Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 11

Osmanlı Toplum Yapısı

Birinci Bölüm

A. Osmanlı Sosyal Sistemi

Osmanlı devleti, Kayı beyi Osman bey tarafından kurulan devletin, 650 yıl boyunca başta
Anadolu olmak üzere, Balkanlar, Arabistan, Balkanlar ve Afrika’yı içine alan büyük bir
coğrafyada meydana getirdiği sosyal ve siyasi birliğin adıdır. Tarihte birçok devlet siyasi,
askeri veya teknolojik güç merkezli bir özelliğe sahip olurken, Osmanlı devletinin temel
özelliğinin sosyal bir nitelik taşıdığını ve bunu sağlamak üzere de, adalet mekanizmasına
ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Hatta adalet kavramı, onun tüm sistemine şekil veren ahlaki,
kültürel ve sosyal bir dinamik olarak fonksiyon gördüğünü de belirtmek gerekiyor.

XV. Yüzyıl, Osmanlı toplum yapısının belli bir geleneksel ve klasik şekle bürünmeye
başlaması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. XIII. Ve XIV. Yüzyılların siyasi, sosyal
ve demografik şartlarında kendini “gaza”ya adamış ancak küçük ve hatta görünüşe göre
önemsiz bir Uç beyliğinden eski Bizans topraklarını adım adım katarak gittikçe büyük bir
devlete ve hatta imparatorluğa doğru seyreder (İnalcık,1959: 31)

Osmanlı sosyo-kültürel sistemi gelenekçi ve özel eğilimlerine rağmen tamamen kapalı ve


durağan olmayıp; tersine belli bir ölçüde dinamiktir ve çağının gelişen şartlarına başarı ile
uyum sağlayabilmektedir. Dinî değer sistemi giyim-kuşamdan mezar taşına kadar, sosyo-
kültürel hayatın görünür tüm alanlarında kendini hissettirmiştir.

Osmanlı, bir devlet olmadan önce; kaynaklandığı İslam inancı ve diğer İslam toplum ve
devletlerinin özelliklerini ve sistemini bir model olarak almıştı. Çünkü onun en önemli
hedefi, insanı yüce ve değerli kılan bir medeniyet anlayışını ortaya koymaktı. Belki de onun
bu özelliği, kısa zamanda geniş bir ilgi ve büyük bir gelişme seviyesine ulaşmasına imkan
sağlamıştı.

Türk kültürü ve medeniyeti unsurunun, Osmanlı toplum hayatı ve kültürüne, Selçukludan


intikal ederek yaşayan bir gelenek olarak daha başlangıçtan itibaren bir şekilde damgasını
vurmuş bulunduğuna önemle işaret etmelidir. Öyle ki, bu toplumda Türk kültür geleneğinin
sürekliliğinin bir göstergesi olarak meselâ Türk dili, tüm yabancı etkilere rağmen daima
canlı bir biçimde varlığını sürdürmeyi başarmıştır. (Günay,2003/1;27)

Osmanlı döneminde diğer devlet yönetimlerine baktığımızda, katı ve asalete dayalı bir
krallık veya seçkin insanların yer aldığı bir toplum ve devlet yapısının hakim olduğunu
görüyoruz. Dolayısıyla, Osmanlı’nın insanının, sınıf ve makam farkı gözetmeksizin insani
değeri ile ön plana alması, döneminde beklenmeyen yükseliş ve gücünün de kaynağını
göstermekteydi. Bu davranışın kaynağı ise, ahlak ve adalet değerleriydi.

Osmanlı Devleti anlayışına göre toplumda insanlar arasındaki uyumun devamı, her ferdin
toplum içinde yaratılıştan sahip olduğu yeteneğinin gerektirdiği mevkide bulunması ve bu
yerini koruması ile mümkündür. Toplumdaki farklılaşma ve tabakalaşma bu tarz
işbölümünün sonucudur. İnsanların mizaçları ve tutumları farklıdır. Toplum hayatı için
insanlar arasında yaşanabilecek haksızlıkların önüne geçmek, emniyeti sağlamak, adâlete
dayanan bir toplum nizâmı kurmak ve bunu sürdürecek bir yönetici güce yani devlet gücüne,
dolayısıyla bir hükümdara her zaman ihtiyaç vardır. (Yediyıldız, 1999: 148/185)

Kınalızâde (2005: 465) felsefeyi teorik ve pratik olarak ikiye ayırmış, pratik
felsefeyi ferdi ahlak, aile ahlakı, devlet ahlakı olmak üzere üç kısımda
incelemiştir. Devlet ahlakı ile ilgilenen bilim dalını “ilmü tedbiri’l-medine”
olarak isimlendirmiştir. Ona göre ahlaklı devlet olabilmenin yolu, erdemli ve
faziletli bir yönetimi tesis etmekten geçiyor. Farabi ise (1990: 70) erdemli bir
ülke bütün organları canlı varlığın hayatını tam kılmak ve bu durumda tutmak
için birbiriyle yardımlaşan sağlıklı bir bedene benzer. Erdemli bir ülkede devlet
başkanın amacı, halkı yet- kinliğe ulaştırmak ve mutluluğa yöneltmektir. Bu
doğrultuda siyaset, erdemli ve erdemsiz olmak üzere ikiye ayrılır. Erdemli
siyasette devlet adamının amacı Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak ve mutluluğa
ulaşmaktır. Bu yönetimde devlet başkanı adalete sarılır ve halkını arkadaş ve
dost olarak kabul eder. Arzularına sahip olup ülkeyi güzel işler ve icraatlarla
donatır. Erdemli olmayan siyasete ise eksik ve zorbalık siyaseti denir. Böyle bir
siyaseti yürütmenin amacı, zorbalık ve saltanatla nefsinin isteklerine ulaşmaktır.
Bu süreçte devlet başkanı zulme sarılır, halkını kul ve köle olarak kabul eder.
(Ersan Ersoy, 2015: 87)

