Professional Documents
Culture Documents
Islâm Sanatlari Tarihi
Islâm Sanatlari Tarihi
Anadolu Üniversitesi
İlâhiyat Önlisans Programı
Editör
Prof.Dr. Muhittin SERİN
Yazarlar
Prof.Dr. Muhittin SERİN (Ünite 1, 4)
Prof.Dr. Ara ALTUN (Ünite 2)
Prof.Dr. Fatma Çiçek DERMAN (Ünite 5)
Prof.Dr. Mehmet Hüsrev SUBAŞI (Ünite 9)
Prof.Dr. Fatma Banu MAHİR (Ünite 6)
Prof. Uğur DERMAN (Ünite 7)
Prof.Dr. Aziz DOĞANAY (Ünite 8)
Dr.Öğr. Üyesi Nuri ÖZCAN (Ünite 10)
Dr. İbrahim Aydın YÜKSEL (Ünite 3)
ANADOLU ÜNİVERSİTESİ
Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir.
“Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.
İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt
veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.
Program Koordinatörü
Prof.Dr. Cemil Ulukan
Öğretim Tasarımcıları
Doç.Dr. Mehmet Fırat
Dr.Öğr.Üyesi Nur Özer Canarslan
Kapak Düzeni
Doç.Dr. Halit Turgay Ünalan
Dizgi
Kitap Hazırlama Grubu
E-ISBN
978-975-06-2395-0
iii
iv
ÖNSÖZ
İslâm dünyası daha ilk asırdan başlayarak felsefe, ilim ve sanatın her
kolunda dinî gayretle yüksek değerde eserler ve ünlü şahsiyetler
yetiştirerek İslâm sanatını zenginleştirmişlerdir. Müslümanlar, Orta
Asya’dan Atlas Okyanusu’na kadar farklı dine bağlı milletlerin kültür ve
sanat mirasını, İslâm’ın inanç ve dünya görüşüyle birleştirerek İslâm
kültürünü en üst seviyeye ulaştırmışlardır.
v
KISALTMALAR
vi
1
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
Anahtar Kavramlar
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
ık sı
Sanat
TANIMI
ş ışkanlığı ile
yapılan iş, ustalı ı yanında
ş
zevk ve hayranlık uyandıracak biçimde ortaya konma konusundaki hayal
ıcılığının ifadesi olarak açıklanmıştır. Günümüzde
İ şılığında kullanılan sanat
kelimesi, önceleri sadece mimarlı
sanatlar için kullanılmış; yeni tanımlamalarla ş
süsleme ve sahne sanatları da sanat kapsamı içine alınarak sınıflandırılmıştır.
Bir sanatı
ına hat sanatı, resim sanatı, Türk
sanatı, halk sanatı ı ı
sınırlandırılmış, belirlenmiş ı
bozulmuş; insanları ını karşılamak için el emeği ve becerisi ile
yapılan ve sanat özelliği olmayan iş anlamında kullanılmıştır.
Sanatın Doğuşu ve Gelişmesi
Sanatın nasıl doğduğu, insanlık tarihi kadar aydınlatılması güç bir iştir.
Filozofları ve arkeologları bir hayli uğraştırmış estetik ilminin konuları
arasındadır. İnsan, güzellikleri duyabilen bir varlık olarak yaratılmıştır. İlk
insanın maddeye hükmetmeye başladığı andan itibaren, ruhunda tohum
halinde bulunan güzellik duygusu da uyanmıştır. Hayatını devam ettirmek,
bazı temel ihtiyaçlarını gidermek için tabiatı düzelten, değiştiren; toprağı,
taşı, ağacı işleyen insan, biçimlendirdiği eşyadan zevk almış, bu estetik
zevkini tekrarlayarak geliştirmiştir.
Sanatın doğuşunda ve tarih boyunca serpilip gelişmesinde insanın
yaratılışında var olan bu estetik zevkle beraber inançların da önemli rol
oynadığı kabul edilmiştir. Din, sanatın üstünde onu besleyen bir kaynak
olarak daima milletlerin tarihine, yaşayış tarzına, maddî mânevî kültür
faaliyetlerine hükmetmiş, şekil ve yön vermiştir. Yeryüzünde tarihten
günümüze ulaşmış göz kamaştırıcı âbideler, müze ve kütüphanelerde korunan
sanat eserleri, eşyalar, din ile sanat arasındaki ilişkiyi, aynı zamanda yüksek
dinî heyecan, inanç ve düşüncelerin maddî şekiller alabildiğini gösteren
örneklerdir. Büyük bir titizlikle korunan, ilgi duyulan camiler, mescidler
hıristiyan katedralleri hep inanmış insanların yaptığı dünya sanatının
zenginlikleri arasında yer alır.
Sanat, ruh güzelliğinin madde planında parlaması olduğuna göre, insanın
sanat eserine hayranlığı şekle sokulan ruha ve fikredir. Şekil, renk, ses ve
çizgiyle anlatılmak istenen ruhun ıstırapları, mutluluk ve güzellikleridir.
Sanat kökleri mâzide olan gelenek, inanç, ortak duygu ve düşüncelerin
dilidir. Bu dil evrenseldir. Değişik şekillerde her kültür çevresinde görülür.
Fakat sanat eserinden aynı kültür ve medeniyet değerleri içinde doğmuş,
yetişmiş insanlar daha çok zevk alırlar.
Sanatın doğuşunda din kadar milletlerin sanat, zevk ve hayat anlayışları
da sanat eserlerinin üslûp kazanmasında belirleyici bir etken olmuştur. Aynı
medeniyet çerçevesinde yer alan milletlerin müşterek dinî ve sosyal
ihtiyaçlarına bağlı olarak biçimlendirdikleri, sanat eserlerinde üslûp ve teknik
farklılıklar göze çarpar. Toprağa atılan tohum, şartlara ve iklime göre nasıl
özündeki gizli şekli gerçekleştirirse milletler de ruhlarındaki özü sanat
yoluyla ifadelendirir, kendi renklerini sanata yansıtırlar. Bu nedenle
medeniyetlerde zaman ve mekâna göre çeşitli usul ve malzemelerle
şekillenen pek çok dinî ve millî sanat dalı vardır. İnsanlığın tarih boyunca
çeşitli iklim ve coğrafyada kazandığı ve nesilden nesile aktardığı bilim ve
sanat alanındaki bu birikimleri, deneyimleri yeni oluşan medeniyet ve
kültürler içinde farklı kompozisyon ve farklı anlayışla devam ederek sanat
eserlerinin biçim ve estetik yapılarını tabii olarak etkilemiştir.
Efendi, Şeyh Galib, Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisârî ve Mustafa Râkım
gibi dâhi sanatkârlar en yüksek gönül titreşiminde ortaya koydukları
eserleriyle asırlardır gönülleri titrettikleri ve yücelttikleri bir gerçektir. Bugün
bestelenmiş gibi hâlâ coşkuyla söylenen bayram tekbiri, salât-ı ümmiyye
ruhun ilâhî güzellik karşısında duyduğu hayranlığın ifadesidir. Âşık Yûnus
hâlâ aramızdadır. Her dost meclisinde onun şifalı ellerini bazan mûsiki, bazan
şiir kalıpları içinde üstümüzde hissederiz.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi gönül erleri ilâhî bir kaynaktan aldıkları
hikmetli sözleri, şiir ve söz kalıplarına dökerek kitleleri arkalarından
sürüklemişler, dirliği ve düzeni bozulmuş toplumlarda sanatlarıyla güçlü bir
duygu, düşünce ve iman birliği sağlamış, nesilleri birbirine bağlamışlardır.
Eski zamanın büyükleri insanlığın yüzünü güzele ve doğruya çevirmek,
özellikle din eğitiminde mâneviyatı yükseltmek ve insanları Allah’a
yönlendirmek amacıyla sanatın büyüleyici etkisinden yararlanmışlardır.
Dâvûd peygamberin Allah vergisi güzel ve gür sesiyle Zebûr’dan okuduğu
sûreleri dinleyen bütün mahlûkların onunla beraber Allah’ı tesbih ettikleri,
böylece Hz. Dâvûd’un ilâhî sözleri sanat yoluyla daha etkileyici bir biçimde
insanlara bildirdiği ve gönülleri uyardığı bilinir (Sâd 38/18, 19, 20). Bütün
dinlerin ibadet ve âyinlerinde, askerî ve millî duyguların güçlendirilmesinde,
doğumdan ölüme kadar hayatın bütün safhalarında şiir, mûsiki ve diğer güzel
sanatlar etkili bir şekilde yerini almış, bu alanda eserleriyle bütün dünya
insanlarını etkileyen büyük sanatkârlar yetişmiştir.
Sanat eğitimi aynı zamanda ahlâk eğitimidir. Sanat eğitimi alan bir kimse
bir taraftan kendi sanat ve anlama yeteneğini geliştirirken, bir taraftan da ruhî
incelikler kazanarak güzelliğin özlemini çeker, kemale doğru yol alır. Tarihte
bütün uygar toplumlar sanatın bu eğitici ve terbiye edici rolünden
yararlanmışlardır.
Osmanlı toplumunda eğitim ve öğretim çağına gelmiş olan gençleri kötü
alışkanlıklardan uzaklaştırmak için genelde temel eğitimin yanında şiir zevk
ve bilgisi, mûsiki ve hüsn-i hat gibi sanatların eğitimi de verilirdi. Daha
küçük yaşta güzel yazı öğrenmeye başlayan çocuklar, hocalarının dizi
dibinde hem güzel yazının kurallarını öğrenmiş, kabiliyetlerini geliştirmiş
hem de ahlâk terbiyesi görmüş olurlardı. Gençler sanat eğitimi sırasında,
kendi kabiliyetleri ölçüsünde sabırlı ve çalışkan, düzenli ve temiz olma gibi
güzel huylar da kazanırlardı. Toplumda örnek insan olarak saygı gören hattat,
talebelerinin bütün zaaflarını yakînen takip eder, ders sırasında meşkinin
altına çıkartmaları yaptıktan sonra, gerekli gördüğünde, sözlü uyarılarının
yanında arada bir talebeye başarıları ile gurura kapılmamasını, kin, haset ve
kıskançlık gibi bütün ruhî güzellikleri silip yok eden kötü huylardan
temizlenmesi gerektiğini de yazardı. Böylece hat sanatını öğreten hoca,
topluma örnek insan olarak hazırlandığı talebesine huzurlu bir hayatın da
yolunu göstermiş olurdu.
Osmanlı kültüründe Enderun Mektebi, resmî mektepler ve üstatların
evleri, özellikle daha geniş alanda güzel sanatlar akademisi konumunda olan
tekkeler sanat eğitimi yapılan, tarihte büyük sanatkârlar yetiştirmiş
kurumlardır. Tekkelerde tasavvuf ahlâkı safiyeti içinde gençler sanat eğitimi
yanında, kendilerine ve topluma zararlı duygu ve düşüncelerden
arındırılırlardı.
Günümüzde etki alanını daha da genişleten sanat, eğitim, moral, reklam
ve politik propaganda aracı olarak ve ticarî amaçlarla ve daha pek çok alanda
hızlı, ileri teknik iletişim vasıtaları ile kısa sürede bütün dünya insanlarını
5
etkileyecek bir güce ulaşmıştır. Özellikle gelişmiş ülkelerin, sanatın bu
gücünden yararlanarak dünya milletleri üzerinde kendi kültür ve sanatlarını
üstün kılma çabası ve yarışı içinde oldukları görülür.
Bu nedenle çağımızda güzel sanatlar eğitim ve öğretimi devlet eliyle
programlanarak kurumsallaştırılmıştır. Bilgi, emek ve büyük servetler
harcanarak müze ve kütüphaneler kurulmuş, şehirlerin tarihî dokuları büyük
bir duyarlılıkla korunmuş, sanatla beraber yaşayan insanların sanat bilgisi,
zevk ve anlayışları geliştirilmiş, böylece sanat ve sanatkâr toplumun sevgi ve
ilgi odağı haline gelmiştir.
Topkapı Sarayı Müzesi, British, Louvre, Metropolitan, Pergamon gibi
müze ve kütüphaneler sahip oldukları çok zengin koleksiyonlarla dünya
tarihine, ulusların kültür ve sanatlarına açılan, bilime ışık tutan ve bilimi
yönlendiren muhteşem kuruluşlardır. Devletler sahip oldukları bu kültür ve
sanat çeşitliliği ve zenginliği ile güç kazanmakta, uluslararası kültür ve sanat
yarışında öne geçmektedirler.
Ayrıca müze, kütüphane ve tarihî çevreleriyle ilgi çeken şehirler de artan
turizm gelirleriyle ülke ekonomisine büyük katkı sağlamaktadır. Gelişmiş
ülkelerin uzun zamandan beri eski uygarlıkların kültür ve sanatlarına karşı
gösterdikleri aşırı ilgi ve sevgisi, dünya kültür ve sanatlarını koruma, tanıtma
ve gelecek kuşaklara aktarma gibi hedeflerinin yanında, sanat eserleri
aracılığı ile milletlerin ruh inceliklerini, duygu ve düşüncelerini öğrenmek ve
bu uluslar üzerindeki politikalarını bu alanda yapılan bilimsel araştırmalara
göre belirlemek ve böylece hâkimiyetlerini güçlendirmek amacına da
yöneliktir.
Milletlerin medenî seviyeleri ve üstünlükleri ortaya koydukları ve sahip
oldukları sanat eserleriyle ölçülür. Çünkü bir dönemin maddî ve mânevî
kültür değerleri en saf bir şekilde sanat eserlerine siner. Ancak millî özelliği
olan sanat eserlerinin tesiri bütün dünyayı sarar ve o zaman sanat evrensel bir
değer ve güç kazanır. Milletlerin hayatı, kökleri mâzide olan güzel
sanatlarının canlı tutulmasına, öğretilmesine, sevilmesine ve korunmasına
bağlıdır. Böylece uluslar ya varlıklarını devam ettirirler veya hâkim kültür
içinde erir, tarih sahnesinden silinirler.
Sanatı tanımlayınız ve sınıflandırınız.
Özet
Günümüzde İngilizce “art”, Almanca “kunst”, Arapça “fen” karşılığında
kullanılan sanat kelimesi, önceleri sadece mimarlık, heykel ve resim gibi
görsel (plastik) sanatlar için kullanılmış; yeni tanımlamalarla şiir, edebiyat,
müzik (fonetik), süsleme ve sahne sanatları da sanat kapsamı içine alınarak
sınıflandırılmıştır.
Sanatın doğuşunda ve tarih boyunca serpilip gelişmesinde insanın
yaratılışında var olan bu estetik zevkle beraber inançların da önemli rol
oynadığı kabul edilmiştir. Din, sanatın üstünde onu besleyen bir kaynak
olarak daima milletlerin tarihine, yaşayış tarzına, maddî mânevî kültür
faaliyetlerine hükmetmiş, şekil ve yön vermiştir.
Dinî ve millî hislerle, büyük bir hayranlıkla seyrine doymadığımız,
İstanbul Süleymaniye, Edirne Selimiye, Sultan Ahmed gibi toprağı vatan
yapan mâbedler toplumun süreklilik şuurunu ayakta tutan, dinî hayatı daha
6
içten ve daha feyizli yaşamamıza sebep olan birer sanat şaheserleridir. Sanatı
toplumun medenî yükselişi için yapan Mimar Sinan, Mustafa Itrî, Dede
Efendi, Şeyh Galib, Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisârî ve Mustafa Râkım
gibi dâhi sanatkârlar en yüksek gönül titreşiminde ortaya koydukları
eserleriyle asırlardır gönülleri titrettikleri ve yücelttikleri bir gerçektir. Bugün
bestelenmiş gibi hâlâ coşkuyla söylenen bayram tekbiri, salât-ı ümmiyye
ruhun ilâhî güzellik karşısında duyduğu hayranlığın ifadesidir. Âşık Yûnus
hâlâ aramızdadır. Her dost meclisinde onun şifalı ellerini bazan mûsiki, bazan
şiir kalıpları içinde üstümüzde hissederiz.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi plastik sanatlardan biridir?
a. Resim
b. Şiir
c. Edebiyat
d. Müzik
e. Dînî mûsikî
2. Bir sanatı yapmak için gerekli bilgi ve hünere sahip kişiye verilen ad
aşağıdakilerden hangisidir?
a. Sanatkâr
b. Zanaatkâr
c. Bilge
d. Âlim
e. Meleke
7
5. I. El alışkanlığı ile yapılan iş
II. Ustalık
III. Hünerle yapmak
IV. Eser yaratmak
Yukarıdakilerden hangileri Arapça “sana’a” fiilinden türemiş sanat isminin
anlamlarındandır?
a. Yalnız I
b. I ve II
c. II ve III
d. I, II, III
e. I, II, III, IV
Yararlanılan Kaynaklar
Yetkin, Suut Kemal (1938), Estetik, İstanbul.
Charles, Lalo (1948), Estetik (trc. Burhan Toprak), İstanbul.
Ziyaeddin Fahri (1927), Bedîiyât, İstanbul.
8
9
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
İ ılma alanlarını
açıklayabilecek,
İ ıyabilecek
ı İ ği mezar anıtları,
şmesini açı
layabilecek,
ı ş İ
mimarisini tanıyabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
ğ ısı İ
ılar ve Gazneliler döneminde mimari
ısı
ı ı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
İ ın baş ıç ve yayı ğ
kaynağa ulaşınız.
İ ılar, Gazneliler,
İmparatorluğ ıldığı coğ
ımı
ınlara ulaşın.
İ ş ıcı sayı ıllarla
ş
malzeme içeren yayınlara ulaşın.
GİRİ
ılında vefatından sonraki ilk yüzyıl içinde İ
sanatı ilk eserlerini vermeye başlamıştı ılında halifeliğ
Ş şınmış, merkezin Ş
taşınmasıyla da bu çevrede yaş ı ile bağdaşabilecek
yapı faaliyeti başlamıştır. Burada doğan ve yerleş
İ ı etkilemiş ştiğ
yıl içinde bile İ ğ şı bilinçli bir ş ıştır.
İ ştirilmesine büyük önem
verildiğ İlk camiler, basit çevre duvarlarına sahip, çoğunlukla
üzerleri açı
ş ı
etrafında sütunlar ve düz çatı
camilere de örnek olmuştur.
şme tablosunun dışı
İ ının kalbi ve bütün camilerin mihrap yönü
olmasıyla apayrı bir önem taşımaktadır.
Metinde adı geçen yapılarla ilgili görselleri araştırınız.
Çoğu Emevîler tarafından yaptırılmış olan ilk camiler ordugâh
camileridir. Geniş alanları kaplayan bu camilerin erken tarihlileri arasında,
Basra ve Kûfe camileri ile eski Kahire’de (Fustat) Amr Camii ve
Kayrevan’da (Kuzey Afrika) Sîdî Ukbe Camii’nin ilk şekli hakkında bilgiler
bugüne ulaşmıştır. Amr Camii 642’de yapılıp 673’te genişletilmiş,
başlangıçta avlu ve mihrap yokken sonradan açık bir avlu ve sütunlara dayalı
bir ana mekân meydana getirilmiştir.
Emevî devri, camiler ve anıt yapıları dışında sivil mimariyi temsil eden
yapılar büyük iskân bölgelerinin dışında müstahkem saray veya kasır olarak
hizmet vermiş binalardır. Ürdün’de Kusayru Amre, kesme taş mimarisiyle ve
üç bölümlü tonozlu esas mekânıyla diğer Emevî kasırlarından farklıdır. II.
Velîd’in hilâfetinden önceki bir dönemde yapıldığı tahmin edilmektedir. Bu
kasrın duvar resimleri İslâm sanatı tarihi bakımından önem taşımaktadır.
Pergamon Müzesi’nde sergilenmektedir. Bu kasırlar plan bakımından
genelde ana avlu etrafında gelişmiş mimari bölümlerden ve bu iç mekânı
içine alan tahkimatlı duvarlardan oluşmaktadır.
stukoları, harem duvarlarında figürlü freskleri dikkat çekmektedir. Bu
freskler Abbâsî devri resim sanatı için çok zengin bir kaynak
oluşturmaktadır. Bu figürlerde Orta Asya resim geleneğini hatırlatan ve
Türkler tarafından geliştirildiği anlaşılan tipler görülür. 854-859’da
Mütevekkil’in kendi merkezi için yaptırdığı Belkuvârâ Sarayı üç avlu ile
ulaşılan dört kollu taht salonuna sahiptir. İkinci avluda, dikdörtgen planlı ve
sütunlu ayrı bir camisi vardır. Sâmerrâ’daki alçı süsleme üslûpları mermer
tozu ile alçının karışmasından meydana gelen bir çeşit kaplama esasına
dayanır. Kalıpla veya çizilerek yaşken süslemeler yapılır. Derin kesim veya
mâil kesim konturlarda derin gölgeler veya hafif kabartılar oluşturur.
Damgan’da Tarı Hane Cami ile İsfahan’ın doğusundaki Nâyin Camii İran
sahasında Abbâsî sanatını temsil eden iki önemli eserdir.
Emevî devri sanatı Geç Antik devrin mirası üzerinde bir sentez
yaratmıştır. Abbâsî devri sanatı ise Türkler’in büyük etkisiyle doğuya dönük
bir üslûbun uygulayıcı ve geliştiricisi olmuştur. Abbâsîler’den sonra İslâm
sanatı genelde Türk sanatıyla temsil edilmiş ve örneklendirilmiştir. İran’da
Büyük Selçuklular’la başlayan yenilikler ve yerleşen üslûplar daha sonraki
devreleri etkilemiştir. Mısır’da da Tolunoğulları’ndan sonra Türk
Memlüklerin bu gelişmenin sürdürülmesinde hâkim bir rol oynadıkları
görülür. Kuzey Afrika, geleneklerini koruyarak uzun yıllar aynı şemaları
tekrar etmiştir. İspanya’da ise Emevî sanatının devamı olan bir üslûp
Akdeniz çevresindeki diğer sanatları da etkileyerek kuvvetli bir gelenek
kurmuştur.
İspanya’da Benî Ahmer Devleti’nin merkezi Gırnata (Granada) İslâm
sanatının son önemli ürünlerini verecektir. Nasrîler olarak da tanınan Gırnata
emîrlerinden kalan en önemli yapı XIV. yüzyıldan kalma Elhamra Sarayı’dır.
Üç kısımdan meydana gelir: Meşver denilen kısım sultanın davalara baktığı
ve tebaasını kabul ettiği yerdir. Bunun dışında taht salonu vardır. Harem
kısmının merkezinde aslan heykelleriyle fıskıyeli havuzu bulunan avlu yer
alır. Divan kısmı da havuzlu avlu esasına dayanır. Bütün saray, çeşitli
köşklerden meydana gelmiştir. Plan, ihtiyaca göre meydana gelmiş,
sağlamlıktan çok rahat ve gösterişli süslemeler tercih edilmiştir.
taşımıştır. Tolunoğlu Ahmed 868’de Mısır’a egemen olduktan sonra 870’te
el-Katayi şehrini kurmuş, 873’te su kemeri ve hastahane yaptırmıştır. Kısa
süren parlak bir devrin temsilcisi olan camisi ise Mısır’ın İslâm devri anıtları
içinde çok önemli bir yere sahiptir. Tolunoğlu Camii, 876-879 yılları arasında
yapılmış tuğla bir yapıdır. Tuğla geleneği Sâmerrâ yolu ile ve Türkler’le Orta
Asya’dan Mısır’a gelmiştir. Sivri kemerlerin kullanıldığı bu yapıda, köşeleri
yuvarlatılmış pâyelerle avlunun kıble yönünde beş paralel nef meydana
getirilmiş, diğer yanlar iki nefle teşkilâtlandırılmıştır. Sâmerrâ Mütevekkiliye
Camii’nin yarı büyüklüğündeki yapının minaresi duvarların dışında,
rampalarla çıkılan spiral bir kule şeklindedir. XIII. yüzyılda Memlük Sultanı
Lâçin tarafından yaptırılan ekler ve onarımlar sırasında dıştan merdivenli
kare bir kaide örülmüştür.
XI ve XII. yüzyıllara ait olan Fâtımî türbelerinde kare plan tromplu kubbe
ve mukarnas dolgular kullanılmıştır. Seb Abenat (yedi kızlar) adı ile tanınan
türbeler açık türbe geleneğini devam ettirirler ve Mısır’daki ilk türbeler
olarak görülürler. 1132 tarihli Seyyide Rukıyye Türbesi de aynı mimari
unsurların kullanıldığı bir yapıdır. Şiî olan Fâtımîler’in İran’la kuvvetli
bağları vardı. Bu mimari unsurlar da İran’da bu sırada Büyük Selçuklu
mimarisinin olgunlaştırdığı geleneksel unsurlardır. Bedr el-Cemâlî tarafından
XI. yüzyılda yaptırılan Kahire’nin ünlü sur kapılarının kardeş olan mimarları
Urfalı idiler.
16
1171’de Fâtımî Devleti’ne son veren Selâhaddin-i Eyyûbî, güneye doğru
ülkesini genişletti. Eyyûbîler kısa süren egemenlik devrelerinde (1171-1250)
sanat alanında da Selçuklular’ın ve Zengîler’in olgunlaştırdığı üslûbu
yaydılar. Eyyûbî devri anıtlarından çok azı günümüze ulaşmıştır. Mısır’da
bazı türbeler dışında, onların getirdiği ilk medreselerden de bir şey
kalmamıştır. Suriye’de medreseler Selçuklu ve Zengî geleneğine bağlıdır.
Camilerde revaklı avlu, dilimli kubbeler ve stuko süsleme hâkimdir.
Mısır’da erken İslâm döneminde genel yapı tiplerinden ayrılan ve değişik bir
örtü sistemi taşıyan yapı hangisidir?
17
TÜRK - İSLÂM MİMARİSİ
Son zamanlardaki araştırma ve yayınlarla Türk mimarisinin Anadolu’daki
gelişmesinin kökenlerinin İran’dan Doğu Türkistan’a kadar olan bölgede,
Türkler’in meydana getirdiği ve geliştirdiği mimarinin esaslarıyla sıkı sıkıya
bağlı olduğu artık iyice kabul edilmiştir. Anadolu Türk mimarisinin
gelişmesini iyice kavrayabilmek için erken devir Türk mimarisinin Asya’daki
gelişmesini göz önünde bulundurmak gerekir.
18
İlk Karahanlı eserleri kerpiç yapılardır. Sonraları ise tuğla mimarisinin en
güzel örneklerini ortaya koymuşlardır. İlk kerpiç yapılarından Eski Dehistan
Mezarlığı’nda Şir-Kebir adındaki büyük kubbeli yapı ştuk (alçı)
kaplamalarıyla ve sağlamlığıyla dikkati çeker. Karahanlı camilerinden iki
önemli örnek ise Anadolu Türk mimarisinde en olgun şekline kavuşacak olan
“enine gelişmiş, mihrap önünde kubbeli cami” planıyla merkezi planlı cami
formunun ilk örnekleri olarak ele alınabilecek plan olgunluğu gösteriyor.
Kerpiç ve tuğlanın birlikte kullanıldığı Buhara yakınındaki Hazar Camii kare
planlı bir yapıdır. Ortada tuğladan pâyelerin taşıdığı dört tuğla kemer,
merkezî kubbeyi taşımaktadır. Köşelerde de birer kubbe yer alır. Aradaki
boşluklar ise tonozlarla örtülmüştür. Bu ilgi çekici XI. yüzyıl yapısının yanı
sıra, eski Merv yakınında XI. yüzyıl sonu ile XII. yüzyıl başlarından Talhatan
Baba Camii tamamen tuğladan yapılmıştır. Enine dikdörtgen planın
ortasında, mihrap önünde yapının bütün genişliğiyle bir kubbe yer
almaktadır. Yanlara doğru ortada birer geniş pâyeye oturtulmuş olan bu
kubbe tromplu bir kubbedir. Yan taraflarda ise tonozlar kullanılmıştır. İleriki
gelişmelere esas olan bu iki plan tipinin bu olgunlukta karşımıza çıkması
oldukça dikkat çekicidir. Diğer Karahanlı camilerinden ilk haliyle günümüze
ulaşan eser yoktur. Buhara’da Mugak Attari Camii’nin portal cephesi pişmiş
toprak zengin süslemeler arasında çini süslemenin de kullanıldığı erken bir
örnektir. Buhara’daki yapıların çoğu Arslan Han tarafından (1087-1130)
yaptırılmıştır. Bunlardan 1119 tarihli Namazgâh Camii’nin mihrap
duvarındaki sarı kırmızımtırak küçük parlak tuğlalardan geometrik kûfî
kitâbeler ilgi çeker. XII. yüzyıl başlarında yapılan Mescid-i Cuma ise orijinal
şekliyle zamanımıza gelememiştir. Ancak Buhara şehrinin sembolü haline
gelen ve Kalan Minaresi adı verilen minaresi, Arslan Han’ın adı ve 1127
tarihini veren kitâbesiyle Karahanlı tuğla işçiliğinin en olgun bir örneğidir.
Kuşaklar halinde değişik geometrik süslemelerle kaplanmış olan minarenin
bir yakın benzerine de Özkent’te rastlanmaktadır. Buhara’daki minareye
öncü olduğu kabul edilen bu minarenin bağlı olduğu cami de yıkılmıştır.
Tirmiz yakınında Çar Kurgan’da 1108-1109 tarihli diğer bir Karahanlı
minaresinde Serahslı bir ustanın adını görüyoruz: Ali b. Muhammed. On altı
yivli bir gövde halinde yükselen bu minare de Karahanlı minarelerinin başka
tipte bir uygulamasıdır. Her iki tip minare de Türkistan’da silindirik, ince,
uzun ilk minare örnekleridir. Karahanlı mimarisinin geliştirdiği çok önemli
bir yapı tipi de türbelerdir. Erken tarihli İslâm türbelerinden ilki Sâmerrâ’da
Kubbetü’s-Suleybiye ve Buhara’da Sâmânoğulları türbesidir. Karahanlı
türbeleri ise cephe mimarisine özel bir önem veren, tuğla süslemelerin hâkim
olduğu zengin bir mezar anıtı mimarisinin erken örnekleridir. Özbekistan’da
978 tarihli Arap Ata Türbesi, en eski Karahanlı eseridir. Kare planlı ve tek
kubbeli yapı, kubbeye geçişte kullanılan üç dilimli, yonca biçimli
tromplarıyla ileriki gelişmeler için önemli bir adım teşkil eder. Ayşe Bibi ve
Balaci Hatun türbeleri Karahanlı tuğla mimarisinin diğer iki önemli eseridir.
Ayşe Bibi Türbesi, Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kızı Ayşe Bibi için
yaptırılmıştır. Cephesinin iki yanında yer alan minare biçimindeki ortası
daralan kuleleri ve cephenin bütünü, altmış dört değişik süsleme ile işlenmiş
sırlı tuğla ile kaplanmıştır.
Karahanlılar şaşılacak olgunlukta ve büyük ölçüde bir kervansaray
mimarisinin de geliştiricileridir. Şemsü’l-Mülûk Nâsır b. İbrâhim’in
yaptırdığı iki kervansaraydan 1078-1079 tarihli Ribât-ı Melik’in piştak
denilen anıtsal giriş kapısı ile cephesi ayaktadır. Karahanlılar’ın Dehistan,
Akçakale, Dâye Hatun, Başane (Kurtlu Şehir) Kervansarayları Büyük
Selçuklu Ribatlarıyla yakın plan ve form benzerliklerine sahiptir. Başane
kervansarayı ise plan şemasıyla Anadolu’daki sultan hanların plan şemasını
19
andırmaktadır. Üzerinde iyice durulması gereken Türk mimarisinin bu erken
devrinde Karahanlılar, camileriyle ve türbeleriyle ileriki gelişmeleri
etkileyecek olan ilk adımları atarken, kervansaray mimarisinde
gerçekleştirdikleri avlu-eyvan ve kubbe kompozisyonlarıyla da öncülük
etmişlerdir.
olduğu anlaşılmıştır. Sultan III. Mesud’a ait olduğu kitâbesinden anlaşılan ilk
minare, taş kaide üstünde yıldız biçiminde yükselir. Üst yarısı silindir
şeklinde iken yıkılmıştır. 1115 yılına tarihlenen bu yapıda içte spiral bir
merdiven vardır. Şerefelerin ahşap olma ihtimali kuvvetlidir. Yıldız biçiminin
her tarafı eşit karelere bölünmüş ve her kare içinde zengin tuğla süslemeler
yer almıştır. Yazı, bitki dekoru ve geometrik süsleme değişik şekiller
gösterir. Kitâbesinden Behram Şah’a (1117-1149) ait olduğu anlaşılan ikinci
minare de bunun daha basit bir tekrarıdır. Gazneli minarelerinin böylece
Karahanlı minarelerinden farklı olduğu görülmektedir. Bu da Türk
mimarisinin araştırma ve yaratma kuvvetini gösteriyor. En önemli Gazneli
camii, şüphesiz Leşker-i Bâzâr Ulucamii’dir. Son yıllardaki kazılarla
kalıntıları ortaya çıkarılan bu yapı sarayın sur duvarına bitişiktir. Daha
sonraki mihrap önü kubbeli yapıların öncüsü olarak görülen bu yapı XI.
yüzyıl ilk yarısı içinde Sultan Mahmud (998-1030) veya I. Mesud (1030-
1041) zamanında yapılmıştır. Mihrap önünde iki nef boyunca uzanan büyük
kubbesiyle bu cami tipi Karahanlı camileri gibi çok önemli gelişmelere yol
açmış, Büyük Selçuklular tarafından İran camilerinde geliştirildikten sonra
Artuklular’la Anadolu’ya, Memlükler’le Mısır’a kadar gelişmesini kuvvetle
sürdürmüştür. Gazneliler’in kaynaklarda adı geçen medreselerinden hiçbir
örnek kalmamıştır.
Gazneliler’in sarayları Türk saray mimarisinin erken örnekleri arasında
olup, son yıllardaki kazılarla oldukça aydınlığa çıkmıştır. Güney
Afganistan’da Bust şehrinin karşı kıyısında Leşker-i Bâzâr Sarayı, geniş bir
alana yayılmış olan çeşitli yapılardan meydana gelir. XI. yüzyıl başlarına
tarihlenen ve Sultan Mahmud devrinden kalan güney kasrı, geniş bir avlu
çevresinde uzunlamasına planlanmış, düzgün bir şemaya sahiptir. Dört eyvan
şemasına bağlı olan avlunun kuzeyinde, girişinde caminin de bulunduğu taht
salonu yer alır. Taht salonunun duvarları Sultan Mahmud’un hassa ordusunu
canlandıran ve belge niteliği de taşıyan figürlerle doldurulmuştur. Çok tahrip
edilmiş olan bu duvar resimlerinde askerler nehir kıyısında çok etkileyici bir
manzaraya karşı yapılmış olan bu saraydan başka, Gazne şehrinde 1112
tarihinden kalma Sultan III. Mesud’un sarayı da son yıllardaki kazılarla
meydana çıkarılmıştır. Bu da dört eyvan şemasına bağlı bir avlu etrafında yer
alan düzenli mekânlardan meydana gelir. Köşe kulelerine sahip bir sur duvarı
ile çevrilidir. Burada çok zengin mermer süslemeler duvar kaplamalarında
hâkim unsurlardır. Gazneli sarayları çok tahribe uğramış ve tekrar tekrar
onarılarak kısmen kullanılmıştır.
Gazneliler’in Türk mimarisine önemli bir katkıları da kervansaray
mimarisinde ortaya çıkar. 1019-1020 tarihlerinde Sultan Mahmud tarafından
Şehnâme yazarı Firdevsî’nin hâtırasına yaptırıldığı son zamanlardaki
araştırmalardan anlaşılan Ribât-ı Mâhî (veya Çahe) Meşhed yakınında,
Serahs yolu üzerindedir. Köşe kuleleri bulunan kare planlı yapı, ortada geniş
bir dört eyvanlı avluya sahiptir. Sivri kemerli revakların arkasında yer alan
tonozlu sağır mekânlardan başka çok önemli bir gelişme, eyvanların
arkasında yer alan kubbeli mekânlarda kendini gösterir. Böylece
Selçuklular’dan önce eyvan-kubbe birleşmesi bir Gazneli yapısında bütün
açıklığıyla ortaya çıkmış oluyor. Bununla da Karahanlı ve Selçuklu
mimarileri arasındaki bağlantı kesintisiz olarak takip edilebilmektedir.
imparatorluk, Atabekler’le Suriye ve Azerbaycan’da devamını bulmuş, XIII.
yüzyılda da Anadolu’da Türkiye Selçukluları ile en parlak devrini yaşamıştır.
