüyor. Eğer Sami halklarının dehasının bir ürünü
olarak alfabe gelişmeseydi ve böylelikle kaydetme işi sesten
ayrılıp sembollere indirgenmeseydi, Ryan arkadaşımızın
kızarmasına sebep olan dil sürçmesi hiç yaşanmayacaktı.
Alfabeyle birlikte, söylenen sözcüklerden farklı olarak, yazı­
lı sözcükler harfierle ifade edilmeye başlandı.
Alfabeleştirmenin birçok farklı aşamadan oluşan kade­
meli bir süreç olması şaşırtıcı değildir. Resim yazı, zamanla
yerini sözcük temelli yazıya bırakmıştır. Resim yazıda, yazı­
lan sözcük, temsil ettiği şeyin aşağı yukarı üzerinde anlaş­
maya varılmış bir resminden oluşur. Oysa sözcük temelli
yazı sistemlerinde her sözcük bir işaretle gösterilir. Yazıda
sınırlı anlamların sınırsız bir şekilde kufü�nılmasını sağlayan
dönüm noktasıysa ( dilbilimcilerin müthiş -ve insan kafaları­
nın yaptığı pek çok şeyi de ifade eden- terimini kullanırsak),

ses temelli heceli yazma sistemleridir. Bu tür sistemlerde işa­


retler; ortak bir anlamı değil de ortak bir sesi temsil etmek
için kullanılırlar. Nihayet, işaret parmaklarımızı yaza yaza
kızartmamızdan yalnızca 3000-4000 yıl önce, heceler sesli
ve sessiz bileşenlerine ayrıldılar. Böylelikle, tam anlamıyla
harfler doğmuş oldu.

137
Bazı ara formların yardımıyla gerçekleştirilen bu sıçra­
yışlar (örneğin seslerin, adları aynı sesle başlayan bir nes­
nenin resmiyle ifade edildiği akrofonik), beklenmedik dere­
cede zekicedir. Her adım, hatta en küçüğü bile, dahicedir.
Örneğin akıllı Yunanların, Sami alfabesinde olup da kendi
dillerinde hiçbir sese karşılık gelmeyen harfleri alıp sesli harf
olarak kullanmaları ve böylece alfabelerini tamamlamala­
rıyla yüksek bir eşik atlanmıştır.
Ve bütün bunlar, inanışa göre, "Tanrı'nın, Biricik Oğlu­
nun insan suretindeki bedenine kendi Dünyasını nakşet­
meye karar vermesinden" tam 1 000 yıl önce gerçekleşti.
Tam zamanında! Eğer yazı daha sonra gelişmiş olsa, İsa'nın
çarmıha gerilmesi çoktan soluk anılar arasına karışıp gitmiş
olabilirdi. Oysa yazı çoktan ortaya çıkmıştı ve yüz kızarma­
sından çok daha radikal ve geniş kapsamlı olan "sözün ete
ve kana dönüşümüne" tanıklık edecekti.

Heceleme: Harflerin Seslendirilmesi

Artık yazılı sözcükler bir alfabeden bağımsız olarak düşü­


nülemez hale gelmişti: Her sözcük, tartışmasız bir sıra içinde
belirli bir düzene göre dizilmiş harflerle temsil ediliyordu.
Böylelikle, doğru heceleme kuralları da doğmuş oldu.
İnsanlar heceleme dersleri almaya başladılar. Bu ders­
ler sözcükleri tekrar tekrar "heceleyerek okuma" (daha
doğrusu, başhemşire Ryan'ın başına bela olan yüksek sesle
okuma) seanslarını kapsıyordu. Yüksek sesle okuma, yani
doğru harfleri doğru sırayla dile getirme, harfleri toparla­
mak için bazı vokal beceriler gerektiriyordu. Harfleri cım­
bızlarken, sadece harfin sözcüğe kattığı sesi söylemek yeterli
değildi; aynı harf, farklı sözcükler içinde farklı seslerle söy­
lenebiliyordu. Buna örnek olarak, İngilizcede "t" harfinin
"tune" ve "the" sözcükleri içindeki tonlamasının farklı olu­
şunu gösterebiliriz. Dolayısıyla da harflere, seslerinden bir

1 38
miktar farklı adlar veririz. Bizi başhemşire Ryan'ın kırmızı
yanaklarına götüren yolda bir başka dolambaç, karmaşaya
eklenecek bir başka konu da, bu harf isimlerinin de seslendi­
rilmesinin gerekmesidir. Dahası, sesleri temsil eden harflerin
isimlerinin kendileri de harflerden oluşur (mesela "T"yi
okurken söylediğimiz "te", "t" ve "e" harflerinden oluşur).

"H"

Derinlerden yüzeye doğru çıkışımızın son demlerine gel­


miş bulunmaktayız. Başhemşire Ryan'ın, bakışlarını kaçı­
ran, dolayısıyla da kırdığı potu fark ettiklerini düşündüğü
bir grubun önündeki çaresizliğini aydınlatan gün ışığına
çok yaklaştık. Bu kızarmanın birkaç yüzyıllık hazırlığa daha
ihtiyacı var. Bu kırmızı yanakların parladığı açık havaya
çıkmadan önce şu gizemli "h", namı-ı diğer [İngilizce oku­
nuşuyla] "eyç" harfinin meziyetlerine bir bakalım.
Ses bilimi uzmanı için "h", bir sessiz harften önce ses
tellerini biraz daraltarak alınan, içe çekilen nefese karşılık
gelir (siz de deneyin). Ben bu harfi, sese, hava yollarına,
akciğerlere, "ben" diyen şahsiyetin yaşayan bedenine, yaşa­
yan ruhun pneuma'sına en yakın harf olarak düşünme
eğilimindeyim. O kadar duygusal ve romantik olmayan bir
gözle baktığımdaysa bana sesli ve sessiz harflerin ortasında
duran bir melez gibi görünüyor. Sesli ile sessiz olma ara­
sında gidip gelen "y" harfinden farklı olarak, "h" her ikisi
de değildir: Ne sessiz harfin lifli sertliğine ne de sesli harfin
balonsu açıklığına sahiptir.
Bu kararsız durum "h" (ya da "eyç") harfinin neden
böyle tuhaf okunduğunu açıklayabilir. Bu okunuşta harfin
kendisine ait bir ses bile yoktur. "O" harfini "oh" olarak
okuduğumuzda en azında temsil edilen harf gibi bir ses çıkar
ve harfin görevlerinden biri dile getirilmiş olur. Aynı şekilde
"a" harfini okurken çıkardığımız ses de, "a"nın uygun

139
sessizlerle bir araya geldiğinde çıkardığı ses gibidir. Son bir
örnek olarak, "p" harfinin okunuşu olan "pe" de "p" ile
başlar. Peki, "h" harfi neden "eyç" diye okunmaya başlandı?
Öyle anlaşılıyor ki "eyç", ortaçağ Latin kültürünün -
içinde en azından h sesinin geçtiği- "aha" sından, ortaçağ
İngilizcesi'nin "ache"ine kadar, alfabenin sekizinci harfinin
geçirdiği bin yıllık zor dönemin son aşamasıdır. Mükemmel
bir çelişki örneği oluşturan bu uzun yolculukta "h" harfi,
nefesin ses telleri arasından sürtünerek geçmesiyle çıkarılma
özelliğini kaybetmiş, nefessiz kalınarak çıkarılan bir hade
dönüşmüştür. "Eyç"e dönüşen "aha", "h"sini üflemesiz bir
hece içine gömmüştür.

Toplumsal Dilbilim Tarihi

Kafa karıştırıcı isimlendirme sürecini artık bir kenara


bırakabiliriz. "H" harfiyle ilgili bir başka hikayemiz daha
var. Bu hikaye, konuşmanın pek de nadir olmayarak kendi
göndergesel veya olgusal içeriğinin ötesine geçebildiğini
(diğer bir deyişle, özüyle ilişkisiz bir nitelik kazandığını)
gösteriyor. Bunu anlayabilmek için yazılı sözcükten biraz
geriye, söylenen sözcüğe gitmemiz gerekiyor.
"H", çok özür dilerim ama oldukça züppedir. Zenginle­
rin, soyluların, hali vakti yerinde olanların, beyaz yakalıların
ağızlarını, fakir, şansız şöhretsiz, meteliğe kurşun atan mavi
yakalıların ağızlarına tercih eder. Somut, maddesel şeylerden
ziyade soyut işlerle uğraşanlara, çiftlik işletenlerden ziyade
ofis yönetenlere öncelik verir. Sosyal konumun önemli gös­
tergelerinden biridir ve dolayısıyla da, sınıf atlamak isteyen
kırmızı yanaklı hayvanların (burada, mavi yakalarını beya­
za dönüştürmeye, maddesel dünyayla fazlaca temas sonucu
nasır tutan ellerini yumuşatmaya, beden işi yerine zihin
işiyle meşgul olmaya hevesli H. sapiens sapiens leri kaste­
'

diyoruz) kırmızı yanaklarına hitap eder doğrudan doğruya.

140
Oxford İngilizce Sözlüğü, (sanki kendisi tamamen
masum bir tarafmış gibi), şöyle der: "H harfinin doğru
okunuşu, sosyal konumun alameti farikası gibi görülür. "
Aslında bu, kullandığımız hemen her sözcük için az çok
geçerlidir; etrafımızdakiler, konuşma tarzımıza bakarak
bizi sınıflandırırlar, ancak "eyç" harfinin telaffuz edilmeyişi
başlı başına bir üstünlük göstergesidir.6 Bir sözcükte "eyç"
harfinin, bu yaramaz, mini hırıltının vurgulanıp vurgulan­
maması, sizin nereden geldiğinizi ifşa eder: Eyç'leri vurgu­
lamayanlar, bir bakışta sizin kendilerinden biri olmadığınızı
anlayıverirler. Vurgulanan "h", sesli bir hiçlik gibi hiçliğin
kıyısındaki bu ölü doğan, gözü yukarılarda olanların mas­
kesini düşürmesiyle ün salmıştır; duvardaki tutamaçlar
yerinden kopar ve birden altınızda bir uçurum açılıverir,
düşersiniz. Etrafınızdakiler bir an için sizin de onlardan biri
olduğunuz sanısına kapılmış bile olsalar, artık üyeliğiniz
düşmüştür, çünkü bunun bir gösteri olduğu, soydan gelme­
diği anlaşılmıştır.
Geleneksel töre komedilerinde, bu durum sonradan gör­
melerin, kısa zama n önce servet kazanmış kişilerin başına
gelir. Kuşkusuz para ürer, bazen vurgun sonucu da kazanılır,
ama yine de öncelikle yeterince paranız olması gerekir. Kendi
kazanmadığınız para temizdir; görgülü insanların arasında
yetişmek, birkaç kuşak sonra görgülü olunmasmı sağlar.
"Eyç" diyememek, tiyatro ve roman yazarlarının leh­
çeleri "gerçekçi" bir şekilde aktardıkları diyaloglarda kaba
bir şekilde tırnak işaretleriyle vurgulanır. "Eyç diyememe"
veya "eyç diyebilme azlığı", kişiyi başrolden figüranlığa,
yan rollere, karakter rollerine yöneltir. "Eyç diyemeyen" kişi
merkezde olamaz : Şehirli ve yakın değil, taşralı ve uzaktır;
avizeli odalarda değil, semt pazarında veya çiftliktedir; ikti­
dar ilişkilerini uygulayanların değil, bu ilişkilerden mağdur
olanların bulundukları, insanların genellikle bilinçli olduğu
ama bilinçliliğin pek de revaçta olmadığı yerlerde gezer.

141
Yüz Kızarması

Nihayet, başhemşire Ryan'ın yüz kızartıcı falsosuna


gelebildik.
Hatırlarsanız Ryan, bir sözcÜğü harflerini söyleyerek
heceleme sanatının inceliklerini ifa ederken, "eyç"in başı­
na normalde orada olmaması gereken bir "h" eklemişti.
Bu "heyç", "eyç"e ortaçağda kaybettiği "h"yi yeniden
kazandırmaya yönelik tarihsel bir fonoloji çalışması mıydı?
Hayır. Bu gereksiz "h" aslında, "ya telaffuz edilmesi gere­
ken bir 'h' harfini yanlışlıkla telaffuz etmeyi unutursam? "
kaygısının bir tezahürüydü. Ağızdan "püf" diye çıkan
minicik bir meltem kadar hafif bir sesin telaffuzunun ne
büyük ses getireceğinin dehşetle farkında olup da, bunu
telafi edeyim derken aşırıya kaçmaktan ibaretti. Yumuşak
bir sessizliğin olması gerektiği yerde, gırtlaktan gelen o
sürtünmeli sesi, o kaba hırıltılı "h"yi çıkarmak, dilin yumu­
şaklığını emip alarak, o kişinin bazılarınca kaba olarak
nitelendirilebilmesine kapı açmıştı. Yanaklara al bastıran
ayıp, işte böyle vuku buldu.
Her ne kadar bireysel bir deneyim olsa da, bu kaygı
insana sosyal konumundan pek de memnun olmayan atala­
rından aktarılır. Ryan'ın "heyç"i de, sınıf atlama ümidinde
olup da bu yükselmeden mahrum kalanların diyalektiğidir.
Gereksiz "h", iz bırakmadan yükselmeye çalışan firarileri
ele verip, yüzlerini kızartmıştır. Eskiden hangi konumda
olduklarını değil, ileride hangi konumda olmak istediklerini
açığa vurmuş, önceki hal ile sonraki hal arasındaki uzaklığı
afişe etmiştir. Kısacası bu yüz kızarması, ait olduğu kabile­
nin kolektif utancının bir dışavurumu ve ihanetidir. Dolayı­
sıyla da bir nevi kendi kendine ihanettir.

142
Sonuç

Bir dizi mucizeye tanıklık ettik: Söz söyleme, dolaylı


anlanm, kayda geçirme, alfabeleştirme, sözcüklerin harflere
ayrılması, harflerin adlandırılması, bunların telaffuzu ve
kişinin kendi sesi aracılığıyla dışa vurulan sosyal kendilik
bilinci... Herhangi bir yüz kızarmasının ta derinlerinde
yatan ve insanın bu sıkıntı yaratan duruma gelinceye kadar
ne kadar yol kat ettiğini gösteren gizemlerdir bunlar.
8. Bölüm

Gözetleme Kulesi

Görülebilenin kacınılmaz kipligi. *


James Joyce, Ulysses

bk Bakışl

Günümüzden 4 ila 8 milyon yıl öncesine denk gelen bir


zamanda, Afrika'nın ikliminde işler kötüye gitmeye başladı.
Küresel sıcaklık düşmüş, bu da havanın soğumasına, yağış­
ların azalmasına yol açmıştı. Yeryüzü daha az misafirperver
bir hal aldı ve orman örtüsünün bir kısmını kaybetti. Primat
atalarımız açık araziye göç etmek zorunda kaldılar. Nispeten
ağaçsız olan açık arazilerde yaşamak, dik durmayı destek­
ledi, çünkü dik yürümeyi engelleyecek veya ağaçtan ağaca
atlamaya imkan verecek kadar çok ağaç yoktu. İnsansılar
doğrulup, iki bacak üzerinde yürümeyi öğrendiler.
Diğer primatlar da bazen dik durmayı tercih ederler
ama yalnızca insan, kararlı bir şekilde iki ayağı üzerinde
dikilir. Dahası, yine sadece insan adım atarak yürüyebilir.
Her adımda öne atılan bacağın karşı tarafındaki kol salla­
nır; böylelikle gövdedeki yamulmayı telafi etmek ve daha

dengeli bir şekilde dik yürüyebilmek mümkün olur. Dik dur-


Ulysses, çev. Nevzat Erkmen; YKY, 2001. (ç.n.)
145
mak kafayı, uzun bir kaide üzerine oturtulmuş bir büst gibi
yükseltir. Bu, görme ve işitme gibi uzun mesafeli duyular
açısından önemli bir avantajdır ve bu duyuları, dokunma
ve koklama gibi yakın mesafeli duyulara kıyasla daha üstün
bir konuma getirir. Yukarı yükselen kafanın görüş yeteneği­
nin büyük oranda artması, bedeni bir çeşit gözetleme kule­
sine çevirir. Dış dünyadan duyularımız aracılığıyla aldığımız
bilgilerin yaklaşık % 90'ını görme duyusu sağlar. Bunun,
hem içinde yaşadığımız doğal (ya da daha geniş anlamda
maddesel) dünyayla ve diğer insanlarla olan ilişkilerimiz
hem de kendimize dair algımız üzerinde sayısız etkisi vardır.
Birazdan bütün bunları tek tek ele alacağım. Ancak
öncelikle, öznelliğimizle çok yakından ilişkili bir organımız
olan gözden biraz bahsetmekte fayda var.
Göz "karmaşık bir organdır" dersek, onu biraz hafife
almış oluruz. En sıradan bir göz atma için bile, minik minik
birçok parçanın birlikte çalışması gerekir. Prensip oldukça
basittir. Göz, ışığı içine alır ve öyle bir işler ki, baktığımız
sahnenin görünen yüzü, gözün arkasından çıkıp beyne
giden optik sinirde bir dizi uyarıya (impuls) dönüştürülür.
Bu uyarılar, bir posta da beyinde işlendikten sonra, görünen
yüzey yeniden oluşturulur.
Bu çok açık ve basit görünen hikayede bazı temel sorun­
lar vardır. Işık enerjisinin sinir uyarılarına dönüştürülmesi,
ışığın "ışığı fark etmeye" ve ışık örüntülerinin "görüntü
örüntülerine" nasıl dönüştüğünü, kısacası sahnenin nasıl
görülebildiğini açıklamaz. Işığın gözler aracılığıyla beyne
girişi oldukça açıktır. Hiçbir şekilde açık olmayan şey ise,
bakışın nasıl olup da ışığı kullanarak kendi kaynağını
oluşturan (veya daha önce oluşturmuş olan) nesnelere
bakabildiğidir. Ayrıca, ışığı toplayan retinanın (ağ tabaka)
iki boyutlu bir yüzeye sahip olduğu düşünüldüğünde, üç
boyutlu görsel alan algısı, yani zengin ve karmaşık bir görsel
dünyanın oluşturulması, olağanüstü, hatta esrarengiz bir

146
başarı olarak görünmektedir. Yalnızca görme yetisi değil,
bütün duyularla ilgili olan bu temel sorulara bir sonraki
bölümde yanıt arayacağız. Ama önce, bu harikulade yapıyı
selamlamak istiyorum. Gözün, görme işini tam olarak açık­
lamasa da, görme için gerekli bir şart olduğu kesin.
Görülebilir dünyadan yansıyan ışık, göz yuvarının üzerini
kaplayan camsı ve saydam bir tabaka olan kornea (saydam
tabaka) aracılığıyla göze girer. Gözün odaklama gücünün
üçte ikisinden kornea sorumluduı: Korneasını çizmiş olan­
ların gayet iyi bileceği gibi, bu tabaka aşın hassastıı; çünkü
buradaki sinir sonlanmaları, vücudun diğer her yerinden
daha yoğun bir şekilde bir araya gelmiştir. Yalnızca yarım
milimetre kalınlığında olmasına rağmen, beş katmandan
oluşur. B)l . katmanların bir kısmı korneayı yaralanmalara
karşı korur. En içteki tabaka olan endotelyum, tek bir hücre
kalınlığında olmasına karşın çok önemli bir göreve sahiptir:
Korneadan su pompalar ve temiz kalmasını sağlar.
Dışarıdan içeriye ışık ve anlam taşıyan korneanın mikta­
rı, irisin açılma düzeyine göre değişir. İris, göze rengini veren
ayarlanabilir bir diyaframdır. (Gözün opak beyaz kısımları­
na ise "sklera" adı verilir. ) İris, karanlıkta açılıp, aydınlıkta
kapanarak, göze giren ışığın miktarını kontrol eder. Duygu­
ların da etkisi vardır. Tehlike anında gözbebekleri küçülür;
eroin bağımlısının nokta kadar gözbebekleri, hastanelerin
acil bölümlerinde sık rastlanan bir bulguduı:
İris, ülkeye girmek veya çıkmak isteyen yahut yardım
talebinde bulunan kişilerin bire bir tanınmasını sağlayan
kimlik kartları ve "biyokimlik" teçhizatları aracılığıyla siya­
sete de atılmıştır. İris tarama analizi, gözdeki halkaları, çiz­
gileri ve benekleri değerlendirerek200 'ün üzerinde özelliği
kıyaslayabilir. Bu yöntem, dünya yüzündeki tek tek her bir
kişiyi tanımayı mümkün kılar ve bankaların iris taramasını
para çekme makinesi işlemlerinde rutin bir uygulama haline
getireceği günler yakındır.

147
Gözlerimizin rengi, karşımızdakilere verdiğimiz ilk ve
kalıcı izlenim açısından büyük önem taşır. Kişinin karakteri
ile indol monomerin (yani mavi gözlere mavi renklerini
veren kimyasal maddenin) marifetleri arasındaki muğlak
ilişki, "bir çift mavi gözün" bir Thomas Hardy karakterinin
tatlı masumluğuyla, Frank Sinatra'nın o kadar da masum
olmayan çekiciliğiyle veya seyahat yazarı Bruce Chatwin'in
uzak ufuklara dalmış duyarlılığıyla özdeşleştirilmesine yol
açar. George Orwell'ın zeki mavi gözleri, çok kişi tarafından
imgeleminin açıklığı, inatçılığı, cesur duruşu ve dürüstlü­
ğüyle bağdaştırılmıştır. Aslında George Orwell'ın dışarıya
açık yüzü, bastırılmış cinselliğinden ve kadınlar tarafından
beğenilmemesinden çok çeken gizli kapaklı Eric Blair kişili­
ğiyle hiç örtüşmez. 2 Yine de gözler, kimyasal bileşimlerinin
sonuçlarını yansıtan renkleriyle aynı gözlerdir.
İrisin ortasındaki lomboz deliğinden içeri giren ışık, göz
merceğinden geçer. Odaklanma, büyük oranda korneanın
denetiminde olsa da, göz merceği ince ayarları yapar, böy­
lelikle hem yakın hem de uzaktaki nesneleri aynı netlikte
görebiliriz. Mercek esnektir ve herhangi bir sınırlama olma­
sa küresel bir şekil almaya meyillidir. Merkezden kenara
doğru uzanan bir dizi lif -zonula lifleri- gergin durarak,
merceği yassı şekilde tutarlar. Bu konum, ışık ışınlarının reti­
naya düşürülmesi için çok fazla kırılmalarının gerekmediği
uzak görüş için uygundur. Nesne yakında olduğundaysa,
merceğin daha küresel bir şekil alması gerekir. Bunun için
siliyer kaslar kasılırlar ve zonula liflerinin gevşemesini sağ­
layarak, merceği yuvarlaklaştırırlar.
Kornea, iris ve mercek, gözün ön bölmesini (ön kama­
rayı) dolduran ve "aköz hümör" adı verilen göz sıvısının
içinde yüzer ve bu sıvıdan beslenirler. Bu sıvının basıncını
kontrol etmek için, siliyer kasları içeren siliyer cisimlerden
günde 4 ml miktarında salgılanan sıvı ile üç boyutlu sün­
gere benzer bir yapı olan trabeküler ağ aracılığıyla gözün

148
dışındaki kan damarlarına aktarılan sıvının dengesini hassas
bir şekilde korumak gerekir. Bu drenaj sistemi tıkandığında
artan göz içi basıncı görme sinirine baskı yapar ve yüksek
tansiyon devam ederse, sinir kademeli olarak tahrip olur. Bu
tahrip, sinsi ve ağrısız bir şekilde gerçekleşse bile, nihayetin­
de bir felaketle sonuçlanır. Önce periferik görüş kaybolur
( " tünel görüşü" ) ve dünya açık seçik değil hayal meyal
görülmeye başlar, ardından da körlük gelir. Zamanında tanı
koyulmayan veya tedavi edilmeyen glokom, pek çok kişi
için yaşlılığı sonu gelmez bir geceye çevirmektedir.
Gözde, mercek ve retina arasındaki kısma, camsı cisim
adı verilir. Bu kısım göz küresinin büyük bir bölümünü kap­
lar ve göze karakteristik şeklini verir. Bu kısmın içi, etrafı
şeffaf ve hassas bir zarla çevrilmiş saydam, jelatinsi bir sıvı
olan "vitröz hümör" ile doludur. Shakespeare öğrencileri
içinse vitröz hümör, Kral Lear'de Gloucester'in kör olması­
nın ayrılmaz bir parçasıdır (fil. Perde, 6. Sahne):

Cornwall: Daha fazlasını görmesin diye, engelleyecegim


görmesini.
Al bakalım, aksın gözün! Hani ışıgın nerede şimdi?
Gloucester: Aaah l Her şey karanlık, çok ıshraplı. *

Sonunda ışık menzile, yani yedi katlı retina tabakasına


ulaşır ve burada sinir uyanlarına dönüştürülür. Gangliyon
hücrelerine erişinceye kadar bütün katları geçer, ardından
birbiriyle bağlantılı hücrelerden oluşan çok karmaşık bir
ağda işlenir ve dönüştürülen ışık, bu sinir ağının uzantıları
tarafından oluşturulan optik sinir aracılığıyla beyne iletilir.
Bu oldukça karmaşık bir süreçtir, çünkü retinanın çok farklı
ışık şartlarında faaliyet göstermesi gerekir. İçinde bulun­
duğumuz çevrenin aydınlanma miktarı, karanlık geceden,
öğle saatlerinin parlak gün ışığına kadar 100 milyon kata


Kral Lear, çev. Özdeınir Nutku, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
2009. (ç.n. )
149
ulaşan bir değişim göstermektedir. Gözlerin ışığa uyumu
inanılmazdır. Göz en karanlık şartlara uyum sağlandığın­
da, bir kuantumluk ışığın beş ila on dört adet ışığa duyarlı
retina çubuk hücresi tarafından emilmesi, görebilmek için
yeterli olur.3 Gözün uyum mekanizması olmasaydı, normal
gün ışığı insanı kör edebilir ve alacakaranlıkta görmek
imkansız hale gelebilirdi. Retinanın bu "ayağını yorganına
göre uzatma" yeteneği, kapsamlı araştırmalara rağmen hata
aydınlatılamamışnr.4
Retina, koni hücreleri ve çubuk hücreleri olarak adlan­
dırılan milyonlarca uzmanlaşmış fotoreseptör içerir. Reti­
nanın en hassas kısmı olan makula, koni hücrelerinin en
yoğun olduğu yerdir. Merkezi görmeden ve ince ayrınnların
seçilmesinden sorumludur. Koni hücreleri daha yüksek
yoğunluktaki gündüz ışığında görmemizi ve renkleri ayırt
etmemizi sağlar. Makulanın ortasında yer alan sarı nokta
(fovea), koni hücrelerinin en yoğun bulunduğu ve göz
hareketlerinizle bu satırlardan yansıyan ışığı alacak şekilde
konumlandırdığınız kısımdır. Sarı noktanın dışında kalan
periferik retina ise daha çok çubuk hücrelerini içerir. Bu
hücreler daha düşük ışık yoğunluklarında faaliyet göste­
rebilirler, ama dünyayı ancak siyah beyaz görmenizi sağ­
larlar. Bu hücreler daha çok gece görüşü açısından önem
taşımaktadır.
Harekete ve değişime, durağanlıktan daha ilgiliyizdir.
Bu bize çevremize uyum sağlamada birçok avantaj sağlar.
Otomatik pilotta giderken, yeni şeylere -eşyaların sivri
kenarlarına, görüş alanına giren yeni cisimlere, olduğu
yerde durmayıp da hareket eden şekillere- karşı uyanık
olmamız gerekir. Değişikliğe karşı aşırı duyarlılık bütün
sinir sistemi için geçerlidir aslında, ama bunun en güzel
örneği retinadır. Çünkü retina küçücük bir ışık lekesine
veya halkasına veya koyu karanlık uçlara, keskin ışıktan
daha fazla yanıt verir. Bunu mümkün kılmak için, fotore-

150
septörler bir "merkez-çevre" organizasyonuna sahiptirler:
En üst düzeyde yanıtı alabilmek için, merkezin ışıklı, çev­
resinin karanlık olması (ya da tam tersi) gerekir. Belirli bir
reseptör kendisi uyarıldığı zaman komşu reseptörleri engel­
ler; komşu reseptörler de onu. A Hücresi bütün gücüyle
ancak komşusu olan B Hücresi aynı anda bu işi yapmıyorsa
çalışabilir. Bu yanıt, uyarı ışığa ait küçük bir leke, ince bir
halka veya kenar bile olsa elde edilir.
Retinanın çıknları, optik sinir aracılığıyla beyne iletilir.
Optik sinirin retinayı deldiği noktada ışığa duyarlılık yoktur
ve bu kısım "kör nokta " olarak adlandırılır. Kör noktamıza
karşı körüzdür, yani görüş alanımızda, optik sinirlerin giriş
yerlerine karşılık gelen iki boşluk bulunmaz. Bu, orada
olmayan şeylerin yerini doldurma eğilimimizin, daha genel
anlamıyla, ne görmek istiyorsak onu görmemizin ve her
sahneden anlamlı bir öz çıkarmamızın belirgin bir ifade­
sidir. Bu, aynı zamanda çok güçlü bir metafordur da ve
bize, görüş alanımızın tam ortasında görmediğimiz -veya
yalnızca kısmen, bozuk bir şekilde veya zaman zaman gör­
düğümüz- bir şey olduğunu hatırlatan fiziksel bir işarettir.
Göremediğimiz o şey de kendimizdir.

Bakışa Derin Bakış5

Gelin görmenin diğer duyulara kıyasla ne gibi bir özelliği


olduğuna bakalım ve böylece görmenin, içinde bulundu­
ğumuz maddesel çevreyle ilişkilerimizi nasıl etkilediğini
irdeleyelim.
Öncelikle, görülecek nesnenin bizden görülebilir bir
uzaklıkta olması gerekir. Nesne "oradadır" ; gözlerimden,
daha doğrusu kafamdan ayrıdır. Kafamın ve nesnenin hare­
ketlerinin birbirinden bağımız olarak gerçekleşmesi, bu nes­
nenin kafamdan bağımsız olduğunu gösterir: Kafa o nesne
kımıldamadan da hareket edebilir (ve tersi) . 6 Burada önemli

15 1
olan nokta, bunu çıkarsamıyoı; bizzat görüyor oluşwnuz­
dur. Yalnızca nesne değil, beni nesneden ayıran uzaklık da
görülebilirdir.
Diğer hiçbir duyu için bu durwn geçerli değildir. Bizi bir
kokudan ayıran uzaklığı koklayamayız. Doğrusu, kokan
nesneyle aramızda uzamsal bir mesafe de olabileceğinden,
böyle bir koku uzaklığından söz edilemez. Öte yandan,
kokular veya kokusu alınan nesneler arasındaki uzaklıkları
da koklayamayız. (Aslına bakarsak, koklama tek başına,
bize nesneleri şimdi inceleyeceğimiz anlamda gösteremez. )
Bizi dokunduğwnuz nesneden ayıran uzaklığa dokunama­
yız. Bu "dokunsal uzaklığı" kollarımızın uzandığı kadarıyla
hissedebileceğimizi düşünsek de, bu kendi başına somut
bir ölçü olmaz; araya giren varlıklar engel teşkil eder. Aynı
şekilde, bir sesin -çoğu ses gibi- "oralarda bir yerdeki" uzak
bir kaynaktan geldiğini anlayabilsek de, ses kaynağı ile ara­
mızdaki uzaklığı işitemeyiz. Sonuçta, hafif bir ses yakındaki
kaynakta zaten hayli sessiz ya da uzak kaynağında hayli
yüksek olabilir. Bunu şöyle de açıklayabiliriz: Yüksek ses
çıkaran bir nesnenin konumlandırılması bir çıkarsamadıı;
oysa görünen bir nesneninki çıkarsama filan değildir. Filo­
zof P. F. Strawson'un deyimiyle, sesler "özlerinde uzamsal
özelliklere sahip değildirler" .7
İkincisi, şu anda algıladığımızdan daha fazla görülecek
şey olduğunu görürüz. Görme bu bakımdan, koklamadan
farklı olarak, "aşkın" nesneler gösterir. Peki, dokunma nes­
neleri bize göstermez mi? Bir şeyi elime aldığımda, kaldırdı­
ğımda veya bastırdığımda ya da ısırdığımda, ağırlığına veya
elime ya da dişime gelen sertliğine göre, "içinde daha fazla
bir şeyler barındırdığına" , bunun dokunduğum yüzeyden
daha fazlası olduğuna dair bir hisse kapılamaz mıyım? Kuş­
kusuz kapılabilirim ama bu, bir şeye bakarken hissedilenle
aynı şey değildir. Bakmak keşfetme isteğini körükler; insan
doğasının temeli buna dayanır.

1 52
Bir nesneye baktığımda, nesnenin görünür yüzeyinin
altında bana görünmeyen derinlikler veya yüzeyler taşı­
dığını görebilirim. Nesnenin önü arkasını, üstü altını, dışı
içini gizler. Kısacası görüş alanı, opak nesnelerden, büyük
bir kısmı göze görünmeyen ve belki de içinde başka şeyleri
gizleyen öğelerden oluşur. Eğer her şey tamamen saydam
olsaydı, hiçbir şey göremezdik. Bütün nesneler kenarsız,
gölgesiz ve görsel içeriksiz olurdu. Kısacası göze görünme,
aşikar bir gizledik özelliğine sahip olmaya bağlıdır. Göze
görünebilmenin gerekli koşulu, göze görünmeyen kısımları
gizliyor olmaktır. Bu koşul yalnızca görüş alanı dahilinde
değil, onun etrafı için de geçerlidir. Görüş alanı bir ufuk
çizgisiyle sınırlıdır. Kısmen gerçek kısmen de kavramsal
olan bir çizgi, görünür olanla olmayan arasındaki bütün
sınırları birleştirir ve kendisi de görülebilir. Bunun yanında
bir de, görüş alanımızın sınırları dışında kalan çok geniş ve
sürekli bir görünmezlik hali vardır ki, kafamızın arkasında
yer alır.
Bütün bu verilerden hareketle şu sonuca varabiliriz:
Gözle görülebilen süreklidir. Görme alanı; işitme alanı,
koku alanı ve dokunma alanından farklı bir şekilde mev­
cuttur. Sesler arasındaki mesafenin kendisi sesten oluşmaz;
yukarıda da belirttiğimiz üzere sesler özlerinde uzamsal
özelliklere sahip değildirler. Deyim yerindeyse, farklı nok­
talarda bulunan sesler arasındaki boşlukları doldurabili­
riz; ancak boşlukları doldurduğumuz şeyin kendisi sesten
yapılmış değildir. Kokular her yere yayılabilirler ama zaman
ve uzayda bariz bir süreklilik göstermezler. Aynı şekilde
dokunarak bir somut madde sürekliliği çizebiliriz ama bu
süreklilik birdenbire oluşamaz. Dokunma belirli bir anda
bedenin belirli bir bölümüyle sınırlandırılmıştır. Dokunul­
mayan -dokunulmak üzere olan veya az önce dokunul­
muş- yüzeyler, yalnızca olası dokunulabilirlik kaynakları .
olarak mevcutturlar. Görmedeki farksa, bir görme alanında

153
yer alan bütün görülebilir şeylerin, birbirleriyle anlık bir
ilişki içinde olmasıdır; bunlaı; yani görülebilenler ve görün­
mezlikleri gözle görülebilir olanlar yahut da şöyle diyelim,
görebildiklerimiz ve göremeyeceğimizi görebildiklerimiz, bir
süreklilik oluştururlar.
Bütün bunlar bana, aynı anda hem kendi içinde hem de
diğer nesnelerle ilişki içinde olduğu bir görme alanı dahi­
linde bulunan nesneyi çağrıştırıyor -benim de kendimden
ayrı olmam gibi. 8 Gözlerimiz, kendimiz ve gördüğümüz
nesneler arasındaki gerçek uzaklık çok önemlidir. Gören
kişi, gördüğünün içine dalmış halde değildir. Görme, bizi
nesneler denizinin üzerine kaldırır. Yüksekte duran ve
gören kafamız, yüksek memeliler arasında bir benzeri daha
bulunmayan biz insanların duysal bilgilerinin büyük bir
kısmını edinmelerine aracılık etmekte ve algıladığımız şey­
lerle aramızdaki uzaklığı da her daim bize hatırlatmaktadır.
Gördüklerimizi görmemizi sağlayan ışık, burnumuza dolan
kokulardan veya dokunmaya aracılık eden dokunuşlardan
daha rafinedir. Yönünü koklayarak bulan hayvan, doğal
dünyanın boku püsürü içine soktuğu burnuyla, misliyle
pisliğe batmış durumdadır.
Hayvanlar arasında yalnızca insanlaı; kendileriyle ilgili
devamlı ve karmaşık bir farkındalık hali içindedirler; bunun
kökeninde, bedenlerini kendilerine ait, kendileri gibi benim­
semeleri yatar. İnsanlar vücut bulmuş öznelerdir. "Ben
buyum" dediğimde, "hu", öncelikle benim kendi bedenim­
dir. Böylelikle görme alanım, merkezi bariz bir şekilde ben
olan bir şeye dönüşür. Kabak gibi ortadayımdır. Görme
alanımın nesneleriyle ilişkiliyimdiı; onlar da benle ilişkilidir.
Elbette bu ilişki simetrik değildir. Nesneler benim görme
alanımın içindediı; oysa ben (birazdan bahsedeceğim istis­
nai haller dışında) onların görme alanının içinde değilimdir.
Etrafımdaki dünyayı, etrafım gibi görürüm. Bu dünyanın
içinde dururken, etrafımda bu dünyaya ait nesneleri gör-

154
düğümü görürüm. Dahası, bunları belirli bir açıdan, belirli
bir ışıkta vb gördüğümü görürüm. Ve sonuç olarak, başka
başka açılardan, başka başka ışıklarda görülecek daha çok
şey olduğunu görürüm.
Görüntünün içinde bir bakış açısıyımdır. Bir bakış açısı,
olası birçok bakış açılarından yalnızca bir tanesidir. Başka
bir konumda, farklı bir ışık altında, farklı bir zamanda
benim için veya diğer insanlar için başka görmeler, başka
görme alanları da söz konusu olabilir. Diğer insanlar konu­
suna biraz sonra geleceğiz ama önce, görülecek daha çok
şey vaat eden bir görme alanının merkezinde olmanın temel
bilişsel sonuçlarına değinelim.
Bunlardan ilki, pasif veya rasgele sondajdan, aktif son­
daja geçiştir. Görsel sondaj yelpazesi, sersem sersem bakma­
dan, ağzı bir karış açık seyretmeye, izlemeye, gözünü dikip
bakmaya, dikkatle süzmeye, mercek altına almaya, gözlem­
lemeye ve nihayet araştırmaya kadar uzanır. İnsanoğlunun,
merkezinde bulunduğu nesnelerin, yani dünyasının yukarı­
sında kalan konumu, bu yelpazenin bir ucundan diğerine
geçişleri kolaylaştırır. Kafa tüm bu keşmekeşin üzerinde;
ondan ayrıdır -dokunacak veya tadını alacak şekilde doğ­
rudan temas halinde değildir, ilişkisi ışık aracılığıyladır. Bu
yukarıda oluş, kafanın üst gövdenin tepesine yerleştirilmiş
olmasının bir sonucudur. " Görecek daha çok şeyin" bulun­
duğu hissinin, o anda deneyimlenen şeyden uzak, ayrı ve
dışında olma hissiyle birleşmesi, bizi, deneyimlediklerinin
içine gömülmüş salt sezgisel bir varlık olmaktan çıkarıp,
deneyimlerini daha fazla deneyim ve bilgi edinme amacıyla
kullanan bir varlık olmaya götürür.
Dolayısıyla da, bilgiyle, daha genel anlamda idrakla ilgili
metaforlarımızın çoğunun, görme duyusunu temel alması
gayet doğaldır. Eğer görme yeteneği olmasaydı, başına gelen
birtakım deneyimlere maruz kalan biçare yaratık, bilgi nes­
neleriyle haşır neşir olan Bilen Hayvan'a nasıl dönüşürdü?

155
( Görmenin yanı sıra birkaç başka yardımcı da vardır kuşku­
suz. The Hand. A Philosophical Inquiry into Human Being
[El. İnsanlığa Felsefi Bir Yaklaşım] adlı kitabımda bahset­
tiğim gelişmiş ellerimiz ve başparmağın diğer parmakların
karşısında yer alan konumu ömeğin).9 Bir şeyleri "gözü­
müzün önüne getirmekten", " imgelemekten" bahsederiz;
"öngörü" sahibi, "ileriyi gören" insan deriz. Akıllı insanları
"açık görüşlü" veya "içgörü" sahibi, olaylara farklı yönden
bakmayı bilen insanlar olarak tanımlarız. İçinde yaşadığı­
mız dünyayla ilgili düşüncelerimiz "dünya görüşümüzdür" .

Aslında, süreklilik gösteren bir ortam -bir "dünya"- içinde


bulunduğumuza dair hissimiz, bizden önce bu (görsel) alanı
dolduranları zihnimizde canlandıran görme duyusunun bir
eseridir. Bunu sistematik bir şekilde kuramsallaştıran, göz­
lemleri destekleyecek kuramlar oluşturan ve hatta kuramın
kuramını yaratan Eski Yunanlar, sözcük anlamı "bakış",
"dikkatle izleme" olan theoria kavramından, kendi kuram
kavramlarını geliştirmişler, kayıtsız seyircinin tutumunu
övmüşlerdir. (Kayıtsız seyirci için görme uzaklığı veya
belirli bir mesafede durma, herhangi bir şekilde işe müdahil
olmaktan uzaklaşmaya, yoğun bir duysal pratiğin de ötesin­
de, bir "seyretme", hatta seyredilen üzerinde saf tefekküre
dalmaya dönüşür. )
Burada hiçbir şekilde kör insanların, hatta doğuştan kör
olanların, kör olmayanlardan farklı bir "dünya resmine"
sahip olduklarını; kendilerinden ayrı nesnelere veya dünya­
yı oluşturan sürekli duysal alana dair bir sezgiden yoksun
olduklarını iddia etmek istemiyorum. Kör insanlar, binlerce
gören insan neslinin hakimiyeti altında bulunan ve onlar
tarafından tanımlanan bir dünyada büyümüşlerdir. İnsanlık
epistemolojisini ve ontolojisini ana sütüyle içselleştirmişler,
bilişsel gelişim sürecinde bunlarla beslenmişlerdir. Diğer
herkes gibi onlara da dünyaları büyük oranda "kullanıma
hazır" olarak sunulmuştur; onlar yalnızca daha da fazlasını

156
almışlardır. Bu kullanıma hazır dünya da, büyük oranda
sözcükler tarafından yönlendirilir. "Orada", "birkaç metre
sonra solda", "birkaç kilometre ötede" gibi ifadeler, gün­
delik yaşamın uzamsal metafiziğine durmaksızın gönderme
yapar ve bu gündelik yaşam, kör insanların da aynı gören­
ler gibi kanlclıkları bir süreçtir. Bir süreklilik olarak mekan
kavramı, asıl itibarıyla görme alanımız içinde görünür hale
gelmektedir. Gözümüz görsün veya görmesin, pratikte
dünyayla ilişkili olan her şeyimiz, dünyayla ilgili söyledik­
lerimiz, bu mekan kavramını temel alır. Gören insanların
gözüne görünen her şey, kör insanların dünya resminin de
bir parçasıdır.
Görmenin metafizik anlamıyla ilgili bu tartışmada, şu
ana kadar yalnızca bilinç kazanmanın erken aşamaların­
dan bahsettim ama dilden ve -daha önceki bölümlerde
tartıştığımız üzere, bilgi dünyasını büyük oranda geniş­
leten- yazıdan hiç söz etmedim. Şimdi, görme duyusu
ile dil arasındaki derin ilişkiye eğilmekte fayda var. Dil,
uyaranlara yanıt olarak maddesel veya doğal dünya içine
yerleştirilmiş bir dizi sesten ibaret değildir; dil, "şöyle bir
durumun söz konusu olduğunu" bilinçli bir şekilde orta­
ya koymaktır. Dil, dünyada engellerle karşılaşır, onların
bağımsız varlıklarını kabul eder ve herkese açık -bizim de
ait olduğumuz kolektifin ortak bilincine açık- bir gerçek­
liğe sahip olduklarının farkına varır. Bunu görmeyle; göze
giren ışık girdisinin gerisin geriye dönerek, ışığın bizzat
çıktığı, gözlerimizin görüş mesafesi içinde bulunan kaynağı
görünür hale getirmesini sağlayan simyayla ilişkilendirmem
çok garip gelmez umarım.
Bilincin, deneyimin bu kendi varsayımsal kaynağına geri
dönüşü nörofilozoflar tarafından açıklanamamaktadır. ! O
Oysa bu, yayılan ışığın bir insan tarafından görülüp, ışığı
yayan nesnenin ayrı bir varlık olduğu bilgisine dönüştürül­
mesi sürecinin temelini oluşturur. Bu bilgi, konuşan birey-

157
lerin kafa içinden geçen havayı eğip bükerek, oradakinin
orada olduğunu açıklamaları yoluyla işlenir. Ortamın içine
"yerleştirilmiş" bir hayvan, yalnızca neden sonuç ilişkileri
ağının bir parçasıdıı; ama ne onun bir parçası olduğundan
ne de kendisinden farklı bir şey olan bu ağla karşı karşıya
bulunduğundan haberdardır. Gören insan da elbette bu ağın
içindedir ama bu bariz bir durumdur; insan, bu ağla ilişkili
olduğunun, bu ağın sorgulanmaya açık bir şey olduğunun
bilincindedir: Açıkça görülen şey görünmeyeni perdeler.
Başlangıçtan beri var olan bu bilinçlilik halinden konuşma­
ya ve "durumun şöyle olduğunu" , "şunların ve bunların
var olduğunu" açıklamaya geçiş çok daha geç bir döneme,
belki de (yukarıda söylediğimiz gibi) ancak 40.000 yıl kadar
öncesine uzanır. Kendi gövdesi dışında, kendinden ayrı
nesnelerin var olduğu bilincine ulaşan insan ile bu bilince
sahip olmayan yüksek primatların yollarının ayrılmasıysa,
belki de milyonlarca yıl önce, konuşmanın ortaya çıkıp da
manzarayı çarpıcı bir şekilde değiştirmesinden çok önce
gerçekleşmiştir.
Organik temellerden filizlenen bu görsel (ve dolayı­
sıyla da sözel) uyanışın yararları, kuşkusuz muazzamdır.
Yükselen hayvan, -kaçınılmaz son olan ölüm değişmese
de- doğayla farklı, daha elverişli koşullarda etkileşir. Daha
güvenli, daha rahat ve kimi bakımlardan daha zengin bir
yaşam sürer. Ancak bu durumun yalnızca kazanç getirdiğini
söyleyemeyiz.
Doğayla aramızda açılan mesafenin yarattığı kazanç­
lar ve kayıplaı; çok erken dönemde Aristoteles tarafından
tanımlanmıştır. Algıyı "algılanabilir formları maddesiz bir
şekilde alma yeteneği" olarak tanımladığında, görmeyi
düşünmüş olsa gerektir. 1 1 Oradaki nesneye baknğımda şekli
içime gireı; ama nesneyi oluşturan madde içime girmez.
İnsanoğlu ile doğal dünya arasındaki boşluğun açıldığı;
duysal deneyimin "şunun veya bunun var olduğu ya da

158
şöyle bir durumun söz konusu olduğu" bilgisine dönüştüğü
nokta, işte bu noktadır.
"Bunun"; varsayımlarda, önermelerde, olgusal gerçek­
lerde, kuramlarda, fikirlerde ve türlü çeşitli söylem şekille­
rinde ince ince işlenip sarmalanması, bir insan dünyası, bizi
doğadan ve bazı açılardan da içinde uyandığımız beden­
lerden ayıran bir kültür yaratır. İşte kafalarımız bu şekilde
uzaklaşmışlardır bizden. Sonuçta bizler, derinlerde kendi
içinde bölünmüş yaratıklar haline gelmişizdir: Yaşamakta
olduğumuz ile bildiklerimiz ve yaşarken dikkate aldıkları­
mız arasında hep bir ayrını hissederiz. Bu bize, yaşamla­

rınıızı yalnızca yaşamakla kalmayıp yönetme ayrıcalığını


sağlar, ama derin bir mutsuzluk da yaratır: Birtakını olası­
lıklar, yaşananların hiçbirine karşılık gelmeyen düşünceler,
pişmanlık dolu bir geçmiş ile korkulan bir geleceği ayıran
kaypak, tatminkar olmaktan uzak bir şimdiki zaman bizi
kemirir durur. 12
Şimdi de gözümüzü bunun kökenlerine çevirelim. Ken­
dimin bilincindeyimdir ama kimi zaman görme alanım
içinde bir bakış açısı olarak; kimi zaman da bakış açınım
mevzilendiği, bedenim ve özellikle de kafamla, yani bakışı­
mı çevreleyen maddesel bir kaynak olarak. Bu durum özel­
likle görmekte zorlanıyorsam veya görmek eziyetli bir hal
almışsa söz konusu olur. İnsanı tepeden tırnağa sarmalayan
halsizlik çarşafında açılmış iki delikten bakmaya benzeyen
perişan, akşamdan kalma bakış; elimizi siper ettiğimiz göz
kamaşması; ucuz gözlüklerin ardından gözümüzü kısarak
bakmak... Bunların hepsinde bakış, görülen sahnenin bir
koşulu olduğunun ve aynı anda bizzat bu sahnenin içinde
yer aldığının farkındadır. Bu farkındalık, bu kadar belirgin
olmasa da, daha normal şartlarda bile hep vardır. Gözü­
mün kenarı, içinden dünyaya baktığım dünyamın maddesel
kenarı olarak gözüme ilişip durur. Bir an durun ve bakışınızı
çevreleyerek gözlerinizin farkında olmanızı sağlayan, bakış

159
açınıza kaynaklık eden kısımlara dikkatinizi yöneltin. Bura­
sı yalnızca bakış açınızın kaynağı olan yer değildir; kavram­
sal açıdan çok daha kapsamlı -eğer bulanıksa aynı zamanda
değişken ve uçucu- bir şeye karşılık gelir. Bunu gözünüzü
kırptığınızda, gözünüz yaşla dolmuşsa veya ağrıyorsa daha
bariz bir şekilde fark edebilirsiniz; görmenize olanak veren
cihazın ardındaki bakış açınız lekelenmiştir.
Ben, saf bir metafizik özne veya benmerkezci bir alanın
merkezinde yer alan geometrik bir nokta değilimdir; bak­
madan önce kendini tamamen silmekten aciz, saf olmayan
bir bakış açısıyımdır. Bu da benim, dünyanın bir öznesi
olarak diğer nesnelerden ayrı bir varlık olduğumu, benden
farklı nesnelerle karşı karşıya bulunduğumu açıkça ortaya
koyar. Organik kökenlerinden yarı yarıya uyanmış ve azıcık
kurtulmuş olan bedenleşmiş insanoğlunun bu aykırı halinin
temelinde, işte bu saf olmama hali yatar. Bireysel bakış
açımızın kaynağını oluşturan bu donuk yarıküreler, kolek­
tif bakış açıları oluşturmak amacıyla, duysal deneyimin
kadim ufuklarının ötesine bakan, gözlerini uzak geçmişlere,
geleceklere, hatta yıldızlara çevirmiş diğer donuk yarıkü­
relerle bir şekilde güçlerini birleştirmişlerdir, ama buna
rağmen birtakım sorunlara sahiptirler. Sınırsız bir dünyada
bulunduğumuzun bilincinde olduğumuz için, bu dünyadaki
yerimizden emin değilizdir. Dünyadan uzağa düşmüşüzdür.
İnsan varlığının metafizik koşullarını kişisel bir sorun ola­
rak yaşamasına neden olan azap verici bir dehaya sahip
olan Kafka, "her şeyden derin bir boşlukla ayrılmaktan"
bahseder. 1 3 Heidegger'in söylediği gibi, etrafımızdaki dün­
yanın nesnelleştirilmesi bir çeşit "deneyimin bozulması"
[entleben] olarak nitelendirilebilir: Dünyayla bir olma hali­
miz kırılmış, yabancı nesnelerle karşı karşıya kalan özneler
haline gelmişizdir. 14 Son olarak, bilgi birikimimiz içindeki
boşluklar bizi eksiltir: Bu devasa bilişsel evrenin içinde gide­
rek ufaldığımız hissine kapılırız.