1.Din ve Siyaset ilişkisi:

Berkes’e göre “din ve devlet kurumlarının” ayırım noktalarını belirginleştirmeye çalışan


Batı toplumlarıyla, bu kurumları bütüncü bir çerçevede ele alan Osmanlı Devleti’nin
arasında açık bir farklılığın olduğu ifade edilebilir. Bu sebeple “dini ilgilendiren konulara
devletin; devleti ilgilendiren konulara da dinin” müdahale etme imkanı bulabilmesi
dolayısıyla Osmanlı’nın “teokrasi” veya “feodalite” kavramlarıyla açıklanamayacağının
altını çizdiği belirtilebilir Bu bağlamda Berkes’e göre Doğu’da gelişme olanağı bulan bir
“tanrı düzeni, gelenek ve kanun-u kadim” anlayışının Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde
etkili olduğunu ifade etmek mümkündür.
Berkes’in Allah’ın yeryüzünde bir vekili olabileceği düşüncesini sistemleştiren Gazali’nin
yorumuyla toplumsal düzeni sağlamak için kılıç hakkından kaynağını alan bir asabiyenin
gerekliliğine işaret eden İbn Haldun’un teorisinin Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde
katkıda bulunduğunu belirttiği görülmektedir. Berkes’e göre Osmanlı Devleti’nin Orta
Asya’daki askeri niteliğini koruyarak Sasani ve Bizans’ta geliştirilip Arap fütuhatıyla
zenginleşen toplumsal kurumsallaşma geleneğini birleştirmesi nedeniyle “zengin, ilişkisel ve
özgün” bir medeniyet kurabildiğini görmek söz konusu olmaktadır (Berkes, 1973, s. 32-35).

Köprülü’ye göre İslam medeniyetinde geliştirilen “tefsir, fıkıh, kelâm, felsefe ve tasavvuf
gibi dini bilgilerin tarih, coğrafya, matematik ve mekanik” gibi Antik Yunan kaynaklı
düşüncelerle birleşerek özgün bir devlet ve toplum anlayışı ortaya koyduğunu da belirtmek
mümkündür (Köprülü ve Barthold 2014, s. 208). Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin Orta Asya,
Antik Yunan, Bizans ve Sasani etkisi üzerinden gelişen bir devlet ve toplum yapısı inşa
ettiğini vurgulamak söz konusu olmaktadır.(Dağ, a.g.e.,94).

İslam ve Osmanlı düşüncesi, salt fikri kaynaklı bir konu değildir. Her fikir ve düşünce, İslam
hukuku ve daha doğrusu Fıkhı ile uyum sağlamak durumundadır. Yani, insan ve toplumun,
ahlak, hak, iyilik ve faydasına uygun olmak zorundadır. Bu yüzden; Osmanlı gibi bir
sistemin, idari, siyasi ve iktisadi konularda başka bir medeniyetten herhangi bir kurum veya
yapıyı, olduğu gibi veya değiştirerek alması, herhangi bir problem oluşturmamaktadır.
Çünkü, İslam fıkhı için önemli olan şey; iman ve ahlak konusunun zarar görmemesidir.
Siyasi, mali, idari herhangi bir kural; bu özelliklere aykırı olmadığı müddetçe, alınabilmiş ve
kullanılmıştır.

Osmanlı Devleti’nde padişahın savaşlara ordusuyla birlikte katılması, adalet ve kamu


ihtiyacını karşıladığı ölçüde tahtta kalması ve kendi zenginliğini arttırmaktan çok dengeli bir
merkezi toprak bütünlüğünün üzerinde durması gibi özellikler; niteliklerine bakıldığı zaman
farklı bir devlet ve toplum yapısı anlayışını görmek mümkündür (İnalcık, 2003: 78-83).

Sasanilerin değerlendirilen tabakalı ve bürokratik toplumsal yapı anlayışını Antik Yunan


düşüncesine göre geliştirmesine rağmen, Osmanlıların bu toplumsal etkileşimle
yetinmeyerek ilişki içerisinde bulunduğu çeşitli toplumların niteliklerini geliştiren bir
“zihin” yapısı ortaya koymaya çalıştığını da vurgulamak mümkündür (Dağ’dan Mardin,
2008b).

2.Osmanlı’nın siyasi gelişimi:

XV. yüzyılın ilk yarısında millî kültür bilincinde ciddî bir yükseliş eğilimi kendini
göstermeye başlamış ve bu çerçevede meselâ Osmanlı Sultanı eski bir Türk unvanı olan
“Han”ı benimsemiş; hanedan sülâlesinin mensubu olduğu Oğuz Türklerinden Kayı
aşiretinin damgası Osmanlı paralarında remiz/sembol olarak yerini almış; Oğuz efsanesi,
Türk dili ve edebiyatında işlenmeye başlamış; yüzyılın sonlarına doğru arı ve sade bir
Türkçe ile yazmaya meyleden bir edebî akım kendini göstermiş, Türk tarih şuurunda bir
canlanma gözlenmiştir. (Günay,a.g.e.:15)

Osmanlı, bir Türk beyliği olan Kayıbey kolundan gelmesinden dolayı, kendi geleneksel veya
töre ile ilgili özelliklerini, İslam dininin müsaade ettiği ölçüde muhafaza etmiş ve hiçbir
siyasi veya sosyal kuralı, körü körüne benimsememiştir. Bu arada, ırk faktörünü; ırkçılığa
varmayacak bir şekilde muhafaza etmiş ve milli örfünü kendi varlığının bir parçası olarak
görmüştür.

Osmanlı’da devlet, hem Türk, hem de İslam inanç düşüncesi açısından önemli ve kutsal bir
makamdır. Dolayısıyla, devletin başkanı da; misyonu ve görevi itibarıyla önem taşımaktadır.
Devletin gücü, Kaan veya Padişahın şahsiyeti üzerinde yükseldiğinden, makamdan dolayı
devletin başkanı, en büyük saygıya ve itibara muhatap bir kişidir.