İran’da Büyük Selçuklular’ın geliştirdiği plan ve mimari formlar yalnız
İran’da değil Doğu İslâm dünyasında da devam etmiştir. Bunların en
önemlilerinden biri, anıtsal cami mimarisidir. Bu tipin ilk örnekleri arasında
İsfahan Mescid-i Cuması öne çıkar. 1072-1092 arasında Melikşah devrinde
en önemli kısımlarıyla ortaya çıkan yapı sürekli eklemeler ve onarımlarla
dört eyvan şemasına sahip geniş avlu etrafında tonoz ve kubbelerle örtülü
geniş bir yapı halini almıştır. Mihrap önünde güney eyvanına bitişik olan
anıtsal kubbe, 1080 yılında Melikşah’ın emriyle yapılmıştır. Dört yuvarlak
pâyenin birleştirilmesinden meydana gelen demet pâyeler üzerine oturan
büyük kubbe, üç dilimli tromplarla hafifçe sivrilerek tamamlanır. Selçuklu
kubbelerinin geleneksel formunu meydana getiren bu kubbe diğer Selçuklu
yapılarında da tekrarlanacak bir örnek oluşturmaktadır. Bu plan şeması,
Anadolu ve Mısır’a kadar izlenebilecek bir gelişmenin başlangıç noktasıdır.
Mescid avlusunun kuzeyinde Melikşah’ın emriyle hanımı Terken Hatun
adına yaptırılmış Kümbet-i Hâkî yer almaktadır. Hemen hemen mescid
kubbesiyle aynı plan şemasına sahip olan bu kubbe yapısında tuğla mimari,
zeminden kubbenin kilit noktasına kadar, düşey silmelerle gotik prensiplerle
karşımıza çıkar. Avrupa gotik mimarisinden çok önce yapılmış olan bu
yapıda kubbeye geçişi yine üç dilimli tromplar sağlamaktadır. Büyük
Selçuklu mimarisinin teknik ve estetik açıdan en olgun yapısı gözüyle
bakılan bu eser, aslında küçük ölçüde ele alınmış bir yapı olduğundan derhal
kavranılan bir etkiye sahiptir. İran’daki Kazvin Mescid-i Cuma ve Mescid-i
Haydariyye’si gibi diğer Selçuklu camileri bu iki kubbenin değişik
uygulamaları şeklinde, hafif sivri tromplu kubbeli yapılar olarak görülür.
Selçuklu mimarisinin İran’da en önemli camilerinden biri, bütün mimari
yenilikleri ve araştırmaları tek bir yapı içinde toplayan Zevvâre Cuma
Camii’dir. 1135 tarihli bu küçük ölçüde Selçuklu camii yüzyıllar boyu Asya
camilerinin planlarına öncülük etmiştir. Yandan girişli, tuğla minareli ve dört
eyvanlı avlunun kıble yönünde mihrap önü kubbesi bulunan bu yapıda, 7,45
m. çapındaki kubbe artık plan içindeki yerini almıştır. Böylece Karahanlı ve
Gazneli mimarisinde geniş ölçüde uygulanmış olan dört eyvanlı avlu şeması
ilk defa cami mimarisinde eyvana bitiştirilen mihrap önü kubbesiyle birlikte
bir bütünlük içinde ortaya çıkmış oluyor. İşte bu plan şeması İran ve Orta
Asya camilerinin vazgeçilmez plan şeması olacaktır. Hemen aynı tarihlerden
komşu Ardistan Mescid-i Cuması da aynı prensiplerle yapılmıştır. Bundan
sonra birer birer eski Selçuklu camileri başta olmak üzere bütün camiler dört
eyvanlı revaklı avlular eklenerek genişletilmeye başlanmıştır. Büyük
Selçuklular, daha önce uygulanmış olan mimari elemanları yeni bir mimari
içinde değerlendirerek orijinal bir üslûp yaratmıştır. Pratik bakımdan namaza
pek uygun olmayan bu cami planında asıl mihrap yanında başka mihraplar da
koyma gereği ortaya çıkmıştır. Eyvanların yüksekliğini örtmek için
çoğunlukla revaklar iki katlı yapılmıştır. Birbiriyle güç kaynaşan unsurların
bir araya getirilerek yaratıldığı bu anıtsal mimari o kadar benimsenmiştir ki
onlardan sonra da vazgeçilmez bir şekil olarak çeşitli ölçülerde
tekrarlanmıştır.
Büyük Selçuklu mimarisinde minarelerde de bir üslûp birliği yaratılmıştır.
Bir iki ender örnek dışında, zengin tuğla işçiliğiyle tuğladan silindirik ve ince
uzun minare formu tekrarlanmıştır.
En erken medreseler Gazneliler devrinde ortaya çıkmıştır. Ancak Büyük
Selçuklular, Şiîliğe karşı Sünnîliğin geliştirilmesi ve devlet memuru
22
yetiştirilmesi için medrese fikrine büyük önem verdiler. Melikşah
zamanından kalma Hargirt ve Rey medreseleri günümüze gelebilmiştir.
Kalıntılardan bunların dört eyvan şemasına bağlı avlulu büyük yapılar olduğu
anlaşılmaktadır. Hargirt Medresesi’nin ayakta kalan eyvanının tuğla
hamurundan çiçekli kitâbesi bugün Tahran Müzesi’ne kaldırılmıştır. Büyük
Selçuklu medreselerinin daha Tuğrul Bey zamanında gelişmeye başladığı
kaynaklardan bilinir. Nîşâbur Medresesi 1046 civarında tamamlanmıştır. Tûs,
Herat, Belh ve Bağdat’ta 1067’de medreselerin yapıldığı bilinmektedir.
Büyük Selçuklular “dört eyvanlı avlu” şemasını önce medreselerde denemiş,
sonra anıtsal cami mimarisinde kullanmışlardı. Bu medrese fikri ve şemaları
Büyük Selçuklular ve atabekleri vasıtasıyla Suriye-Irak ve oradan Mısır’a,
diğer yandan da gelişmesini tamamlayacağı Anadolu’ya getirilmiştir.
Anıtsal Cami ve medrese mimarisi yanında Karahanlılar’da başlayan
mezar anıtları mimarisinde de türbe ve kümbet çeşitleriyle Büyük Selçuklu
mimarisi en önemli örneklerin yaratıcısı olmuş, Büyük Selçuklular
döneminde mezar anıtları kümbet ve türbe olarak iki tipte gelişme
göstermiştir. Kümbetler altta bir mumyalık bulunan silindirik veya çokgen
gövdeli içten kubbe, dıştan külâhla örtülü türbeler kare planlı ve kubbeyle
örtülü yapılardır. Tuğrul Bey zamanına tarihlenen Kümbed-i Alî sekizgen
planlı ve kubbeli, Damgan’da (Çihilduhterân) Kırkkızlar Kümbeti ise
tuğladan yuvarlak planlı ve kubbeli bir yapıdır. Harekân 1 ve II kümbetleri
sekizgen planlı, cepheleri tuğlaların değişik şekilde konmasıyla dekoratif
hareketlilik kazandırılmış Selçuklu döneminin önemli mezar anıt
örnekleridir.
Selçuklu türbe mimarisi İmam Gazzâlî’ye mal edilen 1111 tarihli Tûs
türbesinden sonra, 1157’de Serahslı mimar Muhammed b. Atsız’ın yarattığı
Merv’deki Sultan Sencer Türbesi’yle en olgun noktasına ulaşmıştır. Kare
kaide üzerinde galerilerle çevrili bir üst kısım ve hafif sivri çift kubbe ile
örtülü olan türbede, 17 m. çapındaki tromplu kubbe dıştan firuze sırlı tuğla ile
kaplıdır. Büyük Selçuklu mimarisinin şaheserlerinden olan yapı, bütün Orta
Asya’da XIV. yüzyıl yapısı Hoca Ahmed Yesevî Türbesi’nin 18 m. çaplı
kubbesiyle geçilebilmiştir.
Karahanlı ve Gazneli ribâtlarından sonra Büyük Selçuklu kervansarayları
da erken devirlerde önemli kervan yolları üzerinde kare planlı, dört eyvanlı
revaklı avlulu şemada inşa edilmiştir. Ribât-ı Enûşirvân, kare planlı bir
yapıdır. Dört eyvanlı avlu şemasına dayanan ve köşe kuleleri bulunan yapının
bir yönünde beyt biçiminde düzenlenmiş özel mekânlar dikkati çeker. Büyük
Selçuklu kervansaraylarının en tanınmış olanı ise Ribât-ı Şerif’tir. Dıştan bir
kale görünüşünde olmakla beraber içte saray zenginliğindedir. 1114-1115
tarihine rastlayan yapı son şekliyle iki avlulu bir duruma sahiptir. Camisi,
özel mekânları, portalleri ve zengin tuğla süslemeleriyle dikkati çeker.
Büyük Selçuklu mimarisi her yönüyle ve bütün tiplerinde, gerek plan
gerekse biçim bakımından kendinden sonraki Hârizmler ve İlhanlı devri gibi
Asya müslüman mimarisini büyük çapta etkilemiştir. Kubbe problemi
Selçuklular’ın olgunlaştırdığı biçimleri aşamamış, büyük ölçüdeki denemeler
gelişmeyi tıkamıştır.
23
Bunlar arasında dikkati çeken Şâh-ı Zinde, Semerkant’ta Kusem b. Abbas’ın
türbesi etrafında zamanla oluşan ve Timurlu mimarisinin bütün ihtişamını
yansıtan yapılar topluluğudur. Bu yükseltilmiş kasnaklı, bir kısım yivlenmiş
kubbeli yüksek yapılar, çeşitli ve zengin çini dekoru ile kaplıdır. Bunlar
arasında Musa Paşa’nın türbesi en gösterişlilerindendir (1412). Timur’un
Gur-i Mir adıyla bilinen türbesi bu formun en büyük ölçülere ulaşan bir
örneğidir. Çift kubbe yapılarak daha da yükseltilen yapı 1404 tarihlidir.
Timur’un hanımı Bibi Hanım adına yapılan cami aynı tarihte büyük ölçülere
varan gösterişli bir yapıdır. Timurlu mimarisinde alışılmış formlara eklenen
cephenin iki yanındaki veya portaldeki minareler burada da görülür. Yesi
şehrinde Hoca Ahmed Yesevî Külliyesi ve Keş’te Aksaray ile Semerkant
İşrethane sarayları bu devrin belli anıtlarıdır. Timur sonrasında da Timurlu
mimarisi özellikleri sürdürülmüştür. Uluğ Bey’in Semerkant (1420), Buhara
(1417) medreseleri büyük revaklı avlular ve dört eyvan şeması ile anıtsal
kubbeleri ve çifte minareleriyle dikkati çeker. Girişlerde piştak adını alan
büyük ve geniş kemerli eyvanlar bütün özellikleriyle ortaya çıkar. Baysungur
adına yapılan Meşhed, Gevher Şad Cami-Medresesi, dört eyvanlı iki katlı
revaklı avlu esasına dayanır. Ölçüleri ve zengin çini ve süslemeleriyle İran’ın
en güzel camilerinden biri olarak tanınır. Hargird Timurlu Medresesi (1444-
1445) son örneklerdendir. Büyük türbelerin etkisiyle bu devirde kubbeli
camiler de yapılmıştır.
24
Resim 2.7: Semerkant Şah-ı Zinde Gur Emir Türbesi
25
dışta kullanılmış, cephelerde geniş ve yüksek kemerler belirgin hale gelmiş
ve köşelerde minareler sevilen motifler olmaya başlamıştır.
hâkim bir görünüşe sahiptir. Çok katlı pencere düzenine sahip cephenin bir
kenarına yerleştirilen anıtsal Selçuklu portalleri örneğine bağlı mukarnas nişli
girişi, karakteristik bir özelliktir. Dört eyvanlı bir avlu esastır. Aslında dört
minareli olarak düşünülmüş bir yapıdır. Türbe, kare kitlesi ve kubbesiyle
cami eyvanının önünde taşkın bir görünüşe sahiptir. XIV. yüzyılın
sonlarından başlayıp 1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethine kadar
süren Çerkez Memlükleri devrinde de Türk mimarisi özellikleri devam etmiş,
özellikle türbelerde Türkistan türbeleriyle şaşırtıcı bir benzerlik ortaya
çıkmış, yüksek kasnaklar ve çift kubbeler görülmüştür. Külliye mimarisi de
bu arada devam etmiştir.
27
1. Erken Devir Anadolu Türk-İslâm Mimarisi
a) Artuklu Mimarisi
Anadolu’nun erken devir mimarisinde Artuklu cami ve medreseleri
gelişmeleri bakımından önemli yapılardır. Camiler, sonraki gelişmeye fazla
etkisi olmayan ve kapalı bir bölge mimarisi halinde kalan enine gelişen
mihrap önü kubbeli ve avlulu tipi meydana getirmiş, ancak XIV. yüzyılda bu
gelişme Batı Anadolu’da devam edebilmiştir. 1157 tarihli Silvan Ulucamii ile
Anadolu cami mimarisinin muhteşem üslûbunun başladığı kabul edilir. Enine
dikdörtgen bir alanı kaplayan ve son araştırmalara göre bir avlunun
güneyinde yer alması gereken yapıda malzeme kesme taştır. Sonraki
onarımlarda minaresinde en eski tarihli kitâbenin 1176’yı gösterdiği ve XIV.
yüzyıla kadar uzayan değişikliklere sahip olan Mardin Ulucamii’nde revaklı
bir avlunun güneyinde yer alan mekânın planı Artuklu camilerinin
özelliklerini aksettirir. Harput’ta 1156 tarihli diğer bir Artuklu yapısı olan
Ulucami şaşılacak biçimde Zevvâre Ulucamii’nin planını hatırlatır. Tuğla
yapı, ortadaki revaklı bir avlunun etrafında tonozlu mekânlarla gelişir.
Medrese mimarisinde Anadolu’da iki tip gelişme göstermiştir. Bunlardan
açık avlulu medrese tipinin erken örnekleri de Artuklu coğrafyasında ortaya
çıkmıştır. XII. yüzyıl başlarından Mardin’de Emînüddin Külliyesi’nin
mâristan (hastahane) kısmı bugün haraptır, sadece hamamı, cami ve
medresenin bir kısmı ayaktadır. Buna karşılık XII. yüzyıl üçüncü
çeyreğinden Mardin Hatuniye Medresesi, en erken açık avlulu Anadolu
medresesi olarak iki katlı eyvanlı, revaklı avlulu olgun bir forma sahiptir.
Cami eyvanının ve türbenin taş mihrapları ilgi çekicidir. 1198 tarihli
Diyarbakır Zinciriye Medresesi revaklı avlulu kesme taştan bir yapıdır. 1198-
1223 tarihleri arasında gerçekleştirilen Diyarbakır Mesudiye Medresesi ise
iki katlı revaklı avlusu, büyük eyvanı ve özellikle taş işçiliği ile Ulucami
külliyesine bitişik ve onu tamamlayan bir yapı halinde erken medreselerin en
ilgi çekicilerindendir. XIII. yüzyıl ilk yarısından Mardin’de Şehidiye
Medresesi, büyük bir revaklı avlu esasına dayanır, muhteşem portali
yandadır. Güneyde yer alan iki nefli cami kısmı avluya üç açıklıkla bağlıdır.
Yine Mardin’de XIV. yüzyıl sonu gibi geç bir tarihte gerçekleştirilen ve yine
28
orada Sultan Kasım Medresesi adı ile bilinen yapıya da öncü olan Sultan İsa
Medresesi Artuklular’ın denediği değişik bir plan göstermesi bakımından
önemlidir.
b) Dânişmendli Mimarisi
Anadolu’nun ilk fâtihlerinden olan Dânişmendliler, XII. yüzyıl ortasında
Tokat Yağıbasan ve Niksar Yağıbasan medreseleriyle Anadolu’ya yepyeni
bir mimari form kazandırmışlardır. Ortada tromplu kubbenin örttüğü kapalı
avlu etrafında eyvan ve hücrelerden meydana gelen bu yapılar bugün pek iyi
durumda olmamakla beraber, Anadolu’nun en eski kapalı avlulu medrese
şeklinin örnekleridir. Dânişmendliler’in 1145 tarihli Niksar Ulucamii kareye
yakın plan veren ve pâyelerin taşıdığı tonozlarla örtülü bir yapıdır. Sadece bir
bölümü örten kubbe belirli bir motif değildir. 1197 ve 1213 tarihli iki
kitâbeye sahip olan Sivas Ulucamii ise kısa pâyelerin taşıdığı basık sivri
kemerlerden dizilerin mihrap duvarına dik uzandığı, enine dikdörtgen geniş
bir yapıdır. Artuklular’da çoğunlukla medreselerin bir bölümünde görülen
türbelere karşılık, Dânişmendliler’de ilk Anadolu Türk mezar anıtlarıyla
karşılaşıyoruz. Türkler’in varlık gösterdiği her yerde, bütün Asya’da uzun ve
ilgi çekici bir gelişmesi olan mezar anıtları türbe ve kümbet biçimlerinde
Anadolu’da da güzel örnekler vermiştir. Bunların erken tarihlileri
Dânişmendliler’e aittir. Amasya’da Halîfet Gazi Kümbeti, medreseye bağlı
iken bugün tek başınadır. Kesme taştan yapı cephesi ve külahıyla dikkati
çeker. Dördü Niksar’da olmak üzere diğer beş Dânişmendli mezar anıtı yapı
olarak fazla önemli değillerse de erken ve değişik denemeleri gösteren ve
süslemeleri bakımından dikkati çeken XII. yüzyıl yapılarıdır. Bunlardan
Niksar’da Kırkkızlar Kümbeti taş temel üzerinde tuğla yapısı ile eski bir
geleneği devam ettirmektedir. XII. yüzyıl başlarına tarihlenebilen yapının
mimarının Sivas Keykavus Dârüşşifası’nınkiyle aynı olması mümkündür.
XII. yüzyılın diğer bir önemli beyliği olan Saltuklular’dan yalnız Erzurum
merkezinde az sayıda eser kalmıştır.
c) Mengücüklü Mimarisi
XII. yüzyılın sonlarına doğru Mengücüklüler, Divriği ve çevresinde anıtsal
yapılarını ortaya koymuştur. Kale Camii 1180-1181 yılında Şehinşah b.
Süleyman tarafından Meragalı usta Hasan b. Firuz’a yaptırılmıştır. Dikine üç
nef halinde gelişen yapıda yanlarda dörder kubbe, ortada bir beşik tonoz
örtüyü meydana getirmektedir. Bu eserde sanat heyecanı Büyük Selçuklu ve
Karahanlılar’a kadar bağlanabilen çeşitli geometrik ve bitkisel süslemenin
yer aldığı portallerde görülür. Taş yanında tuğlanın da kullanıldığı bu
yapıdan sonra Mengücüklüler’in en önemli yapısı Divriği Ulucami ve
Şifahanesi’dir. Birbirinin yanında, bitişik olarak yer alan yapıları Ahmed Şah
bir külliye olarak 1228-1229 yılında yaptırmıştır. Şifahane de eşi Melike
Turan’ın adı geçer. Cami ve şifahane, mimari mekân ve emsalsiz taş işçiliği
ve şahane ahşap minberiyle erken devir Anadolu Türk mimarisinde ayrı bir
yere sahiptir.
29
kazandırır. Konya’da Alâeddin Camii muhteşem ağaç minberinden de
anlaşıldığı gibi Sultan Mesud ve Kılıcarslan devrinden başlayıp, 1220’de
Alâeddin Keykubad tarafından tamamlatılmış bir yapıdır. Anadolu
Selçukluları’nın siyasî ve askerî faaliyetlerinin en yoğun devrine işaret eden
bu süre içinde yapı, geniş ve iki ana bölümlü olarak ortaya çıkmıştır. Doğuda,
çeşitli sütunlara dayalı düz damlı kısım, batıda ise mihrap önünde kubbenin
yer aldığı bölüm vardır. 1223 yılında Alâeddin Keykubad’ın Niğde’de
yaptırdığı Alâeddin Camii de üzerinde durulması gereken bir eserdir. Kesme
taştan yapılmış olan bu eser, mihrap duvarına dikey üç neften meydana gelir.
Mihrap duvarı önündeki yan yana üç bölüm üç kubbe ile diğer taraflar
tonozlarla örtülüdür. Ortada avlu fikrini yaşatan açık kısım yer alır. Ana giriş
doğu tarafında, yandadır. Süslemeleri, taş işçiliğinde figürlü kabartmaları ile
yapının yüksekliğini aşar. İlk orijinal Anadolu Selçuklu minarelerinden biri
olan kesme taştan silindir biçimindeki minarenin arkasında mahfile açılan
ikinci giriş yer alır. Alâeddin Keykubad’ın yaptırdığı Malatya Ulucamii ise
kesme taş ve tuğla bir yapı olup 1224’te tamamlanmış, daha sonra onarımlar
görmüştür. Mihrap önünde kubbe ve arkasında revaklı iç avluya açılan eyvan
diğer taraflar tonozlarla örtülüdür. Bu yapı ve mimarı, Anadolu Türk
ustalarının İran Büyük Selçuklu mimarisine yabancı olmadıklarını, fakat
yepyeni bir yaratma heyecanı ile yeni denemeleri tercih ettiklerini gösteriyor.
Yapıda, eyvan ve revaklardaki çini mozaik ve sırlı tuğlanın ayrı bir önemi
vardır. Kayseri’de Alâeddin Keykubad’ın hanımı Mahperi Huand Hatun
Külliyesi (1238), cami, medrese, hamam ve kümbetiyle ilk Anadolu Selçuklu
külliyesidir. Cami, mihrap önü kubbesi, eyvan, küçük açıklı orta nef gibi
özellikleriyle bir bakıma Malatya Camii’ne bağlanır. Yanlara doğru
genişletilen mihrap bölümü ile de Kayseri ve Erzurum Ulucamilerine
yakındır. Kesme taş yapılardan cami ve medrese, kümbeti de içine alan bir
kale görünüşündedir. 1237 tarihli Amasya Burmalı Minare cami minaresiyle
olduğu kadar, dikine gelişen üç nefli yapıdaki denemelerle de dikkati çeker.
Cephesinde bir de kümbet vardır. Amasya’da, medrese görevindeki
mekânlarıyla Gök Medrese Camii de önemli bir basamak yapıdır (1266).
1281’de tamamlanan Develi Ulucamii aynı prensipleri tekrarlayan bir
yapıdır. Geleneksel formların değiştirilerek yeni bir sentez içinde
kaybolmadan yaşatıldığı bu yapılar yanında, ağaç direkli Anadolu Selçuklu
camileri ikinci grubu meydana getirirler. Çok eski Türk mimari geleneğini
yaşatan bu mimarinin en güzel örnekleri 1258 tarihli Sâhip Ata Camii ile
başlar. Bugün yalnız eski cami ve külliyenin çifte minareli portali ayaktadır.
Sebillere sahip olan bu yivli minareli portal, bu devrin ünlü mimarı Kölük b.
Abdullah’ın eseridir. 1272 tarihli Afyon Ulucamii’nde ağaç direklerin
mukarnaslı başlıkları, XIII. yüzyıl ortalarından Sivrihisar Ulucamii’nin
değişik ağaç direk başlıkları ve minberi, Ankara Aslanhane Camii’nin çini
mozaik ve ştuk karışımı mihrabı ve minberi bu tip yapıların en çok tanınan
kısımlarıdır. Ağaç direkler üzerinde ahşap konsollara oturtulan düz tavanlı,
toprak damlı bu yapıların en gelişmiş örneği Beyşehir’de yüzyılın sonunda
1299’da tamamlanmış olan Eşrefoğlu Camii’dir. Mihrap önünde mozaik çini
kaplamalı kubbesi, yüksek taş portali ve çini mozaik mihrabı ile giriş
duvarını kaplayan çini mozaik süsleme yanında, kaliteli ağaç işçiliği ve
yanındaki kümbetin kubbe içini süsleyen çini mozaik dekoru ayrıca dikkate
değer. XIII. yüzyıl Anadolu Selçuklu cami mimarisinin üçüncü bir grubunu
meydana getiren mescidler, genellikle Konya’dadır. Akşehir ve Alanya’da da
benzerleri bulunan bu yapılar, tek kubbeli küçük ölçüde ele alınmış
yapılardır. Ortak özellikleri bir kısmında kapalı, bir kısmında açık revak
şeklinde hazırlık mekânlarına sahip olmalarıdır. Bu biçim XIV. yüzyıl
mimarisinde başlayacak olan -son cemaat yeri- unsurunun ilk işaretçisidir.
1215 tarihli Taş Mescid kapalı son cemaat yeri ile iç ve dış portallerdeki
30
geometrik geçme taş işçiliği ile dikkati çeker. Sırçalı Mescid ise XIII. yüzyıl
son yarısında tek kubbeli, üç kemerle açılan son cemaat yeri ve minaresiyle
dikkati çeker. Bu yapılar, kubbeye geçişlerde çeşitli problemleri ele alarak
tek kubbeli, açık son cemaat yerli Osmanlı camilerinin gelişmesine öncü
olmuşlardır. Çini mozaik mihrapları da ayrıca önemlidir.
Adını firuze çini kaplamalardan alan Tokat Gök Medrese bu tipin iki katlı
olarak uygulanmış sağlam bir örneğidir. Sivas Çifte Minareli Medrese gibi
İlhanlı hâkimiyeti devrine bağlanmak istenen Erzurum Çifte Minareli
Medrese’nin 1277’den önce tam bir Selçuklu üslûbu ile yapıldığı anlaşılıyor.
Sonunda eyvana bağlı kümbetle planı biraz uzayan yapı, dört eyvanlı, iki
katlı muhteşem bir yapıdır. Mimari boyutları kadar süslemelerdeki dengesi
ile de dikkati çeker. Portal, eyvanlar, pâyeler ve mekân dağılışıyla Anadolu
Selçuklu medrese mimarisinin bütün özelliklerini ve plastik anlayışını
aksettiren bir yapıdır.
31
mimariyle tam bir denge içindedir ve mekânın etkisini kuvvetlendirir.
Portalde Zengîler’den gelme geometrik renkli taş geçmeler dikkati çeker.
Sâhib Ata’nın yaptırdığı Konya’daki İnce Minareli Medrese 1260-1265
tarihinde anıtsal portali, yanında dışa açık mescidi ve çifte şerefeli
minaresiyle apayrı bir görünüşe sahiptir. İri plastik taş işçiliği yanında,
düğümlü geniş şeritler halinde değerlendirilen kitâbeler portale apayrı bir
özellik katar. İçte sade mekân etkisi çıplak tuğla mimari ile elde edilmiştir.
32
figürlerle bezenmiştir. Keykubâdiye’de ele geçirilen çinilerde ise geometrik
örnekler önemlidir. Üç köşkten meydana gelen bu saray da diğerlerinde
olduğu gibi, dinlendirici bir manzaraya hâkim bir yerde yapılmıştır. Bu,
Gazneliler’den beri izlenebilen ortak bir görüşün sonucudur. Anadolu’da
sayısız Selçuklu devri köprüsü kervan yolları üzerinde kervansaraylarla
birlikte güvenli bir ulaşım sağlamıştır. Selçuklu sanatı XIII. yüzyılın son
yarısı içinde kuvvetli İlhanlı baskısına rağmen çok önemli eserler yaratacak
kuvvet ve canlılık göstermiştir. 1308’de tamamen hâkimiyetini kaybeden
Selçuklular’ın yerine XIV. yüzyılda Türkmen beylikleri birer birer
bağımsızlıklarını ilân ederek yirmiden fazla küçük devletin ortaya çıkmasına
yol açmışlardır.
33
Bu devrin en önemli denemelerine XIV. yüzyıl içinde Batı Anadolu
beyliklerinde rastlanır. Aydınoğulları’ndan İsa Bey’in 1374’te Selçuk’ta
yaptırdığı İsa Bey Camii çok önemlidir. Mihrap duvarına paralel düz ahşap
çatılı iki uzun nef, ortada arka arakaya iki kubbe ile kesilmiştir. Önünde düz
ahşap çatılı revaklar ve ortada sekizgen havuzu ile revaklı avlu, doğu ve batı
portallerinde birer minare vardır. Planı Şam Emevîyye Camii’nden gelen
Diyarbakır Ulucamii ile bazı Artuklu camilerine dayanıyor. Mermer bloklarla
kaplı ve ana cepheyi gösteren batı duvarı, iki kat pencere sıraları ve ortada
portali ile klasik devir Osmanlı camilerinin revaklı avlu cephelerine öncü
sayılabilir.
Özet
Bu ünitede İslâm’ın başlangıç ve yayılma döneminde özellikle Emevî ve
Abbâsîler’de yeni dinin gereği olan yeni yapı tiplerinden camiler.
Bu dönemde Sâmerrâ ve Bağdat gibi yeni şehirlerin kurulması yeni bir
şehircilik ve mimari anlayışı katmış, bu arada ilk İslâm mezar anıtı örneği ile
birlikte sivil mimaride de etkisini değişik çevrelerde sürdürecek önemli
gelişmeler olmuştur.
Asya’da İslâm’ı ilk kabul eden ve kitleler halinde müslüman olan
Karahanlılar ile başlayan dönemde, Yakındoğu ile Akdeniz çevresinde
gelişen erken İslâm mimarisinin yeni yapı tipi olan camiler başta olmak
üzere; gerek planlamada gerekse kullanılan yapı ve bezeme malzemesinde
değişiklikler ve arayışlar gözlenmektedir. Karahanlı ve Gazneli dönemi
camilerinde mihrap bölümünü öne çıkaran uygulamalar, mezar anıtlarındaki
arayışlar, kurum ve yapı olarak medreselerin şekillenmesi ve sivil mimari
geleneğine bağlanıp kervansaraylarda da karşımıza çıkan planlamalar, Büyük
Selçuklu İmparatorluğu dönemindeki yeniliklere zemin hazırlamıştır. Bütün
Asya’da daha sonraki dönemleri de etkileyen cami plan şemaları bir bakıma
Anadolu’da da farklı bir gelişme ile karşımıza çıkacağından bu dönem
getirdiği yenilikler, mimari çözüm arayışları, mimari tipler bakımından
Osmanlı dönemi ve XVI. yüzyılda doruk noktasına ulaşan Türk-İslâm
mimarisine hazırlayıcı olma niteliği sergilemektedir.
Batılı kaynaklar ve 1178 yılından sonraki haritalarda Anadolu yerine
Türkiye teriminin yaygınlaştığı coğrafya ile şehir dokularına yeni bir
görünüm getiren ve mimari faaliyetin canlandığı dönem olan XI-XIV.
yüzyıllarda genellikle Büyük Selçuklu mimarisinin ilkelerini taş malzeme ile
bu coğrafyaya uyarlayan bir uygulamadan söz edilir. Türkiye
Selçukluları’nın batı ve güneyde bir yandan Doğu Roma’nın devamı olan
Bizans ve Haçlı seferleriyle siyasî ve askerî mücadelesi sürerken doğu ve
güneyde Selçuklu Atabeylikleri sayılan Anadolu’nun ilk Türk beylikleri,
egemen oldukları bölgelerde benzer ilkelerle yepyeni bir mimari çağın
temellerini atmışlardır. XIII. yüzyılda Türkiye Selçukluları mimarisinin en
olgun biçime ulaştırdığı yapı sanatı sonraki gelişmeler için esaslı bir temel
olmanın yanında, hayret uyandıracak kadar heyecan dolu eserler ortaya
çıkarmıştır. Camiler, medreseler, şifahaneler, kervansaraylar gibi vakıf
eserler, dönemin sosyal yaşamına da önemli katkı sağlamıştır. Mezar anıtları
ve saraylar daha alçak gönüllü olmakla birlikte, bezemelerde taş, tuğla, çini
gibi malzemelerin kullanılması dikkat çekicidir. XIV. yüzyıl Anadolu
Türkmen Beylikleri çağında bu eserler, dönemin ekonomik koşulları
çerçevesinde daha sınırlı boyutlarda olmakla birlikte önemli denemelere
öncülük etmiş ve Osmanlı mimarisine giden yolda bir hazırlık dönemi
yaşanmıştır.
Kendimizi Sınayalım
1. Kubbetü’s-sahre’nin İslâm mimarisi içindeki yeri ve önemi nedir?
a. 681 yılında Kudüs’te ikinci bir hac yeri olarak yaptırılması
b. Kutsal Kaya’yı örtmek için yaptırılması
c. İçinde zengin mozaik bezeme olması
d. Dışında XVI. yüzyıl çinileri bulunması
e. Mimari planı ve biçimiyle asırlarca İslam dünyasında uygulanması
35
2. Kuzey Afrika ve İspanya ile Mısır’da, İslâm mimarisinin ilk döneminde
inşa edilmiş olup, sivil mimaride de o coğrafyayı etkileyen en önemli yapı
aşağıdakilerden hangisidir?
a. Kurtuba Camii
b. Medinetü’z-Zehra
c. Elhamra Camii
d. Tlemsen Ulucamii
e. Kubbetü’s-suleybiyye
36
Sıra Sizde 2
Kayseri’de Gevher Nesibe Şifahanesi ve I. Gıyâseddin Keyhusrev’in Tıp
Medresesi’nden oluşan Çifte Medrese (1205-1206) ile Sivas’ta İzzeddin
Keykâvus Şifahanesi (1217).
Yararlanılan Kaynaklar
Altun, Ara (1988), Ortaçağ Türk Mimarisinin Anahatları İçin Bir Özet,
İstanbul.
37
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
ı mimarisinin çeş
özelliklerini sıralayabilecek,
Anahtar Kavramlar
ık esnafı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
ın Türk Sanatı’nı,
ın Mimar Sinan’ı,
Osmanlı Mimarisi
GİRİ
ı ıl sonunda çeş ıkların ortaya çıktığı ve
ştiği topraklarda yeni bir medeniyetin temelini atmışlardı ğ
ı ve muhtelif Türk beylikleri bu
coğrafyada uzun süre hüküm sürmüş ı
sı
mimari sanat eserleri henüz ayakta idi. Yeni doğan bir medeniyetin bu
eserlerden etkilenmemesi mümkün değildi.
Zira, Osmanlı mimarlarının, İstanbul’un fethinden (1453) çok daha önce
Bursa ve Edirne’de uzun bir mimari tecrübeden sonra Üç Şerefeli Cami’de
olduğu gibi klasik çağın temellerini attıkları ve prensiplerini ortaya
koydukları görülür. Erken dönem Osmanlı mimari eserlerinde mekân ve
kubbe ile bina kütlesinin ilişkileri ve yapı problemlerinin çözülmüş olduğu
açıktır. Osmanlı mimarlarının, kendilerinden önce yapılmış olan birçok
örneğe rağmen, onları aynen birebir tekrar etmemiş olduklarını söyleyebiliriz.
Tekrar edilen sadece yapı sanatının teknik düzeydeki inşaat prensipleridir.
