Tarh102 10. Hafta Ders Notlari

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 24

ONUNCU HAFTA

LAİKLİK

12.1. Laiklik Kavramı ve Dünyadaki Genel Tarihsel Gelişimi


“Laik” sözcüğü dilimize Fransızca’dan geçmiştir. Fakat kökeni eski Yunanca’dadır. Bu
dilde “Laikos”, “halka, kalabalığa ait” demektir. Sözcük, Ortaçağ Avrupa’sında “din
işleriyle ilgisi bulunmayanlar”, yani rahipler ile onlara meslek açısından yakın olanlar
dışında kalanlar anlamını kazandı. Kavram böylece doğdu ve giderek ağır bir süreç sonunda
siyasal bir niteliğe büründü. Bu niteliği ile laiklik bir devletin temelini ve hukukunu dine
dayandırmaması anlamını aldı.
Laiklik kiliseye karşı duyulan çok şiddetli bir tepkinin belirtisi olmuştur. Batıda devleti
kiliseden arındırmak için uzun ve zahmetli bir gelişme gözlenir. Laiklik kavramının
düşüncelerde aldığı bu gelişme üzerinde pek çok ünlü filozof daha derin incelemelere
daldılar. Batı’da, Kilisenin bin yıla yakın bir süre devlet ile iç içe bulunması her alandaki
gelişmeleri ağırlaştırmış, hatta bazen köstekleyip engellemişti. Reform hareketinden sonra
düşüncelerde doğan siyasal nitelikteki laiklik kavramının ortaya çıkış nedeni budur. Laiklik,
kiliseye karşı duyulan çok şiddetli bir tepkinin belirtisi olmuştur. Batı’da devleti kiliseden
arındırmak için uzun ve zahmetli bir gelişme gözlenir.
Düşüncelerde giderek kökleşen laiklik hukuksal bakımdan ilk biçimini Amerika Birleşik
Devletleri Anayasasında (1787) bulmuş, ama asıl şiddetli ve hızlı gelişimine birkaç yıl sonra
çıkan Fransız ihtilali ile girmiştir. Din ile devlet arasında kesin bir çizginin çekilebilmesi için
her şeyden önce tam bir vicdan özgürlüğüne gereksinim vardır. Din ve vicdan özgürlüğü
bugün artık vazgeçilmez en temel haklardan biri olarak görülüyor.
Bir toplumda eğer din ve vicdan özgürlüğü kesin olarak yerleşmişse işte o zaman devletin
laik bir yapıda olduğunu belirtmek mümkündür. Böyle bir düzende devlet hiçbir dini, bir
başkasına karşı tutmamakta veya temelini o dine dayandırmamakta, yurttaşları bu konuda
serbest bırakmaktadır. Dünyada insan haklarına dayanak olan esaslar bir bütün olarak ilk
önce Fransız ihtilali sonucu oluşan siyasal yapılarda görüldü. Bu haklar demeti içinde din ve
vicdan özgürlüğü de yerini almıştı. Fransızlar yeni düzenlerini kurarken dini devlet
işlerinden mümkün olacak ölçüde uzaklaştırmışlardır. Böylece Avrupa’da kilise egemenliği

1
siyasal alanda kesinlikle sona erme yoluna girdi. Laiklik de o büyük olayın, yani Fransız
ihtilalinin getirdiği çok önemli yeniliklerdendir.
Devletlerin temelleri binlerce yıl dine dayandı. Her devlet, içinde yaşayanları kendi dinine
göre yönetti. Hükümdarlar egemenliklerini dinden aldıklarını ileri sürdüklerinden,
yönetimlerinin de o dine göre biçimlenmesinden kaçınılamazdı. Böylece dinler giderek
toplumsal özellikleri yanında siyasal nitelikler de taşımaya başladılar; Siyasal kurumlar
durumuna da eriştiler. Asıl işlevleri bir yana bırakıldı. Din adamları katı kuralları ile toplumu
yönlendirdiler.
Toplumdaki gelişme isteği böylece donmuş, kalıplara dökülüyordu. Devlet yönetimi içinde
dinin çıkartılması, bu bakımdan büyük bir gelişme sayılmalıdır. Böylece bir suistimali laiklik
sayesinde önlemiş oldu.