Padişah devletin bekasını sağlayan, nizamı kuran ve dolayısıyla insanların rahat ve


emniyette yasamasının güvencesi tek güç olduğundan, Osmanlı tebaası için padişaha
bağlılık son derece önemliydi. Thévenot, Türklerin büyük saygı besledikleri hükümdarlarına
son derece bağlı olduklarını ve ona gözleri kapalı itaat ettiklerini gözlemleri arasında
nakleder. Hükümdarlarına ihanet edip, Hristiyanların safına geçen Türklere hiç
rastlanmamaktadır. Buradaki “gözü kapalı” kavramı, aslında bilinçsiz ve sorgulamasız bir
itaat anlayışından çok, güvene dayalı bir itaat anlayışını ifade eden bir deyimdir.

Osmanlı  Devletinde padişah sarayları, hükümdarların şahsiyet ve ilgisine göre değişen


derecelerde ilim, şiir ve edebiyatın koruyucusu ve teşvikçisi olmuştur. Devrin bütün ilim ve
sanat erbabı saray etrafında kümelenmiştir. Kânûnî Sultan Süleyman’ın saltanatı döneminde
en şaşalı devrini yaşayan Osmanlı Devleti; ilim, sanat ve edebiyat bakımından da bu devirde
en ileri düzeye ulaşmış, pek çok büyük âlim, sanatkâr ve şair yetiştirmiştir (Şahin, 2011:12-
15).
Osmanlı döneminde ortaya çıkan Divan edebiyatını, ard niyetli veya bilgisiz kişilerin, Saray
edebiyatı diye açıklamaya çalışması, yine bir başka problemli bakış açısını ortaya
koymaktadır. Halbuki bu edebiyat, Osmanlı toplum ve devlet yapısı açısından önemli
bilgiler veren, kayıtlı belgeler niteliğindedir. Divan edebiyatının işlediği konuların, nelerden
ibaret olduğu bilgisi, ayrıca ele alınması gereken bir konu olmaktadır:

Divan şairini besleyen önemli kaynaklardan bir tanesi de yerli kültür malzemeleridir.
Gelenek, görenek, inançlar ve toplumdaki çeşitli pratiklerden oluşan bu malzeme, elbette
yukarıda saydığımız kaynakları da bünyesinde barındırıyordu. Fert fert insanların inanç
dünyasından başlayıp hükümdarın devleti idare etme şekline varıncaya kadar toplum
hayatındaki her husus da mutlaka yerli kültürün bir parçasını oluşturuyordu. Ramazan
eğlenceleri, düğün törenleri, çarşı pazar, avlanma, tedavi yöntemleri, savaşlar, mimari, yeme
içme alışkanlıkları. Nitekim divan şiiri metinlerinde atasözleri, deyimler, adet ve gelenekler,
değişik halk inançları, tedavi yöntemleri vs. halk kültürüne ait unsurlar yoğun şekilde yer
alır. (Özkan, 2012:127-131).

3.Osmanlı sosyal yapısı:

Osmanlı devletini ayakta tutan en önemli konu Adalet’di. Fakat, bu adalet anlayışının
temelinde yer alan en önemli faktör ilim ve kültür hareketinin gücü idi. İlmi çalışmalar,
Osmanlı beyliğinin kuruluşundan beri beyler tarafından destekleniyor, ilim adamlarının
sistemde önemli bir fonksiyon görmesi ve toplumu aydınlatması için büyük çaba
gösterilmekteydi. Osmanlı devleti büyüdükçe, bu ilmi hareket daha da gelişti ve sosyal
hayatın tamamına hakim hale gelmeye başlamıştı.

Elbette, insanların haklarını vermek ve sistemi bu adalet temelleri üzerine oturtmak,


hakkaniyete dayalı bir hukuk anlayışının varlığı ile gerçekleşebilirdi. Bu konuyu, “Adalet
dairesi” denilen hukuk ve siyaset düşüncesinin sınırları içerisinde kalabilme anlayışı ile
açıklayabiliyoruz:

Dâire-i adliye Osmanlı toplum düzeninin ve siyaset kültürünün temel prensiplerine sahip bir
formüldür ve sosyal denge bakımından işlevci bir bakış açısıyla ele alınmıştır. Dâire-i
adliye’de belirtilen prensipler aslında bir devletin güçlü olması için gerekli olan unsurlardır.
Dâire-i adliye ya da hakkaniyet çemberinin halkaları adâlet, devlet, şeriat (kanun),
hükümranlık, ordu, servet ve halktır. Bu halkalar, toplum yapısının temel dayanaklarıdır ve
bunlardan biri yok olursa, hem devlet hem de toplum çökmeye mahkûm olur. Osmanlı
düşüncesinde adâlet idealinin hareket noktası olan dâire-i adliye birbirine bağlı sekiz temel
ilkeden oluşur. (Yılmaz, 2000:52)