MİMARLIK TEŞKİLATI
Osmanlı yapı sanatında, mimarlık teşkilatının ne zaman kurulduğu tam olarak
bilinmemektedir. Aslında Anadolu’da her esnafın loncalar şeklinde
teşkilatlanması ve gruplaşmasına paralel olarak ehl-i hiref denilen sanat-
zanaat grupları içinde inşaatçı sınıfın da bir teşkilatı vardı. Bu kurum,
Osmanlı yapısı içinde mimar esnafı adını almaktadır. Bunların da kendi
aralarında gemi mimarı, kale mimarı, köprü mimarı, su yolcu, meremmetçi
şeklinde ihtisasların yanında, bunlara yardımcı kadro olan duvarcı, taşçı,
marangoz, nakkaş, lağımcı, demirci, kurşuncu, kaldırımcı, bıçkıcı, burgucu,
kireççi, sıvacı, horasancı, dülger, çivici vs. gibi esnaftan teşekkül ettiği
görülmektedir. Bu esnaf da kendi arasında vasat, üstad, şâkird, kalfa diye
derecelere ayrılmakta idi ve çok sıkı kanun ve kayıtlara uymak zorunda
idiler. Şehirlerde bir mimarbaşına ve hepsi de İstanbul’daki sermimârân-ı
Hâssa’ya, yani hassa mimarbaşına bağlı idiler.
mimarbaşı ağa denilen en üst düzeydeki memurun altında suyolu nâzırı,
halife, üstad gibi mimarlar bulunmakta idi. Bu kuruluş bilhassa İstanbul’un
fethinden sonra daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Mimarbaşının
matematik ve geometri (hesap ve hendese) bilmesi, inşaat işlerinde de bilgili
ve tecrübeli olması lâzımdı. Saraya bağlı olan bu ocakta mimarlar, teorik ve
pratik olarak mimarbaşı ve halifelerinin (kalfalarının) eliyle yetiştirilmekte
idiler. Bu öğrenimin bir hayli uzun ve emekli olduğunu Mimar Sinan’ın
hayatını ve yaptığı eserleri yazan Sâî Çelebi’nin Tezkiretü’l-Bünyân isimli
tezkiresinden ve Sultan Ahmed Camii mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa’nın
hayatını kaleme alan Cafer Ağa’nın Risâle-i Mimâriyye isimli kitabından
öğrenmekteyiz. Bu ocakta yetişen ve hassa mimarları denilen mimarlar,
devletin ve padişahtan başlayarak, sultan ve vezirlerin, diğer devlet
adamlarının, vakıfların inşaat işlerini yürütmekle sorumlu idiler.
Hassa Mimarlar Ocağı, XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiş ve II.
Mahmud’un devrinde şehreminlik ve mimarbaşılık hizmetleri birleştirilerek
Ebniye-i Hâssa Müdürlüğü kurulmuştur. Daha sonra da bu kuruluş Ticaret ve
Nâfia Nezâreti’ ne bağlanmıştır.
41
kaplamasında, çatı ve kubbe örtüsü olarak kiremit şeklinde ve su künklerinin
yapımında kullanılmıştır.
Çini (Kâşî): Sırlanmış pişmiş killi toprak olan çini, Osmanlı mimarisinde
önceleri Asya’da sırlı tuğla şeklinde kullanılırken, sonraları levhalar halinde
sadece kaplama olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bursa ve Edirne’de sırlı
tuğla ve sır üstü ve sır altı yapılan levhaların mihraplarda ve mukarnaslarda
kullanıldığı görülür. Daha sonraları ise cami ve türbelerde, sadece iç
hacimlerde pencere kemer aynalarında, yazı levhaları halinde, panolar
şeklinde en güzel örneklerine rastlanmaktadır.
42
Resim 3.1: Edirne, Selimiye Hünkâr Mahfili
Kaynak: İ. Aydın Yüksel
YAPI TÜRLERİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal yapısında her millette olduğu gibi çeşitli
ihtiyaca cevap veren çok çeşitli yapı türleri mevcuttur. Zaman içindeki
değişime paralel olarak farklılaşsa da esasta aynı oldukları görülür. Bunlar
tek bir yapı olduğu gibi, yaptıkları hizmete ve durumlara göre birkaç yapıdan
oluşan grupları meydana getirebilirler. Buna göre yapıları şöylece
sınıflandırabiliriz:
1. Külliyeler
Osmanlı şehirlerinde ve kasabalarında cami merkez olmak üzere birbirine
bağlı yapılar topluluğuna külliye (manzûme) denir. Bunların ana yollar
üzerinde olanlarına menzil külliyeleri adı verilir. Arapça küll kelimesi bütün,
toplu mânalarına gelmektedir. Bu tabir mimarlık tarihimizde merkezinde bir
cami olan ve ona bağlı olarak da onu tamamlayıcı medrese, dârülhadis-
dârülkurra, sıbyan mektebi, kütüphane gibi öğretim ve eğitim merkezleri,
dârüşşifa-tıp medresesi, hamam, imâret, tabhane (misafirhane) gibi sosyal
tesisleri, çeşme-şadırvan, sebil gibi su tesisleri, bazı hallerde mahkeme ve
hatta çarşı ve bedestenler ve kervansaraylar külliyelerin kapsamına
girmektedir. Türbe ve kabir külliyelerde veya her türlü yapı yanında
bulunmaktadır. Muvakkithane, namaz vakitlerinin tesbit eden bir muvvakkitin
bulunduğu son derece basit ve küçük yapılardır. Pek az külliyede ve camide
bulunur. Bütün bu müesseseler vakıf haline getirilmiş ve bağımsız ve
kimsenin müdahale edemeyeceği kurumlar olarak devam etmiştir.
İstanbul’un 1453’te fethiyle çok büyük programlı külliyeler yapılmaya
başlanmıştır ki, bunlardan ilki İstabul’daki Fâtih Külliyesi’dir. 110.000 m2’lik
bir sahayı kaplayan bu muazzam külliye cami, on altı medrese, dârüşşifa,
tabhane, mektep, kütüphane, muvakkithane, imaret, kervansaray ve Fâtih’in
türbesinden oluşmaktadır. Simetrik olarak planlanan bu yapılar topluluğu
1463-1470 yılları arasında tamamlanmıştır. Külliyenin mimarı Atik
Sinan’dır.
Fatih Külliyesi’nden on altı yıl sonra II. Bayezid Amasya (1486), Edirne
(1487) ve İstanbul’da (1500-1505) üç büyük külliye inşa ettirmiştir. Bu her
üç külliyenin yerleşme planları, dinî ve sosyal yapıları birbirine ben-
zemektedir. Yalnız, Edirne’deki Bayezid Külliyesi’ndeki tımarhane bilhassa
tarih içinde önemli bir yere sahiptir. Sultan II. Bayezid’in türbesi
İstanbul’daki külliyesindedir.
Daha sonra XVI. yüzyılda Kanûnî Sultan Süleyman diğerleri ile yarışan
Süleymaniye Külliyesi’ni (1550-57) yaptırmıştır. Eski Saray’ın bir kısmını
işgal ederek Haliç üzerine kondurulan bu muhteşem yapılar topluluğu tam
simetrik bir düzende değildir. Diğerleri gibi dinî ve sivil yapıları içine alır.
Mimar Sinan’ın ustalık eseri olan merkezdeki muhteşem cami etrafında biri
tıp medresesi olan dört medrese, dârüşşifa, dârülhadis, mektep, dârülkurra,
imaret, tabhane ve dârüzziyafe, hamam, kervansaray, Muhteşem Süleyman’ın
ve Hürrem Sultan’ın türbelerini içine alır. Mimar Sinan’ın türbesi de bu
külliyenin bir köşesinde bulunmaktadır.
44
Yine Sultan Süleyman’ın çok sevgili oğlu Şehzade Mehmed için
Şehzadebaşı’nda yaptırılan külliye (1543-48) son derece zarif bir cami
etrafında medrese, imaret ve tabhane, mektep ve türbeden meydana gelir.
Edirne’de bulunan Selimiye Külliyesi (1575) ise daha dar bir programa
sahiptir. Bu külliye, merkezde dünya mimari eserlerinin belki de en başarılı
örneği olan cami, iki medrese, mektep ve dârülkurradan oluşur.
İstanbul dışında ise daha çok menzil külliyeleri göze çarpar. Bunlardan
Rumeli tarafında bulunan Sokullu Mehmed Paşa’nın Havsa ve Lüle-
burgaz’daki külliyeleri, Anadolu tarafında Gebze’de Çoban Mustafa Paşa,
Konya Karapınar’da II. Selim, Bozüyük’te Kasım Paşa ve Payas’taki Sokullu
külliyeleri zikredilebilir.
2. Dinî Yapılar
a. Cami ve Mescidler, Namazgâhlar
45
Resim3.4: Bursa Ulu Cami
Aslında daha önceleri her belde ve şehirde cuma namazı için bir tek
büyük cuma camii bulunur ve sadece cami olarak o bilinir ve cuma namazı
ancak orada kılınırdı.
Bütün bunlara rağmen Osmanlı camisinin zaman içinde, geniş bir mekânı
tasarlamak için yapı strüktürünü zorladığı görülmektedir. Yapılmak istenen
geniş ve ferah bir mekândır. Bunun için kare veya dikdörtgen bir plan
şemasından pâyeler ve kemerler üzerindeki kubbeye geçişte yarım ve çeyrek
kubbelerle statik problemler halledilmiş ve böylece proporsiyon bakımından
piramidal bir görünüme kavuşmuştur. Aynı zamanda da çeşitli tromp,
pandantif, mukarnas gibi köşe elemanları kullanılmıştır. Binanın ve kubbenin
büyüklüğü veya küçüklüğü bir mimarlık probleminden ziyade, bir inşaat ve
mühendislik çözümüdür. Osmanlı camisinde, bina kütlesi ile ana kubbe ve
yarım kubbeler, tabhane gibi yan bölümler, son cemaat ve avlu ile
minarelerin birbirleriyle proporsiyon ilişkilerinin arandığı görülür. Osmanlı
mimarlarının yapının bütün parçalarının birbirleriyle en uygun oranlarını
yakalama kaygısıyla uğraştıkları ve eski tenasübü en iyi şekilde çözerek
müstesna bir armoniye vardıkları görülmektedir.
46
Osmanlı mimarisinde gittikçe incelmiş, kare plandan yuvarlak ve çok kenarlı
bir biçime dönüşmüştür.
Yazılı olmayan bir gelenekle de ancak sultanlar iki minare ve iki şerefe
yapabilme ayrıcalığına sahip olmuşlardır.
İbadethanelerin bir diğer türü de namazgâhlardır. Üstü açık, daha çok bir
çeşme başında, yolcuların gelip geçerken namaz kılmaları için ayrılan
yüksekçe bir yer şeklindedir. Çoğunlukla çeşmenin arka yüzünde kıbleyi
gösteren bir mihrap veya bir işaret bulunur. Bursa, Anadolu Hisarı, Gelibolu
namazgâhları gibi bazı büyük, minber ve mihrabı bulunan namazgâh
örnekleri de yapılmıştır. İstanbul Kadırga’da Cündî Meydanı’nda bulunan
namazgâh gibi bazıları bir çeşme üstünde bulunmaktadır.
47
b. Tekke ve Zâviyeler, Dergâhlar
c. Türbe ve Kabirler
Osmanlı türbeleri Asya’daki örnekleri ile bir hayli farklı bir plan
arzetmektedir. Planda görülen yuvarlak gövde ve örtü olarak sivri külâh,
duvar yapısı sırlı tuğla artık terkedilmiştir. Osmanlı mimarisinde plan tipi
kare ve altı ve sekiz köşelidir, çatı da kubbe olarak belirlenmiştir. Daha çok
kesme taş, dış duvarlarda bazan çok az çini kaplama, renkli taş kakmalar
görülür. Çini ve kalem işleri daha çok giriş kapısı yanlarında ve içerisi bir
cennet bahçesini andıracak şekilde tezyin edilmiştir. Bursa Muradiye
türbeleri, İstanbul II. Bayezid ve diğer padişah türbeleri, İstanbul Mahmud
Paşa Türbesi gibi örnekler. Bundan başka Bursa Devlet Hatun ve İstanbul
Murad Paşa Cami’nde de Şirmerd Çavuş kabri gibi üstü ve yanları açık
olarak baldaken veya cihar tâk tarzında olanları da görülmektedir.
Kabirler, şâhide denilen taşlarının, taş işleme sanatının bir nevi abstre
heykel gibi ele alındığı en güzel örneklerdir. Yazılar, süslemeler dönemlere
göre üslûp ve karakter farklılıkları gösterse de Osmanlı taş ustasının bu en
küçük objeyi bile birer sanat eseri haline getirmesi olağan üstüdür. Bu
örnekler bize toplumun zevk ve sanat yönünden bugün bile erişilmeyecek bir
düzeyde olduğunun birer delili olarak görülmektedir. Ayrıca mezar taşları
sosyal açıdan ele alındığında, bu şâhidelerin, kadın ve erkekleri, her sınıf ve
meslek erbabının özelliklerini serpuş ve biçim farklılıklarıyla belirtmesi
bakımından büyük önem arzetmektedir.
48
Resim 3.6: Gelibolu – Azebler Namazgâhı
Kaynak: İ. Aydın Yüksel
3. Eğitim Yapıları
a. Medreseler, Dârülkurra - Dârülhadis ve Dârüttıb, Mektepler
49
Akıl Hastahanesi ve Süleymaniye Tıp Medresesi ve Dârüşşifası buna
örnektir.
4. Sivil Yapılar
Osmanlı mimarisinin geniş kapsamlı programlarında yapıların, birbiriyle
yakın ve uzak ilişki içinde oldukları görülmektedir. Sivil kategoride
inceleyeceğimiz yapılar da aslında büyük bir bölümüyle bir külliyeyi
meydana getiren parçalar içinde yer alır.
50
a. Hastahane-Dârüşşifa-Bîmarhane
b. İmaret-Tabhane
Tabhane ise bir misafirhanedir. Önceleri, daha çok camilerin iki tarafında
birer veya ikişer oda halinde iken, İstanbul II. Bayezid ve Sultan Selim
külliyelerinde ve Edirne II. Bayezid Külliyesi’nde yazlık ve kışlık olmak
üzere dörder oda ve eyvanlar şeklindedir. İstanbul II. Bayezid Camii’nin
tabhaneleri sonradan ara duvarları açılarak camiye dahil edilmiştir.
Tabhanelere caminin dışından girilebilmekte, namaz vakitlerinde misafirler
cami harimine açılan bir kapıdan içeriye dahil olabilmektedirler. Tabhaneler
klasik dönemde artık ayrı bina olarak yapılmaya başlanmıştır. Fâtih ve
Süleymaniye külliyelerinde imaret-dârüzziyafe ve tabhane ayrı yapılar
halindedir.
c. Su Yapıları
Varlığı İslâm dünyasında VII. yüzyıl kadar giden hamamlar, Selçuklu
Türkleri’nde XII. yüzyıldan itibaren görülmeye başlamıştır. Anadolu’da
köşk, saray, kışla ve çarşı hamamları yapılmıştır. Bunların ihtiyaçlara göre
çeşitli ölçü ve planda oldukları görülür. Bundan başka, seferlerde kullanılan
ve tepme keçeden yapılan çadır hamamlarının varlığı bilinmektedir. Bunun
yanında tedavi maksadıyla kullanılan ılıca-kaplıcalar daha az sayıda
bulunmaktadır. Hamam, ılıca-kaplıca ve çeşmeler esas itibariyle bir su
tesisatına ve bilgisine ihtiyaç gösteren yapılardır. Bunun için de mimar sınıfı
içinde suyolcuları ve su nâzırı önemli bir yere sahiptir.
52
köşelerde birkaç yüzlü çeşmeler yapıldığı görülür (Davud Paşa Çeşmesi ve
II. Ahmed Çeşmesi örneğinde olduğu gibi).
Sebiller ise daha çok XVIII. yüzyılda ortaya çıkan bir tarzdır. Artık
külliyelerin mimari programının ayrılmaz bir parçası haline geldiği görülür.
Daha çok gelen geçene su ikram etmek için kurulmuştur. Külliyenin
köşebaşında veya avlu kapısının yanında dışarıya doğru çıkan, beş veya çok
kenarlı, bronz veya demir kafesli fevkalâde süslü sebiller yapılmıştır.
Her iki bedesten de buradadır ve taş ayaklar üzerinde kubbeli olarak
yaptırılmıştır. Edirne Ali Paşa Çarşısı üstü tonoz örtülü uzun bir sokak
şeklindedir. Ankara Mahmud Paşa Bedesteni on kubbeli ve etrafında iki sıra
dükkânları olan çarşısı ile 3000 m2’ye oturan muazzam bir yapıdır. Edirne’de
Eski Cami’nin vakfı olan Çelebi Mehmed Bedesteni ve Bursa Yıldırım
Bedesteni hemen hemen aynı planda yapılmış on dörder kubbeli, içinde
dolapları ve dışında dükkânları olan bedestenlerdir. Saraybosna’daki Bursa
Bedesteni ise Bursa’dan gelen ipek ticaretinin merkezidir. Arasta ve çarşılar
bu bedestenlere bağlı veya ayrı şekilde yine kârgir olarak yapılmışlardır.
Önemli örneklerden biri Sultan Ahmed Cami’nin arastasıdır.
e. Han ve Kervansaraylar
f. Köprüler
Osmanlı mimarlık yapıları içinde saraylar mütevazi bir yer tutar. Büyük
konaklar da tarih içinde bazan saray adını almıştır. Evliya Çelebi İstanbul’da
elli üç hanedan ve vezir sarayının isimlerini saymaktadır. Osmanlı padişahlık
54
sarayları karakter bakımından bir ordugâha benzer şekilde dağınık ve fakat
kendi içinde fonksiyonel bir düzenle köşkler ve kasırlar şeklinde vücut
bulmuştur. Avrupa sarayları ile mukayese edildiğinde çok sade ve
mütevazidirler.
İlk Osmanlı sarayı Bursa’da kale içinde, ikinci saray da Dimetoka’da idi.
Ancak her ikisinden de eser kalmamıştır. Bursa sarayı kalede etrafı surlarla
çevrili, bahçeler içinde ve mütevazi köşkler şeklinde olmalıdır. Çok geniş bir
sahaya yayılan ve kârgir ve ahşap çeşitli köşklerden ibaret olan Edirne
Sarayı’nın birtakım kalıntıları durmaktadır. Bugüne bu saraydan kârgir
hamam ve mutfakların harabeleri, Cihannüma Kasrı’nın bir kısmı ve Adalet
Kasrı denilen yapıları kalmıştır.
Topkapı Sarayı da tek bir yapı olarak değil, diğer emsalleri gibi etrafı
surlarla çevrili ve bahçeler içinde müteaddit yapılar şeklinde kurulmuştur.
Büyük bir kısmı bugüne gelen önemli parçaları, Bâb-ı Hümâyun, Bâbüsselâm
gibi ana kapıları, Çinili Köşk, Fâtih Köşkü, Sepetçiler Kasrı, Mukaddes
Emanetler, mutfaklar ve harem binalarıdır. Günümüze hiçbir parçası intikal
etmeyen Üsküdar Sarayı ise daha çok hanım sultanların kullandığı bir
saraydı. Evliya Çelebi tarafından vezir saraylarının “en edna”sı, yani en basit
ve mütevazisi olarak tarif edilen İbrahim Paşa Sarayı’nın kârgir olan büyük
bir bölümü zamanımıza kadar gelmiştir. İbrahim Paşa Sarayı bugün Türk ve
İslâm Eserleri Müzesi olarak kullanılmaktadır.
Eski Türk evinin esas özelliği olarak, mütevazi, sade ve çok fonksiyonlu ve
ekonomik oluşunu söyleyebiliriz. Bir tek oda bile bir çadırdaki gibi her türlü
ihtiyacı, yani barınma, yatma, yeme-içme, yıkanma gibi her türlü günlük
ihtiyaçları bünyesinde barındırmaktadır. Bu odalarda sedirden başka hareketli
eşya bulunmamakta, derin ve büyük dolaplar şeklindeki yüklüklerde yatak ve
yorganlar, yine bir banyo (gusülhane) ve ocak günlük hayat için her şeye
yetmektedir.
5. Askerî Yapılar
Kale ve Hisarlar, Dökümhane, Tersane ve Baruthaneler
56
Ele geçirilen kalelerin tamir ve ilâveleri veya yeniden inşası için kale
mimarları mevcuttu. Orijinal olarak kısmen günümüze kalabilen Anadolu
Hisarı, Rumeli Hisarı, Çanakkale Hisarları, Bozcaada Kalesi gibi hisarların
yanında Çeşme’de II. Bayezid’in yaptırdığı kaleyi görüyoruz. Mesut bir
tesadüfle de kale mimarının adı bir kitâbe ile Mehmed b. Muallim olarak
bugüne kadar gelebilmiştir.
57
1. Bursa ve Edirne Dönemi (1299-1447)
Osmanlı mimarisinin başlangıç döneminde bilhassa cami tipolojisinde
denemeler yapıldığı gibi, ulucami tipinde geniş mekânları örten çok direkli
ve çok kubbeli planlar da yapılmıştır. Ulucami tipinde olanlara örnek olarak
Bursa’da Ulucami (1398), Edirne’de Eski Cami (1414) gibi yapıları
söyleyebiliriz. Tek veya iki kubbeli merkezî planlı camilerin ilki
sayılabilecek olan Orhan Cami (1340) ve Edirne’de de klasik çağın habercisi
Üç Şerefeli Cami (1447) görülür.
58
a. Sinan Öncesi Klasik Dönem (1447-1538)
Mimar Sinan’ın mimarbaşı oluşuna kadar (1538) devam eden bu dönem, çok
büyük programlı külliyelerin yapıldığı, merkezî kubbe ve mekân ilişkisinin
çözüme ulaştığı, kubbe ve kemer ve taşıyıcı strüktürünün problemlerinin
halledildiği dönem olarak görülür. Fâtih Külliyesi ile büyük programlara
adım atılmış, II. Bayezid’in Amasya, Edirne ve İstanbul’daki külliyeleri ile
devam etmiş, İstanbul Sultan Selim ve Gebze Çoban Mustafa Paşa menzil
külliyeleri ile kıvamını bulmuştur.
Sinan’ın çırakları olan Davud Ağa, Dalgıç Ahmed Ağa, Sedefkâr Mehmed
Ağa gibi yine çok büyük mimarların yetiştiği bu dönemde Sinan’ın kurduğu
ekol devam etmiştir. Bu dönemde Sedefkâr Mehmed Ağa’nın Sultan I.
Ahmed için yaptığı büyük külliye (1617), döneme, İstanbul’un önemli bir
merkezine damgasını vurur. Ayasofya’nın hantallığı karşısında Sultan
Ahmed Cami’nin zarafeti yarışmaktadır. Daha sonra 1598’de başlamasına
rağmen 1663’te bitirilebilen Eminönü’ndeki Yeni Cami, Üsküdar’da III.
Mehmed’in annesi Hatice Gülnuş Sultan için yaptırılan Yeni Valide Cami
(1710) gibi büyük yapılar dönemi tamamlar.
plana çıkmışlardır. Bu döneme bu etkilerin ışığı altında bakıldığı zaman
birkaç safhaya ayrıldığı görülür.
60
Özet
Osmanlı mimarisi geldiği yeni coğrafyada bulunan eski kültür yapılarından
çok farklı ve orijinal bir mimarlık yaratabilmiştir. Bu farklı mimarlık eserleri
için, başta bir hassa mimarbaşının kontrolü altında hassa mimarları, mimarlık
ve inşaat esnafı, şehir mimarları mevcuttu. Mimarbaşı gerektiğinde bunları
kullanabilirdi. Hassa mimarları, saraydaki Hassa Mimarlık Ocağı’nda pratik
ve teorik bilgi ve uygulamalarla uzun yıllarda yetişirdi. Mimarbaşı ve
mimarlar inşaatların resimlerini yapar ve keşiflerini çıkarır, her türlü
mimarlık esnafını, malzeme standartlarını ve fiyatlarını belirler ve kontrol
ederdi.
İnşaat malzeme ve teknikleri taş, tuğla, ahşap ve metaldir. Aynı zamanda alçı,
taş, çini ve kalem işleri ile yapılar gerekli ölçüde süslenebilirdi.
Kendimizi Sınayalım
1. Osmanlı mimarisinin cami tipolojisinde klasik çağa damgasını vuran tip,
hangi dönemde ortaya çıkmıştır?
a. Klasik Dönem
b. Barok Dönemi
e. Ampir Dönemi
b. Barok Dönemi
e. Ampir Dönemi
61
3. Osmanlı mimarisinde büyük külliyeler hangi dönemde görülmektedir?
b. Barok Dönemi
c. Ampir Dönemi
a. Büyüklük
b. Genişlik
c. Sadelik
d. Yükseklik
e. Ferahlık
62
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
XV. yüzyıldan itibaren devletin her türlü inşaat işleri Hassa Mimarlar Ocağı
tarafından yürütülürdü. Bu teşkilâtın basında sermimârân-ı Hâssa ve
Mimarbaşı Ağa denilen en üst düzey yetkili şahsiyet bulunurdu. Mimarbaşı
ağanın emrinde su yolu nâzırı, halife, üstad gibi mimarlar bulunurdu.
Sıra Sizde 2
Sıra Sizde 3
Sıra Sizde 4
Mimar Sinan’ın mimarbaşı oluşuna kadar devam eden bu dönem çok büyük
programlı külliyelerin yapıldığı, merkezî kubbe ve mekân ilişkisinin çözüme
ulaştığı, kubbe ve kemer ve taşıyıcı strüktürünün problemlerinin halledildiği
bir dönem olarak görülür.
Sıra Sizde 5
Yararlanılan Kaynaklar
Ayverdi, E. Hakkı – Yüksel, İ. Aydın (1976), İlk 250 Senenin Osmanlı
Mimarisi, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
63
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
İ ılarının kaynağını, mevzun hatları ı sitte, altı
çeşit yazı ını
açıklayabilecek,
ı çeşit yazının dışında hat ekollerini tanıyacak,
ı hat ekolünün özelliklerini ve büyük üstatlarını tanımlayabilecek,
ının estetik değerlerini tanımlayabilecek,
ının kullanım alanlarını açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
ık
ı çeşit yazı ı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
Hat Sanatı ve Meşhur Hattatlar, İ
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
inceleyiniz.
ılarını,
İ İ ın bir yerde oturuyorsanız İstanbul
ılarını ı ı
İ ı ı
ştiriniz.
Hat Sanatı
GİRİ
ğru yol; birçok noktanın birbirine bitişerek
sıralanması ı şüncelerin belli
işaret ve ş
İ ıtası yazı ve sanat yazısı ı
ında kullanılmıştı ğlı
ı yazma sanatıdır; yalnız İ ıları için
kullanı ı
ı
denilmiş Tuhfe, İranlılar hattat karşılığı ş
ışlardır. Genelde İ ılarını yazma ve
öğretme hüne ık
denilmiştir.
Bazı İslâm bilginleri Câhiliye dönemi Arap yazısına “el-cezm” adını
vermişlerdir. Aslı Nabatî yazıya dayanan “cezm”, Hîre’de geometrik,
düzenli, dik ve yatay çizgilerin hâkim olduğu bir üslûp kazanmış, kalemle
yazılmasındaki güçlük sebebiyle daha çok taş, maden, ahşap ve paralar
üzerine nakşedilmiştir. İslâmiyet’ten önce Araplar arasında cezmden başka
ticarî işlerde, mektuplarda veya süratle yazılması gereken günlük işlerde yine
Nabatî yazıdan kaynaklanan yuvarlak, yumuşak ve ortaları delikli olmaya
meyilli harfleriyle meşk hattının kullanıldığı bilinmektedir.
İslâmiyet ve Yazı
İslâm’ın doğuşuyla beraber dünya ölçüsünde yeni bir uygarlığın da temelleri
atılmıştır. Kısa zamanda Orta Asya’dan Atlas Okyanusu’na kadar genişleyen
İslâm coğrafyasında yaşayan çeşitli uluslar bu uygarlık çatısı altında
birleşmiş, Kur’an dili ve yazısı uluslararası güçlü bir dil haline gelmiş, kültür
birliği sağlamıştır. İlâhî kaynaktan insanlığa ulaşan ilk mesajda ilim ve ona
vasıta olan yazının sosyal gelişme ve yükselme için gerekliliği vurgulanmış,
bilgisizliğin ise her türlü geriliğin nedeni olduğu gösterilmiştir. Zamanla
İslâm dininin öğretilmesi, Kur’an’ın yazılması, korunması ve yayılmasına
duyulan ihtiyaç yazının önemini bir kat daha artırmıştır. Hicrî I ve II.
yüzyıllarda yazı bir taraftan alfabe, şekil ve imlâ yönüyle gelişme
gösterirken, diğer taraftan da sanat yazısı seviyesine yükselmiş, olağan üstü
bir güzellik kazanmış, İslâm sanatlarının en önemli şubelerinden biri
olmuştur.
66
Yazının insan için önem ve gerekliliğine işaret eden pek çok âyet ve hadis
vardır. Allah’ın insanlığa ilk hitabı “Oku” ve “Yaz” emridir. “Rabbinin
adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. O keremine nihayet olmayan
rabbinin adıyla oku ki O, kalemle yazmayı, bu vasıta ile insana bilmediğini
öğretti (Okumamaktan) sakın! Muhakkak ki ilme ihtiyaç hissetmeyen insan
azar” (el-Alak 96/1-6). Bu âyetlerde, yazı öğrenimini Allah’ın kendi nefsine
bağladığı, yazmanın ve ilim öğrenmenin insanoğluna verilmiş sayısız
nimetlerinden biri olduğu vurgulanmıştır. Yine, “Hokka ile kaleme ve kâtibin
satıra dizdikleri ve dizecekleri hakkı için yâ Muhammed” (el-Kalem 68/1)
âyeti ile de yazının önem ve faziletine işaret edilmiştir. Bize kadar ulaşan ve
yazı yazmaya teşvik eden hadislerde de, “İlmi yazıyla bağlayınız” (Aclûnî,
Keşfü’l-hafâ, I, 130), “Çocuğun annesi ve babası üzerinde üç hakkı vardır:
Güzel yazmayı, yüzme ve ok atmayı öğretmek ve ona helâl rızık yedirmektir”
(Münâvî, Feyzü’l-kadîr, III, 393) buyurularak bilginin unutulmaması ve
kaybolmaması için yazıyla bağlanması gerektiği, güzel yazı öğrenmenin
gerekliliği, bunun insanın akıl ve his dünyasını zenginleştirerek mutluluk
vereceği ifade edilmiştir.
Câhiliye çağı Arap yazısı İslâm’ın doğuşuyla yeni bir döneme girmiş ve
canlılık kazanmıştır. Allah’ın insanlığa ilk buyruğu ile okuma ve yazmanın
gerekliliği ve önemi vurgulanmıştır. Bu konuyla ilgili hadisler arasında Hz.
Peygamber’in, “Allah beni bir öğretmen olarak görevlendirmiştir”
buyurması, okuma ve yazmaya verdiği önemi göstermektedir. Hz.
Muhammed’in, ashabı arasında yazı bilen Abdullah b. Saîd’e Medine halkına
yazı yazmayı öğretmesini emrettiği, yine ashaptan Ubâd b. Sâmit’in Suffe
ehlinden bazılarına Kur’an ve yazı yazmayı öğrettiği bu konuda nakledilen
haberlerdendir. Bedir Savaşı’nda esir alınan, yazı bilen ve fidye ödeyemeyen
müşriklerin on müslüman çocuğa okuma ve yazma öğrettikten sonra serbest
bırakılmaları da yazı ve öğretim hususunda Hz. Muhammed’in gayret ve
özenini gösteren hadiselerdir. Hz. Peygamber Mescid-i Nebevî’nin Suffe
denilen bölümünde ashabına bizzat ders vermiş, okuma ve yazma
yaygınlaştırılmış ve kurumsallaştırılmıştır.
Bütün işlerinde ince bir zevke ve estetik anlayışa sahip olan Hz.
Peygamber, kâtibine, “Hokkaya lika koy, kalemi eğri kes, besmelenin
‘bâ’sını dik yaz, sîn harfinin dişlerini, ‘mîm’in gözünü açık, ism-i celâli güzel
yazmaya gayret et, ‘rahmân’da kalemin mürekkebini yenile, ‘nûn’un çanağını
uzat, ‘rahîm’i de güzel yaz” diyerek besmelenin göze hoş gelecek biçimde
67
yazılmasını tavsiye ederken estetik değerleri ortaya koymuş; böylece yazının
sanat seviyesine yükselmesini hedef olarak göstermiştir. “Bilgiyi yazıyla
bağlayın”; “Güzel yazı gerçeğe açıklık kazandırır” sözleriyle de bilginin
kaybolmaması için güzel yazıyla kaydedilmesini istemiş, bunun insanın akıl
ve his dünyasını zenginleştirip mutluluk vereceğini belirtmiştir. Hz.
Muhammed’in bu sözleri yanında okuduğu âhenkli Kur’an âyetleri, insan-
ların ruhunda sanat duygusunu da uyandırmıştır.
fakat onlardan birini veya onları esas alarak kopya edilmiş mushaflardan
yazılmış olduğu tahmin edilmektedir.
Resim 4.1: Hz. Osman’a nisbet edilen Kur’ân-ı Kerîm’den bir sayfa
Emevîler devrinde hüsn-i hatla yazdığı mushafla adı öne çıkan Hâlid b.
Ebü’l-Heyyâc’dır. İlk celî yazı hattatı olarak da kabul edilen Hâlid, Mescid-i
Nebevî’nin kıble duvarına Şems sûresinden Kur’an’ın sonuna kadar altınla
ilk âbidevî yazı yazan hattat olarak bilinmektedir.
boy yapraktır. Kutbe bu ölçülü tûmar yapraklarına yazılacak yazının kalem
ağzının genişliğini tesbit etmiş, diğer celîl, sülüs ve nısf kalemlerinin
genişliğini de tûmara göre belirlemiştir. Abbâsîler zamanında Dahhâk adında
bir hattat Kutbe’nin yazılarını daha da güzelleştirmiştir. Onu takip eden İshak
b. Hammâd talebeleriyle ölçülü (mevzun) hatların birçoğunu belirleyip
ortaya çıkarmışlardır.
70
Aklâm-ı Sitenin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
İslam yazılarında mevzun (ölçülü) hatlar döneminden sonra bu alanda en
önemli yenilikleri gerçekleştiren Abbasî veziri İbn Mukle (ö.328/940) ve
kardeşi Ebû Abdullah el-Hasan (ö.338/949) ile Mensup hatlar (oranlı nisbetli
yazılar) ve aklâm-ı sitte (altı kalem, altı çeşit yazı) diye adlandırılan yeni bir
dönem başlamıştır.
İbn Mukle mevzun hatlar arasında karakter ve özellikleri birbirine yakın
olanları birleştirerek sınıflandırmış, sayılarını azaltmış, ayıklamış ve harflerin
daire esasına göre geometrik oran ve kurallarını ortaya koymuş ve
adlandırmıştır. Böylece İbn Mukle mensûb hatların (aklâm-ı sitte)
belirmesinde ilk önemli reformları yapmıştır. Fakat hatları kaç gruba ayırdığı
bilinmemektedir. İbn Mukle’den sonra ikinci büyük hat üstadı olarak kabul
edilen İbnü’l-Bevvâb (ö. 413/1022) ise onun aklâm-ı sittede tesbit ettiği bu
estetik kaideleri daha ince geometrik nisbetlere bağlayarak üslûbunu
güzelleştirmiştir. Benzer üslûpların ortak hususiyetlerini tesbit edip
sınıflandırarak kalemlerin sayısını sekize indirmiş, böylece aklâm-ı sittenin
teşekkülünde büyük bir inkılâbı başarmıştır. Hat sanatı sahasında ortaya
koyduğu güzel örnekler, bilhassa ölümünden sonra yetişen hattatları
etkilemiş, yazı üslûbu İslâm dünyasında üç asra yakın hâkim olmuştur.
Bilinen günümüze ulaşmış eserleri arasında reyhânî hatla yazdığı Kur’ân-ı
Kerîm Dublin Chester Beatty Kütüphanesi’nde (nr. 1431) korunmaktadır.
Abbâsîler döneminde altı çeşit yazının (el-hattü’l-mensûb) belirmeye
başlamasıyla kûfî hattının da yavaş yavaş mushaf kitâbetinde önemi azalmış,
IV. (X.) yüzyıldan sonra neshî yazının öne çıkmasıyla artık kullanılmamıştır.
Ancak kûfî hattı Kuzey Afrika’da yuvarlaklaşarak Mağribî şekliyle, İran ve
doğusunda ise Meşrik kûfîsi adıyla mushaf kitâbetinde kullanılmaya devam
edilmiştir.
Emevîler, bilhassa Abbâsîler zamanında başlayan tercüme ve telif faali-
yetlerine paralel olarak, büyüyen ve zenginleşen kütüphanelerde, verraklar
(müstensih) hususiyle kitap istinsahına mahsus verrâkī, diye bilinen yazı
tarzını güzelleştirmişlerdir. Nesihten ayırmak için, neshî diye adlandırılan bu
tarz, nesih ve reyhânî yazıların doğmasına zemin hazırlamıştır.
