Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 2

Bahar Türküsünü Kimlere Söyler

Hasan Akçay

Her mevsimin kendine özgü bir özelliği ve güzelliği vardır. Mevsimler gibiyiz bizler de…
Mevsimlerle birlikte yeşerir, meyve verir, solar ve beyazları giyer ömrümüz. Kâinat içendeki
bu değişmez değişim, her doğumun bir ölümü ve her ölümün de bir dirilişi olduğunu  kelime
kelime serer önümüze; okuyalım ve anlayalım diye. Aynı özellikleri paylaştığımız topraktaki
coşkunluk, durgunluk ve suskunluk insanoğlunu da yakından ilgilendirir ve etkiler. Öyleyse
bahâr;  bir silkiniş, tazelik, yenilik ve canlılığın tepeden tırnağa  bütün mevcudatın yüreğine
dokunan; coşkulu bir dirilişin toprağa, havaya, suya söylenmiş sarıcı ve sarsıcı bir türküsüdür.

Nice bahârları uzak bir köyde yaşadık ve orada bıraktık. Belki şimdi yalnızdır, mahzundur
bahâr. Çünkü onun coşkunluğuna eşlik edecek kimseler kalmadı onu bıraktığımız yerlerde.
Ne zaman “bahâr” kelimesini duysam yüreğim kanatlanır, uzak bir köyde ardımdan kırgın
bakışlarıyla bıraktığım bir çocukla buluşuruz. Beton ve demirin soğukluğunu içine sindirmiş
şehirlerin etrafında gezinip, bir türlü ara sokaklarına, pencerelere ulaşamayan bahârı, köyü ile
bütün bağlarını kesmiş veya köyü hiç olmamış insanlara, özellikle çocuklara anlatmak ne
kadar da imkânsızdır! Dağlardan gelen serin rüzgârda binbir renkli çiçeğin kokusunu
ciğerlerine doldurmamış, bahâr sabahlarının güneşiyle yüreğini ısıtmamış olanların yüzündeki
gülüşler de, içindeki sevinçler de evlerin köşelerini süsleyen yapay çiçekler gibi olacaktır.

“Mestâne nukûş-u suver-i âleme baktık/ Her birini özge bir temâşâ ile geçtik” mısralarının
anlamını henüz kavrayamadığımız günlerde, çiçeklerin de bir dili olduğunu ve her an zikir
halinde olduklarını anlattı büyüklerimiz. Yeşilin ufuk çizgisinde mavi ile buluştuğu noktada
takılı kalan “mestane bakış”ların ne manalar yüklendiğini, çimenler üzerinde eda edilen
namaz sonralarında dedemizin dilinde dokunan şükür ve tefekkür “amin”lerinden öğrendik.
Bildik ki her şeyin sahibi O’dur. Bir çiçeği yaratmış olan, bir bahârı, bir bahârı var eden
Cenneti de halk edendi. Kısa zaman öncesine kadar kurumuş çalılara, dallara yeniden “Hayy”
ismiyle diriliş emri veren de O’ydu. Ninemin; “bunca güzelliği görüp de hâlâ seni
tanımayanlar, bilmeyenler var mıdır acaba?” sorusunu her daim kendi kendine sorması, hayret
makamında kendinden geçtiğinin bir ifadesi olsa gerek.

Evimizin karşı yamacındaki birkaç erik ağacı ilk müjdecisi olurdu bahârın. Bembeyaz
çiçekleriyle oradan bize tebessüm ederken, gizli bir ses ve gizli bir el “gel” diye çağırırdı bizi.
Yemyeşil çimenler arasında kelebek, arı kovalamak, kuşlarla yarışmak, onların büyülü sesini
dinlemek için. Uzayıp giden fındık bahçelerinden  kardelenler fışkırırdı sonra. Etraf kar
yağmış gibi yeniden beyaza bürünür. O kardelenler bazen tesbihimiz  bazen çocukluğumuzun
sultanlığına delil olarak başımıza taç olurdu. Ilık rüzgârlar toprağın göğsüne dokundukça mor,
sarı ve beyaz renkleriyle çuhalar doldururdu dört yanımızı. Çimenler uzadıkça aralarında
küme küme papatyalar, sarı yayla çiçekleri, menekşeler… daha ismini bilmediğimiz onlarca
çiçek güzelliği ve kokusuyla bizi başka bir aleme alır gider. Yüzlere yeniden ışıklı bir
tebessüm, gönüllere coşkulu bir sevinç ve huzur gelirdi.