1 60
Bu bölümü kasvetli laflarla bitirmek istemiyorum.
Eğlenme amaçlı bakışın zevkleri konusuna girmenin tam
zamanı; gelin şimdi de yalnızca göz zevki için bakma, ışık­
tan sarhoş olmanın dayanılmaz cazibesi gibi konuları ele
alalım. Bunlar ne yoğun, ne katmanlı zevklerdir! Bir sanat
sergisini neden gezerim? Tablolardaki renklerin ve şekil­
lerin; yüzeyler ile derinlikler arasındaki, boya malzemesi
ile resmedilenler arasındaki gerilimlerin tadına varmak;
sanatçının dehasına hayranlık duymak; tabloların bir olay,
bir yüz, bir kent veya mistik geçmişle ilgili hikayelerini oku­
mak; bir sanatçının veya bir sanatın gelişimi hakkında bilgi
edinmek; birine eşlik etmek, eşlik ettiğim kişileri etkilemek
için ... Bir kentin sokaklarında neden başıboş dolaşırım? Bir
izleyicinin, gezginin, seyircinin, boş gezenin boş kalfasının,
avarenin, meraklı tazenin, "zihnim" diye adlandırdığı ilginç
yapıyı genişletmek isteyen yolcunun tattığı türlü çeşitli haz­
lara ortak olabilmek için ... Doğa yürüyüşüne çıktığımızda,
manzaraları yakalasın diye kafamızı doğa içinde gezdiririz.
Dağa tırmandığımızda nefes almak için duraklarız; fizyolo­
jik açıdan bir cehennem niteliği taşıyan bu yükseklikler; göz­
lerimiz için bir cennettir... Dünyanın geniş arazilerine bakar;
kısmi bir anlama yetisine sahip olan bakışımızı bilinmedik
diyarlara çeviririz. Bu tür fırsatlara ne kadar önem veririz:
Gezi kulüplerine kaydoluruz, sandviçler hazırlarız (eğer bu
sandviçleri yağmurla ıslanmış bir ön camın ardında yemek
zorunda kalırsak pek yazık olur); biletler; elkitapları, döviz­
ler ahı; yerel dili, kültürü, davranış şekillerini, mimariyi,
lokantaları hatmederiz ...
Ne yazık ki, burada bile her şey güllük gülistanlık değil­
dir. Peşine düştüğümüz deneyimler; her zaman bizi onların
peşine düşüren düşüncelere karşılık gelmez. Yalnızca yapıl­
maya değer bulundukları için peşine düşülen deneyimler;
artık anı ve beklentilerin bizde yarattığı beklentileri kar­
şılayacak kadar net, düzgün, kendileri gibi görünmemeye

161
başlayıverirler. Bildiklerimiz veya düşünü kurduklarımız ile
yaşadıklarımız, aklımızdakiler ile bizi bekleyenler arasındaki
uçurumla karşı karşıya kalırız. Kumsaldaki maç, zihnimizde
canlanmış olan kumsaldaki maça hiç benzemez. Denize
dalış maceramız, hazırlanma merasimi ve dipten kurtuluş
aşamalarına bölünmüş gibidir ve bu ikisinden pek de fazla
bir şey ifade etmez. Tatil başlı başına bir ayarlamalar, plan­
lamalar, planları planlamalar keşmekeşini içinde barındırır.
Yanımızda getirdiğimiz kaygılar ortaya dökülmüştür, artık
eve dönme vaktidir. Yaşanılanları mükemmelleştirmek için
her yola başvururuz . Dijital kameralarımız güzel manzara­
ları yakalamamıza ya da yakaladığımızı sanmamıza imkan
verir, böylelikle kendimizi kaptıramama halimizden uzakla­
şabiliriz. Benzersiz deneyim arayışımız hiçbir zaman tatmin
olmaz; zihin gözümüzdeki görüntülere ulaşmaya boşuna
çabalarken, hep daha fazla tüketmeye, hep daha fazla alış­
veriş yapmaya yönlendiriliriz.1 5

Gözlenmek

Kulak alır, göz bakar... insan birinin gözlerinden dehşete


düşebilir, kulagından ya da burnundan düşmez. *
Ludwig Wııtgenstein, Zettel

Dik dik bakan kişi, kendi görme alanının içindeki var­


lığının farkındadır; kendisinin opak ve dolayısıyla da görü­
lebilir olduğunun farkındadır; kendisinin de gözlenmekte
olduğunu bilir.
Hayvanlar bakışlarımıza karşılık verebilseler de, ancak
diğer insanların bakışları bizi derinden etkileyebilir. Göz­
lerindeki şeytani kıvılcımlarla bizi gözüne kestirmiş olan
yırtıcı bir hayvanın korku dolu avı konumuna düşsek ve
canımız tehlike altında olsa, kendimizi güçsüz hissederiz,


Zettel, çev. Doğan Şahiner, Nisan Yayınlan, 2004. (ç.n.)
1 62
ama yine de yırtıcı hayvan eşitimiz değildir. Hayvan, bir çığ
ile duyuları olan bir varlığın arasında bir yerde durur: Bizi
tehdit eder ama yargılamaz. Hemcinslerimizse bizi yargılar­
lar; pençelerini etimize değil ruhumuza geçirirler.
Şimdi gelin işin temellerine inelim. Bakışa bakışı en etki­
leyici olan düşünüı; pek de uzun sayılamayacak boyuyla,
Voltaire'den sonra gelen en meşhur Fransız filozofu olan
patlak gözlü ve miyop Jean-Paul Sartre'dır. Hegel'in felsefe­
siyle renklendirilmiş yuvarlak gözlüklerinin ardından, bakışı
uzun uzun incelemiş ve biraz kasvetli sonuçlara varmıştır.
Hegel'e göre insanoğlunun en derin açlığı, diğer insanlar
tarafından tanınmak/kabullenilmektir. Heidegger, "Tanıma/
kabullenme, yöneldiği kişinin kendisine yönelmesini sağlar, "
der. 1 6 Hegel'e göre kendilik bilinci, yalnızca başka bir ken­
dilik bilincinde doyuma ulaşır. Bizi hayvanlardan ayıran bir
özelliktir bu. Hayvanlar besine açlık duyar, suya gereksinir;
insanlarsa -tok, su gereksinimleri giderilmiş, ısınmış ve ağrı­
sız oldukları sürece- diğer insanlar tarafından tanınmaya/
kabullenilmeye aç ve susamışlardır. Sevgi delisidirler. Bu
bir açıdan iyi, bir açıdan kötüdür. İyidir, çünkü sevilmeyi
istemek başkalarına iyi davranmamıza neden olur ki bu da
erdemin temelidir. Ancak bir yandan da kötüdüı; çünkü bizi
yapmacıklığa iter; başkalarına ilgi gösterme kisvesi altında
kendi çıkarlarımızın peşinde koşarız, ama bu aynı zamanda
bir iktidar savaşıdır da. Herkes, karşısındaki kişinin kendi­
sini tanıyıp kabullenmesini ister ama bu, onun da mutla­
ka karşısındakini tanıyıp kabulleneceği anlamına gelmez.
Herkes, Köle değil de Efendi olmak ister. İşin bu boyutu
Sartre'ın ilgisini çekmiştir. 1 7
Sartre'dan sonra herkes, A, B'ye baktığında neler oldu­
ğunu öğrenmiştir: B, A'nın görme alanının bir nesnesine
indirgenir. Sonra B, A'ya bakar ve A'yı bir nesneye dönüş­
türmeye çalışır. Ardından, A'nın B'yi kendi dünyasında
konumlandırmaya, B'nin de A'yı kendi dünyasında konum-

1 63
!andırmaya çalıştığı bir cebelleşme başlar. Neyse ki insanlar
arasındaki etkileşimler bu kadar basit veya yalın değildir.
Bu çekişme temel ilişki şekli olsa da, onu harekete geçiren
yaşantılar ve gündemler aracılığıyla değişikliğe uğrayacak,
şekillendirilecek, ince ince işlenecektir. İnsanlarla karşılaş­
malarımız nadiren bire bir olur. Bire bir ilişkiler bile, başka
(belki de daha önemli) ilişkilerin tarihinde yer alan ve başka
kaygılar güden kişileri de kapsar. Dolayısıyla, başkalarının
görüş alanında olduğumuz halde, grup halinde çalışabilir,
yan yana durup, mutlu veya kayıtsız bir şekilde var olmaya
devam edebiliriz. Aslında toplum, sonsuz bir "yer değiştiren
gruplar ağı" olarak tanımlanabilir. Dahası, etrafımızdakile­
rin görüş alanına, çok katmanlı bir benlik kabuğuyla kap­
lanmış olarak gireriz; bizi bedenlerimizden uzaklaştıran bu
benlik kabuğu, ne diğer insanların bakışlarına maruz kalır
ne de onlarla ilişki içindedir.
Öte yandan, -işkence, cinsel aşkın dorukları veya nef­
ret gibi- kimin kimin dünyasında yer aldığı sorununun,
görünür varlıklarına indirgenmiş iki kişi arasında çıplak bir
mücadele halini aldığı uç durumlar da vardır. Ancak bu gibi
durumlara gündelik yaşamda çok sık rastlanmaz. Gündelik
yaşamda, etrafımızdakilerle karşılaşmalarımız dışımızdaki
veya içimizdeki kalabalıklar tarafından seyreltilir, kaygılarla
boğulur ve ortak gündemler, görevler, hedefler ve sorumlu­
luklar sayesinde daha az çelişkili hale gelir. Bahsettiğimiz
temel çelişki herhangi bir anda ortaya çıkabilse de, çoğu
zaman saklı kalır.
Bakışın, insan ilişkileri açısından ilgi çekici, hele de Sartre
gibi bir drama ustasının elinde oldukça güçlü bir metafor
haline gelmesine şaşmamalı. Röntgenci, dikizlediği dünya­
nın sahibidir, ta ki dikizlerken görüldüğünü, bakışının başka
bir bakış tarafından yakalandığını ve kendisinin de başka­
sının eline geçtiğini fark edene kadar. Parkta yalnız başına
yürüyen kişi başkasının ona baktığını gördüğünde, parkın

164
yalnızca kendisine ait olmadığını anlar. Bunlar zorlayıcı
durumlardır. Kendi dünyasının içine başka birinin girmesiy­
le, diğer bakışlar kişiyi dünyanın merkezi olmaktan çıkarır:
Mademki bana da bakan birileri vardır, ben de " baknğım
bu dünyanın hakimi değilimdir" . Sahnede olan biteni yar­
gılayan, sınıflayan ve tüketen kişiyken, birdenbire ben de
yargılanan, sınıflanan, tüketilen bir şey haline gelmişimdir.
Saydam, görünmez bir nesneyken, bir başkası tarafından
görülebilen, opak bir nesneye dönüşmüşümdür. Medusa
efsanesinde, Medusa'nın bir askerin altın kalkanından
yansıyan kendi bakışlarıyla karşılaşınca kendisinin de taşa
dönüşmesi, bakan kişinin bakışı yakalandığında yenilmesi­
ne ilginç bir örnektir.
Evet gerçekten de ilginç bir metafor, ama olup biteni
tam olarak açıklayabildiği de söylenemez. Bakan kişinin
dünyanın merkezi olduğu cennet, dışarıdan bakıldığın­
da hiç de öyle değildir. Bir dünyanın içinde bariz olarak
konumlandırılabildiğimizde, yalnız değilizdir. Başkalarıyla
ilişki içinde yaşamaya başlarız -ve genellikle de bu baş­
kaları kalabalık bir güruhtur: Bakan kişi çoğu kez seyirci
konumundadır. Görmenin temelinde, dünyanın bizi aşan
bir şey olduğu hissi yatar. Bu nedenle kendimizi " dünya­
mızın " kenarında olduğu kadar merkezinde de hissederiz
-tabii bu kenarda hissetme hissinin de bir nevi merkezde
yer aldığı söylenebilir. Bu en çok da, orada ne olduğunu
bize anlatmak için başkasına güvendiğimiz zaman geçer­
lidir. Bize verilen bilgi, bizim dışımızda da koca bir dünya
olduğunu ortaya koyar.
Bu, en ilkel şekliyle parmakla işaret etmede kendini
gösterir. 1 8 Bana bir şey gösterildiğinde, gösterilen şeyi göre­
bilmek için gösteren kişinin bakış açısını benimsemem gere­
kir. Bana verdiğiniz bilgiyi alabilmem için, ne kastettiğinizi
görebilmem lazımdır; bu da, " nereden geldiğinizi görmemi"

1 65
-diğer bir deyişle, dünyanızı, bakış açınızı düşlememi­
gerektirir. Kendimi sizin yerinize koymam gerekir.
Bu, tipik insan etkileşimlerine, Sartre'ın iki bilinç ara­
sında geçen, her birinin diğerini kendi dünyasındaki bir
nesneye dönüştürmeye çalıştığı hayali mücadeleden daha
yakındır. İnsan yaşamı, iyi kötü birbirine uyum sağlamış
bir zihinler topluluğu tarafından belirlenen, sürdürülen ve
yayılan bir ortamda vücut bulur. İçinde yaşadığımız ortak
dünyada bilinçlerin kolektifleştirilmesinin temeli, kendimi­
zinkinden farklı bakış açılarının sezilmesine dayanır. Burada
esas olan, kendi bakış açımızın bakış açılarından yalnızca
biri olduğu gerçeğini kabullenmektir. Diğer insanlar bizim
hakimiyetimize sürekli bir tehdit oluştursalar da, hakimi
olmaya soyunduğumuz dünya, bu anlayışın bir ürünüdür.
Hal böyleyken, bakışın gücü ve izlenen üzerinde bırak­
tığı derin rahatsızlık hissi hafife alınamaz. Bedenimden
yansıyan ışık gözlerinizin içine girmiş, benliğinizden ve
dünyanızdan köken alan bir yargıyla bezenmiş olarak, bana
geri dönmüştür. Varılan yargı gizlenebilir veya dışa vuru­
labilir; onaylayıcı olabilir veya olmayabilir; her halükarda
etkisi yadsınamaz. Budala gibi görünmenin, diğer insan­
ların bakışlarına maruz kalmanın yarattığı acı, diş ağrısı
kadar gerçektir, hatta daha da dayanılmaz olabilir. Altında
bakışlarınızla beni yıkadığınız ışık, bir insandan yansıyor
olsa da, çok daha büyük bir otorite taşımaktadır. Bakışınız
içinizden -yani benim tam olarak anlayamayacağım ve
kuşkusuz değiştiremeyeceğim bir yerden- çıkar, ama kopup
geldiği bu gizli yargılar ve düşünceler dünyası da, benim
denetimimin çok daha ötesinde olan ortak bilinçten beslenir.
Haşin bakışta usta olan kişiler vardır. Onlarla konuştuğu­
nuzda kendinizi yargılanıyor, sorgulanıyor, hakir görülüyor
gibi hissedersiniz. Söylediğiniz her şey "külahıma anlat"a
dönüşür; "günaydın" demiş bile olsanız, garip, tuhaf bir iş
yapmışsınız gibi karşılanır.

166
Bir bakışa karşılık vermek, çevremizdekilerle ilişkileri­
mize tat katan, kabullenme veya kabullenmeme dansının
önemli bir adımıdır -Sartre'ın ölümüne varoluşsal müca­
delesinin (çoğu kez olduğu gibi) amacına ulaşamadığı
durumlarda bile. Bacağınıza baktığımda, bacak bakışıma
karşılık vermez. Gözlerinize baktığımdaysa, onlar da gerisin
geri bana bakarlar. Aslında gözleriniz başka yöne çevril­
miş değilse, doğrudan bakışınıza baktığım da söylenebilir.
Göz merceği, camsı sıvı, retina, optik sinir ve beyinden
geçip benimle ilgili farkındalığınıza erişemesem bile, size,
sizin içinize bakıyor gibi hissederim. Çünkü gözleriniz,
görüşünüzün kaynağı olarak düşündüğünüz yerin çıkış
noktasıdır. Bakışım, sizin "kendiniz olarak hissettiğiniz"
yere dokunmuştur. Bakışınız, -kötülendiğini, beğenilmedi­
ğini bile hissetsem- benlik hissimi yükseltir; bakış, bariz bir
şekilde bedenimin en çok kendim olarak hissettiğim kısmı­
na yöneltildiğindeyse, bu benlik hissi daha da yükselir. Biz
olduğumuzu, kendimiz olduğumuzu hissederiz.
Bakışmayı yöneten kuralların bu kadar karmaşık oluşu
hiç de şaşırtıcı değildir. Karmaşıklığı yaratan şey, içinde
bulunduğumuz asimetrik ilişkiler dünyasında bakışmanın
potansiyel simetrisidir. Bazı kültürlerde veya bazı durum­
larda, bakışa karşılık vermemek bir nezaket kuralıdır ve
kişinin karşısındakinin mertebesine erişemeyeceğinin bir
ifadesidir. Hükümdarın maiyetindekiler hükümdarlarının,
kadın erkeğin bakışına karşılık vermez. Sosyal koiluın veya
cinsiyet gereği (ki birçok kültürde kadın olmak bu iki koşu­
lu da sağlamaya yeter) gösterilmesi gereken tevazu, bakışları
kaçırmayı gerektirir. Eşitsizliğin hüküm sürdüğü asimetrik
dünyamızda cesur bakışlar, dünyanın hakimi olmasa da
öyleymiş gibi davrananların, boyun eğmesi gerektiği halde
isyan edenlerin, küstah gençlerin, "aşüftelerin" simgesidir.
Diğer hallerde tam tersi geçerlidir. Bakan kişi, bakılanın
bu bakışa karşılık vermesini bekler. Bakışa verilen karşılık,

167
karşıdakini dikkate aldığınızı, onu tanıdığınızı, adam yerine
koyduğunuzu gösterir. "Konuşurken yüzüme bak ! " , ele
avuca sığmayan çocuğun dağılmış dikkatini kendine çek­
meye çalışan çileden çıkmış ebeveynin tanıdık haykırışıdır.
Çocuktan gelen yanıt, "bakışlarıyla alt etmeye" çalışan küs­
tah bir süzme olabilir. Göz teması kuramamak, muhatabın
gözleriyle iletişime girememek otizmin temel belirtilerinden
biridir. Kişinin bütüncül bir benlik algısından yoksun oldu­
ğu otizmde, diğer insanların benlikleriyle ilgili farkındalık
da azalmıştır.19
Başvurduğumuz uzmanların göz teması kurmaması bizi
rahatsız eder. Sorunlarımızı çözerken işin insanlık yönünden
uzakmış gibi görünürler. Bu, en çok da tıpla ilgili konularda
önem kazanır. Sıkıntılarımız veya şikayetlerimiz yalnızca bir
olgu örneğine indirgenirse çok mutsuz oluruz. Gözlerimizin
içine bakan doktor, bize bir insan olduğumuzu, tıbbi işlemin
karşıt ucundan ibaret olmadığımızı hissettirir. Günümüz­
de doktor değerlendirmeleri yapılırken artık sıkça video
çekimlerinden yararlanılmakta, doktorun hastadan anam­
nez alırken göz teması kurması olumlu bir özellik olarak
değerlendirilmektedir. Oysa bu konu genel kurallara bağ­
lanabilecek kadar basit değildir. Bazen hastanın utangaçlığı
doktorun daha dikkatli davranmasını gerektirebilmektedir.
Oysa artık doktorun bakışı daha kapsamlı bir bakış başlığı
altına alınmış, sağduyu ve gerçek duyarlılık, kurallar ve
düzenlemeler karşısında ayakta kalabilmek için mücadele
eder hale gelmiştir.
Bakışın huzur bozucu özelliği, karşısındakinin kişiliğini
-"bana eşdeğer" olup olmadığını- tartma potansiyelin­
den kaynaklanır. İnsanı saran özgeçmiş kabuğunu, kurulu
düzeni aşındırır. Savaş ve Barış'ta, Pierre Bezukhov savaşta
esir düşer. Acımasızlığıyla nam salmış (teftişlerde askerlerin
bıyıklarını yolmayı adet edinmiş) Mareşal Davout'nun kar­
şısına çıkarılır. Büyük olasılıkla infaz edilecektir:

168
Davout gözlerini kaldırdı, dikkarle Pierre' e bakh. Birkac sani­
ye birbirleriyle bakışhlar ve işte bu bakışma Pierre'i kurtardı. Bu
bakışlarla, bu harb ve mahkeme şarrlarına ragmen, bu iki adam
arasında insanca bir münasebet kuruldu. Bu bir an icinde ikisi de
bulanık olarak sayısız şeyler hissetmişler, ikisi de insanlıgın cocu­
gu, kardeş olduklarını anlamışlardı.20

Kuşkusuz bütün bakışların karşıdakinin kişiliğini böyle


olumladığı söylenemez. Düşmanca bakışın türlü çeşitleri
sayılabilir. Karşısındaki kişiye tepeden bakan, küçümseme
bakışı vardır. Kişiyi mercek altındaki numune gibi tetkik
eden, inceleme bakışı vardır. Hatta bu bakışın tarihi bayağı
eskilere uzanır ve kurbanın uzun saplı gözlüğün ardından
dikkatlice incelendiği arkaik bir tipi bile bulunur. Sonra bir
de kayıtsız bakış vardır.
Bakışın gücü aşk edebiyatında da geniş yer bulur. "Göz­
lerinde aşk oynaşır ve leziz bir ölüm saçar" .2 1 Şiir sanatında,
aşık olunan kadın bahtsız şaire baktığında ruhu saran deh­
şete, hatta deyim yerindeyse ölümcül hastalığa odaklanan
başlı başına bir akım -dolce stil nuovo bile vardır.

-

Ve gözümü kırpmadan ona bakan ben


Hayahmı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldım
Çünkü gözlerinde gördügüm kişiden
Öylesine ölümcül bir yara aldım.22

Mutlak güce sahip erkeğin haşin bakışı vardır. Gönül


çelenin, hesaplı, basit bakışı vardır. Savaş ve Barış'ta bir
çocuk kadar masum olan Natasha, Anatole Kuragin'le
yalnızca birkaç dakika bakıştıktan sonra, nişanlısı Prens
Andre'ye ihanet etmekten kendisini alıkoyamaz:


[İt.] tatlı yeni üslup. 1 3 .- 14 . yüzyılda yaşamış, çoğu Floransalı bir grup
şairin geliştirdiği üslup. (ç.n.)
1 69
Fakat gözlerine bakarken onunla arasında, kendisiyle başka
erkekler arasında her zaman hissettigi utangaclık engelinin hiç
bulunmadıgını korkuyla fark ediyordu. Beş dakika içinde kendi­
sini bu adama nasıl böyle korkunç surette yakın hissettigini o da
bilmiyordu. 23

Endülüs kültüründe bakışın gücü dramatik bir boyut


kazanır. John Richardson, Picasso'nun dehasının ve efsanevi
baştan çıkarma gücünün temelinde, mirada fuerte ( "cezbe­
dici bakış" ) kültünün yattığını söyler.24 Kocaman gözleri ve
haşin bakışlarıyla baktığı dünyayı sahiplenmiş, dönüştür­
müş ve ele geçirmiştir.

Endülüslü, gözünü dikip baktıgı şeyi ele geçirir. Gözleri,


kavrayan ve yoklayan parmaklar gibidir ... Mirada fuerte merak,
düşmanlık ... ve kıskançlık içerir. öte yandan cinselligi de bünye­
sinde barındınr ... Gözlerdeki ışık oldukça erotiktir.2 5

Dik dik bakmaya dönüşen bakış, bir silahtır. Bu, bakış­


larla alt edilemeyen bir bakış türüdür. Saldırgan gücün
ilkel bir dışavururnudur; "ilk gözünü kırpan kim olacak
bakalım? " der gibi meydan okur ve hasmının yaydığı elekt­
riğin her voltuna karşılık vermeye hazırdır. Karşınızdakine
"kızgın bir bakış da fırlatabilirsiniz" . Bu durumda bakışın
fırlatıldığı kişi, sanki korkunç emel gözlerden çıkıp boğazı­
na yapışıverecekmiş gibi korkudan taş kesilebilir. Kurban
teslim olur ve kuruyan ağzıyla olacakları beklemeye başlar.
Bakışın şiddeti kurbanın aklını başından alabilir. Bu açıdan
en etkili bakış, beklenmedik bir anda birdenbire beliriveren
bakış, mesela pencereden size bakan bir yüzdür. Bakışın
dilinin her yeri kuşattığı bir hikaye olan The Turn of the
Screw'da (Yürek Burgusu( Peter Quint'in yemek odası pen­
ceresinin dışında beliriverdiği korkunç sahneyi hatırlayın.


Henry James'in 1898 tarihli aynı adlı eserinden uyarlanan film. (ç.n.)
170
Bakışın bir gücü olduğu gibi, bakışı esirgemenin de bir
gücü vardır. Bana bakarsınız, bana bakmanız çok hoşuma
gider ama bakışınıza karşılık vermem. Göstermemi istediği­
niz ilgiyi reddeder, bana gösterilen ilginin tadını çıkarırım.
Yahut da size gizlice bakarım ama göz göze gelmekten
kaçınır, benim size baktığımı görmenize izin vermem. Sizin
haberiniz bile olmadan, sizi gözleyerek -gösterdiğiniz yakın­
lığa, gözyaşlarınıza bakarak- kendime bir ziyafet çekerim
veya böyle yaptığımı bildiğinizin farkında olduğumu size
belli etmem. Sizin olan biteni anlamanıza fırsat vermeden
bilgi toplarım. Eğer bilgi güçse, bilinmek -ve bilindiğini
bilmeden bilinmek veya en azından, bunu kendisi tercih
etmezken veya buna izin vermemişken bilinmek- bir nevi
güçsüzlük sayılabilir.
Görülmeden bakmanın, bakışlara karşılık vermeden
gözlemenin en yaygın yollarından biri de siyah güneş göz­
lüğü takmaktır. Ailemin "şüpheli tipler" diye adlandıracağı
kişilerin karanlıkta bile bu gözlüklerden vazgeçememesinin
nedeni budur. Bu kişiler, bir başkasının dış görünüşünü izin
verilmeden çalar gibidir. Gölgeler arkasındaki bir kişiyle
konuşmak rahatsız edicidir. Bu durumu ben Nijerya'daki,
o zaman kalıcı gibi görünen doktorluğum sırasında dene­
yimlemiştim. Laboratuvar örnekleri habire kaybolup duru­
yordu. Numuneleri laboratuvara götürmekle görevli genç,
servisten laboratuvara giderken sürekli oraya buraya takı­
lıyordu. Defalarca kendisine çıkıştım. Sonra bir gün, genç
adam aynalı gözlüklerinin arkasından bana gülümserken,
gözlük camlarındaki suretimi görünce -beyaz ve sinirli bir
adamın suretiydi bu-, bundan vazgeçtim.
Bütün bakışların karşılıksız kaldığı durumlar da vardır.
Bunlar, bakışın hangi zeminde yeşerdiğinin, ardında nelerin
gizlendiğinin, bakan kişinin ne düşündüğünün bilineme­
diği durumlardır. Geçen akşam çok esprili bir gününüze
denk gelmiş, hoşlandığınız kız sizden oldukça etkilenmiş

171
gibi görünm üştür. Büyülenmiş bakışına eşlik eden gizemli
gülümsemenin, ağzınızın kenarında kalmış yumurta par­
çasıyla ilgili bir espriden kaynaklandığını, kızın da bunu
söylemeye cesaret edemediğini sonradan öğrenirsiniz. En
dürüst yüzdeki en samimi, kendini en az baktığı kimseler
kadar açıkça ortaya koyan bakışın bile, gizli bir hikayesi
vardır. En yakınımıza, bakışımıza sevgiyle ve aynı şekilde
karşılık veren kişiye bakıp da, olduğu gibi görünen biri
tarafından olduğumuz gibi göründüğümüz hissini taşıdığı­
mız anlarda bile, birbirine kilitlenmiş bu parlayan gözlerin
ardında, aydınlığa kavuşmamış kocaman karanlık bir
dünya kalacaktır.
Tabii bir de bizi hiç hatasız bir şekilde, tam da oldu­
ğumuz gibi gören bir bakış vardır. Bu, Tanrı'nın bakışıdır;
bütün yargı ve hükümlerin birleştiği, bütün izlerin çözüldü­
ğü ve benliğin geçici izlenimlerden uzaklaşıp, sonsuza kadar
yargılanacak sonsuz bir ruha dönüştüğü bir bakış ... Tanrı,
hiçbir insanın bakarak göremeyeceği eksiksiz bilginin sahi­
bidir; Tanrı'nın bakışı korkutucu bir bakıştır. Neyse ki bu
bakış zihinde canlandırılamaz, çünkü Tanrı'nın bakış açısı,
herhangi bir açıya sahip olmayan bir bakıştır -hiçbir yerde
olmayan bir her yerden gelen bu bakış, her şeyin nihai ger­
çekliğidir.2 6 Şahsiyetimizin gayri şahsi bir şekilde görülmesi
kadar imkansızdır.
Demek ki bakışlarımızın ardındaki gerçekliğin açığa çık­
tığı bir yer yoktur. Biz bunu kendimiz bile bilemeyiz. Ancak
bu bizi, bakışları yorumlamaktan alıkoymaz. İnsanların
karakterini bakışlarından çözebileceğimize inanırız. Kobalt
mavisi gözlere bakıp kendimizden geçer, bunu ruhun temiz­
liğiyle bağdaştırırız. Zeki bakışlardan, güzel bakışlardan söz
ederiz. Oysa bunların bilişsel veya ruhani gerçeklerle pek
ilişkisi yoktur.
Bakışlara bakıp, yorumlamaya alışığızdır. Bir metre uza­
ğında durduğumuz bir yüzün, iki milimetreden de küçük

1 72
göz hareketlerini fark edebiliriz. Üstelik bu yetenek çok
erken yaşlarda gelişir. Chris Frith'in dediği gibi:

Göz hareke�erine karşı duyartılıgımız, karşımızdaki kişinin


zihinsel dünyasına ilk adımdır. Bir kişinin gözlerinin duruşuna
göre, nereye baktıgını gayet dogru bir şekilde söyleyebiliriz.
Birinin nereye bakhgını biliyorsak, neyle ilgilendigini de anlaya­
biliriz. 27

Gözler, bilinçli iletişim araçları olarak gayet incelikli


ve karmaşık şekillerde de kullanılabilirler. Gözlerimi iri iri
açarak -daha doğrusu gözkapaklarımı olabildiğince ayırıp,
bunu kaldırdığım kaşlarımla da destekleyerek- birinin ora­
daki varlığı hakkında sizi sessizce uyarabilir, arkanızda bir
şey olduğunu veya patavatsızlık ettiğinizi ima edebilirim.
Bakışımın şiddetini artırıp, başka türlü açıklanamayacak
bir "dik bakışa " çevirebilirim. Böylelikle, size bir bildirim­
de bulunduğumu açığa vurmadan sizinle iletişime geçebili­
rim. Gözlerimi bir şeyi işaret etmek için de kullanabilirim.
İşaret eder şekilde gözlerimi bir yöne çevirdiğimde, siz de
o tarafa bakar ve şu veya bu nedenle sizin de fark etmenizi
istediğim şeyi görmüş olursunuz. Kısacası bakış, başlı başı­
na bir işarettir.
Bakışın bu kadar yoğun anlamlar taşıdığı göz önünde
bulundurulduğunda, bir konferans verdiğimizde veya bir
kalabalık önünde konuştuğumuzda bu kadar çok kişinin
bakışlarına maruz kalmaya dayanmak zor bir iş gibi gelebi­
lir. Belki de buna dayanabilmemizi sağlayan şey, kalabalığın
birleşip tek bir bakış haline gelmesi ve bu ortak bakışa katı­
lan her bakışın, diğerlerinin varlığı altında ufalıp gitmesidir.
Diğer bir yöntem, kalabalıktan birkaç yüz seçip, konuşmayı
bu birkaç kişiye hitaben yapmak olabilir. (Uzmanlar, bunun
için üçüncü sıranın ortasındaki kişileri önerirler. ) Aslında
öğretmenlerin yaptığı gibi, sorulara yanıt verecek kişileri

173
kendimiz seçerek durumu tersine çevirebiliriz. Bu durumda,
bütün gözler kendilerine çevrileceğinden, bu kişiler kendile­
rini azınlıkta hissedeceklerdir.
Bu bölümü bir kadeh kaldırma adetiyle, Vikinglerin
düşmanlarının kafatasından şarap içme geleneğiyle bitirmek
istiyorum. Vıkingler bu esnada orada bulunan herkesle tek
tek göz teması kurarak, ikiyüzlü olup olmadıklarını test
ederlermiş. Kafatası, bütün bakışların gün gelip sona ere­
ceğini hatırlatmak için çok uygun bir semboldür; yaşamın
ışıklı günleri bitecek, bakış sahibinin artık hiçbir bakışa
karşılık veremeyeceği günler gelecektir.
9. Bölüm
Algı Odası

Kafa Odasının Gizemi

Kafa, müziği, gürültüyü, anlamlı anlamsız tüm sesleri


toplayan bir dinleme istasyonudur; beğense de beğenmese
de etraftaki bütün kokuları içine çeken bir koklayıcıdır; hoş
veya nahoş bütün tatları tadan bir çeşnicibaşıdır ve hepsinin
ötesinde, kendi kendisinin dikkatli bir öğrencisidir. Aynı
anda bütün bu işleri yapması veya bütün bunlara katlanma­
sı akla tek bir şeyi getirir: Kaos! Algı odasında kaos olmalı­
dır -bir bilinçlilik hali değil de bir bilinç karışıklığı hüküm
sürmelidir- ama kendimin de yakinen şahit olduğum üzere,
böyle bir durum söz konusu değil.
Kafamdaki proprioseptif' hayalet sayesinde, herhangi
bir anda hem sesleri duyabilir, kokuları ve tatları alabilir,
görülebilen dünyayı görebilir hem de düşündüğüm, düşledi­
ğim veya hatırladığım şeylerle uğraşabilirim. Bazı kimseler
bunda herhangi bir sorun görmezler. Görüntülerin, seslerin,
kokuların, tatların ve hissedilenlerin, kendi "giriş kanalları"
aracılığıyla bana kafamın ağır, sıcak olduğunu, sızladığını,
ağrıdığını veya yalnızca orada durup durduğunu bildirdik­
lerini öne sürerler. Bu kanallar ortaya çıkan enerjilerle uya-


Bedenin uzaydaki konumunu ve nasıl hareket ettiğini ileten duyular. (ç.n.)
175
rılarak, beynin belirli bir bölgesine giden sinir uyarılan yara­
tırlar, dolayısıyla da hiçbir deneyim bir diğeriyle karışmaz.
Bununla birlikte, bu derli toplu modelde pek çok sorun
vardır. Öncelikle, belirli bir düzen dahilinde ayrı ayrı tutulan
şeylerin, aynı bilinç anının birer parçası olarak yaşanabil­
meleri, aynı " bilinç alanına" dahil edilebilmeleri için, bir
şekilde bir araya getirilmeleri gerekir. 1 Bir algı odası olarak
kafanın daha yalın işlevleri konusuna girmeden önce, biraz
bu konu üzerinde durmak ve bilinçle ilgili sinirsel açıklama­
ların yetersizliğini ele almak istiyorum.
Siz şimdi oturmuş bu satırları okurken, kulak misafiri
olduğunuz arka plan sesleriyle -kuş sesi, bir müzik veya bir
tartışma- eşzamanlı olarak, belki yanağınızdaki kaşıntıyı,
sandalyenin kaba etleriniz üzerindeki baskısını, kitabı tutan
parmaklarınızdaki hissi, sayfa üzerindeki satırların görün­
tüsünü, okuduklarınızla ilgili kafanızda oluşan yorumların
hayalet sesini ve bunun gibi daha birçok şeyi, aynı bilinç
anının bir parçası olarak algılıyorsunuz. Peki, bu birbirin­
den tamamen farklı şeyler, nasıl oluyor da kendi kimliklerini
kaybetmeden, aynı bilinç anında bir araya gelebiliyorlar?
Nasıl oluyor da, sonunda çorbaya dönüşmeden birleşiyor
veya bir bütünün entegre parçaları haline geliyorlar? Bunu
çözmek zor gibi görünse de, asıl zor olan, çevremde neler
olup bittiğini anlamam için gereken bilinç etkinliğinin
zaman içindeki tutarlılığını açıklamaktır. Sesleri, görüntüleri
ve şu anda deneyimlediğim diğer her şeyi anlamlandırabil­
mem için, bütün bunların anılarıma işlemiş olmaları gerekir.
Şimdiki zaman üzerinden geçerek, anlaşılabilir bir geçmişten
anlaşılabilir bir geleceğe yumuşak bir geçiş yapabilmenin
tek yolu budur. Aynı zamanda, geçmişe ait anılarla, bunların
şekillendirdiği gelecek beklentilerini, şimdiki zamandan ayrı
tutmak da gerekecektir.
Bu konunun üzerinde biraz durup, bir araya gelmenin
yanı sıra neden ayrı kalmaya da ihtiyaç duyduğumuzu

1 76
kendi kendimize hatırlatmakta yarar var. Karmaşık dünya­
mızda etkin bir şekilde iş görebilecek sorumluluk sahibi bir
birey olmak için gereken uzun süreli içsel bilinç bağlantıla­
rını bir düşünün. Böyle bir aracının oluşması için gereken
süreç, hem çok uzun hem de çok boyutludur. Bu konuya,
bir akademisyen olarak sık sık yabancı ülkelere giderek
katıldığım konferanslardan bir örnek verebilirim. Kısa süre
önce Hong Kong'da böyle bir konferansa katıldım. Aylar
önce verilmiş bir taahhüdü yerine getirmek için oradaydım.
Böyle bir taahhüt, bir dizi bilinç anının çok boyutlu bir dan­
tel şeklinde bir araya gelmesini gerektirir: Beni davet eden
kurumla yazışarak konuşma konusunun saptanması; geniş
bir zaman dilimine dağılmış fırsatlar yaratarak konuşmayı
hazırlamam; nihayet, çeşit çeşit bilgiden yararlanarak, yeri
gelip yürüyerek, yeri gelip taksiyle ve uçakla, tam zama­
nında Hong Kong'da doğru yere ulaşmam. Üstelik bütün
bunlar, akademik bir klinik tedavi uzmanını boyunduruğu
altına alan diğer binlerce iş sürüp giderken ve algı odama
durmaksızın dolan deneyimlerden oluşan duyu verileri
okyanusunda yüzerken gerçekleştirilmiştir.
Şimdi, fikrin aklıma düşmesinden aylar sonra, tam da
kararlaştırılan saatte konuşmamı yapmak üzere orada hazır
ve nazır bulunmayı başarmam, dinleyicilerimin büyük bir
kısmını hüsrana uğratmış olabilir belki. Ancak, yaşamımın
söze dökülemeyecek kadar ayrıntılı iç organizasyonu ve
bu organizasyonun zamana yayılışı göz önünde bulundu­
rulduğunda, bunun büyük bir başarı olduğu yadsınamaz.
Sinirbilim işte tam bu noktada bizi düş kırıklığına uğratır.
Beynin bilgisayar ağındaki elektriksel akımlar, mükemmel
yapıdaki beyinlerimizi açıklamaya yetmez. Bilinci, beynin
birbirinden farklı bölümlerinde yer alan modüllere bölmek
de sorunun çözümünü pek kolaylaştırmaz -kaldı ki sonsuz
sayıda modül olması gerekecektir. Zihni modüllere ayır­
mak, her şeyi düzenli bir şekilde farklı yerlere yerleştirmeyi

1 77
sağlasa bile, işin bilinç anında hepsini bir araya toplama
boyutu insanı korkutur.
Sorunlar bu kadarla kalsa iyi ... Konferans verirken belir­
li bir davranış şeklini sürdürmek için beynimde olup bitmesi
gereken şeyleri düşündüğünüzde, aklınıza devasa miktarda
farklı işlevi yürüten, birbiri üstüne binmiş sayısız elektriksel
mikro-devre mi geliyor? Klasik sinirbilimi temel alan bu
şema gözünüzün önüne geldiği için sizi suçlayamayız. Bu
devrelerin nasıl olup da birbirlerine parazit yapmadıklarını
anlamak kolay değildir. Bunu bir örnekle açıklamaya çalı­
şayım. Bir gölün üzerine yağan şiddetli sağanak yağmurun
yarattığı milyonlarca dalgacığı ve bunlarla birleşen diğer
dalgacık kaynaklarını düşünün. Her dalgacığın veya dal­
gacık dizisinin, benim Hong Kong konferansı planırndaki
gibi, ayrı ayrı kimliklerini koruması nasıl mümkün olabilir?
Sinir sisteminin, en sonunda her şeyi bir anlam denizinde
demlendirilmiş şu ana ait bilinçte birleştirmesi gerektiğini
düşünürsek, bu bize daha da olanaksız görünecektir: Üstelik
sinir sistemi bu birleştirme işini yaparken, iyi yapılandırıl­
mış yakın ve uzak geçmişle bağı koparmayıp, bir yandan
da beklentiler, sorumluluklar, programlar, istekler ve bir
yaşam planı içeren, aynı derecede yapılandırılmış gelecekle
bağ kurar. Bu an (Cray'in süper bilgisayarı bile olsa, bir
bilgisayarın şu anından farklı olarak), her şeyi bir araya
getirmelidir; böylelikle ben de, (en geniş anlamıyla) nerede
ve (en derin anlamıyla) kim olduğumu bilebilirim.
Her şeyin bir araya getirilmesini nörolojik açıdan açık­
lamak kolay değildir, çünkü bu sırada yine ayrı tutulması
gereken birçok şey olacaktır. Beynin içinde birçok olay bir
birlik oluşturulacak şekilde birleştirilirken, beyin bir yandan
da, sayılamayacak miktarda projeyi, eylemi, minik projeyi
ve minik eylemi ayrı tutmak zorundadır. Dahası, bütün bu
ayrı ayrı projelerin binlerce başka projeyle ilişkilendiril­
meleri gerekir; bunun da nedeni, bunların her birinin bir

178
diğerinin gerçekleşme olasılığını etkilemesidir. Konferans
için Hong Kong'a gitmem, başka davetleri geri çevirmeme,
birkaç gün önce soğuk algınlığı bulunan bir arkadaşımdan
uzak durmaya özen göstermeme neden olmuştur. Dalga
örüntüleri birbirlerinden ayrı olarak korunmalı, ama bir
yandan da bütün dalgacıklar birbirlerine açık olmalıdırlar.
İşler iyice sarpa sarıyor. Planlanmamış olaylar denizi
içinde planladığım aktiviteleri gerçekleştirebilmem için,
anlık bilincin küresel bir açıklığı koruması da gerekir. Böy­
lelikle örneğin, konferans salonuna gitmek için karşıdan
karşıya geçerken çarpıp beni öldürebilecek bisikletliden
sakınırım; planlanmış görevimi ifa etmeye giderken, kapıda
beni karşılamaya gelmiş komite üyesiyle el sıkışıı; aynı anda
merdivenin son basamağına takılmamaya da dikkat ederim.
Bilinci açıklamaya çalışan nörofızyolojik temeller üzerinde
düşündüğümüzde, yaşamlarımızın en sıradan yönlerinin
karmaşıklığını göz ardı etme eğilimi gösteririz. Nörolojik
bilimlerin elinden gelenden çok daha fazlasını açıklayabile­
ceğini iddia eden "nöromitoloji'', ancak ve ancak ne zaman
-o da kısmen- makul olabilirdi biliyor musunuz? Çok katlı,
sayısız gündemli, sınırsızca ama mükemmel bir şekilde kat­
manlanmış ve yapılanmış benliklerimizin, çok daha yalın,
oldukça kısıtlı bir müsveddesini temel alsaydı ...
Sorunu çok basit bir şekilde şöylece açıklayabiliriz. Bilinç
bütünlüğünü, bütünsel bir beyin yaklaşımını benimseyerek
anlamlandırmaya çalıştığımızda, ayrı tutulması gereken
bunca farklı şeyin nasıl olup da ayrı tutulabildiğini ve bir
bilinç çorbası veya deliryum içinde kaybolup gitmediğini
açıklamakta çok zorlanırız. Bilinçli yaşamlarımızı oluşturan
birbirinden ayrı unsurların çokluğu sorununu, farklı bölüm­
lere ayrılmış, modüler beyin veya zihin görüşleriyle çözüm­
lemeye çalıştığırnızdaysa, bu kez de her şeyin nasıl olup da
etkin ve tutarlı bir yaşam sürmemizi sağlayacak şekilde bir
araya geldiğini açıklamak mümkün olmaz.

179
Burada gerçekten de bir etkinlik söz konusudur; olan
biten şeyler öylece başımıza gelmezler, onları biz kendimiz
gerçekleştiririz. Etkinlik farklı düzeylerde gerçekleştirilebi­
lir -mesela bu kitabı yazarken, aynı zamanda telefona da
kulak veririm, yazmaktan sıkılıp, aşağıdan gelen müzik
sesine kulak kabartabilirim. Ve bütün bunlar bağdaşıktır:
Geçen salı veya geçen yıl yaptığım bir şeyi, kendime de
saklasam kullanacak da olsam, gelecek salı veya gelecek yıl
hatırladığımda bir anlam ifade eder.
Çeşitlilikle ve yarı beklenen/beklenmeyen olay sağanağı­
na ister istemez açık olma haliyle çevrelenmiş bu bütünlük ve
kontrol meselesi, daha da derin bir soruna yol açar: Sonuçta
bütün bu çeşitliliklerin merkezini oluşturan bir "birinci tekil
şahıs" -ben, burası, şimdi- ile ilişkili olma gerekliliği. Eğer
bu her şeyi birleştiren "ben" olmasaydı, beyin veya zihin,
-bilişselbilimcilerin sunmaya çalıştıkları modele benzer şekil­
de-, pek de meşgul olmayan modüllerden oluşan koloidal
bir süspansiyondan ibaret olacaktı. İşte bu yüzden pek çok
sinirbilim uzmanı benlik diye bir şeyin olmadığını savunur.
Onlara göre, eğer bir şeyin yeri nörolojik olarak saptanamı­
yorsa veya kavranamıyorsa, öyle bir şey var olamaz .
Birinci tekil şahıs kavramı, şu sersemletici dünyada
sorumluluk sahibi bir birey olarak hareket etmem için
gereken bilinç bütünlüğünü vurgulamasının yanı sıra, daha
derin bir konuya da parmak basar: Burada ve bu andaki
ben hissinin, acı çeken, sorumluluk sahibi, dünyada bir
bakış açısı olan yaratığın kökeni. Beynimin bana bu "bura­
da ve bu anda ben olma" hissini, burada ve bu anda ve
benim beynim olduğu için verdiğini söylemek bir işe yara­
maz. Klasik sinirbilimin maddeci gözlerinden bakıldığında
beyin, aynı bir tuğla veya bir çakıl taşı gibi, dünyaya ait bir
nesnedir; kendi içinde bir tasarrufa sahip değildir ve dola­
yısıyla da benim bu şey olduğum hissine de, burada ve bu
anda olduğum hissine de temel oluşturamaz.

180
Kafamızdaki dünya modelini ve benliğimizle bu dünya
arasındaki nazik etkileşimleri mümkün kılan bu algı oda­
sının derinliklerine dalarken, işte bütün bunları akılda tut­
makta yarar var.

Dinleme İstasyonu

Dinleyen kafa üzerinde düşündüğümde, zihnimde bazı


resimler canlanır. Hiç kımıldamadan durup, uzaklardan
gelen sesleri ve işaretleri toplayan bir adam. Uzayın son­
suzluğuna, giderek daha da derinleşen uzaklıklara çevirdiği
kulağıyla farkındalığını sürekli artıran, gelişen teknolojiler
sayesinde uydu aracılığıyla dünyanın öbür ucundan yansı­
yan seslere bile ulaşabilen küçük bir kafa. Büyük bir radyo­
teleskop gibi uzayın derinliklerine, geçmişe uzanıp, insanı
insan yapan ve dinleyen kulakları mümkün kılan kökenlere
inen, şair Rilke'nin deyimiyle "sessizlikten doğan sonsuz
mesajı" dinleyen kolektif insan kafası.
İşitme veya diğer herhangi bir duyumuz üzerine düşün­
düğümüzde, işleyen mekanizmalara bakıp mucizeyi göre­
bilir ve sonunda gizemi kabul ederiz. Şimdi ben de işitme
mekanizmalarını ele almak, sesleri ayırt etmemizi sağlayan
mucizevi güçlerimizi hayretle incelemek ve nihayet, havada­
ki titreşimlerin bir sesler dünyasına dönüşmesini sağlayan
gizemlere bir göz atmak istiyorum.
Önce gelin, şu güzelim mekanizmaları bir inceleyelim
o halde. Kulak üç bölümden oluşur. En dışta kulakkepçesi
ve dış kulak yolu yer alır. Orta kulak, havayla dolu bir
boşluktur (timpan boşluğu) ve dış kulaktan kulak zarıyla
ayrılır (kulak zarının tıp dilindeki adı "timpan zarı"dır).
Orta kulakta, çok hassas bir şekilde birbirleriyle temas
halinde bulunan küçücük üç kemik vardır: malleus (çekiç),
incus (örs) ve stapes (üzengi) . (İnsanların bedenlerinin par­
çalarına, yine kendi bedenlerinin gücünü artırmak için ken-

181
dilerinin ürettikleri araç gereçlerin isimlerini vermeleri de
ilginçtir. ) Sonra iç kulak gelir. Bu bölüm, bir bedenin içinde
yer alabilecek en olağanüstü yapı olup, kendisi de olağanüs­
tü yapılardan oluşur. İşte bu yüzden de birkaç paragrafla
üzerinde durulmayı hak eder.
İç kulak, "labirent içinde labirent" yapısındadır. Dıştaki
kemik labirent, hemen kulakkepçesinin üstünde ve arkasın­
da olacak şekilde, şakak kemiği içine incelikle oyulmuş bir
boşluk olup, perilenfa adlı bir sıvıyla doludur. Esas olarak
üç bölümden oluşur: Orta kısımdaki vestibulum (dalız), üç
yarım daire kanalı ve salyangoz kabuğuna benzediği için
aynı adla anılan spiral bir tüp olan koklea. Kemik labirentin
içinde asılı duran, ama alanın çok küçük bir kısmını kapla­
yan zar labirentse bir başka sıvıyla, endolenfa ile doludur.
Her yarım daire kanalının "ductus semicircularis" adlı
uçları, vestibulum içindeki bir keseye (utriculus), bu kese
de yine başka bir keseye (sacculus) açılır. Kokleanın içinde,
sarmal şekilli konik bir tüp olan "ductus cochlearis" yer alır.
Zar labirentin bütün parçalarında, uyarıldıklarında sinir
impulslarını tetikleyen duysal sonlanmalar yer alır; sinir
impulsları sekizinci kafa sinirinin içinden geçerek beyne
ulaşır. Bu sini.ı; yalnızca seslerin tetiklediği impulsları değil,
dengeyle ilgili bilgileri de beyne iletir. Utriculus ve sacculus,
yerçekimi güçlerinin doğrultularını algılayarak, kafanın
hangi pozisyonda durduğunu anlamasını sağlarlar. İçlerin­
deki hassas zarda yer alan otolitler ( " kulak taşları" ) ise,
damla şeklindeki bir küpenin kafanın orta hattan sapmasını
göstermesine benzer şekilde, kafanın duruşunu kaydeder.
Sinyallerde bir karışıklık olması, berbat bir baş dönmesine
veya sersemlik hissine yol açar.
Bedenin boşlukta hızlanması veya dönmesi, yarım daire
kanalları içindeki endolenfanın hareket etmesine ve duyarlı
tüycükleri (silialar) uyarmasına yol açar. Çocuklar defalar­
ca hızlı hızlı dönerek bu mekanizmayı harekete geçirmeye

182
bayılırlar. Endolenfanın sürekli hareketi, birdenbire dur­
duklarında hareket hissinin devam etmesine neden olur. Bu
deney, duran bedenden gelen proprioseptif veriler, görsel
algı ve sürekli hareketle ilgili vestibüler bildirimler arasında­
ki tutarsızlığın yarattığı ilginç ve biraz da bulantı veren bir
hisle sonuçlanır.
İç kulağın en şaşırtıcı yapılarından biri de, işitmeden
sorumlu olan koklear kanaldır. İşleyiş prensibi, dengeyi sağ­
layan yapılarla aynıdır. Buradaki duysal sonlanmalar endo­
lenfa sıvısı içine batmış durumdadır. Havada sesin yarattığı
titreşimler bu sıvı aracılığıyla iletilerek, kokleadaki tüy hüc­
relerinin tüysü uzantılarını uyarırlaı: Bu hücrelerin uyarılma­
sı iyon kanallarının açılmasına ve en sonunda beyin kabuğu­
nun işitmeden sorumlu kısmına ulaşacak sinir impulslarına
dönüşecek elektrokimyasal olayların başlamasına neden
olur. Bu hücreler "bedenin mikrofonu" olarak tanımlanan
ve koklea spiralinin devamı niteliğindeki baziler zar üzerinde
duran Korti organında yer alırlaı: Şu ana kadar anlattığımız
her şey, kulağa ulaşan ses dalgalarının yaklaşık yirmi katına
çıkacak şekilde artırılmasına yaraı: Artık ses dalgaları alın­
mıştır ve algılanmaları için gerekli süreç başlayabilir.
Bu süreçte olup bitenlerle ilgili bildiklerimizin büyük
bir kısmını, telefon ahizelerinin tasarımında uzmanlaşmış
Macar kökenli mühendis Georg von Bekesy'ye borçluyuz.
Bekesy, tersine mühendislik çerçevesinde yaptığı çok hoş
deneylerle, Korti organının farklı ses perdelerini nasıl ayırt
ettiğini ortaya koymuştur. Bu, sesleri ayırt edip tanımamızın
temelini oluşturur. Bekesy, Korti organının üzerinde durdu­
ğu baziler zarın, farklı frekanslara farklı noktalarda rezo­
nans oluşturarak yanıt verdiğini gördü. Yüksek frekanslar
ya da yüksek perdeli sesler, yalnızca zarın salyangoz kabu­
ğuna yakın kısmında rezonans oluşturuyorlardı. Düşük fre­
kanslarsa, zarı Korti organındaki tüy hücrelerini uyarmaya
yetecek miktarda titreştirmeden önce, salyangozun sarmalı

183
içinde bir süre daha yol alıyorlardı. Ses perdelerinin algılan­
masıyla ilgili bu olay, "yer" kuramı adıyla anılır.
Perdeler arasındaki çok ince farkların ayırt edilebilmesi­
ni sağlamak için başka bir şey daha gerekir. Ayırt edilebilen
her perdeyle yalnızca bir düzine kadar tüy hücresi ilişkilidir
ve baziler zarın mekanik rezonansının, yeteri kadar keskin
bir mekansal ayrımsamayı sağlaması zor görünmektedir.
Burada şöyle bir mekanizmanın rol oynadığı öne sürül­
müştür: Rezonansın pik yaptığı küçücük bölgelerin her iki
yanında yer alan tüy hücrelerinin ateşlenmesi aktif olarak
baskılanır (buna lateral inhibisyon adı verilir). Böylece,
normalde dağılma eğilimi gösteren titreşimler keskin bir pik
yapacak şekilde sıkıştırılarak, çapı milimetrenin yüzde birini
ancak aşacak kadar küçük bir alana hapsedilmiş olur.
Tüy hücreleri de özel bir ilgiyi hak ederler doğrusu. Kok­
lea spiralinin devamı niteliğindeki baziler zara sıra sıra otıır­
muş halde 16.000-20.000 tüy hücresi bulunur. Zarın ufacık
hareketleri tüy hücrelerini tetikleyerek, bağlı bulundukları
sinirlerde aksiyon potansiyelleri oluştıırmalarına neden
olur. Her tüy hücresinde 1 00 kadar "stereosilia" vardır.
Bunlar şenlik ateşi odunları gibi birbirlerine yapışık olarak
dururlar. Zar, ses dalgalarıyla eşzamanlı olarak titreştiğinde,
sterosilialar deniz yosunları gibi dalgalanarak beyne impuls
gönderirler. Stereosilia hareketlerinin sinir impulslarına çev­
rilmesi -elektromekanik transdüksiyon-, sinyallerin hücre
içinde ve hücreden hücreye aktarıldığı, uzun bir moleküler
olaylar zincirini kapsar.
Bizim için olağan hale gelmiş işitme mucizesi, işte bu
muhteşem yapılar aracılığıyla işleyen mekanizmalar saye­
sinde gerçekleştirilebilir. Bu mekanizmalarla, ses dalgaları­
nın şiddeti artırılır, farklı frekansları ayırt edilebilir ve dal­
gaların mekanik hareketleri, beynin geçer akçesi olan sinir
impulslarına çevrilebilir. Bu gerçekten de bir mucizedir. Bu
bizim, doğanın seslerini, hışırdayan yapraklar, yaklaşan

1 84
yırtıcı bir hayvanın ayak sesleri, kuş şakıması, suyun binler­
ce farklı sesi olarak algılamamızı sağlar. Trafik gürültüsü,
giysilerin hışırtısı, çaydanlığın tıslaması gibi insan elinden
çıkma sesleri ayırt edebiliriz. Tanıdıklarımızın sesini bin­
lerce kişinin sesi arasından ayırt edebilir, konuşmalarını
duyup, çözümler ve anlarız; şarkıları ve yüzlerce farklı
müzik aletinin sesini dinlemekten zevk alırız. Bu konuda da
çok başarılıyızdır! Hışırdayan yaprakların kuruluk derece­
sini; suyun iri damlalar halinde mi yoksa minik damlalar
halinde mi damladığını; silkelenen bir kumaşın dokusunu;
bir ses tonundaki huysuzluğu veya yumuşaklığı; kişiye özel
bir acının, örneğin bir Bruckner senfonisinde, muhteşem
armoniler içeren bir esere dönüşerek orkestranın titreyen
sesiyle içimize akışını duyabiliriz.
Gündelik yaşamın muhtelif sesleri, frekanslarına, sürele­
rine, zamansal özelliklerindeki farklılıklara ve yükselip alçal­
malanna göre alınır, ardından bildiğimiz sese dönüştürülür.
Nörofizyologlann en büyük umudu, beyinde bu dönüştürme
işinin nasıl yapıldığını günün birinde anlayabilmektir. Bu
konuya çok fazla kafa yormadan, gelin işitmenin en özel
marifetlerinden birini, konuşmanın algılanmasını inceleyelim.
Ses çıkarma karmakarışık fonemlerden oluşur. Fonem,
ses birimidir. Örneğin, "gibi" sözcüğünü oluşturan her had,
"g", "i" ve "b", birer fonemdir. Bunlar ancak genel kate­
goriler altında, konuşanın söylediklerine göre anlamlandı­
rılabilirler. [Batı dillerinde] aynı sesten farklı durumlarda
farklı fonemler oluşabilir; aynı şekilde aynı fonem farklı
sesler verebilir. Fonemlerin, konuşan kişilerin çeşitliliği ve
aynı kişinin farklı zamanlardaki telaffuz şekilleri tabanında
belirlenmesi, farklı dizilere göre örüntü tanınma şeklindedir.
Duyduğumuz şeyin, örneğin bir sesli harfin ne olduğunu
tanıyabilmemiz için, onu gerçek ritmik bir ton olarak duy­
mamız gerekir. Duyduğumuzun bir sessiz harf olduğunu
anlamak içinse, tonun ritmik olmadığı algılanmalıdır. Bu

185
iki sınıfın arasında, ritmik olmayan bir sürtünme sesi eşlik
etse bile, altta belirli bir rinnikliği olan sesler yer alır. Farklı
konuşma hızlarında, gürlüklerinde ve tonlarında, bütün
tanı kriterleri sıfırlanıp, yeniden ayarlanır. Aynı anda hem
konuşup hem de hıçkırıklarla ağladığınızda ya da ağzınızda
sıcak bir lokma varken konuşmaya çalıştığınızda, kriter­
lerde radikal değişiklikler yapmak gerekebilir ama sonuçta
yine sizi anlayabilirim.
Fonem sekanslarını çözmeye yönelik akustik işlem yal­
nızca ilk adımdır. Vurgu ve ses tonu da algılanmalıdır (söy­
lediklerinizi dinleyince, soru mu soruyorsunuz, yoksa bir
açıklama mı yapıyorsunuz; memnun musunuz, yoksa sıkkın
mısınız anlayabilirim). Öte yandan, tam bir sözcük oluş­
turmaları için fonemlerin uygun şekilde gruplandırılmaları
gerekir. Ayrıca bir de, ne dediğinizi anlayabilmem için, ses­
sizce kafamın içinde yankılanan cümleyi bir bütün halinde
tutma sorunu vardır. Bütün bu işlemler, baş döndürücü bir
hızla gerçekleştirilmelerinin yanı sıra, çok geniş bir dilbilgisi
de gerektirirler. Düşünün, bir çırpıda ağızdan çıkan "gibi"
sözcüğü bile, üç farklı fonem içeriyor.
İşitme mucizesine yeni bir örnekle kaldığımız yerden
devam etmek istiyorum. Bir ses duyduğumda, hangi yönden
geldiğini hemen anlarım. Bu, sesin iki kulağa geliş zaman­
lamasının farklı olmasına bağlıdır. Sol taraftan gelen bir ses
sol kulağıma, sağ kulağımdan önce ulaşır. Sesin konum­
landırılması, zamanlamanın karşılaştırmasına göre yapılır.
Bununla birlikte, ses ister sağdan ister soldan gelsin, bu fark
ancak bir milisaniye kadardır. Yine de, bir şeyin hareketini
izlemekte hiç zorluk çekmeyiz; gelen sesin yer değiştirmesini
takip ederek, örneğin arabanın soldan sağa geçtiğini anla­
yabiliriz. Bu çok etkileyici bir yetenektir, çünkü -sekizinci
bölümde açıkladığımız gibi- sesler, görülen şeylerden farklı
olarak, kendilerine ait bir alan yaratamazlar ve yerlerinin
başka duyuların yardımıyla belirlenmesi gerekir.

1 86
Şimdi, bir başka mucizeye daha tanık olacağız: Bir sürü
sesten oluşan bir arka plandan, tek tek sesleri ayırabilme
yeteneğimize! Bu olayı "kokteyl partisi problemi" olarak
tanımlayabiliriz. Böyle bir partide, dikkatimizi çekecek aynı
ses şiddetinde birçok konuşma ve bütün bu ses karmaşa­
sının arasını dolduran bir müzik olduğu halde, belirli bir
konuşmayı dinleyebiliriz. Bu, bir su birikintisine düşen sağa­
nağın her damlasının oluşturduğu dalgacıkların teker teker
seçilebilmesine eşdeğerdir. Öte yandan, bir koroyu dinleme
yeteneğinde de sahibizdir; koroyu dinlerken hem bütün ses­
leri bir bütün halinde duyarız hem de bu mükemmel birliği
oluşturan notaları tek tek ayırt edebiliriz. İşitme hakkında
ne kadar çok şey öğrenirsek, gürültülü bir partide birisiyle
konuşmaya çalışırken bizi rahatsız eden arka plan müziğini
duymazdan gelmekte o kadar zorlanırız.
Mekanizmayla ilgili bildiklerimiz mucizeyi açıklamada
yetersiz kalır. Mucizenin temelinde bir gizem vardır. Hava­
daki titreşimlerin -anlamlı veya anlamsız, arka planda veya
ön planda, rahatsız edici veya güzel- nasıl olup da kafanın
içinde seslere dönüştüğünü bilmiyoruz. İnsan bilinci olma­
sa, havadaki titreşimler sadece birer titreşim olarak kalır­
dı. Duyulabilir ses dalgalarının, kulaklarımızın algılama
eşiğinin üzerinde kalan duyamadığımız ses dalgalarından
(örneğin ultrason) farklı özellikleri yoktur. Fiziksel enerji­
nin, hissedilen bir şeye nasıl dönüştüğünü bilmiyoruz. Bir
enerjinin bir diğerine dönüşümü -örneğin ses dalgalarının
sinir impulslarındaki elektrokimyasal aktiviteye dönüş­
mesi-, bir enerjinin, enerjinin bilinç düzeyine taşınmasına
veya (görme duyusunda olduğu gibi) enerjinin kaynaklan­
dığı yüzeylerin bilincine varılmasına dönüşümüyle aynı şey
değildir.
Aynı şekilde, yüksek frekansların ve düşük frekansların
neden öyle duyuldukları da belirsizdir. Bazal zarın farklı
yerlerinin titreşiyor olması bu niteliksel farklılıkları açıkla-

187
yamaz: Kokleanın tabanı ve tepesi arasındaki 30 milimetre,
kontrabas ile pikolo sesi arasındaki farkı nasıl açıklar?
Bazı sinir impulslannın bazı duyularla, çok benzer
başka sinir impulslarınınsa tamamen farklı duyularla ilişkili
olması da bir muammadır. Örneğin, neden beyindeki görme
yolaklarının impulslan ışığı algılamamızı sağlarken, işitme
yolaklarının impulsları sesleri algılamamızı sağlıyor? Eğer
enerjinin algıya dönüştüğü yerin bizzat beyin olduğuna ina­
nıyorsak, durumu bu yolakların bağlandığı yapıların (yani
gözlerle kulakların) farklı oluşuyla açıklayamayız. Aslında
bu açıklama biraz da "döngüsel" nitelik taşır: İşitsel yolak­
lar aracılığıyla sesleri, görsel yolaklar aracılığıyla görüntüleri
algılarsınız, çünkü bu yolakların görevleri bunlardır.
Aslında bu bir açıklama bile sayılamaz, çünkü daha
önce de belirttiğim gibi, havadaki titreşimler özlerinde sesli
veya ışık özünde parlak değildir. Kafamızı mükemmel bir
algı odası haline getiren sinirsel sonlanmalara ulaşan enerji,
yaratacağı öznel etkiyi içinde taşımaz veya garanti etmez.
Ayrıca, seslerin -veya görüntülerin-, algılandıkları yer olan
beyindeki duysal yolakların, hatta bedenin dışındaki yerler
ve nesnelerle ilişkilendirilmesinin nasıl bir gerekçesi olabilir?
Bir nesneden gelen ışığı, neden o nesne olarak veya o nesne­
nin görüntüsü olarak görürüz?
Bu mekanizmalar, mucizeler ve gizemler bizim içimizde
saklıdırlar ve keşfedilmeleri olağanüstü bir beceri gerektirir.
Öte yandan, işitme sisteminin en belirgin kısımlarının en
az önem taşıyan kısımlar olması da ironiktir. Van Gogh'un
meşhur kulak kesme macerasının, işitme yeteneğini bozma­
dığına erri.in olabilirsiniz. Pek de önem taşımayan bir uzuv
olan kulakkepçesi, bir dizi ismin sahibidir.2 Adem'in ardıl­
ları, bu kıvrım kıvrım oluşumun farklı kısımlarına, özellikle
de kenardaki kıvrıma (heliks) büyük bir ilgi göstermişlerdir.
Kulakkepçesi, heliks, antiheliks, skafa, konka, tragus, antit­
ragus, küpelerin sallandırıldığı kulak memesi ve dış kulak

188
yolu deliğinden oluşur. Bu isimlerin en ilginci ise şüphesiz
"Darwin çıkınnsı" adı verilen oluşumdur. Kıkırdağın dış
kıvrımında yer alan bu çıkınn, kulağımın tepesini, kulak­
larımın (ve bedenimin diğer kısımlarının) nasıl oluştuğunu
ortaya çıkarmak için herkesten çok çalışan kişiyle ilişkilen­
dirmektedir. Sözcükler, gerçekten de beklenmedik şekillerde
bir araya gelebiliyorlar.
Kulaklarımla öyle ahım şahım bir ilişkim yoktur. Kulak­
kepçemin çenemin arka tarafına düşen gölgesinin kapladığı
alan, kafamın göremediğim kısımlarına bir örnektir. Ragbi
oyuncusu veya boksör olsaydım, maç sırasında koruma altı­
na almam gerekeceğinden, kulaklarımla daha fazla ilişkim
olabilirdi. Kulağımın son çekilişinden bu yana da bayağı
zaman geçti. En iyi hatırladığım kulak çekme olayı, resim
öğretmenimin eseridir. Kendisi aynı zamanda milli ragbi
takımında forvet olan A. Hoca, resim çizmedeki yetenek­
sizliğimden bezmişti. Kulakların kafayı ortadan ikiye kesen
çizginin hemen alnnda değil de, üçte ikilik üst kısmında dur­
duğu kanaatindeydim. A. Hoca da bu konudaki yorumunu
kulaklarımı çekerek göstermişti.
Travma sonucu kulakkepçesinde biriken kanın sertleşip
kulağı karnabahara benzetmesi, temas sporlarından daha
gizemli nedenlere bağlı olabilir:

Afyon kullanımının popülerligini korudugu l SOO'lerin sonla­


rında, kulakkepcesindeki karnabahar görünümü, afyon kullanımı
icin bir tanı kriteri olarak görülürdü. Bu görünüm, sert ahşap
yashklı afyon yataklannda uzun süre yatma sonucunda ortaya
cıkıyordu.3

Kulak deyince, oldukça sıra dışı bir konuya, "takma"


kulaklara değinmemek olmaz. Yapay doku mühendisliğinin
deney farelerinin sırrında ürettiği bu sembolik kulaklar,
kulağın sonradan eklenen bir yapıya benzemesinin bir
örneğidir. Bu durum, ışık belirli bir açıdan geldiğinde yarı
189
saydam bir görünüm alan yarasa kulakları için de geçer­
lidir. BBC'nin politika editörlerinden, yeni emekli Andrew
Marr'ı, Downing Street 10 numaradaki başbakanlık ofi­
sinin önünde, sokak lambasının ışığında saydamlaşmış
kulaklarıyla son skandalları aktarırken göremediğime hala
üzülürüm. Yine de yarasa kulaklarının en etkileyici örneği
kuşkusuz Franz Kafka'dır. Kafka, kuru yüzünün ve ince
bedeninin daha da belirgin hale getirdiği kulaklarının gayet
de farkındaydı: "Kulakkepçem ele taze, sert, serin ve dolgun
geliyordu. "4 Eğer Kafka kulaklarından dolayı insanların
onu ciddiye almadığı hissine kapılmasaydı veya kadınlarla
şansı daha yaver gitseydi, modern edebiyat tarihinin nasıl
bir akıbeti olurdu doğrusu çok merak ediyorum.
Filozof Ludwig Wittgenstein, insanın kulaklarla değil,
gözlerle korkutulabileceğini söyler. Oysa öyle zamanlar
vardır ki, bizi aşırı bir dikkatle dinliyor gibi görünen birine
çok fazla şey söylediğimizi fark ediveririz. Karşımızdaki kişi
dinleyici olmaktan çıkıp bir denetçiye dönüşmüş, biz de
boşluğa düşer gibi, onun yargılarının içine düşüvermişizdir.
Sessizlik keskin bir çığlık kadar güçlü olabilir.