İbnü’l-Bevvâb’dan sonra aklâm-ı sitte denilen sülüs, nesih, muhakkak,
reyhânî tevkī‘, rikā‘ yazılarını belirleyerek klasik ölçü ve kurallarını en
gelişmiş şekliyle ortaya koyan sanatkâr Yâkūt el-Müsta‘sımî’dir. Küçük
yaşta Rum ülkesinden esirler arasında Bağdat’a getirilmiş olan Yâkūt, son
Abbâsî halifesi Musta‘sım-Billâh tarafından satın alınmış, sarayda çok
disiplinli bir eğitim görmüştür. Özellikle Abdülmü’min el-Urmevî’den aldığı
hat derslerinde üstün bir başarı göstermiştir. Yâkūt geleneksel usulde yazı
öğrenimini tamamladıktan sonra, asıl gelişmesini İbn Mukle, özellikle İbnü’l-
Bevvâb’ın ve diğer üstatların yazıları üzerinde yaptığı uzun inceleme ve
çalışmaları sonunda onların en güzel harflerini seçerek kendi zevk ve sanat
gücünü de ortaya koymak suretiyle yeni bir ekolün sahibi olmuştur.
Yâkūt her yazı çeşidine göre kalem ağzı meylini yeniden belirleyerek İbn
Mukle ile belirmeye başlayan altı çeşit yazının (el-hattü’l-mensûb, aklâm-ı
sitte) kesin klasik nisbet ve ölçülerini ortaya koymuştur. Böylece Yâkūt ekolü
yazı çeşitlerinde harflerin bünyesi kendi kalem noktasına göre boy ve enleri,
çanakların derinlik ve genişlikleri, nûn, kâf ve yâ gibi harflerde yapılan
keşidelerin uzunluğu ve derinliği, satır düzeninde harf ve kelimelerin
aralıkları, harflerin birbirine olan bağlantıları belirlenerek yazı en güzel
71
âhenge ulaşmıştır. Bu üslûbun farklılığı bütün yazı çeşitlerinde görülmekle
beraber, bu ekolde özellikle muhakkak ve reyhânî yazılar klasik form ve
güzelliğine ulaşmıştır. Sülüs ve nesih yazıları ise klasik formları belirlenmiş
olmakla beraber, bu yazılar altın çağına Osmanlı hat ekolünde ulaşmıştır.
Yâkūt üslûbunun İslâm âleminde benimsenip hattatlar tarafından örnek
alınmasıyla Yâkūt, “kıbletü’l-küttâb” (hattatların kıblesi) lakabı ile anılmış ve
ünü yayılmıştır. Yâkūt’un bu başarıyı elde etmesinde ona her türlü imkânı
sağlayan, destek olan, onu teşvik eden, başarısını sık sık ihsanlarıyla
ödüllendiren Halife Musta‘sım’ın da büyük hissesi vardır. Yâkūt, halifenin en
yakın musâhibi gibi sarayda varlık ve bolluk içinde bir hayat sürmüştür.
Hülâgû Han’ın Bağdat’a girmesiyle başlayan zor ve sıkıntılı günleri
atlattıktan sonra diğer âlim ve sanatkârlar gibi Alâeddin el-Cüveynî ve
kardeşi Şemseddin el-Cüveynî’nin yakınlığını kazanarak büyük saygı ve
desteklerini görmüştür. Bundan sonra sanatının uzun ve en verimli yıllarını
talebe yetiştirerek ve mushaf yazarak geçiren Yâkūt, yaşı bir hayli ilerlemiş
olduğu halde Bağdat’ta 698’de (1298) vefat etmiştir.
Çeşitli İslâm ülkelerinden pek çok talebe yetiştirmiş olan Yâkūt, aklâm-ı
sittenin her birini öğrettiği altı talebesi kendisiyle beraber “esâtîze-i seb‘a”
(yedi üstat) diye anılmıştır. Yâkūt’un hat sanatında yaptığı yenilikler yeni bir
devri başlatmış, tesirleri iki asra yakın devam etmiş, yazıları örnek alınmıştır.
Yâkūt’un vefatından sonra altı talebesi İslâm ülkelerine dağılarak Yâkūt
üslûbunu yaymışlardır.
Günümüzde Yâkūt ve talebelerinin seçkin eserleri dünyanın belli başlı
müze ve kütüphaneleriyle özel koleksiyonlarında korunmakta ve ser-
gilenmektedir. Müslümanların sanat alanındaki başarılarını ve ince zevklerini
belgeleyen bu eserler Avrupa’da büyük ilgi ve hayranlık uyandırmakta, bu
alanda ciddi bilimsel araştırmalar yapılmaktadır.
Aklâm-ı sitte hangi yazı grubunun ayıklanması ve sınıflandırılması sonucu
ortaya çıkmıştır?
72
4. Tezyinî ve çiçekli kûfî. Kûfînin celî şekli daha tezyinî bir mahiyet
kazanmış, harflerin uçları ve yazı boşlukları yaprak kıvrımları stilize çiçek ve
hayvan motifleriyle bezenmiştir. Nâyin Camii’nin 960 yılında yazılmış
yazıları, Kahire’de 1356 yılına ait Sultan Hasan Medresesi yazıları bu tarzın
en güzel örnekleri arasındadır .
5. Örgülü kûfî. Celî kûfî yazıda dekoratif gelişmeler gittikçe
zenginleşerek yeni şekiller oluşmuş, elif ve lâm gibi dik harfler hatta
kelimeler dahi örülerek kûfînin bu tarzı ortaya çıkmıştır. Konya’da Sırçalı
Medrese, Karatay Medresesi’nin kubbe tezyinatı ve Sivas’ta I. Keykâvus
Dârüşşifası’nın pencere alınlıklarının lâcivert örgülü kûfî yazıları bu tipin en
güzel örnekleridir.
6. Ma‘kılî, bennâî, satrancî. Celî kûfînin bu şekli sade, bütün harfleri
köşeli ve geometriktir. Mimaride bir süsleme unsuru olarak günümüze kadar
kullanılmıştır. Bu tarzın mimaride sırlı ve sırsız tuğlalarla şekillendirilmiş
çok güzel örnekleri İran, Orta Asya, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde yer
almıştır.
Aklâm-ı Sitte. İslâm yazıları arasında farklı üslûplara sahip altı çeşit
yazıya verilen addır (şeş kalem). Bu ana üslûplar, İbn Mukle ve İbnü’l-
Bevvâb tarafından müstedîr (yuvarlak) karakterli yazılar arasından seçilmiş,
her birine mânasına göre isim verilmiştir. Yâkūt el-Müsta‘sımî ile klasik
kaideleri ortaya konmuştur. Bunlar ikili grup halinde tevkī‘, rikā‘, muhakkak,
reyhânî, sülüs ve nesih yazılarıdır. Bu yazıları birbirinden ayıran bünye
farkıdır. Yoksa harf şekillerinin esası ve cevheri birdir.
Tevkī‘-Rikā‘. Tevkī‘, hat sanatında sultanlara ait bütün belgelerin
yazıldığı, sülüs kalemi kalınlığında (3-4 mm.) yazı çeşidine verilen addır.
Tevkī‘ yazıda harflerin kaide ve biçimleri sülüs kalemine uymakla beraber,
aralarında bazı farklılıklar vardır. Sülüse nisbetle tevkī‘de harfler daha
yuvarlaktır. Yazı, satır çizgisinde yazı bitimine doğru yükselir. Tevkī‘ yazı
Dîvânü’l-inşâ’da çok kullanılması nedeniyle işlenip gelişmesini ilk
tamamlayan yazı üslûplarındadır. Ayrıca tevkī‘den onun kurallarına uyan
rikā‘ yazı çıkarılmıştır. Kalem kalınlığı 1 mm’dir. Rikā‘, hat sanatında
boyutları belirlenmiş küçük kâğıt ve parşömen parçaları üzerine süratle
yazılan yazının adı olmuştur. Osmanlılar’da bu rikā‘ yazısına hatt-ı icâze adı
verilmiştir.
Resim 4.2: Şeyh Hamdullah tarafından tevkī‘ ve rikā‘ hatlarıyla yazılmış bir kıta
Kaynak: TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 2084.
73
Muhakkak-Reyhânî. Muhakkak, kalem kalınlığı sülüs kadardır (3-4
mm.). Sülüs harflerine nisbetle muhakkak yazının harfleri daha büyüktür ve
yayılma istidadı gösterir. Kâseler düzümsü ve geniştir. Büyük boy Kur’ân-ı
Kerîm ve diğer kitaplarda, celî tarzı XVI. yüzyıla kadar mimari eserlerin
kitâbelerinde kullanılmış bir yazıdır.
Reyhânî, muhakkak yazıya bağlı, onun karakterinde; fakat nesih gibi ince
ve küçük yazılan bir hattır. Kalem kalınlığı 1 mm’dir. Daha çok mushaf
kitâbetinde ve kitap sanatlarında kullanılmıştır. Ancak nesih yazıya nisbetle
bazı harfleri geniş ve büyüktür. Her iki yazı da gelişmesini tevkī‘ ve rikā‘dan
sonra tamamlamıştır.
Nesih, kalem kalınlığı sülüsün üçte biri kadardır (1 mm.). Sülüsün üçte
ikisini kaldırmış, biriyle de ona tâbi olmuş bir yazıdır. Kaideleri kırılarak
yazılan neshe, nesih kırması adı verilir. XVI. yüzyıldan sonra da kitap ve
mushaf yazmak için en çok nesih kullanılmış, reyhânî tamamen
terkedilmiştir. Bugün İslâm âleminde kitap yazısı olarak okunması ve
yazılmasındaki kolaylık sebebiyle nesih benimsenmiş ve diğer yazılara tercih
edilmiştir.
74
Resim 4.4: Hafız Osman tarafından sülüs-nesih hatla yazılmış koltuklu bir kıta
Celî, müselsel, müsenna ve gubârî gibi hat terimleri bir hat çeşidi olmayıp
bir cins yazının karakteri ve sıfatıdır.
Bir yazı karakteri olarak “ince toz” mânasına gelen gubârî, nesih yazının
okunamayacak kadar küçük yazılan şeklidir. Müze ve kütüphanelerde
gördüğümüz pirinç tanesi üzerine yazılmış sûre, âyet veya küçük Kur’ân-ı
Kerîm nüshaları gubârî hatla yazılmıştır. Müselsel birbiri ardınca, zincirleme
devam eden yazıdır. Bünye itibariyle daha çok tevkī‘ ve rikā‘ yazıları bu
tarza müsaittir. Ancak sülüs yazıyla da müselsel terkiplere rastlamak
mümkündür. Müsennâ, simetrik veya aynalı yazı, bu tarzda bir yazı türü
olmayıp bir yazının normal ve ters yazılmış şekliyle yapılmış
kompozisyonlardır. Daha çok sülüs yazıda uygulanmıştır. Resim-yazı, bazı
hattatlar veya halk tarafından folklorik mahiyette yapılmış levhalarda yazı ile
çiçek, hayvan, insan ve eşya şeklinde kompozisyonlar yapılmıştır. Böyle
eserlere resim-yazı denilmiştir.
Celî Yazı
Her yazının tabii büyüklüğünden daha iri yazılanına verilen sıfattır. Kitâbe,
levha ve cami yazılarında kullanılmıştır. Bir yazı çeşidi olmayıp onun
karakterini ifade eder. Her yazı cinsinin kendine mahsus kalem ağızının
75
genişliği vardır. Sülüs, nesta‘lik, muhakkak yazıları ekseriya kalem ağzı 3-4
mm. eninde bir kamış kalemle yazılır. Bu ölçü aşıldığında yazı irileşir ve celî
sayılır. Hattatlar celî ölçüsünü, yazıların tabii ölçülerinin üç katı, en az serçe
parmak eninde kabul etmişlerdir. Tevkī‘ ve rikā‘ yazıları, kullanıldıkları yer
itibariyle kendi tabii ölçülerinin dışında yazılmamıştır. Kitap yazısı olarak
gelişen nesih yazının da büyük boy hilyelerde iri yazılanına tesadüf edilir.
Aklâm-ı sitteden sayılmayan celî divanî, divanî yazının irisi değildir. Celî
divanî özellikleri ve kuralları farklı bir yazı çeşididir. Mektup, arşiv ve
günlük işlerde kullanılan rik‘a yazısının da celîsine rastlanmaktadır.
76
Resim 4.5: Ali b. Yahya Sûfî’nin Topkapı Sarayı Bab-ı Hümayun üzerinde müsenna celî
sülüs hatla yazdığı kitabe.
olmuştur. Bu dönemde şehzade sancağı Amasya’da Sultan II. Bayezid’in
desteğiyle Hayreddin Mar‘aşî etrafında Celâl Amâsî, Cemal ve Celâlzâde
Muhyiddin Amâsî, Abdullah Amâsî, Şeyh Hamdullah ve oğlu Mustafa Dede
gibi Anadolu’nun yedi büyük üstadı (esâtîze-i Rûm) yetişmiştir. Osmanlı hat
ekolünün temeli büyük ölçüde Amasya’da atılmıştır denilebilir. Fâtih Sultan
Mehmed devrinde Amasyalı hattatların aklâm-ı sitteye ve özellikle sülüs ve
nesih yazılarına yeni bir üslûp kazandırma yolundaki çabaları istenen başarılı
sonuçları, II. Bayezid’in hat hocası Şeyh Hamdullah’ı İstanbul’a davet etmesi
ve saray kâtibi olarak görevlendirmesinden sonra vermiş, Osmanlı hat
ekolünün günümüze kadar bütün İslâm dünyasında hükmünü sürdürecek olan
esasları bu dönemde Şeyh Hamdullah tarafından belirlenmiştir. Bunda Şeyh
Hamdullah’ın Yâkūt el-Müsta‘sımî ekolünü sürdüren hattatları etkileyecek
derecede dâhi bir üstat olmasının yanında II. Bayezid’in kendisine her türlü
desteği sağlamasının da önemli payı vardır. II. Bayezid’in, saray hazinesinde
bulunan Yâkūt el-Müsta‘sımî’ye ait seçkin yazılardan Şeyh Hamdullah’a
kıtalar vererek bunları incelemesini ve Osmanlılar’a has bir yazı tarzı
geliştirmesini istemesi üzerine 890 (1485) yılı civarında uzun süre uzlete
çekilen Şeyh Hamdullah, Yâkūt’un özellikle sülüs ve nesih yazılarından en
güzel harf ve kelimeleri seçerek değerlendirmiş, yeni yazı tarzını kâğıt
üzerinde de uygulayarak Osmanlı veya kendi adıyla anılan Şeyh Hamdullah
ekolünü temellendirmiştir. Şeyh Hamdullah’ın açtığı bu çığırla bir buçuk asır
etkisini sürdüren Yâkūt yazı tarzı İran dışında sona ermiş ve hat sanatı yeni
bir sürece girmiştir. Bilhassa sülüs ve nesih yazıların işlendiği bu yeni ekolde
mushaf-ı şerif, cüz, murakka‘, kıta ve kitaplarda hat sanatının en güzel
örnekleri verilmiştir. Şeyh Hamdullah’ın günümüze ulaşan, dünyanın önde
gelen müze ve kütüphanelerinde özenle korunan pek çok eserinin ve yazdığı
47 mushaf-ı şeriften başka Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ndeki
(Emanet Hazinesi, nr. 2083, 2084, 2086) aklâm-ı sitte murakka‘ları Osmanlı
üslûbunun özelliklerini ve Osmanlı hat ekolünde gerçekleşen yenilikleri
gösteren güzel eserleri arasında yer alır.
78
Resim 4.6: Şeyh Hamdullah’ın nesih hatla yazdığı Mushaf-ı şeriften Fatiha Sûresi
Hâfız Osman Ekolü. XVII. yüzyılın ikinci yarısında II. Mustafa ile III.
Ahmed’e hat hocalığı yapan Hâfız Osman, Şeyh Hamdullah’ın yazıları
üzerinde yaptığı estetik değerlendirmeyle yeni bir üslûp ortaya koymuştur.
79
Hâfız Osman’ın açtığı bu çığır dönemin bütün hattatlarını etkilediği gibi
asırlarca İslâm dünyasında etkisini sürdürmüştür. Hilye-i şerif düzenleyen ilk
hattat olan Hâfız Osman günümüze ulaşan altı çeşit yazıda pek çok murakka‘
(güzel yazı albümü) levha, en‘âm, delâilü’l-hayrât ve yirmi beş mushaf-ı şerif
yazdığı bilinmektedir. Bu mushaflardan bazıları okunuşundaki rahatlık ve
kolaylık sebebiyle basılarak bütün İslâm dünyasına yayılmıştır.
80
Resim 4.7: Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin celi sülüs Ehl-i beyt Levhası
Kaynak: Muhittin Serin Koleksiyonu
Osmanlı hat ekolünde hangi yazı gruplarında üslûplaşma görülür?
himayesinde Ali Meşhedî, Mîr Ali Herevî, Şah Mahmûd Nîşâbûrî, Baba Şah
İsfâhanî ve Mîr İmâd gibi güçlü üstatların ince sanat zevkiyle en güzel nisbet
ve âhenge ulaşmıştır.
Yesârî Mehmed Esad Efendi, İran ta‘liki yanında farklı özellikleriyle bir
Osmanlı nesta‘lik mektebinin doğmasına zemin hazırlamış, oğlu Yesârîzâde
82
Mustafa İzzet (ö. 1849), Osmanlı nesta‘lik ekolünün kurucusu olmuş,
Mustafa Râkım Efendi’nin sülüs celîsinde yaptığı yeniliği Yesârîzâde ta‘lik
hattında yapmıştır. İri bünyeli ta‘lik yazılarında harflerin incelik ve
kalınlıkları, bağlantıları ve boyları kaidelere oturmuş, nisbetler ve satır
nizamı en güzel şekilde sağlanmış, mekân-hat ilişkisi ideal biçimde
gerçekleştirilmiştir. Kendisi de hattat olan II. Mahmud devrinde yapılan
birçok binanın kitâbesi Yesârîzâde tarafından yazılmıştır. Bunlar arasında
Nusretiye Camii ve Sebili, II. Mahmud Türbesi, Bâbıâli, Alay Köşkü,
Beylerbeyi Sarayı kitâbeleri, bütün özellikleriyle Osmanlı ta‘lik ekolünün
belirmiş olduğunu belgeleyen örneklerdir. Osmanlı ta‘liki XX. yüzyılda Sami
Efendi gibi bir üstadın elinde son şeklini almıştır. Talebeleri Ömer Vasfi,
Mehmed Nazif Bey, Hulusi Efendi (Yazgan), Necmeddin Okyay, Kemal
Batanay onun yolunda hizmet etmiş ve sanat dünyasına güzel eserler
kazandırmışlardır.
Divanî Yazı
Osmanlı hat sanatında aklâm-ı sittenin dışında gelişen yazılardan biri de
Osmanlı Devleti’nin resmî yazısı olan divanîdir. Padişah fermanları,
menşurları, şikâyet, mühimme ve ahkâm defterleri, devletin resmî kararları
Dîvân-ı Hümâyun’da bu hat çeşidiyle yazılmıştır. Tevkī‘ ve ta‘lik
hususiyetleri taşıyan divanî, İran kökenli olmakla birlikte Osmanlılar
tarafından geliştirilmiş olup Osmanlı Devleti’nin kurduğu nizamın kuvvet,
ihtişam, asalet ve azametini ortaya koyar. Dik hatların sola doğru yükselerek
meydana getirdiği cereyan harflerin iç içe, yer yer büyüklük ifadesiyle
kıvrılıp mübalağalı bir şekilde uzaması ile doğan estetik bu yazının en açık
karakterlerindendir. Divanî Fâtih Sultan Mehmed devrinde önem kazanmış,
Osmanlı hattatları yazının İran üslûbunu değiştirerek okunması ve yazılması
kolay, göze hoş gelir bir şekle dönüştürmüştür. Bu hattatların en meşhuru
Matrakçı Nasuh’tur. Fâtih devrinde Tâceddin, yaptığı bazı yeniliklerle divanî
hattının bugünkü şeklini ortaya koyan hattat olarak kabul edilir. Padişah
iradeleri altında hattatın imzası olmadığı için divanî yazının gelişmesine
hizmet eden hattatlar hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır.
83
Resim 4.9: Emin Barın’ın celî dîvanî hatla yazdığı “Aman Yâ Rasûlellah” levhası
Tuğra
Osmanlı hat sanatı formlarından biri de tuğradır. İçinde padişahın ismi yazılı
özel bir şekil olan tuğra ferman, berat, hüküm, nâme, emir gibi padişaha ait
belgelerle sikkelerde, resmî evrak ve âbidelerde, kontrol damgası olarak altın
ve gümüş işler üzerinde yer alır.
Rik‘a
Aklâm-ı sitte dışında Osmanlılar’da süratli ve kolay yazma ihtiyacından
doğan rik‘a, XIX. yüzyılın başlarında Bâbıâli kalemlerinde geliştirilmiş
divanî karakterinde bir yazı çeşidi olup daha çok günlük hayatta,
mektuplarda, resmî yazılarda kullanılmıştır. Osmanlılar’da iki rik‘a üslûbu
geliştirilmiştir. Bâbıâli memurlarından Mümtaz Efendi tarafından geliştirilen
eski rik‘a veya yazıldığı yere izafeten Bâbıâli rik‘ası, diğeri İzzet Efendi
üslûbudur. Bu üslûpta rik‘a yazısı kesin ölçüler ve nisbetlerle sanat yazısı
haline dönüşmüştür.
84
yazı albümlerinde seyredilen güzel yazılar XIX. yüzyıldan itibaren celî
yazının zengin çizgi, ritim, form ve istif güzelliği kazanmasıyla cami, tekke,
türbe ve konakların iç mekânlarına bir süs ve kuvvetli bir plastik ifade
vasıtası olarak resim gibi asılmaya başlanmış ve dinî hayatın daha feyizli
yaşanmasına yardımcı olmuştur. Osmanlı hat sanatına ait eserler Avrupa ve
Amerika’da da büyük ilgi görmüş, müzelerde zengin hat koleksiyonları
oluşmuş, bu sahada ilmî araştırmalar yapılmıştır.
85
âhengi içinde akıp giden bu satırlara huşû ile dalar, gönüller haşyetle Allah’a
yönelir.
Harf bünyelerinin en ve boy ölçüsü yazıda kullanılan kalemin kalınlığı,
yani noktası ile gösterilir. İbn Mukle’nin geometrik prensiplere dayanan
ölçülü yazma sistemini geliştirdiği bilinir. Bu sistemde harflerin nisbetleri
daire ve nokta esasına göre kaidelere oturmuştur: Elif, dairenin çapı kadardır;
bâ, elifin düz çizgisi, boya doğrudur; cîm, vücudu yarım daireden alınmıştır.
Ayrıca harflerin, yazıldığı kalemin noktasına göre belirlenmiş, değişmez
ölçüleri ve oranları da vardır. Altı çeşit yazıda harflerin tek başına veya
kelime içinde satır nizamındaki artistik duruşları, nisbetleri İbn Mukle, Yâkūt
el-Müsta‘sımî, Şeyh Hamdullah ekollerinde en güzel biçim ve ölçüleri
bulmuştur. Kûfî, sülüs, nesih, muhakkak, reyhânî, tevkī‘, rikā‘, ta‘lik, divanî
gibi yazı çeşitlerinin üslûplara göre belirlenmiş ölçüleri vardır.
Harflerin uzun bir estetik tecrübe sonucu ulaşılan güzel biçimleri ve diğer
harflerle olan nisbeti, aralıkları, çekilişleri, bitişmelerindeki eğrilerin incelik
ve kalınlıklarındaki uyum, harf ve kelimelerin satır nizamındaki artistik
duruşu ve oturuşu, satıra olan meyilleri, akışı, dik hatlardaki ritim, okutma,
mühmel, süs işaretleri ve sayfaların düzeni gibi hususlar yazının maddî
âhengini ve güzelliğini meydana getirir. Eğer yazının satıra oturuşunda
uygunsuzluk, çekilişlerde bozukluk varsa yazı âhenksizdir. Böyle âhenkten
yoksun yazılar ise sanat değeri taşımaz.
Celî sülüs istifler ekseriya aşağıdan yukarı doğru iki üç kat dikdörtgen,
dairevî veya beyzî vb. bir alanda harf ve kelimelerin göze hoş gelecek bir
şekilde düzenlenmesidir. Yalnız terkip, harf ve kelimelerin rastgele bir araya
getirilmesi, üst üste yığılması veya çizmek, taklit etmek suretiyle
resmedilmesi olmayıp hattatın estetik kaidelere ve istif kurallarına uygun bir
şekilde ustalıkla kalemini yürütmesidir. Eğer kompozisyon, metnin okunuş
sırasına göre harf ve kelimeler düzenli bir şekilde, aşağıdan yukarı doğru,
usule uygun olarak yapılmışsa “teşrifatlı” veya “teşrifatı yerinde”; harf ve
kelimelerin yerleri değişmiş, öne alınmış veya geriye bırakılmışsa “teşrifatı
bozuk” denir. Teşrifatsız yazıların okunma güçlüğüne karşılık, teşrifatlı
istiflerin okunması daha kolaydır. Osmanlı hattatları bilhassa âyet ve
hadislerin okunuşunda bir hataya düşürmemek için teşrifata büyük bir
hassasiyetle uymuşlardır. Kompozisyonlarda Allah kelimesinin üste
gelmesine dikkat edilir. Şayet metin Allah kelimesiyle başlıyorsa,
kompozisyon hürmeten yukarıdan aşağıya doğru yapılır. Celî yazı
kompozisyonlarda daima bir merkez vardır. Bu merkez etrafında çizgi ve
87
kütleler hiçbir yerinde eksiklik, taşkınlık olmayacak şekilde örülerek,
kaynaşarak, organik bir bütünlük, birlik kazanır ve küplü, çanaklı harfler,
keşideler, okutma ve mühmel işaretleri tam bir denge halinde dağılır. Harfleri
sınırlayan çizgi ne kadar temiz, keskin, akıcı, canlı, yazı ne kadar metin
yazılmışsa sanat eseri de o derece mükemmel olur. Çizgi kudretini,
keskinliğini nerede kaybederse, orada kopya ve beceriksizlik ortaya çıkar.
Psikolojik Estetik
Yazı sanatı, geleneklerin ve üslûpların kesin kaideleri içinde kalmakla
beraber, hattatın kişiliğine de bağlıdır. Sanatkârın iç dünyası yazıya akseder.
Hattatın ruh hali, ıstırapları, buhranları ve kemali yazıda görülür. Yazıdaki
sevimlilik, yumuşaklık veya sertlik, rahatlık veya sıkışıklılık, keskinlik,
nizam, temizlik, titizlik, azamet ve vakar gibi insanda hayranlık uyandıran
değerler sanatkârın kendisidir. Sanatkârın ruh haline göre yazı, estetik bir
değer kazanır.
Hattatın bağlı olduğu yazı üslûbuna hâkimiyeti, zekâsı, zihninde
tasarladığı istif biçimlerini kâğıda geçirebilme gücü, yazı estetiğini etkiler.
Bu sebepledir ki hemen hemen bütün hattatlarda başlangıç (evâil), orta
(evâsıt) ve olgunluk (evâhir) devirlerinde verdikleri eserler birbirinden az çok
farklıdır.
88
Yazıda Diğer Güzellik Duyguları
İslâm yazılarında bu dinî, tarihî, millî ve ruhî değerlerden başka, yazının
fizikî âhengiyle bütünleşen zarif, sevimli, muhteşem, sade, metin, oturaklı,
ulvî ve akıcı gibi bizde sanat heyecanı uyandıran değerleri de vardır. Meselâ
nesih yazıda harf bünyelerinin tam teşekkül etmemiş olması, harf
bünyelerinin ve bağlantılarının inceliği, küçüklüğü sebebiyle bizde sevimlilik
ve zarafet hislerini uyandırır. Padişah iradelerinin yazıldığı divanî yazının
sağdan sola doğru yükselerek fâsılasız devam eden satırlarında kuvvet,
hâkimiyet, azamet gibi duygular bir arada hissedilir. Sülüs ve celî sülüs
yazılarda metanet, aşırı süs ve ihtişam hâkim sanat unsuru olarak tecelli
ederken ta‘lik ve celîsinde harf bünyeleri tezyinatsız, fakat canlı bir şekilde
sadelik hissini tasvir eder. İslâm yazılarının her biri kullanılma sahaları
içinde, şekil ve mânanın âhengiyle kazandığı bu sanat ve ifade kudretini tarih
boyunca muhafaza etmiştir.
İslâm’ın ilme ve kitaba verdiği önemin sonucu, hat sanatının ilk güzel
örnekleri kitap sanatları sahasında görülmüştür. Başta İslâm’ın temel kitabı,
insanlık için hidayet ve rahmet kaynağı Kur’ân-ı Kerîm, en‘âm ve cüzler,
hadis kitap ve mecmuaları, yazı albümleri, levhalar, ilmî ve edebî eserler
hattatlar tarafından büyük bir sabır, emek ve titizlikle en güzel şekilde
yazılmış, tezhip ve cilt sanatlarının farklı üslûpları ile İslâm medeniyetinin
şaheserleri ortaya konmuştur. Güzel yazı, mushaf, kitap ve murakka‘ların
dışında, devlet teşkilâtında, mimaride, ahşap, maden, kumaş ve çini
sanatlarında, sosyal hayatın her safhasında ince duygularla işlenmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm
89
Hilye-i Şerif
Hz. Peygamber’in müminlere en güzel örnek olan (el-Ahzâb 33/21) yaşama
tarzını ve davranışlarını konu alan şemâil kitapları özellikle onun en yaygın
ve feyizli bölümü hilye-i şerifler hat sanatında en çok yazılan ve işlenen
konulardır. Hâfız Osman’dan beri hattatlar arasında hilye yazmak bir gelenek
haline gelmiş, büyük hat üstatları sanat hünerlerini Hz. Muhammed’e
duydukları muhabbet ve hasret duygularını hilye yazarak göstermişlerdir.
Sözlükte “süs, ziynet, güzel sıfatlar, güzel yüz” gibi mânalara gelen “hilye”
isminden Hz. Peygamber’in mübarek vasıfları ve bunlardan bahseden kitap,
Hâfız Osman tarafından tertip edildiği bilinen, ekseriya da Hz. Ali’den
rivayet edilen hilye metninin yazıldığı levha anlaşılır.
90
Resim 4.10: Hulûsî Efendi’nin ta‘lik hilye-i seadet levhası Tezhip Muhsin Demironat.
Kaynak: Ekrem Hakkı Ayverdi hat koleksiyonu.
Kıta ve Murakka‘lar
Kıta, ölçüleri belirlenmiş dikdörtgen biçiminde bir kâğıdın bir yüzüne
yazılmış güzel yazı parçaları için kullanılan bir hat terimidir. Yâkūt el-
Müsta‘sımî ekolünde aklâm-ı sittenin klasik kurallarına ulaşmasıyla
yaygınlık kazandığı tahmin edilmektedir. Ekseriya yazıldığı hat grubuna göre
sülüs nesih kıta, muhakkak-reyhânî kıta, tevkī‘-rikā‘ kıta, ta‘lik kıta diye
adlandırılır.
91
Ta‘lik hatla yazılmış kıtalar sola yukarı doğru mâil yazılmışsa mâil
nesta‘lik, düz yazılmışsa düz nesta‘lik kıta adını alır. Sülüs-nesih kıtalarda
ekseriya âyet ve hadisler, nesta‘lik kıtalarda ise iki beyitten oluşan şiir yazılır.
XV. yüzyıldan beri hat üstatlarının çeşitli hatlarla yazdığı kıtaların bir
araya getirilmesiyle oluşan murakka‘larda yazı albümleri genellikle hadîs-i
şerifler konu alınmıştır. Dünya müze ve kütüphanelerinde korunan ve İslâm
medeniyetinin ulaştığı sanat seviyesini gösteren binlerce murakka‘ Resûl-i
Ekrem’in erdemli ve huzurlu bir hayatın prensiplerini öğreten sözlerini içine
almaktadır. Bunlar yazı, tezhip ve cilt sanatlarının uyandırdığı zevk ve
hayranlık duyguları içinde Peygamber sevgisinin gönüllerde daha canlı ve
devamlı kalmasını sağlamıştır.
Resim 4.11: Hz. Muhammed’e övgü ifade eden Nailîn’in celî sülüs hatla yazdığı levha
Kaynak: İÜ Ktp., İE, nr. 133-771.
Levhalar
Mustafa Râkım’dan sonra celî sülüs, Yesârîzâde’den sonra celî ta‘lik yazının
belli estetik kurallar kazanarak gelişmesiyle beraber cami, çehâryâr-ı güzîn,
kuşak, kubbe, mihrap vb. cami yazıları, türbe, mescid gibi mimari eserler
dışında ev ve iş yerlerine asılmak maksadıyla celî hatla yazılmış
müslümanların hayatına yön veren hadisler, âyetler hat sanatında çok geniş
bir yer tutar.
92
Kalem: Yontulmuş kamış kalem yazının en tabii aletidir. Eski çağlardan
beri kullanılan kamış kalem genelde Hazar denizi güney bölgesinde ve Irak
Dicle kenarında yetişen bir cins kamıştır. Tabiatta sarı renkte olan kamışlar
birtakım usullerle ıslah ve terbiye edildikten sonra koyu kahverengini alır ve
kullanılmaya elverişli hale getirilir. Celî yazıları yazmak için kargı veya tahta
kalem, mushaf ve değerli kitapların yazımında cava kalemi usulüne uygun
açılarak kullanılmıştır.
Divit: Kalem koymak için boru şeklinde uzun sapı ve ucunda mürekkep
koymak için hokkası bulunan yazı aletidir.
Özet
Duygu ve düşüncelerin belli işaret ve şekillerle belirlenmesi anlamına gelen
okuma-yazma vasıtası olan yazı İslâm’ın ilk oku ve yaz emriyle yüksek bir
93
değer kazanmıştır. Başlangıçta alfabe ve imlâ eksiklikleriyle hafızaya
yardımcı konumda bulunan Arap hattı bir asır sonra dinî his ve gayretlerle
işlenerek olağan üstü bir güzelliğe erişmiş, sanat yazısı vasfını kazanmıştır.
Çağlar boyunca bu estetik gücünü koruyarak İslâm düşünce ve hayat
anlayışının en yakın ifadesi ve İslâm’ın sembolü olmuştur. Hat sanatının
çeşitli formlar kazanarak zenginleşmesinde İslâm milletleri müşterek rol
oynamışlardır. Bu nedenle başlangıçta Arap hattı daha sonra İslâm hattı,
İslâm yazıları adını almıştır.
Hat sanatı, kitap sanatlarından başka mimaride dekoratif bir unsur olarak,
sosyal hayatın her safhasında tekstil, maden, ahşap ve taş işçiliği gibi
sanatlarda müslümanların sanat duygularını tatmin etmiş, bu vesile ile dinî
hayatı daha içten yaşamalarına yardımcı olmuştur. Emevîler devrinde
ekonomik sefahla beraber, medenî hayat seviyesinde yükselmesiyle ilim ve
sanat hayatında önemli gelişmeler kaydedilmiş, şehirlerde görülen imar
faaliyetleri yanında Kur’an ve kitap istinsah, telif ve tercüme faaliyetleri de
hızla artmış, idarî teşkilât genişlemiştir. Bu medenî yükselişe bağlı olarak
Arap hattı yazıldığı yere, kalem kalınlığına ve yazılan metnin konusuna göre
yazı karakterleri doğmuştur. Bunlara mevzun hatlar denilmiştir.
Yazıda ilk köklü yenilikler yapan İbn Mukle mevzun hatları ayıklayarak
sınıflandırmış, geometrik oran ve kaidelerini ortaya koymuştur. Bu hatlara da
mensûb hatlar denilmiştir. Daha sonra İbnü’l-Bevvâb ve Yâkūt el-Müsta‘sımî
ile altı çeşit yazı (aklâm-ı sitte-şeş kalem) bütün kaideleriyle belirmiştir.
Bu altı çeşit yazı özellikle sülüs ve nesih yazılar Osmanlı hat ekolünde
Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman ve XX. yüzyılda Şevki Efendi gibi üslûp
sahibi hattatların elinde en uzun süren altın çağını yaşamıştır.