Osmanlı hukuk sistemi ile ilgili olarak tarihçi Prof.Dr.Osman Turan, hukuk sistemin
sosyolojik yönüne dikkatleri çekerek, sadece Osmanlı’da değil, bütün Müslüman
toplumlardaki hukuk sisteminin, sadece yazılı hukuk ile değil, aynı zamanda geleneksel
sistemin hafızasına yerleşmiş “sözlü hukuk” ile de ayakta durduğunu açıklar:
Osmanlı sosyal düzeninde hukuk sistemi, yalnız objektif münasebetleri düzenler, sosyal
vicdan konusunu düzenlemezdi. Böylece kanunun yetişemediği yerlerde, örf ve adet daima
uyanık ve etkiliydi. Son asrın başlarına kadar süre gelen bu sistem ve ahenk, gereğince her
merkezin mahallesine ve hatta köyüne karşı yerine getireceği belli vazifeleri vardı. (Turan,
1999).
İslam dini, bir hayat ve sistem anlayışı getirmesi bakımından, onun diğer toplum ve kültürler
ile birarada olabilmesi, bazı sosyal ve fıkhi şartlara ihtiyaç duyuyordu. Aslında fıkıh ilmi,
İslam hukukunun, Müslüman toplumların, diğer ırk ve toplumlar ve onların medeniyetleri ile
hangi şartlarda birarada yaşayabilmelerine ait çok temel kurallar ortaya koymasının,
sistematiğini vermekteydi:
İslâm dininin değişimle olan ilgisini fıkıh ilminin şekillenme ve gelişme seyri içerisinde görmek
mümkündür. Bilhassa inanç sistemi ile başlayan bu değişim ve biçimlenme, giderek sosyal hayatın
tanzimini de sonuçlandırarak hayatın İslâmîleşmesi ve İslâmî bir sistemin ortaya çıkması mümkün
olabilmiştir. İslâm; bir inanç manzumesi ile birlikte yeni değerler getirmiş, insanların bakış açılarını
değiştirmek istemiş; madde ve mana dengesini kurmuştu (itidallik). O, sosyal yapıda mevcut bulunan
kurum, örf, âdet vb. içerisinde değiştirilmesi ve iptali gereken unsurları değiştirmiş ve iptal etmiştir
(inkılâpçılık). Kendi değer ölçüleri için gerek unsurlar, ya aynen ya da ıslah edilerek korunmuştur
(ıslahçılık) (Erdoğan, 2011: 35).

4.Şehir ve mahalle hayatı:

İslam kentinin ilk modeli Medine şehriydi. Nitekim Hz. Muhammed 622 yılında Medine
kentine hicret ettiğinde orada bir Müslüman toplumun temellerini attı. Medine’ye yeni
göç eden muhacirler ve oranın yerli halkı olan Ensar, Medine kentinin iki temel grubunu
oluşturmaktaydı. İslam peygamberi Medine’de ölümüne kadar yaklaşık on yıl yaşadı ve
orada İslam toplumunun temel kurumlarını inşa etti. Bu kent ve bu toplumun kurumları
daha sonraki dönemlerde yaşayan Müslüman toplumlar için bir ilham kaynağı ve model
oldu. Kısaca ilk İslam kenti modeli olan Medine daha sonra da bu vasfını devam ettirdi.
(Michon’dan akt.Kömürcüoğlu:31)
Haydar’a göre İslami mimarinin amacı, İslam toplumunun bütünlüğünü bozmadan
benliğin ve kültürel kimliğin ifadesini şehir düzlemine aktarmaktır (Haydar, 1991: 46).
Osmanlı’da aile mâsuniyeti ve mahremiyeti çevresinde gelişen bir mimari karakter
ortaya koyulur. Kent mimarisinin temel unsurlarının başında evler gelir. Evler belirli
anlayışlar çevresinde mahalleleri oluşturur. Klâsik dönemde Osmanlı kentli ailenin
kullandığı evin toplumsal kategorilere göre farklılaştığı görülür. Kamu görevlileri ile
reayaya mensup ailelerin evleri arasındaki bu fark ise sadece gelir düzeyini değil, kültür
düzeyini de ortaya koyar. (Doğan, 2002:16)
Weber’in Osmanlı devletinde şehir sisteminin gelişmemiş olduğunu; kendine göre
hukuk,organizasyon ve güvenlik gibi sebeplerin eksikliğine bağlaması, aslında Osmanlı
sistemini bilmeden, yorumlama yanlışlığı olarak açıklanabilir. Ayrıca, Batı şehir modelinin,
kriter olarak kabul edilmesi, böyle hatalı bir değerlendirmeye yol açmış olabilir. Bu konuda,
Avcıoğlu, daha kapsamlı bilgiler vermektedir:

Avcıoğlu’na göre kuruluşundan kısa bir süre sonra, Osmanlı Devleti’nin dünya ticaretine
hâkim bir konuma gelerek güçlü bir şehir ve köy medeniyeti geliştirdiği bilindiği zaman;
Batı’nın barbarlık yargısının geçersizliğini anlamak mümkün olabilir. Yine Osmanlı
Devleti’nin ticarete önem vererek tüccarların güvenliğini sağlamak için merkezi devlet
uygulamalarını işletmesinin de yerleşik bir şehir yapısının geliştirildiğine işaret eden bir
nitelik olduğu görülebilir (Avcıoğlu, 1969, s. 15-17).
Bunun yanında Osmanlı Devleti’nin ticarete önem veren bir özel mülkiyet anlayışı
geliştirmesinin İslam diniyle desteklenmesi sürecine bakılarak da, dinin iktisadi bir geriliğin
sebebi olmadığını anlamak mümkündür. Osmanlı Devleti’nin “göçebelik, barbarlık veya
teokrasi” gibi kalıp yargılardan hareket edilerek açıklanmasının mümkün olmadığı
görülmektedir (Avcıoğlu,a.e.: 148-149).
Osmanlı sistemi, her ne kadar 650 yıllık bir dönemi içine alıyorsa da, onun sosyal ve
kültürel temellerinde Babür, Gazneli, Selçuklu, Karahanlı ve diğer Türk ve İslam
devletlerinin kültürü, anlayışı, yönetim sistemi ve kurumsal yapısının özellikleri kendini
çeşitli yönleriyle göstermekte ve bununla da kalmayıp, günümüz Türkiye’sinin de birçok
kurumsal ve toplumsal sistemine temel olduğu söylenebilir:
İnalcık’ın değerlendirmesine göre, meselâ Türkiye'de, bugün yalnız sanat, musiki, güzellik
anlayışı, mutfakta değil, yaşam tarzı, davranışlar hattâ toplumun din anlayışında
Osmanlı’nın bir şekilde yaşamaya devam ettiği ve bunun hızla değişen bir toplumda bazen
çatışmalara yol açtığı hususu sosyolojik bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmakta (İnalcık’tan
Günay,a.g.e,:7).