Tat ve Koku

Tat alma, görmeye kıyasla ilkel bir duyudur. Kendi başı­


na bizi beden dışı nesnelerin varlığına ikna edemez: Tatların
tadını alırız. Elbette, tat almamızı sağlayan dil serttir ve tat
veren nesnelere dokunup yoklayarak, bizden ayrı bir nesne
olduklarını ortaya koyar. Tat almada iş yalnızca tat almakla
sınırlı değildir, bu bir ölüm kalım meselesidir. "Tat alma işta­
hı yönetir ve bizi zehirlerden korur. " 5 Temel -ilkel- tatlar,
tartışma götürmeyecek şekilde dört artı bir adettir: Tatlı, acı,
ekşi, tuzlu ve umami -kendine özgü umami alıcılarına sahip
olan, bazı aminoasitlerin veya sodyum monoglutamatın
yarattığı lezzetli tat.

1 90
İlk dört tat, "ye ve gör" taktiğini daha tehlikesiz bir
şekilde uygulamaya imkan verir. Besinin yutulması mı yoksa
tükürülmesi mi gerektiğini ilk anda anlarız:

Şekerin tadını severiz, çünkü karbonhidrarlara murlak bir


gereksinimimiz vardır... Canımız tuz çeker, çünkü diyetimizin
sodyum klorür içermesi gerekir... Eksi ve acı, kaçınma, uzak
durma hissi yarahr, çünkü zehirlerin çogu acıdır ... ayrıca bozulan
yiyecekler de ekşir.6

Japonların uzun süredir bildiği ama Batılılar için henüz


yeni olan umami bile, biyolojik nedenlerle, proteinlerin
yapıtaşı olan aminoasitlere karşı iştahımızı kabarttığı için
lezzet düşkünlerinden tam not almayı başarır. (Domuz pas­
tırması zengin bir aminoasit kaynağı olduğu için, dilimizde­
ki umami alıcılarına hitap eder... Sağlık açısından risklerine
ne kadar değinilirse değinilsin kar etmez.)
Tat uyarısını tetikleyen temel yapı, tat alıcılarıdır (resep­
törler). Bunlar 30-100 hücrelik gruplardır ve dildeki tat
papillalarının içinde yer alırlar. Papilla içindeki hücreler,
deri ile sinir sisteminin arasında kalan bir ara bölgeye ait
oldukları için, "nöroepitelyal" hücreler olarak adlandırılır­
lar. Dilinizi çıkarıp baktığınızda, özellikle dilin ön kısmında
küçük kırmızı noktacıklar görürsünüz. Bunlar "fungiform"
papillalardır (düğme mantarlara benzerler). Daha az belir­
gin olan "yapraksı" (foliate), "çanaksı" (circumvallate) ve
tat tomurcuğu içermeyen "ipliksi" (filiform) papillalar da
vardır. Tat papillalarının çoğu dilde yer alsa da, ağzın başka
yerlerine de dağılmışlardır. Ağzınıza attığınız yiyeceğin ne
olduğunu anlamanızı sağlayan 5000 kadar papilla vardır.
Farklı tatlar, ilgili tat papillalarını farklı şekillerde uyar­
salar da, temel prensip aynıdır. Tükürüğün içinde eriyen
madde, tat papillasının ortasında yer alan delikten içeri
girer. Eğer moleküler anahtar kilide uyarsa, alıcı hücrenin

191
zarına bağlanır. Bu bağlanmanın başlattığı olaylar zinciri,
doğrudan veya dolaylı olarak kalsiyum iyonlarının alıcı
hücrenin içine akmasına neden olur. Bu akış, nöronlar arası
iletişimi sağlayan "nörotransmiterlerin" salınmasını sağlar.
Nörotransmiterin uyardığı sinir yalakları iki yerde sonlanır:
Beynin tat algısından sorumlu bölgesi olan "somatosen­
soryel korteks" ile besini tükürmek veya şefi çağırmak gibi
davranışsal yanıtlardan sorumlu olduğu düşünülen hipota­
lamus ve diğer bölgeler.
Bununla birlikte tat alma, tuz ve şeker ile acı ve ekşi­
den oluşan bir dizi lezzet akorundan ibaret değildir. Soğuk
aldığımızda hepimizin şahit olduğu üzere, tat almanın esası
koku almaya dayanır. Kokular olmasa, rendelenmiş elma ile
rendelenmiş soğan veya bir dilim elma ile bir dilim turp ara­
sındaki farkı anlayamayız. Aslında tat farklarının ayırt edil­
mesi, tada göre ayırmanın çok ötesine geçer. Bizim için asıl
önemli olan lezzettir ve lezzet de, tat, koku, doku ve sıcaklık
gibi diğer fıziksel özelliklerin birleşmesiyle oluşur. (Besinin
dokusu söz konusu olduğunda, ağız içi çok hassas bir
dokunma organı olduğunu ortaya koyar; besinin gazlı mı,
vıcık vıcık mı yoksa kıtır kıtır mı olduğunu, yoksa - ağızda
eridiğini mi hemen anlarız. ) Yumuşamış elmalı tart, soğuk
çay veya buz gibi patates kızartması hiç de lezzetli gelmez
bize. Karpuz, lezzet eksiğini sıkıştırılmış kara benzer doku­
suyla kapatır. Hatta biraz daha ileri gidip, lezzetin sesten de
etkilendiğini söyleyebiliriz; kütür kütür bir elmayı veya kıtır
kıtır bir böreği ısırırken çıkan ses iştahımızı kabartmaz mı?
Tat duyumuzdaki incelik, ağzımızın içinde birlikte çalı­
şan duyuların ekip çalışmasının çok ötesindedir. Tat aldı­
ğımız şeyler, aynı zamanda -yemek, şarap, arkadaş, sevgili
veya hobi seçimindeki- zevkimizin de bir işaretidir. Yakın
arkadaşlıklar, iki kişinin de iştahını kabartan tatların ortak
olmasına dayanır. Birbirimizden hoşlanmamızın bir nedeni
de, bizim dışımızda kalan hoşlandığımız şeylerin benzer

192
olmasıdır: Tat alıcılarımız benzer yapıdadır. Ayrıca tat
duyumuzu geliştirmek, damağımızı eğitmek ve yeni zevkler
edinmek için çok çaba harcarız.
Tat duyusu uyarana çok çabuk uyum sağlar; uygulanan
bir maddenin tat algısı saniyeler içinde kaybolur. Bu mikro
boyutlu trajedi, yaşamlarımızda makro boyut kazanır
çünkü tat (ve koku) duyusu yaşla beraber zayıflayıp azalır:

Bir ömürlük gayreti taçlandırmak için


Yaşlılıga saklanan yetenekleri sana bir bir sayıp dökecegim.
ilk ömegim, bedenin ve ruhun birbirinden aynlması misali
Solup giden duyulann o donuk sürtünmesi,
Keyif vermeyen, umut vaat etmeyen
Meyve müsveddesinin kekremsi tatsızlıgından gayri.7

Dünya kararır, sessizleşir; kokusuz, tatsız tuzsuz ve


nihayet dokunulamaz bir hale gelir. Tek tesellimiz, bunu
algılayamayacak olmamızdır; tatsızlık "acı" olmayacaktır.
Bu arada, havadaki titreşimlerin gürültü ve müziğe
dönüşümünü incelerken tanık olduğumuz derin gizemle
kendimizi avutabiliriz. Tatlı ve bazı acı tat uyaranları,
"gustducin" adlı bir kimyasal aracıyı uyarır.8 Bu, papillanın
tabanında yer alan bazal hücrelere mesaj taşıyan reseptör
hücreleri arasında "elektrokimyasal bir diyalog" başlatır.
Bazal hücreler de reseptör hücrelerine yanıt verebilir veya
birbirleriyle konuşabilirler. Bu diyalog sonucunda "herkes
kendi söyleyeceğini söyledikten sonra" veriler beyne iletilir.
Asıl şaşırtıcı olan şey, "gustducin"in, ışık enerjisini görün­
tüye çeviren kimyasal olan "transducin"le yakın akraba
oluşudur. İşte işitme konusunda ele aldığımız bilmece bir
kez daha karşımıza çıkıyor: Algıladığımız nitelikler bu ener­
jilerin, daha doğrusu maddesel dünyanın özünde bulunma­
dığına göre, nasıl oluyor da farklı fiziksel (veya kimyasal)
enerjiler, farklı duyularla ilişkili olabiliyor?

193
Bu soruyu sormak sinesteziye, yani duyular arasında
kaymaya neden olur (bunu, sesleri görüp, renkleri duymak,
çığlıkların tonlarını, tonların akortsuzluğunu algılamak ola­
rak açıklayabiliriz). Sinestezi çok nadir rastlanan bir durum
değildir. Richard Cytowic, The Man Who Tasted Shapes
(Şekilleri Tadan Adam) adlı kitabında, farklı şekilleri farklı
tatlarla ilişkilendiren bir olguyu anlatır. 9 Kısa süre önce,
birisine dokunulduğunu gördüğünde, aynı dokunuşu kendi
bedeninde hisseden görme-dokunma sinestezili bir kadın
olgu bildirilmiştir.1 0 Elbette, görülenlerin insana dokunması
yalnızca insanoğullarına özgü, insanoğullarıyla ilişkili bir
durumdur. (Daha önce açıkladığımız gibi, bize bakan kişi­
nin bakışı, aynı dokunmada olduğu gibi, karşılık verilen bir
şeydir. ) 1 1

Bütün duyularımız gizemlidir ama bu gizemin en bariz


olduğu duyumuz koku almadır. Aynı anda hem bu kadar
ilkel hem de kişisel olan bu duyu, temelden çelişkiyle yük­
lüdür. Diğer duyularla karşılaştırıldığında, bizi büyülü bir
şekilde geçmişe götürme özelliği en fazla olan duyudur.
Doğrusu ben de öteki dünyaya gitme hazırlığı yaparken,
çantamda birkaç kokuya yer açmak isterim: Sıcak kaldı­
rımlardaki yağmur kokusu, mutluluk yayan çam kokusu ve
iştahımı en çok kabartan şeylerle ilgili birkaç koku daha ...
Kokuların çok yoğun bir şekilde anıları çağrıştırabilme­
lerinin birkaç nedeni vardır: Kokular her yerde ve hiçbir
yerdedirler; görüntülerden, seslerden ve dokunulanlardan
farklı olarak, kokular bir şeyleri doğrudan yansıtmayıp,
simgelerler; hiçbir şeyi yüksek sesle söylemezler, farklı bir
ortam yaratırlar ve fısıldarlar; hiçbir şeye sıkı sıkıya bağlı
değildirler, dolayısıyla da ancak belirli olgusal gerçeklere
bağımlı bir kendilik bilincine sahip olan aklımıza uzaknrlar.
Koku, farkında olmadan fark ettiğimiz bir şeydir ve ayrı
bir dünyayı -kokuyla birlikte bizim de içinde yer bulduğu-

1 94
muz bir dünyadır bu- yansıtır.12 Dünyalar ve bu dünyaları
dönüştüren duygular biraz da kokulara benzerler: Bize ses­
sizce yaklaşıp, geldikleri gibi sessizce kayboluverirler.
Edebiyatın en ünlü kokusuysa kuşkusuz, Marcel Proust'u
orta yaşın bezgin yorgunluğundan alıp, çocukluğunun
kayıp cennetine, dünyanın henüz yeni ve isimlerin gerçek
anlamlarla yüklü olduğu yıllara götüren, çaya batırılmış
"madlen bisküvi parçasıdır". Bu tada yüzde 90 oranında
katkıda bulunduğu kesin olan koku, Proust'a bakın neler
düşündürür:

... eski bir yalnız tat ve doku dedigimiz o narin, fakat, uzun
ömürlü, o maddesiz ve cisimsiz, o inatçı, o vefalı şeyler, (hpkı hahr­
lıyan, bekliyen, ümideden ruhlar gibi) uzun müddet yaşamakta
devam ederler ve hiç bükülmeden, ezilmeden, elle dokunulmaz
yumuşak damlalıklannın üstüne hôhranın kocaman, geniş binasını
kurarlar. 1 3

Kokuları hafife aldığımız söylenebilir; çünkü biz koku­


ların terk ettiğimiz bir dünyaya, hayvanların kokulardan
oluşan, farklı kesiflikte çeşit çeşit kokudan örülmüş dün­
yalarına ait olduğunu düşünürüz. O dünyanın sakinleri
yaşamlarının büyük bir kısmını burunlarıyla iz sürerek
geçirirler; oysa biz ayağa kalkmış, kendimizi o kokuşmuş,
pis kokulu yüzeyden yukarıya kaldırmış, birbirimizin popo­
sunu koklamak yerine, tatlı veya kösnül bakışlar atmaya
başlamışızdır. Yine de koku, yaşamımızda tahmin ettiğimiz­
den çok daha büyük bir rol oynamayı sürdürmektedir. Her
şeyden önce, bize soluduğumuz havanın kalitesi (örneğin
dumanla kirlenmiş bir ortamda) ve etrafta yemek, kaçmak
veya tanışmak isteyebileceğimiz yaşayan varlıkların olup
olmadığı hakkında fikir verir. Başka şeylerin, mesela diğer
insanların korku, mutluluk gibi duygularının ve cinsel heye­
canlarının kokusunu da alabiliriz.14 Kadınlar bu konuda

1 95
erkeklerden daha yeteneklidirleı: Örneğin, "neşeli" veya
"üzücü" filmler izleyen deneklerin koltukaltlarından alı­
nan örnekleri, pek hata yapmadan ayırt edebilirler. Duygu
okuma işinin burundan sorulduğunu söyleyebiliriz.
Kokuların algılanması, burun boşluğunun arkasında
yer alan olfaktör zarla ilişkilidir. Yaklaşık bir posta pulu
büyüklüğünde olan bu zaı; 10 milyon alıcı (reseptör) içe­
rir. (Kokunun eğlenceyle sınırlı kalmayıp yaşamsal önem
taşıdığı köpeklerde, bu sayı 1 milyarın üzerindedir. ) Bunlar
saç kılı kadar ince sinir hücreleridir ve geçen partikülleri
koku analizine tabi tutmak için yakalarlar. Uçucu nitelik
kazanacak kadar küçük olması gereken koku molekülleri,
farklı alıcılara bağlanırlar. Bağlanmadaki bu "anahtar-kilit"
yapısını tam olarak neyin oluşturduğu bilinmemektedir. Bu
konuda yapılan hararetli tartışmalarda molekül şekli, hücre
zarından geçme yeteneği, zar deformasyonuyla küçük elekt­
riksel akımların tetiklenmesi veya moleküler titreşimler gibi
olasılıklar üzerinde durulmuştur.
Nihayet, Richard Axel ve Linda Buck'ın çalışmaları ulus­
lararası bir başarı yakalamış, ikili, koku alıcıları ve beynin
koku bölgesinin organizasyonu alanındaki önemli keşifleri
nedeniyle, 2004 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü
kazanmışlardır.15 Burnumuzdaki alıcı hücre tiplerinin sayısı
1000'in üzerindedir. Bunların her birinin birden fazla koku­
ya yanıt verdiği düşünülürse, algılayabileceğimiz rayiha,
parfüm, güzel veya pis koku sayısı 10.000'i aşacaktır. Hava­
yı koklamak, kokuların takibi, karşılığını bol bol -bazen
de aşırıya kaçan bollukta- görür. Axel ve Buck, her koku
alıcı hücrenin yalnızca bir tip koku alıcısı içerdiğini, ancak
bunların genlerle aktive edildiğini saptamışlardır. Bu genlerin
sayısı 1000'in üzerindediı; yani insan genomunun yaklaşık
yüzde 2'si kokuyla ilgili genlere ayrılmış durumdadıı: Farklı
tip kokulara yanıt veren hücrelerden çıkan sinir hücrele­
ri, beyindeki koku soğanının aynı bölgesine ulaşır. Koku

196
soğanı, beynin kokl;µnayla ilgili sinirsel aktiviteleri ileten en
önemli istasyonudur. Daha ileri düzeyde iletimlerle, kombine
kokular -şafak vakti serinliğinin kokusu gibi- algılanabilir.
Çoğu zaman kendimiz farkında olmaksızın kokular
aracılığıyla iletişim kurarız. Hepimizin bildiği gibi hayvan­
lar -örneğin kediler ve köpekler- korkumuzun kokusunu
alabilirler. Bu bazen bir tehdit olarak algılanır. Bu durumda
tırmalanma veya üzerimize atlanma korkumuz, gerçekten
de korktuğumuzun başımıza gelmesine yol açar. Daha da
tedirgin edici olan şey, çekiciliğiınizin -tabii eğer çekiciysek-,
hükümetin hatalarını esprili bir dille eleştirme yeteneğimiz,
nazik davranışlarımız ve hatta iri kahverengi gözlerimizden
çok, feromonlarımız tarafından belirlenmesidir. Aslında
bunun için çok da fazla üzülmeye gerek yok. Feromonlu bir
tıraş sonrası losyonunu üzerimize boca ederek bu sorunu
telafi etmek her zaman mümkün. Zaten belirli olgusal ger­
çeklere bağımlı kendilik bilincimiz, yönelimler tarafından
şekillendirilmekten çok, dünyayla ilgili fırsatlarla uğraşır.
İnsanlararası koku sinyalleriyle ilgili en tartışmalı konu­
lardan biri de, aynı ortamda yaşayan kadınların adet
dönemlerinin aynı zamana denk gelmesinde kokunun rolü­
dür. Martha McClintock ve arkadaşları, adet döngüsünün
belirli bir aşamasında gönüllü vericilerin koltukaltından alı­
nan sıvıyı, gönüllü alıcıların üst dudağına sürerek yaptıkları
çalışmada ilginç sonuçlara ulaşmışlardır: Vericinin bulundu­
ğu adet aşamasına bağlı olarak, alıcıların adet kanamaları
erken olmuş veya gecikmiştir. 16 Bu hayret verici gözlemleri
sorgulayan Beverley Strassmann 1 7 ise, McClintock'un ista­
tistiklerini etkileyici bir şekilde çürüten bulgular ortaya
koymuştur. Ancak burada asıl fark etmemiz gereken nokta,
bazı insanların, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz güçlerin
kontrolü altında olduğumuza inanmaya ne kadar eğilimli
olduğudur. Bizi asıl çekici kılanın, o kadar uğraştığımız şiir
değil de bedenimizden salgılanan feromonlar olduğuna; sev-

19 7
gililerimizin bizi, olduğumuza inandığımız kişi olduğumuz
için değil de, yalnızca bencil genlerimiz gereği sevdiklerine
inanmaya hazır o kadar çok kişi var ki!

Kendi Kendini Algılayan Kafa

Kafa, kendi kendisini de görüı; işitir, tadar ve hatta


bazen koklar. Çok daha yakinen kendi kendisini doğrudan
hisseder. Kulaklarımda türbülans yaparak kafamın etra­
fında dönen bir hava akımı, esinti yönündeki ve esintinin
karşıt yönündeki yanakların kendilerini farklı hissedecek­
leri dokunsal bir kontrast yaratacaktır. Bu his ve ona eşlik
eden ses, avlarının yolunu gözleyen hominid atalarımıza
da fısıldamış olan, dünyanın en eski kafasal seslerinden
biri olmalıdır. Kafanın kendi kendini bilmesi, -bir miktar
eksik ve bozuk ve alışılmamış malzemelerden yapılmış da
olsa- bir nevi otoportredir. Ayrıca kafamızın kendiyle ilgili
farkındalığını artırmak istiyorsak, yanağımızı ısırabilir veya
saçlarımızla oynayabiliriz.
Kafa kendi kendisiyle konuşabilir. Kafanın içinde uğul­
tular, nabız sesleri ve çınlamalar vardıı: Dışarıdaki sesler
dinip, sular durulduğunda, bu sesler daha belirgin hale gelir.
Gözlerde uzun süre baktığımız bir şeyin negatif izi (ardışık
görüntüsü), kulaklarda yankılar, güneşte kalan yüzde bir
yanma hissi, çıkarılan şapkanın yerinde devam eden bir baskı
kalır. Sessizlikte, kafamızın içinde hafif bir vızıltı... bardağa
yeni konmuş gazozun çıkardığı sese benzeyen bir "hışşş" sesi
duyarız. Güneş altında geçirilen bir günün gecesinde, kafamı­
zın tepesinde kızgın bir takke varmış gibi hisseder, kafatası­
mızın içinde atan nabzımızı duyabiliriz. Gözlerim kapalı bile
olsa, kafamın hangi pozisyonda durduğunu söyleyebilirim.
Kafanın en berbat monologlarından biri de kulak çın­
lamasıdıı: Sanki kafa kendi kendisine seslenir gibidir. Bu
çınlama, gözümüzden silinmeyen anlamsız bir ardışık görün-

198
tüye ya da ağızda kalan acı tada benzer. Bu trajik durumun
en biliııen örneği, büyük besteci Smetana'ya musallat olan
kulak çınlamasıdır. Yakalandığı frengi hastalığı, kafasını kar­
şıt müzikle doldurarak onu cezalandırmıştır: "Kulaklarımda,
sanki devasa bir çağlayanın yanında duruyormuşum gibi bir
uğultu ve çınlama var" . ı s Üretken yaşamının son yıllarında
ücra bir orman köyünde yaşasa da, ortamın sessizliği onu
memnun edememiştir; "Sağırlığa katlanılabilir ama ancak
kafamın içi de sessiz olursa," der. Yine de, senfonik şiir dizisi
f

Ma Vlast (Benim Ülkem) da dahil olmak üzere, en önemli


eserlerini bu yıllarda bestelemiştir. Bu eserin ikinci ve en ünlü
bölümü sayesinde, bölüme adını veren Vlatava Nehri coşa­
rak dünyanın uzak bölgelerine kadar ulaşmıştır. Smetana'nın
bestelediği Z meho iivota (Yaşamımdan) adlı yaylı sazlar
dörtlüsünün son bölümünde davetsizce müziğe giren uyum­
suz nota, bestecinin kulak çınlamasının temsili bir ifadesidir.
Bedenlerimizi sahiplenişimizin ve bedenin bize verdiği hasar­
ları bile dize getirip, yüksek emellerimize alet edişimizin daha
destansı bir örneği olabilir mi? Smetana 'yı sağırlığı nedeniyle
mahkfun olduğu sessizlik içinde dehşete düşüren kulak çın­
laması, hayran dinleyicilerle dolup taşan konser salonlarında
yüz elli yıl sonra bile yankılanmaya devam ediyor.
Smetana, kendisine gecikmiş bir ün sağlayan Ma Vlast'ın
prömiyerinden iki yıl sonra, Prag' da bir tımarhanede nöro­
sifiliz nedeniyle akli dengesini yitirerek ölmüştür.

199
Üçüncü Felsefi Arasöz

Kafama Sahip Olmak ve Onu Kullanmak

Hepimiz gençliğimizde şu sözü sık sık duyarız: "Kafanı


kullan! " Bu beylik deyiş, aslında kafalarımızla ilişkimizin
iki yeni yönüne dikkat çeker: Kullanım ( " bir araç olarak"
kafa) ve sahip olma ( "sahip olduğumuz bir nesne olarak"
kafa).
Önce sahip olma konusunu ele alalım: O benim kafam;
görünen o ki onun sahibiyim. Zaten mantıken kafam ve
tüm aksamı bana aittir, ancak bunun daha bariz bir hal
aldığı durumlar da yok değildir: " Benim kafam biraz
yamuktur"; "Kafamı çarpmayayım diye eğilmek zorunda
kaldım"; "Ay, dilimi ısırdım"; "Yüzüm kızarmış"; "Gözle­
rim keskindir" . "Kafama dokunmayın" .
Şimdi de kullanım konusuna gelelim. Burada, kafamı
maddi bir varlık, bir malzeme olarak kullandığım; mad­
desel özelliklerinden yararlandığım durumlara değinmek
istiyorum. Bu duruma çok bariz örnekler verilebilir: Topa
kafasıyla vuran futbolcu; hasmına kafa atan sokak serseri­
leri (ki bu, ilerleyen bölümlerde ele alacağımız "kafa kafaya
vermenin" çok özel bir türüdür); kafanın, birinin görüşünü
engellemek için kullanılması gibi. Yeri gelmişken, bir başka
örneğin üzerinde daha ayrıntılı olarak durmak istiyorum.
Hepimizin mutlaka oynamış olduğu ve belki de bizi, kafa­
mızı bir oyunda kullanmaya ilk cesaretlendiren oyun olan
" Ce-ee ! "
B u oyunun metafizik anlamı çok derin olsa da, kurallar
pek basittir. "Ce-ee" oyunu iki kişiyle oynanır: Karşısında­
kini şaşırtmak isteyen bir kişi ve şaşırtılmak istenen kişi,
yani bir bebek. Anne kafasını saklar ve hemen sonra, ya
beklenmedik bir yerden ya da beklenmedik bir anda yahut
da beklenmedik bir anda ve beklenmedik bir yerden birden-

200
bire ortaya çıkarıverir (bu oyunun "Ce-" aşamasına karşılık
gelir). Anne "-ee" diye bağırarak, bir an önce kaybolmuş­
ken artık geri geldiğini "kafası aracılığıyla" belirtir. Bebek­
ler; bu kadar basit olmasına karşın bu oyunun defalarca
tekrarlanmasından hiç bıkmazlar; en sonunda iyice yorulup
(dürüst olmak gerekirse) biraz da sıkılan anne babalar
bunu gayet iyi bilir. Ancak bu oyundan neden bu kadar
keyif alındığını anlamak pek de zor değildir. Anne ve bebek,
kendileri için önemli birisinin varlığı ve yokluğu kavramıyla
oynamaktadırlar. Ortadan kaybolan kişinin geri gelmesi,
böylelikle nerede ya da ne zaman ortaya çıkacağı muam­
masının çözülmesi insanı rahatlatır. Hem bu rahatlama hem
de yeniden beliriverme anında atılan çığlık keyif vericidir.
(Tabii çığlığın dozunu da iyi ayarlamalısınız. Aksi takdirde
oyun, bütün oyunlarda olması muhtemel bir şekilde gözyaş­
larıyla sonlanabilir). Burada ilginç olan, oyunda araç olarak
kafanın görünürlüğünün kullanılmasıdır. Bu fiziksel özelliği
kasıtlı olarak kullanabilmemiz, kafamızla ilişkimizin ardın­
da yatan Bizans oyunları hakkında fikir verecektir. 1
Bedenime sahip olmam ve onun çeşitli parçalarını kul­
lanmam birbiriyle yakından ilişkilidir. "Sahip olmanın"
farklı düzeylerdeki çeşitliliği, bir alet çantası olarak bedeni
kullanma bilincini de kapsar. Daha önce belirttiğimiz gibi,
bunun kökenleri belki de elin bir araç olarak kullanılma­
sına dayanır. 2 Ellerin "kullanışlılığı" bedenin diğer parça­
larına da yayılmış, her parça bir araç olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Ancak "araç-el" (gerek doğrudan doğruya
gerekse araçlar üretip elin araç olarak kullanılabilirliğini
artırarak), bedenin diğer parçalarını da araçlaştırmakla
kalmaz, bilinçli bir sahiplik duygusu da uyandırır. Çoğu
zaman, bedenin araç olarak kullanılan bir parçasıdır yal­
nızca: Bedenin geriye kalan kısmı eli bir araç olarak kulla­
nır veya beden, eli bir aracı olarak görür. Kısacası beden,
hem bir araca hem de bir araç kullanıcısına farklılaşır.

20 1
Bu ayrımlaşmayı çok da abartmamak gerek. Bedenimi­
zi, örneğin ayakkabılarımızı hızlı ve alışılmış hareketlerle
bağlarken kullanma şeklimiz, ayakkabılarımızı bağlamak
için bir araçtan yararlanmamıza benzemez. Aslında, kendi
bedenlerimizi araç olarak kullanma hali, yeni veya bir
nedenle bize zor gelen bir işi yaparken belirgin hale gelir
daha çok. Mesela benim topa kafa atma sanatını öğrenme­
ye çalıştığımda olduğu gibi, yapılan işin özel bir dikkat veya
güç gerektirdiği zamanlarda. Bu durumda kafam, bir araç
haline gelecektir. Bu "araçlaşma", belirli bir işi yapması için
kafamdan beklediğim performansa; kafamın bu kullanım
şekline gösterdiği dirence ve beceriksizliğe paralel olarak
artar. Kafamın "araçlaşması", normalde bedenin bir başka
parçasının yapmakla görevli olduğu işleri yaparken de
belirgin hale gelir: Mesela ipliği koparmaya veya bir şişenin
kapağını açmaya çalışırken. Aynı şey bedenin diğer bölüm­
leri için de geçerlidir; kapıyı açmak için omuzladığımda
veya tamir etmeye çalıştığım balıkçılık malzemelerini ayak
parmaklarımla sabit tutmaya çalıştığımda olduğu gibi.
Öte yandan, bedenin diğer parçalarını kullanarak
"araç-kafada" bazı değişiklikler yaptığımız da olur. Mesela
daha iyi duyabilmek için ellerimizle kulakkepçemizi öne
doğru kıvırırız, ışıktan korumak için ellerimizi gözümüze
siper ederiz veya pis kokuyu almamak için elimizle bur­
numuzu kapatırız. Duyu organlarının böyle aktif olarak
ustalıkla kullanılması, bedenin araçlaştırılmasının önemli
bir boyutudur ve hayvanların odaklanmayan, sistemsiz
yönelimlerinden, insanların amaçlı, sistemli yönelimlerine
uzanan yolun ilk adımını oluşturur.
Bedenlerimizi ustalıklı bir şekilde kullanmamız, "bir
nesne olarak beden" algımızı güçlendirir. Bu özellikle, -
güç gerektiren etkinlikler gibi- bedenlerimizin sınırlarını
zorladığımız durumlarda geçerlidir. Öte yandan daha basit
etkinlikler de bu durumun dışında kalmaz: Kazak giyerken,

202
kafamı kazağın "boyun" kısmından geçirmem veya iyi
göründüğümüzü düşündüğümüz zamanlarda göze çarp­
maya, kendimizi aptal gibi veya o ortamda fazlaymış gibi
hissettiğimiz zamanlarda görünmez kılmaya çalışmamız.
Bu ikincisi, bedenlerimizi sahiplenme şeklimizin bir başka
yönüne dikkat çeker: Bedenlerimizi algılamamızda, dış
görünüşümüzün diğer insanlar tarafından nasıl bulunduğu
büyük önem taşır.
"Dış görünüşüm! Nasıl bir sahiplenmedir bu! " Paul
Valery böyle de demiş olabilirdi. 3 Dış görünüşümüzle gurur
duyup onu övünerek sergilemek isteyebiliriz veya gizlemek
isteyebiliriz ya da bu konuda alçakgönüllü görünmeye çalı­
şırız. Dış görünüşümüzü çeşitli yollarla değiştirmek bizim
elimizdedir: Farklı ifadeler ve postürler takınabiliriz, onu
makyaj ve takılarla süsleyebilir, markalı pahalı kıyafetler
giyebiliriz -bütün bunlar, bedenin dış görünüşünün bir ser­
vet, bir malvarlığı olarak görüldüğünü ortaya koyar. Bede­
nin -özellikle de kadın bedeninin- bazı kısımları, bir "mal­
varlığı" olarak görülmeye daha yatkındır. Uç durumlarda
bedensel varoluş, kişinin kendini ortaya koyma şeklini bir
nevi portföy yönetimine dönüştürebilir. Dış görünüşümüz
ile ilgili kaygılarımız kuşkusuz yalnızca "görülenlerle"
sınırlı değildir. Bedenimizin nasıl koktuğunu, konuştuğu­
muzda nasıl bir ses çıkardığını ve hatta el sıkıştığımızda
nasıl hissedildiğini de önemseriz.
Sersem gibi göründüğümüzü veya herhangi bir nedenle
"ezik" konumuna düştüğümüzü düşündüğümüzde yüzü­
müz kızarır. Kızarmalar -ki zaten daha önce ayrıntılı bir
şekilde kökenlerine inmiştik- yine portföy yönetimine
eklenmesi gereken ikincil bir malvarlığı niteliği kazanabilir.
Kızarma karşıdaki kişiye çekici de gelebilir, itici de. Bu,
kızarmanın kadın kırılganlığıyla ilişkilendirilme ve fizyo­
lojik bir reaksiyon ve/veya bir kızarıklık olarak görülme
düzeyiyle ilişkilidir. Kızarmanın karmaşıklığı, kafalarıınızla

203
olan çok katmanlı sahiplenme ilişkimizin şaşırtıcı bir gös­
tergesidir. Öyle ki bazı kültürlerde "allık" sürülerek sürekli
bir kızarıklık hali yaratılır.
Mevcut veya hayali dış görünüşümüzle, çileli de olsa
bilinçli bir ilişki içinde olmak, bir şekilde bedenimiz olmak­
tır. Burada bizim bedenimize ve bedenimizin bize sahip
olması kavramları sürekli birbirleriyle yer değiştirir. Bu
tezahürün ne olduğu, nasıl göründüğüm, kısmen de olsa
başkalarına, General Başkası'na bağlıdır. İşte bu yüzden,
yüzümde yanan bu kızarma bile bana ihanet eder, diğer
insanların karşısında beni ele verir. Bedenimin, daha çok
fiziksel acılarla ilgili olan karanlık, organik iç kısmının
yerini, dış görünüşüm ve yarattığı toplumsal acılarla ilgi­
li, karanlık toplumsal dış kısmı alır. Dış görünüşümüzün
(kontrol edilemez bir şekilde) diğer insanların yargılarına
bağlı olması bir saplantıya dönüşebilir.
Dolayısıyla, dış görünüşüm hem doğrudan bana bağlı­
dır -bedenimin dış yüzünden ayrılması imkansızdır (yana­
ğınızdaki kızarmayı kaldırıp atmayı deneyin)- hem de
benim kontrolüm dışındadır. Kafamın düşüncelerimi ve
duygularımı ifade edebilmesi için, diğer insanlar tarafın­
dan açıkça görülebilmesi gerekir. Ancak bu durum aynı
zamanda kafamı, elde olmayan sinyaller verme ve yanlış
anlaşılma riskiyle de karşı karşıya bırakır. Bu nedenle de dış
görünüşüm, sürekli olarak kullanma ve kullanılma, sahip
olma ve sahip olunma uçları arasında gider gelir. Kısacası
bu öyle bir sahip olmadır ki, sahip olunma riskini de hep
içinde taşır.
Kafanın sahip olunan bir şey gibi görülmesinin ve hatta
yaşanmasının, şimdiye kadar ele aldığımız yönlerin dışında
kalan bir anlamı daha vardır -madalyonun diğer, karanlık
yüzü: İstediğim takdirde bedenimden "kurtulma" hakkına
sahibimdir (veya bazı toplumlarda böyle bir hakka sahip
olduğum kabul edilir). Kendi kararımla -veya benim

204
hakkımda karar verme yetkisine sahip olduğu düşünülen
yakınlarımın kararıyla-, yıllar yılı onun aracılığıyla dün­
yaya bakmış olduğum komeamı bağışlayabilirim. Bazı
toplumlarda, tedavisi olmayan bir hastalıkla mücadele
gücüm tükendiğinde, ötanazi talebinde bulunarak bedensel
yaşamımdan vazgeçebilirim. İnsanın kendini öldürmesi,
aynı anda hem bedenlerimizin bizi tanımlaması hem de
bizi tanımlayan şeyin yalnızca bedenlerimiz olmaması
ölçüsünde, bedenlerimizin -ve içinde taşıdığı yaşamın- bize
ait olduğunun, onunla istediğimizi yapabileceğimizin bir
ifadesidir.
Bu aslında bir paradoksun en uç noktadaki ifadesi gibi
görülebilir. Bu noktada beden, hem kişinin kendi iradesinin
bir aracısıdır hem de aslında son tahlilde, bu iradenin faa­
liyetlerinden hatta gündeminden ayrı kalamaz. Diğer bir
deyişle, kendi irademizi sonlandırma iradesine sahibizdir.
20. yüzyılın Katolik Varoluşçu filozoflarından Gabriel
Marcel şöyle der:

"Sahip olmak", kendini yok etme ve kaybetme egilimini


içinde taşıyor gibidir ve bunun kaynagı da sahip olmanın ta
kendisidir, öyle ki bu sahip olmo, denetimin kendisinde oldugunu
düşünen sahibi yutup yok eder.4

Ve şöyle devam eder: " Ben yalnızca, varlığı bir dereceye


kadar benden bağımsız olan bir şeye kelimenin tam anla­
mıyla sahip olabilirim. " 5
Bedeni bir bütün olarak gördüğümüzde -gerçekten
de beden bir bütün olarak doğar ve ölür-, sahip olan ve
sahip olunan birleştiğinden, sahiplik ilişkisi ortadan kalkar.
Bedenimin parçaları ve onlar üzerindeki yetki bana aittir,
ama ben bir bütün olarak bedenime sahip değilimdir; bu,
benim ve bedenimin birleştiği bir düzeydir ve bu düzeyde
sınırlarım giderek bedenimin çeperiyle özdeş hale gelir.

205
Sartre'ın " [Beden] bütün araçların içinde baş araçtır. Ancak
aynı zamanda kullanamayacağımız bir araçtır, çünkü o
bizizdir, " sözü bu durumu ifade eder.6 Bu tam olarak doğru
değildir, çünkü daha önce de tartıştığımız gibi, bedende bir
hiyerarşi vardır. Öyle ki bedenin bir parçası, başka bir par­
çası tarafından araç olarak kullanılabilir veya bütün diğer
kısımların kararına aykırı hareket edebilir.
Bedenim hastalıklı bir şekilde bana sahip olabilir. Çok
katmanlı ve çok kenarlı "sahip olma" olgusu, aynı bütün
nehirlerin denize dökülmesi gibi bedensel varoluşun içine
geri emildiğinde sona erer. Sahip olma ve kullanma, artık
bir işe yaramayacak olan ölü bedenin içine geri emilmişler­
dir. Nietzsche'nin "sahip olduklarımız sonunda bize sahip
olur" gözlemi, en ilkel sahiplenme olan bedenin sahiple­
nilmesi için kesinlikle geçerlidir. Shakespeare'i değiştirerek
şöyle diyebiliriz: "Hoşça kal! Bana çok yakınsın, tutamam
seni." •

• Shakespeare'in LXXXVII . sonesinin özgün halinde yakınsın (near) değil


değerlisin (dear) kullanılmaktadır. (ç.n.)
206
1 0. Bölüm

Kafadaki Trafik:
Yemek, Kusmak ve Sigara İçmek

Yiyen kafa

Yemek yeme (ve bu eylemin diğer ucunu oluşturan


dışkılama), insanların "yalnızca birer hayvan" olduğunu
savunanları (ki 15 yaşımdayken ben de aynı kanıdaydım),
en azından ilk bakışta doğrular gibi görünür. Bir lokantaya
girin, rahatça bir masaya yerleşin ve yüzlerinin içini dol­
duran yabancıları izleyin. Bu eylem, acayip ilkel görünür:
Kafanın ortasındaki bir deliğe, organik yaşam için gerekli
organik maddeler tıkıştırılmaktadır. Bu tıkılanlar, zamanı
gelince diğer uçtan dışarı atılırlar ki yeni gelenlere yer açıl­
sın. Aynı bir solucan gibi... Etrafınıza baktığınızda, genci
yaşlısı, eğitimlisi eğitimsizi herkesin durup durup keyifle
ağzını doldurması, hazır mamayı bayılarak yalayıp yutan
köpeklerden farksız bir şekilde, yemekleri dolduruldukları
ağız boşluğundan dilleriyle aşağılara yollamaları, dişlerini
karıştırmaları, ellerini silmeleri, bunun çok doğal bir yete­
nek olduğunu ortaya koyar. Yemek yemek için herhangi
bir eğitim, bilgi veya deneyim gerekmez; yazılım başlangıç
paketiyle birlikte gelir.
Göründüğü kadarıyla uygarlıklar, yemek yeme konu­
sunda pek de uygarlaşmamışlardır ya da en azından,
207
yemek yemenin temel doğasını değiştirmemişlerdir. İnsan­
ları, gen merkezli evrim teorisi üzerinden anlamaya çalışan
ve bencil genlerin esiri olduğumuzu söyleyen Richard
Dawkins, "gündelik yaşamda yaptığımız her şeyi naif
Darwinci bir yorumla anlamaya çalışmanın bir hata ola­
cağını" düşünür. Neticede bizler, "kendi uygarlıklarımızın
eseri olan şeylerle çevrilmiş durumdayız. Şu anda içinde
yaşadığımız çevrenin, içinde yaşamak için doğal seçilime
uğradığımız çevreyle pek bir benzerliği yoktur. " 1 Öte
yandan Dawkins, "açlık ve cinsellik dürtüsü gibi davra­
nışlar için basit Darwinci yorumlar yapılabileceğini, ancak
sorularımızın büyük bir kısmı için kuralları yeni baştan
yazmamız gerektiğini " ekler.
Dışarıdan bakıp da, termodinamik dengenin topyekun
bozulmaya yöneldiği bir evrende, canlıların kendini ve tür­
lerini idame ettirmek için gereksindikleri besin maddelerini
alma yollarıyla ilgili başkalaşımlar üzerine düşündüğümüz­
de, bu doğru gibi görünür. W. H. Auden'in gözlemlediği
üzere, bitkilerin yaşamı "tek başına, sürekli bir öğünden
ibarettir" . 2 Besin zerrelerini almak için suyu ve havayı süzen
bu organizmalar oldukça inceliklidirler. Ka,zdığı tünelin için­
de önüne çıkan bitki parçalarını yoklayarak bulan ve besini
yutağı yardımıyla emen solucan da öyle. Bunları otçullar
izler. Bu hayvanlar, besin peşinde orada burada gezinen top­
layıcılardır. Besinlerini üzerine kondukları ya da uzanarak
ulaştıkları bitkilerden alırlar: Yeme algı tarafından yönlen­
dirilir. Ardından etçiller gelir. Etçillerin besinlerinin kendi­
lerine ait düşünceleri vardır -tabii bu düşüncelerin başında
da yemeğe dönüşmemek gelir-, dolayısıyla da midelerini
doldurabilmek için güç harcamaları, hızlı olmaları ve çeşitli
beceriler geliştirmeleri gerekir (bu becerilerden biri de birbir­
leriyle iletişim kurabilmektir).
Sudan veya havadan emme ve filtre etmeden başlayıp,
uzanma, ısırma ve çiğnemeye, ardından da toplama ve

208
avlanmaya kadar varan bu tür başkalaşımlardan sonra,
insanların yeme üzerinde gerçekleştirdikleri değişiklikler
pek önemsizmiş gibi görünebilir. Ancak hiç de öyle değildir.
Daha yakından baktığımızda, insanların ve diğer bütün
hayvanların besinlerle ilişkileri arasında çok derin bir uçu­
rum olduğunu fark ederiz. Lokantada olanları gözlemleye­

rek bunu anlayabilirsiniz.


Her şeyden önce besin pişirilir (güzel pişirilip pişiril­
memenin konumuzla alakası yok tabii) veya daha geniş
anlamda söylersek, işlemden geçirilir. Yemek pişirme dev­
rimi, tarım devriminden önce gelir. Yani insanlar besinleri
yetiştirmeye veya ıslah etmeye başlamadan önce pişirmeye
başlamışlardır. Yapısal antropolog Claude Uvi-Strauss, çiğ
ve pişmiş arasındaki karşıtlığı, insanlığın temel belirleyen­
lerinden biri, insanların kültür ve doğa arasında hissettik­
leri, ortaya koydukları ve geliştirdikleri karşıtlıkların bir
sembolü olarak alır. Bu sembolleştirme, hangi yemeklerin
hangileriyle iyi gittiğini, hangi yemeğin daha önce yenil­
mesi gerektiğini kurallara bağlayan daha karmaşık yeme
sistemlerinde daha da belirgindir. Tıpik bir İngiliz yemeği
sıralaması, çorba, iki çeşit sebzeyle birlikte et, reçelli rulo
pasta ve krema şeklindedir. Buna karşılık, ailenin lokanta­
nın kapısında bağlı duran köpeği, herhangi bir sıralamayla
herhangi bir şeyi yiyebilir; öğünleri rastlantısal olarak birbiri
ardına ağzına attığı şeylerden oluşur. Tabii bir de, en basit
ye�eklerin bile arkasında yatan, tarifler, katkı maddeleri ve
ambalajlardan oluşan teknolojiler vardır.
İkinci olarak, öğünler günün belirli saatlerine bağlan­
mıştır. Lokantanın bu kadar kalabalık olmasının nedeni
"öğle yemeği saati" olmasıdır. Hayvanlar için beslenmek,
aktif veya pasif olarak belirli aralıklarla yapılan sürekli bir
etkinlik değildir. Hayvan canının çektiği bir şeyle karşılaş­
tığı zaman yer. İnsanlardaki beslenmeyse, yalnızca kişinin
acıkmasına göre değil, toplu olarak, aynı zamanda yapılan

209
bir etkinliğe dönüşmüştür. Böylelikle yemek yeme, günün
düzenlenmesinde merkezi bir rol oynar. Bebeklik döne­
minde güç bela bir düzene oturtulabilen zaman, gecelerin
gündüzleri izlemesi gibi birbirini izleyen "kahvaltı", "öğle
öğünü", "ikindi öğünü" vs gibi bölümlere ayrılmıştır. Bir­
çok toplumda, yılın belirli dönemlerine dağılmış, ziyafetler­
le kutlanan bayram günleri büyük önem taşır. Üstelik öğün­
lerin zamanı, sınıf farklarının da bir göstergesi olagelmiştir.
Eskiden üst sınıflar, sosyetik konumlarına yakışır şekilde
geç ( 1 0.00 sularında) kahvaltı etme adetleriyle kendilerini
alt sınıflardan ayırıyorlardı. Çünkü çalışması gereken alt
sınıf mensuplarının, işe gitmeden önce çok erken saatte
kahvaltı etmeleri gerekiyordu.3 Uzun öğle yemekleriyle
ünlü Fransa'da, günün programlanmasında öğle saati ve
ardından gelen dinlenme büyük önem taşır. Yemek yeme
hızı bile kültürel bir konudur. Yemeği yavaş yeme eğilimi,
yemeğe hak ettiği toplumsal, hatta manevi değeri geri
verme amacını taşıyan "slow food" (yavaş gıda) hareketini
doğurmuştur. Birlikte yemek yemeyi, lezzet deneyimlerini
paylaşmayı savunan bu hareket, hazsız bir tüketim çılgın­
lığına kapılmış dünyamızda insanları sembolik molalara
davet eder.
Üçüncü olarak, evet, yemek sosyal bir etkinliktir. Hatta
sosyalleşme yemekten daha önemli olabilir. Lokanta, birlik­
te yemek için bir araya gelmiş insanlarla doludur. Aslında
birlikte yemek yemek, bir toplantı için veya sohbet etmek,
plan yapmak, flört etmek, arkadaşlığı ilerletmek, zaman
geçirmek amacıyla bir araya gelmenin bahanesidir. Darwin­
ciler yemek yemenin bu olağanüstü toplumsal boyutunu
hafife alma eğilimindedirler. Şempanze muza uzanır ve
muzu başka bir şempanzeye uzatır. Beslenme davranışı
budur işte. Seni birlikte yemeğe davet ediyorum çünkü sen­
den hoşlanıyorum. Oysa siz, hesabın zaten epey kabardığını
bildiğiniz ve sizden hoşlanmamı istediğiniz için, ana yeme-

210
ğin çok fazla geldiğini söyleyerek tatlı teklifini başka bir
zamana ertelersiniz. Bu da bir beslenme davranışıdır. Ancak
her iki beslenme davranışı arasındaki farklar, aynı cümleyle
özetlenebilecek benzerliklerden çok daha fazladır.
Birlikte yenilen yemek, neredeyse sınırsız bağlantı nok­
taları içinde bir düğümdür ve dördüncü olarak, bir sofrada
bir araya gelmiş yiyeceklerin orada toplanabilmek için kat
ettikleri mesafelerden söz etmeye değer. Hayvanlarda besin­
lerin tüketilmeden önce kat etmesi gereken mesafe, besinle
karşılaşıldığı anda sona erer. İnsanlardaysa, ilk karşılaşma
yolun başı olabilir. İnsanların dünyasında, besine ilk doku­
nan el ile bu besini yiyen kafa arasında binlerce kilometrelik
bir mesafe bulunabilir. Lokantada doldurulmakta olan
midelere giren malzemeler, Çin'den, Brezilya'dan, Stoke­
on-Trent'ten veya Güney Afrika'dan geliyor olabilir (bu
mesafe, elle ağız arasındaki mesafenin milyonlarca katıdır) .
Yemekleri yemekte kullandığımız araç gereç de soframıza
gelmeden önce hatırı sayılır bir yol kat etmiş olabilir. Büyük
olasılıkla düşük ücret politikaları nedeniyle çok ucuza
üretildiği bir ülkeden gelmiştir. Tabii sofranın etrafında top­
lanan kişiler de buraya gelmek için uzak yollardan gelmiş
olabilirler. Bir amaca ulaşmak için sürdürülen ve adına yol­
culuk denen bu etkinlik için gereken binlerce küçük hareketi
gerçekleştirerek -yürüyerek, arabayla, hatta uçakla- bu
noktaya ulaşmışlardır. Yemek bitip de hesap istendiğinde,
besinin kat ettiği mesafelere yenileri eklenecektir; ödediğiniz
parayı kazanmak için kat ettiğimiz mesafelerden bahsediyo­
rum ... Marx'ın değindiği üzere bizler, kendi yaşamlarımızı

sürdürme olanaklarını üretebilmemizle diğer hayvanlardan


ayrılırız ve gereksinimlerimizi karşılayan şeyleri metaya
dönüştürürüz.4 Hesabı öderken elimizden çıkan parada,
çalışırken kat ettiğimiz mesafelerin yanı sıra, çalışma haya­
tına hazırlandığımız eğitimimiz sırasında arşınladığımız
yollar da vardır.