Mimari yapılara zenginlik kazandıran ve levha olarak asılıp sanat
zevkimizi okşayan gösterişli, iri, celî yazılar da Osmanlı hat ekolünde Fâtih
devrinden başlayarak XX. asra kadar gelişip Mustafa Râkım ve Sami Efendi
gibi hattatların elinde yüksek sanat değeri kazanmış, klasik çağına erişmiştir.
Altı çeşit yazının dışında İran’da doğan ta‘lik ve nesta‘lik yazılar İslâm
dünyasında en çok ilgi gören ve kullanılan yazılardır. Osmanlı hat ekolünde
ta‘lik yazı pek rağbet görmemiş, ancak nesta‘lik yazı ta‘lik adını alarak
Osmanlı kültür ve sanatında önemle yerini almış, bu alanda güçlü hattatlar
yetişmiştir. Yesârî ve Yesârîzâde ta‘lik yazıda İran üslûbundan farklı Türk
ta‘lik ekolünün kurucusu olmuşlardır. XX. yüzyılda Sami Efendi bu ekolün
en güçlü hattatıdır.
Divanî, celî divanî ve günlük hayatta en yaygın kullanılan rik‘a yazılar
Osmanlı hat ekolünde şekillenmiş üslûp kazanmış yazılardandır.
Kendimizi Sınayalım
1. Hz. Osman devrinde çoğaltılan mushaflar hangi hatla yazılmıştır?
a. Meşk
b. Mağribî
c. Medenî
d. Sülüs
e. Nesih
94
2. Mevzun ve aslî hatların hangi yazı tarzından geliştiği kabul edilmektedir?
c. Cezm
b. Meşrik kûfîsi
c. Yuvarlak müstedir
d. Müsenna
e. Ta‘lik
95
3. d Cevabınız doğru değilse “Altı Çeşit Yazı” konusunu tekrar
okuyunuz.
Arap hattının aslı, Fenike yazısına dayanan, onun daha gelişmiş şekli olan
nabatî yazıya bağlanır.
Sıra Sizde 2
Sıra Sizde 3
Aklâm-ı sitte yani altı çeşit İslâm yazıları Abbâsî Veziri İbn Mukle tarafından
mevzun hatların sınıflandırılması ve ayıklanması sonucu oluşturulmuştur.
Sıra Sizde 4
Aklâm-ı sitte diye bilinen İslâm yazıları gelişme sırasına ve gruplarına göre
şöyle sınıflandırılır: Tevkī‘-rikā‘, muhakkak-reyhânî, sülüs-nesih yazılarıdır.
Sıra Sizde 5
Osmanlı hat ekolünde celî sülüs ve aklâm-ı sitte, ta‘lik ve divanî alanlarında
en köklü yenilikler yapılmış, en uzun süren bu ekolde hat sanatı altın çağına
ulaşmıştır.
Sıra Sizde 6
Yesârî Mehmed Esad Efendi, İran ta‘lik ekolünden farklı Osmanlı ekolünün
doğmasına zemin hazırlamış, oğlu Yesârîzâde İzzet Efendi, yeni estetik
kurallar ortaya koyarak Osmanlı ta‘lik ekolünü kurmuştur. Bu ekolün en
güçlü üstatları Sami Efendi ve talebeleridir.
Yararlanılan Kaynaklar
Âlî Mustafa Efendi (1926), Menâkıb-ı Hünerverân, İstanbul, s. 25;
96
Suyolcuzâde Mehmed Necib (1942), Devhatü’l-küttâb, İstanbul, s. 8, 9-10,
36-37;
Ayverdi, Ekrem Hakkı (1953), Fâtih Devri Hattatları ve Hat Sanatı, İstanbul,
s. 24-25;
97
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
ştırma
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
ımı ın
ı ı Hat ve
Tezhip Sanatı şvurunuz.
Tezhip Sanatı
GİRİ
İnsanlığın kitap ve onun etrafında şekillenen sanatlara karşı
ğlara kadar uzandığı bilinir. İ ıta
olan kitabın çok değerli bir yeri vardır. Bu nedenle baş
ında dünya sanatları
ölçüsünde sanatlar doğmuş şubesi kabul
edilen tezhip sanatı İ ını ıdır.
hızla artmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak halifeler adına büyük bir özenle
hazı ş, tercüme edilen bir kısım kitaplar da
resimlenmiş ğ ş
sayesinde kı ştir.
ğdat ı zaptettiğinde, bu ı savaş
toplayı ından tezhip sanatı
ının himayesinde altın çağını yaşamış ıkla
seyrettiğimiz tezhip sanatını ıkmıştır.
vermiştir.
XVII. yüzyıl sonlarında tezhip sanatına girmeye başlayan ve
yaygınlaşması hızla devam ederek XVIII. yüzyılda önü alınamayan Batı tarzı
süsleme, klasik tezhibin değerlerini yok etmiştir. Bu asır tezhibinde, Batı’dan
gelen barok, rokoko üslûplarının tesiriyle tezhip sanatında simetrisiz vazolar,
sepetler, saksılar, kurdeleler, perdeler ve fiyonklar bezeme unsuru olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Bu motiflere geleneğimizde hiç bulunmayan
gölgeli boyama, ışık gölge oyunları ile hacim verme gayreti eklenince
görüntü tamamen değişmiştir. Motif ve boyama tarzı yanında kullanılan mor,
eflatun, leylak gibi canlı, parlak renkler de eklenince ortaya ne olduğu
belirsiz yozlaşmış bir sanat ortaya çıkmıştır. XIX. asır tezhibi, Osmanlı
Devleti’nin siyasî ve iktisadî durumuyla yakın paralellik göstermektedir. Bu
asır, bezeme sanatının tam bir gerileme asrıdır.
TEZHİP
Boya ve Malzemeler
Arapça’da “altınlamak” mânasına gelen tezhip kelimesi ezilmiş varak altın ve
çeşitli renklerin kullanılmasıyla yapılan cazip bir kitap sanatıdır. Sanatkârına
müzehhip, müzehhibe adı verilir.
100
Tezhip sanatında ezilmiş altına, yaldız denmesi yanlıştır.
Motifler
Türk tezyinî sanatlarının temelinde, desenin yapı taşlarını meydana getiren
motifler yer alır. Sanatkâr motifleri gerçekçi bir bakışla tabiattan alır, esas
çizgilerini koruyarak ayrıntılarını atar ve buna kendi zevk ve görüşlerini de
katarak çizer. Üslûplaştırma veya üslûba çekme adı verilen bu yol sayesinde
ne tabiat kopya edilmiş ne de tamamen zıddı olan şekiller ortaya çıkarılmıştır.
Aynı çiçeği örnek alarak üslûplaştıran sanatkârların meydana getirdiği
motifler, kaynak aynı olmasına rağmen, çizim sırasında ortaya koydukları
zevk ve görüşleri sebebiyle, farklı görüntüler sergiler. Motiflerin zenginliği
bu şekilde sağlanır.
Bulut motifi için de aynı fikir geçerlidir. Zira bulutun Orta Asya’da
Çinlilerden Türklere geçiş dönemiyle, daha sonraki devirlerde kullanılış şekli
çok farklılık gösterir. Hayal mahsulü olarak ejderhanın ağzından gazap ve
öfke ifadesi olarak çıkan bulut, Türk sanatkârının elinde, tabiattaki bulut
halini almış ve gerçekçi bir anlayış içinde kullanılmıştır.
Tezyinatta ( tezhip, çini, kalem işi, ağaç ve maden işleri, taş oymacılığı
vb.) teknik, malzeme ve usul farklılıkları görülmekle beraber, desenlerdeki
motifler aynı karakteri taşır. Meselâ çini ve kalem işi için çizilecek bir
desenin motifleri, eserin seyredileceği uzaklık düşünülerek, büyük ve
ayrıntılı; levha veya kitap tezhibindeki deseni meydana getiren motifler ise
diğerlerine göre daha küçük ve sade olur. Fakat kaynak, karakter,
sınıflandırma gibi hususlarda her iki desende de kullanılan motifler aynıdır.
Taş işçiliğe çok uygun olan rûmî motifi, bilhassa mezar taşlarında ve
binaların taş cephelerinde hatâyî motifinden daha çok kullanılmıştır.
102
Üslûplaştırılmış Bitkisel Çıkışlı Motifler
Yaprak Penç
103
Goncagül
Ejder Bulut
Münhanî Sîmurg
104
Çintemani Rûmî
Geyik
Desen
Desenler motiflerin, belli bir üslûp ve usul çerçevesinde bir araya gelmesiyle
hazırlanır. Türk tezyinatında düz çizgiler, sivri hatlar, net kırılmalar yerine
yumuşak, uyumlu çizgiler ve kavisler yer alır. Sanat anlayışının temel çizgisi,
tabiatın da temel unsurlarından biri olan helezondur. Helezon, ister
merkezden çevreye, ister çevreden merkeze doğru çizilsin, sınırı olmayan
sonsuzluğu ifade eder. İşte bu helezon üzerine deseni meydana getirecek olan
motifler yerleştirilirken dikkat edilmesi gereken noktalar vardır.
105
Desen içinde yön gösteren ve yön göstermeyen motiflerin dağılımı da
önemlidir. Helezon başlangıcından itibaren devam eden akış, bu motiflerin
birbirine yakışır biçimde çizilmesiyle temin edilir.
Bitki kaynaklı motifler, desen içinde aynı helezon üzerinde yer alabilirler.
Meselâ hatâyî, penç, goncagül ve yaprak motifleri uyum içinde çizilebilir.
Ama hiçbir zaman hayvan çıkışlı motiflerden olan rûmî, bu helezon üzerinde
bulunamaz. Eğer aynı desende hayvan çıkışlı motifler kullanılmak istenirse
bunun için ayrı bir helezon çizmek gerekir. Çıkış kaynağı farklı olan motifler,
aynı desende bir arada bulunabilirler ama asla birleşemezler. Şayet değişik
motifler aynı desende yer alacak ise eşit ağırlıkta kullanılmalıdır. Tezyinî
motifler, desendeki yerlerine ve görevlerine göre iki grupta toplanır:
3. Geometrili desenler.
Pano özelliği taşıyan desenler, sınırı belirlenmiş bir alan içinde başlayıp
biten desenlerdir. Bunların belirlenen alan haricinde genişleme veya devam
etme imkânı yoktur.
Geometrili desenler ise ister pano özelliği taşısın, ister ulama tarzında
düzenlenmiş olsun, kuruluşundaki geometrik disiplin, en önemli ve hâkim
özelliğidir. Çünkü bu desenlerin tasarımı ve çizimi, pergel ve cetvel
yardımıyla, doğruların paralellik özelliğinden faydalanılarak yapılır ve
tamamen iki boyutlu geometri kurallarına dayanır.
106
Serbest Desen ve Şeması
107
Simertrili Desen ve Şeması
NAKKAŞHANELER
Hükümdar sarayı bünyesinde nakkaşhane bulunması bir gelenek şeklinde,
Uygur Türklerinden, Anadolu Selçukluları’ndan ve Timurlu sarayından beri
süregelmektedir. Osmanlı padişahları da aynı usulü daha yaygın olarak
devam ettirmiştir. Bununla beraber Bursa ve Edirne’de saraya bağlı
nakkaşhanelerin varlığına dair herhangi bir vesika günümüze ulaşmamıştır.
İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya Camii arkasında Arslanhane adıyla
anılan eski bir Bizans kilisesinin üst katında nakkaşların çalıştığı
bilinmektedir. Birçok sanatkârın toplu olarak eser verdikleri bu nakkaşhane,
aynı zamanda tatbikat mektebidir. Usta-çırak usûlüne göre yetiştirilen
talebeler, sanatı yalnız tarifle değil, uygulamalı olarak burada öğrenirlerdi.
Sernakkaş gözetiminde çeşitli işlerin bir arada yapıldığı bu nakkaşhanelerde
yazma eserlerin tezyînatı kısa zamanda tamamlanırdı. Âhar yapanlar, kağıt
boyayanlar, desen çizenler, cetvel ve tahrir çekenler, boya hazırlayanlar, altın
ezenler, burada bir arada çalışırlardı.
“Ehl-i Hiref” (Saray sanatkârları topluluğu) olarak adlandırılan sanatkâr
teşkilâtının en önemli bölüklerinden biri olan nakkaşlar, yalnız kitap sanatıyla
ilgili faaliyetlerle sınırlı kalmaz; saray köşklerinin, binaların kalemişi, çini ve
metal işleri desenlerini de hazırlar ve tatbik ederlerdi. Saray nakkaşlarına ait
bu desenlerin, Osmanlı eyaletlerinde bulunan ilgililere iletilip oralarda da
doğru olarak uygulanması sağlanır, hatta yerinde işleyecek usta bulunmadığı
takdirde desenle beraber sanatkâr da gönderilirdi. Osmanlı sanatında görülen
ve asırlar boyu süren üslûp birliği ve beraberliği böylelikle korunmuştur.
Ehl-i Hiref Teşkilâtı mensupları yevmiye üzerinden üç ayda bir maaş
alırlardı. Mücellid, müzehhip ve diğer çalışanların aldıkları maaş ve terfiler,
maaş defterine yazılırdı. Eser yapımının yoğun olduğu esnada yapılacak işe
uygun yetenekli kimseler Ehl-i hiref içinde bulunmazsa, çarşı esnafı
arasından ücreti karşılığında yeterli sayıda usta sarayda çalıştırılırdı. Padişah,
bayramlarda kendisi için hazırlanan hediyeleri hazırlayanları kaftan veya para
vererek ödüllendirirdi. Çalışan sanatkârın adı, eserinin cinsi, karşılığında ona
108
ödenen paranın tutarı veya verilen kaftanın cinsi “in’âm defteri”ne
kaydedilirdi. Nakkaşhanede bulunan sanat ve zanaat sahiplerinin tayîn, maaş,
terfi, çıkış gibi işlemlerin tahakkuku ve nakkaşhanede yapılması istenen işin
ehil sanatkâra verilmesi mesuliyeti hazinedarbaşına ait idi. Saray
Nakkaşhanesi’nde çalışmaya başlayan her sanatkâr, Ehl-i hiref’e bağlı olsun
veya olmasın, sarayın hizmetinde ve onların istediği doğrultuda eser vermek
zorundaydı. Ancak Saray, kabul edilebilecek yeniliklere de müsamaha ile
bakar ve sanatkârı hür bırakırdı.
TEZHİP ÇEŞİTLERİ
Zerenderzer
“Altın içinde altın” mânasına gelen zerenderzer tezhip sanatında iki renk
veya tek renk altının mat ve parlak şekillerinin kullanılarak işlenmesiyle
ortaya çıkan klasik tezhip tekniğidir. Desen zemininde mat, sap ve
yapraklarda parlatılmış altın tercih edilir. Zerenderzerde aynı renk altın
yerine, sarı ve yeşil gibi iki renk altın da kullanılabilir. Tahrir ekseriya nüans
verilmeden çekilir. Eski zerenderzer örneklerinde eğer kahverengiye çalan
tahrir görülürse, bunun rastıklı mürekkeple işlendiği anlaşılır. Altın
hâkimiyeti göze çarpan bu tarz bezemelerde sadece çiçeklere hafif tonlarda
renk konur. XVI. yüzyılda çok güzel örnekleri görülen zer-ender-zer tekniği,
daha sonraki yüzyıllarda uğradığı kalite zaafını altın parıltıları ile gizleyerek
XIX. yüzyıla kadar tezhip sanatında kullanılmıştır.
Halkârî
Sulu altınla gölge verilip koyu altınla tahrirlenen bezeme üslûbudur. Zengin
çeşitleri vardır. Halkârîye daha zengin ve gösterişli bir hava vermek için
farklı renkte altın kullanılır. Gölgelendirme kırmızı, tahrirler yeşil altınla
yapılabildiği gibi yapraklar yeşil, çiçekler sarı veya kırmızı altınla da
çalışılabilir. Halkârînin en zor tarafı, motiflere verilen gölgenin derecesini,
desenin her tarafında aynen korumaktır.
Halkârîde boya ile altının birlikte kullanılması tarzındaki bezemeye zer-
şikâf; altınla gölgelendirmenin ince fırçayla taranarak yapılmasına tarama
halkârî; la‘l mürekkebinin altın üstüne sürülmesiyle yapılanına da foyalı
halkârî adı verilir.
109
Çifttahrir (Havalı)
Çifttahrir, tahrirleri birbirine paralel iki çizgi halinde çizilen desenlere verilen
isimdir. İki çizgi arasında kalan boşluktan dolayı havalı da denir. İki çizgi
arasında bırakılan bu boşluğun, motiflerin büyüklüğüne uygun seçilmesi
önem taşır. Genellikle az renk ile işlenen çifttahrir tekniğinde, koyu zeminde
açık, açık zeminde koyu tonlar tercih edilir. Motifleri küçük ve ayrıntısı az
olmalıdır. Genellikle tek veya iki renk kullanılır. Çifttahrir tekniğinin, sıvama
ve taramalı olmak üzere iki işleniş şekli vardır.
110
Yazma Eser Tezhibi
Osmanlı müzehhipleri eserlerinde, daima sadelik içinde güzelliği aramış,
seyredene derin bir zevk ve huzur veren bezemeyi ortaya koymayı
başarmışlardır. Bu eserlerin başında mushaflar gelmektedir. Hattatın gayesi
Kur’ân-ı Kerîm’i insan elinin yazabileceği en güzel biçimiyle ortaya
çıkarmaksa tezhip sanatkârınınki de ona yakışan bezemeyi âdeta gönlüyle
renklendirmektir. Mushafların bezemesinde, genelde yeni tasarım ve
arayışlara yer verilmediği klasik kaidelere sadık kalındığı görülür.
Nakkaşhane geleneğine göre, usta-çırak iş birliğiyle hazırlanan yazma
kitap bezemesinde sırasıyla yer alan tezhip bölümleri şöyledir:
Zahriye Tezhibi: “Arkalık, sırtlık” mânasına gelen zahriye, yazma
kitaplarda esas metnin başladığı ilk sayfanın arkasındaki sayfa veya sayfalar
için kullanılan bir tabirdir. Metin dışında kalan sahaya tezhibi yaptıran
şahısların önemine göre bir zahriye tezhibi işlenir. Bu sayfada görülen dairevî
veya mekik biçimindeki tezyinatın içine -bazan dışına- eserin kime ait
olduğunu yahut kimin için yazıldığını belirten ve temellük kitâbesi denilen bir
cümle yerleştirilir. Ancak, zahriyede, mushaflara mahsus olarak bu yazılı
tezhip yerine bütün sayfayı dolduran yazısız silme tezhip yapıldığı, hatta
bunun bazan karşılıklı bir çift sayfa olarak düzenlendiği de görülür. Karşılıklı
çift sayfa bezemesinde, renkler ve kompozisyon birbirinin aynı olmalıdır.
Büyük emek ve masraf gerektiren zahriye tezhibi, devirlere göre dikdörtgen,
dairevî, beyzî ve kare şeklinde uygulanmıştır (Resim 5.1).
Resim 5.2: Fatiha ve Bakara suresinin ilk ayetleri serlevha tezhibi örneği.
111
karşılıklı ve çift olmalıdır (Resim 5.2). Eğer tezhibli kısım, metnin başladığı
ilk sağ sayfada ve sadece yazının üst kısmında yer alıyorsa buna unvan
tezhibi denir (Resim 5.3). XVI. asırda en zengin ve mükemmel örneklerine
rastladığımız ve çoğunlukla dikdörtgen olan serlevhalar tezhibin
gerilemesine bağlı olarak sonraki asırlarda eski ihtişamını yavaş yavaş
kaybetmiştir. Tezhibine itina edilen mushaflarda genellikle serlevha
tezhibinin yer aldığı sayfalara, beyne’s-sütûr uygulaması yapılır. Yazı dendan
içine alınarak satır araları bezenir.
Bölümbaşı Tezhibi (bahirbaşı, fasılbaşı, sûrebaşı): Yazma kitaplarda
fasıl veya bahir adı verilen her bir bölümün başında bulunan, mushaflarda ise
her sûrenin başladığı yeri gösteren tezhipli sahalardır. Sûrebaşları, sûrelerin
isimlerini, nâzil oldukları yeri ve âyet sayısını açıklayan başlıklardır. Önceleri
sadece yazıyla gösterilen sûrebaşları zamanla, sûrenin üstünde yatık
dikdörtgen şeklinde bezenmeye başlanmıştır (Resim 5.4).
112
Ayrıca mushaflarda, secde yerlerini belirten on dört adet secde gülü, her
on âyette bir aşere gülü, her beş âyette bir hamse gülü, her yirmi sayfada bir
cüz gülü, her beş sayfada bir hizib gülü müzehhiplere hüner gösterme vesilesi
olmuştur. Sayfanın dışa bakan kenarında ve çerçeve dışında kalan alana
yapılan ve genel olarak gül diye isimlendirilen bu tezyînî şekiller, eğer aynı
sayfada birden fazla ise yukarıdan aşağıya doğru çizilen bir eksen üzerinde
yer alırlar. Bundan maksat, gülü leke gibi görünmekten kurtarmak ve
bulunduğu uzun dikdörtgen sahayı doldurmaktır. Gül tığları sadece iki yöne
olup gülün iki-üç misli uzun tutulur. Bezeme işi sona erince hattat, üstübeç
mürekkebiyle gerekli yerlere, sûre isimlerini, cüz, hizib, secde, aşere, hamse
numaralarını ve isimlerini yazar.
Cüz bölümlerini işaret eden mushaf gülleri ise, cüz, hizib ve cüz yarısını
belirtmek maksadıyla kullanılan nısıf gülleridir. Mushafın otuz eşit parçaya
bölünmesiyle meydana gelen cüzlerin başladığı yeri belirleyen tezyînî
şekillere cüz gülü adı verilir.
113
yer verilmiştir. Fermanlarda tezhip sahası, tuğranın iç bölümlerinde veya
etrafında bulunabildiği gibi, üst kısmına doğru üçgen oluşturacak biçimde de
olabilir. Ferman ve benzeri divandan çıkan yazılar tezhip bakımından diğer
yazma eserlerden ayıran en önemli özellik, yazılı alanın -pek az istisna ile-
hiçbir şekilde çerçeve içine alınmayışıdır. Tuğranın bölümleri (sere, tuğ,
zülfe, hançer, iç ve dış beyza) çoğu zaman tezhibin paftalarını oluşturur ve
farklı renklere boyanarak, değişik motiflerle desen işleme imkânı kazandırır.
XVI. yüzyılda en zengin bezemenin yapıldığı beratlar, ilerleyen yıllarda Batı
tesiriyle tezyînî özelliğini yitirmiş, güzelliğini kaybetmiş; hattat Mustafa
Râkım’ın tuğraya getirdiği yenilikten sonra tezyinata gerek de kalmamıştır.
Resim 5.5: Sülüs, nesih, Hilye-i Şerife tezhibi örneği. Tezhip Muhsin Demironat.
Kaynak: Zeki Cemal Özen Hat Koleksiyonu
Hilye Tezhibi
Hz. Muhammed’in fizikî ve ahlâkî güzelliklerini anlatan metinlerin hüsn-i
hatla yazıldığı levhaya hilye denilmiştir. Osmanlılar’da hilye tezhibine ayrı
bir önem verilmiştir. Başmakam, göbek, dört halifenin isimleri, âyet ve etek
gibi yazı sahaları arasında kalan, değişik şekillerdeki zeminler tezhip
edilmiştir. İlk defa hattat Hâfız Osman tarafından levha şeklinde tertip
edildiği ve yazıldığı bilinen hilyelerin tezhiplenmesine de aynı tarihte
başlanmış, fakat XIX. yüzyılda tezyinatımıza giren Batı tesiriyle klasik
özelliği bozulmuş, kimliğini kaybetmiştir (Resim 5.5).
114
Kıta Tezhibi
Kıtalarda uzun tutulan ilk satırın altına, ortalama olarak kısa yazılan satırları
aynı hizaya getirmek için, iki tarafta kalan dikdörtgen veya kare şeklindeki
kısımlara koltuk, yapılan bezemeye de koltuk tezhibi denir. Ta‘lîk hattıyla
mâil olarak yazılmış kıtalarda ise yazı ile iç pervaz arasında kalan üçgen
boşluklar muska koltuk adını alır.
Aynı satırda yer alan koltuklarda birbirinin aynı tezhip yapılır. Eğer koltuk
sahaları farklı ise müzehhip hazırladığı deseni yedirip genişleterek bu farkı
belli etmemeye çalışmalıdır. Kıtalardan meydana getirilen murakka‘lar tezhip
edilirken, karşılıklı gelen kıtaların iç ve dış pervazlarına aynı desen
uygulanarak bezeme bütünlüğü sağlanmalıdır.
altın, siyah, lâcivert ve beyaz renkler kullanılmıştır. Tezhip özellikleri
incelendiği zaman, geometrik desenlerin öne çıktığı, zencerek kenar sularına
fazla yer verildiği ve altının ön planda yer aldığı görülür. Motifler içinde rûmî
ve münhanî çok kullanılmıştır. Beylikler devri tezhibinde, çok ince ve kıvrak
bir fırça çalışması bulunmamasına rağmen Osmanlı tezhip üslûbunun temeli
bu dönemde atılmıştır.
B. Sazyolu Üslûbu
Osmanlı sanatında uzun bir dönem beğeniyle uygulanan Sazyolu üslûbu,
Saray Nakkaşhanesi’nde XVI. asrın ilk yarısında, yeni bir bezeme tarzı
olarak, Ağa Mîr’in öğrencisi Tebrizli Şahkulu tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Bu üslûbun en çarpıcı özelliği, âharlı kâğıt üzerine sadece altın ve is
mürekkebi kullanılarak işlenen hareketli desenlerden meydana gelmesidir.
Zengin yaprak ve hatâyî motifleri yanında yarı üslûplaştırılmış efsanevî ve
gerçek hayvan motiflerinin bolca yer aldığı bu yoğun desenlerde hareket ve
derinlik sağlayan kalın çekilmiş çizgilerle beraber büyük bir ustalıkla gözle
seçilemeyecek kadar ince çekilmiş hatlar da görülür. Eserlerde az ve hafif
renkler kullanılmıştır. Hatâyî grubu ile hayvan motiflerinden başka
sanatkârın hayal gücü ve anlatım kabiliyetini âdeta imza koyar gibi ortaya
çıkaran peri figürleri vardır. Şahkulu ile başlayan peri resmetme geleneği
umumiyetle sayfanın tamamını dolduran tek peri figürü şeklinde
uygulanmaktadır.
116
Tezhip sanatından sonra bu üslûbu, çini sanatında görüyoruz. Topkapı
Sarayı’nda 1641’de yaptırılan Sünnet Odası’nın dış cephesindeki mavi-beyaz
yekpâre çini panolar bunun en güzel örneğidir. Osmanlı saray halılarının
büyük bir kısmı sazyolu desenlerle meydana getirilmiştir. Bu üslûbun bir
başka sanatkârı da Tebrizli Velî Can’dır.
Tezhip, kitap kabı, çini, taş işçiliği, kalem işi, halı ve kumaş desenleri,
kuyumculuk ve maden işçiliği gibi sanat kollarında uygulanan bu üslûp, XVI.
yüzyılın ilk yarısından başlayarak günümüze kadar gittikçe artan bir istekle
kullanılmıştır.
Atâ yolu veya pesend üslûbu, fırça tarama üslûbuyla tabii çiçek desen-
lerine dayanan bir tezhip tarzıdır. Çok yoğun olarak âdeta üst üste yerleştiri-
len çeşitli çiçekler, zemin ve saplar görülmeyecek haldedir. Canlı ve zengin
renklerle işlenen bu üslûp son derece dikkat ve sabır isteyen bir çalışmayla
yürütüldüğü için fazla eser verilememiştir. Atâullah Efendi’nin 1836 tarihli
mushaftaki imzasından, onun Sultan II. Mahmud devrinde Saray Sermü-
cellidi olduğu anlaşılmaktadır. Pesend üslûbunu XX. yüzyılda başarılı olarak
uygulayan ve nadide eserler veren bir sanatkâr da Muhsin Demironat’tır.
117
Tezhip çeşitleri bahsinde zerenderzer ne demektir?
1514 Çaldıran zaferi sonrası Tebriz’i fetheden Yavuz Sultan Selim, Safevî
sarayında çalışan ve daha evvel Herat’tan buraya getirtilen Timurlu
sanatkârları topluca İstanbul’a gönderdi. Böylece Herat -Tebriz ve İstanbul
nakkaşhane üslûpları harmanlanarak Osmanlı klasik döneminin müstesna
eserleri İstanbul’da hazırlandı.
118
Osmanlı devrindeki bezeme üslûpları içinde Fâtih devrine ait olan hangisidir?
Özet
Zengin tarihe sahip olan tezhip sanatı, fırçayla sürülecek hale getirilmiş olan
varak altın ve muhtelif renklerin kullanılmasıyla gerçekleştirilen bir bezeme
sanatıdır. Asıl malzemesi altındır. Desen çiziminde bitkisel ve hayvansal
çıkışlı motifler, üslûplaştırılarak kullanılır.
Kendimizi Sınayalım
1. Tezhip sanatının en parlak dönemi hangi yüzyılda yaşanmıştır?
a. XII. yüzyıl
b. XIV. yüzyıl
c. XVI. yüzyıl
d. XIX. yüzyıl
e. XX. yüzyıl
a. Çintemani
b. Hatâyî
c. Penç
d. Çini
e. Rûmî
119
3. Hangisi tezhip çeşidi değildir?
a. Zerefşan
b. Duraklar
c. Halkârî
d. Çifttahrir
e. Zerenderzer
a. Murakka‘lar
b. Halılar
c. Yazma kitaplar
d. Mushaflar
e. Hilyeler
120
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Siyah: İs mürekkebi
Mavi: Çivit
Sıra Sizde 2
3. Geometrili desenler.
Sıra Sizde 3
Sıra Sizde 4
Sıra Sizde 5
Yararlanılan Kaynaklar
Birol, İnci – Derman, Çicek (1991), Türk Tezyînî Sanatlarında Motifler /
Motifs in Turkish Decorative Arts, İstanbul.
121
Ettinghausen, Richard (1938-39), “Manuscript Illumination”, A Survey of
Persian Art, Oxford.
122
123
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
ı ını şimini
değerlendirebilecek;
ı minyatür sanatı
ş, musavvir
şhane
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
Minyatür Sanatı
GİRİ
ı kitapların metinlerini bezemek ve açıklamak amacıyla yapılmış
ın ve
şle yapılan minyatürler ışı ıyla derinlik kazandırılmayan
küçük boyutlu satı ğ ı
hazırlanan bazı el yazması kitapların bölüm başlarındaki metnin ilk harfinin
kızı minium ğen, sülyen, kırmızı kurş ılan
miniatura adı ğenle boyanmış anlamını
taşımaktadır. Zamanla bu terim, Latince minor ğüne
dayandırı ıllar arasında u ğıt, parşömen,
fildiş ı malzemeler üzerine yapılan resimlere de denilmiştir. İ
sanatında minyatüre tasvir, minyatür yapan sanatçılara da musavvir veya
nakkaş adı verilmiş şların birlikte çalıştıkları atölyeye de
nakkaşhane denilmiştir.
İ ı, İ ı ı
Doğ ın,
Helenistik ve Roma mirasını ı
yüzyıllarda İ ına katı ğu sanatlarının
etkileriyle oluşmuş ığı ve minyatürlü
el yazmalarının varlığına değ
ı ulaşmamıştır. İ
minyatürlerinin en erken tarihli örneklerinin zamanımıza ulaş
ı ılmış bazı ısı ı
ığının varlığını ortaya
koymaktadır.
İ şt rahiplerinin elinde
bulunan bazı resimli el yazmaları şkil etmiş
olabileceği düşünülmekte ise de İ ıl etkileyenin
ğ ındı ın baş
ğ ı ından ortaya
çıkarılar ı
kompozisyon anlayışı bakımı
Resim 6.1: Maniheist bir el yazmaya ait bir yaprağın iki yüzündeki Uygur minyatürleri,
Hoço Tapınak K Buluntusu, VIII.-IX. yüzyıl arası.
Kaynak: Härtel, H.-M.Yaldız, Die Seidenstrasse, Malereien und Plastiken aus
buddhistischen Höhlentempeln, Berlin 1987, s. 161.
126
Resim 6.2: Varka ve Gülşah vedalaşırken, Varka ve Gülşah, TSMK, Hazine, nr. 841, y.
33b, XIII. Yüzyıl
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 4.
kayalık bir ufuk hattının yer aldığı sade bir manzara halinde ve açık renkler
kullanılarak işlenmiştir. Bu üslûbun günümüze ulaşan örnekleri Pîr Budak’ın
himayesindeki seçkin sanatkârlar tarafından Şîraz ve Bağdat’ta
hazırlanmıştır. Nizâmî’nin Hamse’sinin çeşitli nüshaları Ferîdüddin Attâr’ın
Mantıku’t-tayr’ı bu dönemin üslûbunu yansıtan eserlerdendir. Akkoyunlu
minyatürleri Sultan Halil ile kardeşi Sultan Yâkub’un himayelerinde
yapılmıştır.
128
Resim 6.3: Eyüp ve Salman genç sultanın huzurunda, Külliyât-ı Kâtibi, 1460 civarı,
TSMK, Revan Köşkü, nr. 989, y. 229b-230a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 9.
Resim 6.4: Fâtih Sultan Mehmed portresi, Sinan Bey’e atfedilir, 1460-1480 arası,
TSMK, Hazine, nr. 2153, y. 145b.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 10.
129
Resim 6.5: Fâtih Sultan Mehmed portresi, Sinan Bey veya Şiblizâde Ahmed’e atfedilir,
1480 civarı, TSMK, Hazine, nr. 2153, y. 10a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 11.
Resim 6.6: Behram Gür Beyaz Köşk’te, Hamse-i Hüsrev-i Dihlevî, 1498, TSMK,
Hazine, nr. 799, y.196a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 13.
130
Osmanlı Minyatür Sanatının Yükseliş Dönemi
Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ile Kanûnî Sultan Süleyman (1520-1566)
devirlerinde Osmanlı minyatürü önemli aşamalardan geçerek, özgün
üslûbuna doğru yol almıştır. Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e ve Mısır’a
yapmış olduğu seferlerden İstanbul’a getirilen farklı gelenekleri temsil eden
nakkaşların birlikte çalışmaları sonucu, hem Timurlu Hüseyin Baykara
dönemi Herat nakkaşhanesinin dekoratif üslûbunun hissedildiği hem de
Osmanlı karakterini yansıtan bir resim tarzı doğmuştur. Attâr’ın Mantıku’t-
tayr’ının (Resim 6.7), Ali Şîr Nevâî’nin Divan’ının (TSMK, Revan Köşkü,
nr. 804), Ârifî’nin Gûy‘u Çevgân’ının (TSMK, Hazine, nr. 845), Dîvân-ı
Selîmî’nin tarihsiz nüshası (İÜ Ktp., FY, nr. 1330) ile Selimnâme adlı tarihî
konulu eser (TSMK, Hazine, nr. 1597-1598) bu üslûbu temsil eden
minyatürlerle resimlendirilmiş eserlerden bazılarıdır. Bu üslûpta yapılmış
minyatürlerde iri sarıklı zayıf yapılı figürler, çiçek kümeleri, yeşil yapraklar
ve serviye benzeyen tepesi kıvrık ağaçlar belirgin özellikler olarak dikkati
çeker.
Resim 6.7: Belkıs’ın meclisi, Mantıku’t-tayr, TSMK, Emanet Hazinesi, nr. 1512, y.1b.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 14.
daha sonra resimlendirilecek tarihî konulu birçok eserde, kimi zaman tam
sayfa halinde kimi zaman kompozisyonun bir bölümünü kaplayacak şekilde
ve topoğrafik görüntülerini koruyarak tekrarlanmıştır. Onun resmettiği
Mecmûa-ı Menâzil adlı eserinin başında yer alan İstanbul tasviri, oluşturduğu
özgün topoğrafik resim dilini temsil eden minyatürlerinden biridir (Resim
6.8). Bu tasvirde Galata, Haliç, Üsküdar ve Boğaz’ın bir bölümü
görülmektedir. Topkapı Sarayı, Atmeydanı, İbrahim Paşa Sarayı, Kapalıçarşı,
Eski Saray, Bozdoğan Kemeri, Fâtih Camii ve Yedikule gibi önemli yapılar,
bu tasvirde farklı açılardan bakılarak yerlerini almışlardır. Kent tek bir açıdan
verilmekle birlikte, yapılar kimi zaman karşıdan kimi zaman da yandan
gösterilerek, tüm ayrıntılarıyla belgelenmiştir.