12.2. Türkiye Cumhuriyeti’nde Laikliğin Gelişimi


Yeni Türk Devleti 1920 yılının 23 Nisan günü kurulduğu sırada laiklikten söz etmek
mümkün değildi. İlk günlerde hedef "padişah ve halifeyi" kurtarmaktı. Diğer taraftan
Türkiye Büyük Millet Meclisi bir süre din esaslarına uygun olarak çalışmak zorundaydı.
Laikliğe geçiş sorunu zaferin kazanılmasından sonra belirdi. Osmanlı Saltanatı "tanrısal" idi.
Osmanlı Anayasası’na göre padişah "mukaddes (kutsal)" sayılırdı. Devletin yapısı da dine
dayanıyordu. TBMM ile egemenliğin doğrudan doğruya ulusa ait olduğu bir devlet
kurulmuştu. Böyle bir devlette artık "tanrısal" değil "ulusal" kaynak egemenliği
doğuruyordu. Atatürk adım adım laiklik ilkesini gerçekleştirdi.
 Egemenliğin ulusa ait olması zaten laik bir devletin kurulduğunu gösteriyordu.
 Saltanatın ve ardından Halifeliğin kaldırılması bu durumun mantıksal sonuçları idi.
 1924 yılında tamamlanan bu ilk adımların ardından aynı yıl yeni Anayasa [1924
Anayasası) yapıldı. Bu Anayasa’nın ilk biçiminde devlet dini vardı. Türkiye Büyük Millet
Meclisinin baş görevleri arasında "dinsel hükümlerin yerine getirmesi" bulunuyordu.
 1926 yılında Türk Medeni Kanunu kabul edildi. Dinsel hükümler dışında kalan önemli
özellikler taşıyordu. Her şeyden önce kadına meslek seçme özgürlüğü getiriyordu. Aile
yapısını tek eşlilik esasına dayandırıyordu.
 Ayrıca; çocuğun dinsel eğitimi ana-baba tarafından saptanacaktı ve reşit olan kişi, dinini
seçmekte özgürdü. Devletin yapısı "İslam" olduğu halde ana-baba çocuklarına diledikleri

2
dinsel eğitimi verebilirlerdi. Ama çocuk rüşt yaşına eriştiği zaman "dinini seçmekte
özgürdü". Bu hüküm laiklik için temel taş sayılır. Böylece Anayasa’daki din ve vicdan
özgürlüğü somut uygulama alanı buluyordu. Bu gelişme "devlet dini" ile ilgili anayasal
hükümleri gereksiz kılıyordu. Yeni uygulama bir çelişki yaratıyordu. Bu çelişki 1928
yılındaki Anayasa değişikliği ile giderildi.
Atılan adımlar 1937 yılında tamamlanmıştır ve 6 ilke bu tarihte anayasada yerini almıştır.
Türk Devriminin düşünce ve eylem alanındaki en önemli temel taşı laiklik olduğundan
hemen her devrim atılımı onunla ya doğrudan doğruya veya dolayısı ile ilgilidir.
Devletin din kurumlarından arındırılması aşaması:
a. Öğretimin birleştirilmesi
b. Türk medeni kanununun kabul edilmesi
c. Halifeliğin kaldırılması
d. Tekke ve zaviyelerin kapatılması