211
Bu noktada, hayvanlarla insanların beslenme davra­
nışı arasındaki farklar, doğa ve kültür arasındaki farklara
yaklaşır. Sosyal etkinlik çok çeşitli şekillerde törenselleştiril­
miştir. İnsanın gizli dünya ve yaşamını yönettiğine inandığı
gizli varlıklarla iletişim kurma açlığını taçlandıran törenin,
tanrılarından birinin etinin yenmesine dayanması şaşırtıcı
değildir. Ekmek şarap ayini atavizmin etkileyici bir örneğidir
ve "St. Stephen'da gerçekten de müthiş İsa eti ve kanı yapı­
yorlar" şeklinde nüktelere de konu olmuştur. Törenlerde
yalnızca yemeklerin sırası değil, sofra adabı da, sorgulanma­
ya açık olmayan, belirlenmiş kurallara bağlanmıştır.
Sofra adabı sofranın bizzat kendisiyle başlar. Sofra
temizlenmiş ve kurulmuş olmalıdır. El ile ağız arasında gidip
gelerek, yiyeceklerin ağza tıkıştırılması işini daha kolay hale
getirmeye çalışan araç gerecin diziliş sırası da önemlidir.
Servis takımını gereken şekilde idare edebilme becerisi ve
hangi çatalın ne zaman kullanılacağını bilmek, hala bazı
çevrelerde toplumsal farklılığın önemli bir göstergesi olarak
kabul edilir. Dirsekleri masanın üzerine çıkarmak, yanlış
katıyı yanlış sıvıya banmak, ağzı doluyken konuşmak, kötü
terbiyenin, daha da beteri genetiği eğitim yetersizliğiyle
birleştiren görgüsüzlüğün bir sembolü olarak görülür. Bazı
ufak tefek ihlaller hayli karmaşık olabilir: Mesela Fransa' da
bir arkadaş evinde yemekten önce "Bon appetit" demek;5
ucunda bir parça et takılı olduğu halde çatalı sallayarak, fel­
sefi bir sava daha fazla yandaş toplama çabası, bu ihlallere
örnek verilebilir.
Masalar, düğün hediyesi olarak gelmiş veya bir seyahat­
te alınmış güzel keten örtüler, görgü düzeyini ölçen servis
dizilişi, kır evlerinin simgesi olan tabak altlıkları, belirli bir
şekilde katlanmış peçeteler, en sıradan yemek odasının bile
ne kadar çok simgeyle örülü olduğunu gösterir. Bu biyogra­
fik, toplumsal, coğrafi ve tarihsel simgelerin her biri, sonsuz
bir simgeler zincirinin yalnızca ilk halkasıdır. Bu simgeler,

212
"peçete" veya "peşkir" sözcüğünün seçilmesinde, çay fin­
canının tutuluşunda (porselen fincandan ayrılan küçük
parmak örneğindeki gibi) kendini gösterir. Bunlar öncelikle
sosyal statüyü yansıtırlar; ikinci olarak belirli bir sosyal
sınıfın yakasına yapışmış, bu sınıfı alaya almak için kulla­
nılan simgelere dönüşebilirler; üçüncü olarak da, belirli bir
sosyal sınıf sembolünün çok önem taşıdığı ve konuşulduğu
eski zamanların yadigarıdırlar. İnsan, eliyle ağzı arasına
muazzam mesafeler sığdırmıştır. Katı evrimci psikologlar ve
insanlığı biyolojikleştirme peşinde olan diğer bilimcilerse, bu
mesafeleri gizlemeye uğraşmaktadırlar.
Bununla beraber, yemek yeme davranışının ilkel köken­
lerinden bütünüyle kurtulabilmesi de mümkün değildir.
Yemeğin içine tıkıştırıldığı ağız, zor bir soneyi (belki de
eğitim kariyeri yolunda verilmesi gereken bir sınava ait
bir metindir bu) anlamaya çalışan, geleneklere isyan eden
son moda tarzda dip boyasını yaptırtmış genç bir hanımın,
(tasarımcı elinden çıkma) okuma gözlüklerinin hemen aşa­
ğısında yer alan, kaliteli (hayvanlar üzerinde test edilmemiş,
ünlü bir markaya ait) bir rujla dikkatlice boyanmış ağzı
bile olsa, durum değişmez. Farklı şeyleri çağrıştırır şekilde
ağzına koca bir sosis tıkıştırmaya çalışan çocuk, Samuel
Beckett'in "ağız yüzün anüsüdür" iddiasını doğrular gibi­
dir. Luis Bufiuel'in Le Fantôme de la liberte (Özgürlük
Hayaleti) adlı filminde, yemek yeme ve dışkılama eylemleri
yer değiştirmiştir: Bir masa etrafına lazımlıklarına otıırmuş
insanlar neşeyle sohbet ederler ve ara sıra özür dileyip kal­
karak, tuvalete yemek yemeğe giderler. Birinin boğazına
lokması kaçıp da, çiğnenmiş bir topak yiyeceği çıkardığında
iğrenmemek zordur. Hele de sofra arkadaşlarımızdan biri
bir taraftan konuşup bir taraftan da yemeğini ağzı açık bir
şekilde yiyorsa... Tabanı yemekle kaplı ağız boşluğuna kuş­
bakışı bakmanın doğurduğu rahatsızlık, yalnızca patates­
lerin yavan sözlere pek iyi gitmeyen bir "yemek arkadaşı"

213
olmasına değil (ki sıkıcı konuşma, çiğnemeye kıyasla ikincil
öneme sahip bir işlevimizdir), aslında yemek yemenin ger­
çek yüzünü görmemize bağlıdır.
Doğrusu, ağzı dolu olduğu halde anlaşılabilir şekilde
konuşma davranışı, her ne kadar antisosyal bir davranış
olsa da övgüyü hak eder. Neticede, yemekler ağız boşluğu­
nun akustiğini büyük oranda değiştirir; solunumla verilen
havanın konuşmayı şekillendirecek hale getirilebilmesi için,
solunumun yeniden düzenlenmesi gerekir; öte yandan hem
yemeğin kendini akciğerlerde bulmaması için gerekli önlem­
lerin alınması hem de yüz kaslarının, konuşma ve çiğneme
işlemlerini aynı anda gerçekleştirecek şekilde, eşzamanlı
olarak çalıştırılabilmeleri gerekir. Aslında bütün bunların
anlaşılamaz bir lehçe yaratması bekleniı; ama çoğu kez hiç
de öyle olmaz. Kafası dolu insanlarla olduğu gibi, ağzı dolu
insanlarla da konuşmaktan pek hoşlanmayız, evet, ama yine
de onları anlarız.
Her şeye rağmen, sonuç olarak, içlerine yemek ve içecek
tıkıştırmak için ağızlarımızı açmak, birçok başka alanda
"çok ileri gitmiş" olan kafalarımızın komik derecede yakı­
şıksız görünen bir kullanım şeklidir. Bu mükemmel yapıyı,
şempanzeleı; serçeler ve solucanlarla paylaşnğımız bir amaç
için kullanmada, insanı geriye götüren bir yön vardır. Yine
de bu biraz kaygan bir zemin. On yıl kadar önce, oldukça
tanınmış bir filozof olan Robert Nozick, yaşamın sıradan
şeylerini öven bir kitap yayımladı. Gündelik bedensel işlevler
ve bunlardan biri olan yemek yeme üzerinde durduğu bu
kitapta, ağzımızda bir delik açıp, içini malzemeyle doldurma­
mız karşısında duyduğu hayreti dile getiriyordu. Sevimsiz bir

eleştirmense konudan hiç etkilenmemişti. Alaylı bir üslupla


"Kraliyet Demeği'ne bu konudan bahsetmiş mi? Bahset­
mediyse, neden? " diye soruyordu. Bir bakıma haklıydı da.
Bazen, teknik ayrıntıların koruyucu örtüsünden yoksun olan
bilimsellikten uzak felsefe, "erdem" gibi görünebilir. 6

214
Kusma: Teori ve Uygulama?

Bu tarz bir "erdemin", daha doğrusu kişinin kendi bede­


nine yönelik her türlü kaprisli veya felsefi tutumunun yüzde
yüz garantili tedavisi kusmadır. İnsanın böylesine tüm benli­
ğini saran pek az deneyim vardır. Ne orgazm ne bir senfoni
ne de seferberlik ilanı, insanın dikkatini bu denli toplamasına
neden olamaz. Bedeniniz sizi bütünüyle eline geçirmiştir.
Müthiş bir halsizlikle başlayan kademelerden iki büklüm
geçme halinde büyük bir çaresizlik vardır. Önce giderek
artan bulantıya terleme, yüzün kireç gibi beyaz olması ve

tükürük salgısında artma eşlik eder. Bunlar yaklaşan fırtına­


nın habercileridir. Sonra iç kabarması ve öğürmeler başlar.
Nihayet yükselip doruğa varan bir boşalma olur. Bu kaçınıl­
maz sonuç bariz hale geldiğinde, hazırlanmak için ancak bir

iki dakikanız kalmıştır. Bu sırada elinizi çabuk tutup gömle­


ğinizi çıkarabiliı; koşup klozetin kenarına çömelebilirseniz ne
ala! Tabii bir de, kıtlığa hazırlanan stokçu gibi, birkaç derin
nefes alıp hava depolamakta fayda vardıı; çünkü insan bir
daha ne zaman kusmuğu soluk borusuna kaçma tehlikesi
olmadan rahat bir nefes alabileceğini kestiremez. Kusmanın
korkutucu bir yönü vardır; bize, kendine özgü bir gündemi
olan bir organizmanın içinde yaşadığımızı hatırlatır ve o
anda nefes almak gündemde bulunmayabilir. Nahoş his, kus­
muk materyali üst yutağa doğru yükselirken daha da artaı;
çünkü mide asidine bulanmış yarı sindirilmiş besin madde­
leri yemek borusunun hassas zarlarını yakarak geçmektedir.
Arketipik bir bekleyiş hali içinde krizin geçmesini beklemek,
aslında bütün hastalıklarda söz konusu olan bir durumdur. 8
Gülünç derecede ilkel olan bu refleksin mekanizması pek
de basit değildir. Bulantıyla birlikte mide hareketleri azalır,
ince bağırsak tonusu artar ve bağırsağın üst kısmında ters
kasılma dalgalan ortaya çıkar. Bunlar fırtınadan önce serpiş­
tiren yağmur damlalarına benzeyen hazırlıklardır. Ardından

215
öğürmeler başlar. Bunlaı; nefes yolları kapalı haldeyken ger­
çekleşen ritmik solunum kasılmalarıdır. Bu sırada, midenin
yemek borusuna uzak kısımları bir miktar kasılırken, yakın
kısımları gevşeyerek, mide içeriğinin "topun ağzına itilmesi"
ve size iğrenme, merak ve kaygıyla bakan arkadaşlarınızın
gözü önünde dışarıya püskürtülmeye hazır hale getirilmesi
sağlanır. Böylelikle hazırlık aşamaları biter ve gerçek kusma
eylemine geçilebilir.
Bu noktada şunları yapmanız gerekecektir (tabii eğer
siz ne olup bittiğini anlayamadan kusma çoktan gerçekleş­
mediyse): Derin bir nefes alınır; gırtlak (solunum yollarının
başladığı kısım) kapatılır; yemek borusunun üst sfinkteri
(gırtlağa açılan kısım) gevşetilir. Kusmuğun gerisingeri
burna kaçmasını önlemek için yumuşak damak yukarı
kaldırılır. Göğüs boşluğunda negatif basınç yaratmak için
diyafram aşağı indirilir; buna bağlı olarak yemek borusu
ve yemek borusuyla mide arasındaki sfinkter açılır. Tam
bu sırada karın duvarı kasları da kasılarak, alarma geçmiş,
hayret ve tiksinti içinde bekleyen dış dünyaya, midenin için­
de ne var ne yoksa ağız yoluyla fışkırtılır.
Kusmanın koreografisi beyin tarafından gerçekleştiril­
mektedir. Beyin yarıkürelerini omuriliğe bağlayan yapı olan
beyin sapında, biri nöral, diğeri hormonal olmak üzere iki
ayrı kusma merkezi vardır. Kusma merkezleri, sindirim sis­
teminden veya diğer organlardan gelen şikayetleri otonom
sinirler aracılığıyla alırlar. Otonom sinirleı; bu kısımlarda
ortaya çıkan her türlü tersliği bildirirler; mesela, kendimiz­
den de bilebileceğimiz üzere, midenin aşırı gerilmesi kusma
için önemli bir uyarandır. Korku, pis kokular ve nahoş
görüntüler gibi psikolojik uyaranlaı; denge yollarıyla ilgili
bozukluklar (deniz tutması gibi) ve beyin hasarı da kusmaya
yol açabilir. Beyinde dördüncü ventrikülün tabanında yer
alan "kemoreseptör tetikleyici bölge" adlı bölgeyse, bazı
ilaçlara ve bir dizi metabolik bozukluğa karşı duyarlıdır.

216
Kusmaya yol açan sayısız neden vardır. Bunların başın­
da, bozuk yemek veya içecekler, çok fazla yiyip içmek,
size dokunan ilaçlar ve sindirim sistemi bozuklukları gelir.
Ayrıca, kalp krizi, böbrek yetmezliği, karaciğer hastalığı ve
bir dizi hormonal ve metabolik hastalık da kusmaya neden
olabilir. Anoreksiya veya bulimiya hastalarının istemli
kusmalarıysa tıp, sosyoloji, psikoloji, pop sosyolojisi, pop
psikolojisi ve magazin basınında ayn bir yer tutar.
Psikojenik kusma, doktorları yanıltarak, bir sürü organ­
la ilgili çeşit çeşit sonuçsuz testler yapılmasına neden olabilir.
Bazen insanlar da sizi hasta edebilir. Aile veya eşlerle çözüm­
lenemeyen çatışmalar kronik kusma kariyerinin başlangıcı
, olabilir (bu durum erkeklerden çok kadınlarda görülmek­
tedir).9 "Midemi bulandırıyorsun! " lafı, bazen bir metafor
olmanın ötesine geçebilir. Aslında kusma, hoşa gitmeyen
her türlü durumda verimli bir metafor kaynağıdır. Duygu­
sal ama samimiyetsiz bir laf kalabalığını dinlemek zorunda
kaldığımızda "kusabilir miyim? " demek, beyin sapındaki
kusma merkezinden de, dördüncü ventrikül tabanındaki
kemoreseptör tetikleyici bölgeden de uzak bir durumdur.
İnsanlar kusmayı düşüncelerine bile alet edebilirler.
Kusma aynı zamanda çok kullanılan bir gülmece unsu­
rudur. Öncelikle hepimizin korktuğu bir şeydir. (Küçük bir
çocukken hemen her gece, uykumda kusup boğulmaktan
korkarak yatağa girmişimdir.) Şunu da belirtmek gerekir ki,
olması gereken ile olan şey arasında bu kadar keskin bir fark
gördüğümüz pek az durum vardır: Öğürme kasılmalarıyla
sarsılan bir bedene ve yan sindirilmiş leş kokulu materyaller
fışkırtan bir hilkat garibesine dönmüş bir kafaya indirgen­
mek hiç de hoş değildir. Kusmanın mizaha konu edilmesin­
de, bu eylem için istifra, çıkarma gibi bir dizi farklı terimin
kullanılmasının da rolü vardır. www.vomit.com'a göre,
İngilizcede bu eylemi ifade etmek için 400'den fazla sözcük
kullanılmaktadır. Dünyaca ünlü kusma şakalarından biri,

217
komedyen Barry Hwnphries'in yarattığı bir karakter olan Sir
Les Patterson tarafından, "Kraliyet Mahkemesi Avustralya
Kültür Ataşesi" olduğu sırada yapılmıştır. Fırtınalı bir Manş
Denizi yolculuğu sırasında vergiden muaf ucuz içkilerle iyice
demlenen Sir Les, kucağında minik köpeğiyle yanında oturan
kadının üzerine bolca istifra eder. Özür maiyetinde kadının
üstünü başını temizlemeye çalışırken, kusmukta boğulmuş
köpek eline gelir ve zavallı hayvanı kaldırıp şöyle der: "Yok
artık! Bunu yediğimi doğrusu hiç hatırlamıyorwn! "

Sigara İçmek

Kafalarımızla gerçekten pek çok tuhaf şey yaparız ama


bunların en tuhaflarından biri de sigara içmektir kuşkusuz.
Artık, en azından İngiltere' de, alenen sigara içmenin giderek
ortadan kalktığı günümüzde, bu tuhaflık daha da çarpıcı
hale gelmiştir. Amerikalı komedyen Bob Newhart, bir ske­
cinde sigara içmenin garipliğini çok hoş anlatır. Sir Walter
Raleigh, bir işadamına sigarayla ilgili fikirlerini satmaya
çalışmaktadır. Raleigh insanların sigarayla neler yaptıkları­
nı anlatırken, işadamı kulaklarına inanamaz; "bu insanlar
akıllarını kaçırmış olmalılar" diye düşünür. " İnsanları
üzerine para verip yanan yaprakları ağızlarına almaya ikna
etmek istiyorsan, işin çok zor," der. 1 0
İnsan bu kadar akılsız olabilir mi? Günümüzde dünya
genelinde sigara içenlerin sayısı 1 , 1 milyardır; her gün
80.000-1 00.000 kişi sigara içmeye başlamakta, her yıl 4
milyon kişi sigaraya bağlı nedenlerle ölmektedir. 2025 yılın­
da, yalnızca Çin'de, sigaraya bağlı ölümlerin yılda 2 mil­
yona ulaşacağı tahmin edilmektedir. 1 1 Peki, sigara içen her
üç kişiden birinin ölümüne yol açan bu tuhaf alışkanlığın
cazibesi nereden geliyor?
Sigara içmek, erişkinlerin dünyasına geçişçin simgele­
rinden biridir. Grup içinde sigara alıp vermek, sosyologlar

21 8
tarafından "bir arada bulunan insanların davranışlarını
koordine eden saçma alışkanlıklardan biri" olarak tanım­
lanabilir. Çalışırken, yürüyüş sırasında veya sevişme ara­
sındaki sigara, molayı mola olmanın ötesine taşımanın bir
yoludur. Bu bir nevi "stres atmadır" . Anın etrafında küçük
bir yolculuğa çıkmayı sağlar. Kalvinist İskoç epidemiyolog
Thomas McKeown, diğer birçok kusurumuz gibi sigara
içmenin de, "ihtiyacımız olmayan bir zevk olarak başlayıp,
bize hiç zevk vermeyen bir mecburiyete dönüştüğünü" söy­
ler. Nikotin bağımlılık yapar. Yakın zamana kadar, endüstri
devi tütün şirketlerinin üst düzey yöneticileri tarafından
yemin billah inkar edilmiş olsa da, bu bir gerçektir.
Aslında başlangıçta insana zevk bile vermez. Yeni başla­
yanlar, erişkinliğe adım attıklarını erken yaşta kanıtlamak
istiyorlarsa, önce sigaranın yarattığı nahoş hisleri yenmek
zorundadırlar. Ancak bunun bir alışkanlığa dönüşmesi,
dumansız saatlerin sabırsızlık yaratır hale gelmesi çoğu kez
pek uzun sürmez. Sigara kullanıcısını oluşturan bazı doku­
ların -akciğerler, kalp, ağız- katrana bulanmış şekilde aynı
kişinin biyografisine kanlmaları ve bu kişinin sürdürmek
istediği yaşamla bağdaşmaz nitelik kazanmalanysa biraz
daha zaman alacaktır. Kısacası, kişinin kendi seçimi olan
davranışlar zinciri -bir nefes çekmek için dışarı çıkmak, işa­
retli yerden açıp paketin jelatinini sıyırmak, mutlulukla bir
tane almak, yakmak, söndürüp atmadan önce hızla son bir
nefes çekmek- kişinin seçme özgürlüğünün sonunu hızlandı­
rarak, insanı seçmek istemeyeceği bir sona sürükleyecektir.
Cigarettes Are Sublime (Sigaranın Saltanan) adlı kitabın
yazarı Richard Klein gücenmesin ama sigara içilen ortak
alanların mide bulandırıcı, baş ağrıncı kokusu, hiç de sul­
tanlara yakışır nitelikte değildir. Sigara içenlerin sevgilileri,
ağızlarının mahrem bölgelerine yayılan metalik tat dolayı­
sıyla bu fikri paylaşacaklardır. İzmarit, kül ve yanık kibrit­
lerle tepeleme dolu çay tabaklarının görüntüsü de, helaları

219
kokutan sigara kokulu idrarlar da aynı mesajı verir. Küllük
ve balgam kabı anne tarafından kuzen sayılır.
Bu konu üzerinde bir miktar daha durmak gerek. Siga­
ra kullanımının yol açtığı sağlık sorunlarını sosyal sınıfla
ilişkilendiren sınırın keskinliği, 1 2 sigaranın " puştluğunu"
vurgular. Üst sınıfların içtiği ince uzun, şık, kibar sigaralar,
zararlarını maskeleyecek şekilde kozmetik bir görünüme
büründürülmüşlerdir. Sigara içmenin demografik özellikleri
artık, aile armasına sahip robdöşambrlı asilzadelerin par­
maklarının ucunda tuttukları kokulu ince uzun sigaralarla
değil de, alt sınıfların nikotinden kararmış ellerindeki harcıa­
lem sigaralarla özdeşleştirilerek daha doğru verilir olmuştur.
Sigara içme zevkinin altında dumanın gizemi yatar.
Dumanı düşünmek, onu kendisi de dumandan aşağı kal­
mayan bir şeyle kavramaya çalışmak gibidir; sisi, buğu­
dan yapılmış ellerle yakalayıp tutmaya yeltenmeye benzeı:
(Düşünce, insan bedeninin en ince dumanı -en ince nefe­
si- gibidir; soğuk bir günde laf arasında söylenen sözleri
sisten bir örtüye çevirmeye eğilimlidir düşünce. ) Düşüncenin
sıfatları kokusuzdur; fiilleriyse dumanın sabah mavisinden
yorgun bir griye dönüşümünü veya kıvrılarak yukarı yük­
selen dumanın zamanın geçişine omuz silkişini yansıtamaz.
Yine de "zihin tüttürmeyi" , "gerçek tüttürmeye" bin kat
tercih ederim. Ne de olsa zihin tüttürmek izmarit üretmez,
vergisizdir, ayrıca ortak alanları veya sevgililerin öpülesi
dudaklarını leş gibi kokutmaz. Öte yandan düşünebilirliğin
sonu olan ölümle aşık da atmaz.
Yükselen dumanı fotoğraflamak, belki zihin tüttürme­
den de daha keyif verici bir uğraş sayılabilir, hele de siyah
beyaz karelerle ölümsüzleştirilirse. Stüdyoyu aydınlatan ark
lambasının altında duman, gerçek dünyadakinden farklı bir
kimlik kazanır ve filme, sınırları keskinleşmiş, havada süzü­
lüşü somutlaşmış halde kazınır. Bu resimler, çözülüp giden
dumanı ölümsüzleştirirler. Şimdi de gelelim sigara kullanıcı-

220
sına. Yıllar önce vefat eden Marlene Dietrich'in parmakları
arasındaki sigara sık sık çıkar karşımıza . Dietrich bu par­
maklardan, kendisine yaşam veren nefesiyle, (çoktan küle,
hatta daha beterine dönüşen) bedenine, sigaranın ölüm
kokan nefesini çekmiştir. Sarmaş dolaş olmuş sevgililerin,
kül tablasının kenarında iki ayrı oluğa sıkıştırdıkları sigara­
ların gri mavi dumanları yine sarmaş dolaş yukarı yükselir;
beden dilinin erotik sessizliğini yansıtan bu tüten duman,
tuvaletteki ıslak izmaritlerden oldukça uzak bir hava verir.
Sigara tiryakisinin inceliklerinin çok farklı bileşenleri
vardır. Mesela "sigarayı yakan kişi" rolü bin bir şekilde
oynanabilir. Kibar kişi, (örneğin) kibriti çakmak için, bar
şöminesinin tuğlalarından biri, botunun çamurlu topuğu
veya kirli sakalla kaplı çenesi (ki aslında bu sonuncusunda
belirli bir hoşluk olduğu söylenebilir) gibi etrafında bulunan
kullanışlı yüzeyleri asla tercih etmez. Usta işi bir performans,
alev parmakların ucundan hoş bir kavis yaparak yükseldiği
sırada, cümleye kısa bir ara vermeyi ve inceliği ifade etmek
için gereken riski almayı gerektirir. Alev, nasıl yakıldığından
ve yakılması için ne tür riskler alındığından bağımsız ola­
rak, yalnızca hedefine kilitlenmeli ve mümkünse, sigarası
yakılan kişinin zarif kokular sürülmüş bedeninden alınan
ilhamla ateşlenmelidir. Sigara yakmanın en şık şekilleri,
başkalarından yardım alınan, ateşin zarafetle bir armağan
olarak kabul edildiği durumlardır. Bir sahnede Marlene
Dietrich'in dikkatini çekmek için yanıp tutuşan on üç kişi,
birbirlerini iterek çakmaklarını yıldızın sönük sigarasına
uzatırlar. Ancak on üçü de başarısız olur. Şans, öne çıkan
on dördüncü beyefendinin -yani Emest Hemingway'in­
çakmağına gülecektir.
Zarafeti sergilemek için başka fırsatlar da yaratılabilir
elbette. "Önüne geçilemez arzunun" doyurulduğu o ilk
nefes, kişinin hissiyatının derinliğini yansıtmak için kulla­
nılabilir mesela. Yahut da üretilen aforizmalar, üflenen (ve

221
aynı anda ağızdan ve iki burun deliğinden tütmesi itibarıyla
şeytanın sakalına benzeyen) dumanla tütsülenebilir. Uzayan
kül, ojeli tırnakların nazenin bir dokunuşuyla silkelenebilir.
İzmarit, çok daha yüksek sorunlarla meşgul bir izlenim
yaratılarak havalı bir şekilde söndürülebilir.
İnsan türünün kendi bedeniyle ve kendi görüntüsüyle
ilgilenme yolları çeşit çeşittir. Sigara içmek, bu ikisini olduk­
ça karmaşık bir şekilde birleştirir. Sigarayla hava atmak,
poz kesmek -garajın arkasında yeşil bir suratla beceriksizce
yapılan ilk denemelerden, beş yıldızlı otelin barında şık
uzun eldivenlerle geçirilen saatlere kadar-, kişinin kendi
bedeninin dış yüzeyine sahip olduğunu, onu istediği gibi
yönetebileceğini, kullanabileceğini, sergileyebileceğini gös­
termeye yöneliktir. Bu size, bizzat sigarayla mahvedilen
organizmayla ilişkimiz hakkında bir fikir veriyor mu?
İnsan durup, yanan sigaradaki değişimi uzun süre hipno­
tize olmuş şekilde izleyebilir. Arkasındaki kısmı yiyip tükete­
rek ilerleyen kıpkırmızı uç, boşluk içinde zamanın harekete
dönüşümünün; tüten duman geçmişin; henüz yanmamış
bölümse geleceğin şimdiki zamandaki mevcudiyetinin birer
sembolü gibidir. İşin en akıl çelici yönüyse, üflenen duma­
nın cümle ve mimiklerin arasına sızması ve havaya, fizik
kurallarıyla tanımlanamayacak bir boşluk (ve zaman) nak­
şetmesidir. Fizik kanunları, sigaranın, odaya yayılan duman;
avizenin üzerinde ileride oluşacak lekenin ilk izi; kağıtlara,
halılara ve mobilyalara dökülen kül şeklinde çözünmesiy­
le uyumlu olarak, zaman-tersinirdir. Hareket kanunları,
örneğin dumanın dünyanın öbür ucundan (hatta bahçede
iki ötüş arasında nefeslenmek için durduğu sırada dumana
maruz kalan karatavuğun akciğerlerinden) toplanıp, gerisin­
geri yanmamış bir puroya dönüşmesine engel değildir. Ancak
tabii ki böyle bir yeniden düzenleniş hiçbir zaman gerçekleş­
mez. Düzensizliğin hep artına eğiliminde olduğunu söyleyen
termodinamiğin ikinci kanunu bunu engeller. Zaten ben

222
burada uzay-zamanın özel bir boyutundan bahsetmiyorum.
Burada zihnimde canlanan boşluk, dumanın sözcüklerle çar­
pışnğı; duman partiküllerinin, sigarayı içen kişinin söylemek
istediklerini iletmek için şekillendirdiği soluğunda, cümleyi
oluşturan seslerin arasına karıştığı bir yer. Bir yandan da,
İngilizcede insanoğlu tarafından "smoke" (duman) sözcüğü­
nün bir fiile çevrilmesi üzerine düşünmekteyim (ya da "zihin
tüttürmekteyim" ). Üstelik "smoking" (sigara içmek ya da
tüttürmek) geçişli bir fiildir. Öyle ki sigara tiryakileri sigarayı
tüttürürler [smoker smokes the cigarettes], oysa tüten ateş
yalnızca kendi kendini tüttürtmektedir [smoking fire smokes
only itself] . Böylelikle duman, doğal süreçlerin oluşturduğu
bir atık olmaktan çıkıp, imal edilmiş bir arzuyu karşılamak
için üretilen bir arzu nesnesine dönüştürülür.
Bu da bizi yemek yeme konusunda değindiğim bir nok­
taya geri getiriyor. Sigara içmek, insanların kendi bedenle­
riyle olan dolambaçlı ilişkilerine bir örnek oluşturur. Sigara
içen kişi, aynı muz yiyen şempanze gibi, bedeninde baş
gösteren bir arzuyu doyurmak için kendi bedeninde bir
değişiklik yaratmaktadır. Ancak sigara tiryakisi gereksindiği
nesneye öyle hop diye elini uzatıp ulaşmış değildir; gidip
kibrit almış, kendi iradesiyle sigara içilen odaya geçmiştir.
Şempanzenin kurallarına tabi olduğu somut dünyanın bu
kurallarını değiştirmiştir.
Bütün bunlar insanın kendine özgü dünyasını yansıtmak­
tadır; nasıl evrenin merkezi olduğunu ve bunu daha ziyade
kendisine zarar verecek şeyleri yapmak için kullandığını;
nasıl zamanın içine yeni düzeyler eklediğini ve fiziğin varlı­
ğını yadsıdığı bu zamanları nasıl biçimlendirdiğini; bu uzak
yerlerden nasıl kendilerine ve hatta bedenlerinin görünür
yüzeylerine geldiklerini ... Tüten dumanların, odaları doldu­
ran insan elinden çıkma eşyaları yaladığı boyutlara, işte bun­
ları düşüne düşüne ulaştım. Burası öyle bir yer ki, düşünce
çalılıklarının sıklığı adım atmaya bile imkan vermiyor.

223
1 1 . Bölüm

Baş Başa: Öpüşme Üzerine Notlar

Ölümden sonra hahrlanan buseler kadar kıymerli.


Tennyson, "Tears, ldle Tears"

Öpücük, yükte hafif pahada ağırdır... Bir öpücük şehvet­


le, insan özgürlüğüyle, dünyada bıraktığımız izle veya insan
ilişkilerinin hatırası ve devamlılığıyla ilgili olabilir.
1 970'lerin başları. Haftada 104 saat çalışan çiçeği bur­
nunda bir asistan doktor, kendisine koca bir asır gibi gelen
iki hafta boyunca ayrı kaldığı kadınla buluşmak için trenle
seyahat ediyor. Adam çok aşık. Kadın da çok aşık. Buluşur
buluşmaz öpüşecekler. Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey
yok. Oysa anlaşılmaz olan öpücüğün kendisi. Farklı hızlarla
birbirlerine doğru yaklaşan bu iki kafa -istasyona yürüyen
kadının kafası yürüme hızında; tren vagonunda otııran ada­
mınki ise 0-150 km/saat arasında değişen bir hızla- az sonra
birbirlerine kavuşacaklar.
Bu yapışma anı için sabırsızlanıyorlar. Zamanın, hedef­
lerimizle aramıza mesafe koymasına sinirlendiğimiz ölçüde
uzaması prensibi uyarınca, adamın sabırsızlığı buluşma
zamanı yaklaştıkça daha da artıyor. Bu mesafe, eğer uyuya­
rak geçirmeniz mümkün değilse, bir dizi deneyim, düşünce,
olay ve işlerin eşliğinde yaşanarak geçirilir. Sabırsızlığın dev-

225
reye girişiyle zaman çarpıldığında tuhaf şeyler olur. Zenon
da bu konuda yorumda bulunmuştur: Mesafe yarılanır,
yarılanır ama yine de bitirilmesi gereken dakikalar sanki hiç
azalmamış gibi görünür. On beş günün yarısı geçer, geriye
insana on beş gün kadar uzun gelen bir hafta daha kalır;
ya da bir hafta gibi gelen birkaç gün; üç gün gibi gelen bir
gün veya bir gün gibi gelen bir yolculuk ... Sonuçta, iki kenti
ayıran iki saatlik yolculuk, vedalaşma ile kavuşmayı ayıran
on üç gün kadar uzun gelir. Bu tuhaf gizemin bir açıklaması
vardır: Kat edilmesi gereken mesafe azaldıkça, zamanı bile­
şenlerine bölme hassasiyetimiz artar.
Benoit Mandelbrot, haklı bir üne sahip makalesinde
ilk bakışta çok basitmiş gibi görünen şu soruya yanıt arar:
"Britanya'nın Kıyı Uzunluğu Ne Kadardır? " ! Bir kıyının
uzunluğu, elinizdeki ölçünün hassaslığına göre değişir. Bir
uydu fotoğrafı üzerinden yapacağınız tahmin, kıyıyı bütün
koyları ve sahilleriyle adım adım ölçen gözlemciden daha
az olacaktır. Her çakılın üzerine gümüşsü izini bırakarak
kıyıyı arşınlayan bir salyangozu izleyen üçüncü bir gözlem­
cinin ölçümü daha yüksek çıkar. Daha da ileri gidip, güçlü
bir mikroskopla her bir kum tanesinin yüzeyindeki girinti
çıkıntıları ölçen dördüncü bir gözlemci olduğunu hayal
edebiliriz. Bu şekilde ölçüldüğünde İngiltere kıyıları daha
da uzun olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, kıyının belirli
bir uzunluğunun olmadığı, daha doğrusu gerçek uzunluğun
sonsuz olduğu sonucuna varılır.
Matematikçilerin ve filozofların üzerinde çok tartıştık­
ları bir konudur bu. Aşık adam için önemli olan, sevgilisine
kavuşmayı bekleme deneyiminin uzamasıdır. Bu süreyi,
kavuşmayı beklerken yaşanan olayların daha ayrıntılı ola­
rak gözlemlenmesi, beklenmesi ve hatırlanması uzatmak­
tadır. Haftalar günlere bölünür; günler, poliklinik ve hasta
vizitelerine bölünür; hasta vizitesi tek tek hastalara bölü­
nür; bir hastanın tedavisi, anamnez, radyografilerin isten-

226
mesi, enjeksiyon uygulamaları, hatta hastaya durumunun
anlatılması gibi bir dizi işe bölünür. Bütün bu işlerin de yine
farklı bileşenleri vardır. Radyografi isteğinde bulunmak
için, gerekli formu doldurmak, telefona gitmek, görevliye
telefon edip formu radyoloji teknisyenine götürmesini rica
etmek lazım gelecektir. Daha ayrıntılı bir bölümlendirme
de yapılabilir: Radyoloji bölümüne üç kez üst üste telefon
etmek, telefona ulaşmak için beş adım atmak, meşgul
tonunu aşmak için sekiz kez girişimde bulunmak vesaire
vesaire ...
Neyse ki şu anda beyimiz, kendi kafasıyla sevgilisinin
kafasını ayıran mesafeyi ortadan kaldırma yolunda ilerliyor.
Yolculuğun farklı bileşenlerini düşünmemeye çalışıyor. Aksi
takdirde bu şehirlerarası yolculuk, şehirleri arasında yolcu­
luk ettiği ülkenin kıyıları misali uzadıkça uzayacaktır. Tren
bir idari bölgeden diğerine geçerken savrulup duran kafa­
sıyla, akşam karanlığı çökerken bir fotoğraf gibi gözlerinin
önünden geçen çitleri ve tarlaları izlerken, dünyanın ne denli
büyük olduğunu, buluşmayı bekleyen iki kafanın bunun
yanında ne küçük kaldığını düşünmeden duramaz. Ağız­
ları arasında uzanan idari bölgelerin uzunluğu, söz konusu
şahısların boylarının yaklaşık iki yüz elli bin katı kadardıı: 2
Kafalarının içindeki dünyanın büyüklüğü budur işte.
Peki, bu zaman ve mekan hususları, birbirine kavuşma­
ya çalışan iki kafa dışındakileri ilgilendirir mi ki? Hepimizi
ilgilendirir, hem de çok. Çünkü öpücük her şeyden önce
cinsellikle ilişkilidir ve ister istemez herkesi, bir hayvan
davranışı olarak -öpücüğün girizgahı olduğu- buluşmanın
doruk noktasını düşünmeye iter. Freud'dan örnek verelim:

Kendini bu konuyla ilgili görüşleri acısından ciddi bir deger·


lendirmeye tabi tutan herkes ... cinsel ilişkiyi temelde alcalhcı bir
şey, yalnızca bedeni degil ruhu da lekeleyen ve kirleten bir şey
olarak gördügünü kabullenmek zorunda kalacakhr.

227
Çıkartılanmızın da cinsellikle çok yakın ve aynlmaz bir
*
ilişkisi vardır; cinsel organlann yerleşimi intra urinas et faeces -
-

bunda belirleyici ve degiştirilemeyen bir faktördür... Cinsel organ­


lann kendileri de insan bedeninin güzellige dogru gelişiminden
nasiplerini almamış, hayvanlardaki gibi kalmışlar, dolayısıyla
sevişme de temelde hayvanlardaki şekliyle devam etmiştir. 3

Okuyucularımız, Richard Dawkins'in açlık ve cinsellik


dürtülerini insan davranışının " basit Darwinci yoruma
açık" iki öğesi olarak sınıfladığını hatırlayacaklardır.4
Oysa bu kadar ara aşaması olan bir eylemin, birbirinin
içine geçmiş bir dolu olayla örülmüş bu hedefe yönelik
yolculuğun, basit bir Darwinci açıklaması olamaz. Şöyle bir
düşünecek olursak, yolculuğun başında cüzdandan çıkarı­
lan işaretli kağıdı ( 1 970'li yılların bir banknotu) vererek bir
başka işaretli kağıdı (tren bileti) alma eyleminin kendisi bile,
dizi dizi ara aşama içerir: Doncaster'da tasarlanmış olan
tren bileti, Edinburgh'da basılmış, Portsmouth'da satılmış,
Londra'da gösterilmesi gerekinceye kadar, planlanan buluş­
maya uygun olarak seçilen kıyafetin cebinde durmuştur;
biletin kartonu İsveç'te kesilip işlemden geçirilen ağaçlardan
yapılmış, Bollington'da boyanmış, üzerine 2500 yıl önce
mükemmelleştirilip, kolektif deneyimlerin eseri olan genel
hukuk sisteminin kanunları ve kararnameleri doğrultusun­
da düzenlenen alfabeyle işaretler basılmıştır.
Yolculuğun verdiği mutluluk da basitçe açıklanamaz. Bu
yolculuk, bir dünyadan diğerinin kalbine yapılan bir hac
yolculuğudur. Öyle olmasa, aşık adama, istasyonda ken­
disini bekleyen kadını düşlediği zaman, içinde bulunduğu
dünya ileri derecede anlamlı görünür müydü? Öyle olma­
sa, plastik kabın kenarından yükselen kahveden, dünya
üzerindeki bu yorucu yaşamı oluşturanın, uzak yıldızlar


Aziz Augustinius'un "idrar ve dışkının arasından doğarız" anlamına gelen
Latince inter urinas et faeres nascimur sözünden alınn. (ç.n.)
228
arasındaki atalet etkisi olduğunu düşündüğünde aldığı zevki
alabilir miydi? Öyle olmasa, sandviçlerle beslenen bu ağzın,
birçok işin üstesinden gelebilen olağanüstü bir yapı olduğu
düşüncesine dalar mıydı?
Öyleyse, bir kafanın bir diğerine yaptığı bu yolculuk
yalnızca içgüdüler (veya daha da az mekanik nedenler)
tarafından yönlendirilmiyor. Eğer hedefe yönelik eylemler,
maddesel dünyayı aydınlatan belirgin bir amaç ve ulaşılma­
sı istenen hedefe götüren pratik aklın şart koştuğu sayısız
ara adım olmasaydı, iki kafanın buluşabilmesi mümkün
olamazdı. Burada, az çok özgürce hareket edebilen, bilgi
sahibi yaratıklardan bahsediyoruz. Evet, hayvani bir açlığın
hüküm sürdüğü farz edilen bu noktada, özgürlük söz konu­
sudur. Evet, itici gücü irrasyonel tutkunun oluşturduğu var­
sayılsa da, pratik akıl, sorumluluk ve açık bir bilinç vardır.
Yapılan şeyin biyolojik kökenleri olmakla birlikte, biyolojik
hikayeyi bir kenara bırakarak, neler olup bittiğini özgürce
inceleyebilir, adına öpüşme denen bu tuhaf davranışı mer­
cek altına alabiliriz (öpüşmenin varması beklenen tuhaf
davranışıysa konu dışı bırakacağız).
Böylece yolculuğun sonuna, istasyonun kalabalık bek­
leme salonunda bekleşen yüzlerce yüz arasından o yüzü,
yüzlerce kafa arasından o kafayı fark etme aşamasına gel­
dik. Fark edene kadar geçen süre, arzulanan kişi ile kişinin
arzulama derecesi; düşlenen kişi ile orada arz-ı endam eden
kişi arasındaki ilişkinin olumsallığı hakkında fikir verir.
Bu öpücüğün üzerinden, sayısız gün, sayısız gece ve sayı­
sız konuşmadan oluşan otuz altı koca yıl geçtikten sonra,
birlikte yaşanan ömür bu olumsallığı azaltır. Ne de olsa bu
süre içinde iki kişi, birbirlerini bugün oldukları kişiler haline
getirmişler, çocuklarını büyütmüşler, her birinin içinde ayrı
ayrı dursa da, ortak bir geçmişi birlikte dokumuşlardır. Bir
kişinin ömrünün bir parçası haline gelmenin ve ömrünün
bir parçası olmanın post hoc gereklilik koşulları bunlardır.

229
Gelelim öpüşmeye. Öpüşme biyolojik açıdan da sosyal
açıdan da düpedüz bir skandaldır. Biyolojik açıdan öpüş­
me bir zaman kaybıdır. Hayvanlar aleminden en yakın
akrabamızın on saniyelik birleşme ve çığlığı, doğrusu daha
amacına uygundur. Soyumuzda ağız ağza birleşmeyle üre­
meyi başarabilen bir tür yoktur. Öpüşme sosyal açıdan da
sorunludur. Elbette öpüşmenin dereceleri de vardır: Ağız ile
deri yüzeyi arasında (el, kafanın üstü, yanak); kapalı ağızla
dudak dudağa; açık ağızla dudak dudağa; diller birbirine
dolanırken, aç dudakların doymak bilmez bir iştahla diğeri­
nin üzerine kapandığı Fransız öpücüğünü sayabiliriz. Bura­
da, piskopos yüzüğünün öpülmesindeki soyut ve sembolik,
yazılı bir cümle kadar kuru öpücükten, birinin diğerinin
aralık ağzına kesin bir "evet" olarak bastırdığı cinsellik dolu
öpücüğe uzanan geniş bir yelpaze vardır.
Öpücüğü yelpazenin doğru kısmına yerleştirmek de wr­
dur. Bunları yazdığım sırada, bir ödül töreninde birinci olan
kıza ödülünü verirken, aynı zamanda bölge papazı da olan
okul müdürünün kızın yanağına kondurduğu öpücük, ileri
tetkik, değerlendirme ve tespit için üç farklı makama sevk
edilmişti. Olay ulusal çapta yankı uyandırdı.
Sevgililerimizi kafalarına kilometrelerce yol kat ettirme­
ye sürükleyen öpücük, -tabiri caizse- karşılıklı fiziksel çeki­
min bir sonucudur, ama biyoloji biliminin açıklayamadığı
ruhsal ve sembolik anlamlar da taşır. Bütün cinsel faaliyetler
içinde gayri şahsi olma riski en az olanıdır. O yüzden, fahi­
şelerin dudaktan öpüşmedikleri kulaktan kulağa yayılmıştır.
Öpüşmezler çünkü hiçbir zevk almadan zevk verdikleri
bedenlerden kendilerini uzak tutmak isterler (demek ki, bir
yabancının kişiliksiz penisine oral seks uygulamak, o yaban­
cıyla öpüşmek kadar nahoş değil). Penisler ve çıkartıları
iğrenç olabilirler, ama en azından burada iğrençliğin kayna­
ğı, insanın kendisi değil bir bedendir. Dudakların ve dillerin
birleşmesinden zevk alma garantisi yoktur. Her konuya

230
olumlu bir dokunuşta bulunmaya eğilimli Sartre'ın dediği
gibi, "her öpücük iğrenmeye karşı kazanılmış bir zaferdir" .
Tam teşekküllü bir öpücük, etkili ve lezzetli bir saldırıdır
ve bunun tek nedeni de temel hijyen kurallarını bozması
değildir. Normal şartlarda kafalar arası ilişki, her kafanın
diğerinin içindekini algılamaya çalıştığı temkinli bir ilişki­
dir: Sözel veya görsel olabilir, cümleler ya da mimikler veya
jestler kullanılır. Öpücük bunların hepsini pas geçer. Çocuk­
luğun bedensel yönelimlerine geri dönülür. Konuşmaya,
yani olayların genel veya soyut özellikleri üzerinden uzaktan
uzağa ilişki kurmaya aracılık eden bir organımız olan ağız,
yine dokunsal organ işlevine geri dönmüştür.
Burada durup, Sartre'ın "her öpücük iğrenmeye karşı
kazanılmış bir zaferdir" sözüne dönelim. Christopher Ham­
ilton, "Sevişirken normal iğrenme duygularımızı bastırır
veya askıya alırız," der5 ve William lan Miller' dan alıntılar:

[Cinsel] arzu, igrencligin yasak alanına ilişkin düşünceyle


baglanhlıdır. Agzınızın içindeki dil, dilin sahibi olan kişiyle aranız·
da var olan veya yeni kurulan ilişkinin niteligine göre size zevk
de verebilir, dünyanın en igrenc, en mide bulandırıcı şeyi gibi de
gelebilir. Başka birinin dilinin agzınıza girmesi, mahremiyetinize
bir saldırı, igrenc bir tecavüz niteligi de taşıyabilir.6

Öpücüğü anlama yolunu yarılamış olsak da, öpücüğün


anlamı aslında çok daha derindir. Öpücüğü yalnızca iğren­
meye karşı kazanılan bir zafer veya karşımızdaki kişiyle
yakınlığın bir ifadesi olarak, normalde iğrenç gelen bir şeyi
kabullenmek gibi görmek eksik olacaktır. Öpücüğün neleri
ortaya koyduğunu anlayabilmek için, organik varlık, dene­
yim ve bilgi arasındaki ilişki ile diğer insanlarla aramızdaki
ilişkiler üzerinde düşünmemiz gerekir.
Yaşamımızın ilk evresine damgasını vuran olay, bedeni­
mizi kendi bedenimiz olarak benimseyip kabullenmemizdir.

231
Ardından, fiziksel varlığımızın ve bedensel duyularımızın
ötesine geçen bir dünyada bulunduğwnuzun farkına varırız.
Genel olasılıkların, kimsenin tekelinde olmayan kolektif
bilincin düİı.yasına; olgusal gerçeklerin, ortak zihinlere ait
bilgi havuzunun evrenine gireriz. "Bu sıcak" denilen şeyin,
sıcaklık duyusundan ayrıldığı dünyadır bu. İşte bu evrende,
bu dünyada diğer insanlarla karşılaşıp etkileşime gireriz.
Bu dünya, önermese} farkındalığın, daha dar anlamdaysa
ifadenin -soyut işaretlerin, konuşmanın, komutların ve
açıklamaların- dünyasıdır; her yere yayılmış sözcüklerden;
kafadan çıkan havanın şekillendirilmesiyle oluşturulan etki­
leşimli lakırdılardan ve lakırdıların kağıtlara, ekranlara,
manyetik kayıt cihazlarına aktarılmış soğuk izlerinden
oluşur. Sevişirken bu dünyayı pas geçer, algımızı doğrudan
doğruya bedenin deneyimlerine açarız. Karşımızdaki kişiye
sözcüklerimizle veya örnek kibarlığımızla değil, ellerimizle
dokunuruz. Dudaklarımız dudaklarına değer.
Bu aracısız etkileşim, bizi organik bebeklik çağından
olgun insanlığa taşıyan seyri tersine çevirir. Normalde
karşımızdakilerle etkileşirken bizi bir zırh gibi saran dün­
yahlık kabuklarını söküp atarız. Bu, cinsel öpüşmede çok
belirgindir: Sözcükler aracılığıyla etkileşmemizi sağlayan
organlar, birbirine dokunup sürtünen duyarlı et parçalarına
dönüşmüştür. En karmaşık şekliyle insan olduğwnuz yer,
konuşan ağzımız, anlam yüklü kafamız, organik kökenine
geri dönmüştür.
Tabii ki hikaye burada bitmiyor. Düşünen hayvanlar
olarak, öpüşürken bile nereden geldiğimizi, ne kadar yol
kat ettiğimizi hep hatırlıyoruz. Çıkış noktamızı unutmuyo­
ruz. Sözüm ona organik olan etkileşimler derinde sembolik
olmaya mahkfun. Paul Valery'nin M. Teste'inden alıntılaya­
cak olursak, "hep birlikte budala hayvan rolü oynuyoruz"?;
oyun oynadığımızın da, bu oyunu bu kadar ayrıcalıklı hale
getiren izinlerin ve yasakların da farkındayız. Cinsel birleş-

232
mede ne tam bir cinsellik ne de tam bir birleşme söz konu­
su; burada bilgi aktarımının pas geçildiği, daha saldırgan
doğrudan duysal deneyimlerden söz edilebilir. O yüzden de
öpücük, her ne kadar karşımızdakiyle canlı bir organizma
olarak doğrudan temas etmeye dayalı olsa da, karşımız­
dakini bir kişilik olarak alan hayali bir diyaloğu da içinde
barındırır. Bizi öpücüğe taşıyan yolculuk, bilinçli bir aracı,
bir insan tarafından gerçekleştirilen kişisel bir yolculuktur.
İşte öpüşenlerin gözlerini kapamalarının nedeni budur:

öpüşmek için birbirlerine yaklaşan sevgililer


yüzleri anatomik ögelere indirgenmeden önce
içgüdüsel olarak gözlerini kaparlar. 8

İşte böyle. Öpücük, zamanın doğasına; gündelik yaşa­


mımızın sonsuz dolayımlarına; bedensel varlığıyla sınırlı

kalmayan bedensel bir varlık olan insanın tuhaf, melez yara­


dılışına; saldırganlığa; yaşamlarımızın iç içe geçmişliğine ve
mutluluğa ışık tutan muhteşem bir şeydir.
12. Bölüm

Başörtüsü

Bulunacak vakit, bulunacak vakit


Yakl�şhgın çehrelere yakışacak bir cehre takınmana;
T.S. Eliot, "The Love Song of J. Alfred Prufrock"
{ Mr. Proofrock'tan Aşk Türküsü)

Dış Görünüş Külfeti

Aynaya bakmamla, dünyanın en kalabalık ve en har­


cıalem kulübüne katılmam bir oluyor: "Dış görünüşünden
memnun olmayanlar kulübü! " İnsan, dış görünüşünün far­
kında olan, bu dış görünüşü yargılayan ve ona bürünen tek
hayvandır. Başkasının -herhangi birinin veya özel birinin
veya özel birilerinin temsil ettiği genelin- gözünden nasıl
göründüğümüzü önemseriz.
Bu yargılama aynada gördüğüm şeyin, yani kafamdan
aynaya, oradan da kafamdaki gözlerime seken ışığın yansıt­
tıklarının ötesindedir. Dış görünüşüme, bürünmem gereken
görünümlere dair düşüncelerim, kendimle ilgili düşünceleri­
min boşluklarını doldurur. Dış görünüşümü aydınlatan ışık,
geçmişten gelen ışığın bilgisini taşır. Geçmişten gelen ışığın
kendisi de, dört bir yandan gelen uzak ışıklarla boyanmış
ve dile getirilmiş veya getirilmemiş düşünceleı; anlamsız
dedikodular, dikkatli değerlendirmeler şeklinde, sözcüklerin
içine saklanmıştır. Burnumdaki kocaman leke, arkadaşlık

235
kurmaya yönelik beceriksiz çabalarım, hasta vizitesindeki
başarım, bir doktor ve bir baba olarak performansım,
kısacası yaşamım hakkında yürütülen fikirler içime işler.
Yüzümde hissettiğim ve budala gibi görünmeme neden
olduğunu düşündüğüm şu salak sırıtış, yüzümün fiziksel
yüzeyinin yanı sıra, benliğimin sınırsız yüzeylerini de kap­
lamaktadır. Diğer insanların bakışlarının çaresiz bir tutsağı­
yımdır ve dış görünüşüm beni köşeye sıkıştırır. Ben de altta
kalmam elbette; bezdirici, bilgiç sırıtışımla etrafımdakileri
kendi dış görünüşleriyle şişlemekten geri durmam.
Biz insanlar ne kadar tuhaf yaratıklarız! Dış görünü­
şümüzün en önemli ve bize en yakın parçası olarak gör­
düğümüz yüzümüzle sürekli uğraşır dururuz . Yüzümüzü
kaybetmek, yaşamı katlanılmaz hale getirip, bizi intihara
bile sürükleyebilir. Ölümden daha çok, mahcup olmaktan
korkarız. Dış görünüşümüze ve onu değiştirmeye bu kadar
fazla zaman harcamak, bize hiç tuhaf gelmez.
Gelin konuya doğal bir yerden, 1 960'larda bir hippiden
duyduğum ifadeyle "insanın doğal örtüsünden", yani tüy­
lerden başlayalım.

Doğal Örtü

Kafa, her yanından tüyler çıkarır. Yalnızca kafatası­


nın üstünden ve yanlarından değil, boyundan, çeneden,
yanaklardan, gözlerin üstünden, kulaklardan ve burundan
da tüyler çıkar. Hatta burnun üzeri bile bu doğal örtüden
nasibini alabilir.
Bir tutam tüy, cesametinin çok üzerinde etkiye sahip ola­
bilir. Kaşları ele alalım mesela. Burada konumun da büyük
payı olduğunu yadsıyamayız (lüks sayfiye yerindeki baraka­
nın, dağ başındaki köşkten evla olması gibi). Hemen gözle­
rin üzerine yerleşmiş olmaları, kaşlara adaletsiz bir avantaj
sağlar; böylece tırtıl şekilli bir çih çalı kümesi, neredeyse tek

236
başına yüzü tanımlar hale gelir. Kulakkepçemin kenarını
kaplayan tüyler bile daha az dikkat çeker. Kaşlar bakışların
etkisini artırmakla kalmayıp, bakışlara daha tehditkar ve
otoriter bir hava da katarlar. Ayrıca çok daha farklı etki­
leri de vardır. Örneğin yüze mülayim, derbeder bir ifade,
bir nevi yüz salaşlığı da katabilirler. Yay gibi kaşlaı; cilveli
bakışları tamamlar. "Bir tek atalım mı ? " gibi akıl çelici bir
teklife eşlik eden anlık kaş kaldırma, sözle anlanlamayacak
bir eğlence vaat ediyor olabilir. Kulaklarda "çimlenen"
-çimlenmekle kalmayıp zamanla yayılarak bereketli bir
şekilde fışkıran- tüyler, yazarlara Tanrı'nın bir lütfudur. Öte
yandan, çocuklara erişkinliğin iğrenç yönlerini kısa yoldan
aktarmaya da vesile olurlar. Burun deliğinden fışkıran kıllar
için de aynı şeyi söyleyebiliriz ... Ben şahsen Türkiye'de bir
berbere gidinceye kadaı; burun kıllarımın farkında değil­
dim. Berber, makası burnuma daldırdığında bayağı panikle­
dim: Hem burun boşluğumun cerrahi bütünlüğü açısından
hem de makasın daha önce girip çıkrığı burun deliklerinin
nbbi sağlık durumlarıyla ilgili şüphelerim nedeniyle.
Şimdi daha sıcak bir konuya geliyoruz: Sakal ve/veya
bıyık ve/veya favoriler. Bu "doğal örtünün", dış görünüş
standartları açısından toplumsal görüşlerin bayrağı olacak
veya tarihte çığır açacak raddede önem taşıması ilginçtir.
1970'lerin porno yıldızlarının, San Francisco'lu eşcinsellerin,
Balkan köylülerinin, askerlerin ve Meksikalıların karakte­
ristik bıyıkları, adeta yaşam tarzlarının bir simgesi haline
dönüşmüştür. İngilizcede "diş fırçası bıyığı" olarak adlan­
dırılan, iki yandan kırpılıp ortada kare şeklinde bırakılan
bıyık, Charlie Chaplin tarafından, gelmiş geçmiş en zorba
tirana karşıt propaganda yapmakta başarıyla kullanılmışnr.
Böylelikle Chaplin, tarihin dış görüntüye haddinden fazla
önem veren ve itibarı merkeze oturtan bu en berbat rejiminin
liderinin bıyığını, yalnızca korkuyu temsil etmekten çıkarnp
kahkahalarla özdeşleştirmiştir. Doğal örtünün görünüşte

237
pek de önemli olmayan bu parçasının bakımı için harcanan
emekler -uçlardan alma, şekillendirme, boyama, yağlama,
tarama, düzeltme, özel biçimler verme- ve kullanılan mal­
zemeler -boyalar, renk açıcılar, pudralar, yağlar, kremler,
taraklar, fırçalar, tıraş bıçakları, makaslar- boşuna değildir.1
Sakallar çeşit açısından daha da zengindir. Sakal, erkeksi
olgunluğun, sosyal statünün, hatta mesleki konumun bir
simgesi olarak kullanılabilir. Sakalın zorunluluk arz ettiği
mesleklerin başında din adamlığı gelir. Guruların, svami­
lerin, imamların, hahamların, piskoposların ve Ortodoks
kilisesi mensuplarının, farklı boy, şekil ve hijyenik standart­
larda sakallara sahip olmaları beklenir. Tanrı'nın peygam­
berlerinin büyük bir kısmı sakallıdır. Bu, Tanrı ile insan
arasındaki ilişkinin, esas olarak XY kromozomu taşıyanlar­
ca sağlanabileceğine dair yaygın inanışın bir yansımasıdır.
Erkeğin sakalı, ruh temizliğinin, sonsuzluğa yönelik aşkın
bilgeliğin güvencesidir; zihinsel ve ruhsal yetileri şüpheli XX
kromozomu taşıyıcılarındaysa bulurımaz.
Bu arada fark ettiyseniz saç konusunu açmayı bilerek
geciktiriyorum. Bu geciktirmede, bu açıdan biraz zaaf içinde
olmamın payı büyük. Gerçi bu durumun bazı faydalı yönle­
ri de yok değil. Her günümü saç fukarası olarak geçirmenin
hüznünü bir tarafa bırakırsak, böylelikle saçlarımı aklıma
esen mükemmel şekle sokamama sıkıntısından, dikkatle
geriye yatırılmış saç tutamının münasebetsiz yağmurla alna
yapışması derdinden ya da keli örtmek için yandan uzatılan
saçların densiz bir rüzgarla havalanması riskinden kurtul­
muş oluyorum. Tarama, ayırma, yıkama, şampuanlama,
yumuşatma, kıvırma, düzleştirme, kestirme, şekillendirme
gibi işler çok az zamanımı alıyor. Çoğu kez kellikle ilişkilen­
dirilen ünlü felsefi problem üzerinde serbestçe konuşmakta
da özgür olmam da cabası. Sorites'in "yığın paradoksun­
dan" bahsediyorum: Bir buğday yığınınız varsa, içinden bir
buğday tanesi almanız bu yığını yığın olmaktan çıkarmaz;

238
oysa yığından buğday tanesi almayı sürdürürseniz, eninde
sonunda yığın artık yığın olmaktan çıkacaknr.

Saç Felsefesi

Fotoğraflarla sabit olduğu üzere, 1 980 yılında kel değil­


dim. Oysa 1 990' da kel olduğum kesin surette görülebilir
hale geldi. Bu iki tarih arasında tepemden saçlar birer birer
döküldükçe kelleşmiş olmalıyım. Yine de (örneğin), " 1 6
Mart 19 8 7'de saat 04.15'te kel oldum," demek saçma
olacaknr.
"Sorun 'kelliğin' muğlak bir terim olmasından, kesin
olarak belirli bir miktarda saç kaybına karşılık gelmemesin­
den kaynaklanıyor," diye yanıt verebiliriz ama bu ne ilginç
ne de aydınlatıcı bir yanıt olacaktır. "Ben ne zaman kel
oldum? " sorusu, aslında bazı terimlerin kullanım örüntüle­
riyle ilgili epidemiyolojik bir soruna indirgenebilir. Şöyle bir
örnek verelim: "İngiliz konuşmacılar grubunun yarısından
çoğu bana kel dediğinde" kel olduğum söylenebilir. Belki de
bu sorun, "kel" sözcüğünün tam olarak hangi durumlarda
kullanılması gerektiğini şarta bağlayacak bir komiteyle
çözülebilir. Komite başkanı dünya genelinde kabul tale­
binde bulunsa bile, bu ancak işleri daha da zorlaştırmaya
yarar. Diyelim ki komite, sadece üç tam saçtan az saçı olan
kişilere kel denmesi gerektiğine karar vermiş olsun. Bu kez
de hangi saçın "tam saç" olarak kabul edileceği tartışma
konusu olacaktır.
Konunun daha da temeline inmeyi sağlayabilecek farklı
bir yaklaşım, sorunu, -örneğin insanların "kel" ve "kel
olmayan" şeklinde ikiye ayrıldığı- sözlü ifade dünyasıyla,
bire bir duyusal algılama arasındaki uyumsuzluk açısından
ele almak olabilir. Buradaki sorun, sonlu sayıda ayrı katego­
riye ayrılmış olan olgusal gerçeklik ile öyle olmayan aracısız
duyusal algılamanın birbirini tutmamasıdır.

239
Sorites paradoksunda, kayma veya uyumsuzluk diğer
durumlardaki kadar radikal değildir, çünkü bu paradoksta,
sözlü ifadeyi doğrudan doğruya dolaysız deneyime uydur­
ma girişimi söz konusu değildir. Söz konusu olan, bir sözlü
ifade sisteminin bir diğerine aktarılmaya çalışılması, ama
bunun da gerektiği şekilde yapılamamasıdır. Daha kaba bir
değerlendirme kategorisi (kel veya kel değil), daha ince bir
değerlendirme kategorisine (tek tek saçlar bazında) akta­
rılmaya çalışılmaktadır (gerçi bu sorunu "kel" kavramını
saç sayısına endeksleyerek aşmaya çalıştığımızda da, söze
dökülene bağlı kalındığında yaşanan direncin sistematik
olduğu hissine kapılır insan) . Bu nedenle felsefeciler, hiçbir
zaman "işin gerçeği şudur" denilemeyeceğini, bu yüzden de
endişeye mahal olmadığını savunurlar. Doğrudur da. Peki,
neden "işin gerçeği şudur" diyemiyoruz? İşte bunu açık­
layabilmek için konuyu biraz daha deşmemiz gerek. "İşin
gerçeği" diye bir şey yoktur, çünkü hiçbir gerçek -bilinçli
olarak söze dökülebilen hiçbir şey- duyusal algılama süreci
ile soyut bilgi düzeyi arasındaki açığı kapayamaz. Burada
kilit sözcük, "gerçek" sözcüğüdür: Bilgi ve sezgi arasındaki
ilişkide gerçeklikten söz edilemez. Gerçekler, bu ilişkinin
bilgi tarafında yer alırlar.
Konuyu deşmeye devam etmek istiyorum, çünkü gün
yüzüne çıkarılmayı bekleyen daha temel bir nokta var. Belir­
sizliğin nerede yattığı sorulduğunda, bunun nesnelerin kendi
içinde değil, nesnelerle ilgili deneyimlerimizde, onları algıla­
ma şeklimizde veya tanımlama biçimimizde saklı olduğunu
söyleme eğilimindeyizdir. Şurada oturan adamın kafasında
belirli sayıda saç vardır; saçları "çok" olarak algıladığımda
veya "çok" diye nitelendirdiğimdeyse belirsizlik ortaya
çıkar. Bu şekilde düşünmek, kendi içinde kusursuz olsa da,
kolaylıkla iki ciddi yanlış anlamaya yol açabilir.
Bunlardan birincisi, doğada bulunan nesnelerin doğaları
gereği kesinlik içerdikleri -kabaca değil de kesin bir şekilde

240
nasılsalar öyle oldukları- yanılgısıdır. Dikkat etmediğiniz
takdirde, kafayı örten saç kütlesi belirli veya belirsiz değil­
dir; kabaca veya kesin olarak şöyledir, böyledir denilemez;
yalnızca olduğu gibidir. Aynı şey, Mars'ta bulunan, görme­
diğimiz ve üzerinde yorum yapmadığımız bir kaya parçası
için de geçerlidir; görülmediği için kayanın kabaca veya
kesin olarak şu ya da bu büyüklükte olduğu söylenemez.
Kayanın, yalnızca kabaca algılayabileceğimiz yapısının
kesin bileşimi için de bu böyledir. Kesinlik, ölçüme bağlı
bir kavramdır. Kafayı saran saç kütlesi, kesin olarak kaç
telden oluştuğunu belirleyecek bir ölçüm sisteminin içine
kendiliğinden girmez. Ölçüm sisteminin dışarıdan gelmesi
ve miktarı ölçmesi gerekir.
İkincisi, insanlar duyuların gündelik bilgiye veya bilim
adı verilen organize bilgiye kıyasla daha belirsiz olduğunu
düşünme eğilimindedirler. Aslında duyular için belirsiz bile
denemez; tutunacak sağlam bir zemin bulabilmek için,
belirsizlik veya kesinlik kavramlarına dair söze dökülme­
yen duyular düzeyinin üzerine çıkmamız gerekir. Bu sorun
ancak daha yüksek bilinç düzeyi halleri arasında karşılaştır­
ma yapnğımızda -algı, bilgi, düşünce ve söylemleri birbirle­
riyle karşılaştırdığımızda- ortaya çıkar.
Olgusal gerçeklere bölünmüş olan bilgi ve (felsefenin onu
bilgisayarlardaki gibi iki değerli bilinç modellerine indirge­
me girişimlerine rağmen) böyle bir bölümlenme gösterme­
yen, söze dökülmeyen, atomlarına ayrılmayan deneyim
arasındaki farklılık... Pek öyle görünmese de, tartıştığımız
bu konu kafayla ilgili incelememiz açısından merkezi önem
taşıyor. Aracısız olarak kendimi hissetme deneyimimle,
benimle ilgili olgusal gerçekler arasındaki; kafamı hissetme
deneyimimle, kafamla ilgili olgusal gerçekler arasındaki bu
ilişki, insan olma halinin "kafa" üzerinden değerlendirildiği
bu inceleme açısından merkezi öneme sahip.2 Deneyimle,
Martin Heidegger'in bağımsız/uzak olduğumuz dünyaya

24 1
dair "deneyimin bozulması" dediği şey arasındaki gerilim,
insanoğlunun aynı anda hem laneti hem de zaferidir.