Resim 6.8: İstanbul Tasviri, Mecmûa-i Menazil, Matrakçı Nasuh, 1537, İÜ Ktp., TY, nr.
5964, y.8b-9a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 16.
132
Resim 6.9: Kanûnî Sultan Süleyman’ın Barbaros Hayreddin Paşa’yı kabulü,
Süleymannâme, TSMK, Hazine, nr. 1517, y. 360a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 18.
Resim 6.10: Şehzade Selim hedefe ok atarken, Nigârî, 1561-1562, TSMK, Hazine, nr.
2134/3.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 19.
133
Klasik Osmanlı Minyatür Üslûbunun Doğuşu
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 20.
Surnâme-i Hümayun (TSMK, Hazine, nr. 1344) adlı eserleri resimlendiren
nakkaşları yönlendiren başusta olmuştur. Bu sebeple Osmanlı minyatür
sanatına yön veren en ünlü nakkaş olarak tanınır. Hünernâme adlı eserin ilk
cildinde bulunan Topkapı Sarayı’nın birinci avlusunun XVI. yüzyıldaki
durumunu belgeleyen minyatür, Nakkaş Osman ve ekibindeki diğer
nakkaşların gerçekçi yaklaşımını sergileyen tasvirlerden biridir. Bu
minyatürde üst kat köşküyle sarayın saltanat kapısı olan “Bâb-ı Hümâyun”,
avluda silâh deposu olarak kullanılan “Cebehâne-i Âmire”, yanındaki odun
deposu “Mîrî Odun Terazisi”, Deâvî Kasrı ve 1866 yangınında yanan
Enderun Hastahanesi şeklinde notlar düşülerek gösterilmiştir (Resim 6.12).
Resim 6.12: Topkapı Sarayı birinci avlu, Hünernâme I, Nakkaş Osman ve ekibi, 1584,
TSMK, Hazine, nr. 1523, y. 15b.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 49.
135
Resim 6.13: Süleymaniye Camii maketinin getirilmesi, Surnâme-i Hümâyun, Nakkaş
Osman ve ekibi, 1582 civarı, TSMK, Hazine, nr. 1344, y. 190b-191a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 22.
III. Murad devrinin bir diğer yeniliği, içinde Osmanlı padişahlarının dizi
halinde padişah portrelerinin yer aldığı Şemâilnâme veya Kıyâfetü’l-insâniye
fî Şemâilü’l-Osmâniye adlı eserin hazırlanmasıdır. Bu yazmada Osman
Gazi’den III. Murad’a kadar hüküm süren on iki Osmanlı padişahının
fizyonomik özellikleri anlatılmış ve her padişahın portresine yer verilmiştir.
Metni dönemin şehnâmecisi Seyyid Lokman tarafından yazılan bu eserin
minyatürlü iki nüshasından biri (TSMK, Hazine, nr. 1563) Nakkaş Osman,
diğeri (İÜ Ktp., TY, nr. 6087) Nakkaş Ali tarafından resimlendirilmiştir.
Tam sayfa üzerine çalışılan bu portrelerde, padişahlar bağdaş kurarak, tek
dizlerini bükerek veya diz çökmüş durumda tasvir edilmişlerdir. Padişahların
oturduğu yer, saltanat tahtını sembolize eden bir Bursa kemeriyle
belirtilmiştir. Bu portrelerin bazılarında padişahların dizlerine dayadıkları bir
ellerinde mendil tuttukları görülür. Yıldırım Bayezid’in yanı sıra Çelebi
Sultan Mehmed ile Fâtih Sultan Mehmed çiçek koklarken (Resim 6.14) tasvir
edilmişlerdir. Özellikle Hz. Muhammed’in adını taşıyan Çelebi Sultan
Mehmed ile Fâtih Sultan Mehmed’in gül koklarken resmedilmesinin, İslâm
mistisizmindeki Peygamber’in teninin gül gibi koktuğu inancıyla ilgisi
olabileceğine değinilmiştir (Çağman, s. 170).
Bu dönemde hazırlanan ve Doğu’ya yapılan seferlere kumanda eden
serdarların fetihlerinin anlatıldığı “gazavatnâme” türündeki resimli el
yazmalarıysa, Nusretnâme (TSMK, Hazine, nr. 1365) Kitâb-ı Gencine-i Feth-
i Gence (TSMK, Revan Köşkü, nr. 1296), Şecâatnâme (İÜ Ktp., TY, nr.
6043) ve Târîh-i Feth-i Yemen’dir (İÜ Ktp., TY, nr. 6045). Savaşları konu
alan, bazıları manzum olarak mesnevi biçiminde yazılan gazavatnâmeler
belirli bir savaşı veya seferi konu alan eserlerdir. Bu eserlerde genellikle
gazâyı yapan kişi ön plana çıkarılmış ve metin de o kişinin etrafında
geliştirilmiştir.
Resim 6.15: Lala Mustafa Paşa’nın İznikmid’de ordunun ileri gelenlerine ziyafet
vermesi, Nusretnâme, 1584, TSMK, Hazine, nr. 1365, y. 34b
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 23.
137
Resim 6.16: Hira dağında Cebrâil ve diğer meleklerin Hz. Muhammed’in emrinde
olduklarını söylemesi, Siyer-i Nebî II, Nakkaş Hasan ve ekibi, 1595 civarı, TSMK,
Hazine, nr. 1222, y. 383a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 24.
Resim 6.17: Sultan III. Mehmed’in Eğri seferinden dönüşü, Eğri Fetihnâmesi, Nakkaş
Hasan, 1598 civarı, TSMK, Hazine, nr. 1609, y. 68b-69a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 51.
Resim 6.18: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Molla Şemseddin ile karşılaşması,
Câmiü’s-siyer, Osmanlı eyalet üslûbu, 1600 civarı, TSMK, Hazine, nr. 1230, y. 121a.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 26.
Resim 6.19: Sarayda kadınların eğlencesi, I. Ahmed Albümü, 1604 -1617 arası, TSMK,
Bağdat Köşkü, nr. 408, y. 19a.
Kaynak: Çağman, F.- Z. Tanındı, Topkapı Sarayı Müzesi İslâm Minyatürleri, İstanbul
1979, Resim 51.
139
Dönemin tarih konulu tek resimli eseriyse Hoca Sâdeddin Efendi’nin
yazmış olduğu, Osman Gazi’den Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı
tarihini konu alan Tâcü’t-tevârih’in kopya nüshasıdır (İÜ Ktp.,TY, nr. 5970).
Aynı dönemde Kalender Paşa tarafından düzenlenmiş Falnâme adlı eserde
(TSMK, Hazine, nr. 1703), farklı resim üslûplarını yansıtan dinî ve ulu
kişilerle astrolojik figürlerin tasvir edildiği büyük boyutlu minyatürler
bulunur.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 66.
140
ve kemer açıklıklarıyla kompozisyonlarına derinlik katmaya çalışması, üç
boyutlu beyaza boyanmış kale ve kent tasvirleri, onu XVI. yüzyıl
nakkaşlarından farklı kılmıştır (Resim 6.21).
Resim.6.21: Molla Alâeddin Aliyü el-Müfti (Zenbilli Ali Efendi) tasviri, Tercüme-i Şekâik-i
Nu‘mâniyye, TSMK, Hazine, nr. 1263, y. 159b.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 30.
141
Resim 6.22: Hz. Hamza’nın sîmurg kuşuyla Kaf dağına uçması, XVII. yüzyıl ortaları,
TSMK, Hazine, nr. 2134/2.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 31.
Resim 6.23: Sultan IV. Murad, Sultan İbrahim ve Sultan IV. Mehmed, Silsilenâme,
Musavvir Hüseyin, 1683, Ankara Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, nr. 4-181 (eski
nr.1871-4-81), y. 40a.
Kaynak: Majer, H. G., “Yeni Yaklaşımlar”, Padişahın Portresi. Tesâvir-i Âl-i Osman,
İstanbul 2000, s. 364.
142
Levnî tarafından yapılan Osman Gazi’den III. Ahmed’e kadar dizi
padişah portrelerinin bulunduğu Kebir Musavver Silsilenâme’deki (TSMK,
III. Ahmed, nr. 3109) minyatürler, Batılılaşma dönemi Osmanlı tasvir
üslûbunun ilk örnekleridir. Levnî’ya ait diğer eserler, bir kıyafet albümü
(TSMK, Hazine, nr. 2164) ile Sultan III. Ahmed’in oğullarının sünnet
düğünü şenliklerini konu alan Surnâme-i Vehbî’dir (TSMK, III. Ahmed, nr.
3593). Kıyafet albümünde, onun 1710-1720 yılları arasında saray için
resmettiği kırk sekiz kadın ve erkek figürü minyatürü (Resim 6.24) yer
almaktadır. Sanatçı, tüm minyatürlerinde ışık-gölge etkilerini vermeye
çalışmış ve kendinden önceki nakkaşların başlattıkları perspektif kazandırma
girişimlerini ileri götürmüştür.
Resim 6.24: Dâder Banu portresi, Levnî, 1720 civarı, TSMK, Hazine, nr. 2164, y. 8b.
Kaynak: Mahir, Banu, Osmanlı Minyatür Sanatı, İstanbul 2005, Resim 33.
Resim 6.25: Eteğini tutan kadın, Abdullah Buhârî, XVIII. yüzyıl ortaları, TSMK,Yeni
Yazmalar, nr. 1042.
Kaynak: Çağman, F.- Z. Tanındı, Topkapı Sarayı Müzesi İslâm Minyatürleri, İstanbul
1979, Resim 68.
143
1750 yılından sonra Osmanlı minyatürü, daha çok kıyafet albümleri ve
padişah portreleriyle sürmüş ve dönemin sevilen şairlerinden Fâzıl-ı
Enderûnî’nin, çeşitli ülkelerin kadın ve erkek güzelliklerini anlatan
Hubannâme ve Zenannâme’sinin minyatürlü kopyalarında (Londra British
Museum, Or. 7094; İÜ Ktp., TY, nr. 5502) çeşitli kadın ve erkek tipleri yerel
kıyafetleriyle resmedilmiştir. XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın
başlarında hazırlanan kıyafet albümleri ve sefaretnâme türündeki eserlerde
yer alan resimlerin, artık üç boyutlu tarzda ve sulu boya ile çalışılmış oluşu,
bazı tek figür resimlerinin kâğıt üzerine tempera veya yağlı boya
teknikleriyle yapılışı, Osmanlı minyatürünün sona ermesine yol açmıştır. Bu
dönemde, Osmanlı sarayının hizmetindeki Refail ve Kostantin Kapıdağlı gibi
ressamlar, tuval üzerine yaptıkları padişah portrelerinin dışında, kâğıt üzerine
de eserleri bulunan son sanatçılardır.
Özet
İslâm dünyasında sistemli el yazması üretiminin, Abbâsî Halifesi Me’mûn’un
(813-833) bazı antik kaynakları Arapça’ya çevirtmesiyle başladığı
belirlenmiştir. Yunanca’dan Arapça’ya yapılan bu çeviri faaliyeti IX.
yüzyılda başlamış olmasına rağmen, günümüze ulaşabilen ilk minyatürlü el
yazmaları XI. yüzyıl sonlarına aittir.
İslâm minyatürlerinde, yaygın bir felsefî din olan Maniheizm’e ait izler
bulmak mümkündür. Uygurlar’ın başkenti Hoço’da (Doğu Türkistan) Alman
bilim adamı A. von Le Coq tarafından ortaya çıkarılarak 1923’te yayımlanan
Maniheist Uygur minyatürleri, figür tipleri ve kompozisyon anlayışı
bakımından Selçuklu dönemi minyatürlerinin öncüleri olarak kabul edilir. XI
ve XII. yüzyıllarda Selçuklu Türkleri’nin İran’dan Ön Asya, Mezopotamya,
Suriye ve Anadolu’ya yayılmalarıyla ilk Türk-İslâm minyatür üslûbu
oluşmuştur. Bu döneme ait kitap resmi örnekleri “Selçuklu minyatür üslûbu”
adı altında gruplandırılmıştır. Anadolu’da üretilmiş XII.-XIII. yüzyıllara
tarihlenen minyatürler ise Silvan, Diyarbakır, Mardin, Aksaray, Kayseri ve
Konya gibi merkezlerde hazırlanmış eserlerde yer alırlar.
Osmanlı serdarlarının fetihlerini konu alırlar. Surnâmeler, sünnet düğünü
şenliklerini anlatırlar. Silsilenâmeler Osmanlı padişahlarının soylarını Hz.
Âdem’e kadar indiren bir silsileyi resimli çizelge şeklinde verirler.
Kendimizi Sınayalım
1. İslâm dünyasında sistemli el yazması üretiminin ne zaman başladığı
bilinmektedir?
a. XVII. yüzyıl
b. IX. yüzyıl
c. X. yüzyıl
d. XVIII. yüzyıl
e. XI. yüzyıl
145
5. Osmanlı padişahlarının dönemlerini konu alan manzum biçimde yazılmış
minyatürlü el yazmalarının türüne ne ad verilmektedir?
a. Kıyafet albümü
b. Şehnâme
c. Silsilenâme
d. Gazavatnâme
e. Sefaretnâme
Sıra Sizde 2
Sıra Sizde 3
Sıra Sizde 4
146
Yararlanılan Kaynaklar
Atasoy, Nurhan – Çağman, Filiz (1974), Turkish Miniature Painting,
İstanbul.
147
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
ını tanıyabilecek,
ın bölümlerini açıklayabilecek,
ğunu tanıyabilecek,
ğ şimini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
ı, ş ıkleb, ebru,
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
ğ ı ı İ
İ İstanbul
ğ ı ı İ ını
inceleyiniz.
ı İ
İ
Cilt ve Ebru Sanatı
GİRİ
ı ortaya çıktığı zamandan beri, onun dış tesirlerden
korunması ş olmalıdı
malzemesi olarak papirusten sonra, terbiye edilmiş ş
ğıt kullanılmıştır. Bunların üzerine yazılan metinlerin, sırası
varak halinde toplanıp birbirine bağlanması ş ı
parçalara ayrılmadan bir arada tutmak, daha da mühimi onu koruyup
ın birbirine bir
sı ı
ın başladığı ve bittiğ
olarak en ziyade hayvan derisi kullanılmış deri ı
cilt kelimesi de el maharetine dayanan bu işlemin anahtar kelimesi olmuştur.
Bundan dolayı tanıtılan sanatı ına Tür teclîd, mesleğe cilt-
çilik, bunu meslek edinenlere de mücellit adı şı
lığı olan deri ve buna bağlı dericilik, derici
men başka mânalar taşıdığı için bu maksatla kullanılmasını
şası yaratacağı unutulmamalıdır.
ından birer büyük kitap hacmiyle
ayrılmış bulunan her bir bölüm de, üzerine ister karton (mukavva), ister
ş olsun, cilt olarak adlandırılır.
a b c d e
Resim 7.1: Klasik Osmanlı cildinin dış görünüşü: a) üst kap, b) Sırt, dip, c) alt kap, d) sertâb, e)
mıkleb
Kaynak: M.Uğur Derman Arşivi
150
Resim 7.2: Kitap kabı taslanırken kalıplara göre mukavva üzerinde pencere açma işlemi
(Kullanılan kalıplar ve ucu şekilli çiviler de görülüyor)
Kaynak: M.Uğur Derman Arşivi
151
açılıp kapanma yerine rastlayan derinin daha kalın bırakılması kabın çabuk
yıpranmasını önlediği için, tıraş esnasında buna dikkat edilir.
Derinin tıraşlanması işleminden sonra alt ve üst kap olarak kitabın eni ve
boyuyla aynı ölçüde kesilmiş iki mukavvanın üstüne bu deri, sırt dışındaki üç
tarafından içeriye kıvrılarak bütünüyle gergin bir şekilde yapıştırılır. Bu
maksatla çiriş tozuyla hazırlanmış bir tutkal kullanılır. Sırt (dip) tarafı ise
muhat payı olarak yapıştırılmadan geniş bırakılır. Kap, tazyik altında kuru-
mak üzere bekletilir. Bezemesiz sade deriyle kap yapılışı böyle olur. Eski
devirde kıl kalem denilen fırçayla zermürekkep kullanılarak deri üzerine
işleme tarzında gerçekleştirilen yazma kapların ön hazırlığı da bu usulledir.
Eskiden hazır mukavva bulunmadığı için kağıtların bir büyük ahşap levha
üzerine, usulüne göre üstüste yapıştırılması yoluna gidilir ve bu murakka‘
germe işleminin sonunda mukavva elde edilirdi. Zamanımızda tamir için eski
kitap kapları sökülüp ara kağıtları açıldığında, üzeri geçerliliği kalmamış
yazılarla dolu yazma kitap varaklarının bu maksatla kullanıldığı
görülmektedir.
152
Kitap Kapları Üzerindeki Tezyinî Uygulamalar
Kitap kapları üzerinde birbirinden ayrı iki tarz tezyinî uygulama yapılır:
Resim 7.3: Mülemma‘ bir kap. Çifte kenar suyunun alt ve üst iç tarafında takoz görülüyor.
Kaynak: M.Uğur Derman Arşivi
Resim 7.4: Murassa‘ kap (Yedikuleli Seyyid Abdullah’ın Sultan III. Ahmed için yazdığı
mushafın kabı)
Kaynak: M.Uğur Derman Arşivi
1. Ezilip jelatinli suyla karıştırılarak elde edilen zermürekkep (altın
mürekkebi) ile deriyle kaplanmış kabın üzerine fırçayla desenler işlenilip
parlatılır. Bunlara yazma kap veya yazma cilt adı verilir.
153
Bu usule bağlı olarak üç farklı uygulama daha görülür:
a) Masif altınlanmış desenlerin üzerinde yekşah demiri yürütülerek
çukurlaştırılan ince kanallar açılırsa buna yekşah kap denilir. Altınlı saha
üzerinde açılan kanallar, buraların daha parlak görünmesini sağlar.
b) Zermürekkeple kabın üstüne kafes tarzında geometrik çizgiler çizilip
kesişen yerler nokta demiriyle çukurlaştırılırsa buna zilbahar kap denilir.
Bu basit tarz XIX. asırda pek moda olmuştur. Zilbaharın doğru adının
zerbahar olduğunu söyleyenler de vardır (Resim 7.8).
c) Bilhassa XIX. yüzyılda zermürekkep ve gerektiğinde ilâve renklerle ve
fırçayla işlenen Batı tarzı çiçeklerin yer aldığı yazma kaplara da şükûfe cilt
(şükûfe kap) denilmektedir.
2. Kalıbın, belirli kısımlara oturtulacağı derinliğe sahip, deriyle kaplanmış
olan kitap kabına yapılan uygulama. Bunun için önceden “taslanmış” kalıplar
tazyik altında basılır ve kalıbın üstündeki desenler, tersine görüntüyle
(girintili yerler çıkıntılı, çıkıntılı yerler girintili) meydana çıkar. Yapılan
işleme göre bunda da şu farklılıklar görülür:
a) Motifler altın sürülmeden deri renginde bırakılırsa, buna soğuk şemse
denilir.
b) Kalıp basılmakla çökertilmiş yerlere fırçayla zermürekkep sürülüp
buralar zermühre ile parlatılırsa, kabartma olan desenler deri rengiyle
bırakılmış olur. Buna alttan ayırma şemse denilir (Resim 7.5).
c) Kabartma desenlere altın sürülüp, çökertilen kısımlar deri haliyle
kalırsa, buna üstten ayırma şemse adı verilir.
d) Kalıpla basılmış desenlerin hem girintili hem çıkıntılı yerlerine fırça ile
zermürekkep sürülüp parlatılırsa buna mülemma‘ şemse denilir (Resim 7.5).
Eğer desen kabın bütününü kaplıyorsa buna mülemma‘ kap adı verilir. Bu
kaplardaki altın kullanımında sarının yanı sıra yeşile de yer verilmiş, parlak
veya mat tonlar yanyana getirilerek cazibe sağlanmıştır.
e) Şemse kalıbını basmak yerine, evvelce hazırlanmış basılı şemse, salbek
ve köşebendlerin, düz deri kabın üzerinde gerekli yuvalar açılarak, buralara
yerleştirilip yapıştırılması da ayrı bir uygulama tarzıdır.
f) Kitap kabında deri renginden başka, fazladan bir veya birkaç renk de
yer alıyorsa böyle kaplara mülevven şemse adı verilir. Bir evvelki
mülemma‘ tarzda, farklı renkler de kullanılmışsa, bu, aynı zamanda
mülevven sınıfına girer.
g) Desenler kabın bütününü kaplıyorsa bunun adı sıvama veya yekpâre
kap olur. Bu yekpâre kapların kalıbı, kabın yarısına basılacak şekildedir;
birinci yarım basıldıktan sonra diğer yarım da basılarak kabın yüzü
tamamlanır. Küçük kaplar içinse tek kalıp kullanıldığı görülmektedir.
h) Kabın üstünde desenin belirli noktalarına çakma yoluyla kıymetli taşlar
da yer alıyorsa murassa‘ kap adını alır, bunun için zerger (kuyumcu) ile
mücellidin işbirliği gerekir (Resim 7.4).
i) Desenler mukavvaya henüz yapıştırılmamış olan deri üzerine altın
iplikle işlendiyse zerdûz, gümüş iplikle işlendiyse sîmdûz kap denilir.
İşleme tamamlandıktan sonra deri, mukavvanın üstüne gerilerek yapıştırılır.
j) Kabın iç tarafında kullanılan deri üzerindeki desenler oygu şekliyle
işlenmişse ve sonra, zemini zermürekkep veya boya ile renklendirilmiş olan
mukavva üzerine yapıştırıldıysa, buna müşebbek şemse denilir (Resim 7.7),
kātıa şemse adıyla da bilinir.
k) Kabın etrafı yaklaşık 1 cm. genişliğinde deriyle çevrilmekle beraber,
ortası ebru kâğıdıyla kaplanmışsa, buna ebru kap denilir (Resim 7.9).
154
l) Ebru kâğıdı yerine kadife cinsi kumaş kaplanmışsa buna kumaş kap
adı verilir. Kullanılan kumaş, zerduva denilen bir hayvanın kürküne
benzediği için, buna zerduva kap diyenler de vardır. Bu son ikisine her
nedense çârkûşe kap denilmekteyse de, böyle olması için iki dış köşenin
sağlamlaşması maksadıyla, buralara üçgen biçiminde köşebend deri
yapıştırılması gerekir.
m) Ruganî kap yapılmak istenirse, etrafı ince deri, üstü kâğıt ile
kaplanmış kabın zeminine üstübeçle astar çekilir. Sonra altın ve sair
boyalarla, üslûplaştırılmış veya tabiî haliyle çiçek (bazen hayvan) motifleri,
günlük hayattan manzaralar işlenir. Kuruduktan sonra, sakız (reçine) ve sair
maddelerin terebantinde eritilmesiyle elde olunan rugan (lak) maddesi ince
tabakalar hâlinde akıtma veya fırçayla sürme yoluyla kabın üzerine sürülür.
Bunun içine önceden arûsekli sedef kırıntıları da konursa daha cazip görülür.
Hem işlenen nakışlara albeni kazandıran, hem de dış tesirlerden koruyan
rugan maddesi dolayısıyla bunlara ruganî (son devirde de lake) kap
denilmiştir (Resim 7.6). XVII-XVIII. yüzyıllarda bu tarz Edirne’de yaygın
olduğu için Edirnekârî kap adıyla da bilinir.
“Kitap kapağı” denilmesi yanlıştır, doğrusu “kitap kabı” dır.
Resim 7.5:Murassa‘ kabın iç tarafı (Mülemma‘ ve üstten ayırma), sertâb (alttan ayırma).
Kaynak: M.Uğur Derman Arşivi
155
Resim 7.6: Ali Üsküdarî’nin ruganî cönkü (Sırt yüksekliği az, sayfa genişliği çok olan kitaplara
cönk veya sığır dili denilir)
Kaynak: M.Uğur Derman Arşivi
Kitap Mahfazaları
Ciltlenmiş kitabın dış tesirlerden muhafazasını temin için kutu görünümünde,
yanda kapağı bulunan mahfazalar da yapılmıştır. Bunlar düz deriden
olabileceği gibi, taşıdığı kitabın kabına uygun desenlerle de hazırlanabilir;
ebru kâğıdıyla kaplanmışları da bulunur. Kitabın sürülerek içine itildiği
mahfazanın iç tarafına tutturulmuş bez veya deriden şerit çekilerek kitabın
dışarıya kolay çıkması sağlanır.
156
önem verilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel ve mükemmel şekliyle mushaf
hâline getirilmesi gayesinden kaynaklanmıştır.
Asya kıtasında cilt sanatı denilince Timurlular’ın bıraktığı Herat ciltleri
hiç unutulmayacak örneklerdir. Timur’un oğlu Şâhruh’un (ö.1447) Herat ve
Horasan’daki valilik döneminde Suriye ve Mısır’dan gelen mücellitler bu
sanatı erişebileceği en yüksek seviyeye getirmişlerdir. Yine Timur’un torunu
Baysungur (1397-1433) “Kitaphâne” ismiyle kurduğu sanat atölyesinde hat,
tezhip, minyatür gibi sanat dalları arasında mücellitliği de ön planda tutmuş,
bu durum Hüseyin Baykara (ö. 1506) ve Ali Şîr Nevâî (ö. 1501) devrinde de
sürmüştür. Herat’ta yapılan dışı ruganî (lake), içi oymalı (müşebbek) ciltler
bugüne kadar geçilebilmiş değildir.
İran’daki Safevî devri de Timûrlular dönemi gibi sanatkârane ciltlerin
görüldüğü bir çağdır. Tebriz, Şîraz ve İsfahan merkezlerinde, kalıpla
basılarak yapılan kitap kapları da, ruganî cinsleri gibi göz alıcıdır.
Anadolu Selçukluları devrinden zamanımıza intikal eden cilt örnekleri
fazla değildir. Koyu kahve veya vişneçürüğü renklerinin tercih edildiği bu
kaplarda geometrik desene pek rastlanmaz. Kalıp basmak yerine yürütme
demiriyle çizilen tezyinî unsurlara yer verilmiştir. Üst ve alt kabın birbiriyle
desen bakımından farklılık göstermesi de olağandır.
Osmanlı devri kitap kaplarının ilk örneklerinde Selçuklu tesiri belirgindir.
Fâtih Sultan Mehmed devrinde (1451-1481) yapılan ciltlerde Timurlu,
Akkoyunlu ve Karakoyunlu tesirleri de görülür. Deri renkleri de eskisine göre
çeşitlenir. Kalıp yerine, yürütme demiriyle, hayranlık uyandıran kitap kapları
yapılmıştır. Sultan II. Bâyezid döneminde (1481-1512) saray çevresindeki
nakkaşhânenin imâlatı olan enfes kitap kapları görülür. Kanûnî Sultan
Süleyman (1520-1566) ve kitap meraklısı Sultan III. Murad (1574-1595)
devirlerinden şahane örnekler zamanımıza gelmiştir. Kabın üstünün tamamen
desenlerle dolu olması yerine, arada boşluk bırakmayı tercih eden Osmanlı
mücellitleri şemse, salbek, köşebend ve gerektiğinde kenar suyu bölümlerinin
yer aldığı kapları tercih etmişler, farklı ve bol desenli kalıplar
kullanmışlardır. Bazı kaplarda şemse-köşebend arasındaki boşluğa yazma
kaplarda olduğu gibi, zermürekkep ve fırça ile havalı veya çift tahrir denilen
küçük ve ince motifler işlenir.
Osmanlı Devleti’nin XVII. yüzyıldaki duraklaması kitap kaplarında da
hissedilir. Lâkin yine de letâfetini muhafaza eder. XVIII. yüzyıl başlarından
itibaren Osmanlı tahtında yirmi yedi yıl kalan Sultan III. Ahmed (1703-1730)
Topkapı Sarayı’nda müstakil kütüphane inşa ettirecek derecede bir kitap
tutkunudur. Artık Batı ile yüzyüze gelen Osmanlı sanatında bunun tesirleri
görülmeye başlamakla beraber, yine de kimliğini koruyan şaheserler verilir.
Bu devirde yapılan ruganî kaplar da dikkat çeker.
Asrın sonlarında tezhip sanatına tamamen hâkim olan Batı tarzı desenler,
kitap kaplarında da kendini gösterir. Hele XIX. asır, klasikle münasebetlerin
tamamen koparıldığı bir çağdır. Artık işin kolayına kaçıldığı için yazma kap
tarzı daha yaygındır. Zilbahar adıyla bilinen basit uygulamanın yanı sıra,
şükûfe kaplara da daha çok rastlanır. Gömme şemse kaplar ara sıra
yapılmakla beraber, eski asaletini kaybetmiş sıradan örnekler ağırlıktadır.
Nihayet 1936’da Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlı olarak açılan Türk
Tezyinî Sanatları şubesinde, klasik tarzdaki kitap kaplarının yeniden
tanınması ve yayılması için büyük gayret gösterilmiştir. Bugün Türk cilt
sanatında aynı üslûbun hâkimiyeti sürmektedir.
157
Resim 7.8: Zilbahar kap
158
olarak sanatını icra edebiliyordu. Bunların isimleri bazı eserlerine koydukları
imzalardan öğrenilmekteyse de hayatlarına dair bilgi bulunmamaktadır.
Sermücellitlerin bazıları sıralanırsa: Yedikuleli Alâeddin, Mehmed
Çelebi, Süleyman Çelebi (XVI. yüzyıl); Karamehmed, Abdi, Mehmed
Yâdigar, Pîr Dâvud, Câfer Eyyûbî, Ali Yûsuf, Süleyman (XVII. yüzyıl);
Hasan, Mehmed Halîfe, Hâtif Ali (XVIII. yüzyıl).
Ruganî kap yapanlar arasında Yûsuf Mısrî, Ali Üsküdarî, Ahmed Hazine,
Çâkerî XVIII. yüzyıldan hatırlanacak mühim isimlerdir.
Yukarıda ismi verilenler dışında kayda değer Osmanlı mücellitleri
şunlardır: Solak Süleyman, Hüseyin Çelebi, Mustafa Çelebi, Hacı Said, Âşık
Osman, Kasımpaşalı Hâfız, Kasımpaşalı Tosun, Salih, Râgıp, Hacı Ahmed,
Tevfik, Hidâyet, Nûreddin, Kadri…
Kütüphaneye ehemmiyet veren medreselerin kadrosunda da eskiden
mücellit bulunmakta ise de bu, zamanla azalmıştır.
Klasik ciltin unutulduğu son yüzyılda bunu Güzel Sanatlar
Akademisi’nde öğreten Bahaddin Tokatlıoğlu (1866-1939), Necmeddin
Okyay (1883-1976), Sacid Okyay (1914-1999) sıralanabilir. Bugün aynı
mesleği İslâm Seçen (d.1936) ve onun yetiştirdikleri yürütmektedir.
EBRU
Ebru, kitreli su üzerine serpilen boyalarla bezenmiş kâğıt ve bunu hazırlama
sanatıdır. İslâm bezeme sanatlarının hazırlanış tekniği bakımından en ilgi
çeken ve süratli netice alınanı olan ebruculuğun menşei hakkında kesin bir
hükme varmak mümkün değildir. VIII. asırdan itibaren Çin’de liu-şa-şien,
XII. asırdan itibaren Japonya’da suminagaşi adıyla sulu vasatta yapılan bir
takım çalışmaların mevcudiyeti, daha sonraki asırlarda Çağatay Türkçesiyle
ebre adını alarak Türkistan’da ortaya çıkan bu sanatın tarihî gelişimi
hakkında, müphem de olsa bir fikir vermektedir. Türkistan’dan en geç XVI.
asır başlarında İpekyolu’nu takiben İran’a geçişinde ebrî olarak
isimlendirilen bu sanat, görünüşüyle gerçekten bulut kümelerine benzer
şekiller taşıdığından, buluta nisbet ifade eden bu Farsça ismi
doğrulamaktadır. Osmanlı ülkesinde de revaç bulan aynı isim, telaffuz
zorluğundan dolayı son yüzyılda Türkçe’de ebruya dönüşmüştür. İçinde kaş
gibi şekiller de görüldüğünden, galat olmakla beraber, bu sanata ebru
denilmesi bir çelişki sayılmamalıdır; çünkü ebru kelimesi Farsça’da “kaş”
mânasına gelmektedir. Şimdilerde ebruculuğun İran’daki ismi ebrbâddır.
XVI. asır ortalarında ebruculuk, Hindistan üzerinden İran’a ve sonra da
İstanbul’a kadar yayılmıştır. Aynı yüzyılın sonlarında, İstanbul’dan Avrupalı
seyyahlar tarafından kendi memleketlerine götürülen ebru kağıtları önce
Almanya’da, sonra da Fransa ve İtalya’da mermer kâğıdı veya Türk
mermer kâğıdı, hatta sadece Türk kâğıdı adıyla tanınıp benimsenmiş ve
oralarda da yapılmaya başlanmıştır. Zaman içinde İngiltere ve Amerika’ya da
yayılan ebru kağıdı, her ülkenin sanat anlayışına göre bir başkalık gösterir.
Bunda, kullanılan değişik malzemenin de rolü olmalıdır. Aşağıda, Osmanlı
devrinde İstanbul’daki hazırlanış tarzı anlatılacak olan ebru kağıdının
yapılmasında kullanılan âlet ve malzeme öncelikle tanıtılacaktır. Bu sanat, su
üzerine boyaların serpilmesiyle gerçekleştirilir. Ancak, netice almak bir takım
şartlara bağlıdır.
Son zamanlarda “ebrucu” mânasına bizde uydurulan “ebruzen”in kullanılması da bir hatadır.
Çünkü kaş yapan, kaş çalan mânasına gelir.
159
Âlet ve Malzemeler
Boyalar: Ebruculukta tabiattaki renkli kaya ve topraklardan elde edilen ve
toprak boya denilen boyalar kullanılır; bunlar suda erimez ve yağ barındır-
mazlar. Aynı hususiyeti taşıyan bazı bitki boyaları da kullanılmaya uygundur.
Önce dövülerek (Resim 7.10g), sonra da mermer üstünde biraz su ilâvesiyle
dış bükey bir el taşı (dest-seng) ile inceltilerek (Resim 7.10d) bu boyaların
zerrelerine ayrılmaları sağlanır. Klasik ebruculukta kullanılan boyalar
şunlardır:
Sarı renk için zırnık (arsenik sülfür); mavi renk için çivit ağacından elde
edilen ve en makbûlü Pakistan’ın Lahur (Lahor) şehrinden gelen Lâhur
çividi; siyah renk için is mürekkebinin de ana maddesi olan balmumu isi
veya beziryağı isi; lâciverd renk için Afganistan’daki Bedahşan’dan gelen ve
lâcivert taşı (lapislazuli) adıyla bilinen Bedahşî lâciverdi; beyaz renk için
isfidaç (üstübeç, bazik kurşun karbonat); tuğla kırmızısı renk için gülbahar
(demir oksitleri fazla olan bir toprak boya cinsi); morumsu vişneçürüğü renk
için Hindistan’da bazı dalların üstünde şebnem şeklinde oluşan lök (lak)
maddesi; tütün rengi için Çamlıca toprağı. Boya çeşitleri sınırlı olmakla
beraber, bunların birbirine katılmasıyla yeni renkler (meselâ: yeşil renk,
zırnık ve Lahur çividi karışımıyla bulunur) elde edilmesi sağlanmıştır.
Ebru Teknesi: Kullanılacak kâğıdın en ve boyuna uygun ölçüde ve 6 cm.
derinliğinde, çinko veya galvanizden hazırlanmış, dikdörtgen şeklinde bir
teknedir.