12.3. Atatürk’ün Laiklik Anlayışı


12.3.1. Genel
İslam dinini, Atatürk çeşitli konuşmalarında “akla en uygun, en mükemmel din” diyerek
övmüştür. Atatürk’ün şu sözleri laiklik anlayışını özlü biçimde veriyor: “Din bir vicdan
meselesidir. Herkes vicdanın emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe
ve tefekküre muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya
çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkâr (gerici) hareketlerden sakınıyoruz.”
Atatürk din gerçeğini inkar etmez. Hatta dinin değerini de belirtir. Atatürk’ün laikliği
kesinlikle dine karşı değildir. Aksine O, dine sevgi ve saygı göstermektedir. Din bir vicdan
işidir. Herkes vicdanına uyup uymamakta özgürdür. Laiklik tam bir inanç özgürlüğü
ortamında ulus ve devlet işlerini din işlerinden ayırmaktan başka bir şey değildir. Laiklik,
gerçek manada, din işleri ile devlet işlerinin ayrı tutulmasıdır. Dine saygının ve din-devlet
işlerinin ayrılmasının doğal sonucu din adına siyasal sömürü yapılmamasıdır Atatürk din-
devlet birliğinin sonunda dinin üstünlüğü ile bittiği gerçeğini açıkça görmüştü. Vicdan işi
olan din, kendi kalıplarını devletin ve bireyin üstüne geçirince toplumsal gelişme duruyordu.
Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve

3
din özgürlüğü demektir. Herkes istediği gibi ibadetini yapabilir, ancak hiç bir kimse başka
bir kimseye dini konular üzerinde baskı yapamaz. Böyle bir tutum içinde bulunamaz.
Burada gözetilen asıl amaç, tamamen din özgürlüğüdür. Laiklik ilkesinin asıl amacı,
insanların dinini istediği gibi ve doğru bir şekilde yaşayabilmesidir. Laiklikte herkes kendi
vicdanının gereğini rahatça yerine getirmeli, kimse tarafından rahatsız edilmemeli, din
siyasete de karıştırılmamalıdır.
Laiklik asla dinsizlik demek değildir. Din tamamen insanla Allah arasında olan bir konudur.
Dine saygının ve din-devlet işlerinin ayrılmasının doğal sonucu din adına siyasal sömürü
yapılmamasıdır.
12.3.2. Atatürk, Din ve Laiklik
Türk milletinin, Atatürk'ün önderliğinde gerçekleştirdiği Türk İnkilâbının temel
direklerinden biri lâikliktir. Bu ilke, Türk inkılâbını oluşturan köklü değişikliklerin pek
çoğunda etkisini gösterir. Padişahlıktan Cumhuriyete geçiş de lâiklik ile ilgilidir. Çünkü
Cumhuriyet, siyâsi iktidarın, dini ve ilâhi kaynak yerine, millet iradesine dayandığı
gerçeğinden hareket edilerek kurulmuştur.
Halife - Padişah, Allahın yeryüzündeki gölgesi (Zillullah) olarak gösteriliyordu. Halife -
Padişah, gücünü ilahi iradeden aldığı iddiasında idi. Türk İnkılâbı ise, Amasya tamiminden,
Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarından ve 23 Nisan 1920 de TBMM’nin toplanmasından
başlayarak, daha ilk günlerden itibaren, gerek Millî Mücadelenin, gerek siyasi iktidarın
hukuki dayanağını millî iradede görmüştü.
Türk inkılâbı, devlet yapısını, hukuk sistemini, eğitimi, kültür hayatını, donmuş ve statik
kalıplardan kurtarıp, aklın ve çağdaş bilimin ışığında, yüzyılımızın gereklerine uygun bir
hale getirmek zorunluluğundan doğmuştur. Tek tek ele alındığı zaman aralarında bir ilişki
kurulamayacak, hatta bazılarının niçin gerçekleştirildikleri kolayca anlaşılamayacak birçok
inkılâp hareketinin ortak kaynağını ve ortak nedenini, lâik devlet ve toplum anlayışında
bulmak mümkündür.
Lâiklik ilkesi, deyim olarak Türk inkılâbının ilk yıllarında hemen ortaya atılmamıştır. Bunu
yapmak mümkün de değildi. Önce lâik devlet ve toplum anlayışının tabii sonucu olan köklü
değişiklikler, gerçekçi bir yaklaşımla ve şartlar olgunlaştıkça, adım adım gerçekleştirilmiş,
devlet hayatında, siyasi yapıda, hukukta, eğitimde, sosyal hayatta, lâik anlayış, fiilen hayata