Saç ve Kimlik

Ezoterik konulardan biraz uzaklaşmakta fayda var. Kita­


bın başından beri, kafalarımızla ne dereceye kadar özdeşleş­
tirilebileceğimiz veya özdeşleştirilip özdeşleştirilmeyeceğimiz
sorusunu tartışıp duruyorum. Söz konusu saçlar olduğunda,
yanıt çok açık görünüyor. Saç şeklimiz başkalarına nasıl
göründüğümüzü etkiler ve bu kafamızı çok meşgul eden bir
konudur, evet, ama saçlarımız biz değilizdir. Aksi takdirde
saç kestirmek çok ağrılı, büyük olasılıkla anestezi gerektiren
ve sonrasında insana kayıp hissi yaşatan bir şey olurdu.
Kafanın ürettiği bir nevi salgı olan saç, kulak kiriyle tırnak
arasında bir yerde durur (hepsi de birbiriyle yakın akraba­
dır). Yine de saç tutamının pek bir özelliği olmadığını düşün­
mek insana zor gelir. Ne de olsa aşıklar, birbirlerine kesik
tırnaklarını değil de saç tutamlarını veririler (halbuki tırnak,
ilk sahibiyle saça oranla daha fazla zaman geçirmiştir).
John Donne'un "The Relic" (Yadigar) adlı dokunaklı
şiiri, saçı, bedenimizin en dışsal ötekiliğini, en içsel ötekiliğin
yanına yerleştirir:

Mezarımı açan kisi,


Kemige sarılmış parlak saçtan bilezigi görünce,
Burada; bu buluşun bir şekilde
O en son günde, ruhlarını bir süreligine
Bu mezarda buluşturabilecegine inanan
Asık bir cift yahyor diye düşünüp
Bizi yalnız bırakmayacak mı?

Beraberliğin ölümden sonra da devam edebileceğine dair


boş umutların, saç ve kemik (yani aslında ben olan ama

242
bir yandan da ben olmayan) arasındaki bu kucaklaşmadan
daha yürek burkucu bir ifadesi olabilir mi?
Birkaç yıl önce patlak veren hukuki bir tartışma, bu
çelişkiye ilginç bir boyut kazandırdı. Anne babalar, Alder
Hey Hastanesi'nde çocuklarına ait organların herhangi bir
izin olmaksızın bilimsel amaçlarla alındığını fark ettiler. Bu
olayın hemen ardından alelacele hazırlanan İnsan Dokusu
Kanunu (Human Tissue Bill), insan dokularının yazılı izin
olmadan bilimsel araşnrma amacıyla alınmasını üç yıllık
hapis cezası hükmüne bağladı. 3 Buna bağlı olarak, hangi
dokuların insan bedenine ait sayılacağı sorusu gündeme
geldi. Saçım bana bağlı olduğunda bariz bir şekilde benim­
dir, peki ya kesildiğinde ? İşte bu yüzden düzenli berber
ziyaretlerimiz sonrasında kırpılan saçları toplayıp eve götür­
meyiz. Oysa saçın kökü deriye bağlıdır ve deri de kuşkusuz
bana aittir. İşte bu noktada doktorun hapse gönderilmesine
gerekçe oluşturacak sınırın belirlenmesi sorunu baş gösterir.
Sorun çözülemeyince, kanun mucizevi bir şekilde biraz daha
pratik hale getirilmiştir.
Öte yandan, saçlarımız bize ihanet de edebilir. Cinayet
mahallinde dökülüp kalmış birkaç saç teli zanlıyı ele verir.
Uyuşturucu alışkanlığı için yapılan tetkiklerde, kan ve idrar
testlerimiz temiz çıksa ve biz masum olduğumuzda diretsek
de, saç teli analizi, aylar sonra bile gerçeği ortaya koyar.
İdrar ve kan testleri mevcut durum hakkında bilgi verirler;
oysa saçın daha uzun bir belleği vardır.

Yapay Örtü

Konuya makyajla başlayalım. Yüzü daha güzel veya daha


korkutucu hale getirmek için ya da daha saygın nedenlerle
uygulanan yüz boyama uzun bir geçmişe sahiptir. Makyaj
tarihçesinin derinliklerinde, cinsel cazibeyi artırma, korkut­
ma veya statü arayışı gibi farklı amaçlar yatar. Gelin şimdi,
yüzün daha çekici hale getirilmesini mercek alnna alalım.

243
Makyajın alet çantası hayli kalabalıktır: Rimel, göz
kalemi, kremler, pudralar, rujlar, parlatıcılar ve daha neler
neler... Tabii bir de, elimizde olmayan nedenlerle ortaya
çıkan ve hissettiğimizden farklı bir görünüm sergileyen ten
rengimizi düzeltmeye yarayanlar... Doğumsal kalp anoma­
lisi nedeniyle kalp odacıkları arasında şant bulunan genç
bir kızın yanakları, yıllarını deniz üzerinde rüzgar, tuzlu
su, alkol ve badirelerle geçiren bir denizcininkiler kadar
kırmızı olabilir. Diyeceğim o ki, makyaj yapmak tuhaf şey­
dir. Ruj veya allığı ele alalım. İşin esası, insan bedenindeki
renklerin en çabuk solanını, yani "al yanaklı hayvanın"
yanak kızarıklığını, bir takım mineraller kullanarak sürekli
hale getirmekten ibarettir. Ruj dudakları, farklı zaman, yer
ve karşılaşmalara yayılan sahte bir cazibeye büründürür.
Bir dudağa sürülen rujun sürtünerek diğerine yayılması,
insan ağzının bu anatomik dış uzantısının oldukça ilginç ve
kışkırtıcı hareketlerinden birdir. Dudaklar, görünümlerini
güzelleştirmek için düpedüz işbirliği yapmaktadır.
Şempanzelerde (ve son dönemde fillerde) kendilik bilinci
düzeyini ölçmek için rujdan yararlanılmıştır. Yanağına boya
süren şempanze bir aynanın karşısına konulduğunda, hay­
van lekeyi fark eder ve silmeye çalışır. Bu davranış, şempan­
zenin diğer primatlardan farklı olarak bir benlik bilincine
sahip olduğunu; ya da en azından, aynada gördüğü yüzün
kendisine ait olduğunu, kendisi olduğunu sezdiğini ortaya
koymaktadır.4 Bu deneyin sonucu bayağı abartılmış, şem­
panzelerle aramızdaki farkın düşündüğümüzden de az oldu­
ğunu gösterdiği ileri sürülmüştür. Benim fark ettiğim şey ise
şu oldu: Şempanzeler ruj almazlar; acaba kıyafetine uyar mı
veya modaya uygun mudur diye, rujun rengi üzerine kafa
patlatmazlar; sürdükleri ruj sevgililerinin aklını başından
alır mı ya da annelerinin yüreğine indirir mi diye düşünmez
yahut da akıl danışmak için arkadaşının veya renk danışma­
nının kapısını çalmazlar.

244
Maske, dış görünüm etkisinin güçlendirilmesi, denetlen­
mesi veya düzeltilmesi açısından daha radikal bir çözüm
sunar. (Rol teorisinin savunucuları, bütün yaşamın, benliğin
diğer benliklere takdimi işini yönetmek için bir maske yara­
tıp, onu sürdürmeye adandığına inanırlar.) Etrafımızdakiler
üzerinde belirli bir izlenim yaratmak ve bu izlenimin farkına
varma larını sağlamak için bazı yardımcılardan -mesela
gözlüklerden- yararlanılabilir. Monokller, tel çerçeveli veya
uzun saplı gözlükler bizim adımıza konuşurlar. Yeri gelmiş­
ken, son yılların göze çarpan akımlarından birinden, yüzler­
de giderek yaygınlaşan metal takılardan söz etmemek olmaz.
Günümüzde küpelere ve kolyelere, artık piercing'ler
de eklendi. Burun, kaşlar, kulakkepçesi, dil... Piercing
uygulaması için fazla hassas veya hijyenden uzak diye
düşünülen beden bölgesi kalmadı diyebiliriz. Piercing ile
metale bürünenlerin çoğu, aynı dövme yaptıranlar gibi,
bunun bir kendini ifade etme, kişiliklerini ortaya koyma
şekli olduğunu söyleseler de, bu uygulamaların anlamı pek
de açık değil. İşin içinde bir tuhaflık olduğu kesin: Modaya
uymak, kişinin benzersizliğinin, kendine özgülüğünün tam
zıddıdır; zaten moda, tanımı gereği çok fazla kişinin aynı
tarzı benimsemesini gerektirmez mi? Moda akımları, bire
bir taklide dayanan salgınlardır. Olsa olsa dünyanın bir
kısmına -yerleşik değerlere sahip çıkanlara- bir başkaldırı
olarak görülebilirler. Bazen de, "ben bu dünyaya ait deği­
lim" anlamını taşıyabilirler.
Bütün canlı ve cansız varlıklar gibi, yüzlerimiz de termo­
dinamiğin ikinci kanununa tabidirler. Aslında yüzlerimiz,
bir hayli negatif entropi (veya düzen) barındıran karma­
şık nesnelerdir ve olanaksızlıklarına karşı gülümsemeye
devam ederler. Dolayısıyla da makyaj ve takıların, yıpranıp
bozulma belirtilerini gizlemeye yetmemesi şaşırtıcı değildir:
Bazen daha radikal yapısal değişiklikler yapmak gerekir
(düzeltilecek kısım çok fazlaysa, kişiyi baştan yaratmak bile

245
gerekebilir). Bunun için mutlaka bisturi de lazım değildir.
Artık yüzü yeniden şekillendirmenin daha hoş yöntemleri
geliştirilmiştir.
Son yirmi otuz yılda, "BoToksikasyon" neredeyse salgın
haline geldi. Bu aslında oldukça cüretkar bir fikir. Ne de olsa
Botulinum toksini, en öldürücü zehirler arasında yer alır.
Clos'tridium botulinum adlı bir bakteri tarafından üretilen
bu toksin, elektriksel uyarıların kaslarla sinirler arasındaki
bağlantılardan geçişini engelleyerek canlıları öldürür. Yıllar
yılı gözleri kısmak, kaşları çatmak, gülümsemek ve yüzü
akla gelebilecek her türlü mimik için eğip bükmek, kaşların
arasında, alında ve göz kenarlarında (kazayağı bölgesi)
derin kırışıklıklara neden olur. Botulinum toksini mimiklerle
kırışan bölgelere enjekte edildiğinde, buradaki kas geçici
olarak zayıflar ve kullanılmadığı için yumuşar; böylelikle de
yüzümün hareketlerinin bir dökümünü sunarak yaşımı ele
veren çizgiler kaybolur. Elbette ki bu yalnızca bir geciktirme,
bir ertelemedir. Kırışıklıklar bir süre sonra geri döner, enjek­
siyonların tekrarlanması, yüzün artık eskisi kadar güzel
olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi ve güzelliğin tamamen silinip
gitmemesi için her an tetikte beklemesi gerekir.

246
Dördüncü Felsefi Arasöz

Kafamıza Göz Kulak Olmak

Kendimizi nasıl ve ne dereceye kadar kafamızla özdeş­


leştirirsek özdeşleştirelim, geleceğimizin kafamızın gele­
ceğine bağlı olduğu yadsınamaz. Bu yüzden de genellikle
kafalarımıza iyi bakarız. Bunu doğrudan ve dolaylı olarak
yapabiliriz. Mesela kafamıza iyi bakmanın yollarından biri,
kalbimize iyi bakmaktır. Kalbimizi korumak için, kafa­
mızdaki delikten bedenimize sağlıklı yiyecekler doldurur,
egzersiz yapar, bedenin iç dengesini düzenleyerek kendini
koruma çabalarına katkıda bulunacak şekilde ter atarız.
Şapka takmak, kafamızı doğrudan koruma yollarından
biridir. Daha doğrudan yapılacak şey ise, temizleyip bakım
yaparak kafalarımızın görünümüne ve sağlığına özen gös­
termektir.
Kafa bakımı çok basamaklı bir işlemdir: Kulak delik­
lerini temizlemek, sümkürüp bumu boşaltmak, gözlerdeki
uyku izlerini silmek, kaşları almak, yüzü yıkamak, makyaj
yapmak ve ara ara tazelemek, saçları taramak gerekir.
Ben sabah serenatlarının en sıradanı olan "yüz yıkama"
konusuna değinmek istiyorum. Ezelden beri yüzümüzü
yıkadığımız için, bu işin ayrıntılarının çoğu kez farkına bile
varmayız.
Depolar ve borular içinden nazikçe geçen; küvet veya
duşa ulaşmadan önce onu, -haklı haksız gözetmeksizin
herkesin üzerine aynı şekilde yağan yağmurdan farklı
olarak- fizyolojik gereksinimlerimize göre ısıtıp soğutması
beklenen sistemdense pek o kadar nazik sayılamayacak
şekilde geçen suyu ve Francis Ponge'un "sihirli taş " l olarak
adlandırdığı sabunu bir yana bırakırsak, aslında yıkanma
işleminin kendisi de oldukça olağandışıdır. Bedenimin bir
parçasını (kafam) yıkamak için, başka bir beden parçasını

247
(ellerim) kullanırım. Burada araç da amaç da benimdir. (Bu
ilişki ellerimi yıkadığımda daha da karmaşık hale gelir. ) 2
Yıkamanın niteliği dilbilgisine de yansımıştır. Yunan­
cada "louomai: yıkıyorum" , etkenle edilgen arasında bir
yerdedir. İngilizcede [Türkçede de], yıkanacak şey bir
araba veya bulaşıklar olduğunda "yıkamaya gidiyorum",
yıkanacak şey kendim olduğunda "yıkanmaya gidiyorum"
diyebiliriz. Yıkandığımızda, eylemin öznesi de nesnesi de
kendimizdir. Diliyle poposunu yalayan kedi için de aynı
durumun geçerli olduğunu düşünenlerse yanılırlar. Kedi
ne özne ne de nesnedir; kedinin kendi bedenini bir nesne
olarak gördüğü söylenemez. Bunun nedeni kedinin, kendi
bilinciyle veya benim gibi kendisi olarak, kendi bedeninin
farkında olmamasıdır. 3
Yıkandığımda, bedenim bir nesne haline gelir. Başka
şeyleri yıkamak için ne yapıyorsam, bedenimi temizlemek
için de aynısını yaparım. Kulak kirini temizlemek için
kullandığım çubukları, klavyenin arasına kaçan bisküvi
kırıntılarını ve diğer pislikleri temizlemek için de kullanı­
rım. Kafamı yıkarken önce ıslatmak, sonra sabunlamak,
durulamak ve kurulamak, onun inatçı nesnelliğini, daya­
nıklılığını, üstü kapalı ötekiliğini hatırlatır. Bu rutin bana
her gün ölümlü olduğumu hatırlatan bir memento mori
gibi görülebilir. Dişlerimi fırçaladığımdaysa ovma işi tama­
men mekaniktir.
Öte yandan diş fırçalama, bütün bir gün kendinizi kötü
hissetmeyi göze almadan es geçilebilecek bir temizlik işlemi
değildir. Dişimizi fırçalamamışsak diğer kafalardan uzak
durmak zorunda kalırız ki bu da gündelik işleri bayağı
aksatacaktır. İki dakikayla sınırlandırılması önerilen diş
yıkama faaliyeti, özel gece yaşamı ile insanların içine
karıştığımız gündüz yaşamının sınırını çizer. Dişlerimizi
fırçalamamızın pek çok nedeni vardır ama bunlardan en
önemlisi onları çürümekten (veya çürük gibi görünmekten)

24 8
korumaktır. Kendisi bir şeye yol açmayıp da, oluşabilecek
bir şeyi engellemek için yapılan bu faaliyet, bedenin, önüne
geçilmesi gereken çürümeyi kendi bünyesinde barındıran ve
bakıma gereksinim duyan bir nesne olduğuna dikkat çeker.
Dişlere sezgisel olarak uygulanan bu bakım faaliyetin­
den, temeli bilime dayanan ve önleyici, koruyucu, düzeltici
uygulamalardan oluşan koca bir diş hekimliği sektörü doğ­
muştur. Diş hekimliği, dünyanın en mahrem yerine üçüncü
şahıs bilincini, yani bilgiyi sokar. Bize ağzımızdan daha
yakın, birinci tekil şahsı daha iyi temsil eden bir yer olabilir
mi? Düşünün ki öpüşünce, öpüşülen kişinin ağzı bile üçün­
cü şahıstan ikinci şahsa yükselir. Yine de, ağzınızda her an
diş çürüğüne bağlı zonklayan ağrılar ortaya çıkabileceğini
kabul edersiniz. Bu durumda bütün dikkat ağza odaklanır;
artık size bir yarar sağlamayacağını düşündüğünüz dişinizle
yolları ayırmak isteyebilirsiniz. Göründüğü kadarıyla en
soğuk bilim, bedenimizin en sıcak köşelerinde kendine yer
bulabilir.
Öyleyse diş macununa selamlar olsun! Diş macunu
hem ağzımızın koku gidericisi (daha doğrusu koku değiş­
tiricisi, çünkü kişiye özgü kokuları giderip, bunların yerini
kimyasal veya markalı kokuların almasını sağlar) hem de
jel içine yedirilmiş zımparalayıcısıdır. Bedenin bu bölgesine
yönelik sistematik ovma parlatma çalışmasına iki dakika
ayrılmalıdır: "Üst dişlerin ön yüzü, üst dişlerin arka yüzü,
üst diş etleri, alt dişlerin ön yüzü, alt dişlerin arka yüzü, alt
diş etleri, diş oyuklarına ve dik başlı diş kirlerine özel mua­
mele" sırasıyla gerçekleştirilen bu işleme ayrılan iki dakika
uzadıkça uzar, 1. Dünya Savaşı'nda ölenler anısına düzenle­
nen iki dakikalık saygı duruşu merasimlerine benzer.
Basit diş fırçalama döngümüzün içinde, devasa bir çark
gizlidir. Bu çark, bilinen dünyanın pek çok alanını kuşa­
tır. Bir yurtdışı seyahatine çıkıyorsanız, gittiğiniz ülkenin
prizine uygun bir adaptör edinmeniz şarttır. Diğer bütün

249
alet edevatınızın yanında elektrikli diş fırçanızı da şarj ede­
bilmeniz için gereklidir bu. Fırçalayan elle fırçalanan ağız
arasında gerçekleşen ileri teknoloji ürünü bu etkileşime,
yüzlerce kilometre ve binlerce soyut kavram katılır. Misal,
İtalya'nın ücra bir köşesinde keşfedilen Volta pilinin soyun­
dan gelen yeniden şarj edilebilen piller, Avrupa Birliği'nde
üretilmiş, üç dilde uyarıyla döşenmişlerdir. Sonra, beyaz­
latma teknikleri, diş taşı oluşumunun engellenmesi, mik­
ropların öldürülmesi vesaire gibi ince ayrıntılardan oluşan
muazzam bir teorik diş macunu altyapısı söz konusudur.
Hatta diş macunu tüpünü en uygun şekilde sıkma, kapağı
kapatma, yeterli miktarı fırçanın üzerine yayma gibi daha
hassas noktalar da gündeme gelir. Macunu, sıkıldığında
İngiltere bayrağının çizgilerine benzer şekilde çıkmasını
sağlayacak biçimde tüpün içine yerleştiren yurtsever tekno­
lojiden bahsetmiyorum bile ... Dişimi temiz tutmam için kaç
kafanın bir araya gelmesi gerekti acaba?
Görüldüğü üzere, kendimize gösterdiğimiz en mahrem
ve en dolaysız ilginin somut göstergesi olan vücut bakımı­
na, bir dolu kavramsal veya gerçek macera, gerek doğal
dünyadan gerekse insanların dünyasından birçok farklı
mecra dahil oluyor. Yani kedinin diliyle kendini yalamasın­
dan çok farklı bir durum söz konusu. Kedi kendini temiz­
lerken, bedenin yalayan parçasıyla yalanan parçası arasına
giren hiçbir şey yoktur çünkü. Oysa bizler temizlenirken,
fırçanın üzerine sürülmüş diş macunu örneğinde olduğu
gibi, anlaşmalardan ürünlere, kurumlardan tüzüklere uçsuz
bucaksız bir dünya devreye girer.

250
1 3 . Bölüm

Savaşlarda

Dövüşen Kafa

Orta sınıf çocukları, sokaklardaki gündelik şiddetle başa


çıkma konusunda çoğu zaman pek de başarılı değillerdir.
Kıza hakaret edilmiş, o da manganezce zengin göz salgıla­
rıyla karşılık vermiştir. Derken oğlan yardımına koşar. Ken­
dini okuduğu çizgi romanlardaki kahramanlara benzeterek,
sataşanlara yumruklarını gösterir. Çok geçmeden kendini
sulanmış bir burunla yerde buluverir. Bu sefer tuzlu su
salgılama sırası oğlana gelmiştir, ancak fiziksel ve duygusal
acının karışması nedeniyle, onun salgısının manganez içeriği
biraz daha farklıdır. Oğlan, boksta Queensberry Kuralları
adıyla bilinen dürüst dövüşme kurallarına ancak dövüşü
pek ciddiye almayanların uyduğunu; fiziksel ve sosyal
olarak ayakta kalmak için ellerini silah olarak kullanmak
zorunda olanlarınsa kurallara boş verdiğini unutmuştur.
İngilizlerin "Glasgow öpücüğü" dediği okkalı kafa darbele­
rinden birine maruz kalmıştır.
Bir silah olarak kafa, elin çok yönlü becerikliliğinden
yoksundur. Bir diğer dezavantajı da, hasar verebilmek için
yakın (yumrukta kullanılan ellerden de yakın) ve kişisel
temasa gerek duyması, bu nedenle de hasar vermek istediği
kişiden hasar görme riskiyle karşı karşıya kalmasıdır. Öyle

25 1
ya da böyle kafa, başka bir kafaya kafa atma aracı olarak
kullanılmak için yeterli donanıma ve taşlamalardakinden
daha yoğun bir "dokundurma" kapasitesine sahiptir. Beyni
koruyan kemikler çok dayanıklıdır. Kafatasının en kalın
kemikli ve doğal bir yuvarlaklığa sahip kısımları, silah ola­
rak kullanıma çok elverişlidir. Şimdiye dek kafalarına bu
gözle bakmamış olanlar için özetleyecek olursak, alın kemi­
ğinin saç çizgisine yakın olan kısmı, yan kafa kemiklerinin
üstteki yuvarlak kısımları ve art kafa kemiği bu kategoriye
girer. İşin püf noktası, kafanın en az acıyan kısmıyla, rakibin
kafasının en hassas yerine vurabilmektedir. Mesela rakibin
dişlerine kafa atmak mantıklı olmaz, çünkü dişler de etkili
silahlardır ve onları dökeyim derken, kafanızı saran hassas
deriye daha çok zarar verebilirsiniz.
Kafa, fiziksel ve psikolojik silahlarla dolu bir cephaneliğe
benzer. Kafa kafaya vermenin en ilkel şekli olan kafa atma,
aslında bütün diğer doğrudan silahlar etkisiz kaldığında
başvurulacak son çaredir. Karşısındakini bir bakışıyla öldür­
mek eski bir mit olsa da, bakışlar gerçekten de insanı hipno­
tize edip savunmasız bırakabilir; mızrağı paçavraya, dizleri
pelteye çevirebilir. Hırlama, bağırma, haykırma, çığlık atma,
bela okuma, tehdit etme de benzeri amaçla kullanılabilir.
Tükürme, rakibi püskürtmeye yararken; ısırma, yarattığı
şiddetli ağrıdan daha derin bir acı yaratır. Acıyan yaraya
sirke sürmenin yarattığı yakınlaşma, cinsel yakınlaşmanın
feci şekilde tersine dönmüş bir şeklidir ve sevişmede olduğu
gibi, fiziksel duyumlar insanı saldırganın bedeninin kendisi­
ne dokunduğu yerde olmaya zorlar. Isırık, eti olduğu kadar
ruhu da yaralar. Elias Canetti bütün silahların imha edilip
yalnızca ısırmaya izin verilen bir dünya düşler. Niall Fergu­
son, "böyle radikal bir şekilde silahsızlandırılmış bir dün­
yada soykırım olup olmayacağını" sorgulamakta haklıdır.1
Kafanın bir silah olarak kullanılması, insanın kendi
kafasının maddesel özelliklerinden faydalanmasının tuhaftı-

252
ğına bir örnektir. Bu konuya daha önce "Ce-ee" oyununun
fenomenolojisinde de değinmiştik. Hanrlarsanız "Ce-ee"
oyununda da oyuncular, kafanın maddesel özelliklerinden
bir başkasını, "görünebilirliğini" kullanıyorlardı. Oysa kafa
atma, ısırma ve tehditkar bir şekilde bakmada, kafanın
bilinçli bir şekilde maddesel bir nesne olarak kullanımı bir
adım ileriye götürülür. Kafa atma gerçekten de çok acayip
bir davranıştır, çünkü çok ilkeldir. Burada kafa, karmaşık
görsel manzaraları anlama, konuşma, sesleri analiz etme
ve soyut düşüncelerle uğraşma gibi muazzam yetenekleriyle
değil de, ağırlığı (yaklaşık 5 kilogram)2 ve geri çekilip tosla­
ma avantajıyla ilgili amaçlar için kullanılır (gerçi kavganın
galibi olmak için görme yeteneğinden, anlaşılmaz homurtu­
nun tehdit olduğunu anlamak için işitmeden ve olasılıklar
uzayını analiz etmek için düşünme yeteneğinden yararlan­
madan kafa atmak da mümkün olamaz ya ... )
Eski bir hatadan kaynaklanan, uzun süre içten içe büyü­
tülmüş bir hınçtan beslenen ve önceden planlanan bir sokak
kavgasında, basitin ve karmaşığın, somutun ve soyutun bir­
likteliği iyice çapraşık bir hal alır. Düşünen kafalarını başka
kafalara zarar vermek üzere saptanan yere getiren elebaş­
larını düşünün. Elebaşları, casus belit üzerine kafa yoran,
güzergah belirleyen ve taktik planlayan kafalarını maddesel
birer araç olarak kullanacak, yine maddesel nesnelere
indirgenmiş başka kafalara zarar vermeye çalışacaklardır.
Kafanın futboldaki kullanımı da aklıma benzer düşünceler
getiriyor. Topa kafa atma, dünyanın en karmaşık nesnesini
içeren ya da içerdiği söylenen bir yapının utanılası bir kulla­
nımıdır. "Kafa atma" eylemi -eğer orada "kafayı üşütmüş"
biri yoksa- grotesk bir skandaldır.
"Glasgow öpücüğü" deyimi, şu koca dünyayı mecazlara
sığdırarak kavramamızın ilginç bir örneğidir (bu mecazda,
iki milyon kafadan oluşan, benimki kadar karmaşık kişisel


[Lat.] Savaş nedeni. (ç.n.)
253
ve kolektif geçmişlerle örülü bir kent, bir sözcüğe indir­
genmiştir). Aynı şey, biriyle alay ederken dudaklar ve dille
çıkarılan yellenme sesi taklidi için kullanılan "Bronx cheer"
deyimindeki pişkin New York alayında da söz konusudur.
Bu tür klişeler, dünyayı bize ait bir yer haline getirmemize
katkıda bulunur.

Savaştaki Kafalar

Kafa korkunç bir silahtır, ama öyle olmasının bir nedeni


de saldırdığı kafaların kolay incinebilir olmasıdır. Dolayısıy­
la korkunç olduğu kadar korkutucudur da. Elbette kendini
korumak için savunma mekanizmaları da vardır. Beyin,
oldukça dayanıklı bir kemik zırh içine yerleştirilmiştir. "Ağır
nesneleri kafasında dengede tutma" işiyle profesyonel ola­
rak uğraşan (ve bu meslekle, dünyada herkese uygun bir iş
olduğunun canlı kanıtı olan) John Evans, 24 Aralık 1997'de
BBC televizyonunda yayınlanan gösterisinde, toplam ağırlı­
ğı 1 90 kilogramı bulan 101 tuğlayı 10 saniye boyunca kafa­
sında dengede tutmayı başarmıştır. Oysa kemik labirentin
içine yerleşmiş hassas iç kulak mekanizmaları ve kemikten
oyuklarına gömülmüş göz yuvarlarının güvenliği daha göre­
celidir. Koruyucu gözlükler, kulaklıklar, dudak koruyucular
ve kasklar bu durumu çok da fazla değiştirmezler.
Kafatasım korumak için tasarlanmış tank kadar sağlam
tuhaf başlıklar olan miğferler, savaşın sembolüdür. Geç­
mişleri Eski Yunan'a kadar uzanır: Homeros'un savaşçıları
miğferlidir. Daha da eski tarihli Miken Uygarlığı'na ait
Kuyu Mezarlarda bulunan, asilzade sahipleriyle birlikte
gömülmüş hançerlerin üzerindeki desenler, miğferlerin en
az 3000 yıldır kullanıldığını ortaya koymaktadır. (Kafa
koruyucu bir gerecin tamamen dekoratif amaçla çizilmiş
resminin, kafadan kafaya aktarılarak anısını bu kadar uzun
süre koruyabilmiş olması ne tuhaf! Miğferi hançere işleyen

254
zanaatkar, öldükten binlerce yıl sonra bana -ve benim ara­
cılığımla size- bunları anlatacağını bilebilir miydi? ) 1 8 . ve
19. yüzyıllarda güçlü patlayıcı silahların miğfer kullanımını
anlamsız hale getirmesine kadar, miğferler savaşta en önemli
kişisel koruma aracı olmaya devam etmiştir. Her şeye kes­
kin ve çoğu kez anlamsız, zaman kaybından ibaret bir ilgi
gösteren ve bu özelliğiyle şimdiki Galler prensine rol model
olan Prens Albert tarafından tasarlanan miğfer, "kulak
koruyucu, kömür kovası ve lazımlık melezi bir şey" olarak
tanımlanmıştır. 3
Miğferler simgesel nitelik de taşırlar. Dünya savaşları
sırasında Alman ve İngiliz askerlerinin farklı miğfer şekilleri,
çizgi roman çizerlerinin karakterlerin uyruklarını "Ach­
tung! " veya "Blimey! " yazan baloncuklar çizmeye gerek
kalmadan kolayca belirtebilmelerini sağlamıştır. Yürürken
metalden bir ırmak gibi akan miğferli asker taburları,
20. yüzyılın ilk yarısındaki "nefret çağında" yapılan savaşla­
rın, totaliter askeri devletin ve topyekfuı savaşın simgesidir.

Miğferlerin altındaki kafalar, sanki bilinçten, kişisel irade­


den, düşünceyle uzak yakın alakalı her şeyden uzaklaşmış
gibidirler. İnsan maddeleştirilmiş, birey bir saldırı birimine,
etrafına elem dağıtan bir zombiye dönüştürülmüştür. Atılıp
uzun çimenlerin arasında kaybolmuş, ısırgan otlarına bürün­
müş, arılara yuva olmuş miğfer imajı ne kadar da hoştur.
İnsanın özündeki kırılgan korunmasızlığı hiçbir miğfer
ortadan kaldıramaz. Savaş bu korunmasızlığı yaratmaz,
yalnızca açığa çıkarır ve artırır. Kafalarımızı çarpıp dururuz .
Çarpılan kafanın acısı, insanlığın çok yakından aşina oldu­
ğu hislerden biridir. Yaşımız ilerlediğinde, yaralanan kafanın
sızısına, bir anlığına çocukluğumuza dönmenin getirdiği bir
bozum olma eklenir. Yapılan işin tam ortasında çıkagelen
bu acı, insanın sızlayan yerini tutup ahlayıp uflayarak,
dışkı, cinsel birleşme ve beddua sözcükleri sarf eder halde
-ve gayet de komik bir görüntü sergilediğinin farkında

255
olarak- volta atmasına neden olur. Shakespeare'in Büyük
Dük'ünün, acının temel nedenleri için dediği çok doğrudur:

"Bunların hepsi benim ne oldugumu anımsatan birer danış.


man."4

Bu, olsa olsa cehennemin en dış halkasıdır ve cehennem


sayısız halkalardan oluşur! Bizi adeta bir çizgi film karakteri­
ne çeviren düşmeler; insanın içine ukde olan ve bütün ilişkile­
rine yansıyan, arabanın ön camına balıklama toslama; saldır­
ganların çokça başvurduğu, burnu kanatan, hatta yeterince
kuvvetliyse kırıp tamamen bozan yumruk daha da beterdir.
(Bu sonuncusu, aynı zamanda kırılan gururun, umutların ve
arpacı kumrusu gibi düşüncelere dalmanın bir metaforudur.
Ara seçim sonuçlan, seçmen tarafından hükümetin burnuna
atılan yumruğa benzetilebilir.) Darbeler kulağın yırtılmasına,
kanla dolup karnabahara benzemesine yol açabilir. Başın
yan tarafına alınan şiddetli bir darbe insanı ömür boyu sağır
edebileceği gibi, kulakta sürekli bir çınlama da bırakabilir.
Parmakla, okla, çubukla, şarapnelle oyulan gözler, (C.S.
Forrester'dan alıntılayacak olursak) "kör acı çukurlarına"
dönerler. Ve hala en içteki halkaya ulaştığımız söylenemez.
Beyin, ayrıcalıklı konumuna rağmen, dışarıdan gelecek
darbelere ve içeriden gelebilecek inme ve enfeksiyon gibi
tehditlere karşı savunmasızdır. Travmatik beyin hasarı dene­
yimlerinden elde edilen bilgiler, hem beynin çalışma şekline
ışık tutmuş hem de benliklerimizin aslında hasar görmeye
karşı ürkütücü ölçüde korunaksız olduğunu gözler önüne
sermiştir. Beynin normal işleyişine olan bağımlılığımız,
titizlikle incelenmiş binlerce olgu üzerinden doğrulanmıştır.
Bunun en dramatik örneklerinden biri, 19. yüzyılın tartış­
masız en ünlü nörolojik hastası olan Phineas Gage'dir.
Bay Gage demiryolu inşaatı ustasıdır. Talihsiz bir kaza
sonucu, uzun demir bir çubuk kafatasının altından girip

256
üstünden çıkar. Önbeyin lobunun bir kısmını kaybennesine
neden olan bu olayın ardından, kişiliği tamamen değişir.
O eski, hedefe yönelik, çalışkan, soğukkanlı, terbiyeli genç
gider, yerine kötü huylu, sarhoş bir serseri gelir. Olguyu
yayınlayan Dr. Harlow, kaza sonrasında görülen kişilik
değişimini şöyle aktarmıştır:

Gage zaman zaman inadına dik başlı, yine de havai ve


kararsız, gelecege dair bir sürü plan yapan, yapar yapmaz da
başka planlar için vazgeçen birisi haline gelmişti... entelektüel
yetenekleri ve tavırlan bir çocuk gibi olsa da, güçlü bir adamın
hayvani tutkusuna sahipti.5

Kısacası Gage, kaza sonrasında kendini yönlendirme


veya denetleme yeteneğini tamamen yitirmiştir.
Beynimizin ve zihnimizin aynı deliğin içinde bulundu­
ğunu ortaya koyan pek çok sıradan gözlem de, beynin
merkezi önemini destekler niteliktedir. Kafaya alınan ve
beyinde hasar yaratan bir darbe insanı kör edebilir, hafıza­
sını etkileyebilir veya kişiliğini değiştirebilir. Bütün bunlar,
görme, hafıza ve kişiliğin -en ufak duyusal histen, hassas
bir şekilde dokunan benlik bilincine kadar her şeyin-,
hayati bir şekilde beyin işlevlerine bağımlı olduğunu gös­
terir. Nöromitolog bu durumu şöyle açıklayacaktır: Zihnin
veya ruhun merkezi beyindir; duyguları, algıları, benliği ve
kişiliği oluşturan her şeyi beyinde aramak gerekir. Burada,
"gerekli" ve "yeterli" koşulların birbiriyle karıştırılması
gibi bir yanılgı söz konusudur.
Diyeceğim o ki, her okkalı darbe, sıradan bilinçlilik hali­
mizin denetimimiz dışındaki şeylere ne kadar bağlı olduğu­
na dair bir uyarıdır. Tıp kariyerim boyunca, ikinci bir uyarı
şansını kaybeden öyle çok trafik kazası kurbanıyla karşılaş­
tını ki ... Otuz yıl kadar önce tanık olduğum bir sahne hfila

aklımda. Olay, kamyon kazasıyla bölünen bir düğünle ilgili.

257
Hastaneye önce damat getirilmişti. Derin komadaydı. Bu
da hiç şaşırtıcı değildi, çünkü röntgen bulguları, kafatasının
aynı haşlanmış yumurtanın kabuğu gibi her yerden ezilmiş
olduğunu gösteriyordu. Beynin dış yüzü kanla kaplanmıştı
ve beyin sapının beyinden ayrıldığı yerde çok sayıda kana­
ma odağı vardı. Damat hala kuyruklu damat ceketinin
içinde yatarken, sağlık personelinin telaşlı ayaklan altında
ezilmiş yaka çiçeği, servis arabasının yanında yerde duru­
yordu. Düğün alayının geri kalanı hastaneye ulaştığında,
damat çoktan ölmüştü.
Bilinci sonsuza kadar ortadan kaldırmak öyle kolaydır
ki. . . İnsan kafasını geliştirmek, terbiye etmek ve eğitmek
için yıllar yılı verilen emeğin, birkaç saniye içinde heba
olabilmesi korkutucudur. Uganda'da, Kamboçya'da, Ruan­
da'da en ilkel silahlarla yapılan katliamlar, bu gerçeği tüyler
ürperten bir şekilde ortaya koymuştur. Katliamlarda ilkel
yöntemlerin tercih edilmesi, yapılanların dehşetini daha
da artırmaktadır. Uganda'da İdi Amin, 100.000-500.000
kişiyi (en gerçekçi tahminler bu sayının 300.000 civarında
olduğunu ortaya koymaktadır) öldürtmüş veya ördürülme­
sine aracılık etmiştir. Kontrolden çıkan milisler tarafından
gerçekleştirilen katliamlarda en çok kullanılan yöntem,
kurbanın -yüzeyin sertliğinden yararlanmak amacıyla- yol
kenarlarındaki hendeklere yatırılması ve kafasının balyozla
ezilmesidir. Bir darbe ve bakışlar söner, sesler kesilir, gülüm­
semeler silinir, dünya yok olur gider. Öldürülenlerin sayısı
yüz binleri geçince, ölü bedenlerin icabına bakmak için
sistematik yaklaşımlar geliştirilmiş; hidroelektrik sistemin
tıkanmasını önlemek amacıyla cesetlerin Nil' den toplan­
ması gerekmiştir. Demek ki, tek bir canavar kafanın, yüz
binlerce başka kafanın ezilmesini emredebileceği bir dünya
düzeni mümkündür. Kafalar -özellikle de çocukların ve
bebeklerin kafaları- en basit silahlara karşı bile savunma­
sızdır. Kaçış yoktur; iç kulaktaki kemikten mahzeninin içine

258
yerleşmiş koklea için bile . . . Bir insanı öldürmenin bu kadar
kolay olması gerçekten akıl almaz.
Kafa kesmek, biraz daha incelikli, belirli bir güç, kılıç
veya balta gibi uygun bir silah ve biraz da eğitim gerektiren
bir iştir. Günümüzde mahkeme kararıyla gerçekleştirilen
kafa kesme işlemleriflin favori aracı kılıçtır. Suudi Arabis­
tan' da her yıl yaklaşık 100 kafa, gayet organize bir şekilde
kesilmektedir:

Her iki cinsten mahkumlar sakinleştirici verildikten sonra


polis kamyonetine bindirilip, ögle ezanını takiben bir meydana
veya otoparka götürülürler. Gözleri kapahlır ve bir gözbagıyla
örtülür...
Kendi kıyafe�eri içindeki mahkum, yalınayak, elleri ve ayak­
ları arkadan baglanmış halde [mavi plastik bir örtünün] ortasına
getirilerek, yüzü Mekke'ye bakacak şekilde diz çöktürülür. İçişleri
bakanlıgı görevlisi, orada hazır bulunan tanıklara mahkumun
adını ve suçunu okur.
Polis memuru kılıcı cellada verir. Parlak kılıcı birkaç kez hava­
da sallayan cellat, mahkuma yaklaşıp kafasını kaldırması için
kılıcın ucuyla sırtından dürter. Genellikle kafanın bedenden ayrı�
ması için tek bir kılıç darbesi yeterli olur; bu darbeyle kafa birkaç
metre uzaga hrlar. Saglık görevlileri kafayı doktora teslim ederler.
Doktor eldivenli elleriyle boyundan akmakta olan kanı durdurur
ve kafayı tekrar bedene diker. Ardından ceset mavi plastik örtüye
sarılarak ambulansa taşınır ve hapishane mezarlıgında isimsiz
bir mezara gömülür ... Suudi Arabistan' da cell&�ar işleriyle gurur
duyarlar ve bu meslek babadan ogla geçerek sürdürülür.6

Sakinleştiriciler, aklından son düşüncelerini geçirmekte


olan kafanın, kendi bedeninden ayrılmış halini ve infazın
korkutuculuğunu bulanık bir pencereden görerek kabul­
lenmesini sağlar. Oysa İskoç Kraliçesi Mary'den böyle bir
merhamet bile esirgenmiştir. Boyun kasları ve kemikleri sert
olduğundan, 1587'de Fotheringay Şatosu'nda gerçekleşti-

259
rilen infaz sırasında başın boyundan ayrılabilmesi için üç
darbe gerekmiştir. Kafayı besleyen geniş kan damarlarının
parçalanması, her zamanki gibi korkunç bir manzaraya
neden olmuştur. Kelle uçurmanın revaçtan düşüp, yerini
kurşuna dizme, zehirli enjeksiyon, gaz odası ve elektrikli
sandalye gibi yöntemlere bırakmasında, bu tüyler ürpertici
manzaranın rolü büyüktiiL Bu yöntemler uygulanan vahşe­
tin daha az somut iz bırakmasını sağlar.
Bir kafanın bir başka kafa tarafından mekanik olarak
imha edilmesi, her ne kadar yasalara uydurulup, devlet
stratejileriyle "meşrulaştırılmaya" çalışılsa da, kafa kafaya
veren insanlar tarafından kurulan dünyaya bir ihanettir.
Mütecavizin kafatasım patlatan balyoz -bir hamlede bütün
bir dünyayı ortadan kaldıran bir hareket-, ortak çabaları­
mızla kendimizi uzaklaştırdığımız dünyanın anlamsız mad­
diyatının tarafını tutmak anlamına gelir.
14. Bölüm
Yaşhlık Ufalması

"Yaşlılık ufalması, pratisyen hekimlerin 'ileri yaştaki hasto­


larda, biyolojik, psikolojik ve sosyal alanlarda bozulma... kilo
kaybı veya yetersiz beslenmeyle birlikte görülen ... ve belirgin bir
nedene baglanamayan kilo alamama durumunu' tanımlamak
için kullandıklan bir terimdir".
Ren Han, Mark Benaroia ve Barry Goldlist, University of
Toronto Medical Jouma/, 1 999, vol. 6(3)

Şimdi konuş ki sana yanıt vereyim;


Söyle, sana nasıl yardım edeyim;
On iki köşeli rüzgônn nefesi
Alıp sonsuzluga uçurmadan beni.
A. E. Housman, A Shropshire lad, XXX l l

Kafanız, bütün olasılıksızlığına rağmen var olmuş ve


yaşamını sürdürmüştür. Bu kafa, çok incelikli bir şekilde
farklılaşmış düzenli bir yapı olmasına rağmen, termodina­
milc dengeye doğru, farklılaşmamış bir tekdüzeliğe doğru
evrilen evrene yabancıdır. Zamanın okunun gittiği yön de
bu -düzenliliğin azaldığı- yöndür ve bizi oluşturan dokula­
rın özenli kendi kendini tamir etme mekanizmaları bu uçuşu
olsa olsa yavaşlatabilir ama durduramaz. Sonuçta tamir
mekanizmaları da tamire ihtiyaç duyar hale gelecekler ve

261
kullandığımız veya heba ettiğimiz ve artık bizim için belirli
bir işlevi kalmayan zaman, bizi de heba edecektir. Bizleı;
bazen korkuyla, gerçekleşmemeyi bekleyen kazalarız.
Zamanı geldiğinde, size ait bu kafa kendini tanıyamaz
hale gelecektir. Artık türlü çeşitli doğal veya insan yapısı
aynalara bakıp da, kendini kişiden kişiye değişen memnu­
niyetsizlik düzeylerinde seyredemeyecektir. Koca bir kaya
parçası veya bir turp kadar ruhsuzlaşacaktır. Kafa elbette ki
bunun ne zaman olacağını bilemez. Kendisiyle ilgili gelecek
planlarının hangisinde yer alabileceğini de bilmesi mümkün
değildir. Bu cehalet pek keyif verici olmamakla birlikte,
aslında bir nimettir.
Yine de bizi bekleyen sona; yaşlılık ufalması ve kasvet
içimizdeki yaşam ve aydınlık alevini tersine çevirmeden
önceki çaresizliğimize dair birçok uyarı işareti vardır. Yor­
gunluk, giderek artarak bilinç aynasını buğulamaya başlar.
"Küçücük yaşamlarımız bir uyku deniziyle kuşatılmıştır" ve
(tanıdığım pek çok yaşlıda gözlemlediğim televizyon izleme
alışkanlıklarına dayanarak) bu uykuya çoğu kez ekrandaki
melodram eşlik eder. Nihai edilgenlik haline doğru sürükle­
nirken kafamız aşağı yukarı sallanır durur ve bu bir onayın
değil, itiraz etmeden rıza göstermenin ifadesidir ancak.
Doğrulup dikkat kesilmenin yerini, umursamadan oturma
alır (bir bebeğin, başını tutmayı becerince boynunu uzatıp
dikkatli dikkatli bakmaya başladığı o muhteşem anı unut­
mak mümkün mü? ) . Kendi ağırlığını taşımaktan yorulan
kafa, geriye düşer ve yastığa izini bırakır.
Baş eğilmiş, ufuklar daralmış, yenilgi günü yaklaşmıştır.
Duyuların ayrım gücü ve erimi azalır. İlgi, sorumluluk ve
konuşma alanları daralır. İştah, coşku, arzu gideı; yerine
kayıtsızlık gelir. Heves gönülsüzlüğe bırakır yerini. Dost­
ların, arkadaşların, düşmanların sayısı azalır; "kaybetme"
-erişememe, yakalayamama, elinde tutamama- hissi baskın
hale geçer. Dünya kapanmaya başlar. Son yurtdışı tatili, son

262
kır yürüyüşü, son şehre iniş, parktaki son gezinti, postaneye
son gidiş, merdivenlerden son çıkış ... Yaşam alam giderek
birkaç oda, tek bir oda, yatak ve nihayet insanın kendi
bedeniyle sınırlanır. Bedenlerimizin içinde bir bebek ola­
rak doğduğumuz andan itibaren giderek genişleyen dünya
balonu yavaş yavaş sönmektedir. Kafanın dünyası -ki bu
dünyanın sınırsızlığı karşısında kafanın kendisi küçücük
kalmıştır- giderek ufalmaya başlar ve sonunda içinde geliş­
tiği kafanın boyutlarına kadar iner; keşfedilen ayak par­
makları unutulur; geriye yalmzca giderek parçalara ayrılan
seslerin yankılandığı duyular kalır. Büyük Uyku yaşamımızı
kefenlemeye hazırlanmaktadır.
Ama gelin biz önce Küçük Uyku ile ilgilenelim.

Uyuklayan Kafa

Geldim uykunun sınırlarına


O dipsiz derinliklere,
Dogruca veya dolanarak,
Er veya geç herkesin
Yolunu kaybedecegi o ormana;
Seçme hakkı yok ellerinde. 1

Düşünmekten yoruldunuz ama yine de düşünmekten


bir türlü kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Trende yammzda
uyuyan adamın insanı huzursuz eden görüntüsü dikkatinizi
dağıtıyor, uyuyamıyorsunuz. Kendinden geçmenin çaresizli­
ğiyle kaykılmış olan adamın kafası arkaya düşmüş, dünya­
nın farkında değil, ağzının kenarından salyası akıyor.
Size, yaşamınız boyunca her gün saatler boyunca istemli
hareket etme yeteneğinizi kaybedeceğiniz ve halüsinasyon­
lar görmek zorunda kalacağınız bir hastalığa yakalanacağı­
nızı söyleseler, böyle bir illete yakalanmamak için, ateist bile
olsanız, Tanrı'ya yalvarmaya başlamanıza kimse şaşırmaz-

263
dı. Oysa bu illet tüın dünyayı sarmış durumdadır. Aslında
asıl acınacak olanlar, bu illetten mustarip olmayanlardır.
Neden bahsettiğimizi kuşkusuz anladınız: Uyanıklık halini
düzenli bir şekilde ve zorunlu olarak bölen uykudan bah­
sediyoruz elbette. Birkaç dakikalık kendinden geçmelerden,
gündüz düşü görmelerden ve gözlerimizi kapatıp bir tutam
dingin karanlığın keyfine vardığımız şekerlemelerden değil
de, uzun yekpare uykudan ... Günlerimiz uykuyla başlayıp
uykuyla biter ve yaşam yayı, uykulu bebeklik çağı ile uykulu
yaşlılık çağı arasında bir kavis çizer.
Uykunun pek çok adı vardır ve her biri bu son derece
gizemli durumun farklı yönlerini ifade eder: "Gözünü kapa­
ma", "horuldama", "yatıp uyuma" . 2

Gözünü Kapama

Gözü açık uyumanın düşüncesi bile ürkütücüdür: Göz­


kapağı olmayan yılanların, gündüz vakti düşe dalan deli­
lerin veya uyuma numarası yapan casusların; kısacası
uyumayanların uykusudur bu. Biz insanlar gibi, görmenin
çok baskın bir rol oynadığı canlı türlerinde, dinlenmek için
gözleri kapamak şarttır. Dışarıdan gelen duysal bilgilerin
onda dokuzunun gözler aracılığıyla alındığı ve uyumanın
bilgi almama halinin en uç noktası olduğu düşünüldüğünde,
uykuya hazırlanırken gün içinde kendimize özel bir gece;
gecenin herkese ait karanlığı içinde, kendimize özel bir
karanlık oluşturmamızda şaşırtıcı bir yan yoktur. 3 Uyuk­
layan ve kim bilir ne düşler gören kafa, kafalarımızın içini
göstermeyen opaklığının bir başka yansımasıdır.
Gözlerimiz elimizde olmadan kapanabilir. Bu daha çok
biz uykuyu değil de, uyku bizi ele geçirdiğinde gerçekleşen
bir durumdur. Gözlerimizi açık tutmaya çalışırsak, gerçekte
en fazla birkaç gram gelen gözkapaklarımızın "ağırlaştığı"
hissine kapılırız! 4 Gözkapaklarının arasına kibrit çöpü

264
yerleştirme fikri, her ne kadar espri mahiyetinde söylense
de, sezgisel olarak mantıklı gelir. Uyku ve kapalı gözler
arasındaki ilişki çiçeklere kadar uzanır. Eski İngilizcede
papatya, yani "daisy", "Gün'ün gözü" anlamındaki "Day's
Eye" sözcüklerinden türetilmiştir. Taçyaprakları kapalıy­
ken, papatyanın uyuduğu düşünülür. Tennyson'dan alın­
tıyla, Akşam olup da Toprak "bütün defnelerini yıldızlara
sunduğunda" "kızıl taçyapraklar uyur" . Elbette çiçeklerin
uyuması anlamsızdır, çünkü bitkilerde bölünmesi gereken
bir uyanıklık hali söz konusu değildir. Ancak bu öyle güzel
bir anlamsızlıktır ki, insan bu bilinçsiz güzelliğin uykusunu,
gerçekliğin hayal gücünden yoksun sunağında feda etmeye
kıyamaz. Şair Rilke, mezar taşı için şu dizeleri seçmiştir:

Gül, ey saf çelişki, nice gözkapagının alhnda


Hiç kimsenin uykusu olmamanın sevinci. 5

Horuldama

"Horuldama" apaçık ortada olan bir sorundur. Uykuya


eşlik eden "istemli hareket yeteneği kaybı" öyle derindir ki,
uyuyan kişi solunum yollarının kontrolünü bile yitirebilir.
Dikkatin bütünüyle silinmesi ve iradenin radikal bir zafiyete
uğraması sonucu gevşeyen ağız yutak yolu, ağzından nefes
alıp vermeye başlayan uykucunun yutağına doğru esner;
böylelikle yumuşak damak ve ses telleri her solukla birlikte
titreşirler. Sonuçta kafanın çıkardığı seslere bir yenisi eklenir,
ancak bu en yavan şarkıdan bile daha yavan bir sestir. Kıyı­
ya çarpan dalgaların monotonluğunu taşıyan, ama suyun o
şıkırtılı güzelliğinden yoksun bir ses ...
Uykuyu, belirtilerinden biri olan horuldamayla ifade
ederken, horuldama tek bir harfle, "z" harfiyle temsil edilir.
"z'', İngilizcede "uyuklamak" anlamına gelen "snooze"
sözcüğündeki "z" harfinden geliyor olabilirse de, aslında

265
horlama sırasında bu sesin duyulduğu. pek görülmemiştir.
Yine de bu bir gelenek haline gelmiş olup, çizgi filmlerde ve
çocuk çizgi romanlarında, uyuyan kişilerin tepesinde daima
içi alfabenin son harfiyle dolu konuşma balonları bulunur.
Aslında belki de, tutarlı duyumların sona erdiği noktayı
alfabenin son harfiyle temsil etmek gerçekten de uygun
olabilir.

Yatıp Uyuma

Uyku kültürü çok katmanlıdır. Günün belirli bir zama­


nı uykuya ayrılmıştır; kendine ait bir odası, aksesuvarları
(yatak, perdeli pencereleı; loş veya söndürülmüş ışıklar)
ve ayrı bir giyim tarzı vardır. Bunlar zamanla uyku yerine
kullanılabilen sözcüklere dönüşmüştür. Yine de yatak hep­
sinden önde gelir: " Gecelik zamanı" demeyiz de "yatak
zamanı" deriz.
Öte yandan İngilizcede uyku, seks ve yatağı sevimli bir
şekilde bir araya getiren "to kip" fiili, "getting some kip"
şeklinde, "uyumak" anlamında kullanılır. Önceleri baraka
veya "aşağı seviye" meyhane anlamında kullanılan "kip"
sözcüğü, zamanla kerhane, randevuevi anlamını kazan­
mıştır. 6 Daha sonra anlam giderek genişlemiş, önce ortak
konaklama mekanı, pansiyon; ardından bu mekandaki bir
yatak ve nihayet, genel olarak yatak anlamında kullanılma­
ya başlanmıştır. En sonunda "kipping", "yatağa gitmek"
anlamını kazanmış ve (yatağa gitmenin başlıca nedeni uyu­
mak olduğundan) "going for a kip", uyumak için uzanıp
yatmakla eşanlamlı hale gelmiştir.

Başlı başına uykunun kendisinin de çeşitleri vardır:


Bölünmüş uyku, deliksiz uyku; huzursuz uyku, huzurlu
uyku; düş görülen veya görülmeyen uyku; derin uyku, hafif
uyku; uzun uyku, kısa uyku gibi. Her sabah kalkınca, iç hava

266
durumu raporu verir gibi, gece nasıl uyuduğumuzu anlat­
mak adettendir. Sanki uyumak bir hareketsizlik hali değil de
yapılan bir işmiş gibi, "iyi uyudum" veya " hiç iyi uyuyama­
dun" deriz. Bazen yalnızca "uyuklamış", "kestirmiş" veya
" bir şekerleme yapmış" olmaktan yakınırız (ya da bununla
övünürüz). Alınamayan uyku çeşitli şekillerde ifade edilebilir.
Uyuklama halinin soluk çizgilerle ayrılmış farklı düzeylerine
karşılık gelen, bulanık sınırlı semantik alanlara yerleştirilmiş
sözcükler bulunur. Bunlar uykunun tek boyuta indirgene­
meyeceğini bize hatırlatırlar. Uykunun derinliği (veya derin­
likleri) olduğu gibi, bir de uzunluğu vardır: Uyuklama kısa
sürelidir; kestirme derin olmayan bir uykudur; şekerlemeyse
hem kısa süreli hem de yüzeyseldir. [İngilizcede] uykunun
genişliği yoktur; genişlikten bahsedilmesi uyanıklık haline
karşılık gelir: Tamamen uyanık olduğumuzu anlatmak için
"wide awake" • deriz. Buradaki "wide" (geniş), açılmış
gözbebeklerini, kepenkleri kaldırılmış göz merceğini, açık
göz sfinkterini ve mesleğini en iyi şekilde icra etmeye hazır,
oy hakkına sahip tamamen uyanık yurttaşın 360 derecelik,
tam açılı bilinçliliğini tek sözcükte toplar. Oysa alacakaran­
lık, uyanıklık alanına yavaş yavaş yayılır ve uyku tipisi her
zamankinden daha kalın bir tabaka halinde yağarken, "dar
uyuklama" gibi bir ifade kullanmayız.
Uykunun ve uyku açlığı çeken, uyumak isteyen kişinin
sinir bozucu bir tarafı da vardır. Uyanıklık halimize verdiği­
miz her ara, ne kadar kısa olursa olsun, bizi bir başka sahile
ya da şöyle diyelim, benliklerimizin girintili çıkıntılı kıyıla­
rının bir başka yerine taşır. Hiçbir zaman, uykuya dalarken
kendimizi hissettiğimiz yerde uyanmayız. Alarmı kurarken
yarım saatlik bir "güç toplama şekerlemesi" yapıp kalk­
maya kararlı olan kişinin, el yordamıyla alarmı kapatmaya
çalışan yorgunluktan mayışmış, biraz daha uyumak için can
atan kişi üzerinde pek bir otoritesi yoktur.