Kitre: Teknenin içine konulacak suya kıvam vermek, böylece serpilen
boyaların çökmesini önlemek için kullanılan ve geven isimli çalı sınıfından
bir Anadolu bitkisinin salgısı olan bu madde, krem renginde düzgün olmayan
plakalar veya şeritler halindedir (Resim 7.10a). Suda bekletilerek, miktarına
göre 1/100 nisbetinde ve boza koyuluğunda erimesi sağlanır ve bir bez torba-
dan süzülür. Bir tekne kitreli sudan yaklaşık 600 ebru kâğıdı çıkartılabilir.
Kitre yerine keten tohumu, sahlep, ayva çekirdeği, hilbe (boy tohumu)
gibi maddeler de Osmanlı ebruculuğunda kullanılmış, Batı dünyasında ise
kitre yerine denizkadayıfı denilen bir yosun cinsi tercih olunmuştur.
Öd: Kitreli suyun üstüne serpilen renklerin dibe çökmemesi ve birbirine
karışmadan yayılması lâzımdır. Bu maksatla, içinde gerilim sağlayan safra
asitlerinin bulunduğu sığır ödü, kullanmadan önce her boyanın içine kâfi
miktarda konur. Fazla öd taşıyan boya daha çok yayılır. Ebru yapımında,
sonradan ilâve edilen her renge -önceki renklerin arasında yayılmaya çalışıp
kendisine yer açabilmesi için- daha fazla öd koymak gerekir.
Fırça: Gül ağacından kesilip çıkarılmış ince ve düz bir çubuğun çevresine
gevşek olarak sarılmış at kuyruğu kılından yapılma fırçalar kullanılır.
Şimdiki modern fırçalarla ebruya uygun boya serpilemez.
Tarak: Tahta çıta üstüne belirli sıklıktaki ince çiviler saplanmakla
taraklı ebru yapılmasında kullanılacak tarak hazırlanmış olur. Bunun geniş
veya dar taraklı çeşitleri bulunur.
Tel çubuk: Serpilmiş boyalara şekil vermek için ince, boya damlatmak
için kalınca tel (biz) çubuk kullanılır. Eskiden bu maksatla tek at kuyruğu
kılından faydalanılmıştır (Resim 7.10j).
160
Resim 7.10: Ebrûculukta kullanılan âlet ve malzeme: a) Kitre, b) kürek, c) boyanın
ezilmesi, d) desteseng, e,f) tarak aletleri,g) toprak boyayı inceltme taşı, h) boya kabı ve
serpme fırçası, i) sünbüllü ebru âleti, j) üç adet biz
Resim 7.12: Teknede battal ebrusunun üstünden tarak âleti geçirilerek taraklı ebru
yapılması (Mustafa Düzgünman)
162
Resim 7.13: Hatib Mehmed Efendi’nin bir hatib ebrusu (Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir
murakkaa kabından)
163
Resim 7.14: Hezarfen Edhem Efendi’nin neftli battal ebrusu
164
Resim 7.16: Hercâi menekşe ebrusu (Mustafa Düzgünman)
165
Resim 7.18: Levha kenarında ebrunun iç pervaz ve dış pervaz olarak kullanılması. Celî ta’lîk
hattı ve ebrusu: Necmeddin Okyay)
166
Efendi 1846’da vefat etmiştir. Oğulları İbrahim Edhem ve Mehmed Sâlih
efendiler de bu sanatı babalarından öğrenmişlerdir.
Hezarfen İbrahim Edhem Efendi: (1826-1904) Üsküdar Özbekler
Dergâhı’nda doğan Şeyh Edhem Efendi çeşitli sanat ve zenaat dallarındaki
başarısından dolayı hezarfen (bin sanat sahibi) lâkabıyla anılır. İbadet
haricindeki vakitlerini ilim ve sanata adayarak doğramacılık, marangozluk,
oymacılık, hakkâklik, hattatlık, mühürcülük, dökmecilik, tornacılık,
demircilik, tesviyecilik, matbaacılık, dokumacılık, mimarlık, makine
parçaları gibi konulardaki kabiliyeti ve hususi çalışmalarıyla ihtisas sahibi
olan Edhem Efendi’nin meziyetlerinden biri de ebruculuğudur. Bu sahada
yetiştirdikleri arasında Sâmi Efendi (1838-1912), Aziz Efendi (1871-1934),
Abdülkādir Kadri Şeker (1875-1942) adlarındaki üç tanınmış hattat, amatör
seviyede ebruculukla uğraşmışlar, yine talebelerinden Necmeddin Okyay bu
sanatı hattatlığının yanı sıra meslek edinmiştir. Osmanlı ebruculuğunu
Medresetü’l-hattâtîn’de başlayıp Güzel Sanatlar Akademisi’nde biten (1916-
1948) hocalığı sırasında yeni nesillere öğreterek zamanımıza taşıma şerefi
Necmeddin Okyay’a aittir. Öğrencileri arasında iki oğlu (Sâmi, 1911-1933;
Resim 7.19) (Sâcid,1914-1999) ve yeğeni Mustafa Düzgünman (Resim 7.16)
ilk hatırlanacak olanlardır. Bu isimler dışında, XX. asır başlarına kadar
mesleğini Vezneciler’deki Kâğıtçılar Çarşısı’nda bulunan dükkânında
sürdüren Bekir Efendi adında bir ebrucu daha bilinmektedir.
Özet
Kitabın dağılmaması ve dış tesirlerden korunması, üzerine geçirilen üst ve alt
kaplarla sağlanır. Bunun sade şekilleri olabileceği gibi, üzerinde emek
verilmiş ve sanat eseri niteliği ile ortaya çıkartılmış pek çok örnekleri
bulunur. Kapların üzeri, tıraş edilerek inceltilmiş keçi (sahtiyan) veya koyun
(meşin) derisiyle kaplanır. Bu sebeple deri mânasına gelen Arapça’daki cilt
kelimesi sanatın adını oluşturmuştur.
Kitreyle kıvamlandırılmış suyun konulduğu bir dikdörtgen teknede, su
yüzüne yayılması öd suyuyla sağlanan, çeşitli toprak boyaların serpilmesi
veya onlara ince telle cazip şekiller verilmesiyle ebru oluşur. Suyun üstüne
kapatılan kâğıda aynen geçen desenler, kurutulduktan sonra kullanılır.
167
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi kitap kabının kısımlarından değildir?
a. Şemse
b. Kenar suyu
c. Köşebent
d. Mıkleb
e. Kapak
Sıra Sizde 2
Yazma, yekşah, zilbahar, şükûfe, ebrû, müşebbek, ruganî ve kumaş kaplar
Sıra Sizde 3
Padişaha mahsus mücellitler topluluğu
Sıra Sizde 4
Battal ebrusuna göre renkler serpildikten sonra su üzerinden tarak âletinin
geçirilmesiyle elde edilir
Sıra Sizde 5
Arap zamkı eriyiği ile kâğıda yazılan ve kurutulan yazılar tekneye
atıldıklarında zamklı kısımlar ebruyu almaz. Yazılar kâğıt rengiyle kalır
Yararlanılan Kaynaklar
Arseven, Celal Esat (1983), Sanat Ansiklopedisi, I, s.341-348.
Necmeddin Okyay’ın cild ve ebrû notları.
Aslanapa, Oktay (1982), “Osmanlı Devri Cilt Sanatı”, Türkiyemiz, sy. 38, s.
12-17.
Çığ, Kemal (1971), Türk Kitap Kapları, İstanbul.
Meriç, Rıfkı Melül (1954), Türk Cild San’atı Tarihi Araştırmaları. 1.
Vesikalar, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi.
Tanındı, Zeren (1993), “Türk Cild Sanatı (Kitap Kapları)”, Başlangıcından
Bugüne Türk Sanatı, Ankara.
Tanındı, Zeren (1990), “Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde Orta Çağ
İslam Ciltleri”, Topkapı Sarayı Müzesi Yıllığı, IV, s. 103-149.
Derman, M. Uğur (1977), Türk Sanatında Ebrû, İstanbul.
Haemmerle, Albert – Olga Hirsch (1961), Buntpapier, München,
Derman, Uğur (1994), “Ebrû”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, X, 80-82.
169
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
ını tanı şim devrelerini açıklayabilecek,
ında kullanılan teknikleri tanıyabilecek,
ının üslûp ve ustalarını tanıyabilecek,
ı yanında seramik ve cam konularını açıklayabilecek,
ının kullanıldığı yerleri ifade edebilecek ve diğer
coğrafyalardaki çini sanatından farkını açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
ş ırça
ğfûr
ı
ı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
GİRİ
Türk sanatında iç ve dış mimari tezyinatın en önemli unsurlarından birisi hiç
ş ş ımıdı
ı ş ği,
Türk çini sanatını şe sahip olduğ
çini sanatı, asıl kayda değ ş
ş ılar, Gazneliler, Harzemşahlar ve özellikle
ışlardır. Bu sanat dalı,
ı zamanı ı ş ve çeşitli tiplerdeki
mimari eserler üzerinde, çeşitli tekniklerde çini kullanılmak suretiyle, büyük
ş ığını sürdürmüştür.
ştirilen çeş ştirilen çini sanatı,
ışıltılı bir hava yaratarak mimariye canlılık katmış,
yapıları i ı bir işve kazandırmıştır.
ım şeklinin yanı sı ı, nakış
ğini ve teknik tecrübesini
sürdürerek, yeni teknik buluş ştirilen tezyinat anlayışıyla bu sanat
dalını şmesini sağlamıştır.
Bu ünitede Türk çini sanatını şimi, çeşitleri, kullanım alanları,
ustalar ve üslûp özelikleri ele alınacaktır.
http://seramikciler.blogcu.com/
http://www.anikya.com/cini.asp; http://www.cinicim.com/cinicilik/
http://www.istanbul.edu.tr/Bolumler/guzelsanat/cini.htm
ÇİNİ
Tanımı
ı şmiş topraktan
yapılan sırlı duvar kaplamalarına verilen bir addı
ı ş ğ şmiş topraktan yapılan çanak
çömleğ
ılan kullanım eşyasına seramik veya
keramik denilmektedir.
Çağdaş yayınlarda, Yunanca’dan dilimize geçen ve kil anlamına gelen
keramik kelimesinin, keramik veya seramik şeklinde farklı dillerdeki iki ayrı
telaffuzu, birbirinden farklı şeylermiş gibi anlamlandırılarak, toprak evânî ve
çini sanatını anlatmak için kullanılmıştır. Killi topraktan pişirilerek yapılan
kullanım eşyasına keramik, duvar kaplama malzemesine ise çini veya
seramik ismi verilmiştir. Aslında topraktan pişirilerek yapılan bütün eşya,
genel olarak seramik adı altında değerlendirilebilir. Seramiği meydana
getiren kaolin (arı kil), kuvars ve silika gibi maddelerden bileşim miktarı ve
pişirme derecelerine göre toprak evânî, çini (kâşî), porselen (fağfûr) veya
cam gibi alt gruplar meydana gelir.
Başka bir tanıma göre, bir veya birden fazla metalin, metal olmayan
elementlerle birleştirilerek pişirilmesi sonucu oluşan inorganik bileşiğe
“seramik” denir.
Tümü killi topraktan yapılan veya yüksek oranda kil ihtiva eden ham
maddelerden üretilmiş, yüzeyi parlakça ve en sert seramik grubuna
“porselen” adı verilmektedir. Eski kaynaklarda buna fağfûr denilmektedir.
Fağfûr kelimesi, Osmanlılar tarafından Çin porseleni ve Çin imparatorlarını
anlatmak için kullanılan bir tabirdir.
Tarihçe
Pişmiş topraktan çanak çömlek yapma sanatının, Asurlular zamanına kadar
uzandığı bilinmektedir. Orta Asya’da Turfan, Aşkar ve Hoça bölgelerinde
yapılan araştırmalarda ele geçirilen örneklerden anlaşıldığına göre, Türkler
daha VIII. yüzyıldan itibaren bu sanat dalında ileri derecede bilgi ve tecrübe
sahibidirler. Bugünkü Çin sınırlarında kalan Doğu Türkistan bölgesindeki
Kâşî veya Kaşgar şehrine nisbetle, pişmiş topraktan yapılan duvar
kaplamalarına kâşî denildiği bilinmektedir. Uygurlar, Karahanlılar gazneliler,
pişmiş toprağı ve çini sanatını kitâbelerde ve binalarda yapı malzemesi olarak
kullanmışlardır. Seramik sanatı, İslâm öncesi Türk toplulukları arasında
Göktürkler ve Kırgızlarda görülmektedir.
Orta Asya’da tuğladan inşa edilmiş çinili, ağır kule biçimindeki silindirik
minareler, Anadolu’da daha zarif bir şekle bürünmüştür. Siirt Ulucamii’nin
(XII. yüzyıl) minaresinde, fîrûze sırlı tuğla ile meydana getirilmiş bezeme
kuşakları, Zengî Atabegliği mimarisinin örnekleriyle benzeşmektedir.
Kayseri Ulucamii’nin (1134-1143) minaresindeki fîrûze sırlı tuğla ile
yazılmış kûfî kitâbe de en eski örneklerden biridir. Konya, Sivas, Malatya ve
Erzurum gibi, Anadolu Selçuklu şehirlerinde bulunan minarelerdeki
çinilerden, Anadolu’nun Orta Asya ile sanat bağlarını hâlâ koparmadığı
görülmektedir. XIII. yüzyıldan itibaren minare gövdelerindeki çini
174
kuşaklardan başka şerefe altlarında çinili mukarnas bezemelere de
rastlanmaktadır.
175
Resim 8.4: Karatay Medresesi’nin çini mozaik uygulamaları – Konya
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
176
Resim 8.5: Yeşiltürbe’de Çelebi Mehmed sandukasında renkli sır (lâkabî) çini
uygulamaları – Bursa
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
Renkli sır tekniğinde çini üzerine nakışlar, içine sır maddesi katılan
boyalarla işlenir. En çok kullanılan renkler lâcivert, fîrûze, sarı, yeşil ve
bazen mora çalan kiremit kırmızısıdır. Bazen de sarı rengin üstüne veya
doğrudan lâcivert zemine altın uygulandığı görülmektedir. Ayrıca hatâyî
üslûbunda işlenmiş Uzakdoğu menşeli bitkisel kompozisyonlar, çini
sanatında yeni bir dönemin başladığına işaret etmektedir. Bu yeniliklerde Ali
b. İlyâs Ali, Mehmed el-Mecnûn ve Tebrizli ustaların payı büyüktür.
177
Resim 8.6: Edirne Murâdiye Camii’nin renkli sır (lâkabî) çinilerinden bir ayrıntı
Edirne Murâdiye Camii’nin (1436) renkli sır çinileri ise Bursa Yeşilcami
ve Türbesi’nin bir ileri aşamasını göstermektedir. Tamamen çinilerle
yapılmış âbidevî boyuttaki mihrap, Bursa Yeşilcami ve Türbesi’nden sonra
bu teknikle yapılmış en muhteşem eserdir. Burada ayrıca klasik Osmanlı
çinisini hazırlayan şeffaf sır altına uygulanmış mavi-beyaz çiniler, desen
özelliklerinin yanı sıra önemli bir teknik gelişmenin de habercisidir. Mavi-
beyaz çiniler malzeme ve teknik ayrıntılar bakımından farklı bir tarz
oluşturmaktadır. Burada görülen mavi-beyazların hamuru porselen hamuru
gibi serttir. Ne yazık ki çini sanatımıza bu yenilikleri kazandıran ve
muhteşem eserler meydana getiren ustalar oldukça mütevazı davranarak
eserlerine imza koymadıklarından bu göz alıcı yapıların ustalarının kim
oldukları kesin olarak bilinmemektedir.
Resim 8.8: Haseki Hürrem Sultan Türbesi’ndeki çok renkli sır altı İznik çinileri
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
179
Resim 8.9: Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’ndeki elvan çinilerinden bir ayrıntı
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
Yakın zamana kadar Milet’te üretildiği düşünülerek “Milet işi” denen bazı
kırmızı hamurlu çinilerin de, yapılan kazı ve araştırmalar sonucunda, XIV.
yüzyılın ikinci yarısından XV. yüzyılın başlarına kadar tarihlenen ikinci
dönem İznik çinileri olduğu anlaşılmıştır.
İznik atölyelerinin büyük bir teknik zaferi olan, hafif kabarıkça, parlak
mercan kırmızısının kullanıldığı çiniler, beşinci ve en son aşamayı gösterir ki
bu renk, klasik devir Osmanlı çini sanatının öne çıkan ayırıcı vasfı olmuştur.
Fîrûze, mavi, yeşil, kırmızı, lâcivert, beyaz ve bazen de siyah olmak üzere
yedi rengin sır altına tatbiki, bu güne kadar dünya çini sanatında görülmemiş
bir teknik gelişmenin eseridir. Ancak bu devrin çini ve seramiklerinde, renkli
sır çinilerde gördüğümüz parlak sarı renge hemen hiç yer verilmemiştir.
Klasik devir çini ve seramiklerinde uygulanan bulut nakşı, rûmî üslûbu
nakışlar ve lâle, sümbül, karanfil, zambak, gonca ve açılmış gül, bahar dalları
ve benzeri çok çeşitli çiçek nakışlarıyla, bu alandaki teknolojik gelişmenin
180
ötesinde yüksek bir zevkin eseri olan çok zengin bir motif dağarcığına
erişilmiştir.
Osmanlı dönemi İznik çinileri hangi devrelerden geçerek klasik şeklini almıştır?
Resim 8.10: Sultan III. Murad Türbesi’ndeki elvan sır altı İznik çinileri
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
181
Topkapı Sarayı’nda Bağdat ve Revan Köşkleri, Üsküdar Çinili Camii
(1640) ve Eminönü’ndeki Yeni Vâlide Camii’nde (1663) görülen çiniler
desen ve kompozisyonlar açısından pek zengin olmakla birlikte, Osmanlı çini
sanatında duraksamanın, hatta gerilemenin görüldüğü örneklerdir. Ancak
Çinili Camii’nin, İznik çinilerini taklit eden Kütahya çinileri, Kütahya’nın bu
konudaki başarısını da gösterir niteliktedir.
Resim 8.11: Yeni Vâlide Camii’nin sır altı çinilerinden bir ayrıntı –Eminönü
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
Hamur
Boya
Sır
Çini Teknikleri
Çini ve seramik, parçayı meydana getiren hammaddenin terkibine,
renklendirme ve sırlama yöntemine, pişirme ve uygulama şekline göre
değişik gruplar oluşturmaktadır. Sırlı tuğlanın ortaya çıkışı bir nevi çini
sanatının başlangıcı sayılır.
Bu teknikte önce düz renkli levhalar ayrı ayrı fırınlanıp, desen için gerekli
olan renkler bu levhalardan istenilen şekilde kesilip çıkartılır. Kesilen
parçalar arka kısma doğru hafifçe pahlandıktan sonra sırlı yüzeyler alta
gelecek şekilde, belli kalıplar içerisine muntazam surette yerleştirilip arkasına
harç dökülür. Harç kuruduktan sonra, kalıbın şeklini alan levha halindeki
parçalar duvara yapıştırılır.
Mertabanî
Batılı kaynakların Selâhaddîn-i Eyüzyılûbî’ye nisbetle “seladon” adını
verdikleri bu teknik, duvar kaplama çinilerinde değil, evânî yapımında
kullanılır. İlk olarak Merteban’da yapılmış olduğu için “mertebanî” diye
isimlendirilen bu değerli çanak çömlek türünün zehirli yiyeceklere karşı
duyarlı olduğu söylenir. Bunu için de suikast girişimlerine karşı padişahlar ve
saraylılar tarafından tercih edildiği ileri sürülmektedir. Bu tür evânî, daha çok
yeşilimtırak rengiyle tanınır.
184
Sır Üstü Tekniği
Sır üstü tekniğinde pişmiş toprak malzeme önce mat bir sırla kaplanıp bir kez
pişirilir ya da pişirilmeden çini üzerine işlenecek desenler sırlı boya ile
işlendikten sonra bir kez daha pişirilir, böylece desenler önceden sürülmüş
sırlı tabakayla kaynaşarak zemine yerleştirilmiş olur.
Sır altı tekniğinde nakışlar pişmiş toprağın üstüne çekilen ince bir astar
tabakasına işlenir, renkli nakışların üstüne de sır tabakası sürüldükten sonra
çini bir kez daha fırınlanır. Böylece renkli nakışlar sır altına yerleştirilmiş
olur. Sır altı tekniği XIII. yüzyılda Anadolu Selçukluları’nda kullanıldığı
gibi, esas gelişmesini XVI. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlılar’da
tamamlamış en yaygın çini tekniğidir.
Mînâî (Heft-reng)
Sır altı ve sır üstü tekniklerinin bir arada kullanılmasıyla çok renkli bir satıh
elde etmeye yarayan tekniğe “mînâî” adı verilmiştir. Bu teknikte ısıya çok
dayanıklı olan renkler sır altına, az dayanıklı olan renkler de sır üstüne tatbik
edilir. Genellikle mavi, mor, fîrûze ve yeşil renkler sır altına; kiremit
kırmızısı, beyaz, kahverengi ve siyah renkler de sır üstüne tatbik
edilmektedir. Bu tekniğe sır altı ve sır üstüne yedi rengin bir arada tatbik
edilebilmesinden ötürü “heft-reng” adı da verilmiştir.
Çağdaş yayınlarda cuerda seca adıyla anılan, eski kaynaklarda ise lakabî
denen renkli sır tekniği, ilk defa Timurlular döneminde ortaya çıkmıştır.
Aslında İspanyollar’ın fayanslarında kullandıkları cuerda seca tekniği ile
lakabî tekniği arasında hiçbir teknik benzerlik bulunmamaktadır. Cuerda seca
tekniğinde, renkli sırla boyanan desenlerin renkli sırlarının, fırında eriyip
akarak birbirine girmemesi için, desenlerin etrafına ince iplikle konturlar
çekilmektedir. İplik fırında yanınca arada boşluk kalır ve renkler birbirine
karışmaz. Lakabî tekniğinde ise iplik kullanılmayıp desenlerin etrafı
balmumu veya nebatî yağ ve manganez karışımıyla tahrirlenerek renkler
birbirinden ayrı tutulmaktadır. Bu teknikte çok daha ince ve kıvrımlı nakışlar
çizilebilmektedir. Cuerda seca tekniği lakabî tekniğinin yanında çok kaba ve
185
ilkel kalmaktadır. Cuerda seca isimlendirmesi tamamen Batılı kaynaklardan
yapılan tercümeler yoluyla yerli yayınlara girmiş yanlış bir tanımlamadır.
Mavi Beyaz
Osmanlı’nın çok renkli klasik sır atlı çinisini hazırlayan şeffaf sır altına
uygulanmış mavi-beyaz çiniler, malzeme ve teknik ayrıntılar bakımından
renkli sır çinilerden daha farklı bir tarz oluşturmaktadır. Mavi-beyazların
hamuru porseleninki gibi sert, kâşî üzerine uygulanan desenler de daha çok
Uzakdoğu çağrışımı yapmaktadır. Bu tekniğin Çin’den ithal edilen Ming
Hânedanlığı devri çini tabaklarıyla ilgili olduğu düşünülmektedir. XVII.
yüzyılın sonlarına doğru mavi beyaz çinilerde bir gerileme görülmektedir.
Çağlar boyu gelişen çini sanatı tarihteki zirvesine çok renkli elvan sır altı
tekniğiyle ulaşmıştır. Önceleri çok renkli bir nakış elde edebilmek için önce
ısıya dayanıklı renkler sürülüp bir kez fırınlandıktan sonra, ısıya daha az
dayanıklı olan renkler sürülerek tekrar fırınlanıyordu. Bu teknik hem
zahmetli hem de pahalı olup, renkler hem sır atlı hem de sır üstüne tatbik
edildiğinden, bütün renkler aynı canlılıkta ve aynı ahenkte meydana
gelmiyordu. Bütün renkler aynı sıcaklıkta olgunlaşmadığı için farklı renkleri
bir arada toplamak da bu sebeple çok zordu. Bu sorunun aşılması için birden
fazla fırınlanma yoluna gidilmiştir ancak çini sanatının teknolojik son
aşaması olan çok renkli sır altı tekniğinde hemen hemen bütün renkler bir
fırınlamada sır altında toplanabilmiştir. Bütün renkler sır altında olduğu için,
yüzeyde pürüzsüz bir parlaklık elde edilmiştir. Bu teknikte yalnızca sarı renk
saf dışı bırakılmıştır.
Bu dönem çinilerinin önemli bir ayırıcı özelliği ise yaklaşık yarım asır
kadar varlığını sürdürecek olan mercan kırmızısının kullanılmasıdır.
Üçüncü aşamada, bir kez pişirilmiş parçalar üzerine, ilkin nakışlar fırça
ile işlenip, sonra sırlanır veya doğrudan sırlama işlemine geçilir. Şimdi
modern yöntemlerle üretim yapan çini fabrikalarında nakışlama işlemi fırça
yerine serigrafi baskı tekniğiyle de yapılmaktadır. Çini sırlama işi, sulama
(akıtma), daldırma, püskürtme veya fırça ile sürerek yapılır.
Resim 8.12: Bina cephesinde çini kullanımına örnek: Büyük Postahane (Postahane-i
Âmire)- Sirkeci
Kaynak: Aziz Doğanay Arşivi
Çini Ustaları
Türk-İslâm geleneğinde bazı sanat dallarında sanatkârlar zaman zaman
tevazu göstererek, bazen de eser kolektif bir çalışmanın ürünü olduğu için
eserlerine imza koymaktan kaçınmışlardır. Bu yüzden eserleri günümüze
kadar ulaşmış birçok sanatkârın ismi veya hayatına dair bilgi
bulunmamaktadır. Bununla birlikte eserlerine imza koyan birçok sanatkâr
sayesinde bu ustaların nereden geldikleri ve ne tür işler yaptıkları konusunda
sınırlı da olsa bilgi sahibi olabilmekteyiz.
188
İlk dönem yapılarında görülen renkli sırlı tuğla ve çini mozaik sanatının
ustaları hakkında fazla bilgiye sahip değiliz, ancak birçok Anadolu Selçuklu
yapısında sanatkâr imzası bulunmaktadır.
Özet
Duvar, kemer ve kubbe gibi yüzeylerin kaplanmasında kullanılan, killi
topraktan pişirilerek yapılmış, genellikle renkli ve yüzeyi sırlı levhalara çini;
sırlı veya sırsız kâse, tabak, fincan, vazo gibi kapalı veya açık formlardaki
pişmiş topraktan yapılmış kullanım eşyalarına da çini evânî veya seramik
denir.
Mimariye bağlı olarak gelişen çini sanatı, Anadolu’da Selçuklular’la hayat
bulmuştur. Anadolu Selçukluları’nda yapı malzemesi olarak renkli sırlı tuğla,
tezyinat malzemesi olarak da renkli sırlı çini belli yörelerde yaygınlık
kazanmıştır. Sırlı tuğlalarda ilk zamanlar fîrûze renk hâkim iken, XIII.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren fîrûzenin yanı sıra kobalt mavisi ve
patlıcan moru da yer almıştır. Duvarlarda çoğu zaman düz levha halindeki
çiniler kullanılırken, kitâbelerde kabartmalı çiniler kullanılmış, kemer, tonoz
ve kubbe gibi eğimli satıhlarda ise çini mozaik tercih edilmiştir.
XIV. yüzyılın ortalarından XVII. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı’nın çini
üretim merkezi İznik şehri olmuştur. İznik ve çevresinde üretilen çiniler
genellikle kırmızı hamurludur. XV. yüzyılın ortalarında beyaz sert hamurlu,
mavi-beyaz çiniler ortaya çıkmıştır. XV. yüzyılın sonlarında Çin
porselenlerinin de etkisiyle, İznik’te olduğu gibi Kütahya’da da beyaz
hamurlu, çoğunlukla astarsız, renksiz şeffaf sırlı, mavi-beyaz çini üretimine
geçilmiştir.
XVI. yüzyılın ikinci yarısında imar faaliyetleri yoğunlaştığı için buna paralel
olarak çini kullanımı da artmıştır. Ancak her ne sebeptense XVII. yüzyılın
sonlarından itibaren İznik atölyelerinde bir gerileme görülmektedir. Bir ara
Damad İbrâhim Paşa’nın gayretleriyle İstanbul’da Tekfur Sarayı’nda çini
üretilmeye başlanmışsa da istenilen sonuç alınamadığı için üretimden
vazgeçilmiştir. Osmanlı’nın bundan sonraki çini merkezi Kütahya olmuştur.
İznik atölyeleri daha çok saray için üstün nitelikli çiniler üretirken, Kütahya
atölyeleri daha çok halkın taleplerine cevap vermiştir. XVIII. yüzyılda
Çanakkale’de de seramik üretimi hız kazanmışsa da günümüzde Kütahya
atölyeleri geleneği sürdüren ana merkez olmuştur.
Kendimizi Sınayalım
1. Perdahlı çini tekniğine en erken ne zaman ve nerede rastlanmıştır?
190
2. Renkli sır çini tekniği Türk çini sanatında ilk defa nerede görülmektedir?
c. Bursa Yeşilcami
d. Sivas Gökmedrese
a. Bursa Yeşilcamii
a. Çini mozaik
c. Tekfur Çinileri
d. Sırüstü/Lakabî
e. Minaî ve Luster
a. Fağfûr evânî
b. Elvan çini
c. Çini mozaik
d. Sırlı tuğla
e. Kâşî
191
3. d Yanıtınız doğru değilse Tarihçe kısmını yeniden okuyunuz.
4. e Yanıtınız doğru değilse Perdahlı Çini konusunu yeniden okuyunuz.
5. a Yanıtınız doğru değilse Çini ve Seramik Yapımında Kullanılan
Maddeler bölümünü yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde 2
Osmanlı İznik çinileri beş devreden geçerek klasik şeklini almıştır. Birinci
devre: kırmızı hamurlu ve tek renkli sırla yapılmış çiniler. İkinci devre: Milet
işi denen kırmızı hamurlu çiniler. Üçüncü devre: Selçuklu etkisi taşıyan tek
veya iki renkli motiflerle işlenmiş çiniler. Dördüncü devre: Şam işi adı
verilen mavi-beyaz çiniler. Beşinci devre: Hafif kabarıkça, parlak mercan
kırmızısının kullanıldığı çok renkli sır altı çiniler.
Sıra Sizde 3
Toprağa madenî görünüm vermek için perdah/luster tekniği kullanılır. Bu
teknikte çini üzerine beyaz astarlı, renksiz şeffaf sır sürüldükten sonra bir kez
pişirilip, levha veya evânî üzerine yerleştirilecek nakışlar altın, gümüş ve
bakır gibi madenî oksitlerle işlendikten sonra tekrar fırınlanınca toprak
malzeme piştiğinde madenî bir görünüm kazanır.
Sıra Sizde 4
Düz renkli levhalardan kesilen parçalar arka kısma doğru hafifçe
pahlandıktan sonra sırlı yüzeyi alta gelecek şekilde, belli kalıplar içerisine
muntazaman yerleştirilip arkasına harç dökülür. Harç kuruduktan sonra, kalıp
halindeki parçalar duvara yapıştırılır.
Sıra Sizde 5
Çini mozaik tekniğinde desenleri oluşturan küçük parçalar, büyük
levhalardan kesilerek çıkarıldığından, düz çini levhalara nisbetle yüzeye daha
iyi intibak sağladığı için, eğimli yüzeylerde çini mozaik tercih edilmiştir.
Yararlanılan Kaynaklar
Arık, Rüçhan (2000), Kubad Abad Selçuklu Saray ve Çinileri, İş Bankası
Yayınları, İstanbul.
192
Doğanay, Aziz (2009), Osmanlı Tezyinatı: Klasik Devir Hanedan
Türbeleri 1522-1604, İstanbul: Klasik Yayınları.
Kırımlı, Faik (1981), “İstanbul Çiniciliği”, Sanat Tarihi Yıllığı, XI, İstanbul,
s. 95-110.
Öney, Gönül (1977), Türk Çini Sanatı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
193
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
şap, maden, halı sanatları ile taş oymacılığının Türk sanat ve zanaatları
içindeki yerini değerlendirebilecek,
Anahtar Kelimeler
şap oyma ve kakma sanatı
ı sanatı ve seccadeler
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
ş ı ılı
ılı ş İşçiliğ
ğ
GİRİ
ırda yapılan arkeolojik kazı
dalları ı ğ
dünyada bilinen en eski halını ğunu ortaya koymuştur.
İ
coğrafyalarda yerel miras ile meczetmeyi başarmış
üslûplarını şmenin formülünü yakalamışlardır.
Anahtar kelimeler kullanılarak internet ortamında konu ile ilgili bilgi ve gör-
sellere ulaşabilirsiniz.
AH AP SANATI
ğ ı ş ğulu olan ahşap,
sözlük anlamının dışında, farklı ağaç cinslerinden seçilen malzemenin oyma,
şlenmesi sonucunda ortaya çıkan bağımsız
bir sanat dalının da adı olmuştur.
şap işlemeciliğ ı ş ve
çeş şap önemli bir mimari eleman olduğ ın da
pek çok yerinde varlığını hissettirir.
Türbelerdeki devlet ve din büyüklerine ait sandukalar, padişahlar
tarafından bayram ve diğer merasimlerle kabuller sırasında kullanılan tahtlar,
saray ve çevresindeki elitlere ait mücevher kutuları, çok çeşitli mekânlarda
kullanım alanı bulmuş dolaplar, sandıklar, lambalıklar, kavukluklar, sehpalar,
paravana, çekmece gibi daha birçok eşya da ahşap sanatının konusu
kapsamındadır.
196
Resim 9.1: Konya Mevlânâ Müzesi’nde Beylikler dönemine ait kapı kanatları
197
Yıldız parçalarını birbirine bağlayan çıtaların çivilerle zemine monte
edildiği bir yalancı kündekârî ile kündekârî görünümlü ancak tüm parçaların
oyularak tek zeminde oluşturulduğu kabartmalı bir başka yalancı kündekârî
daha söz konusudur. Ancak bu türden eserler zaman içindeki ısı ve rutubet
değişikliklerinin, sıcaklık ve soğukluk farklarının ahşapta oluşturduğu
hareketlenmeye dayanıklı değildirler.
Derin oyma tekniği ile meydana getirilen Konya Sadreddin Konevî Camii
(XIV. yüzyıl) ve Bursa Yeşilcami’nin pencere kanatları (XV. yüzyıl) ile aynı
yüzyıl eseri Karaman İmaret Camii’nin kapı kanatları olağan üstü incelikte
işlenmiştir.
198
Beylikler döneminde Ankara ve çevresinde rastlanan ahşap örneklerine
bakılırsa burada üslûp, teknik ve işçilik bakımından hayli ileri seviyede iş
üreten ve tüm Anadolu’ya hitap eden ahşap atölyelerinin varlığı anlaşılır.
199
Resim 9.4: Süleymaniye Camii vaaz kürsüsünden detay
XV-XVI. yüzyıla ait Edirne II. Bayezid Camii ile Topkapı Sarayı Hazine
Dairesi kapıları, Bağdat ve Revan Köşkü kapıları devrin en güzel ahşap
örnekleridir. Bu dönemde çiçekli bezemeler yanında rûmîlerin, benek
motifinin ve fildişi kakma tekniği ile bazı yazı frizlerinin de devreye
sokulduğu görülür.
XVII ve XVIII. yüzyıllarda sedef, bağa ve fildişi kakma ile özellikle sedef
mozaik teknikleri barok ve rokoko üslûplarının da etkisi altında kalarak daha
çok yaygınlaşmış, XIX. yüzyılda dolap kapakları, çekmeceler, lambalık ve
kavukluklar ile tavan göbeklerinde Edirnekârî boyama tekniği uygulanmıştır.
200
Resim 9.5: Kandil
MADEN SANATI
Türkler tarih boyunca metal eşya üzerine çeşitli teknikler kullanarak, bazan
birden fazla tekniğe aynı süre içinde başvurmak suretiyle maden sanatı
alanında güzel eserler ortaya koymuşlardır.
201
Resim 9.6: Kubbe alemi
202
Türk coğrafyasında maden sanatı alanında yüzyıllar içinde meydana
getirilmiş sayısız eser, İstanbul’daki Topkapı Sarayı, Askerî Müze ve Türk ve
İslâm Eserleri Müzesi ile birlikte pek çok dünya müzesinin koleksiyonlarında
sergilenmektedir.