Her halükarda, XV. Yüzyıl Osmanlı toplumunda, içinde bulunduğu mahalle veya köy
topluluğu ile olan etnik, dini, hukuki ve kültürel bağlarıyla birlikte temel birim ailedir.
Kendi kapalı hayat ve geleneklerini yaşayan cemaatlerden oluşan bu toplumda, pederşahi ve
geniş aile tipi yaygın, poligami nadir, mahalli gelenek hukuka baskın, kadın-erkek ayırımı
güçlü, bir üretim aracı olmasa ve sınırlı sayıdaki üst düzeyden çevrelere mahsus bulunsa da
kölelik ve cariyelik mevcuttu. Temel toplum aracılığıyla sağlanırken, devleti Müslüman bir
devletti. Nitekim, onun temelinin meşruiyetini şeriattan almaktadır (Akdağ,1974:32-33).
Akdağ’ın, Osmanlıyı değerlendirirken onun aile, mahalli yapı ve hukuk ile ilgili
özelliklerini açıklarken; bazı ideolojik veya iktisadi sistem özellikleri açısından analiz
etmeye çalışması, hatalı ve konuyu farklı özelliklere çeken bir yaklaşım olmaktadır. Bunun
yerine, Osmanlı’nın toplum prototipi ve bu tipin ortaya koyduğu hayat anlayışı ve yaşama
tarzının bu sistem ile olan bağlantısı kurulabilmiş olsaydı daha doğru ve faydalı olabilirdi.
Ama, her nedense bazı ideolojik veya kalıplaşmış batı sistemleri açısından Osmanlıyı
değerlendirme yaklaşımları, kafa karıştırıcı bir bilgi olmaktan öteye geçmemektedir. Ayrıca,
Osmanlı toplumundaki cariye sistemi; sadece saraya has bir özellik olup, bunun askeri ve
siyasi ilişkilerin sonucu olduğunu bilmek gerekmektedir. Ayrıca, cariyelik; yabancı
kadınların hukuki ve sosyal durumlarını gösteriyor, keyfi bir şekilde muamele
görmüyorlardı. Kölelik konusu ise, Osmanlı’dan çok daha önce İslam toplumlarında fiili
olarak ortadan kalkan bir müessesedir.
Toplum ve devletlerin güçlülüğü, o sistemlere ait bazı kural, anlayış ve prensiplerin
kurumlaşmasıyla anlaşılır. Bu kurumlaşma, toplumu; kişi ve grupların keyfi tutum ve
isteklerinden uzaklaştırır ve halkın, sistemi daha iyi anlama ve takip edebilmesine imkan
tanır. Böylece, devlet veya yöneticiler; sistemlerini belli kuralların yer aldığı kurumlar
yoluyla yönetme imkanını bulur. Bu yüzden kurallı yaşama sistemi, keyfiliği ve belirsizliği
ortadan kaldırmak için önemli bir rol oynar.

5. Mesleki ve iktisadi düzen:

Ahilik, Selçuklu döneminde uygulamaya geçen ticari, ahlaki ve sosyal bir sistemdir. Ahi
Evren tarafından kurularak, iktisadi hayata ahlak ve kültür faktörlerini yerleştiren çok
kapsamlı bir sistemdir. Ahilik, güzel huyları üzerinde barındıran fütüvvet, ahlak ve
dayanışma anlayışı içinde Anadolu’da örgütlenen esnaf ve sanatkâr teşekküllerine verilen
addır (Dilik, 1988: 58; Şenocak, 2009: 423). Ahilik teşkilatı, XIII. yüzyıldan itibaren,
ilerleyen zamanlarda lonca ve son dönemlerde gedik haline dönüşse de, XIX. yüzyıla kadar
çetin rekabete kıyasla dayanışmacı bir üretim anlayışıyla Anadolu’daki esnaf, sanatkâr ve
meslek sahiplerinin eleman yetiştirme, işleyiş ve kontrollerini düzenleyen bir yapı olarak
tanımlanabilir (Bayram, 2012: 83, 85; Çağatay, 1989: 239; Şenocak, 2009: 423). Gündüz vd.
(2012: 39-40) Ahiliği, fütüvvet teşkilatından yararlanılarak “ahlakla sanatın ahenkli
bileşimi” halinde Ahi Evran tarafından Anadolu’da kurulan, ticarette dayanışmayı esas alan
sosyo-ekonomik bir kurum olarak nitelendirmektedir (Aktaran Bedir, 2020:1150).
Osmanlı’da 15.yüzyıldan sonra, ahilik teşkilatlarının bir devamı niteliğinde olan ve özellikle
sosyal dayanışma bakımından Ahiliğin özelliklerini de bünyesinde taşıyan Lonca sistemine
geçiş görülmektedir. Bu geçişte, İstanbul’un fethiyle birlikte daha önce lonca sistemi
şeklinde örgütlenmiş esnaf kesimiyle karşılaşılmasının ve Osmanlı Devleti’nin Müslüman
olmayan nüfusun iş kesiminde egemenlik alanının genişlemesinin de etkili olduğuna işaret
edilmektedir. Ancak loncalarda her ne kadar ahilik geleneği devam ettirilmiş olsa da,
17.yüzyıldan itibaren dini ve tasavvufi özelliklerin yavaş yavaş yitirildiği, özellikle gedik
uygulamalarının etkisiyle bu teşkilatların müdahalelere açık ve meslek mensuplarının
çıkarlarını gözetmeyi ön plana alan bir yapıya dönüştüğü de belirtilmektedir (Günay’dan
Bayram, 2012: 111; Ceylan, 2012: 33, 64; Çağatay, 1989: 111-112).