• Cin gibi. (ç.n.)


267
Uyanmak alacakaranlığı dağıtır; bulanıklığı, solukluğu,
kontrolsüz düşüşü, yaygın karanlığı tersine çevirir. Her
uykuya, bir daha kendimize gelememe; uyku sırasında
bedenimizin içinden veya dışından gelen bir saldırıyla bir
zarar görme ve uyanıp dünyaya geri dönüşümüzün engel­
lenmesi endişesi eşlik eder. Uykuya gönüllü olarak teslim
olmak, bedenimize, yatağımızı paylaştığımız kişiye, başka
birisi tarafından kullanılan arabaya, kısacası dünyaya olan
güvenimizin sınırlarını sınar.
Daha kişisel bir güven de söz konusudur burada ki bu
da kişinin kendi bilincine olan güvenidir. Yalnızca zamanı
gelince uyanacağımıza değil, arada bilincimizin kendisini
çekilmez bir şeye, örneğin yüzyıllar ötesine uzanan patolojik
bir farkındalığa dönüştürmeyeceğine de güveniriz. Uyku,
düşleri de beraberinde getirebilir ve düşlerde minicik kara­
hindiba tohumlarından devasa bir orman oluşabilir. Kişinin
bedenindeki en ufak bir ipucundan, duvarlarından korku,
utanç veya sersemlik sızan bir hapishane oluşabilir.
İnsanoğlunun en yaygın uğraşılarından biri olan "uyanık
kalmaya çalışmak" , yalnızca yoktan var olan ve bilincin
karanlık yüzünü ele geçiren ruhların yarattığı korkudan
kaynaklanmaz. 7 Zamanında yetiştirilmesi gereken sorum­
luluklar ve insanın fizyolojik uyku gereksinimi her zaman
birbiriyle uyuşmayabilir. Yanlış zamanda uyuyakalmak,
insanı tehlikeye de (balta girmemiş ormanda, savaşta,
direksiyon başında), yerin dibine de (işyerinde, bir partide,
nezaket ziyareti sırasında) sokabilir. Uyanık kalmak için
herkesin kendine göre bir stratejisi vardır ve hangi strate­
jinin işe yarayacağı, insanın kendisiyle ilgili ezoterik bilgi
dağarcının bir parçasıdır. Beyin sapında yer alan ve bilinci
kontrol eden "retiküler formasyon" adlı yapıya giden kan
akımını hızlandırmak için kimi kahve içeı; kimi temiz hava­
ya çıkaı; kimi duysal bilgilere veya cinsel fantezilere başvu­
rur; mönü sınırsızdır. Yine de er geç uykuya yenik düşeriz.

268
Kafamız artık nasıl bir durumda bulunduğunu etrafındaki
diğer kafalardan gizleyemez hale gelir. Uyanık dünyayı yor­
gunluk sarar. Sersemliğin buğusu her yere yayılır ve bilinç
aynasında kesiklikler yaratır. Eninde sonunda kollarımıza
ve bacaklarımıza yayılan tatlı rehavet, kafayı da o yer altı
dünyasına sürükler.
İnsanın kendisiyle ilgili ezoterik bilgi dağarcığında,
uykuya direnme stratejileri kadaı; uykuya dalma stratejileri
de vardır. Hepimizde zaman zaman, bazı şanssız olanları­
mızdaysa çoğu zaman, bu stratejilerin işe yaramadığı olur.
Eğer uykuya dalmaya hazırlandığımızda şiddetli bir mah­
murluğun etkisi atındaysak işimiz çok kolaydır. Yok, eğer
çıkış noktamız, zamanı geldiği için uyumamız gerektiği gibi
keskin sınırlı bir düşünceyse uyku kaçıp gider. Uykunun
bizimle oyun oynadığı zamanlarda yaşanan gerilimi hepi­
miz çok iyi biliriz. Uyku hali tam olarak yoğunlaşıp gerçek
uykuya dönüşmez, ama diğer taraftan kalkıp yararlı bir iş
yapmaya çalıştığımızda da uyku bastırır. (Uyku ile uyku­
luluk arasındaki fark çok incedir. Aynı ince fark, uykunun
bünyede tam olarak yoğunlaşması ile bunun soyut sözcük­
lerle ifade edilmesi arasında da bulunur! ) Yorgunluk acısı
ile onarıcı uyku merhemi arasındaki bağ kırılmıştır. Biz
kaldırıma düşüp etrafı tebeşirle çizilmiş bir beden gibi yüzü­
koyun yatar ve çarşaflar ağırlığımızı gerisingeri bize yansı­
tırken, yaşadığımız yerlerin ve bizde yarattıkları hislerin bir
dökümünü yaparız. Öylece bekleriz, ta ki zihinsel karlarla
dolu yastıklardan yuvarlanıp, kendimizi koyuvereceğimiz
an gelinceye kadar...
Dünya arzularımıza boyun eğse bile bu hemen ger­
çekleşmez; hedefe varmak için birçok adım vardır; her
adım zaman alır; bir adımdan diğerine geçerken bin defa
konudan ayrılınır; bu kez de her yeni süreç, her biri kendi
temposunda ilerleyen süreçlerden oluşan yeni süreçler yara­
tır. Filozof Henri Bergson'un dediği gibi, şekerin erimesini

269
beklememiz gerekir. Dolayısıyla, biz kendi çözümümüze
ulaşmaya çalışırken bilincin bekleme odasında biraz zaman
geçirmek gerekmesi de şaşırtıcı değildir.
Uyumaya çalışırken, çalar saatin tik takları, zaman
yapraklarını kemiren dev çeneli bir böceğin çıkardığı ses­
lere dönüşür. Sanki her tik tak, bizi o kaçınılmaz sona,
sıcaklığın, neşenin, varlığın ve varoluşun yok olup gideceği,
Büyük Uykunun kasvetli yoluna taşımaktadır. Bütün ufak
tefek sorunlarımız, acil, devasa ve çözümsüz bir hal alır.
Geçen her dakika, zihnimizi meşgul eden sorunlar ağının
ince deliklerinden sızar, "tekrar tekrar aynı düşüncelerle
boğuşup dururuz" . Bedeninizin derinliklerine çekilip uyu­
maya çalıştıkça, ağrıyan mideniz veya tutulan boynunuz sizi
engeller. Novalis'in dediği gibi, uyumak insanın kendisiyle
çiftleşmesidir. Hatta bundan daha da derin bir şey olduğu
söylenebilir. Belki de sınırsız bir şekilde kendi içine emilmek
demek, insanın kendini tamamlayıp, dünya yüzünden sildiği
ve ardından kendi içinde yeniden dirildiği bir çeşit iç ölüm­
dür. Bu, az çok, bir anlam tamamlanması, sürekli duyusal
açıklığın kapanmasıdır. 8 Uyuyamamak, tamamlanmış ben­
liğin rahmine geri dönmekten mahrum kalmaktır; çağrıların
sustuğu sessiz limandan geri çevrilmektir.9
Derin derin uyuyan bir kişinin yanında uyanık olarak
yattığımızda hissettiğimizden daha yoğun bir yalnızlık hissi
olamaz. Heraklitos, "Uyanıklık aynı evreni paylaşır, ama
herkes yalnız uyur," der. Aynı yatakta uyuyor olabiliriz,
ama birlikte uyumuyoruzdur, sadece yan yana uyuyoruzdur.
Uyanık olan, yanında yatanın ayrılığını, uykuyla kapanmış
yüzünden, düşlere dalmış, gözkapaklarının altında dönüp
duran gözlerinden okuyabilir ve orada olmayana fısıldama
ihtiyacı duyabilir. Uyuyan kişinin soluğunun, horultusunun
sesi, çam ormanındaki rüzgar kadar uzak gelir. Başka bir
dünyaya aittir. Verandada bir başka sonbahar rüzgarı çöp
bidonunu kibrit çöpü gibi oradan oraya savurdukça, uyku-

270
suzluk da şöyle der: Herkes yalnızdır, herkes diğerinden
ayrı olmaya mahkfundur, kimse içini göstermez, paylaşılan
anlamlar kırılgandır, hepimiz yalnız ölürüz ve öldüğümüzde
de bu sonsuza dek sürer. Uyku, uykusu kaçmış kişiye bile
eninde sonunda gelecektir, ama bu ziyaret genellikle alarm
çalmadan hemen önceye denk gelir. Uykusuz kişiyi bir kayıt­
sızlık yorganı gibi sarmalayan uyku, zil sesiyle yırtılıp açılır.

Ormandaki yüksek kuleler;


İlerledikce katman katman
Alcalan, gölgeli yeşillikler;
Sessizligi dinliyor ve boyun egiyorum
Yolumu da kendimi de
Kaybediyorum. 1 O

Yıkıcı Zaman

Yıkıcı Zaman, cenge tutuşur cürüyüşle


Senin genelik gününü şom gece yapmak icin. *
Shakespeare, 'l:ı/. Sone

Birbirini izleyen gece ve gündüzler, giderek H. G.


Wells'in Zaman Makinesi'ndeki yolcunun deneyimlediği
yanıp sönen, stroboskopik bulanıklığa dönüşecek şekilde
hız kazanır: Aheste aheste geçen günler, aceleyle geçen yıl­
lara ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen beş yıllara evrilir.
Ölme olasılığının giderek yükseldiği yere doğru sürükleniriz.
"Yaşlılık" kısmen sosyal ve psikolojik olarak şekillenen bir
kavram olsa da, kafanın hiçbir köşesi yaşlanma sürecinden
kaçamaz: Beyin kabuğundaki nöronlar azalır; şakaklar
ağarır; burun patlıcana benzer; göz merceği matlaşır; titre­
şimleri gizemli bir şekilde müziğe ve seslere dönüştüren iç
kulaktaki koklea reseptörleri duyarsızlaşır, vesaire vesaire.


Soneler, çev. Talat Sait Halman, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan,
2009. (ç.n.)
271
Yaşlanmanın en yüzeysel ama aynı zamanda en sembo­
lik belirtisi buruşukluklar/kırışıklıklardır. Yaşlılara "buru­
şuk" denmesi ve kırışıklık giderici kremlerin "yaşlanmayı
önleyici krem" adı altında satılması, yaşlanma algısında
cilt yaşlanmasının merkezi bir öneme sahip olduğunun
kanıtıdır. "İlerleyen yaşla beraber ciltte ortaya çıkan
değişiklikler evrensel olup, genellikle evrensel olarak hoş
karşılanmazlar. " 1 1

Aynama bakıyorum
Ve heba olmuş cildimi inceliyorum, 1 2

Bu kırışıkların tek, hatta asıl nedeni, zaman okunun


izleri veya yaralanmalar değildir. Elbette bunlar da, yüzün
alışılmış duruşu da, yüz çizgilerinin derinleşmesine katkıda
bulunabilirler. "Güzelliğin alnına" kazılan "derin çizgiler", •
-alın kırışıklıkları- daha önce değindiğim gibi, karşılaşılan
sürprizlerin ürünü veya bir ömür süren kibirli tavırların bir
işareti olabilir. Yapılan işlerin çoğu kez sinir bozucu çabala­
ra dönüşmesi, yoğun dikkatin metaforu haline gelen kısık
gözler, gözün dış kenarlarında kazayağı kırışıklıklarının
oluşmasına neden olur. Bir ömür boyu çatılan kaşlar, burun
kemerinin üzerinde dikey çizgiler yaratır. Tabii bir de, acı
bir ironi örneği olarak ağız etrafında ortaya çıkan gülme
çizgileri vardır. Bu çizgilerin miktarı, olanla olması gereken
arasındaki farkı her fark etiğimizde ve olabileceklerin tedir­
ginliğini her hissettiğimizde verdiğimiz kibar veya taşkın,
kahkaha içeren veya içermeyen gülmelerin sıklığına bağlı
olarak değişecektir. 1 3 Gerçekten de, kırk yaşına geldiğimiz­
de sahip olduğumuz yüzü meydana getiren her çizgide bizim
de parmağımız vardır.
Öte yandan, cilt yaşlanmasında en önemli rolü oyna­
yan faktör güneştir. Evet, yaşamı ve dolayısıyla bizim


Shakespeare'in LX. sonesine gönderme yapılıyor. (ç.n.)
272
yaşamımızı da mümkün kılmış, bizi yaratmış olan yıldızın
ta kendisi. Güneş ışınlarının yaşlandırıcı etkisine inanmı­
yorsanız, bir arkadaşınızdan, hiç güneşe maruz kalmamış
mahrem bölgelerini --örneğin kaba etlerini- göstermesini
isteyebilirsiniz. Işınlara karşı melanin tarafından korunan
siyah deri de daha az kırışır. Güneş ışığının yaşlandırıcı
etkisi, derinin üst katmanı olan epidermisi inceltir. Daha
da önemlisi, cildin esnekliğinden ve yapısal bütünlüğün­
den sorumlu olan kollajenin azalmasıdır. Kollajendeki
azalma, cildi yıpratıcı etkenlere karşı daha hassas hale
getirir; gerilen cilt kendini tekrar toparlayamaz ve sarkar.
Gerilen cildin yüzeyi artacağından ve bu artan yüzeyi
aynı alana sıkıştırmak gerekeceğinden, kırışıklıklar oluşur.
Ciltteki kahverengi "yaşlılık" veya "karaciğer" lekeleri
de -tıp diliyle "aktinik lentijinler" , halk diliyle "güneş
lekeleri" veya daha şiirsel anlatımla "hazan yaprakları"­
güneş ışığının yaşlandırıcı etkilerindendir. Bu lekelerden
kimse kaçamaz, Kleopatra bile! "Phoebus'un [güneş] aşk
çimdiklerinden morarmış kararmış" ve "zamanın elinde
buruş buruş" olmuştur.14 Güneş, yılların yaşlandıramadığı
Kleopatra'ya izini bırakmıştır. Hamlet'de "Sürekli, hoyrat
/ Kum yüklü rüzgara " benzetilen zaman, Philip Larkin'e
göre aslında ışık yüklüdür.1 5 Öte yandan, ışığın bir başka
ironisi gözle ilgilidir: Ağ tabakanın en önemli kısmı olan
makuladaki yaşlanmaya bağlı dejenerasyonun en önemli
etkenlerinden biri, ışığın ta kendisidir. Dünyadan yansıyan
ve görmeyi sağlayan ışık, görmeye engel oluşturan darbe­
lerin de sahibidir.
Sonunda aynada gördüğünüz suret, olsa olsa gençlik
halinizin yakın bir akrabasına benzeyecektir. Size de ancak
eski yüzünüzün, gün gelip pürüzsüz yüzüyle sınırsız dünya­
ya merhaba diyecek bir torunun yüzünde yeniden yaşam
bulmasını umut etmek kalacaktır.

273
Kemikkafa

Bu kafanın bir dili vardı icinde türkü söylerdi bir zaman. 1 6

Kemik bize ölümü hatırlatır çünkü diğer pek çok doku­


nun aksine, biz öldükten sonra da varlığını sürdürür. Kafa­
taslarımız, birileri tarafından alınıp sergilenmeye hazır bir
şekilde orada bekleyip dururlar. Oysa kemik ölü bir doku
değildir. Aksine, çok etkin bir şekilde kendi kendini yeniler
ve bazı kemikler, kemik iliği aracılığıyla kan üretirler. Yine
de kafatası, karmakarışık dış görünümün altında değiş­
meden duran bir gerçeklik, dökülen yaprakların ardında
kalan sağlam ağaç gövdesi gibidir. Ses sustuğunda, dünya
silinip sessizlik çöktüğünde geriye kalacak olandır. Sessizli­
ğin ötesinden, gelecekten ses verir. Bu öyle bir gelecektir ki,
artık bu kafayla bu el birbirini tanımayacak ya da ancak
Rodin'in Düşünen Adam heykelinin taş kafasıyla taş eli
veya kumsalda üst üste duran iki çakıl taşı kadar birbirin­
den haberdar olacaktır.
Yüzün ve kafa derisinin kemiklerinden sıyrılıp, beyin,
dil gibi diğer kısımların kafatasının içini boşalttıkları süreci
düşünmek pek de eğlenceli değildir. Algor mortis (ölü soğu­
ması), rigor mortis (ölü katılığı) ve livor mortis (ölü lekeleri)
aşamalarından sonra dağılma başlar. Bunu otoliz --doku­
ların kendi enzimleri ve açığa çıkan diğer maddeler aracı­
lığıyla parçalanması- izler. Beden minicik kimyasal dişler
tarafından çiğnenmekte ve kendi kendini yumuşatmaktadır.
Ardından, bakterilerin devreye girmesiyle çürüme başlar. Bu
süreçlerin ürettiği gazların dili, tek bir sözcük telaffuz eder:
Ölüm. Hemen sonra müfrezelerin hücumu başlar: Gerçek
ağızları ve düşünmeyen kafalarıyla böcek sürüleri çıkagelir.
Böceklerin tek amacı yaşamak, varlıklarını sürdürmektir;
aynen, kaçınılmaz sona ulaşıncaya kadar aynı amacı güt­
müş olan düşünen kafa gibi. Etsinekleri, halka şeklinde

274
büzülmüş hareketsiz ağzın etrafında toplanırlar; kınkanat­
lılar, şimdiye kadarki tek hakimi, orada bir su yumuşakçası
gibi durup ahkam kesen dil olan ağzın içine süzülürler;
kımıl kımıl sinek kurdu larvaları kulakları kımıldatırlar;
artık düşünmeyen bir bulamaca dönmüş olan beyin çorbası,
peynir sinekleri tarafından emilir.
Bu yok etme faaliyetinde bile bir düzen vardır. Adli
entomoloji bilimi, ölü bedenleri istila eden böceklere baka­
rak, ceset insan olmayı bırakalı ne kadar zaman geçmiş,
onu hesaplamaya çalışır.1 7 Adli entomologlar, ya birbirini
izleyen böcek istilalarını ya da cesetteki sinek kurtlarının
yaş ve gelişim düzeylerini incelerler. İnsan bedeni, taze et
durumundan kuru kemiğe dönüşümü süresince çok hızlı
değişen bir ekosisteme yataklık etmektedir. İlk yöntem işte
bu olguyu temel alır. Farklı çürüme aşamaları, farklı böcek
türlerini çeker. " Bazı böcek çeşitleri [genellikle etsinekleri
ve karasinekler] cinayetin ilk tanıklarıdırlar. " 1 8 Olaya bir
suikast olarak değil de, " her şerde bir hayır vardır" mantı­
ğıyla yaklaşırlar. Bazı böceklerse, örneğin peynir sinekleri,
ceset tazeliğini kaybedene ve protein fermantasyonu baş­
layana kadar beklerler. Bedene üşüşen böcekleri yemeye
gelen böcekler de vardır. İkinci yöntemde, karasinekler ve
hızlı tatbikat timindeki diğer böcekler tarafından bırakılan
yumurtalardan çıkan kurtçukların gelişim düzeyi incelenir.
Kurtçuklar birçok evreden geçerek olgunlaşırlar: Birinci,
ikinci ve üçüncü instar larvaları (bu aşamalar hava alma
deliklerinin sayısına göre belirlenir); prepupa, pupa ve ergin
etsineği. Erişilen evre, adli entomoloğa bedende böcek faa­
liyetlerinin ne kadar süredir devam ettiğini; katilin kapıyı
cesedin üzerine kapayıp da mekanı ne zaman terk ettiğini
söyleyecektir.
Bu süre zadında kafatasınız, şu anda böcekler konu­
sunda aklınızdan geçen düşüncelere nasıl kucak açıyorsa,
böceklerin kendisine de aynı misafirperverlikle kucak

2 75
açacaktır. Şimdi hissetmekte olduğunuz sessiz katılığı şunu
anlatır: Kafanız herhangi birinin, hele de sizin tarafınızı
tutuyor değildir. Gün gelip onu hazır bir yuva olarak kul­
lanabilecek kuşun ötüşüne ne kadar kayıtsızsa, dertlerini­
ze, korkularınıza ve sevinçlerinize de o kadar kayıtsızdır.
Kafatasınız, göz oyuğundan içeri süzülen yılanı da, az önce
sevgilinizin görüntüsünü beyninizde oluşturmak için gözü­
nüzden içeri giren ışığı da aynı konukseverlikle karşılar.
Çürüyen kafanızın içinde çoğalan, sıçrayan veya kaynaşan
yaratıklardan bir tanesi bile, ne kadar seçkin, özgün veya
müstehcen olursa olsun, en ufak bir düşünce kırıntınıza
bile ilgi duymazlar. Düşünceleriniz bu kafanın içinde dolaş­
maya devam ediyor olsalardı bile, üzerinde düşünmeksizin
kendi olmaya devam eden peynir sineği için bu bir şey ifade
etmeyecekti.
Ne tür kanunlar altında yaşıyor olursanız olun ve
yaşamınızı ister bu kanunlara uygun olarak ister karşı
gelerek geçirin, er veya geç günün birinde kafasız, kolsuz,
bacaksız, gövdesiz, bedensiz kalacaksınız; bedeniniz ben­
liksizleşecek. Kafanızın düşüncelerden mahrum kalacağı
gelecekle ilgili bu tür düşünceler, sizi olağan uyanıklık
halinizden uyandırmaya yöneliktir -zaten felsefe de budur
ya da olmalıdır. Felsefi bakış açısı bizi, (genellikle "önem­
siz" olarak tanımlanan ama pek de öyle hissedilmeyen)
gündelik kaygılardan kurtarmaya çalışır. Artık dünya
yüzünde var olmayışımızın simgesi olan içi boşalmış kafa­
tasımızı düşünmek, gelecekte bizi bekleyen hiçliğe bir yer
göstermek, bilincimizin kepenklerini açmalı, uzak geleceği
düşünmemizi ve ne kadar küçük, ne önemsiz olduğumuzu
anlamamızı sağlamalıdır. Kuşkusuz bu bir işe yaramaz.
"Bir önemimiz yok, her şey geçici, evrenin düzeni içinde
yalnızca bir anlığına boy gösterip gidiyoruz. " Bu düşünce­
nin kendisi de ancak geçici bir süreliğine anlam taşır; bu
düşünce de geçicidir; bu düşünce de, önemsiz olarak hisse-

276
dilmeyi reddeden önemsiz kaygılar silsilesi içinde yalnızca
bir anlığına boy gösterip silinecektir. Ufacık olduğumuza
dair düşüncelerimiz, ufacık olduğunu düşündüğümüz
şeyin ufacık bir kısmını oluşturur.
Kendimizin her yerden yok olabileceğini hayal etmek
imkansızdır, çünkü şimdiye kadar her çıkış başka bir yerin
girişi olmuştur. Bu nedenle de, varoluşumuzun olumsallı­
ğıyla ilgili gizemleri duyumsamaktan ziyade, hafif, kısıtla­
yıcı bir korkuya kapılırız. Buna rağmen, ölüm bu kafanın
uğraşabileceği en önemli düşüncedir -ölmekle meşgulken
tıkanıp kalacak olması bu gerçeği değiştirmez. Kara ölüm
güneşi sıradan günlerin ışığını artırsa ne iyi olurdu. Ne yazık
ki öyle olmaz.
"Daha önce bir hiç olduğumuz halde bunun pek de
kötü bir şey olmaması" şeklindeki Lucretius'çu düşünce
tarzı da insanı rahatlatmaz. Bu kez "bir şeylikten" "hiçliğe"
geçilecektir ve bu "bir şeyliği", ellerimizin arasındaki bu
kafayı, "var olmanın milyonlarca yapraklı çiçeğini" kay­
betmek istemeyiz.19 Lucretius'çu iç rahatlatma telkini bir
çeşit avuntudur ve sevdiğimiz birini kaybettikten sonra, ölen
kişiyi henüz tanımadığımız ve onun eksikliğini çekmeden
yaşadığımız zamanları düşünerek teselli aramaya benzer.
Kaybedilen dünyanın tamamı, insanın kendisi olduğunda,
bu teselli soğuk duş etkisi yapacaktır.
W. B. Yeats'in "ölümü insan yaratmıştır" sözünü bilir­
siniz.20 Oysa bu açıkça yanlıştır: Evrim kuramı insanın
ölümden yaratıldığını söyler. H. sapiens, yaşamlarını sürdü­
remeyen elverişsiz canlılar piramidinin üzerinde gelişmiştir.
Yeats'in asıl kastettiği, yalnızca insanın ölümü aşikar hale
getirmiş olduğudur. Bizler için fanilik, var olan her şeyi kap­
sayan bu durum, bir sezgiye, kara bir trajediye, korkuyla
çevrili bir gizeme dönüşmüştür. Sonra da, fiziksel ölümün
kaçınılmazlığını geçersiz kılmak için, ölümsüzlüğü, bizi
bekleyen sonsuz yaşamı icat etmişizdir.

277
Kafasız Yaşam

Bu kafa, kendi ölümünü düşünürken, benzersiz bir yete­


neği, kendi dışına çıkıp olasılık uzayına bakma yeteneğini
kullanır. Bu yetenek bir cezayla birlikte bize bahşedilmiştir:
Gerçekleşmesi şart olmayan bir tesadüf olduğumuz hissine
kapılırız. Kafam, bir anlam taşıma halinin yalnızca geçici bir
süre konakladığı bir özdektir. Bir zamanlar yabancı olduğu
halde şimdi çok tanıdık gelen acı, bu özdeğin sorgulanabilir
doğasının bir yansımasıdu: Bizler, var olmanın bir yolunu
ararız. Hızla bir sona doğru yaklaşan gündelik yaşamın
ötesinde anlamlar taşıyan; bir dünyaya, bir ofise sıkışıp,
zamanı gelince istatistik kayıtlarında bir süre kalan bir veri­
ye dönüşen yaşamlarımızdan farklı bir yaşamdır aradığımız.
Önceleri sonsuz yaşam, uzaydan ve zamandan, oradan ve
buradan ayrı, gizli bir yere saklanmıştı. Bu yere ancak, ölüm
bizi fani bedenimizden ayırıp, yüzümüzdeki maskeyi düşür­
dükten sonra gidilebilirdi. Burada akrabalarla buluşulacak,
arkadaşlarla yeniden bir araya gelinecek, Tanrı'yla karşıla­
şılacak, bakışlarımız huşu içinde her şeyin gerçek anlamını
kavrayacaklardı. En önemlisi, değişim sona erecekti. Ancak
bu işte bir bityeniği vardı: Değişmeyen gerçeklik kalıcı bir
mutluluk verebileceği gibi, dehşet verici de olabilirdi. Ölüm
düşüncesine eşlik eden bu belirsizlik, mezara girmeden önce
bu dünyada insanların bağlılığından faydalanmak isteyenler
tarafından sömürüldü. "Öteki dünya" kavramı, Tanrı'nın
iradesini yorumlamada ayrıcalıklı bir konum atfedilen bu
zümrenin ellerinde, yola.getirilmek istenen insanları korkut­
mak amacıyla kullanıldı. Sonsuz mutluluk vaatleriyle büyü­
lenen ve sonsuza dek cezalandırma tehditleriyle korkutulan
insanlar yola geldiler, kendi istekleriyle boyun eğdiler.
En azından kiniklerin söyledikleri budur. Ancak bu
düşünce şekli, ölümsüzlük fikrinin dünyayı kirleten dünyevi
çıkarlardan daha önemli olduğunu hissedenler tarafından

278
bile tedirgin edici bulunur. En azından, sonsuza kadar
uzanan zaman ile donmuş zaman arasında gidip gelen
sonsuzluk kavramında bir belirsizlik olduğunu söyleyebili­
riz. Öte yandan, yaşamsal zevklerin çoğunu tensel zevkler
oluşturduğuna göre, salt ruhani, bedenden ayrılmış bir
ikinci yaşam ümidi de pek cazip gelmez insana. Yüzümüzü
ısıtan güneş ışığı, iyi bir geğirme, hadi en mahrem bedensel
zevklerden geçtim, bir küçük öpücük bile olmayacaktır.
Kafasız, bedeninden ayrılmış, üstüne üstlük uzayda bir yeri
bile olmayan bir " ben" ... Diğer taraftan, uzayla zaman bir­
birinden ayrılamayacağından, bu " ben" zamanın da dışında
kalacaktır. Bu "yokzamanda" ve "yokyerde", ne yapılacak,
ne aranacak, ne tamamlanacak, ne düşünülecek, ne de olu­
nacak bir şey vardır... olsa olsa, durmaksızın tekrarlanan
anılarla yüklü bir hayaletten hallice bir şey olunabilir. Ölüm
bu tür bir kurtuluşa tercih edilebilir.
İkinci alternatif -kafanın yeniden dirilmesi- daha da çok
soru işareti doğurur. Yeniden canlanan kafam neye benze­
yecek? Lütfen bana bezine dolduran bebeklik halime geri
döneceğimi söylemeyin; ya da hayal meyal hatırladığım,
tüylerimi diken diken eden patavatsız ergenlik yıllarıma ...
Sonumu getiren hastalığın sardığı bedenime de geri dönme­
yeyim mümkünse... Peki, kimlerle karşılaşmak istiyorum?
Annem yaşlı mı olacak genç mi? Ya onun fikrini sorduk­
larında, kendisinden daha önce ölen annesiyle buluşmayı
tercih ederse ne olacak? Kadiri mutlak, affettiklerinin bütün
istediklerini yerine getirecek mi?
Hintlilerin reenkarnasyon inanışı gibi, varlığın bedensel
olarak sürdürülmesine dayanan diğer alternatiflerse, hem
fiziken mantıksız hem de itici görünmektedir. Şimdiki yaşa­
mıma ulaşmadan önce, ahlaki mükemmelliğimin ödüllendi­

rilmesiyle bir karafatınadan, kabuğunun içindeki bir eklem­


bacaklıya, sonra da insan suretine bürünmüş olma fikri
doğrusu bana pek de cazip gelmiyor. Ya bu kez günahlarım

279
nedeniyle biyolojik değişim evrelerinde geri gitmem gere­
kirse? Sahilde çocuklarımla oynayarak geçirdiğim güneşli
günleri, bir nilüfer yaprağından diğerine sıçrayan bir kurba­
ğa şeklinde yeniden yaşama fikri pek de hoş görünmüyor.
Geriye bir de Nietzsche'nin, evreni oluşturan atomların
düzenlenişinin sonsuza kadar sonsuz kez yinelenmesinin
kaçınılmaz sonucu olan Bengi Dönüş kavramı kalıyor ki
bu kavramın da amor (ati (kaderini sev) felsefesi açısından
pek ilham verici olduğu söylenemez. Nietzsche'nin de kabul
ettiği üzere, ruhani olmayan bu tekerrür akla gelebilecek
düşüncelerin en korkuncudur.
Öyleyse, insanların bu dünyada ölümsüzlüğün veya
ölümsüzlüğün temsilcilerinin peşine düşmelerinin pek de bir
anlamı kalmıyor. Tam olarak inanmasak da, düzenli olarak
spora giderek ve bedenlerimizi de yaşamlarımızı da kardi­
yovasküler risk faktörlerinden temizleyerek, bedenimizin
bozulmasına yol açan termodinamik yasalarına karşı gele­
biliriz. Mutlak Felaketimizi az da olsa geciktirmeye yönelik
çabalarımızın değerini, egzersiz yapmak için son moda bir
yürüme bandı alarak artırabiliriz: Sektiler Kalvinizm'i Cal­
vin Klein'la birleştirmenin zevkleridir bunlar. "Kalbime İyi
Bakıyorum" ile "Çok Zeki Görünmek" birleştirildiğinde,
panik dalgalan biraz olsun törpülenebilir. Yine de bütün
bunlar temeldeki sorunu çözmeyecektir.
Bu konu üzerinde gerçekten biraz düşünen hiç kimse,
varlığını sonsuza kadar sürdürmeyi istemeyecektir. Sapasağ­
lam bile olsanız, günlerin sonsuza kadar yinelenmesi düşün­
cesi korkunçtur. Alışık olduğumuz şeyler ne zamana kadar
bize zevk vermeye devam edecekler; yenilikler ne zamana
kadar bizi sevindirebilecekler? Don Giovanni operasını
kaç kez seyredebilirsiniz? Yüz kez, bin kez, bir milyon kez?
Sonu gelmeyecek bir yaşamın bir düzeni, yönü, hatta amacı
olabilir mi? Ölümlülüğün gölgesi, gündelik yaşamın ışığına
ışık katmıyor mu sizce? Kendi bedenlerinin üzerinde (bir

28 0
süreliğine kiralama hakkı değil de) mülkiyet hakkı kazanan
ilk nesil, hayatta kalmanın suçluluğuyla nasıl baş edecek?
Birçokları için dünyevi ölümsüzlüğün en çekici şekli,
sonsuz şöhrettir. Diğer insanların bilincinde varlıklarını sür­
dürmenin, ünlü olmanın, doğum günlerinin kutlanmasının,
beğenilmenin, incelenmenin, tişörtlere basılmanın, hafta
sonlarının titiz bir şekilde kayda geçirilmesinin hayaliyle
yanıp tutuşurlar. Daha alçakgönüllü bir ifadeyle, dünyaya
gelerek yaşamlarını iyileştirdikleri insanların kendilerine
şükran duymalarını isterler.
Bu fantezi de biraz üzerinde durulmayı hak ediyor bence.
Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Ölümden sonra akıl­
da kalmak, mutlaka iyiliğin veya değerin bir göstergesi
değildir. Hitler'in anısı, milyonlarca iyi insanın belleğinde
yaşamaktadır. Daha da önemlisi, öldükten sonraki şöhretin
"yaşanması" mümkün değildir -olsa olsa ölmeden önce
bir düşünce olarak deneyimlenebilir. Yaşarken ünlü olma­
nın keyfıni süremediyseniz, bir daha hiç süremeyeceksiniz
demektir. Mozart artık ne ardında bıraktıklarının sefasını
sürüp, onu trilyoner yapacak telifleri harcayabilir ne de
üzerinde peruklu kafasının resmi bulunan ve sefil bir halde
öldüğü Viyana'nın her köşesinde sanlan Mozart çikolatala­
rının tadına bakabilir. Yığınlar halinde basılan resimlerinde
kalan yanakları, bugün onun müziğiyle kutsanan biz faniler
gibi güneşin keyfini süremez arnk ya da anısına düzülen
övgülerden haberdar olamaz.
Aynca, kolektif belleğin bizim kişiliğimizi doğru yansıtan
bir ayna olduğu da pek söylenemez. Rilke, kişinin yaşadığı
yıllarda gelen şöhretin "yeni bir kafanın etrafına topla­
nan yanlış anlaşılmaların toplamından ibaret olduğunu"
söyler.21 Bir de biz öldükten sonra isimlerimizin etrafına
toplanabilecek yanlış anlaşılmaları hayal edin. Edebiyat
kuramcılarının "Shakespeare" hakkında yazdıkları safsata­
ları bir düşünün. Dahası, insan başka insanların zihinlerinde

28 1
var olmaktan nasıl zevk alabilir ki? Alacakları terfi, kiloları,
yandaki kadını tavlamak veya kaçıracakları tren hakkında
kendi kendilerine söylenen yabancıların iç monologlarında­
ki düşük cümlelerde ifade edilmeyi kim ister? Shakespeare'in
ona bayılanların düşüncelerinde ve konuşmalarında kendini
tanıyabileceğinden şüpheliyim. Sınav geçmek için oyunlarını
ezberlemek zorunda kalan öğrencilerin içlerinden geçirdik­
lerini hiç saymıyorum bile.
Bu, kişisel varoluşun, yani şimdi benim olduğum şekilde
var olmanın yerini doldurabilecek bir şey değildir. İnsanların
kalplerinde ve zihinlerinde yaşamak istemediğini söyleyen
Woody Allen'a katılmamak mümkün değil; elbette kendi
dairesinde yaşamayı tercih eder insan. Bertrand Russell, Ele­
alı büyük filozof Zenon'u düşündüğünde bu konu üzerine
kafa yormuştur:

Şu istikrarsız dünyamızda, ölümden sonraki şöhret kadar


istikrarsız bir şey daha yoktur. Elealı Zenon, sonraki kuşakların
sagduyu eksikliginin en ünlü kurbanlarından biridir. İleri dere­
cede incelikli ve derin dört kuram geliştirmiş olmasına ragmen,
ardından gelen incelikten yoksun filozoflar, sanki Zenon bir
şarlatanmış, görüşleri de safsatadan ibaretmiş gibi bir izlenim
yaratmışlardır.22

Ölümden sonra gelen şöhret konusunda son sözü, alter


ego'su Don Juan'ın ağzından Byron'a bırakıyoruz:

Şöhretin sonu nedir? Belirsiz bir


Kôgıdın bir kısmını doldurmaktan başka ...
Gercegi çoktan toz oldugunda,
Bir isme, perişan bir resme ve berbat bir büste sahip olmak.23

Ne kadar etkileyici olursa olsun hiçbir özgeçmiş, kolek­


tif bellekte sonsuza dek bir kadro sağlamaya yetmez. Bizi

282
hatırlayacağından emin olduğumuz kişiler de bir süre sonra
ölür ve unutulurlar. Shakespeare'in MS 40.000 yılında hala
hatırlanıp hatırlanmayacağı şüphelidir. Öldükten sonra
birkaç bin yıl daha hatırlanmak, hemen unutulmaya göre
bir ilerleme sayılabilir mi? Sonluluğun sonlu uzatmalarının,
sonsuz yaşama kıyasla ancak bir ana eşdeğer olduğunu
göstermek için matematikçi olmaya gerek var mı? Üstelik
bu sonlu uzatmalar da şansın elinde oyuncaktır. Knossos
sarayını yok eden yangın, Lineer B yazılı kil tabletleri pişi­
rip, yazarların (anonim de olsalar) öldükten sonra üç bin
yıl daha sağlam kalabilmelerini sağlamıştır.24 Seslerimizi
susturan kaos, bazen de böyle sesimizi çağlar ötesine duyur­
mamıza aracı olabilir.
Her neyse, hepimiz ünlü olamayız. Ölüler arasında, yaşa­
yanların bölünmüş ve dağılmış dikkatlerini çekebilmek için
kıyasıya bir rekabet vardır. Bir kişinin öldükten sonra kazan­
dığı zafer, beri yanda binlerce hemcinsinin karanlığa gömül­
mesine bağlıdır. Şöhret eşit dağıtılacak olsaydı kimse ünlü
olamazdı. "Shakespeare" gibi sesler gürültü içinde boğulur
giderdi. Her süpemova var olan yıldızları sönükleştirir:
Zadie Smith bile, Homeros'un parlaklığından biraz çalar.
Ölümsüzlük fikrinin, öteki dünya veya bu dünyayı, teni
veya ruhu ölümüne etkilemesi şaşırtıcı değildir, çünkü insan
bunu düşünmeden edemez. Yaşam yayı bebekliğin suskun­
luğundan, düşüncelerin açıkça ifade edilebildiği döneme
kadar yükselir, sonra çenesi düşük ihtiyarlık dönemine
doğru tekrar inişe geçer. Bu herkes için geçerlidir. Bütün
amaçlarımız amaçsızlığa, bütün anlamlarımız anlamsızlığa
doğru ilerler; dünya, yaşarken üzerinde bıraktığımız izi kısa
sürede siler. Bize düşen, istisnasız hepimizi kapsayan bu
büyük gerçeği kabullenmektir. Aslında, yaşamımızın büyük
bir kısmını dünyadan yok olma korkumuz yerine, cinsel
arzularımıza, uyuma isteğimize veya utanma korkumuza
odaklanarak geçirebilecek kadar sığ fikirli oluşumuz bir

2 83
şansnr. Sığ fikirliliğin bizi terk ettiği anlardaysa, toplama
kampından kurtulmuş, Nobel Ödüllü Macar yazar Imre
Kertesz'in "yaşamın tek bir anı bile, karşısına dikilen ölüm­
den daha güçlüdür" 25 sözünü hatırlayarak, bunun doğrulu­
ğu üzerine kafa yorabiliriz.
Bu arada, kafalarımıza veda etmeden önceki zamanı­
mızı, ne kadar olağanüstü yaranklar olduğumuz; kendi­
mize ait dünyalarımız, paylaşnğımız dünya ve kafalarımız
arasındaki ilişkiler ve bu kitabın başından beri yaptığımız
düşünme işini, aslında kafalarımızın yapması gibi konulara
kafa yorarak geçirmekte fayda var.
Son Felsefi Arasöz

Kafamı Anlamak (ya da Anlamamak)

Bizler, yalnızca insanlara bahşedilmiş bir yeteneği, diğer


hayvanlarla paylaştığımız sezgilerimizi kolektifleştirme yete­
neğini kullanarak her şeyi değiştirdik ve ortak bilince mal
ettik. Kedi de beriim gibi sıcaklığı hisseder ama yalnızca ben
bunun sıcaklık olduğunu bilirim ve bunu genel bir durum
bilgisi olarak diğer insanlarla paylaşırım. Bizim deneyimle­
rimiz olgusal gerçeklere dönüşme adetindedir ve bunun da
sayısız sonucu vardır. Sanırım bunu şöyle özetlemek müm­
kün: Hayvanlar yaşamlarını yaşarlar; insanlarsa kendilerinin
yön verdiği bir yaşam sürerler. Bizler, duysal uyaranlara yanıt
vermek yerine, geçeklerle, gerçek inançlarla, gerçek fikirlerle
uğraşırız -ve bu hem kendi kafalarımız hem de kafalarımızı
içinde dolaştırdığımız dünyayla ilişkilerimizde geçerlidir.
Bu ruju sürdünüz çünkü size yakıştığını biliyorsunuz;
çünkü fiyatı uygun; çünkü sekiz saat boyunca silinmeye­
cek, hatta geceye kadar dayanacak. Çünkü, çünkü, çünkü
-bedenin sıcağı ve soğuğu, acıyı ve zevki, açlığı ve tokluğu
doğrudan deneyimleme olasılıklarının sonsuz ağı üzerinden
yaşanan yolculuklar. Daha önce de belirttiğimiz gibi, kafanın
kendisi de sonsuz -kafanın alabileceğinden çok daha fazla­
sayıda olgusal gerçekle karşı karşıyadır. Kafamızla ilgili bu
olgusal bilgi, olunla ilişkilerimiz arasında en uzak olanıdır;
bu uzaklık bizim kafamızı herhangi birinin kafası, bir kimse­
nin kafası, üçüncü şahsın kafası haline getiren bir uzaklıktır.
Bilginin çıkış noktası aracılı deneyimdir. Kafanızın neye
benzediğini onu aynada görerek anlayabilirsiniz. Aptal bir
sırıtışla ağzını açan ve yüzü tahmin ettiğinden daha kırışık
olan şu kadın -sizsiniz o. Öte yandan, kendi kafamızla ilgili
bazı şeyleri başkalarından öğrenir veya duyarız. Kafanız 35
yaşındadır; şurası şöyle burası böyledir; dedenizin kafasının

285
aynısıdır; şurasında şu hastalık, burasında bu hastalık var­
dır. Tabii bir de bütün kafalar için geçerli olan gerçekler söz
konusudur.
Bilgi güçtür. Bizi hemen burada ve bu anda kurtarır;
doğal dünyayla doğrudan çarpışmak zorunda kalmayıp,
ona biraz yukarıdan bakabilmemizi sağlar; dünyaya sanki
dışındaymışız gibi bakabiliriz. Ancak bir yandan da insana
kendini aciz hissettirir. Bilgi güçse, bilinmek de başkalarının
bizim üzerimizde hakimiyet kurmaları anlamına gelir. En
kaba tabirle, bakıp neye benzediğimizi görebilirler. Onların
göz hapsi altındayızdır. Ayrıca bizi diğerlerinin hakimiyeti
ve hükmü altına sokmayan bazı gerçekler de sıkıntı kayna­
ğı olabilirler.
Aynadan edindiğimiz ilk bilgilere göre, aynadan izledi­
ğiniz kafa, kendinizin kısmen dahil olduğu bir gösterinin
tezahürüdür ancak. Aynadaki sersem, sırıtan surat, bu zeki
yorumları yapan "siz" değildir. Kafanızla ilgili bilgiler -sal­
gılarla ilgili gerçekler mesela-, sizden çok uzaktır. Zaman
zaman, yaşamınızın büyük bir kısmında size eşlik eden,
üzerinde düşünüp durduğunuz, yaşamınızı sürdürmenize
aracılık eden organik mekanizmayı tanımlayan, deneyimle­
rinizi şekillendiren, hatta siz öldüğünüzde bile bir süre daha
devam eden ruhsuz, kişisellikten uzak gerçekler tarafından
kemirildiğiniz hissine kapılmakta haklısınız.
Korkutucu gerçek şudur: Kafanızla ilgili bilgiler kafanı­
zın "iç yüzünü" göstermekte her zaman yetersiz kalacaktıı;
çünkü sizin kafanız olmanın nasıl bir şey olduğunu ortaya
koyamayacaklardır. Gerçek şu ki, "benim kafam olmak
şudur" gibi bir şey yoktur. Herhangi bir bilgi nesnesi olma­
nın nasıl bir şey olduğu da söylenemez. Bu gerçek aynaya

baktığımızda sezilir ve kendimizi bu sırıtan, gevezelik eden


yüzle tam olarak özdeşleştiremeyiz. Bilgiler alemindeki en
baba gerçek, kendi kendisiyle görülecek işi olan bu kafayla
ilişkimizin ancak geçici oluşudur. En derin bilgi, bir gün

286
ölecek olmamızdır. Gerçekler dünyasını kaplayan; hissettik­
lerimizi bildiklerimizden, bildiklerimizi bilmediklerimizden
ayıran bilgi budur.
Kafanız sizsiniz ve aynı zamanda değilsiniz. Bunu düşü­
nüp de ağlamıyorsanız, bunun nedeni belki de, manganez
yüklü gözyaşlarınızın kendi işleriyle meşgul olan burnunuz­
daki mukusu akıtacağını bilmenizdir. Gelin biz gözyaşı dök­
mek yerine, Paul Valery'nin Mösyö Teste'deki harikulade
gözleminin tadına varalım:

Hakkımızda hicbir şey bilmeyen bir sürü şeyden oluşmuşuzdur.


Kendi kendimizi bilmeyişimiz bu yüzdendir.
1 5 . Bölüm

Kafa ve Dünya

Öylece bakakaldılar, büyüdü merakları,


Bu kücük kafa bütün bildiklerini nasıl taşırdı?
Oliver Goldsmith, The Deserted Village (Terk Edilen Köy)

Bu kafa, en şaşırtıcı yönünü birkaç sözcükle özetlemeye


çalışsa, "içimde bir dünya var" diyebilirdi. Bu makro gerçe­
ğin en olağanüstü tarafı, kafamızın da bu dünyanın içinde
yer almasıdır. Kafa, merkezi olduğu -bazen de kendini
sınırında, kenarında, "çok uzağında hissettiği "- dünyasıyla
bariz bir şekilde bağlantılıdır. Kısacası kafamız, içinde taşı­
dığı dünyanın içinde yer alır. Kafamızın içinde bulunduğu
dünya, kafamızın içindedir.

Dünyanın İçindeki Kafam

Kafam dünyanın içindedir. Peki, kafam dünyanın nere­


sinde? Burada, benim olduğum yerde. Peki, burası neresi?
Bu soruya aynı derecede geçerli birçok yanıt verilebilir:
Şu an çekmekte olduğum baş ağrısının olduğu yerde; bu
odada; evimde; evimin olduğu sokakta; Manchester'da,
İngiltere'de; dünyada. Bir dilbilimci, yer bildirimlerimin
giderek daha genel hatlı, daha az " benmerkezci" hale gel­
diğini söyleyecektir. İlk önce, "bu", "burada" ve "evim"

289
gibi, anlamı konuşan kişiye ve hatta kafasının tam olarak
nerede bulunduğuna bağlı sözcükler kullandım. Sesim
kendi yerini belli etti. Sonra, "Manchester", "İngiltere"
gibi, anlamları benim nerede olduğuma veya bu sözcükle­
ri ne zaman telaffuz ettiğime bağlı olmayan özel isimlere
geçtim. Sola doğru on adım atarsam "burada"nın anlamı
değişir ama "Cheshire"ın anlamı değişmez. Söyleyen ses
değiştiğinde, "ben" veya "benim" gibi sözcüklerin aksine,
"Manchester"ın anlamı aynı kalır.
Elbette ki ayrım bu kadar açık ve basit değildir. Benim
Manchester'ım sizin Manchester'ınızdan, benim İngiltere'm
sizin İngiltere'nizden farklı olacaktır. Gestalt psikologla­
rı "hodolojik mekandan" bahsederler. Hodolojik mekan,

bıraknğımız izlere, kullanmayı adet edindiğimiz yollara


göre kendimizi konumlandırdığımız yerdir. Eski Yunancada
"hodos" yol anlamına gelir ve hodolojik mekan da, zaman
içinde geçtiğimiz yollardan örülmüştür. Şair, sanki gerçeğin­
den farklıymış gibi, "zihnindeki İtalya'dan" bahseder. Oysa
elbette aslında yalnızca zihinlerdeki İtalyalardan veya bu İtal­
yalann insan zihinlerinin birleşmesiyle oluşan devasa kolek­
tif zihne işlenmiş bir toplamından söz edilebilir. Aynı durum,
benim İtalya kadar romantik olmayan Manchester'ım veya
İngiltere'm için de geçerlidi.t: Benim kendime ait bir Man­
chester "fotoğrafım" var. Manchester sınırında, Bramhall
adlı bir köyde yaşıyorum. Benim kafam en çok burada
bulunuyor. Köy merkezi denilen bir meydanımız var ama bu
meydan benim için ve Bramhall sakinlerinin çok azı hariç
büyük bir kısmı için, "burada" değil de "orada" olarak tarif
edilebilecek bir yer. Tabii şu da var ki hiç kimse tam merkez­
de yaşamıyor. Aslına bakılırsa tam merkez büyük olasılıkla
dört yol ağzının ortasındaki mantar bariyerlerden birine
denk geliyor olmalı ki bu da takdir edersiniz pek konforlu
ve uzun ömürlü bir adres olamaz. Bramhall, tek tek herkesin
Bramhall "fotoğraflarının" bir toplamıdır.

290
Öte yandan, "burada olma" duygumun, nesnel referans
noktalarından bütünüyle yoksun olduğu da söylenemez:
" Bramhall", "Manchester" ve "İngiltere", uyuduğum veya
etrafımı saran " buradalarda" ve "oradalarda" koşturmaya
kendimi kaptırdığım anlara işlemiştir. Rilke'nin bahsettiği
şu "yadsınmasız hiçbiryerde" yalnızca çocuklar kaybola­
bilir.1 Geriye kalanlarımız, sayısız kişiyle paylaştığımız bir
mekanlar ağına bizi kıstıran kafesin içine sıkışıp kalmışızdır.
Dolayısıyla, kafamın içinde bulunduğu yer daima bana
özeldir -çoğunlukla kendi çıkarlarım doğrultusunda koş­
turup dururken bıraktığım izlerle kendi şekillendirdiğim
dünyaya aittir- ama aynı zamanda kişisellikten uzaktır
da; haritalarda, atlaslarda, astronomi kitaplarında yer alır.
Mekan, hem benim yerimi konumlandıran belirli bir yer
olma özelliğine sahiptir hem de benim kendimi konumlan­
dırdığım kurgulanmış bir yerdir. Aynı anda hem fiziksel ve
zihinsel bir örtüye hem de topografik bir örtüye sahiptir ve
umarsızca bu iki uç arasında salınmaya mahkfımdur. (İşte
bu yüzdendir ki aşk, bir şehri dönüştürebilir. Benim başıma
geldiği için biliyorum; Liverpool Temmuz 1 964'te "JS-o­
lasılığı" çerçevesinde yeniden şekillenmiş ve ben de onun
yokluğunun, merkezi kafam olan gezici başkenti haline
gelmiştim. )
Bununla beraber, kafamın dünyanın içinde oluşundan
daha basit bir kavram olamaz. Bu dünya sürekli dalgalan­
ma halindedir: Genişler, daralır; aydınlanır, kararır; bazen
ancak iki saniye sonrasını düşünürken, gerektiğinde on
yıllık planlar yapılır; bazen bir çift, bazen sayısız gözden
oluşur; bir bakarsınız yüzünüzdeki sıcaklık hissine, bir
bakarsınız hepimizi ilgilendiren olumsuz ekonomik şartlara
indirgenmiştir; bazen bir göz seğirmesinin, istemli bir hare­
ketin, bir taktiğin, stratejinin olduğu yerdedir. Bu örnekler
sonsuza kadar çoğaltılabilir. Nabokov, dünyayı anlatan
yazar kavramına itiraz eder. "Kimin dünyası? " diye sorar.

291
Aslında biraz haklıdır da. Hatta bence daha da ileri gidebili­
riz: Kafamız sayısız farklı dünyanın titreyen ışıkları arasında
durmaktadır.
Elbette tam da böyle olduğu söylenemez. Bu karga­
şanın arkasında belli bir istikrar vardır. Şimdi bunlardan
bahsedebiliyorsam, bu istikrar sayesindedir. Şundan bun­
dan etkilenen değişken anlamlılığın temelini oluşturan,
"madde" olarak adlandırmaya eğilimli olduğumuz inert
malzemeden yapılmış fiziksel zeminde kurulu bir dünya
vardır. Madde yalnızca kendi dünyamın tutarlılığını sağla­
makla kalmaz; aynı zamanda benim, sizin, herkesin dün­
yalarının birbiriyle tutarlı olmasını da sağlar. Kafalarımız,
dünyanın kelimenin tam anlamıyla tutarlı veya uyumlu
gibi görünen parçalarını derler.
Madde ile anlamlılığın arasında; maddesel varlıklarla,
görünüşte bizden bağımsız bir şekilde var olan olaylar ağı
ve bizim için özel anlam taşıyan olayların zengin dokusu
arasında bir yerde, "nesnel gerçekler" yer alır. Wittgenstein,
Tractatus Logico-Philosophicus adlı gizemli eserinin ilk
cümlelerinde şöyle der:

1 . Dünya oldugu gibi olan her şeydir.


1 . 1 Dünya olgulann toplamıdır, şeylerin degil.2

Olgular, yaşam yolunda yürürken ilişki kurduğumuz


dünyadan, dünyalardan oluşan ortak olasılık uzayını saran
çit örgünün payandalarıdır.
İlk bakışta buradaki anlam çok açık gibi görünse de,
"açık" sıfatı olguları tanımlamak için hiç de uygun değildir.
Olgu nedir? Olgu bir nesne gibi öylece "orada" olan bir şey
değildir. Şüpheniz varsa, şu anda kafanızın park etmiş oldu­
ğu odadaki olguları saymayı deneyin. Bu sayı, neleri fark
etmek istediğinize, bunları ne şekilde ayırdığınıza ve orada
bulunanı nasıl tanımladığınıza göre değişecektir. Olgular, şu

292
üçlünün ürünüdür: Bilincim, dilim (dilimin dayattığı fark
etme ve ayırma alışkanlıkları) ve bilinç ya da tanımlama
alışkanlıklarından bağımsız olarak, doğam gereği özümde
taşıdığım her şey.
Söylediklerimden açıkça anlaşılacağı üzere, kafamın
dünyanın içinde oluşu, herhangi bir maddesel nesnenin
daha geniş bir başkasının içinde oluşundan farklıdır. Aslın­
da, "kafamın 'dünyanın' içinde oluşu" yerine, kafamın
"dünyasının", hatta "'anlık dünyasının' (kişisel ve kamusal
tarihe işlenen, kişisel ve kolektif geleceğe gebe bir ana ait
dünyanın) içinde oluşu" demem daha doğru olacak. Dünya,
küçük bir baloncuğa benzeyen kafamı içeren kocaman bir
baloncuk değildir. Evet, kafam bazen dünyadaki bazı nesne­
lerle -örneğin şu an elimde tuttuğum kahve fincanıyla- yan
yana gelebilir ama bu, ancak ve ancak kafamın onları bir
birlik oluşturacak şekilde bir araya getirme teveccühü saye­
sinde gerçekleşebilir. Bu da bizi zahmetsizce konunun diğer
tarafına taşıyor.

Kafamın İçindeki Dünyam

Kafamı yalnızca kapladığı fiziksel alanda konumlan­


dıramıyorsak, bunun nedeni içinde bir dünya taşımasıdır:
Kafam içinde bulunduğu dünyayı içinde taşır. Bunu söyler­
ken dikkatli olmalıyız. Yanlış anlaşılmasın; kafamın içinde
bulunduğu ışıklı dünyanın, kafatasımın karanlık dehlizle­
rinde uydurulduğu gibi bir şey kastetmiyorum. Aslına bakı­
lırsa kafamın içindeki dünya, kafamın kendini içinde bul­
duğu bütün dünyaların toplamının bir özeti gibi görülebilir.
Kafamın içindeki dünya, insan türünün geçmişten bugüne
yapnğı yolculukların yazılı, sözlü ve görsel dökümleriyle
desteklenmiş bütün yolculuklardan dokunmuştur. Kafamın
içindeki dünyanın, sizin kafanızın içindeki dünyayla uyumlu
ve iletişim içinde olması bundandır.