4
geçirilmiş, daha sonra lâiklik deyimi Türk İnkılâbının temel ilkelerinden biri olarak ilân
edilmiştir.
Lâik sözü, Türkçe'ye Fransızca'dan geçmiştir. Eski çağlarda, bu söz, rahipler sınıfına
mensup olmayan anlamında kullanılıyordu. Hristiyan aleminde kilise adamlarına Clerici,
bunlar dışında kalan inanmışlar topluluğuna laici deniyordu. Zamanla, kelime, bir felsefi
yaklaşımı veya devlet ile din arasındaki ilişkileri anlatmak için kullanılmağa başlanmıştır.
Lâik ve lâiklik sözü, değişik ülkelerde, çeşitli dönemlerde, birbirinden çok farklı anlamlarda
kullanılmıştır. Hatta ayni ülkede, ayni dönemde, din ve devlet ilişkileri konusuna birbirinden
çok farklı şekilde bakan kişilerin, lâiklik ilkesini savunduklarını görüyoruz. Aslında lâikliğe
karşı olan bazı kimseler lâiklik ilkesini kendi anlayışlarına ve siyasi tercihlerine göre
yorumlayarak benimser görünmektedirler.
Lâikliğin, üzerinde herkesin kolayca anlaştığı tek ve genel bir tarifinin yapılamayışının
sebepleri vardır. Bir defa lâiklik, sadece felsefi, ideolojik bir kavramdan ibaret değil, hayata
geçirilen, uygulanan bir ilkedir. Böyle olunca, uygulandığı ülkenin dini, siyasi, sosyal
şartları lâiklik anlayışını etkilemektedir. Lâiklik anlayışının ve uygulanışının ülkeden ülkeye
büyük farklılıklar göstermesi kaçınılmaz bir durumdur. Teokratik bir monarşiden
Cumhuriyete geçen bir ülkede lâiklik uygulaması ile tek sorunu mezhepler karşısında
devletin tarafsızlığını sağlamaktan ibaret olan köklü bir demokrasideki lâiklik uygulaması
elbette birbirine benzemez. Bir İslâm ülkesinde lâikliğe geçişin gerektirdiği değişikliğin
derecesi ve manası, Hristiyanlığın, Budizmin veya Konfüçyanizmin yaygın olduğu bir
ülkede lâiklik ilkesinin uygulanmasıyla kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Öte yandan,
lâiklik konusuna duygusal bir şekilde, siyasi önyargılarla bakılması da değişik yorumlara
yol açmaktadır.
Lâikliği felsefi açıdan, siyasi açıdan, hukuki açıdan değişik şekillerde tarif etmek kabildir.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nde bir Anayasa ilkesi, bir hukuk deyimi haline gelen lâikliğin,
bazı tartışılmaz unsurları vardır. Lâik devlette, kişiler, din ve vicdan hürriyetine, ibadet
hürriyetine sahiptir. Lâik devlet, fertlerin bu hürriyetlerini sağlar ve korur. Bir din veya
mezhep mensuplarının başka din veya mezhep mensuplarına karşı baskı ve tahakkümünü
önlemek, lâik devletin görevidir. Hiç şüphesiz, dini inanç ve kanaat hürriyetine devletin
karışması düşünülemez. İnanç insanın iç âlemindedir. Devletin eli oraya uzanamaz. Buna
karşılık, ibadetler, dini âyin ve törenler, kamu düzeni ve genel ahlâk bakımından devletçe