Kaynak : www.kaybolansanatlar.com
HALI SANATI
“Halı” kelimesi Farsça olduğu da söylenen “kali”den gelme bir kelime olup,
yaşama mekânlarını taş, toprak veya ahşap zeminden ayıran dokuma
tekniğine dayalı bir sanat alanına ad olmuştur. Eski Türkçe’de halıcılıkla
ilgili kelimelerin çokluğu, halı sanatının tarihî kimliğini de aydınlatır.
Büyük Selçuklular vasıtasıyla Batı Asya’ya, sonra da İran içlerine kadar
gelmiş olan Türk halı sanatı, oradan da Anadolu Selçukluları vasıtasıyla
Anadolu’ya intikal etmiştir. Çadır hayatı ihtiyaçlarını karşılayan teknik bir
buluş olan düğümlü halıların İslâm coğrafyasındaki yayılışı Türkler’in batıya
doğru ilerlemesi ile ilgilidir. Büyük Selçuklular’dan günümüze pek bir şey
ulaşmış görünmüyorsa da özellikle Konya ve Beyşehir’de bulunan halılar
Anadolu Selçuklu dönemi Türk halılarının desen ve renk anlayışını
günümüze taşırlar.
XIV. yüzyılda bazı hayvan motiflerinin biraz stilize edilerek içinde yer
aldığını Avrupalı ressamların tablolarından çıkardığımız bu halılardan sonra,
XV. yüzyılın sonuna doğru daha çok geometrik desenlerin hâkim olduğu
Holbein halıları karşımıza çıkar. Ressam Holbein’in tablolarına konu olduğu
için bu adla anılan söz konusu halılar, Batı Anadolu veya Uşak bölgelerinde
dokunmuştur. XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıla kadar bu bölgede renk ve desen
bakımından fevkâlade güzellikte halılar üretilmiştir. Madalyonlu ve yıldızlı
şeklinde iki tipte ele alınabilecek olan bu halıların motif tasarımında biçim
tekrarları yoluyla sonsuzluğa dikkat çekilir.
204
Resim 9.8: Uşak halısı (XVII. yüzyıl)
TAŞ İŞÇİLİĞİ
Büyük Selçuklular’dan Anadolu Selçukluları’na, Beylikler’den Osmanlı
asırlarına dek ortaya konan mimari anıtlar yoluyla Türkler daima taş işçiliği
alanında önemli eserler ortaya koymuşlardır. Mengücek oğlu Ahmed Bey
tarafından yaptırılan Divriği Ulucamii ve Dârüşşifası’nın cephelerinde
yükselen anıtsal kapılar eşsiz güzelliktedir ve çok ince taş işçiliği içerirler.
205
Resim 9.9: Elhamra Sarayı’nda taş işçiliği
206
Resim 9.10: Divriği Ulucamii taç kapılarında taş işçiliği
207
Selçuklu taş yapılarında insan ve hayvan figürlerine de rastlanmaktadır.
Kullanılan bu tür motifler arasında sırt sırta vermiş kartal, kuş resimleri,
kadın ve erkek insan başları bulunmaktadır. Kayseri Döner Kümbet’te ise
aslan resimleri vardır.
Cami, medrese, türbe gibi yapıların girişlerinde yer alan, yapının inşa ya
da tamiri ile ilgili manzum veya mensur bilgiler içeren, sülüs yahut ta‘lik
celîsi ile kabartma tekniğinde işlenmiş yazılardan oluşan kitâbeler de
Osmanlı taş işçiliğinin bir başka hüner alanını teşkil eder.
Anadolu Selçuklu taş işçiliğinin önemli bir alanı olarak bilinen taç kapılarda
süsleme hangi şekilde planlanır?
208
Resim 9.13: Eyüp civarında bir mezar şâhidesinde taş işçiliği
Özet
Türk sanatları içinde her ne kadar mimari en başta anılıyorsa da mimarinin
tamamlayıcı unsurları arasında yer alan pek çok ögenin atölyelerinde
üretildiği ahşap, halı, maden sanatları ve taş yontuculuğu da en az diğer aslî
alanlar kadar önemlidir. Çünkü onlar ancak bunlarla tamamlanmış
olmaktadır. Çeşitli aletler yardımı ile farklı yöntemler uygulanarak
geliştirilmiş muhtelif üslûplar içinde ortaya konmuş bu eserlerin en güzel
örneklerini cami, medrese, türbe, kervansaray, sebil gibi yapılarla Türk ve
dünya müzelerinde ve bazı özel koleksiyonlarda görebiliriz.
Hiçbir güzellik yok olmaz, er geç kendi değer özellikleriyle ayağa kalkar ve
kendini gösterir. Bu noktada ait olduğu coğrafya çeşitli nedenlerle konuya
bîgâne kalırsa bunu başka coğrafyaların insanları yapar. Bir kültür ve
birikiminin çocuklarının kendi kültür ve sanat miraslarına duyarsız
kalmamaları millet olmak kadar, millet kalmanın da gereğidir.
Dünyayı daha yaşanabilir ve daha güzel hale getirmek için geçmiş
insanların yaptıkları ve bıraktıkları arasındaki güzellikleri merak edip
araştırmak ve o mirası koruyup geleceğe taşımak âdeta bir görevdir.
209
Kendimizi Sınayalım
1. Türk ahşap oyma ve kakma sanatında hangi ağaç cinsleri kullanılmıştır?
a. Kavak, vişne, kızılcık, nar
b. Abanoz, ceviz, meşe, şimşir
c. Çınar, erik, elma, armut
d. Çam, meşe, ıhlamur, portakal
e. Abanoz, meşe, mandalina, kiraz
210
c. Minberler, kapılar
Türk ahşap oyma ve kakma sanatında daha çok abanoz, ceviz, meşe, şimşir
ve benzeri bazı ağaç cinsleri kullanılmıştır.
Sıra Sizde 2
Sıra Sizde 3
Sıra Sizde 4
Taş işçiliğinin yazı sanatıyla buluştuğu iki önemli alan, hat sanatının gelişim
seyrinin üzerlerinden izlenebildiği önemli birer alan olarak mezar taşları ile
yapı kitâbeleridir. Bunlar da genelde zemin oyularak harflerin kabartma
biçiminde ortaya çıkarıldığı bir yöntemle üretilirler.
Yararlanılan Kaynaklar
Aslanapa, Oktay (1987), Türk Halı Sanatının Bin Yılı, İstanbul.
211
Demiriz, Yıldız (1979), Osmanlı Mimarisinde Süsleme I, İstanbul.
Kerametli, Can (1962), “Osmanlı Devri Ağaç İşleri, Tahta Oyma, Sedef,
Bağa ve Fildişi Kakmalar”, Türk Etnografya Dergisi, Ankara, sy. 4,
s. 5-13.
212
213
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
İ ıklayabilecek,
ş ı
müzikal özellikleri ön plana çıkararak ayırt edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
Türk Din Mûsikisi
GİRİ
ı
ğu, doğumundan ölümüne kadar
insan hayatının çeş ığı
ın ruh dünyasının şekillenmesinde, diğer
etkenler yanında çok farklı ı ilim
adamları tarafından mûsikinin en ilkel toplumlarda bile, konuşmadan önce
insan hayatı ş bir unsur olduğu ve insanları şlerini, daha
konuşmalarını ştirmeden önce ritim ile sonraları da basit bile olsa ritmin
eşliğinde birtakım seslerle yani mûsiki ile yürüttüğü ortaya atılmıştı ıca
ım hareketlerden doğan raksın da katılımı
şkil ettiği
rüşü bu konuda büyük rağ ştür.
ğı hakkında değiş şler ileri
sürülmüştür. Bunlar arası ın olanı
dayandığını ş
ği kabul edilen musicanı
mitolojisinde Tanrı ı ğan dokuz kızının
adı ı ın tanrıçası
sayılmaktaydı ğların sonlarına doğ
dendiğ ı anlaşılmaya başlamıştır.
şılık
bulmuşt İ İsveççe ve Danimarkaca musik;
Gre İ ıldan
baş ş
olduktan sonra bu telaffuza yakın bir ş
başladı ı döneminde de bu şekildeki kullanılış devam etti ancak
ı
ş ınlaştı.
ı sebebiyle mûsikinin tarih boyunca birçok
tanımı yapılmıştır. Burada bunlardan sadece birkaçına yer vereceğ
şitli
arak tarif eder. Filozof ve tı İbn
ığı yönünden sesleri ve
bu sesler arasındaki zaman sürelerini araştı
Yazar ve düş ğa hoş
şekilde düzenleme sanatı
aracılığıyla birbirini takip eden güzel hisleri ifade etme sanatı” şeklinde
tanımlar. Son olarak, önemli unsurlarını da göz önünde bulundurarak ana
hatlarıyla mûsikiyi şu şekilde tarif edebiliriz: “Mûsiki, bir duygu, bir düşünce
ve tabiî bir olayı ifade etmek gayesiyle; ölçülü/âhenkli seslerin belli bir sanat
anlayışı içerisinde, ritimli/ritimsiz olarak estetik bir şekilde bir araya
getirilme sanatıdır”.
Mûsikinin önemi, pek çok özelliği göz önünde bulundurularak, çeşitli
yorumlarla ifade edilmiştir. İşte bu yorumlar içerisinde bazılarını söz konusu
edeceğiz: “Filozof Konfiçyus’un “Bir milletin ahlâkî yönüyle nasıl idare
edildiğini anlamak isterseniz, o milletin mûsikisini inceleyiniz.” sözleri hayli
dikkat çekicidir. İngiliz edebiyatçısı William Shakespeare (Şekspir)’in
“müzik, yerle gök arasındaki her varlığı hiç kimsenin dayanamayacağı bir
kudretle sarsar”; ünlü mutasavvıf düşünür Mevlânâ’nın “mûsiki, Allah
âşıkları için ruhun gıdasıdır. Zira mûsikide gerçek sevgiliye (Allah) kavuşma
ümidi vardır”; Alman bestecisi Ludwig van Beethoven’in “müzik, insanı
Allah’a en fazla yaklaştıran şeydir ve bütün bilgilerin, bütün felsefelerin
üstündedir”; Alman edebiyatçısı Johann Wolfgang van Goethe’nin (Göte)
“mûsiki, doğrudan doğruya ruha hitabeder, ruh da kendisini ancak mûsikinin
desteğiyle en iyi şekilde ifade edebilir” cümleleri, insan üzerinde mûsikinin
etkisini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Mûsikinin Kaynağı
Mûsiki sanatının hangi şartlar ve etkenler altında, nerede, ne zaman ve nasıl
doğduğu konusunda bugün kesin bir bilgiye ulaşamayacağımız çok doğaldır.
Çünkü tarih içerisinde pek çok aşamadan geçerek çeşitli türleri oluşan
mûsikinin belirli bir zamanda, belirli bir tesirle meydana geldiği sonucuna
ulaşmak pek sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerektir. Buna rağmen insanlar,
tarih şuurunun yavaş yavaş yerleşmesiyle mûsiki sanatının da bir kaynağı
olması gerektiği konusunu gündeme getirmişler ve bu konuda birtakım
fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu konudaki bazı görüşler, mûsikinin tanrılar
tarafından bulunduğu yönündedir. Meselâ eski Hint’te mûsikinin tanrı
Brahma’nın eşi tanrıça Sarasvati; eski Mısır’da tanrı Hermes, Horus veya
Oziris, eski Yunanlı ve Romalılar’da ise tanrı Apollon, Minerva ve Merkür
tarafından icat edildiğine inanılırdı.
Ayrıca eski çağın tanınmış Latin şairlerinden Lucréce mûsikinin, seslerin
taklidinden doğduğunu iddia etmiş; filozof, ruh bilimci ve müzikolog Carl
Stumpf da, olağan konuşmanın insanların birbirlerine uzaktan ünlemeleri için
yeterli olmadığından insanın sesini yükselterek daha anlaşılır olmaya
zorlandığını ve bu tür ünlemelerden de mûsikinin meydana geldiğini ifade
etmiştir. Fransız mûsiki tarihçisi Jules Combarieu ise ilkel insanın korkulu
doğa güçlerine karşı kendini savunmak için büyüye başvurduğunu, anlamını
ancak büyücünün bildiği birtakım gizli hece ve kelimelerin ilkel bir ezgi akışı
içerisinde tekrarlanmasıyla ilkel mûsikinin doğduğunu söylemiştir. Ancak
yukarıda da ifade edildiği gibi bu görüşlerin çoğu akla uygunsa da hiçbirini
kesin olarak ispat etmek mümkün değildir. Bu görüşler birer varsayım olarak
kabul edilmelidir.
Mûsiki-Sanat-Din İlişkisi
İnsanoğlu diğer canlılardan sadece “düşünce” özelliğiyle ayrılmamaktadır.
Din olgusu ve estetik duygu da insanoğlunun önemli vasıfları arasında yer
alır. Din gibi “güzellik” hissi de insanoğlunun yaratılışında mevcuttur.
216
İslâm dini fıtrî bir dindir. Yani “insan” yaratılışına, ruh ve beden
özelliklerine uygun olan her şeyi normal olarak değerlendirir. İslâmiyet,
insanın maddî ve mânevî hiçbir özelliğini red etmediği gibi bilakis, insanın
yaratılışındaki kabiliyetlerin de en mükemmel bir şekilde geliştirilmesini ve
olgunlaştırılmasını ister; bu kabiliyetlerin kötüye kullanılarak istismar
edilmemelerini tavsiye eder. İnsanî duygular içerisinde de estetik (güzellik)
hissinin önemi büyüktür. İşte “yaratılışındaki, güzelliğe karşı ilgi duyma”
hassasiyeti, insanoğlunun güzelliklere ulaşabilme yolunda büyük çabalar
sarfetmesine yol açmış ve bunun neticesinde de “büyük sanat eserleri”
meydana getirilmiştir. Dinin, en iyi ifadesini sanatta bulduğu gerçeği de
unutulmamalıdır.
Sanatın, insanın içerisinde bulunan, güzele ulaşmak ve ondan ruhî bir tat
alma duygusundan doğduğu, yukarıdaki ifadelerden anlaşılmaktadır. Çünkü
vücudun gelişmesi için nasıl gıdaya ihtiyacı varsa, ruhun yükselmesi ve
yücelmesi için de sanata ihtiyacı vardır. Hayatın maddî sıkıntılarından
arınmış, âhenkli bir âlemin hayali, insanlara sanatı keşfettirmiştir. Sanatkâr,
kendi hayalindeki âlemi tasvir ederek bize göremediğimiz güzellikleri
anlatmaya çalışan bir tercümandır.
İnsan, duygularını ifade edebilmek için iki önemli vasıta kullanmıştır: Söz
ve ses. İşte mûsiki, “ses” unsurunu kendisine temel almış bir sanattır. Bu
sanatın şekillenmesinde ses, söz ve ritim, devamlı beraber hareket
etmişlerdir. Renk ve ışığın hünerli bir şekilde düzenlenişiyle nasıl eşsiz
tablolar ortaya çıkıyor, taşların ustaca işlenmesi ve düzenli sıralanışından
nasıl eşi benzeri bulunmayan mimari eserler meydana geliyor, kelimelerin
sanatkârane ifade edilmesiyle nasıl edebî eserler doğuyorsa, seslerin belli bir
uyum içerisinde sıralanmasından da “mûsiki eserleri” ortaya çıkmaktadır.
Önemli unsurları göz önünde tutarak ana hatlarıyla mûsikiyi nasıl tarif
edebiliriz?
döneminde mûsiki, halife saraylarına girmeye başlayınca, devlet adamları
tarafından da mûsikiye ilgi arttı. Hatta halifeler bizzat mûsikiyle uğraşmaya,
mûsiki âletlerini öğrenmeye başladılar. Bu dönemde şöhret olmuş pek çok
okuyucu mevcuttu. Bunlar arasında Tuveys, Azzetü’l-Meylâ, Garîz, Saîd b.
Miscah, İbn Muhriz, Ebû Saîd Cemîle, İbn Süreyc, Ma‘bed ve Delâl en
önemlilerindendir. İslâm âleminde ilk mûsiki nazariyesi eseri yazan Yûnus
el-Kâtib, Saîd b. Miscah, İbn Muhriz, Garîz ve İbn Süreyc’in Arap
mûsikisinin dört temel taşı olduğunu söyler.
Ya‘kūb b. İshak Kindî (ö. 866 [?]) mûsiki teorisi üzerine çalışan ilk İslâm
filozofudur. Mûsikiye dair on risâle yazmış olan Kindî Arap mûsikisinde ilmî
ekolün kurucusu kabul edilir. Kindî, ebced harflerine dayalı bir nota sistemi
kurmuş; mûsikiyi felsefe, mantık, geometri, aritmetik ilimleriyle birlikte
değerlendirmiştir. Kindî’den sonra, bu sahadaki çalışmaları günümüze
ulaşmış diğer bir İslâm filozofu Fârâbî’dir (ö. 950). Aynı zamanda iyi bir
icracı olan Fârâbî’nin mûsiki konusunda yazdığı üç eserinden en genişi el-
Mûsîka’l-kebîr’dir. Eser, Batı’da ve İslâm dünyasında mûsiki teorisi ve
özellikle mûsiki felsefesi hakkında yazılmış en sistemli eserlerden biri kabul
edilir. Eserde, Grekler’in bu konularda ileri sürdüğü fikirler açıklanmış ayrıca
onlardan eksik olarak ulaşan bilgiler de düzeltilerek tamamlanmıştır. Bu eser,
mûsiki âletleri konusunda da, dönemin en kapsamlı eseri olarak bilinir.
Fârâbî’den sonra mûsiki teorisi üzerine eserler yazılmaya devam edilmiş,
Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî’nin (ö. 997) Mefâtîhu’l-ulûm adlı
ansiklopedik eserinin mûsikiye ait bölümleri ile trigonometrinin kurucusu
Ebü’l-Vefâ el-Bûzcânî’nin “ikâ”ya dair eserleri konunun en ciddi
çalışmalarındandır.
218
vermiştir. İbn Sînâ’nın talebesi İbn Zeyle, Fahreddin er-Râzî ve Nasîrüddîn-i
Tûsî de bu alanda eser vermiş önemli bilim adamlarındandır. Ayrıca bu
yüzyılda yazılan bazı tarih ve coğrafya kitaplarında mûsiki tarihi ve
mûsikişinasların hayatlarına dair geniş bilgiler yer almaktadır. Mes‘ûdî’nin
Mürûcü’z-zeheb, Ebü’l-Ferec el-İsfahânî’nin el-Egānî adlı kitapları bu
eserlerin en önemlilerindendir.
219
Kırgızlar’ın “bahşı”, Oğuzlar’ın “ozan” adını verdikleri ve şairliğin dışında
sihirbazlık, hekimlik, rakkaslık ve mûsikişinaslık gibi birçok nitelikleri de
bulunan bu kişilerin halk üzerinde büyük etkisi vardı. Bu kişiler, kendinden
geçmiş bir halde birtakım hareketler yaparken, Türkler’in en eski çalgısı olan
“kopuz” eşliğinde şiirler okurlardı. Türk mûsikisinin en eski örneklerinin,
ozanların kopuzlarla çaldıkları bu nağmeler olduğu söylenir. Ancak hususi
bestesi olan ve sihirli bir etkisi olduğuna inanılan bu güftelerin o döneme ait
örnekleri günümüze kadar gelememiştir.
Eski Türk hayatında dinî nitelik taşıyan başlıca üç büyük âyin vardı: 1-
Avların bereketli olması için düzenlenen ve sığır adı verilen sürgün av
âyinleri. 2- Şeylan, şilan, şölen, çeşn yahut toy adı verilen kurban âyinleri. 3-
Ölen kişinin ruhunun dinlenmesini sağlamak amacıyla düzenlenen ve yuğ
denilen umumi matem âyinleri. İşte bütün bu dinî âyinlerde ortaya çıkan
şölenlerdeki kasideler, sığırlardaki destanlar ve yuğlardaki mersiyelerin
başlangıçtaki dinî nitelikleri sonradan yavaş yavaş yok olmaya başlamış ve
bir süre sonra da din sahasından ayrılmıştır. Türkler’in mûsiki aletleriyle icra
ettikleri terennümlere “gök” veya “kök”, sesli okunanlarına ise “ır” ve “dule”
denirdi. Senenin günlerine eşit olmak üzere sayıları üç yüz altmışı bulan bu
göklerin hâkanlar huzurunda icrası eski teşrifat gereğiydi. Türkler İslâmiyet’i
kabul ettikten sonra da mûsiki, özelliklerini korumaya devam etti ve zamanla
Türk-İslâm medeniyeti içerisinde önemli bir yere sahip oldu.
bu iyi niyetli yaklaşımların zamanla sesler arası bir rekabete dönüşmeye
başladığı, dolayısiyle Kur’an okumada herkesin büyük dikkatle sürdürmeye
gayret gösterdiği ağırbaşlı ve sade üslûbun yerini, âdeta nağmeler yarışına
bıraktığı gözlendi. Bir vasıta olarak, Kur’an okuyuşunda yardımcı unsur olan
güzel ses, sanki Kur’an’ın metninin önüne geçmeye başladı. Bunun üzerine
“tecvid” ve “kıraat” ilimleri ortaya çıktı. Kur’an’ın birtakım kurallar
çerçevesinde okunmasını sağlayan bu ilimler, güzel ses ve mûsikinin de
katılımıyla gelişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in benimsediği, Kur’an’ın
güzel seslerle en güzel bir şekilde okunmasının sağlanması için, seslerin
tanınarak ölçülü bir şekilde kullanılması anlamını taşıyan mûsikinin
uygulanmasının ne derece önemli olduğu üzerindeki duyarlılık kendisini
göstermeye başladı.
Diğer taraftan, camide topluca yapılan ibadet esnasında, yine sese dayalı
bir mûsikinin ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu mûsiki, camide gerek ibadet
221
öncesi ve sonrasında ve gerekse ibadet esnasında ortaya çıkan, çoğunlukla
önceden bestelenmemiş (irticâlî, doğaçlama) nağmelerden meydana gelen,
sadece sese dayalı bir “ses mûsikisi”nden ibarettir.
İslâm dünyasında bir mûsiki şekli (formu) olarak ele alınıp gelişmesi daha
çok “Osmanlı kültür ve medeniyeti” etrafında şekillenen bu köklü mûsiki,
yukarıda da açıklandığı gibi icra edilen yerler ve nitelikleri göz önüne
alınarak iki ana bölümde incelenmiştir. I- Cami Mûsikisi, II- Tekke
(Tasavvuf) Mûsikisi. Ancak bazı dinî mûsiki şekilleri hem camide hem de
tekkede icra edildiklerinden, bunları da III- Cami ve Tekke Mûsikisi’nde
Ortak şekiller başlığı altında açıklayacağız.
222
Vakit namazında ilk sünnet kılındıktan sonra okunan salavatlama, tekbir
alma, namazın tamamlanmasından sonra okunan Âyetü’l-kürsî, onu takip
eden tesbihat ve dua, ayrıca ramazanlarda sahur vaktinde minarelerden
okunan temcîdler, teravih namazlarındaki salât-ı ümmiyyeler ve ramazan
ilâhileri, cuma ve bayram salâsı, minarede iki veya daha fazla sayıda
müezzinin karşılıklı okudukları ezanlar, cumhur müezzinliği içerisinde yer
alan icralardır.
223
aralarında müezzinliğe yatkın olanlar seçilir ve zamanla “hünkâr
müezzinliği”ne getirilirlerdi.
İki kişi tarafından karşılıklı olarak okunan ezanlara “çifte ezan” denilir.
Bu uygulamada müezzinler, birbirlerine karşılıklı perde göstererek ezanı
okurlar.
teravih kılınan ilk gecesine kadar yatsı namazının ardından, ramazanda ise
sahurdan sonra müezzinler ve cemaatin katılımıyla minarede okunurdu.
Camilerde temcîde çıkmak ve temcîd okuyacak topluluğu idare edebilmek
müezzinliğin önemli vazifelerindendi.
Bir vakit namazının camide cemaatla kılınması esnasında ortaya çıkan dinî
mûsiki unsurları nelerdir?
Tekkelerde her tarikatın kendine mahsus zikir şekilleri vardı. Belirli gün
ve gecelerde yapılan bu zikirlere genel anlamda “âyin” denilmekteyse de bu
kelime zamanla, Mevleviyye tarikatına ait zikrin ve bu esnada okunan mûsiki
eserinin özel adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Tekkelerde düzenlenen
âyinlerde asıl amacın, Kur’ân-ı Kerîm’de sıkça tekrarlanan “Allah’ı
zikrediniz” anlamındaki âyetlerin ışığında, zikir meclisleri olduğu daha önce
belirtilmişti. Bu zikirler esnasında okunan eserler sebebiyle de zikirlerde bir
mûsiki ortamı oluşmaktadır. İşte tekke mûsikisi çerçevesinde icra edilen
225
eserler de, zikrin çeşitli evrelerinde oluşan mânevî ortamlarda bazan tek kişi
bazan da toplu olarak (cumhur) okunan dinî eserlerdir.
1- Diz çöküp oturarak ve başı sağa sola çevirmek veya diz kapakları yerde
olduğu halde doğrulup oturmak suretiyle yapılan zikre kuûd zikri, bu
şekilde zikredenlere kuûdî;
2- Ayakta beline kadar eğilip kalkmak, olduğu yerde sağa sola dönmek ve
sallanmak şeklinde yapılan zikre kıyâm zikri, bu şekilde zikredenlere
kıyâmî;
3- Ayakta kol kola veya el ele tutuşarak sağ ayağını biraz ileri, sol ayağını da
biraz geri atmak ve sağdan sola doğru düzenli bir tempo ile devamlı
ilerleyip dönmek suretiyle yapılan zikre de devran zikri, bu şekilde
zikredenlere devranî denilirdi.
226
1- Mevlevî Âyini: “Mevlevî âyini” denildiği zaman,
Mevlevî semâı, kısaca bir “aşk meclisi” olarak ifade edilir. Mevlevî âyini,
kıyamet gününü; semâ, insanın mi‘râcını (yükselişini), mânevî yolculuğunu
simgeler. Kollarını açarak semâ eden semâzenin sağ eli dua edercesine
göklere dönük, Allah’ın ikramını almaya hazır, devamlı olarak baktığı sol eli
ise yere dönüktür. Böylece Hak’tan aldığı mânevî güzellikleri, Hak gözüyle
baktığı halka ulaştırmaktadır. Semâzenin başındaki sikke mezar taşı, tennûre
kefeni, sırtındaki hırkası da kabridir. Semâ yapılan semâhane kâinatı,
semâhânenin sağ tarafı görünen maddî âlemi, sol tarafı ise görünmeyen mânâ
âlemini sembolize eder. Ney insan-ı kâmili (olgun insanı), neyin üflenmesi
ise ölümden sonra sûr sesiyle dirilmeyi anlatır.
Mevlevî âyinlerinde belirli usuller kullanılır: Peşrevler devr-i kebîr, I.
selâm devr-i revân, ağır düyek, düyek; II. ve IV. selâmlar ağır evfer; III.
selâmın ilk dörtlüğü devr-i kebîr, çok seyrek firenkçîn (çok az da olsa evfer,
düyek, evsat, darb, devr-i hindî), saz terennümleri aksak semâi usulü ile
ölçülmüştür. Bu selâmda Ahmed Eflâkî’nin Sultan Veled hakkında kaleme
aldığı “Ey ki hezâr âferîn, bu nice sultan olur” mısrâıyla başlayan ve bütün
âyinlerde tekrarlanan Türkçe iki beyitlik bölümden sonra Farsça olarak
devam eden diğer dörtlüklerde gittikçe hızlanan yürük semâi usulü
kullanılmıştır. Son peşrev düyek veya sofyan usulüyle ölçülmüş olup, son
yürük semâi oldukça hızlı bir şekilde vurulur.
Günümüz dinî mûsiki icralarında pek az yer verilen şuğuller, dinî mûsiki
repertuarında da fazla bir yere sahip değildir. Zamanımıza ulaşan şuğullerin
büyük bir kısmının bestekârı Eyyûbî Zekâî Dede’dir (ö. 1897).
“semah nefesi” olarak da bilinir. Nefeslerde kullanılan Bektaşî raksı,
Bektaşî raksânı, Bektâşi devr-i revânı adlı usullere Anadolu ve Rumeli
âşık mûsikisinde de rastlanır.
Çoğu hece vezniyle, sade, anlaşılır bir Türkçe ile yazılan nefeslerin elde
mevcut bazılarının şairleri biliniyorsa da, büyük kısmının bestekârı
bilinmemektedir. Muhabbet sofrası veya Ali sofrası adı verilen toplantılarda
önce mürşidin izniyle üç adet nefes, ardından on iki imamın adı zikredilen
“düvâz” veya “düvâzde imam” denilen manzumeler okunur. Âşık, sazende,
gûyende denilen nefes okuyucularına bazan bir bazan da birkaç kişiden
oluşan saz topluluğu eşlik eder. Nefeslere eşlik eden temel saz bağlama olup
bağlamanın hemen her çeşidi kullanılır. Mûsikinin, bir topluluk olarak icra
edilmesi durumunda bağlamaya kabak kemane, ud., cümbüş gibi yaylı ve
mızraplı sazlar da eşlik edebilir.
halk arasında büyük ve küçük tövbe ayları olarak adlandırılan cemâziyelevvel
ve cemâziyelâhir aylarında tövbe ve istiğfar konulu ilâhiler okunurdu.
Ramazan ayında tekkelerdeki zikirler çok kısa sürer ve dinî mûsiki
yoğunluğu camiye taşınırdı. Bu ayda camilerde kılınan teravih namazlarının
her dört rekatından sonra ayrı makamlarda okunan ilâhilere “ramazan
ilâhileri” adı verilmiştir. Karşılama geceleri adı verilen ramazanın ilk on beş
gecesinde okunan “merhaba” nakaratlı ilâhilerde ramazanın gelişinden
duyulan sevinç ifade edilir, uğurlama geceleri denilen son on beş gecede
okunan “elveda” nakaratlı ilâhilerde ise ramazanın sona ermesinden duyulan
üzüntü dile getirilirdi.
Cami ve tekke na‘tları olmak üzere ikiye ayrılan na‘tlar camilerde cuma
ve bayram namazlarından önce okunan Kur’an’ın ardından tarifhanın ayağa
kalkarak Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirip, camiyi yaptıranın hayırlarını
da sayarak dua etmesinden sonra “na‘than” tarafından okunurdu. Tekkelerde
ise zâkir ve zâkirbaşıları tarafından icra edilirdi. Bir kişi tarafından ve
genellikle irticâlî (improvize) okunan na‘tların bestelenmiş ve günümüze
kadar gelmiş örnekleri de bulunmaktadır.
230
3- Salâ: Arapça’da “duâ” ve “namaz” anlamlarına gelen salâ (salât) Hz.
Peygamber’e Allah’tan rahmet ve selâm temenni eden, onu metheden,
onun şefâatını dileyen, aile fertlerine ve yakınlarına dua ifadeleri içeren,
belirli bestesiyle veya serbest olarak okunan güftelerin genel adıdır.
2. Yâ seyyidenâ yâ Resûlallah
Yâ seyyidenâ yâ habîballah
Yâ seyyidenâ yâ nebiyyallah
1. Yâ mevlâ Allah
231
İnneme’l-îdü limen tecâveze ala’s-sırât
sonra (ilâhi okunmadığı zamanlarda) olmak üzere çeşitli dinî törenlerde,
belirli bestesi ve güftesiyle toplu olarak okunur.
233
Dede Ömer Rûşenî’nin (ö. 1485): “Çün doğup tuttu cihan yüzünü hüsnün
güneşi” mısraıyla başlayan manzumesinin ayrı bir yeri vardır. Mustafa Itrî
Efendi’den Eyyûbî Ali Rıza Şengel’e kadar pek çok mûsikişinas tarafından
bestelenen bu tevşîhin otuza yakın bestesi tesbit edilmiştir. Ayrıca Aziz
Mahmud Hüdâyî’nin kaleme alıp çârgâh makamında bestelediği “Kudûmün
rahmet-i zevk u safâdır yâ Resûlallah”, Zekâî Dede’nin şevkutarab
makamında bestelediği “Bir muazzam pâdişahsın ki kulundur cümle şâh”,
Hacı Fâik Bey’in hüzzam makamında bestelediği “Merhabâ ey fahr-i âlem
merhabâ” mısralarıyla başlayan tevşîhleri tanınmış eserler arasındadır.
234
Gelenek haline gelmiş şekliyle, mevlid bahirlerinin giriş ve karar
seyirlerinde şöyle bir sıralama takip edilir:
b) “Hak Teâlâ çün yarattı Âdem’i” mısraıyla başlayan “Nûr” bahrine “hicaz”
ile girilir ve bu bahre “rast” makamıyla karar verilir.
Türk din mûsikisinde öteden beri mevlidhanlıkla şöhret bulmuş pek çok
mûsikişinas yetişmiştir. Son dönem mevlidhanları arasında Hâfız Sâmi, Hâfız
Kemal, Hâfız Burhan, Mecit Sesigür, Esat Gerede, Ali Üsküdarlı, Hüseyin
Sebilci, Kâzım Büyükaksoy, Zeki Altun, Kâni Karaca günümüz
mevlidhanları arasında ise Halil İbrahim Çanakkaleli, Fevzi Mısır, Aziz
Bahriyeli, Emin Işık, özellikle belirtilmelidir.
235
unutulduğundan günümüze ulaşmamıştır (Notası için bk. Suphi Ezgi, Amelî-
Nazarî Türk Mûsikisi, İstanbul, ts. III, 102-137).
236
8- Kasîde: Allah, peygamber ve diğer din büyüklerinden, İslâm dininin
ibadet, ahlâk ve çeşitli yönleriyle tasavvufî meselelerinden söz eden, bu
arada bazı düşünce, fikir ve nasihatları içeren dinî-tasavvufî şiirlerin bir
kişi tarafından, herhangi bir enstrümanın eşliği olmaksızın okunmasıdır.
Kasideler, usulsüz olarak ancak belirli bir makam seyri takip edilmek
suretiyle irticâlen icra edilir.
Özet
İnsanlık tarihi kadar eski olan mûsiki, insan hayatının her döneminde onunla
âdeta iç içe bulunmuştur. İnsanlar her türlü duygularını, seslerle, melodilerle
ifade etmişlerdir. Tarih içerisinde belirli aşamalardan geçerek zamanla kendi
kurallarını koyup kurumsallaşan mûsiki, günlük hayatta edindiği konumuyla
etkisini ortaya koymuştur. Tarihin akışı çerçevesinde nazariyatı ve
237
ameliyesiyle insanların ruh dünyasını kuşatmıştır. İnsanın sevincinin,
üzüntüsünün, hissî ve ulvî dünyasının bir ifade unsuru olmuştur.
Kendimizi Sınayalım
1. Ünlü İslâm filozofu Fârâbî’nin mûsikiyle ilgili yazdığı en geniş eserinin
adı nedir?
a. Mefâtîhu’l-ulûm
b. Kitâbü’l-Egānî
c. el-Mûsîka’l-kebîr
d. Mürûcü’z-zeheb
e. en-Necât
d. Besteli okumak
a. Selâm
b. Hâne
c. Bahir
d. Mutrip
e. Taksim
238
4. Günümüze ulaşan şuğul repertuarının büyük kısmı kime aittir?
a. Mustafa Itrî Efendi
b. Hatîb Zâkirî Hasan Efendi
c. Niznâm Yûsuf Çelebi
d. Zekâî Dede
e. Yahya Nazîm Efendi
Sıra Sizde 2
İslâmiyet öncesi Türkler’in mûsiki aletleriyle icra ettikleri eserlere kök veya
gök, sesli okunanlara ise ır ve dule denirdi.
Sıra Sizde 3
Müezzinin okuduğu ezan, İhlâs sûresinin okunması, kāmet, farzda imamın
kıraati, selâmdan sonra müezzinler tarafından okunan ibareler, tesbihat, dua
ve mihrâbiye.
239
Sıra Sizde 4
Sıra Sizde 5
Yararlanılan Kaynaklar
Ataman, Ahmet Muhtar (1942), Mûsiki Tarihi, Ankara.
240
241