Osmanlı meslek hayatı, bir külliye şeklinde oluşturulan Pazar ve çarşı sistemi içerisinde
gerçekleşen; kültürel ve ahlaki değerler içerisinde bir yapı gösteren, böylelikle toplumunu
aldatılma ve sömürülme gibi etkilere maruz kalmadan, hayatın ihtiyaçlarına cevap veren
bir sistemdi.

Osmanlıda alışveriş, bedesten, çarşı ve Pazar olmak üzere üç çeşittir. Ekseriya camiye yakın
inşa edilip, geliriyle camiinin bakımı sağlanırdı. Bedesten, önce kıymetli eşyaların satıldığı
yerdi. Daha sonra altın ve diğer kıymetli mücevherler muhafaza edilmeye başlandı. Çarşılar
taş ve tuğladan yapılırdı. Duvar ve tavandan ışık girmesi için pencereler bırakılırdı. Çünkü
ateş yakmak yasaktı. Her sokak, bir cins malın satışına ayrılmıştı. Bir yığın hususi çarşı ve
atölye vardı. Burada titiz el işleriyle en güzel ve sağlım işler hazırlanırdı. Hazırladığı
mamülün üstünlüğü ile kapitilasyonlara rağmen, ticari hayatı ayakta tutuyordu. Ne zaman ki,
makine ile kütlevi imalata geçildi ve bunların Tanzimatla birlikte resmen sınırlarımız
içerisinde çalışmasına göz yumuldu. Bundan sonra teker teker yok olup gittiler.

Çarşıda mallar ihtiyaca göre imal edilip, bulundurulduğu için, satıcı çekmek, reklam yapmak
gibi bir durum söz konusu değildi. Açık hava pazarlarına kıyasla, dükkanlarda daha az
pazarlık yapılırdı. Alıcı ve satıcı, bir malın satışında yanyana oturur ve uzun uzun konuşarak
alışverişlerini yaparlardı. Kadılar, bir malı; satıcı tekeline almaması için, her cinsi mal için
müsaade edilen en yüksek fiyatı tespit eder ve birçok buna benzer işlere bakarlardı. Pazar
müfettişi, eksik mal veren veya hile yapanı orada falakaya yatırırdı. (R.Lewis,1973).

Esnaf toplumu ve bunların benzer adlarla kurdukları küçük guruplarda zamanla memur
sınıfına yani idareci sınıfa ya dâhil olmuşlar, ya da onların uzantıları olarak görev
yapmışlardır. Bunların gerçek anlamda halkı temsil kabiliyeti kazanmaları son dönemlere
hatta Cumhuriyet dönemine kadar uzanan uzun bir süreye ihtiyaç duymuştur (Oğuz’dan
Cihan-Doğan, 2007: 38).

Attar güzel koku satan bir esnaf olduğu için genellikle güzel kokuyla birlikte anılır. Bâkî;
ilkbaharı, getirdigi güzel kokular nedeniyle Attar’a benzetmis ve ilkbahar attarının Padisahın
huyunun (hulk) güzel kokusunu arzulamakta olduğunu söylemistir. Huy, ahlâk anlamına
gelen “hulk” aynı zamanda güzel koku anlamına gelmesi bakımından “bûy” kelimesiyle
birlikte özellikle kullanılmıştır (Şentürk, a.g.e., s. 470.)
Osmanlılar’da bir haberi duyurmak yahut ticarî sahada alıcı ile satıcı arasında aracılık
yapmakla görevli iki ayrı dellâl vardı. Dellâlbası emrinde çalışan haberci dellâllar
kendilerine bildirilen haberi halka duyurur ve buna karşılık ücret alırlardı. Ticarî sahada
görev yapan dellâllar alan ve satan arasında kanunlarda gösterilen hükümlere göre aracılık
yaparlardı. Bunun yanı sıra ikinci elden malların satışını da yaptıkları da bilinmektedir. Bu
durum özellikle tereke satışlarında daha çok görülmekte ve kendilerine dellâliye adıyla bir
ücret ödenmekteydi (Halaçoğlu,1994:145-146).

Reaya’nın askeri sınıfa geçmesi, bazı kurallara bağlıydı. Buna göre reayadan askeri sınıfa
sadece sınır boylarında savaşmış olanlar ve belli bir süre düzenli bir dini eğitimden geçtikten
sonra, Padişah’tan beratlarını alanlar dahil olabilirdi (Mardin,1990:75-78).

Bu kural, askeri sistemin ne kadar önemli tutulduğunu göstermekte ve sıradan insanların


orduya girmesi önlenmekteydi.

Devletin çeşitli kurumları, belli kurallara göre insanları alıp, görev vermek durumundaydı.
Osmanlı devleti, uzun yıllar bu sistemi güçlü bir şekilde ayakta tutabilmişti. Fakat, insan
faktöründeki zayıflama ve kurallara riayet konusunda yetersizlik ortaya çıktığında, kuralların
da etkinliği azalmaktaydı. Sarı Mehmet Paşa, bu konuya eserinde işaret etmektedir:
Sarı Mehmed Paşa’ya göre halkın çoğu vergi vermemek için yeniçeri olduklarını iddia
etmektedir. Ayrıca, Serdarlar da bu kişilere yardımcı olmaktadır. Bu sebeple reâyânın asker
sınıfından ayırt edilmesi zorlaşmıştır. Yeniçeri olduklarını iddia edenlerle, seferlerde devlete
hizmet edenlerin arasında fark kalmamıştır. Hatta yeniçerilik iddiasında bulunanlar emektar
yeniçerilerden daha değerli kabul edilmektedir. Bu durum ise ocak için zararlıdır. Bu konuda
yapılması gereken ocağın başında olan, tecrübeli, doğru, güvenilir birini görevlendirmek ve
defterde adı bulunmayanları tekrar reâyâ defterine kaydetmektir. (Sarı Mehmed Paşa, 34-35)

Anadolu’nun tarıma elverişsiz şartlara sahip olması ve Anadolu toplumunun büyük mülkiyet
biçimlerine karşı direnç göstermesi sebebiyle, kölecilik temelli bir ticaret koluna yönelen
Roma İmparatorluğu’nun Helenistik kültürünün, sağlam bir ekonomiye dayandırılamayarak
çözülmeye başladığını görmekteyiz (Yerasimos, 1977, s. 26).