5
sınırlandırılabilir. Lâik devlette kimse ibadete, dini âyin ve törenlere katılmaya, dini inanç
ve kanaatını açıklamaya zorlanamaz. Kimse dini inanç ve kanaatından dolayı kınanamaz.
Lâik devletin siyasi yapısını, hükümet ve idarenin işleyişini, toplumun yaşayışını düzenleyen
kanun ve kuralları, dini prensipler değil, akıl, mantık, ihtiyaç ve hayatın gerçekleri tayin
eder. Lâiklik, bu yönü ile din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin devlet idaresine
karıştırılmamasıdır. Siyasi veya şahsi çıkar ve nüfuz sağlamak amacıyla yahut devletin
sosyal ekonomik, politik veya hukuki temel düzenini din kurallarına dayandırmak amacıyla
dinin veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismarı ve kötüye
kullanılması lâikliğe aykırıdır. Lâik devlette eğitim kurumları ve eğitimin içeriği din
kurallarına göre düzenlenemez. Hiç kimse, kendisinin (veya kanuni temsilcilerinin) isteği
dışında, devletin resmi olarak benimsediği bir din veya mezhebi öğrenip o yolda eğitilmeğe
zorlanamaz. Din eğitim ve öğrenimi, kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni
temsilcilerinin isteğine bağlıdır.
Lâiklik, bazı ülkelerde, din görevlileri, ibadethaneler ve din eğitimi için, devlet bütçesinden
hiç bir ödeme yapılmaması şeklinde anlaşılmaktadır. Bu anlayış ve uygulamanın o ülkelerle
ilgili tarihi nedenleri vardır.
Türkiye'de ise, tam aksine, Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yer alması, din
hizmetlerinin görülebilmesi açısından olduğu kadar, lâik devletin korunması bakımından
zorunlu görülmüştür. Her türlü devlet denetiminden uzak şekilde cemaat teşkilâtları
kurulması, bu kuruluşların yapacağı işlerin kanunla düzenlenememesi ve din eğitiminin
devletin gözetim alanının dışına çıkması, sakıncalı sayılmıştır. Bu da gösteriyor ki, her
ülkedeki lâiklik anlayışı ve uygulaması, o ülkenin şartlarına, tarihî gelişimine ve o ülkede
yaygın olan dinin özelliklerine göre değişebilmektedir.
Tarih boyunca, devletle din ilişkileri çeşitli aşamalardan geçmiştir. İlk çağ monarşilerinin
bir çoğu teokratik devletlerdi. Siyasi, cismani güç ile dinî, ruhanî güç ayni elde toplanmıştı.
Hükümdarın kudretinin ilâhi bir kaynağa dayandığı kabul ediliyordu. Hukuk ile din iç içe
idi. Siyasi, sosyal, ekonomik hayat tamamen din kurallarına göre düzenlenmişti. Hristiyanlık
başlangıçta, siyasi kuvvetin dışında, hatta karşısında gelişti. Uzun süre baskı ve zulüm
gören ilk Hristiyanlar, İsa'nın “Benim hükümranlığımın bu dünya ile ilgisi yoktur” sözüne
ve “Sezarın hakkını Sezar'a, Allah'ın hakkını Allaha veriniz” emrine uydu. Daha sonra,
Hristiyanlık, resmi devlet dini haline geldiği ülkelerin bazılarında, Engizisyon