293
Bütün bu yolculukları düşünmek; kafamın dakikalar,
saatler, haftalar, aylar, yıllar, on yıllar boyunca, orada olanla
orada olduğu söyleneni bulma çalışmaları sırasında çizdiği
uzun yaşam çizgisini hatırlamak insanın gözünü korkuta­
bilir. Kafalarımızın içinde ne uzun yolculuklar kıvrılıp yer­
leşmiştir. Annemin kafasına bakıp, düşünüyorum: Teraslı
evleriyle Edward Devri Llverpool'unun sokaklarında gün
ışığını görmüş; 1 930'larda işe giderken Scotland Road'da,
mahcubiyetten kızarmış yanaklarıyla yürümüş; 2. Dünya
Savaşı'nda May Blitz patlamalarını korkuyla dinlemiş;
parkta birbiri ardınca bebeklerini gezdirmiş; aralıksız bir
şekilde okulda yaptıklarımı anlatan sesimi dinlemiş; afacan
torununun nihayet uykuya dalacağı anı dört gözle beklemiş;
babam yaşlanıp çekilmez hale geldiğinde hüsranla ağlamış;
aynaya bakıp kendi kendine " bu yaşlı kadın kim?" diye
sormuş bir kafa bu.
" Burada" kavramının bu kadar karmaşık olması da;
kafalarımızın, içini kapladıkları girintili çıkıntılı bir yumru
şeklindeki alanla veya kendilerini konumlandırdıkları duy­
sal alanla sınırlanmaya kararlılıkla karşı çıkmaları da
boşuna değildir. Herhangi belirli bir anda, o belirli anın
içinde değilizdir. Bizi meşgul eden kaygıların kapladığı gizli
alan nedeniyle, aslında o anda işgal ettiğimiz yerden birkaç
kalıp fazla yer işgal ederiz. Hissettiklerimizden çıkardığımız
anlam, binlerce uzak yakın geçmişten süzülmüştür ve ufuk­
ların ardındaki ufukların ardındakilere göz dikecek kadar
küstah bir geleceğe uzanır. Diğer insanlarla paylaştığımız
dünyamızda kafamızla çizdiğimiz uzun yaşam çizgimiz üze­
rindeki her nokta, aslında paketlenmiş devasa bir küredir.
Bu dünyayı kafamın içinde anlamaya çalıştığımda, bir
yenilgi hissi duyuyorum. Walt Whitman'ın "çokluğu barın­
dırırım " iddiası, çok alçakgönüllü geliyor.3 Hatırladıkları­
mı dönemlere ayırmaya çalışırken, "zihnimde bugünmüş
gibi canlı anlar" , flaş anılar geliyor aklıma: Büyük Teyze

294
Nell'in 1 953'te mutfakta, çene hizasına gelen kır saçlarına
düşen gün ışığı altında "sanırım öyle" demesi; en yüksek
notu aldığımda okuldan eve dans ederek gelmem; dünya­
nın boyanmış bir tablo gibi göründüğü bir öğleden sonra,
delilik olmasından korktuğum bir ruh haline sürüklenmem;
bir öğle arası, kırlarda rüzgarla sallanan kavak ağacının
sesini dinlemem ve aşık olduğumu hissetmem; bir hastanın
benden önce ölmesinden korkmam; çocuğumla birbirimize
gülümsemenin verdiği neşe; Amsterdam'da bir banka otu­
rup, ilk kez düşüncelerimi yakalayabildiğim hissine kapıl­
mam; iyi bir konuşmanın arkasından gelen alkışlar; yirmi
yıl sonra sokakta beni duraklatan saçma bir yorum...
Bunların yerine, geçtiğimiz altmış yıl boyunca, dört
buçuk kıtada, kırk kadar ülkede, bin kadar şehirde, oturdu­
ğum, ayakta durduğum, yürüdüğüm, konuştuğum, baka­
kaldığım, uyuduğum, endişelendiğim ve eğlendiğim yerleri
de düşünebilirim. Yahut da, sevgili, arkadaş, komşu, iş
arkadaşı, doktor, dinleyici, kuyruk beklerken veya bir yere
giderken yan yana geldiğim kişi olarak etkileşim kurduğum,
yüzlerce, binlerce kafayı hatırlayabilirim. Tabii bir de, Par­
menides'in ölüm tarihi, kalp yetmezliğinin tanı kriterleri,
Bulgaristan'ın başkenti, eşimin en sevdiği romanlar, Her­
mann Broch'un veya Milan Kundera'nın etkisi gibi, dünya­
mı donatarak zenginleştiren olgular var. Gündelik yaşamda
yararlandığım binlerce teknik bilgi ve beceriyi; insanlar,
mekanlar ve eşyalarla ilişkilerimizi düzenleyen yüzlerce dav­
ranış şeklini ve Gordon Brown'ın dış politikası gibi sayısız
soyut kavramı da unutmamak gerek.
Bu kafanın -veya head, tete, testa, ne derseniz deyin­
annenin acı ve sevinç çığlıkları arasında doğum kanalından
dışarı çıkışından, krematoryum kapıları müzik ve hıçkırık­
lar arasında arkasından kapanıncaya kadar gördüğü, duy­
duğu, hissettiği, öğrendiği şeyler, öyle özetlere sığacak gibi
değildir: Tonozlar, nergisler, bariz olan bir şeyin sündürülüp

295
uzatılması, çarşambalar, güzel bir yazı, dayanılamayacak
ağrılar, ekonomik gidişat, iki büklüm yürüme, kraliçeyi
görebilme olasılığı, yoğun tahriş, güzel yüzler, orgazmlar,
zebralar, geç kalmışlık hissi, Rönesans çoksesliliği, taksiler,
sonbahar yaprakları, tükürük, çini, gün doğumu, ispino­
zun ötüşü, ispinoz ötüşünün uzun veya kısa versiyonları,
kırılan umutlar, alaylar, uzaklığın boğduğu sesler, tersyüz
olmuş kılıflar, teoremler, yollardaki tümsekler, beklenti,
didik didik arama, onaylanan başvurular, sıçrama tahtaları,
evrim savları, çukurlar, zımbalar, rüzgar tulumu, hayret,
uçuş mitleri, uzaktaki sis, çiçeğe durmuş erik ağacı, artan
fiyatlar, donakalma, hastalıkta alevlenme, pipo temizle­
yicisi, Avrupa Reklam Standartları Birliği, platformlar,
Kongre Kütüphanesi için şiir danışmanı, velveleler, çatallar,
zor matematik soruları, filtre kahve, modaya uygun veya
demode pantolonlar, tembel bir adamın endişeleri, ayak
tırnakları, deniz fenerleri, ahlaki yargılar, çok ileri giden
eşek şakaları, bulutlar, elbise askıları, kum, yalnızlık (özle­
mi çekilen), yalnızlık (korkulan), deterjan, dayak, nüanslar,
yarım kafiye, güzel bahçe mimarisi yoksunluğu, "kuş besle­
yenlerin akciğeri" hastalığı, vajinal salgılar, kantatlar, iskele
babası, sahneye koyma sanatı, kriket, çamurlu su birikintisi,
ortanca, tesadüfen tanışılan yabancılar, elden geçirilmiş
arabalar, rastlantılar, uzay, mutluluk, "ördek suya daldı" ,
sandal ağacı kokusu, kayısıya benzeyen sokak lambaları,
burçak başağı, düzenleyici makamlar, boya veren kumaşlar,
boş kahkaha, kayıp şeyler, çay kaşığı, üzerine alınına,malar,
yasaklar (kesin), yasaklar (kısmi), atıştırılan kahvaltı, sahte
sıcaklıkla el sıkmalar, sıkıntı (saatlerce süren), toz, tatil
yeri, klinikler, Güney Afrikalı melez zulmü, çan kuleleri,
yardakçı, radyo muhabiri, görüş iklimi, deniz tatilleri, yük­
sek gerilim hattı direkleri, otoyol işaretleriyle ilgili çelişen
kuramlar, kıkırdama, yaşamımın kıkırdama yasağı altında
geçen dönemleri, kutuların, saatlerin, şiltelerin işaretlenme-

296
si, dinamizmden yoksun politik partiler, çubuklu balinalar,
publarda yapılan karalamalar, kuru taş kaplama duvarlar,
ispiyon, acayip espri anlayışı, "hiçbir zaman gerçek değer
almayan tüın polinom ya da gerçel sayıların, polinomların
oranlarının karelerinin toplamı şeklinde gösterilebilirliği"
hipotezini ortaya atan ve bu konuyu merak eden insanlar,
Atom Enerjisi Otoriteleri, başka eşek şakaları, taahhüt­
ler, tehditkar bakışlar, ödül kazanan kamera görüntüleri,
düşünmeden yapılan yorumlar, elastik bantlar, kargaşa,
tekrarlanan şeylere düşkünlük, tenis raketleri, sağanaklar,
şark vaatleri, listeleme meraklıları, uygunsuz cisimleştirme,
zambaklar, hiçliğin fark edildiği o korkutucu kısa anlar,
nezaket, ünlülerle fotoğraf çektirme şansı, yüzsüz bürok­
ratlar, hayret verici ortaçağ goblenleri, tartışmalı atıflar,
kıkırdak, sincaplar, trafik konileri, sürprizli bir sonla biten
hikayeler, hak edilmemiş tezahürat, kargalar, beysbol... ve
böyle uzar gider. Bu listenin Hong Kong, Prag, Girne ve
Bramhall gibi birbirine çok uzak yerlerde derlenmiş olduğu
gerçeği, meraklısına ancak bu kadar çok şeyin kafamda
saklanabildiğini ve doğru yerde tutulabildiğini de gösterir.
Elbette bütün bunlar kafamda her an ön planda dur­
mazlar. Ancak her an erişilebilirdirler ve daima bizi yaşanan
anın tüy kadar hafifliğinden çekip alabilirler (ağrı veya
korkunun bizi tek bir ana kilitlediği zamanları hariç tutu­
yorum) . Bu dünyanın bu kafanın içinde nasıl barındığını
açıklayamam, ama inanın çok isterdim. Aynı şekilde, bütün
diğer maddeler gibi yalnızca şimdiki zamana sahip olan -ya
da gerçekte, fizik biliminin bakış açısına göre, hiçbir zaman
kipine sahip olmayan- bu yerde, geçmişin nasıl "saklandı­
ğını", geleceğin nasıl en ince ayrınnlarıyla planlandığını ve
hazırlandığını da ... 1 970'teki bu gülümseme nasıl hatırlanı­
yor ve büyük bir sevgiyle dudaklarda oluşup, karşısındakine
mutluluk vermesinde rol oynayan koşullar ağıyla birlikte
kendi dünyasına nasıl yerleştiriliyor?

29 7
Birçok düşünür -bu konuda görüş bildirenlerin büyük
bir çoğunluğu-, bu tür sorulara yanıt ararken, kafanın için­
deki dünyanın bir çeşit kalıp olduğu ve bu kalıbın bilgisayar
formatında saklandığı sonucuna varmışlardır. Ben veya
kafam veya beynim veya her neyse, geçmiş deneyimlerimin,
anılarımın, bildiklerimin, alışkanlıklarımın, becerilerimin,
kazanılmış davranış kalıplarımın, bitler ve pikseller halinde,
sinir impulsu örüntüleri üzerinden depolandığı bir çeşit diji­
tal bilgisayarım. Şu küçük ayrıntı olmasaydı, bu gerçekten
de harika bir açıklama olabilirdi: Bizler kafamızın içindeki
dünyanın farkındayızdır ve bu, bizden önceki dünyayla ilgili
farkındalığımızın içine işleyerek onu anlamlandırmamızı
sağlar. Bilgisayarlardaysa böyle bir farkındalık yoktur. Bu
da önemsenmeyecek bir fark değildir. Bu, bilgisayarları çakıl
taşlarına yaklaştırır; üstelik insanların bilgisayarlara benze­
mesinden daha çok ...
Farkındalığın katkısına duyulan gereksinim göz ardı edi­
lebiliı; çünkü "bilgi işlem" , "temsil" ve "modelleme" gibi,
bilinçsiz bilgisayarlar tarafından gerçekleştirildiği söylenen
ama aslında ancak bilinçle gerçekleştirilebilen faaliyetleri,
bilgisayar kafalarımıza veya bilgisayar beyinlerimize atfede­
rek hile yaparız. Aslına bakarsanız bilgisayarla.ı; bilinç sahi­
bi varlıklar olmasa ne bilgi verebilirler ne de herhangi bir
şeyi temsil edip modelleyebilirler. Etraflarındaki dünyanın
farkında olan varlıklar olmasa, bulutlar yağmurun habercisi
olabilirler miydi?4
Gelecek nesiller geriye dönüp baktıklarında, içinde kendi
kendimizi modellediğimiz teknolojimize hayran kalışımıza
-kafamızın içindeki dünyanın sinirsel aktivite temelli bir
bilgisayar modeli olduğunu düşünmemize- çok gülecekler.
Kendi öznelliğimizi kuru kuruya bir nesnenin, beynin, faa­
liyetleri üzerine inşa edebileceğimizi sanmış olmamıza; sor­
gulayan öznenin kendisinin zekamızın saydam bir nesnesi
olabileceğini düşünmüş olmamıza; bilginin bizzat temelini

298
oluşturan bilinci açıklamaya oradan buradan toplanmış
birkaç parça bilginin yeterli olabileceğine inanmış olmamıza
daha da çok şaşacaklardır.
Kafamın içindeki dünya değişimlere çok duyarlıdır.
Öncelikle, beni saran dünyayla yakın ilişki kuran iç dünya,
depoda tutulanın yalnızca çok ufak bir örneğidir. İkinci ola­
rak, olaylar bu dünyayı geri dönülemez bir şekilde değiştire­
bilir. Sıkı bir darbe dünyamda ciddi bir göçük açabilir; bitler
kaybolabilir, iç payandalar yıkılabilir ve istediğim zaman
geri kalan parçalara ulaşabilme yeteneğim ciddi şekilde
zarar görebilir. Dünyadan kopabilirim, öyle ki sayfalara,
kentlere, sokaklara, sevdiğim kişilerin yüzlerine hatta eli­
min tersine anlamaz gözlerle bakar hale gelebilirim, çünkü
geçmişle bağım kopmuştur ve artık karşımdaki nesnelerden
bana yansıyan bir duysal hale yoktur.
Öte yandan kafamın içindeki dünyayı dönüştürmenin
daha keyifli yolları da yok değildir: Bir bardak Stella Artois
birasını kafamın önündeki delikten içeri akıtırım ve bakın
şu işe, dünya farklı bir ışıkla parlamaya başlaı; kafa da bu
dünyaya farklı bir uyum gösterir. Birdenbire geçmiş daha
derin görünür; geleceğin külfetli talepleri ve olası zorlukları
hafifler; gecenin sıcak ışınları müzikle birlikte ruhuma işler
ve orada oturan adamın gülümsemesi daha sevimli görün­
meye başlar. Thomas de Quincey bu mucizeyi afyon ruhunu
keşfettiğinde hissetmiştir (tabii bunu büyük bir pişmanlık
izlemiştir, o başka):

Bu bir de vô-yi küll, yani insanın her derdine deva olabilecek


bir devô-yi müsekkin idi: Feylosoffann eski caglardan beri hakkın­
da münakaşa edip durdugu murlulugun sımnı bir anda keşfetmi$­
lim: Artık onu bir peni karşılıgında sahn alıp yelegimin cebinde
taşıyabilirdim: Yahut bu saadeti bir pinrlık bir şişeye sıgdınp her
yere götürebilirdim: Haıtô posta arabasıyla galon galon huzur
dagıtmak bile mümkündü.5

299
Ah, kafayla dünyası, dünyayı dolaşan kafayla kafanın
içindeki dünya arasındaki ilişki, eğilip bükülmeye ne kadar
da elverişlidir. Kafanın içindeki mikrokozmosla dışındaki
makrokozmos, Natasha'ya aşık olan Pierre'in, berrak,
soğuk bir gece eve yürürken gökyüzünde parlayan, mucizevi
1 8 12 kuyrukluyıldızına bakarken hissettikleri kadar ahenkli
olabilir:

Pierre' e öyle geliyordu ki, bu yıldız onun yeni bir hayata acı­
lan yumuşamış, cesarerienmiş ruhuna cevap veriyordu.6

Hal böyleyken, dünyanın bize büyük oranda kayıtsız


olduğu; bizlerin bildiklerimizin yalnızca ufacık bir parçası
olduğumuz gerçeğine katlanmamızı sağlayan bu kadarlık
bir gönül ferahlığı olmasaydı halimiz ne olurdu?

Her Kafa Bir Başkasının Kafasının İçindedir

Bir kişi her zaman bir başkasının kafasının icindedir


ve bu kafa da diger kafaların icindedir.
Friederich Nietzsche, Morgenröte {Tan Kızıllıgı)

Kafamın içinde bulunduğu dünya, türlü çeşitli yollarla


kafamın içindeki dünyayla etkileşim içindedir. Bu etkile­
şimler sonucunda ortaya muazzam bir karışım çıkar. Bu
karışımda, önermese! düşünce, rasgele davranış, ölçülüp
biçilerek yapılan eylem, kafa karışıklığı ve berrak görüş; sağ­
lam kayalıkların -kariyerim, sorumluluklarım, vazgeçilmez
haklarım, kalıcı ilişkilerim ve sahip olduklarım- üzerinde
titreşen hisleı; duygular ve anılar gibi soyut değerleı; iç içe
geçmiş haldedirler. Yaşadığım zamanın fani danteli, dünya­
daki sorumluluk ve haklarımın ifadesi olan çok katmanlı
özgeçmiş kabuğuyla kuşatılmıştır. Pasif olarak deneyimlenen
yaşam ile aktif olarak sürdürülen yaşam arasında yalpalar
dururum ama bu ancak, bu bölümün ana fikrine gölge

300
düşürecek kadar bir önem taşır. Bu iki yaşama şekli birbi­
rinden ayrılamaz desek daha doğru olur -bunu, üzerine ışık
düşen bir şelalenin karmaşasında beliriveren gökkuşağına
benzetebiliriz. Gökkuşağı, durmaksızın aceleyle akan suların
buğusunun üzerinde mucizevi bir sakinlikle asılı kalır.
Yaşamım üzerindeki bariz kontrol, etkileyici boyutlara
varır; öyle ki, yaşamımı yönetmeye, bedenimin yaşamda kal­
masını sağlamaktan daha çok çaba harcıyor gibiyimdir. Sık
sık, sabah erken kalkar, birkaç saat içinde yüzlerce kilometre
uzaklıktaki menzilime ulaşmak için yola çıkar ve her seferin­
de tam zamanında ve tam da doğru yere ulaşırım. İsteyerek
araya sokulan veya araya giren şeylerin arasına giren şeylere
ve bunların arasında mecburen maruz kaldığım davetsiz
olaylara rağmen yine de düzenli bir yaşam sürebilmem bir
mucizedir ve bu mucizenin farkına vardığım anlar sayılıdır.
Bal peteğine çantada keklik gözüyle bakarken, arıların mil­
yonlarca uçuşunu, bütün bu süreci ören gidiş gelişlerini hiç
düşünmemişimdir. İşte bu yüzden, beni -namuslu, orta yaşlı,
düşüncelerini açık şekilde ifade edebilen, ciddi bir adam- ben
yapan irili ufaklı milyonlarca şey olduğunu fark edebildiğim
nadir anlar benim için çok değerlidir.
Birkaç yıl önce böyle bir an yaşadım. Epilepsiyle ve
bilinç kaybına neden olan diğer durumlarla ilgili bir konfe­
ransa gitmek için uçağın gelmesini bekliyordum. Floransa
uçağının geldiğini haber veren "Florence" yazısının yanıp
söndüğünü görünce, ekibimin acil nöbetinde olduğu akşam
vizitesinde gördüğüm 24 hastadan biri olan Florence S.
aklıma geldi. Hastayı acil konsültasyon için nörologa gön­
dermeyi unutmuştum. Bu olay sayesinde, "ahlaki şans"
kavramına benzeyen, hatırlamamız gereken bir şeyi tesadü­
fen hatırlamamızı sağlayan "bilişsel şans" kavramı üzerinde
düşünmeye başladım. O günden beri bunun etkisini her an
fark ediyorum. Gündüz düşlerimden uyanmış, kişinin öz
varlığının fokurdayan altyapısıyla karakterinin, konumu-

301
nun, makamının ardında yatanlarla yüz yüze gelmiştim.
Böylece artık birisiyle selamlaşıp tanıştığımda, kiminle
selamlaşıp tanıştığımı anlayabiliyorum.
Kısa süreli, anlamsal, işlemsel, anısal ve otobiyografik
bellekler bir arada çalışırlar. Böylelikle araba kullanırken
gördüğüm son işareti aklımda tutabilir, oraya neden kon­
duğunu anlayabilir, arabayı nasıl kullanacağımı bilebilir,
gitmekte olduğum yere daha önce gittiğim zamanları ve
oraya gittiğimde neler hissettiğimi hatırlayabilirim. Bir
anlık dalgınlığa düştüğümdeyse, kafa patlatıp istediğim şeyi
bulup çıkarırım. Aradığım şeyi ve onu hatırlamak için gere­
ken ipuçlarını biliyor gibiyimdir.
Zaten dış dünyanın tesadüfi olayları, pek de bizim kafa
karışıklıklarımızı çözücü nitelik taşımazlar. Dış dünya çoğu
zaman, biz tamamlanmış işler adasının kıyısına ulaşmaya
çalışırken bir yığın şeyle dikkatimizi dağıtır, ama biz yine de
çoğunlukla evimizde sakince oturuyor gibi görünürüz. Peki,
bunu nasıl başarırız? Bu sorunun ilginç bir yanıtı var: Biz
insanlar, çok az veri üzerinden genelleme yapma sanatında
ustayızdır. Tehlikeli bir sanattır bu. Kendimizi böyle var­
sayımlar yaparken yakaladığımızda, dünyadaki yolumuzu
çizen önyargılara hayret etmemek mümkün değildir. Örne­
ğin, orta yaşlı bir kadın önünüze atlayıp, gözünüze kestir­
diğiniz park yerini kapıyor veya son sürat araba kullanan
bir genç hızla önünüzden geçip, sizi ani bir fren yapmaya
zorluyoı: Sinirlenirsiniz ve o kızgınlıkla kadının ağır mak­
yajlı yüzüne ve sarı saçlarına, delikanlının tıraşlı kafasına,
dövmeli kollarına ve yüksek sesli müziğin gümbürdedi­
ği turbo arabasına saniyeler içinde anlamlar yüklersiniz.
Yaşamlarınız birer kümeyle ifade edilecek olsa, en ufak bir
noktada bile kesişmeyecekleri çok açıktır. Buna rağmen,
kadınla gencin yaşamlarının birkaç dakikalık bir örneğine
bakmak, bütün yaşamları hakkında genelleme yapmanıza
yeter de artaı: Kadın kesin muhafazakar partiye oy ver-

302
miştiı; idam cezasından yanadır, öğlen yemeklerini dışarıda
yiyor ve Daily Mail okuyordur. Delikanlının o lüks arabayı
alacak parayı namusuyla veya iyi yollardan kazanmadığı
bellidiı; kadınları küçüınsüyordur ve günümüz İngiJtere'si­
nin kokuşmuş yönlerinin büyük kısmından sorumlu olan
o moron, bilinçsiz yuppilerinden biridir. Levi-Strauss'dan
değiştirerek alıntılarsak, böylelikle "dünyayı kendimize ait
bir şey haline getiririz" .
Bu rahatsız edici örneklerin aslında tuhaf bir yanı yok.
Eninde sonunda bütün yargılar az veya çok anlıktır, anlık
olmak zorundadır. Yaşananlar ile bunların sınıflandırılma­
ları arasında boşluğa pek yer yoktur; her an devam eden
bilinçlilik sırasında, ardı ardına ekstrapolasyonlar yapaı;
yani sonuçları yorumlar ve genelleriz. Yine de kimi zaman,
ortak akıl sağlığımızın sürdürülmesi bir çeşit deliliğe bağ­
lıymış gibi görünür; kent toplumunun temeli, belirli bir
kültürlülük halini sürdürebilmemizi sağlayan önyargılar çıl­
gınlığına dayanıyor gibidir. Leszek Kolakowski'nin tanıni­
ladığı üzere, gündelik yaşam aslında "hiçbir bağlantının
olmadığı ... birbirinden tamamen farklı olaylar arasında"
bir "işkenceye" benzer; "hiçbir şey gerçek değildiı; hiçbir
şey gerçekten deneyimlenmez ve her şey kaotik bir ayrıntılar
yığını arasında erir gider" . 7

303
1 6. Bölüm

Düşünen Kafa

Düşünen kafayla ilgili bölümü bilerek en sona aldım.


Kitabın en başından beri kafamın üzerine kafa yoruyorum.
Şimdi de sıra, kafamın üzerine kafa yonnamı sağlayan
süreçler üzerine kafa yormaya, yani düşünce üzerinde
düşünmeye geldi. Yalnız burada da, sayfalar önce aynada
kendime bakarken baş gösteren baş dönmesinin geri gelme
tehlikesi söz konusu. Ne de olsa, düşünen kafam düşünce
üzerinde düşünen kafamı düşünüyor olacak. Tevekkeli
değil, bu konuya yoğunlaşmaya çalıştığımda kafamdaki
bütün düşünceler boşalmış gibi oluyor -daha doğrusu
düşünceler adeta beni yutuyorlar-, düşünümselliğin girda­
bına kapıldığımı hissediyorum.
Tabii biraz abarttım. Bu süreç, Escher'in kendisini çizen
el resimleri kadar imkansızlık barındırmıyor. Çünkü kafalar
kolektifinin geçmişi ve bugünü, kendi kafamla ve kendi
düşüncelerimle ilgili düşüncelerimin kendilerini seyredebi­
lecekleri bir ayna sunuyor. Yine de burada kafasızlara yer
olmadığını söyleyebilirim.
Düşünceler, gün boyunca ve gecenin büyük bir kısmında
kafamı meşgul eder. Endişelenme, aynı konu üzerinde düşü­
nüp durma, umutlanma, sevme, nefret etme, planlama ve
hatırlama gibi düşünsel faaliyetlere düzyazı şeklinde sözcük­
ler eşlik eder; daha doğrusu tüm bunlar sözcüklere dökül-

305
müş haldedir, sözcüklerle ifade edilir. Bilinç akışı yalnızca bir
sözcük akışl olmasa da, James Joyce gibi dahi bir yazarın
da inandığı üzere, uyanıklıkla laf kalabalığı aynı anda sona
erer.1 Bana ait olan şu kafa, cümlelerin içinde kilitli olduğu
bir kuledir. Bu kilidi ancak dilim veya klavyenin üzerinde
yazı yazan parmaklarım açabilir.
Dönüp dolaşıp yine en sevdiğim yardımcım olan ayna­
ya geri dönüyorum. Bu defa aynam, dondurmamı yalayıp
yutarken kullandığım kaşığım. Yüzüme bakıyorum, karşı­
lığında yüzüm de bana bakıyor. Bu yüze bakarak düşündü­
ğümü söylemek de ne düşündüğümü söylemek de mümkün
değil. Düşündüğüme bahse girsem, kazanma şansım çok
yüksek oliır o ayrı. O yüzden, şuradaki kadının -otuz yıldan
daha fazla süredir karım olan hanımefendi-, her ne kadar
sakince oturuyor olsa da, bir taraftan da düşünmekte oldu­
ğunu varsayabilirim. Aynı şekilde, güneşin altında parıl parıl
parlayan kafalarıyla şu güneşli sokağı dolduran kalabalığa
baknğımda da, birisiyle konuşmayanların kendi kendile­
rine düşündüklerini biliyorum. Güneşin aydınlatmadığı iç
mekanlara giden, farklı farklı semantik alanlar üzerine kafa
patlatan, ortak olasılık uzayımızın en gizli kenar ve köşele­
rini didik didik eden bu parlayan kafaların hepsinin içinde
durmaksızın gevezelik eden bir karanlık var.
Gözlerimi kapıyorum, böylece bakışlarımı içime çevi­
rebiliyorum. Kafatasımın içindeki karanlık, sonsuz gecede,
sesim durmaksızın çene çalıyor. Bu karanlığın içinde yeşeren
düşünceleri düşünüyorum. Bu düşüncelerden kaçınmam
mümkün değil. Kendi düşüncelerimi duyabiliyorum ama
sizin düşüncelerinizi duyamam. Onlarca yılı beraber geçir­
mek bile düşüncelerinizi duyulur hale getirmez. Hastaları­
mın kafasına stetoskobu dayayıp, bir anjiyomun (damar

tümörü) sesini duyduğum olmuştur. Oysa bu kafanın


içinden durmaksızın aktığına emin olduğum düşüncelerin
kırınnsını bile duyamam.

306
Kendi düşüncelerimize ayrıcalıklı erişimimiz üzerinde
biraz düşünmekte fayda var:. Bir dakika önce ne düşündü­
ğümü hatırlamayabilirim, bir dakika sonra ne düşüneceğimi
kesin olarak öngöremem, ama şu anda düşünmekte olduğu­
mu ve ne düşündüğümü bilirim . Başka kimse kesin olarak
bunu bilemez . Tahminlerde bulunulabilir ama tam olarak
emin olunamaz . Kendimizi -özellikle de kafalarımızı-, için­
de özel -gizli, esrarengiz, zihinsel- olayların geçtiği mahrem
bir "alan" olarak görme eğilimimiz bundan kaynaklanır.
Geçtiğimiz yüzyıl filozoflarının çoğu, bunun düşünce ve
benlik konusunda yanlış bir düşünce şekli olduğunu öne
sürerek, bu görüşü reddetmişlerdir. Onlara göre bu, tam
olarak fiziksel dünyaya ait olan "alan" kavramının, kesin­
likle ait olmadığı varsayımsal zihin alemine genişletilmesinin
bir sonucudur. Haklı olabilirler. Öte yandan, düşüncelerin
meydana geldiği bu mahrem alam yansıtmanın daha iyi bir
yolu da yoktur. Düşüncelerin bir yeri olup olmadığı konu­
sundaki bu tartışmaya geri döneceğiz .
Önce, düşüncelerle ilgili çok bariz birkaç soruya yanıt
arayalım . Başka hiç kimsenin duyamadığı düşünceleri duy­
mamızın anlamı nedir? Ve düşünülebilmeleri için, neden

onları düşünen kişi tarafından duyulmaları gerekiyor? Şu


anda düşüncelerimi dinliyorum ve açıklayıcı bir ses tonu­
na sahip gibi geliyorlar bana . (Belki de "açıklamanın eli
kulağında" diye düşünmek istediğim için öyle duyuyorum .)
Başka zaman, kafamda çeşitli senaryolar kurup üzerinden
geçerken, nazik, sinirli veya alaycı oldukları da oluyor.
Görünen o ki, farklı düşüncelerin farklı ses tonları var.
Demek, sessiz olmalarına rağmen, sessizliğin ses tonlarını
kullanıyorlar. Öyle ya da böyle, duyulabilir oldukları bir
gerçek --en azından benim için . Bunun gerçekliğinin bir
kanıtı da, psikoz hastalarının kendi düşüncelerini (ki bazı
durumlarda hasta bu düşüncelerin zihnine "yerleştirildiği­
ni" düşünür) başkalarının sesi gibi duymalarıdır (hastalar

307
bu seslerin kendileriyle alay ettiğini, talimatlar verdiğini
veya yuhaladığını söylerler).
Düşüncelerin başka kişiler tarafından hiçbir şekilde din­
lenemeyen bir duyulabilirliğe sahip olması, psikologlarda
ve filozoflarda tatlı bir şaşkınlık yaratır. Düşünceler, sesi
duyulabilen diğer şeylerin özelliklerinden yoksundurlar.
Belli bir kaynakları yoktur -tabii benden başka (artık bura­
daki " ben" ne anlama geliyorsa)- ve dolayısıyla da belli
bir uzaklıktaki belirli bir yönden gelmezler. Düşünceleri
duymakta zorlanmam. Çocuklara gürültü yapmamaları için
yalvarırken "susun da biraz başımı dinleyeyim" dediğimiz­
de, bu metaforu bilinçli olarak kullanırız. Daha ilginç bir
soru; öncelikle neden düşüncelerimizi duymamız gerekiyor?
Düşünebilmem için, önce düşüncelerimi kendime söyle­
mem mi lazım? Bu durumda, eğer düşündüklerimi henüz
düşünmemişsem, kendime ne söyleyeceğimi nasıl bileceğim?
"Ağzımdan çıkanı kulağım duymadan ne düşündüğümü
nasıl bilebilirim?" lafını herkes bilir ama kimse bu durum­
la nasıl başa çıkılabileceğini bilmez.2 Bu noktada, bize en
yakın gibi görünen şeyle, düşüncelerimizle ilgili bin türlü
soru akla geliyor. Olaylar ile eylemler, edilgenlik ile etkinlik
arasındaki ilişkiye dair sorular bunlar. "Düşünmek" fiilini
ve düşünme eylemini mercek altına yatırmamız gerekiyor.
Her halükarda düşüncelerin bir şekilde kimlik kazan­
maları gerekecektir ve biz de bunun için, düşüncelerimizi
ahbaplarımızla ortak dilimize dökeriz. Öyleyse, bir düşünce
yaratmanın en bariz yolu, bir cümle kurmaktır. Üstelik bu
cümleleri öyle büyük bir özen göstererek kurduğumuz da
söylenemez, hatta çoğunlukla kısa parçalara razı oluruz.
Dahası, düşüncelerimizi cümlelere çevirmek, bir düşünceye
sahip olmanın tek yolu gibi görünmektedir (ses tonları gibi,
cümlelerin de farklı özellikleri olsa da, bunlar düşüncenin
çatısını etkilemez). Bir düşünce üretmek demek, kendimizi
o düşünceyi düşünürken duymak demektir. 3

308
Düşüncelerim Kafamın içinde mi?

Kulak kiri kafamın içindedir. Sümük de öyle. Beynim de


keza kafamın içindedir. Peki, düşüncelerim kafamın içinde
midir? Düşüncelerimizin vücuda geldiği sessiz karanlıktan
bahsederken bu konuya da değinmiştik hatırlarsanız. Şimdi
bu noktaya farklı bir açıdan yaklaşalım.
Çoğu kişinin şüphe etmeyi hayal bile edemeyeceği şey­
lerden şüphe etme yeteneğine sahip olan filozoflar, zaman
zaman bizim gerçekten de kendi düşüncelerimizin farkında
olup olmadığımızı merak etmişlerdir. Söylediklerine göre,
evet, düşündüğümüzü biliyoruz. Descartes "Düşünüyorum
öyleyse varım" diyerek bu şüphelere son noktayı koyduğun­
da, çıkış noktası olarak "düşünüyorum" demiş ve böylelikle
gerçekten de düşündüğüne, bu konuda yanılmanın müm­
kün olmadığına dikkat çekmiştir. Buradaki yanılgı ancak bir
düşünce şeklinde kendini gösterebilir ki zaten bu da yanılgı
olasılığını ortadan kaldırır. "Düşünüyorum" kendi kendini
doğrulayan bir düşüncedir. Burada asıl soru, düşündüğümü­
zün ne olduğunu bilip bilmediğimizdir.
Elbette ne hakkında düşündüğümü bilirim ama bu tam
olarak aynı şey değil. Düşüncelerimizi bilebilmenin tek
yolu, kafamızın içindeki cümleleri dinlemektir. Bu cümleler
sözcüklerden yapılmışlardır ve bu sözcüklerin anlamları da
düşüncelerimizin ötesinde olan şeyler tarafından belirlen­
miştir. Mesela tutun ki Aristoteles hakkında düşünüyorum
ve onu, Büyük İskender'in öğretmeni olan bir adam olarak
aklımda canlandırıyorum. Derken bir gün bir bilim insanı,
Aristoteles'in özgeçmişi hakkında yalan söylediğini, aslında
Büyük İskender'e hiç ders vermediğini ortaya çıkarıyor. Bu
durumda, Aristoteles'i düşünürken onu Büyük İskender'in
öğretmeni olarak düşünen ben, aslında düşündüğüm şeyi
bilmediğimi fark ediyorum.

309
Bunun gibi savlar -ve biraz daha gizemli olanlar, mesela
su yerine, suyla aynı özelliklere ama farklı atom yapısına
sahip olan sıvının başka şekilde adlandırıldığı ikiz dünyaları
içeren sav·- otuz yıldır filozofları uğraştırmaktadır. Filo­
zoflar, kendi düşüncelerimizi, düşüncelerimizin anlamlarını
veya bize mantıklı gelen cümleleri bilmediğimiz, " bunların
kafanın içinde olmadıkları" gibi fikirleri savunmuşlardır.4
Kendi düşüncelerimizi bilmediğimiz iddiası, iki kavra­
mın birleşmesine dayanır. Bu kavramlardan ilki doğrudur:
Düşüncelerimizi formüle ettiğimiz dil bizim için tamamen
net değildir, dolayısıyla da sözcükleri yanlış kullanabiliriz.
"Düşündüğümü düşündüğüm şeyin düşündüğüm şey olma­
dığını" savunan ikinci kavramsa hatalıdır. "Diğer insanların
söylediklerinin ve kendi düşüncelerimizin kafalarımızın için­
de olmadığı" şeklindeki en radikal iddiaysa, bir şeyin ger­
çekte bize ifade etmesi gereken anlamıyla (eğer sözcükleri
doğru kullanmış olsaydık veya dünya bizim düşündüğümüz
gibi olsaydı) şu anda bize ifade ettiği anlamının birbiriyle
karıştırılmasının bir sonucudur. Bunlardan ilkinin kafamı­
zın içinde olmaması, ikincisinin olmasını gerektirmez.
Öte yandan, düşüncelerimin ve anlamlarının kafamın
içinde olduğuna karşı çıkılmasının bir başka nedeni daha
vardır. Bu evladiyelik sav, anlamların ve düşüncelerin yer
kaplayan cinsten şeyler olmamasını temel alır. Oxford
profesörlerinden Gilbert Ryle'dan etkilenen binlerce felsefe­
ciye göre, bunların yer kapladığını iddia etmek bir kategori
yanlışıdır: Düşüncelerin yerinden bahsetmek, asal sayıların
besin değerinden bahsetmeye benzer. 5 Mantıksal düzlemde
yer alan düşünce kavramının; ortaya çıkan, sahip olduğum,
bende gerçekleşen düşünce kavramından ayrılması halinde,
bu düşünme tarzının sorgulanması kolaylaşır. İkinci kavram
hesaba katıldığında, kategori yanlışı savı zayıflayacaktır.


Hilary Putnam'ın 1970'li yıllarda gerçekleştirdiği ve lkiz Dünya adını ver­
diği düşünce deneyine gönderme yapılıyor. (ç.n.)
310
Stockport İstasyonu'nda olduğumu farz edelim. Bede­
nim orada olduğuna göre, hissettiğim şeylerin, duyularımın
da Stockport İstasyonu'nda konuşlandığını kabul edebiliriz.
Aynı şekilde, düşüncelerimin de Stockport İstasyonu'nda
olduğunu düşünmek mantıklı gelecektir. Duyulara döner­
sek, bunu anlamak bazı duyular için diğerlerine göre daha
kolaydır. Kolumun kaşındığını varsayalım. Bu kaşıntı,
Stockport İstasyonu'nun 1 . peronunda, yine bu peron­
daki büfeye belirli bir mesafede dururken koluma konan
sivrisineğin soktuğu yerde peyda olmuştur. Görülen şeyler
söz konusu olduğundaysa bunu açıklamak zorlaşır. Treni
gördüğümde, görüntü gözlerimin içinde değildir; görüntü
aslında görülen nesneye, yani trenin kendisine aittir. Burada
kendimize sormamız gereken soru, düşüncelerin, -belirli bir
yerde olduğu söylendiğinde tam da orada olmayan- görsel
imgelere mi, yoksa belirli bir yerde olduğu kesinlikle bilinen
kaşıntıya mı daha çok benzedikleridir. Ben düşüncelerin
daha çok kaşıntıya benzediklerini düşünüyorum; ilgili
oldukları şeyin ötesine geçtikleri için değil, ilgili oldukları
şey genel anlamda mevcut olmadığından. Sizi düşündüğüm­
de, düşüncem size karışıp sizinle yekvücut haline gelmez.
Bariz bir şekilde sizinle ilgili olan düşüncem, bariz bir şekil­
de sizden ayrıdır.
Düşüncelerimin kafamla aynı yerde ve aynı zamanda
bulunduğunu düşünmemin iki nedeni daha var. Bun­
lardan ilki, düşüncenin belirli bir zamanda oluşmasıdır:
Stockport İstasyonu'nda şunları şunları düşündüm diyebi­
liriz. 14.00-14.30 arasında Stockport İstasyonu'ndaydım.
Düşüncelerimin bu aralıkta ortaya çıkmış olmaları gerekir.
Şimdi, zamanda ortaya çıkan her şey, mekanda da ortaya
çıkmalıdır: "Bir zamanda" ortaya çıktıysa, "bir yerde" de
ortaya çıkmış olmalıdır. Stockport İstasyonu'nda bu iş için
en makul yer bedenim; bedenimdeyse en makul yer kafamın
içidir. Bedenin diğer bölümleri, örneğin bacağım, dalağım

311
veya ayak tırnaklarım, düşüncelerin ortaya çıkma yeri için
pek de makul adaylar sayılmazlar. Yanımdaki adamın kafa­
sı, bagaj taşıma arabası, istasyonu dolduran hava veya hava
moleküllerinin arasındaki boşluk, hepten uygunsuz adaylar­
dır. İkinci neden, felsefecilerin "algısal-kanıtlı" düşünceler
diye adlandırdıkları çok yaygın bir düşünce formudur.
"Şu görevli çok yardımsever" düşüncesini ele alalım.
Düşüncenin nesnesi, orada, bedenimden birkaç metre uzak­
ta durduğu algılanan bir nesnedir. "Bu", "şu" gibi sözcükler
{işaret zamirleri) içeren düşüncelerin referansı, düşünen kişi­
nin {bedeninin) fiziksel konumuna bağlıdır. Görevli görüş
alanımızda olmasaydı, neyi düşündüğümü ve "şu görevli"
derken "şu" ile neyin kastedildiğini bilemeyecektik.6
Düşüncelerin düşünen kafanın içinde olduğunun yeniden
keşfi, pek çok felsefecinin düşünceleri düşünen kişinin beyin
aktiviteleriyle özdeşleştirmesi gibi talihsiz bir sonuca yol açn.
"Düşünce bir dizi sinirsel aktiviteden ibarettir" denildi. Oysa
bu yorum geçerli değildir. Düşüncelerin kafanın içinde olma­
sı, onların belirli bir beynin belirli bir kısmına ait oldukları
anlamına gelmez. Düşünmekte olan kişi, dış dünyaya açık,
geçmişinin ve geleceğinin farkında olan, bir zihinler kolek­
tifine ait ve bir önceki bölümde değindiğimiz gibi, bilinçli
bir şekilde şu çok katmanlı "şimdide" var olan bir kişidir.
Bunların hiçbirisi izole sinir aktivitesine bağlanamaz. Demek
ki düşüncelerin kafamızın içinde olduğunu düşünürken belki
de biraz daha dikkatli olmalıyız: Her an onların beyinleri­
mizde, daha doğrusu beyinlerimizin minicik parçalarında
bulundukları sonucuna varmamız olasıdır. Bunun ardından
iş, düşüncemin, kendisi de sinir uyarılarından oluşmuş
bir sinir uyarıları yığını olduğunu düşünmeye varır. Bu da
düşünceyi bir tutam karmaşık biyokimyaya indirgeyecektiı:
Oysa böyle hayal gücünden yoksun bir şekilde düşün­
mekten kendimizi alamayız. Aklımıza parlak bir fikir
gelince, "kafamda bir ışık yandı" deriz. Bir şeyi hatırla-

312
yamadığımızda elimizi yumruk yapıp kafamıza vururuz,
yoğun olarak bir şeyi düşündüğümüzde gözlerimizi kapatır
veya sımsıkı yumarız. Böylece, dışarıdaki ve içerideki ışığın
rekabetini, içerideki ışığın lehine çevirmeye çalışırız; bu,
aydınlık bir günde içerideki slayt gösterisini daha net sey­
redebilmek için perdeleri kapamaya benzer. Çok ağır bir
depresyon geçiren bir arkadaşım vardı. "Kafasındakilerden
kurtulamadığını" söylüyordu. İçindeki düşüncelerin kökü­
nü kurutmak istercesine durmadan kafasını tırmalıyor ve
kanatıyordu. Bizzat kendim de, kafamı kasvetli düşünceler­
den kurtaramadığım zor bir dönem geçirdim. Yüzdükten
sonra kulağa kaçan suyu çıkarır gibi kafamı sallayıp duru­
yor, böylece sanki düşünceleri içeriden kovmaya çalışıyor­
dum. Hepimiz bunun ne kadar çaresiz bir durum olduğunu
biliriz. Bize acı veren düşünceler kafamızda kalmayıp dışarı
taşar, kalbimizin hızlı hızlı atmasına, ellerimizin terlemesi­
ne, mide bulantısına, bağırsak kasılmalarına neden olarak,
bedenimiz üzerinden de kendilerini ifade ederler.
Düşüncelerin, beynin bir yerindeki sinir uyarılarına ben­
zer şekilde kafanın içinde olması kavramı çok yerindedir
-düşüncenin iki yönlülüğünü açıkça fark etmediğimiz süre­
ce. Bir taraftan, düşünce benim olduğum yerde ortaya çıkan
bir şeydir. Bu, içerikleri bulunduğum yere bağlı olan düşün­
celerde çok barizdir (yukarıda bahsettiğim "algısal-kanıtlı"
düşüncelerde, mesela " bu çöpler bir rezalet" dediğimizde,
"bu çöplerin" konumu bulunduğum yere bağlıdır). Öte
yandan, "bu", "çöpler", "rezalet" gibi terimlerin anlamları
hiçbirimizin içinde veya hiçbir yerde bulunmayan bir işaret
sistemine aittir.
Düşünceleri bu kadar kafa karıştırıcı hale getiren, Roma
tanrısı Janus gibi iki yüzlü oluşlarıdır. Düşüncelerin iki yönü
vardır: Olayların benim tarafından düşünülmesi ( "örnek­
lendiren düşünceler" ) ve bu örneklemelere zemin oluşturan
genel, anlaşılır düşünce ( "düşünce kategorileri" ) . Bu ayrımı

313
yazılı bir sözcük üzerinden daha kolay anlayabiliriz: Şu
anda okumakta olduğunuz "sözcük" sözcüğü bir örnektir
ve tekrar tekrar kullanılabilecek olan "sözcük" kategorisini
örneklendirir. Örneklendiren düşünceler bireyseldir, bireyle­
rin kafalarında oluşurlar ama düşünce kategorileri, kafalar
kolektifinin yarattığı semboller ağına, anlamsal bağlara,
olasılık uzayına aittirler.
Bir okuyucu olarak artık bu teknik felsefi savlardan
bıkıp usanmış olabilirsiniz. Tamamen teknik olsalardı haklı
olabilirdiniz. Felsefeciler, ele aldıkları konuların derinliğini
bütünüyle mesleki savların ve alana özgü tartışmaların
altına gizleme alışkanlığındadırlar. Bunun istisnası yoktur.
Burada ele aldığımız konu, vücut bulmuş bir· varlık olarak
insanoğlunun durumunun en dibine iner, sonsuz neşemizi ve
mutsuzluğumuzun uç noktalarını; ansefalik yaşamın -Bal­
zac'tan alıntıyla- ihtişam ve sefaletini (splendeurs et miseres)
irdeler. Duyular gibi aynı anda hem burada, içimizde hem
de başka bir yerde, hatta hiçbir yerde olan düşüncelerde,
bölünmüş bilincimizi çok net bir şekilde görebiliriz. İşte bu
yüzden düşünen kafanın mahsulleri üzerinde biraz daha
durmak istiyorum.

Düşünceyle Ugili Biraz Daha Düşünce

Düşünce, insan bilincinin doğası ve insanlık halinin


bölünmüşlüğü hakkında oldukça güçlü iddialar ortaya
attım. Beni bu kitabı yazmaya iten nedenlerin temelinde
de aslında bu konular yatıyor. O yüzden şimdi bu konuları
biraz daha ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.
Düşünce, kendi ötesine geçen bilincin en iyi örneğidir:
Olduğundan farklı bir şey hakkındadır. Aynı şey kuşkusuz
algılar için de geçerlidir: Gördüğüm nesne ve görme, bir­
birinden ayrı şeylerdir. Bu ayrımın farkındayızdır (bir şeye
baktığım zaman, onun gözüme görünmeyen bir arkası,

314
bir içi, bir altı olduğunu da görürüm). Oysa düşünce söz
konusu olduğunda hiçbir şey böyle açıkça ortada değildir.
Düşüncenin ilgili olduğu şey tamamen gizlidir. Örneğin, o
sırada şehirde olmayan birini veya tatilde gideceğimiz yeri
veya Waterloo Savaşı'nı veya geleceği düşündüğümde, bun­
ların hiçbiri ortada yoktur. Aslında düşündüğüm şey tam
olarak belirli değildir. Düşündüğüm kişi -düşüncelerim ne
kadar yoğun olursa olsun- belirsiz, bulanık, genelleştiril­
miştir. Kişi, bir olasılık olarak veya kaynayan bir olasılıklar
magması olarak mevcuttur. Düşüncenin nesneleri olasılık
uzayına aittirler ve onu daha da genişletirler.
Gerçekliğe ancak zayıf ve dolaylı bir şekilde bağlı olan
bu olasılık uzayı bizi içten içe yer bitirir: Bu, aslında var
olmayan farazi bir mevcudiyettir. Kesintisiz olarak düşü­
nürüz ve yokluk içimizi kemirir, var olduğunda deneyim­
leyebileceğimiz hiçbir şeye kesin olarak karşılık gelmeyen
fıkirler tekinsiz bir şekilde bizi ele geçirir. Bizler, yeni bir tür
bakışa sahibiz ve düşünen kafamız da yeni bir bakış açısı,
olabileceklerin sonsuz okyanusunda rasgele bir başlangıç
noktasıdır.
Bir önceki bölümün sonlarında söylediğimi böylelikle
doğrulayabilirim. Kitap boyunca, kafamızla ilgili olgusal
gerçekler ile -bizim veya başkalarının bildiği şeyler- kafamı­
zın anlık deneyimleri arasındaki uçuruma her değindiğimde,
aynı düşüncelerin üzerinde durdum. Göz ağrısı nedeniyle
dökülen gözyaşları ile üzüntü nedeniyle dökülen gözyaşları
arasında hissettiğimiz fark, ikincisini ilkine göre daha fazla
manganez içerdiği gerçeğine dayanmaz.
Düşünen kafanın kendini doludan ziyade boş gibi his­
setmesinin; düşüncelerin varoluşsal olarak nispeten hafif
olmalarının nedeni kısmen budur. Öte yandan bu, düşünce­
lerin neden kaypak olduklarını tam olarak açıklamaz. Sizi
bilmem ama ben bir şeyler üzerinde isteyerek düşünmeye
başladığımda, düşünemez olurum . Bu bazen düşüncenin

315
bizden çok şey talep etmesine bağlıdır: Düşünemeyeceğimizi
düşündüğümüz şeyler olduğunu düşünürüz; aklımıza gelme­
si gerekirken bir türlü gelmeyen şeyleri düşünürüz; birtakım
anlayamadığımız bağlantılar kurmamız gerektiğini düşünü­
rüz. Ancak mevzu daha da derindir: Sorun "ror" düşünce­
lerin, "zor" konuların ve her türlü düşüncenin ötesine geçeı:
Aktüel düşünce fenomenolojisine üstünkörü bir bakış
attığımızda, bir çeşit kendi kendini kovalamaya, sürünerek
ilerlemeye, ileri geri kayarak düşünce nesnesinden ve dola­
yısıyla da düşüncenin kendisinden uzaklaşıp yakınlaşmaya
tanık oluruz. Düşündüğümüz zaman kafamızdan genellikle,
tanımlanması zor izlenimlere, kaygılara ve sezgilere ancak
uzaktan karşılık gelen bir dizi bozuk yapılı, hemen uçup
giden cümleler geçeı: Bu, düşüncenin en aktif, düşünme
eyleminin en kendi kendini yöneten şekli için geçerlidir. Buna
karşılık, uyanık geçirdiğimiz zamanın büyük bir kısmında
düşünce neredeyse edilgen bir yapıdadır: Düşünen "ben"
zihinsel olayların tetikleyicisi olduğu kadar, bu olayların
cereyan ettiği bir mekan; fikir çağrışımları ve çıkarsama
kurallarıyla birbirine bağlanan dil fragmanları için bir kanal­
dıı: Düşüncelerimiz kendimiz tarafından oluşturulmaktan
ziyade, genellikle bize verilirler: Kendimizi şu veya bu konu
üzerinde düşünür buluruz; düşünceler üretme ve düşünce­
lere katlanma faaliyeti atbaşı gider. Düşüncelerin tamamen
zihinsel kökenli oldukları ve "içeriden" geldikleri sanılsa da,
yalnızca bizim takdir alanımızda yer aldıkları da söylenemez.
Homo cogitans'ın (düşünen adam) zihninden çıkma bir
metinle ilk karşılaştığımızda hem şaşkınlık hem de tanıdık­
tık hissi duyarız. James Joyce'un dehası "orada" olmanın
nasıl bir şey olduğunu anlamamızı sağlar. Joyce, kemale
eren, modem insanlığın bilinç akışını, iç monologlar halinde
olduğu gibi yazıya dökmeyi başarmıştıı: Bu insanlık hali,
birbirini pek tutmayan bilinç parçacıklarının savrulduğu
bir kar fırtınasına benzer. Sıradan bir düşünen adam, bir

3 16
tüy kadar hafif gibidir. Düşünmeye başladığımız andan beri
geçerlidir bu durum; yazılı sözcükler, telefonlar, televizyon­
lar, e-postalar, mesajlar bizi daha da zayıflatıp sanal olarak
hafifletmiş, özümüz sanal bir öze indirgenmiştir.
Düşüncelerimizin denetiminde bir aracı oluşumuz kolay
bir kavram değildir. İfadeleri en uç noktada deliryuma varan,
birbiriyle ilişkili fikir dizilerinin karşısında, en azından içerik
denetimi gerekir. Ama tam denetimi ele almak istiyorsak
bundan daha fazlası lazımdır. Düşünen kişinin düşüncelerini
gerçek anlamda düşünebilmesi için, avına dalarken havada
asılı kalan alıcı kuş gibi, bir noktada sabit kalması gerekir.
Ancak bu da, bir düşünceyi gerçekten düşünme kavramını
tam olarak karşılayamayabilir. Çünkü gerçekten düşünmek
demek, yalnızca bir sonuca doğru yol alıp ötesine geçmek
değil, bir sonuca ulaşmak ve orada kalmak; düşünmeyi
bırakmadan, bu sonuçla bir karara varmak demektir. Bu
kavramı ne karşılar?
Düşüncede durağanlığa erişmek zordur. Çünkü düşünce
doğası gereği hareketlidir: Varlığı kendini var etmesine bağ­
lıdır. Bu, düşüncenin düşünen benliğin sınırlarını doldura­
cak kadar gelişmesini veya benliğin düşüncenin sınırlarına
uymaya odaklanmasını engeller. Kendi düşüncelerimizin
mülkiyeti bizim elimizdeymiş, onlara sahipmişiz gibi hisse­
demeyiz, çünkü düşünceler de bizim gibi çok katlıdırlar ve
onlarla ilişkimiz -benliğin ardışık anları ile bizi avutan veya
meşgul eden ardışık düşünceler arasındaki ilişki- olumsal­
dır. Şu anda aklıma gelen düşünceler, iç ve dış durumlar, iç
ve dış olaylara bağlı olarak tesadüfen ortaya çıkar. Düşün­
celerimize bağlı kalamayız, düşüncelerimiz de bize bağlı
kalamaz: Bir anda bastıran bir sözcük seli gibi aniden gelip
giderler, bizimle kalmazlar, biz de onları elimizde tutamayız.
Bizimle düşüncelerimizin kesiştiği bir varış noktası yoktur.
Düşüncelerin de aynı biz düşünenler gibi ontolojik ve
varoluşsal olarak zayıf görünmesine şaşmamalı. Düşünme

317
eylemi içinde bir nevi boşluk taşır; bir şekilde sahip olduğu
varlığın, nesnelerinin, ait olduğu anlam sisteminin, öncül­
lerinin ve sonuçlarının altı, başka bir yerden boşaltılır. Ona
ait olan minimal özdek de -görüntüler, sessiz monologlar­
bir şekilde onun özü değildir. Bu özdek, düşüncenin ne
olduğunu veya nereye ulaşmak istediğini ortaya koymaz;
ancak destek maddesi, hatta düşünceye bulaşmış bir kir­
letici niteliği taşır. Düşünce, diş ağrısının veya orgazmın
verdiği fiziksel acı veya hazzın yoğunluğuna sahip değildir;
hatta yorgunluğun veya uykusuzluğun komuta gücünden
bile yoksundur.
Gündelik yaşamda düşüncenin yarattığı hafif mem­
nuniyetsizlik, felsefede doyurulamaz bir iştaha dönüşür.
Felsefenin (pek dile getirilmeyen) amacı, içinde durulacak
bir düşünceye ulaşmaktır. Bunu idrak nehrinin yavaşlayıp,
yükselip, sonunda düşünen kişinin; entelektüel bütünlü­
ğün şekline sahip bir göle dolması gibi düşünebiliriz. (Bu
durumda, "düşüncenin düşünen tarafından düşülmesi"
kadar, "düşünenin düşünce tarafından düşünülmesi" de söz
konusu olacaktır. )
Işıklı bilişsel doygunluk arayışının başarısızlıkla sonuç­
lanmaya mahkfun olduğunu öngörmek için başka sebepler
de var. Mesela, düşünen kişinin dünyasının her yönüyle
eksiksiz bir tarifinin, düşünen kişinin dünyadaki yerinin her
yönüyle eksiksiz tarifiyle çakışması veya bunun bir parçasını
içermesi için bir neden yoktur. Aynı şekilde, bu tarife karşı­
lık gelen düşüncenin, zihinde taşındığında, zamanla benliğin
ve zihnin bütün dokularına nüfuz etmesini, bunları özümse­
mesini ve kendini yeni ve ilgisiz olumsal olaylardan soyutla­
masını ve böylelikle düşüncenin mükemmel bir farkındalığa
veya kendilik bilincine dönüşmesini bekleyemeyiz. Düşünce
bir türlü sınırlarını çizdiği alanı doldurmayı başaramaz ve
düşünme eyleminin aklın tek bir anında asılı tek bir sezgiye
ulaşacağına garanti verilemez.