Uzaktan uzağa bir şarkı  gibi çağlayıp akan derelerin, çayların sesi,  büyülü sessizliğin  içinde
geceleri daha bir derinden duyulurdu. Ağaçların arasından bin bir nazla süzülüp oradan
yüzümüzü okşayan serin akşam rüzgârları da farklı bir makamda söylerdi şarkılarını. Sanki
uzaklarda bir yerde bir yeşil deniz taşmış da gelip dünyamızı kaplamıştır. Bir çiçeği okşar,
sever gibi, gözler önüne serilmiş olan bütün bu güzelliği kucaklayası, bağrına basası gelir
insanın. Öylesine doyumsuz ve sonsuz bir huzur verir ki bu  tablo… Onlarca renk, koku ve
sesler içinde kalan gönül, tatlı bir esrime ile kendinden geçer, bir rüzgârın kanadına takılmış
gibi ötelere doğru süzülür akar adeta. Bunca güzellik karşısında akıl ötelere varamamanın
acizliği içinde kalarak şaşkınlık ve hayretinin ağırlığını taşıyamadığı için gözlerle paylaşır bu
muhteşem tablo karşısında gizleyemediği hayretini. Sonra akıl kendine gelerek,  gözlere: “
Nasıl ki her resmin bir ressamı varsa gördüğün bu muhteşem tablonun da bir sanatkârı, bir
ressamı var. Hiçbir şey kendi kendine  olamayacağı gibi, bu âlem ve içindeki değişimler de
kendi kendine olmuyor, bir idare eden, bir yöneten var. Sen, gördüğün bu nakışlardan
Nakkaşına yönel! O’nu düşün! Bil ki,  bunca güzelliği gözler önüne seren Sanatkâr, kendini
tanıtmak ve bildirmek için bütün bunları gerçekleştiriyor. Gölgelerden hakikate yönel, sen
solmayan, ebedî bir bahârın taliplisi ol.” der.

Kâinat, baştanbaşa büyük bir kitap hükmünde… Bahâr mevsiminde ise her harfi ayrı bir
renkte karşımıza çıkarılmış ki, dalgınlığımızdan, gafletimizden uyanıp daha dikkatli bakalım,
okuyalım, anlayalım diye. Bu anlamda Nabi’nin güzel bir beyti vardır, der ki: “Bir
kitabullahı a’azamdır ser-a-ser kâinat / Hangi harfi yoklasan manası hep Allah çıkar”
Yaratılmış her nesneye, her varlığa ibret nazarıyla baktığımız takdirde, gözümüz kör değilse,
aklımızdan şüphemiz yoksa Yaradan’ı göreceğiz, O’nu bulacağız. Kâinat; büyük, muazzam
bir kitapsa okunması gerekiyor. Bir yaprağın kenarındaki kıvrım, ortasındaki damarlar, çiçek
açmış kiraz ağacı, gökte gülümseyen yıldız, yerde gezen karınca, her çiçeği  ayrı renge
boyayan el, her bir meyveye ayrı tad, ayrı koku veren güç bu okumalar sonucunda
anlaşılacaktır. Yaratılanların tamamı, üzerinde düşünülsün ve Yaradan bilinsin diye
yaratılmış. Diğer canlıların baktığı gibi, bakamaz insan çiçeğe, yaprağa, ağaca… Sadece o
ağaçtan veya çimenden beslenen bir canlının bakışı olmamalı bir insanın  varlıklara bakışı.
Şair Baki de: “Nazar-ı ibretle berg-i dırahtan-ı sebze bak/ Hüşyar olana her varakı bir
ceridedir” diyor. O yeşil yaprakların her biri, bir gazete, bir kitap hükmündedir. Oku ve
düşün! dercesine arz-ı endam ederler karşımızda.

Bahâr mevsimi tefekkürün de mevsimi aynı zamanda. Gözlere parmağını sokarcasına, “seyret
ve düşün” diyor, her bir çiçek, ağaç ve üzerine basıp geçtiğimiz toprak. O ki bizleri
Rabbimize yaklaştıracak en güzel ibadet şekillerinden biridir. Öyleyse kalbimizdeki pası
bahâr yağmurlarıyla yıkamaya çalışarak, gözlerimizdeki kalın perdeyi ılık rüzgârlarla
uzaklara savurarak, eşya ve varlıkları “gönül gözü”yle seyrederek kâinatı ve nesnelerin varlık
sebebini anlama çabası içinde, Allahu Tealâ’nın eşyadaki tecellilerini okumaya ve onlardaki
hikmeti kavramaya gayret etmede bahârı bir vesile yapalım. Unutmayalım ki, “Bir saat
tefekkür etmek, bir sene ibadetten daha hayırlıdır.”  Bu güzel ibadet için her zaman fırsat var
fakat, bahâr mevsimi, kör olan gözleri, sağır olan kulakları, katılaşmaya yüz tutmuş yürekleri
bile halden hale çevirmeye yetiyor. İnat edip kaçmadıkça, gözlerimizi yummayıp,
kulaklarımızı tıkamadıkça kokusu, rengi, sesi… bütün güzelliğiyle bizi bu güzel dünyanın
içine çağırıyor. “Düşünmez misiniz? Akletmez misiniz? Yaşadığınız kâinata bakıp fikretmez
misiniz?”

Kaynak: Bir Göz Açıp Yummuş Gibi, Hasan Akçay, Eşik Yayınları.

You might also like