Dolayısıyla Yerasimos’un (1977) coğrafi ve toplumsal şartların uygun olmaması sebebiyle


Roma İmparatorluğu’nun çözülerek farklı toplumsal yapıların gelişmesine zemin
hazırladığına işaret ettiği görülmektedir. Köle sistemi, İslamda ve dolayısıyla Osmanlı’da
olmaması sebebiyle, böyle bir olayın ortaya çıkmadığı söylenebilir. Bazı, Marksist tarihçi
ve yazarların Osmanlı’da devşirme sisteminden gelen ve Hristiyanlık veya daha aşağı
sınıflar olarak hiçbir zaman görülmeyen kesime, “köle-gulam” demeleri, tamamen sistemi
bilmemelerinden veya bilmek istememelerinden kaynaklanmaktadır.

Halil İnalcık’ın Batılı feodal sömürü şartlarına karşı Osmanlı Devleti’nin Anadolu’da ve
Balkanlar’da adil bir mülkiyet dağıtımını tesis etmesi sürecini “toplumsal devrim” olarak
açıklaması, bu değerlendrimelerin geçersizliğine bir delil olarak gösterilebilir. Diğer
taraftan Osmanlı Devleti’nin tarihi süreklilik içerisinde Batı’yla ilişki içinde kalmasından
dolayı tekelci ve liberal bir iktisat politikasının arasında konumlanarak, sürekli bir toplumsal
düzenin gelişmesine sebep olduğunu vurgulayan İnalcık’ın, Osmanlı’daki toplumsal
değişmeyi de eş zamanlı bütünsel bir ilişki çerçevesinde açıkladığını görmek mümkündür
(İnalcık, 2000).

Bu durum, Osmanlı Türklerinin; içinde bulundukları tarihi ve coğrafi şartların çeşitli zorluk
ve alışkanlıklarına rağmen, kendi ahlak ve kültür sistemlerine uygun bir iktisadi ve sosyal
yapıyı ayakta tutmaya çalıştıklarını gösteren önemli bir olaydır.
6.Türklerde İslama bağlılık:

Türkler, X. yüzyıldan itibaren kitleler halinde İslâm dinine girmeye başlamışlardır. Bununla
birlikte, Türklerin İslâmlaşma süreci sonraki yüzyıllarda da devam etmiş ve doğrusu olay;
Türk , İslam ve dünya tarihi bakımından önemli sayılacak sonuçları beraberinde getirmiştir.
Her şeyden önce, Türkler için İslam dinini kabul, çoğunluğu göçebe olan Türklerin yerleşik
hayata geçişi sürecini hızlandırmış, buna Türk topluluklarının hayatı, tarihi, kültürü,
medeniyeti, örf ve âdetleri, efsaneleri, norm ve değerleri, dünya görüşü üzerinde meydana
gelen köklü değişiklikler eklenmiş ve hattâ özellikle Osmanlı döneminde âdetâ Türklük
İslâmlıkla eşdeğer bir hale gelmiş; bu çerçevede eski kültürden bir çok unsurlar silinip
atılmışsa da, yine de onlardan önemli bir bölüm özellikle halk kültürü düzeyinde
hayatiyetini sürdürmeyi başarmıştır (Günay, a.g.e.:27).
İslam dini, toplumların İslam dininin temel kurallarına uymayan yönlerini kaldırmış; ters
gelmeyen yönlerini ise muhafaza etmiştir. Sosyal düzeni, belli kurallar üzerinde
sürdürmüştür.
Türklük ve İslam o derece birbiriyle kaynaşmış ve aynılaşmıştır ki, bir dönem Avrupa’da bir
kişi Müslüman olduğunda “Türk oldu” denecek kadar, Türklüğün İslam dinine sahiplenmesi
ve onu hayatının her alanında sürdürmeye çalışması, en belirgin bir faktör haline gelmiştir.

Karahanlılar döneminde İslam dinine giren Türkler, bu dönemde yeni dinin kurallarına
uyabilmek için şuurlu olarak ve istekle bir sosyal değişim ihtiyacı içine girdiler. Çünkü
İslam, kendi kuralları ile ilgili düzenli bir hayat tarzı öngörüyordu. Bu dönemde, meşhur
bilge insan Yusuf Has Hacip, Kutadgobilik isimli eseri yazarak, bu İslamlaşma hareketine
güçlü ilmi ve sosyal temel hazırlamıştır. Bu eser ile, Türkler İslam dinine uygun bir
toplumsal ve siyasi yapıya hazır hale geldiler. Eser, özellikle yöneticilerin topluma karşı
adalet, iyilik ve sosyal sorumluluk gibi görevlerini çok açık ve anlaşılır şekilde sunan
sosyolojik bir çalışmaydı.
1071'deki Malazgirt zaferi Anadolu'nun kapısını açtığından, oraya gerçekleşen Türk göçü
çok süratli olmuş; anlaşılan Büyük Selçuklu sultanları izledikleri politikalar ile bunu
önceden hazırlamış ve böylece Anadolu’da kendileri için yeni bir vatan bulan Türkler,
orasını zamanla Türkleştirmiş ve Müslümanlaştırmıştır.