6
uygulamasında en sert şeklini bulan baskı ve zulümlere yol açtı. Bununla beraber, Hıristiyan
âleminde, papalar ile imparatorlar, kral veya prensler arasındaki mücadele, devlet ile kilise
arasındaki rekabet, halka, yazarlara, düşünürlere bir ölçüde nefes aldırdı. Rönesans ve
Reform yeni bir hoşgörü çağının doğmasına yol açtı. İnsan aklının ve sanatın dogmatik
sınırlardan kurtuluşu, pozitif bilimlerdeki gelişmeler, büyük keşifler insanların ufuklarını
genişletti. Kâinatın ve dünyanın kuruluşu hakkında rahiplerin yüzyıllardır anlattıklarının
yanlış olduğunu ispatlayan akılcı felsefe, kilise zulmüne karşı etkili bir mücadele yürüttü.
Böylece, teokratik devletlerin veya resmi bir dine bağlanmış devletlerin baskısı giderek
hafifledi. Siyasi kudretin gerçek kaynağının ilâhi olmadığı, egemenliğin tek ve meşru
kaynağının milli iradede aranması gerektiği yolundaki felsefe akımlarının gitgide
güçlenmesi, teokratik devlet döneminin sona ermesini ve lâik devletin doğuşunu hızlandırdı.
Avrupa’daki dini baskılardan kaçarak yeni dünyaya, Amerika'ya sığınanlar, aydın ve
hoşgörülü din adamlarının da desteklediği, demokratik bir hoşgörü ortamının doğmasına
hizmet etti.
1776’da yayınlanan Amerikan İnsan Hakları Bildirisinde, bir temel ilke yer aldı. “Din ve
Tanrı'ya karşı ödevlerin yerine getirilmesinde, aklın ve vicdani inancın dışında, hiç bir
zorlama olmayacak, herkes, inandığı dinin gereklerini vicdanının emrettiği şekilde yerine
getirmekte hür olacak ve eşit haklara sahip bulunacaktır.”
Fransız İhtilâli ve 1789 İnsan Hakları Bildirisi, hiç kimsenin, dini inançlarından dolayı
kınanamayacağı ilkesini getirmişti. Bu bildiride, dini tören ve âyinler bakımından, çağdaş
Anayasalardaki gibi bir sınır getirilmişti. “Kamu düzenini korumak zorunluğu.”
Çağımızda, halâ teokratik devlet örnekleri yok değildir. Bunlardan bazıları sadece kâğıt
üzerinde teokratiktir. İngiltere'de, bazı temel yasalarda, resmi bir devlet dininden bahsedilir.
Fakat dini alanda hoşgörü öyle yerleşmiştir ki, resmi anglikan kilisesine mensup olmayanlar
da kendilerini hür sayar. Buna karşılık, bazı Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde, teokratik devlet
sistemi halâ sürüp gitmektedir. Yunanistan'da, Ortodoks kilisesinin, başka din ve mezheplere
göre, imtiyazlı bir durumu vardır. Franco İspanyasında da, katolik kilisesi imtiyazlı durumda
idi. Bu örneklere yarı teokratik devletler diyebiliriz. Bazı ülkelerde din ile devlet arasındaki
ilişkiler anlaşma ile düzenlenmiştir. İtalya Anayasası din hürriyetini kabul etmiştir. Fakat
aynı Anayasada Papalıkla imzalanan Latran Anlaşmasına atıf yapılmaktadır. Bu Anlaşma,
İtalyan Devletinin Romen katolikliği resmi din olarak kabul ettiğini belirtmektedir. Dinler

7
arasında eşitliğin kabul edildiği, hiç bir dine resmi din olarak imtiyaz tanınmadığı, devlet ile
dinin birbirinden iyice ayrıldığı lâik devletlere örnek olarak, ABD ve Fransa gösterilebilir.
Komünist ülkelerde ise, din hürriyetinden çok, dinsizlik propagandasından ve din aleyhtarı
çalışmalardan bahsedilebilir.
Türkiye'de uygulanan lâik devlet sistemi dini inançlara saygılıdır. Din ve vicdan hürriyetini
esas tutar. Devlet işleri ile dini ayırır. Fakat birçok yönleri ile başka ülkelerde uygulanan
lâiklikten ayrılan özellikler de taşır. Bunlar, bir İslâm ülkesinde lâikliği uygulamanın
güçlüklerinden ve tarihi şartlardan doğan özelliklerdir. Türkiye'de uygulanan lâikliğin
özelliklerini anlayabilmek için, İslâm âleminde din, devlet ve hukuk ilişkilerinin Hıristiyan
âleminden farklı olan niteliklerine ve Türk tarihinde bu konuda geçirilen aşamalara kısaca
bakmak gerekir.
İslâmiyetten önceki Türk devletlerinde, hanlar, dini reis sıfatını taşımamıştı. Orta Asya
Türklerinin İslâmiyetten önceki dini olan Şamanizm, evrenin yaratıcısı olarak bir Tanrı'nın
varlığını kabul eden dinlerdendir. Bu dinin ruhanilerine Kam, deniyordu. Millet hayatında
önemli rolleri olan Kamlar devlet işlerine karışmıyordu. Öte yandan, gerek Doğu
Türkistan'daki, gerek Batı Türkistan'daki çeşitli Türk hanlıklarında, o döneme göre çok ileri
sayılabilecek derecede din hürriyeti vardı. Ayni devletin yurttaşları değişik dinlere bağlı
olarak bir arada ve barış içinde yaşayabilmişti.
İslâm Devleti, ilk doğuşunda, tam bir teokrasi şeklinde kurulmuştu. Hazret-i Muhammed,
hem Peygamberdi, hem de başkenti Medine olarak kurulan yeni bir Devletin kurucusu ve
başkanıydı. Bu sıfatla, dünyevi konularda da emirler veren, yargı yetkisini kullanan dünyevi
bir liderdi. Devletin hukuku tamamen dine dayalı idi. Hazret-i Muhammed'den sonra gelen
ilk dört halife döneminde de halifeler, Peygamberin yetkilerinin varisi olarak, hem dünyevi
yetkileri kullanan birer devlet başkanı, hem dini bakımdan lider idiler. Fakat ilk dört halife
seçimle göreve geldiği için, ilk İslâm Devletinin teokratik bir Cumhuriyet olduğu
söylenebilir. Halifelik, Emevîlere geçtikten sonra, soya bağlı hale gelmişti. Emevilerde de
Halife, hem dinî hem dünyevi başkandı. Emeviler döneminde, Bizans etkisi ile debdebe,
ihtişam ve saltanata kapılarak dinin emirlerinden çok uzaklaşan bazı Emevi hükümdarları
bile Halifelik ve dini önderlik iddiasından vazgeçmemişti. 8nci Yüzyıl ortasında, Halifelik
Abbasilere geçmiş ve yine soya bağlı olarak devam etmişti. Abbasiler döneminde Irak'a
taşınan Halifelik, bu defa da İran saraylarının etkisi altında kalmıştı. Zamanla Abbasî