318
Düşüncenin ne olduğunu veya asıl konumuza gelelim,
kafamı anlayabildiğimi hissettiğim tek bir an bile yoktur.
Ne zaman kafamın üzerinde düşünmeye başlasam, kafam
bilincimden kaybolur ve olgulardan örülmüş bir dantele
benzeyen sonsuz olasılık uzayı içinde savrulup bin parçaya
ayrılır. Zayıflayıp silinir ve geri dönerse de ancak, bilgi kırın­
tılarından ibaret bilişsel hayaletlere benzeyen "deneyimin
bozulması" şeklinde geri döner.
Aklın ve etin, düşüncenin ve kemiğin tuhaf bir bütün­
lük içinde birleştiği uzvumuz olan kafamıza yaptığım keşif
yolculuğu, bu biraz yenilgi kokan paragrafla sona eriyor.
Kafamın içi boşalmış, saydamlaşmış, hafiflemiş gibi geliyor.
Hayaletin yeniden ete kemiğe bürünmesi içinse, ağzıma bir
nane şekeri atmam yeter.
En azından bir süreliğine.
Sonsöz

Başımı Alıp Gitme Zamanı

Veda etme zamanı geldi ama söylenecek o kadar çok


şey kaldı ki, bu bir elveda değil, ancak bir au revoir ola­
bilir. Sözlerimi, insanlığı kötüleme modasının yaygınlaştığı
günümüzde ihtiyacını çektiğimiz bir övgü notuyla bitirmek
istiyorum.
Akademik çevrelerde ve entelektüeller arasında, insanoğ­
lunun gerçek bir canavar -hem de en kötüsünden- veya ·

zombi olduğu görüşü bugünlerde çok yaygın. 1 Bu görüşü


benimseyenler, bizi, birbirimize yaptığımız kötülüklerin
-aile içi şiddet, saldırganlık, bencillik, savaşlar, zulüm,
soykırım vb- tanımlar hale geldiğini düşünüyorlar. Bizi
zombi olarak görenlerin görüşüyse, gelişmiş beyinlerimizin,
genetik materyalirnizi kopyalayıp çoğaltmamızı garanti altı­
na alma aracılığıyla dış dünyaya bağlı olduğu şeklindedir.
Bizler, genomumuzun kendi varlığını sürdürmek için yarar­
landığı "kullan-at" tipi fenotipleriz. Bilinç pek de gerekli
değil -mekanizmalar gerekeni yapıyor zaten- ve özgür irade
bir yanılsamadan ibaret: Yaptığımız her şey, bizim yönelim­
lerimizin kapsamı dışında olan nedenlerden kaynaklanıyor.
Birkaç yıl önce yayımlanan 20. yüzyılın tumturaklı tarihçesi
niteliğindeki bir eserde -War of the World. History's Age
of Hatred (Dünya Savaşı. Nefret Çağının Tarihçesi)-, bu
yüzyılda tanık olunan vahşetlerin çoğunun sorumlusu olan

32 1
ırkçılığın, insan ırkının evrim psikolojisiyle açıklanabileceği
öne sürülür. 2 John Gray, Straw Dogs (Saman Köpekler) adlı
eserinde, H. rapiens olarak adlandırdığı insanı, yeryüzünün
vebası olarak nitelendirir ve ilerleme sevdasının, gezegenin
refahına mal olduğunu söyler. 3
Bu savlarla ne yapmalıyız doğrusu pek bilemiyorum.
Eğer doğruysalar, canavar ve zombi olduğumuza göre, onla­
ra hiç kulak asmamamız gerekir. Yok, eğer yanlışsalar, bu
savları entelektüel kötülüğün en üst noktası olarak, bütün
umut kıvılcımlarına haksız bir saldırı olarak görebiliriz.
Bu tür mizantrop görüşler, artık nasıl oluyorsa, -Londra
School of Econpmics'de Avrupa Düşünce Tarihi profesörü
olan John Gray gibi- iyi bir yere gelmiş canavar ve zombi­
leri etkilemezken, hali hazırda hiçbir umudu olmayanların
imajını zedelemektedir.
Aslında insan şaşırtıcı başarılara imza atmıştır. Uygarlık­
lar yaratmış, şehirler kurup manzarayı değiştirmiş, dünyaya
hayli ayrıntılı ama yine de tutarlı ve çok güçlü anlamlar
yüklemiştir. Bütün bunları gerçekleştirmemizi sağlayan
malzemeye baktığımızda, her şey daha da hayret verici
gelir. Kendilerine gelip bilinç kazanan ilk insansılara veril­
miş uykulu, sersem, bulanık, kalın kafaları bir düşünün.
Bize hiçbir zaman, insan bilincinin sınırlarını aşan aşkın
bir kaynaktan, kendiliğinden saydam ruhlar bahşedilme­
di: Kendi aşkınlığımızı kendimiz yarattık ve bu aşkınlığı
yarattığımız pıhtılaşmış malzemeye rağmen kafalarımızı,
yaşamaya yazgılı oldukları biyolojik kaderden elbirliğiyle
kurtardık. Kafalarımızı bir araya getirerek, olaylar kadar
sağlam sosyal olgular, doğanın kanunlarına dönüşen kültü­
rel sınırlamalar yarattık.
Kendi bedeninin kendi bedeni olduğunun bilincine
varan yaratığı kafanızda canlandırın. Ne çok algıyla karşı
karşıya kalacaktır; "bu, benim" veya " bunu hissediyorum"
veya "bu bana böyle hissettiriyor" diyeceği ne çok durum

3 22
olacaktır. Bütün bunların, anbean gelişmekte olan benlik
duygusu içinde bir araya getirilmesi gerekir. Sağlam veya
kararlı, oturmuş benliğin gözünden bakıldığında bile, her
şeyin ne kadar karmakarışık göründüğünü biliyorsunuz. Bir
de henüz oturmamış benliğin bütün bunları nasıl göreceğini
veya algılayacağını düşünün. Daha sonra bu benlik diğer
benlikleri sezmeye, sahip olduğu kendisine dair bu birleş­
miş algıyı, diğerlerine yansıtmaya başlayacaktır. Bunları
yapabilmemizin ne kadar büyük bir başarı olduğu, ancak
bu yeteneğe sahip olmayan insanlara bakarak anlaşılabilir.
Mesela otistikler, koordine ve entegre bir benlik algısına da,
diğer insanların bağımsız, sürekli bir görüş açılarının olduğu
algısına da sahip değildirler.4
Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de dünyanın bağımsız
bir yer olduğunu ve sonu gelmez bir "olduğu gibi kabulle­
nilmesi gereken durumlar" silsilesi barındırdığını algılama
yeteneği kazanmamız gerekecektir. Böylelikle, -kısmen de
olsa General Başkası'nın içselleştirilmesiyle oluşturulan­
kişinin kendi benlik algısı, diğer benliklerin algısı ve dünya­
nın algısı, insanoğlunun evrimleşen bilişsel mirasında topla­
nır. Biyolojik seçim baskılarından uzak olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, benlik algısının zamanla giderek geliş­
mesi, daha kapsamlı bir bilgi dağarcığına ve daha eksiksiz
bir algıya doğru evrimleşmesi zaten kendiliğinden olması
gereken bir durummuş gibi kabul edilebilir. Oysa matemati­
ğin dünyadaki "anlaşılmaz etkililiğine" güvenemeyiz.5 Dün­
yayı olağan gündelik anlamı çerçevesinde yorumlamada
kolektif bilincimizin "anlaşılmaz etkililiğine" güvenmemiz
de pek mümkün olamaz. Alınan filozof Immanuel Kant'ın
ünlü deyişiyle, "İnsan o kadar eğri ve çarpık tahtalardan
yontulmuştur ki, ondan düz ve doğru bir şey çıkarmak
mümkün değildir" .6 Bizi oluşturan ve kendi kendimizi
oluşturduğumuz malzeme göz önünde bulundurulduğunda,
zaman zaman ne kadar doğru düzgün olabildiğimize ve

323
etrafımızdaki dünyada işlerin doğru düzgün ilerleyebilmesi­
ne şaşırmamak elde değildir.
Bütün bunlar, kafalarımızın ürettiği seslerle ve diğer
kafalar arası iletişim yöntemleriyle dokunmuş ortak dünya­
mızda veya üst üste binmiş dünyalarımızda sahnelenmek­
tedir. Bizler kafa kafaya vererek, kendini saçından asarak
havaya kaldıran Baron Münchhausen'in böbürlendiği şeye
ulaşabildik. Kafalarımız, kendilerini yapıldıkları organik
maddenin üzerine yükseltmeyi başardılar. İnsanlar organik
bedenlerinin içine rahatça yerleştiler ve bu organik beden­
lerin tahmin bile edemeyecekleri şeyleri yapabilir hale gel­
mesini sağladılar. İnsanoğlu günden güne dünyayı kendine
ait bir şey haline getirdi. Başlarunızı utançla eğmek yerine,
gururla dik tutmamız gerekmez mi ?
Notlar

ônsöz

1. Ludwig Wıttgenstein'ın Philosophical lnvestigations için yazdığı "Önsöz",


çev. G. E. M. Anscombe (Oxford: Basil Blackwell, 1 953). [Türkçesi için
bkz. Felsefi Soruşturmalar, çev. Haluk Banşcan, Metis Yayınlan, 2007.]
2. David Beli, Husserl, (Edmund Husserl'den alıntı); Londra ve New York:
Routledge, 1990, s. 232.
3. j. D. Spillane, The Doctrine of the Nerves (Hippocrates, On the Sacred
Disease'den alıntı); Oxford: Oxford University Press, 1981.
4. Örneğin bkz. Raymond Tallis The Fxplicit Animal (Londra: Maanil­
lan, 1991, 1999); Why the Mind is Not a Computer (Exeter: lmprint,
Academic, 2005) ve The Knowing Animal: A Philosophical lnquiry into
Knowledge and Truth (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005).
5. Raymond Tallis, "Trying to find consciousness in the brain", Brain, 2004,
vol. 127, s: 2558-63.

1 Kafayla Yüzleşmek

1. Milan Kwidera, The Art of the Novefda (çev. Linda Asher; Londra: Faber
and Fabeı; 1988) adlı eserinde romanın deştirisini yaparken bu noktaya
değinir. [Türkçesi için bkz. Roman Sanatı, çev. Aysel Bora, Can Yayınlan,
2002.]
2. Mallamıe (Stephane MallannC'nin yirmili yaşlarının başında yazdığı bir
mektuptan alıntı), önsöz ve çeviri Anthony Hartley (Londra: Penguin,
1977; s. 14)
3. Evelyn Waugh, Decline and Fail ( 1 928) (Londra: Penguin, 1 937).
4. Kısa süre önce vefat eden felsefe dehası Sir Peter Strawson, lndividuals. An
Essay in Descriptive Metaphysics (Londra: Methuen, 1 959) adlı ilk önemli
eserinde bu konuyu geniş bir şekilde de alır.
5. Bu noktada, "ben" kimliğinin kafamla özdeşleştirilmesi kavramını alaya
alacakların birçok savı olabiliı: Bazı kimseleı; haklı olarak, tartışmamw
naif ve kafa kanştıncı bulup umursamayacaklardır (sözüm ona nesnel bir
olgu bağlamı -olduğum şey-, daha yüksek bir içgözlem düzeyine ulaşma­
ya çalışırken, ne olduğum veya nerede olduğumla ilgili kapddığım izlenim-

325
)erle kanşnnlabilir mesela). Bu kimseler bir dereceye kadar haklı olabilirler
ama bu bölümde tartışılan fikirler naif olarak yaftalanıp geçiştirilemez.
Daha ziyade çıplak bir şekilde ifade edildikleri söylenebilir. Benliği beyinde
veya beynin parçalarında bulan saygıdeğer nörofilozoflann iki avantajı
vardır: Elde ettikleri sonuçlara içebakıştan farklı bir yolla ulaşmışlar ve
görüşlerini süslü jargonlarıyla paketleyip sunmuşlardır. Benlik (veya ben­
lik algısı) kavramının beynin bir yerinde -örneğin "beyin kabuğunda"­
bulunması, "kafamda" bulunmasından daha etkileyici bir bilgidir; çünkü
herkes herhangi bir yardım almadan ikinci sonuca ulaşabilir. İlk bilgiyse,
incelikli teknikler aracılığıyla, on yıllar boyunca birçok kişi ve kuruluşun
ortak çabalan sonucu oluşturulan devasa bir bilgi piramidinin en üstünde
yer alır. Buna karşılık, düşünceyi nörofilozofinin ötesine taşıyan sezgiler de
o kadar naif olmayıp, bu tür "ego kafa" konuşmalarından daha savunma­
sız, tenkide daha açıknrlar.

2 Kafanın Salgılan

1. "lgnorance"; Philip Larkin, The Whitsun Weddings (Londra: Faber and


Fabeı; 1 964).
2. Bu paragraflarda yer alan bazı bilgiler için, mükemmel Wikipedia madde­
sinin (en.wikipedia.org/wiki/Cerumen) anoninı yazarına teşekkür ederim.
3. Niall Ferguson, The War of the World (Londra: Ailen Lane, 2006).
4. Ray Porter, Enlightenment: Britain and the Creation of the Modem World
(Londra: Ailen Lane, 2000), s. 370.
5. Michael Steen, The Lives and Times of the Great Composers (Cambridge:
kon, 2003), s. 135.
6. Bkz. Raymond Tallis, The Hand: A Philosophical lnquiry into Human
Being (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2003).
7. Roland Barthes, Mythologies, derleyen ve Fransw:adan çeviren Annette
Lavers (Londra: jonathan Cape, 1 972), s. 27. [Türkçesi için bkz. ÇAğ­
daş Söylen/er, çev. Tahsin Yücel, Metis Yayınları, 201 1 .) Düşünmek her
zaman terlemeyi gerektirmez. Bütün zamanların en önemli filozoflarından

biri olan Alınan filozof Immanuel Kant, hiç terlemediğini söylemiştir.


Bazıları bu durumu, Kant'ın düşüncesinin soyutluğuyla, mekanikleşmiş
alışkanlıklarıyla, sürdürdüğü tutkusuz yaşamla ve müzik, sanat, doğa ve
dişi cinsin cazibesine karşı kayıtsızlığıyla gayet uyumlu bulurlar. Kim bilir,
terlemeyen bir adam olarak Kant'ın damarlarından, insan bilincini bir
birliğe ulaşnracağıru düşündüğü aşkın benlik, mantıksal özne kadar az
kan geçiyordu belki de.
8. Jean-Paul Sartre, Nausea, çev. Robert Baldick (Landon: Penguin, 1 965),
s. 143. [Türkçesi için bkz. Bulantı, çev. Selahattin Hilav, Can Yayınlan,
2008.)
9. Paul Broks, Into the Silent Land: Travels in Neuropsychology (Londra:
Atlantic, 2003). [Türkçesi için bkz. Sessiz Ülkeye Doğru, çev. Burcu Çek­
mece, Güncel Yayıncılık, 2004.)

326
10. Norbert Elias, The Civilizing Process: The history of manners and state
formation and civilization (Oxford: Blackwell Publishing, 1994). [Türk­
çesi için bkz. Uygarlık Süreci, çev. Cilt 1 : Ender Ateşman; Cilt 2: Erol
Özbek, iletişim Yayınlan, 2013.J Bu kaynağa, Lynne Truss'un çağdaş
yaşamda görgülü davranışların giderek azalmasına, aksilikten uzak, bil­
gece ve esprili bir dille serzenişte bulunduğu, Talk to the Hand: The Utter
Bloody Rudeness of Everyday Life (Londra: Profile, 2005) adlı kitabında
rastladım.
1 1 . G. F. Handel, Messiah, 2. Bölüm (Alto).
12. George Steineı; A Reader (Londra: Penguin, 1 984), s. 246.
13. İncil; Yeşaya 50:6.
14. Thomas Mann, Tonio Kroger in Collected Stories, çev. H. T. Lowe-Porter
(Londra: Seeker & Warburg, Everyman's Library, 2001 ), s. 212-13. [Türk­
çesi için bkz. Tonio Kröger, çev. Fatih ÖZgüven, Can Yayınlan, 1997.]
15. Yirmi üç klinik çalışma ve otuz yılı aşkın deneyim, ilacın orta düzeyde
klinik etkinlik gösterdiğini ortaya koymuştur. (P. J. Poole ve P. N. Black,
"Mucolytic agents for chronic bronchitis or chronic obstructive pulmo­
nary disease", The Cochrane Library, Issue 2, 2006.)
16. Peter Godwin, When a Crocodile Eats the Sun: a Memoir (Londra: Pica­
dor, 2007), s. 165.
1 7. Alfred Lord Tennyson, "Tears, idle tears, 1 know not what they mean"
(Gözyaşları, boşa akan gözyaşları, ne anlama geldiklerini bilmediğim),
The Princess, 1 847.
18. Burada Silvia H. Cardoso ve Renato M. E. Sabbatini'ye bir teşekkür borç­
luyum, "The Animal that Weeps", Cerebrum, 2000, 4(2), s. 7-22.
1 9. Cardoso ve Sabbatini'nin (adı geçen eserde), insanları "üreme yeteneğine
sahip fetüsler" olarak tarumlayan Alman anatomist Louis Bolk'tan yap­
nklan alınn. Yorum yok.
20. W. H. Frey ve M. Langseth, Crying: The Mystery of Tears (Minneapolis:
Wınston Press, 1985).
21. Cardoso ve Sabbatini, a.g.e.
22. Roy Porter'ın Enlightenment: Britain and the Creation of the Modern
World (Londra: Penguin, 2000), adlı kitabında bu konuda çok esprili ve
hoş açıklamalar yer alıyor (s. 281-94).
23. David Edmonds ve John Eidinow, Rousseau's Dog: A Tale of Two Great
Thinkers at War in the Age of Enlightenment (Londra: Faber and Fabeı;
2006), s. 125-6.

Birinci Felsefi Arasöz

1. Rene Descartes, Meditations on First Philosophy: Meditation VI; The Phi­


losophical Works of Descartes (Cilt 1), çev. Elizabeth Haldane ve G. R. T.
Ross (Cambridge: Cambridge University Press, 1967), s. 1 92. [Türkçesi
için bkz. Meditasyonlar, çev. İsmet Birkan, Bilgesu Yayıncılık, 2007.] Bazı
tanınmış Descartes uzmanları, onun beden ve zihin arasında keskin bir
ayrıma geri döndüğünden bahsederler. Buna John Cottingham'ı örnek

327
verebiliriz (Andrew Pyle'ın [ed.] Key Philosophers in Conversation. The
Cogito lnterviews [Londra: Routledge, 1 999), s. 224'teki röportajı):
Eğer, birdenbire bir bedeni kullanmaya başlayan kansız cansız bir melekten
farklı olarak, insanın ne olduğunu anlamak istiyorsak (ki Descartes'm sık
sık üzerinde durduğu bir ayrımdır bu), yalnızca bedenlerimiz.de ikamet eden
zihinler olmayıp, Descartes'm savunduğu gibi bedenlerimizle birleşen yaratıklar
olduğumuzu kanıtlayan bedensel duyulara ve tutkulara odaklanmamız gerekir.
2. a.g.e., s. 1 92.
3. Erich Helleı; The Disinherited Mind (Londra: Penguin, 1 96 1 ), s. 177.
4. Gilben Ryle, The Concept of Mind (Londra: Penguin Books, 1963).
[fürkçesi için bkz. Zihin Kavramı, çev. Sara (.elik, Doruk Yayınlan,
201 1 .)
5. Bkz. Jean-Paul Sartre, Being and Nothingness: An &say on Phenomeno­
logical Ontology, çev. Hazel Bames (Londra: Methuen, 1 957). [fürkçesi
için bkz. Varlık ve Hiçlik, çev. Turhan Ilgaz ve Gaye Çankaya Eksen,
İthaki Yayınlan, 2009.)
6. Konudan ayrılamayacağım gibi görünüyor. Bedenin bir parçasının kişinin
benliğini temsil eonesi için açık farkındalık, (yeterli olmamakla birlikte)
gerekli bir koşul olsa da, kişi kendini dolaylı olarak gördüğünde (örneğin
aynada, karşısındaki kişinin yüz ifadesinde veya sözcüklerinde) ilginç bir
mesafe oluştuğunu da kaydeonek istiyorum.

3 Bir Kafa Geliyor

1 . Bkz. Raymond Tallis, "Complexity"; Why the Mind is Not a Computer: A


Critical Dictionary of Neuromythology (Exeter: lmprint Academic, 2005).
2. Bkz. Annand LeRoi, Mutants (Londra: Harper Collins, 2003).
3. Rudiger Safranski, Martin Heidegger: Between Good and Evil'dan alınn
(çev. Ewald Osers; Cambridge, Mass . : Harvard University Press, 1 998).
[fürkçesi için bkz. Heitlegger: Bir Alman Üstat, çev. Ali Nalbant, Kabalcı
Yayınevi, 2008.)
4. "The Savage Seventh"; Philip Larkin, Required Writing: Miscellaneous
Pieces 1 955-1 982 (Londra: Faber and Fabeı; 1983).
5. Gillian Butler ve Freda McManus, Psychology: A Very Short lntroduction
(Oxford: Oxford University Press, 1998), s. 72. [fürkçesi için bkz. Psiko­
lo;inin ABC'.si, çev. :zeJiha İyidoğan Babayiğit, Kabalcı Yayınevi, 1 998.)
6. Bkz. Daniel Povinelli, Folk Physics for Apes (Oxford: Oxford University
Press, 2000).
7. Vladimir Nabokov, Speak, Memory: An Autobiography Revisited (Lond­
ra: Penguin, 1969), s. 1 7. [fürkçesi için bkz. Konuş, Hafıza, çev. Yığit

Yavıız, lletişim Yayınlan, 201 1 .)

328
4 Bir Hava Sabası Olarak Kafa: Nefes Alıp Verme ve Türevleri

1. Dudley Young, Origins of the Sacred: The &stasies of Love and War
(Londra: Little, Brown, 1 992), s. xxi.
2. Wılliam Hazlitt, Lectures on the English Comic Writers (1 818) (Londra:
Oxford University Press, 1907).
3. "Olanın" ve "olması gerekenin" farklı beyin yarıkürelerinde yer aldığı
öne sürülmektedir. V. S. Ramachandran, "The evolutionary biology of
self-deception, lauglıter ete " , Medical Hypotheses, 1 996, 47, s. 346-62.
Okuyucular bu kitabın sonuna geldiklerinde, bu ve bunun gibi nöroteolo­
jik iddialara karşı koyabilecek donanıma sahip olacaklardır.
4. Vic Gatrell, City of Laughter: Sex and Satire in Eighteenth Century Lon­
don (Londra: Atlantic Books, 2006), s. 166.
5. Vladimir Nabokov, Speak, Memory: An Autobiography Revisited (Lond­
ra: Penguin, 1 969), s. 1 8-19. [Türkçesi için bkz. Konuş, Hafıza, çev. Yiğit
Yavuz, İletişim Yayınlan, 201 1 .]
6. Robert R. Provine, "Lauglıter", American Scientist, Ocak-Şubat 1 996,
s. 38-47.
7. İnsanın spontan hazzı taklit etme davranışının birçok örneğinden biri
olan "görev bilinciyle anlan kahkaha", yaltaklanmayı da aşar. Geçenlerde
Zadie Smith'in On Beauty adlı kitabında (London: Penguin, 2006, s. 327)
[Türkçesi için bkz. Güzelliğe Dair, çev. Berna Kılınçeı; Everest Yayınlan,
2007], "kitapevi okumalarında rastlanan türden bir tutam neşesiz ente­
lektüel kahkaha" cümlesine rastladım. Pek çok ya7.al" buna hak verip
gülümseyecektir. Vic Gatrell'ın City of Laughter (bkz. not 4) adlı kitabın­
da, "görev bilinciyle anlan kahkaha" (ve konumuzla ilgili başka noktalar)
hakkında mükemmel bir tartışma vardır. Gartell (s. 159) Dr. johnson'ın
bir hikayesinden alıntı yapar: Londra'ya yeni gelen bir bey, soylu biri
olarak kabul edilmenin yolunun doğru zamanda gülmekten geçtiğini fark
eder (burada keyifle gülme değil de, "yaltaklanma sanatlarından biri"
olarak anlan kahkahadır söz konusu olan). Bunun üzerine, "memnun
olduğunu göstermek için gülmeyi" bırakıp, "başkalarını memnun etmek
için gülmeye" başlar.
8. Provine, a.g.e.
9. Bkz. 10. Bölüm.
10. Bkz. örneğin, S.-J. Blakemore, D. M. Wolpert ve D. Frith, "Central can­
cellation of self-produced tickle sensation", Nature Neuroscience, 1 998,
1, s. 635-40.
1 1 . Bkz. Raymond Tallis, The Knowing Animal: A Philosophical Inquiry into
Knowledge and Truth (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2005).
12. Angus Trumble, A Brief History of the Smile (New York: Basic Books,
yeni bir önsözle tekrar basım, 2004), s. 93-4.
13. Wılliam Shakespeare, Nasıl Hoşunuza Giderse, Perde 1, 2. Sahne, (çev.
Özdemir Nutku, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2013).
14. Camille Paglia, Sexual Personae: Art and Decadence (rom Nefertiti to
Emily Dickinson (Londra: Yale University Press, 1 990). [Türkçesi için

329
bkz. Cinsel Kimlikler, çev. Anahid Hazaryan ve Fikriye Demirci, Epos
Yayınlan, 2004.]
15. Rudiger Safranski, Martin Heidegger: Between Good and Evil (çev. Ewald
Osers; Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1 998). [fürkçesi
için bkz. Heidegger: Bir Alman Üstat, çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi,
2008.]
16. V. M. Pomeroy, C. A. Clark, J. S. G. Miller, J-C Baron, H. S. Markus,
R. C. Tallis, "The potential for utilizing the 'mirror neurone system' to
enhance recovery of the severely affected upper limb early after stroke. A
review and hypothesis", Neurohabilitation and Neural Repair, 2005, 1 9
( 1 ), s . 4-13.
17. Bkz. "V Salutation after Sneezing"; "The Magic of the Horseshoe", http://
www.sacred-texts.com/etc/hs/ınhs4 7.htm. Buradaki bilgilerin çoğu bu
kaynaktan derlenmiştiı:
18. Leo Tolstoy bu konuyu Savaş ve Barış adlı kitabında tartışı&

S Hava Araalığıyla İletişim

1. Konuşma maddesinde "Konuşma Fizyolojisi", Encyclopaedia Britannica,


15. Baskı, Cilt. 28 (Chicago: University of Chicago, 1 993), s. 79.
2. Sık sık alınnlanan bu veri oldukça tamşmalıdır. Aslında bunda şaşılacak
bir taraf da yok, çünkü konuşma doğrudan fosil bırakamaz. Konuşmanın
başlangıcını günümüzden 100.000 yıl öncesine tarihleyenler de vardı&
Sözün günümüzden 1 .000.000 yıl önce ortaya çıkrığı iddiasını ise destek­
leyen pek fazla veri yoktur.
3. Başka bir yazımda, bunun elin bir araç olarak kullanınundan doğduğun­
dan ve araçların, hayvan sesleriyle insan konuşması arasında protolinguis­
tik bir bağ niteliği taşıdığından bahsetmiştim. Okuyucu, bunun ne derece
akla yatkın olduğunu bu hipotezi ele aldığım kitapları inceleyerek değer­
lendirebili.& Biz insanlarla bütün diğer hayvanlar arasındaki derin uçurumu
tekrar ortaya koyduğum ve bu uçurumun nelerden kaynaklandığını açıkla­
maya çalıştığım Handkind üçlemesinin ilk cildi, The Hand: A Philosophical
lnquiry into Human Being (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2003 ).
4. Robert Provine, "Laughter", American Scientist, Ocak-Şubat 1 996,
s. 3847.
5. Karikatürist Gary Larson'ın Profesör Schwarzkopf diye bir karakteri var­
dır. Profesör Schwarzkopf, köpeklerin gerçekte ne dediklerini anlayabilen
ilk insandı& Konuşmalannı tercüme ederken hep aynı şeyi söylediklerini,
sadece "Hey! Hey! Hey! Hey!" dediklerini fak eder. Clive D. L. Wynne'nın
Do Animals Think? (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2004,
s. 1 37) adlı kitabında, bu hikayeye de yer verilmiştiı:
6. Anne Karpf, The Human Voice: The Story ofa Remarkable Talent (Lond­
ra: Bloomsbury, 2006), s .3.
7. Anonim; Dorothy Robertson'ın, "Maintaining the art of conversation in
Parkinson's disease", (Age and Ageing, 2006, 35, s. 2 1 1 ) adlı makalesinde
alıntılanmış.

330
6 Havasız İletişim
1. Georg Christoph Lichtenberg, Aphorisms, Giriş ve Notlar ekleyerek
çeviren: R. J. Hollindale (Londra: Penguin, 1990). [Türkçesi için bkz.
Aforizmalar, çev. Tevfik Turan, Dost Kitabevi, 2000.]
2. H. Rudolph Schaffer, lntroducing Child Psychology (Oxford: Blaclcwell,
2003), s. 67-8. (M. H. Johnson ve J. Morton, Biology and Cogniti­
ve Development: The Uıse of Face Recognition; Oxford: Blaclcwell,
1 991 'den alıntı).
3. Bkz. örneğin, M. B. Lewis ve A. J. Edmonds, "Face detection: Mapping
Hwnan Performance"; Perception, 2003, 32, s. 903-20.
4. Bu şaşırtıcı olduğu kadar trajik durumla ilgili daha ayrıntılı bilgi için
National lnstitute for Neurological Diseases and Stroke'un İnternet site­
sinde "Prosopagnosia" başlığına bakabilirsiniz.
5. P. Ekman ve G. Yamey, "Emotions revealed: recognising facia! expressi­
ons", British Medical ]ournal, 2004, 328, s. 75-81 .
6. Jullen Guthrie, "The lie detective: S F psychologist has ınade a science of
reading facia! expressions", San Francisco Chronicle, 16 Eylül 2002.
7. Angus Trwnble, A Brief History of the Smile (New York: Basic Books,
yeni bir önsözle, 2004), s. xxxiii-xxxiv.
8. T. S. Eliot, "The Love Song of J. Alfred Prufroclc"; Collected Poems
1909-1 962 (Londra: Faber and Faber, 1 963). [Türkçesi için bkz. Her
Boydan-Dünya Şiirinden Seçmeler, çev. Can Yücel, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, 201 1 .]
9. Trwnble, a.g.e., s. 73. Gülmenin uygunsuz olarak görülüp, gülümsemenin
daha üstün tutulmasının temelleri, Vic Gatrell'ın City of l.Aughter: Sex
and Satire in Eighteenth Century London (London: Atlantic Books, 2006)
adlı kitabının "Laughing Politely" (Kibarca Gülmek) bölümünde ayrıntılı
olarak ele alınır.
1 O. İnsanoğlunun trajik ve vazgeçilmez planıyla ilgili bu sezgisi ezelidir.
1 1 . Alexander Pope, "An Epistle to Dr. Arbuthnot" (satır 315-16). (Trwnble,
a.g.e., s. 133'teki alıntı).
12. M. Katsikis ve 1. Pilowsky, "A study of facia! expression in Parkinson's
disease using a novel micro-computer-based method", ]ournal of Neurol­
ogy, Neurosurgery and Psychiatry, 1988, 5 1 , s. 362-6.

7 Al Yanaklı Hayvan Üzerine Notlar: Yüz Kızarmasının Jeolojisi

1. J. K. Wilkin, "Why is blushing limited to a mostly facia! cutaneous distri­


bution?" ]ournal of the American Academy of Demıatology, 1988, 1 9:
309-13.
2. Andrea Ladd, "Ask a Scientist" Soru Arşivleri, http://www.hhmi.org/
cgi-bin/askascientist/lıighlight.pl?kw=blush&file=answers%2Fgeneral%-
2Fans_029.htınl.
3. a.g.e.
4. William Worthington'ın dikkati çektiği üzere yazının icadı insanoğlunun
icatları arasında en müthiş olanıdır. Bizleri "Kendimizinkilerin yanı sıra,

331
diğer insanların çalışmalarının ve araşttrmalanrun da efendisi haline
getirmişti& "; Roy Porteı; Enlightenment: Britain and the Creation of the
Modern World (Londra: Penguin, 2000), s. 74. ( "An Essay on the Scheme
and Conduct, Procedure and Extent of Man's Redemption"dan alınn).
5. Sokrates öncesi filowflar döneminde ortaya anlan, Aristoteles tarafından
tekrar gündeme getirilen ve yazının konuşmanın bir temsili -dolayısıyla
da sembolün sembolü- olduğunu belirten bu kavram hata tarttşılmaktadır.
Örneğin bkz. Roy Harris, The Origin of Writing (Londra: Duckworth,
1986).
6. Bath kentinde bu cümleyi yazarken, bir Kuzeyli olarak ben de şu anda
bunun özellikle bilincindeyim.

8 Gözetleme Kulesi

1. Bu bölümdeki tarttşmalann büyük bir bölümü -özellikle de insanın


bilinçliliği ve bilgi dağarcığı ile ilgili kısımlar-, Handkind adlı üçlemem­
de ve özellikle de serinin üçüncü kitabı olan The Knowing Animal. A
Philosophical lnquiry into Knowledge and Truth (Edinburgh: Edinburgh
University Press, 2005) içinde geliştirilen sav ve düşüncelerden alınmışnr.
2. Gordon Bowkeı; inside George Orwell (Londra: Palgrave Macmillan,
2003).
3. S. Hecht, S. Shlaeı; M. H. Pirenne, "Energy, Quanta and Vision", Journa/
of General Physiology, 1942, 25, s. 819-40.
4. Son dönem kaynaklarının etkileyici bir eleştirisi için bkz. Norma Graham
"Light Adaptation", http://www.columbia.edu.
5. Özellikle bkz. The Knowing Animal, a.g.e. "An Oudine of Epistogony",
4. Bölüm.
6. Elbette, kafanu hareket ettirdiğimde, etrafındaki nesneler de hareket edi­
yor gibi görünüı; çünkü birbirleriyle ilişkileri değişıniştir. Kafanu eğdiğim­
de, dizüstü bilgisayanmın ekranının gizlediği nesneler değişir. Duvardaki
not yerine, sağındaki telefon görünmez hale gelir. Yıne de ben bunun bir
hareket olmadığını, yalnw:a nesneler arasındaki ilişkinin görünümün, bu
ilişkinin bana görünme şeklinin değiştiğini bilirim.
7. P. F. Strawson, lndividuate. An Essay in Descriptive Metaphysics (Londra:
Methuen, 1 964), s. 65.
8. Aklıma gelmişken, nesnelerin var olduğu düşüncesini esas alan bilginin,
duyu deneyimlerimizle her daim kendi esasını aşması, ne bilgiye ne de duyu­
lanmı7.a gölge düşürür. Aslında bu daha ziyade bilginin doğasında vardıı:
9. Elin, insan bilincini hayvani sezgiden insan bilgisine taşıyan yolculuktaki
ve insan organizmasının kendi bedeninde uyanarak onu idrak edip, vücut
bulmuş bir özneye dönüşümündeki kilit rolü, not 1 'de değinilen üçleme­
nin ilk cildinde ele alınmaktadır: The Hand. A Philosophical lnquiry into
Human Being (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2003).
10. Bakışın dışa bakışının gizemi -ışığın (veya "ışık enerjisinin" ) varlığıyla
çözümlenemeyen gizem- The Knowing A nimarda a.g.e. "The Troubles
with Neurophilosophy", Bölüm 2.2'de ele alınmaktadıı:

332
1 1 . W D. Ross (ed.), Aristotelis De Anima (Oxford: Clarendon Press, 1956),
424a, s. 17-19.
12. Bu düşünce zincirini takip etmek isteyen okuyucular, Newton's Sleep. Two
Cultures and Two Kingdoms (London: Macmillan, 1995) adlı kitabımda­
ki "The Difficulty of Arrival" bölümünü okuyabilirler.
13. Erich Heller, The Disinherited Mind. Essays in Modern German Litera­
ture and Thought (London: Penguin Books, 1961), s. 175 (16 Aralık 1 9 1 1
tarihli mektuptan alınn).
14. Rudiger Safranski, Martin Heidegger: Between Good and Evil (çev. Ewald
Osers; Cambridge, Mass . : Harvard University Press, 1998). [Türkçesi
için bkz. Heidegger: Bir Alman Üstat, çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi,
2008.)
15. Bu görüşlerin daha kapsamlı değerlendirmesi için bkz. "The Work of Art
in an Age of Electronic Communication"; Raymond Tallis, Theoırhoea
and After (Londra: Macmillan, 1 999). ·

16. Martin Heidegger, "Letter on Humanism"; Basic Writings, ed. David


Farrell Krell (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1978), s. 237.
17. Bkz. Jean-Paul Sartre, "The Look"; Being and Nothingness: An Essay
on Phenomenological Ont-Ology, çev. Hazel Barnes (London: Methuen,
1957), s. 252-302. [Türkçesi için bkz. Varlık ve Hiçlik, çev. Turhan Ilgaz
ve Gaye Çankaya Eksen, İthaki Yayınlan, 2009.)
18. Bu konu The Knowing Animal, (a.g.e.) adlı kitabımda özellikle s. 1 1 9-
122'de yer alan "Deindexicalised Awareness" kısmında ele alınmaktadır.
19. Otistiklerin başkalarına elleriyle bir şeyi işaret etmemeleri de ilginç ama
şaşırtıcı değildir. Diğer insanlarla en önemli ve en temel iletişim şekille­
rinden biri olan İşaret etme, normal çocuklarda konuşmadan birkaç ay
önce başlar.
20. Lev Nikolayeviç Tolstoy, War and Peace, çev. Anthony Briggs (Londra:
Penguin, 2005), s. 1069. [Türkçesi için bkz. Harb ve Sulh, çev. Zeki Baş­
nmar, MEB Yayınlan, 1993.)
21. John Gay, G. F. Handel'in Acis ve Galatea'sının librettosu, y. 1718.
22. Dante Alighieri, çev. George R. Kay; The Penguin Book of Italian Verse
(Londra: Penguin, 1958), s. 85.
23. Lev Nikolayeviç Tolstoy, Harb ve Sulh, a.g.e.
24. John Richardson, A Life of Picasso: Volume l, 1 881-1 906 (Londra:
Jonathan Cape, 1991).
25. David Gilmore, Aggression and Community. Paradoxes of Andalusian
Culture (New Haven: Yale University Press, 1987).
26. Bu cümleyi The View {rom Nowhere (Oxford: Oxford University Press,
1 986) kitabının ya7.a0 olan ve kişilerüstü veya nesnel gerçeğe varmak
isteyen bilimsel çabanın nihai amacının "hiçbir yerden gelen bir bakışa"
ulaşmak olduğunu savunan Thomas Nagel'e borçluyum.
27. Chris Frith, Making up the Mind: How the Brain Creates Our Mental
World (Oxford: Blackwell Publishing, 2007), s. 143.

333
9 AJgı Odası

1. Bu cümle için Mind: A Brief lntroduction (Oxford: Oxford University


Press, 2004) kitabının yazan john Searle'ye teşekkür ederim.
2. Encyclopaedia Britannica, 15. Baskı, cilt 27, s. 206'daki çizim için min­
nettarun .
3. Anthony Daniels, Romancing Opiates. Phamıacological Lies and the
Addiction Bureaucracy (New York: Encounter Books, 2006), s. 22 (Ste­
phen B. Karch'quı alıntı).
4. Franz Kafka, The Diaries of Franz Kafka, 1 91 0-1 923, ed. Max Brod, çev.
joseph Kresh ve Martin Greenberg (Londra: Penguin, 1964), s. 10.
5. Bu kısımda aktardığım birçok bilgi için kaynak olarak kullandığım
mükemmel yazılmış "Taste - A Brief Tutorial" sayfası için (http://www.
cf.ac.uk.biosi/staffljacob/teachingfsensory/taste.html) Tun jacob'a teşek­
kürü bir borç bilirim.
6. a.g.e.
7. T. S. Eliot, "Little Gidding"; Collected Poems 1 909-1 962 (Londra: Faber
and Faber, 1 963), s. 218.
8. Tat alma konusunda beni aydınlatan Michael Berry'ye (a.g.e.) çok teşek­
kürler.
9. Richard E. Cytowic, The Man Who Tasted Shapes (Cambridge, Mass.:
MiT Press, 1 998).
1 0. S. j. Blakemore, D. Bristow, G. Bird, C. Frith, j. Ward, Brain, 2005, 128,
s. 1571-83.
11. 19. yüzyılın sonlarında doruk noktasına ulaşan sembolizm akınuna dahil
olan yazarlaı; sinesteziyi takıntı haline getirmişlerdi. Arthur Rimbaud'nun
Voyelles (Sesli Harfler) şiirinde her sesli harf bir renkle birleştirilir. j-K
Huysmans'ın A rebours [fürkçesi için bkz. Tersine, çev. Tahsin Yücel,
YKY, 2003] adlı eserinin kahramanı Des Esseintes, her biri farklı bir
müzik aletinin sesine karşılık gelen likörler akıtan bir "ağız orgu" düşler ve
bu orgla tatsal senfoniler bestelemek ister. Arthur Symons, aşağıdaki gibi
bir algılama yeteneğine sahip olan Afyon Kullanıcısının üstün duyarlılığına
övgüler düzer:
Bir parfüme benzeyen yumuşak müzik ve tatlı ışık
Duyulabilir kokulann mükemme/üğiyle parlayan.
12. Kokunun hatırlatıcı potansiyelinin başka açıklamaları da vardır, Bunların
en çok kabul göreni, beyinde kokuya aracılık eden yolakların, beynin
evrimsel olarak en ilkel ve en eski kısımlarından (hipotalamus, hipokam­
pus ve beyin sapı) geçmesidir. Burada bir noktanın gözden kaçırıldığını
düşünüyorum: Beyin tek başına bizim kendimİ7.e ait dünyamızı temsil
edemez.
13. Marcel Proust, Remembrance of Things Past, çev. C. K. Scott Moncrieff ve
Terence Kilınartin (Londra: Penguin, 1 983), s. 50-51. [fürkçesi için bkz.
Geçmiş Zaman Peşinde, çev. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, 1 992.]

334
14. Bu ve aşağıda değineceğimiz bazı bilgiler şu kaynaktan alınmıştır: Tıın
Jacobs, "Smell (Olfaction). A Tutorial on the Sense of Smell", Cardiff
University.
15. Nobel Fizyoloji veya Tıp ödülü Basın Bülteni, 4 Ekim 2004.
16. K. Stem ve M. McC!intock, "Regulation of ovulation by human phero­
mones", Nature, 1998, 392, s. 177-9.
17. Beverley Strassmann, "Menstrual synchrony pheromones: cause for
doubt", Human Reproduction, 1 99, 14(3), s. 579-80.
18. Michael Steen, The Lives and Times ofthe Great Composers (Cambridge:
Icon Books, 2003), s. 702.

Üçüncü Felsefi Arasöz

1. Kafanın opaklığı, adını hatırlayamadığım bir komedyenin bir esprisine


konu olmuştu. Komedyen, ortalık yerde bebeğini emziren annelerden
yakınırken, "En fenası da bebeğin kafasının manzarayı kapatması,"
diyordu.
2. Bu görüş şu eserimde aynnnlı bir şekilde ele alınıyor: The Hand. A Philo­
sophical lnquiry into Human Being (Edinburgh: Edinburgh University
Press, 2003).
3. Paul Valery'nin Mösyö Teste adlı kitabına adını veren kahraman kendi
kendine şöyle der: "Kilom, nasıl bir sahiplenmedir bu!"
4. Gabriel Marce� "Oudines of a Phenomenology of Having"; Being and
Having (Londra ve Glasgow: Fontana, 1 965), s. 179.
5. a.g.e. s. 169.
6. Hazel E. Bames, "Sartre's ontology: The revealing and making of being";
The Cambridge Companion ta Sartre, ed. Christina Howells (Cambridge:
Cambridge University Press, 1 992), s. 21.

10 Kafadaki Trafik: Yemek, Kusmak v e Sigara İçmek

1. Richard Dawkins, Key Philosophers in Conversation. The Cogito lnter­


views, ed. Andrew Pyle (Londra ve New York: Roudedge, 1 991).
2. W. H. Auden, "Tonight at Seven-Thirty", Bölüm X ; "Thanksgiving for a
Habitat", Selected Poems (Londra: Faber and Faber, 1968), s. 136.
3. Bu gözlem ve aşağıdaki paragraflarda yer alan bazı gözlemleri şu kay­
naktan aldıın: Robin Lane Fox, "Food and Eating: An Anthropological
Perspective", Social Issues Research Centre, Vox Rationis, 1 1 Nisan 2007.
4. Kari Marx ve Frederick Engels, The German ldeology, Giriş ve editörlük
C. J. Arthur (Londra: Lawrence & Wishart, 1974), s. 42. [Türçesi için
bkz. Alman ldeoloiisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, Evrensel
Basıın Yayın, 2013.]
S. Şaşırncı ama gerçek. Caroline Wyatt, "Mastering French Manners the
Hard Way", From Our Own Correspondent, BBC4, 23 Aralık 2006
Cumartesi.

335
6. Aletheia jackson, "For the love of Whizdom", Critical Review, 1988, Vol.
4 (3). Robert Nozick'in The F.xamined Life. Philosophical Meditations
adlı çalışmasının değerlendirmesi.
7. Bu bölüm için şu kaynaktan yararlandım: R. Bowen "The Physiology of
Vomiting", http://www.vivo.colostate.edu.
8. Bkz. Raymond Tallis, "Comınunication, Tıme, Waiting"; Hippoaatic
Oaths. Medicine and its Discontents (Londra: Atlantic Books, 2004).
9. Anonim Başyazı, "Psychogenic Vomiting", British Medical ]ournal, 12
Ağustos 1 967, 3(5562), s. 386-7.
10. Bob Newhart, "Introducing Tobacco to Civilization", 1962.
1 1 . Allan M. Brandt, The Cigarette Century. The Rise and Fail, and Deadly
Persistence of the Product that Defined America (New York: Basic Books,
2007).
12. Bu bağlamda, şu ilginç noktaya dikkat çekmek isterim. lngiltere'de sigara,
zenginler ve yoksullar arasında yaşam beklentisi ve sağlıklı yaşam beklen­
tisi farkının yansından fazlasından sorumludur. (The Health of the Popu­
lation: "Annual Report of the Directors of Public Health for Comwall and
the Isles of Scilly", 2006 verisi.)

1 1 Baş Başa: Öpüşme Üzerine Notlar

1. Bu makale ve sınırsız etkileri şu kaynakta tartışılmaktadır: James Gleick,


Chaos. Making A New Science (Londra: Cardinal, 1988), bkz. özellikle
s. 94 ve sonraki sayfalar. [Türkçesi için bkz. Kaos, çev. Fikret Oçcan,
Tübitak Yayınlan, 2008.]
2. Okuyucular kendileri de hesaplamak isteyebilirler. Aynı sayıya ulaşmasalar
da sonuç değişmeyecektir.
3. Sigmund Freud ( 1 912), "On the Universal Tendency to Debasement in

the Sphere of Love" in Five Lectures on Psycho-Analysis, The Standard


Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud (Londra:
The Hogarth Press, 1957).
4. Richard Dawkins; Andrew Pyle (ed), Key Philosophers in Conversation:
The Cogito lnterviews (Londra ve New York: Routledge, 1 999).
5. Christopher Hamilton, Living Philosophy. Reflections on Life, Meaning
and Morality (Edinburgh: Edinburgh University Press, 200 1 ), s. 136.
6. William lan Milleı; The Anatomy of Disgust (Cambridge, Mass . : Harvard
University Press, 1997), s. 137.
7. Paul Valery, Monsieur Teste, çev. Jackson Mathews (Londra: Routledge &
Kegan Paul, 1973), s. 49.
8. Selected Poems (Londra: Faber & Faber, 1971); (W. H. Auden'in "l Am
Not a Camera "sından alınn).

336
12 Başörtüsü

1. Bu liste için, Encyclopaedia of Hair. A Cultural History (Westport, Con­


necticut, Londra: Greenwood Press, 2006) adlı eserde yer alan "Musta­
che" (Bıyık) adlı denemenin yazan Victoria Sherrow'a teşekkür ederim.
2. Rudiger Safranski, Martin Heidegger: Between Good and Evil (çev. Ewald
Osers; Cambridge, Mass. : Harvard University Press, 1 998). [Türkçesi
için bkz. Heidegger: Bir Alman Üstat, çev. Ali Nalbant, Kabalcı Yayınevi,
2008.]
3. Burada bahsi geçen Alder Hey skandalı ile ilgili aynnnlı bilgi için bkz.
Raymond Tallis, Hippocratic Oaths (Londra: Atlantic, 2004).
4. G. G. Gallup, "Self-recognition in primates: A comparative approach to
the bidirectional properties of consciousness", American Psychologist,
1977, 32, s. 329-38.

Dördüncü Felsefi Arasöz

1. Bkz. Francis Ponge, Soap, çev. Lane Dunlop (Stanford, Calif.: Stanford
University Press, 1988). Pek sevilmeyen bir teyzeye Noel hediyesi olarak
ipli sabun alma gibi aktiviteler, dünyanın kirini üzerimizden söküp atan bu
mucizenin değerini düşürmemeli.
2. Hikayenin tamamı için bkz. "Hand talking to Hand"; Raymond Tallis,
My Hand: A Philosophical lnquiry into Human Being (Edinburgh: Edin­
burgh University Press, 2003).
3. Raymond Tallis, 1 Am: A Philosophical lnquiry into First-Person Being
(Edinburgh: Edinburgh University Press, 2004).

13 Savaşlarda

1. Niall Ferguson, The War of the World (Londra: Ailen Lane, 2006),
s. xxxvü .
2. Antropolog Danny Lee'ye göre, "3. boyun omuru hizasından kesilmiş
saçsız bir erişkin insan başı, 4,5-5 kilogram veya toplam vücut ağırlığının
yaklaşık % 8'i ağırlığındadır". Altına bir de altın tabak eklendiğini düşü­
nün. Demek ki Salome oldukça güçlü bir kızmış.
3. Bemard Porter, "Thrilled to bits"; Saul David'in Victoria'.s Wars: The rise
of Empire adlı eserinin değerlendirmesi (London: Vıking, 2006), Times
Literary Supplement, 21 Temmuz 2006, s. 24.
4. William Shakespeare, Nasıl Hoşunum Giderse, Perde il, 1. Sahne, (çev.
ôzdemir Nutku, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2013).
5. Bu ünlü vakayla ilgili yüz binlerce referans var. ngilenen okuyucular şu
kaynağı inceleyebilirler: A. T. Steegmann, "Dr. Harlow's famous case: the
'impossible' accident of Phineas P. Gage", Surgery, 1962, 52, s. 952-8.
Psikolog Dr. Stuart Derbyshire (kişisel görüşme) bana Gage'in Dr. Har­
low tarafından yanlış sunulmuş olabileceğini söyledi. Ne de olsa Gage
zor bir görev üstlenmişti ve utanmış olduğuna dair bir belirti gösterdiği

337
kaydedilmemiş olsa da, yaralanma sonrasında yüzünde oluşan korkunç
şekil bozukluğuyla başa çıkma yöntemine saygı duyulması gerekir. Bu
gözlem, insan doğasının beyin bilimiyle açıklanabileceklerin çok ötesinde
olduğunu gösteriyor.
6. Richard Clark, "Beheading", http://www.richard.clark32.btinternet.eo.uk/
behead.htrnl

14 yaşhlık Ufalması

1 . Edward Thomas, "Lights Out", Collected Poems (Londra: Faber and


Faber, 2004), 1 1 . 1-6.
2. Uykunun fizyolojik bir faaliyet ve hayvanlarla paylaştığımız bir özellik
olması, onu daha da gizemli hale getirir. Adaptasyon açısından hangi amaca
hizmet ediyor olabilir? Uyanıklık halinden tamamen koparak zorunlu
bir çaresizlik içine düşmek hayatta kalmaya nasıl yardım eder? Uykunun
adaptif özelliğini, karanlık saatlerde bizi hareketsiz bırakarak, yırtıcılar
tarafından daha az görünüı; duyulur vs. hale gelmemizi sağlamasıyla açık­
lamak, yırtıcıların avlarından daha rahat uyuması gerçeğiyle çelişir: Güven
içinde uyuyanlar daha uzun süre uyuyabilirler. Uykunun anabolik etkinlikle
-<iokuların yapınu, korunması ve tamiri- ilişkili olduğu görüşüyse kuşkusuz
daha yaygın ve ikna edicidir. Ancak, bilinç kaybının bunun için elzem olma­
sının hiçbir anlamı yoktur (çünkü hali hazırda bilinçlilik, bedenin fiziksel

özellikleriyle bağlantılı değildir). Öte yandan, uyku her ne kadar hayvanlarla


ortak bir özelliğimizse de, bilinçliliğimizi hayvanlardan farklı olması gibi
uykwnuz da hayvanlardan farklıdır (bunu daha sonra tartışacağız ) .
3. Bu, bedenimizin kendisinin de karanlık bir yer olduğuna dair yersiz hissi­
mizin kaynağıdır. Elbette fiziksel bir nesne olarak beden ne aydınlık ne de
karanlıknr. Bu konuyla ilgili daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. Raymond
Tallis, "(That) 1 am this (thing)"; On the Edge of Certainty (Londra:
Macmillan, 1999).
4. Gözkapaklarının kendi kendilerine kalkmalarına şaşmamalı: Kaldırmalan
gereken nesne, onlan kaldıran nesneyle aynı ağırlıktadır.
5. Almanca özgün metin ise şöyledir:
Rose, oh reiner Widerspruch, Lust
Niemandes Schlaf zu sein unter soviel
Lidem.
6. "Bawdyhouse. 1 seek the kips where Shady Mary is" cümlesinde de bu
anlamıyla kullanılmışnr. Uames joyce, Ulysses, yeni baskı [Londra: The
Bodley Head, 1 960)). [Türkçesi için bkz. Ulysses, çev. Nevzat Erkmen,
YKY, 2001, s. 476; 1 860-1 862.)
7. Beyinde bütünüyle uyanık kalmaya adanmış bir sistemin -retikülo-kor­
tikal döngüsü- bulunması matraknr. Bunun, yaratıcının, duyulanmız ve
gündelik yaşamda bize sunulan hipnotik bezginliğin bedeliyle ilgili alçak­
gönüllüğünün bir yansıması olduğu düşünülebilir!
8. Christopher Hamilton, "The Need to Sleep" (Living Philosophy: Reflec­
tions on Life, Meaning and Morality [Edinburgh: Edinburgh University

338
Press, 2001]) başlıklı derinlikli makalesinde, hayvan ve insan uykusunun
temel farklarını ele alır:
Hayvanlarda uyku dediğimiz şey ashnda hayvanın bilinçlilik derecesindeki bir
değişimden ibarettir. Oysa insanlardaki uyku, uyanık bilincin niteliğindeki bir
değişimdir. Hayvanlar hiçbir vzman kendilerinden kurtulma gereksinimi hisset­
mezler; hiçbir vzman kendi yüklerinin altında kalmazlar. (s. 148-9).
Hayvan uykusu bilinçlilikteki bir moladır; insan uykusuysa hem bilinçlilik
hem de benlik bilincinde bir moladıL Hamilton, insanların büyük bir kıs­
mının yaşamlarının üçte birini kaplayan uykuyla ilgili ciddi felsefi yorum­

ların dikkat çekici azlığından yakınır (zihin felsefesi ve epistemolojideki


düşlerle ilgili tartışmalan saymazsak).
9. a.g.e .. Hamilton'ın uykusuzlukla ilgili söyledikleri çok aydınlancıdıL
10. Edward Thomas, "Lights Out"; Collected Poems, a.g.e., 1 1 . 25 30. -

1 1 . Rebecca C. C. Brooke ve Christopher E. M. Griffiths, "Ageing of the


Skin"; Raymond C. Tallis ve Howard Fillit (ed.), Brocklehurst's Textbook
of Geriatric Medicine and Gerontology (6. baskı, Edinburgh: Churchill
Livingstone, 2003), s. 1269.
12. Uohn Wain tarafından derlenen ve giriş yazısı yazılan) Thomas Hardy, "1
look into my glass", Wessex Poems and Other Verses in Selected Shorter
Poems, (Londra: Macmillan, 1966).
13. George Melly, Miclc Jagger'a yüzünde nasıl bu kadar çok kırışıklık oluş­
tuğunu sorduğunda, "gülme çizgileri" yanınru alır. Melly de, "Bu kadar
komik olan bir şey yok," der.
14. Wılliam Shakespeare, Antonius ve Kleopatra, Perde 1, 5. Sahne, (çev. Saba­
hattin Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2013).
15. Philip Larkin, "Skin"; Collected Poems (Londra: Faber and Faber, 1988).
16. William Shakespeare, Hamlet, Perde V, 1 . Sahne, (çev. Sabahattin Eyüboğ­
hı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014).
17. İnsanın midesini altüst etmesine rağmen mükemmel yazılmış olan "Foren­
sic Entomology: The Use of Insects in Death Investigations" makalesi için
Dr. Gail S. Anderson'a çok teşekkürler (http://www.rcmp-learning.org{
docs/ ecdd0030.htm).
18. a.g.e.
19. Philip Larkin, "Aubade"; Colleaed Poems, a.g.e.
20. W B. Yeats, "Death"; The Winding Stair and Other Poems (Londra:
Macmillan, 1 933).
21. Rainer Maria Rilke ( 1 928), Rodin (New York: Dover, 2006).
22. Jonathan Bames, The Presocratic Philosophers (Londra: Routledge, göz­
den geçirilmiş baskı, 1982) adlı eserde yer alan alınn. [fürkçesi için bkz.
Sokrates Öncesi Yunan Felesefesi, çev. Hüsen Portakal, Cem Yayınevi,
2004.]
23. Lord Byron, Don fuan, Canto 1, Stanza 217. [fürkçesi için bkz. Don
fuan, çev. Halil Köksel, YKY, 2003.]
24. Colette Sirat, Writing as Handwork. A History of Handwriting in Medi­
terranean and Western Culture (Belçika: Brepols-Tumhout, 2006).

339
25. Imre Kertesz, "Someone Else. A Chronicle of Change', çev. Tun Wılkinson,
Common Knowledge, Spring 2004, 10, 2, s. 314-46.

15 Kafa ve Dünya

1 . Rainer Maria Rilke, Duino Elegies, 'The Eighth Elegy'; Seleaed Works,
Cilt. il, çev. j. B. Leishman (Londra: The Hogarth Press, 1967), s. 242.
[Türkçesi için bkz. Duino Ağıt/an, çev. Can Alkor, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınlan, 2013.]
2. Ludwig Wıttgenstein, Tractatus Logiro-Philosophicus, çev. D. F. Pears ve
B. F. McGuinness (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1961), s. 7. [Türk­
çesi için bkz. Tractatus Logico-Philosophicus, çev. Oruç Anıoba, Metis
Yayınlan, 201 1 .]
3. Walt Whitman "Song of Myself"; Leaves of Grass (1855). [Türkçesi için
bkz. Çimen Yapraklan, çev. Memet Fuat, Adam Yayınlan, 2003.]
4. Bkz. Raymond Tallis, Why the Mind is Not a Computer (Exeter: hnprint
Academic, 2004).
5. Thomas De Quincey, "The Pleasures of Opium"; Confessions of an
English Opium-Eater and Other Writings (Londra: New English Library,
1 966), s. 6 1 . [Türkçesi için bkz. Bir lngiliz Afyon Tiryakisinin Anılan, çev.
Batu Boran, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlan, 2013].
6. Lev Nikolayeviç Tolstoy, War and Peace, çev. Anthony Briggs (London:
Penguin Classics, 2006), s. 663. [Türkçesi için bkz. Harb ve Sulh, çev. Zeki
Baştunar, MEB Yayınları, 1 993.]
7. Leszek Kolakowski, "Conscience and Social Progress " ; Marxism and
Beyond: On Historical Understanding and Individual Responsibility, çev.
Jane Zielonko Peel (Londra: Paladin, 1 971), s. 156.

16 Düşünen Kafa

1. Düşünen Kafa'ya ilgi duyan herkes -20. yüzyılın en önemli romanı olan­
Ulysses'in en azından birkaç sayfasını okumalıdır.
2. Veya sürrealistlerin dediği gibi, "Düşünce ağızda şekillenir" (La pensee se
forme dans la bouche).
3. Bu tartışma, genel düşünce (bitişik odada bir kedi olduğunu düşünmek)
ve simgesel düşünce (belirli durumlarla ilgili genel düşüncelere karşılık
gelen düşünceler) gibi farklı düşünce türleri arasında pek fark gözetmiyor.
Bu önemli bir eksiklik ve bir sonraki bölümde · bu konuya ancak kısmen
çözüm getirilebilecek. Bu konularla daha aynnnlı olarak ilgilenmek iste­
yenler şu kaynağa da bakabilirler: Raymond Tallis, I Am. A Philosophical
Inquiry into Human Being.
4. Bu görüşler şu kaynakta çok güzel bir şekilde özetlenmiştir: Nicholas
Feam, Philosophy. The Latest Answers to the Oldest Questions (Londra:
Atlantic, 2005). [Türkçesi için bkz. Ben Kimim? Ne Biliyorum? Ne Yap­
malryım?, çev. Elif Alkun, Güncel Yayıncılık, 2008.]

340
5. Bu yaklaşımın locus classicus'u (klasik örnek pasajı), yayımlandıktan
neredeyse altmış yıl sonra insanı çileden çıkarma gücünü koruyan Gilbert
Ryle'ın The Concept of Mimi (Londra, Peregrine, 1 963) adlı eserinde yer
alır. rrürkçesi için bkz. Zihin Kavramı, çev. Sara Çelik, Doruk Yayınlan,
201 1.]
6. Bu görüş, Quassim Cassam'ın mükemmel eseri Sel( and World'den
alınmışnr (Oxford: Oxford University Press, 1 997). Öı.ellikle bkz. "The
Objectivity Arguınent", Bölüm 9, "Core-Self and Bodily Self".

Sonsöz

1 . Bu eğilimlerle ilgili parlak bir değerlendirme ve eleştiri için bkz. Kenan


Malik, Man, Beast anti Zombie. What Science Can anti Cannot Teli Us
About Human Nature (Londra: Weidenfeld and Nicolson, 2000).
2. Niall Ferguson, The War of the World: History's Age of Hatred (Penguin:
Londra, 2006).
3. Bkz. John Gray, Straw Dogs: Thoughts on Humans anti Other Animals
(Londra: Granta: Londra, 2002). rrürkçesi için bkz. Saman Köpekler, çev.
Dilek Şendi!, YKY, 2008.]
4. Otistiklerinin parçalanmış benlikleriyle ilgili mükemmel açıklamalar için
bkz. Charlotte Moore, George and Sam: Autism in the Family (Londra:
Penguin, 2005).
5. Eugene Wıgeneı; "The Unreasonable Effectiveness of Mathematics in the
Natura! Sciences"; Communications in Pure and Applied Mathematics,
Yol. 13(1), Şubat 1 960.
6. lsaiah Berlin, The Crooked Timber of Humanity. Chapters in the History
of Ideas, (epigrafta lmmanuel Kant'tan alınn) ed. Henry Hardy (Londra:
HarperCollins, Fontana, 1991).

You might also like