Şehir ve köylerde yüzyıllar boyu bir arada yaşama, devletin özendirme faaliyetleri (suç affı,
köle azatlılığı vs.), hukuki yapıdan kaynaklanan Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki
farklar, evlilikler, tarikatların etkisi, Osmanlı kültürünün gündelik yaşamın çeşitli yönlerine
kendisini aksettirmesi ve nihayet vicdanen insanın istediği dine inanma özgürlüğü,
Balkanlarda İslamlaşma konusunu ele alırken gözden uzak tutulmaması gereken hususlardır.
(Koyuncu’dan Jelyazkova,1995:8-10)

B. Osmanlı’da eğitim ve İlmi gelişmeler:

Osmanlılar, daha Orhan Gazi zamanında İznik'te medrese açmış ve başına Sadreddin
Konevî’nin öğrencisi Davud-ı Kayserî'yi getirmiş; bunu, Bursa ve Edirne’dekiler izlemiş;
orada kelâm, tasavvuf ve fıkıh alanlarında üstadlar yetişmiş; II. Murad zamanındaki sayısal
artış belli bir teşkilatlanmayı, derece ve sınıflarına göre tertibi beraberinde getirmiş;
hoşgörülü ve kültürlü bir padişah olan Fatih döneminde İstanbul’da kurulan Sahn-ı seman
medreseleriyle birlikte Osmanlılar İslâm dünyasının en yüksek seviyede eğitim veren
kurumlarına sahip olmuş; öte yandan, Osmanlı vezirleri ve paşaları da İstanbul’da cami ve
medrese yaptırmış, sonra diğer vilayetlere de medreseler yaptırılmış ve onlar giderek daha
ayrıntılı bir tertip ve tasnife tabi tutulmuş; ayrıca vakıflarla desteklenmiştir.
(Uzunçarşılı,1984:1-10)

Osmanlı’nın Bursa, Edirne ve nihayet İstanbul’un Payitaht merkezi/Başkent olmasından


sonra, Saray, İlmi hareketler ve kurumsal yapıların en güçlü ve gelişmiş haliyle İstanbul’da
toplanması, bir yerde kültürün de İstanbul kaynaklı olarak devletin diğer bölgelerinde bir
model haline gelmesine sebep olmuştu:

Fetihten sonra, İstanbul’da ilim ve ticaret hayatında bütün bir gelenek ve terbiye/yaşama
kültürü kurulmuştu. Payitahta taşradan gelenler, şehrin kültür potasında eriyor ve
değişiyorlardı. İstanbul’da Saray ve medresede yetiştikleri ve alıştıkları hayat tarzı,
taşradakiler için bir örnek teşkil ediyor ve idareciler gittikleri yerlerde bu hayat geleneğini
sürdürüyorlardı. (Turan, a.g.e,1999)

Medeniyetimizin temel unsurlarını teşkil eden ilim ve yardım müesseselerinin kuruluşu,


temel düşünce sisteminde herhangi bir çalışmanın sadece düşünce planında kalmayıp,
müessesesini de kurarak, neticelerini zamanın da ötesinde verebilme durumuna gelmiş
olmasıdır.

Medresede tahsil gören talebelerin teker teker sicilleri tutular, başarı dereceleri kaydedilirdi.
Bizzat Fatih, Üniversitedeki her talebe ile şahsen ayrı ayrı alakadar olurdu. Medreselerde
talebelere yatacak yer, yemek ve aylık verilirdi. Küçük odalarında dolap ve şömine vardı.
Bunlardan başka sınıflar, hocaların oturma odası, kütüphane ve lüzumlu sağlık tesisler
avlunun çevresindeki iki katlı binanın içine sığardı. Yemekler, caminin bir başka ilavesi olan
imarette yenir, buradan civardaki fakir halk da istifade ederdi. Tıp Fakültesi olan
medreselerin yanında, hastane veya akıl hastanesi bulunurdu.
Memleket için lüzumlu olan eğitim kollarına sahip Enderun, medrese programı dışında ve
değişik bir program yürütürdü. Enderun’a alınan devşirme; dinin, eğitim ve terbiyenin
tesiriyle cemiyet için faydalı bir kişi haline gelirdi.
İlim hayatında en büyük ehemmiyeti taşıyan kütüphanelere son derece dikkat ve ihtimam
gösterilirdi. Yangından korkulduğu için mum veya kandil yakılmaz, sigara da içilmezdi.
Onun için ilim adamları, yalnız günün aydınlık saatinde çalışırlardı (Şener-
Tekelioğlu,1974:96-104 ).
XIV. yüzyılda ilim ve kültür alanlarında kendini gösteren gelişmeci hamle, XV. yüzyılda da
devam etmiş; Fatih, Uluğ Bey'in öğrencisi Ali Kuşçu'yu İstanbul'a getirterek matematik ve
astronomiye dair eserler yazması ve öğrenci yetiştirmesini sağlamış; Bayramîye tarikatından
Yazıcızâde kardeşlerin 1449 tarihinde kaleme aldıkları Muhammediye ve Envar’ül Aşıkin
günümüze kadar uzanan bir şöhrete erişmiş; Kastamonu’da çok sade bir Türkçe ile Cevhar
el Esdaf adlı Kur’an tercümesi yapılmış; bu arada cami, medrese, imaret, zaviye gibi imar
faaliyetleri artmış; bu dönemde Anadolu şehirleri de artık bir Türk ve İslâm karakterine tam
anlamıyla bürünmüş ve Hıristiyanlar şehirlerde ayrı mahallelerde oturarak azınlık durumuna
düşmüşlerdir (Günaydın,1971:86-90).
Hristiyanların azınlık durumunda olmaları, onların kendi inanç, dil ve geleneklerini terk
etme durumunda kalmalarına yol açmadı. Batılı ülkelerinde sömürgelerinde yaşanan baskıcı,
aşağılayıcı dil ve inançtan uzaklaştırıcı politikalar, Osmanlı’nın yönettiği bölgelerde
görülmedi.

You might also like