8
halifelerinin dünyevî güçleri azalmış, illerde siyasî ve askeri güç, merkezî otoriteye
başkaldıran, mahalli hükümdarların eline geçmiş, Abbasî halifesinin gerçek egemenliği
Bağdat civarı ile sınırlı kalmıştı. Fakat yine de dinî otoritesi devam etmiş, İslâm âleminin
çeşitli bölgelerinde iktidarı ele geçirenler, Abbasi Halifesine unvanlarını onaylatmayı yararlı
görmüştü.
XI. yüzyılda, Selçuklu Hükümdarları dünyevî güç olarak üstünlüğü sağlamış, Tuğrul Bey,
emir-ül müminin (bütün Müslümanların emiri) unvanını almış fakat Halifeliğe özenmemiş,
Abbasî Halifeleriyle iyi ilişkiler içinde olmuştu. Moğol istilâsı, Selçuk-Türk medeniyetine
büyük darbe vurduğu gibi, Bağdat'taki Abbasî Halifeliğine de son verdi. 1258 de, Hülâgû
Bağdat'ı zapt etti. Halife Elmüstasım vahşice öldürüldü. O sırada Mısır'da Memluk sultanı
Baybars hüküm sürüyordu. Abbasi soyundan bir kişiyi törenle Halife ilân etti. Böylece
halifeliğin merkezi bu defa da Bağdat'tan Mısır'a geçmiş oldu. Fakat artık Halife, Memlûk
sultanlarının sarayında, her türlü güçten ve manevî otoriteden yoksun, gerçekte hükümdarın
emri altında görev yapan bir kişi durumuna gelmişti.
1517’de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethiyle Halifelik Osmanlı Hanedanına geçti.
Devletin kuruluş ve hızlı ilerleme döneminde görev yapan ilk Osmanlı Hükümdarları halife
değildi. Hatta Halifeliğin İstanbul'a gelişinden sonra da, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni
Süleyman dönemlerinde, Osmanlı hükümdarlarının halifelik sıfatı fazla öne çıkarılmamıştı.
Devlet zayıfladıkça, Osmanlı padişahları halifelik sıfatına daha çok sarıldı. 1774 savaşının
sonunda, Rusya ile imzalanan Küçük Kaynarca Andlaşması ile Osmanlı Devleti
Karadeniz'in kuzeyindeki bölgelerde egemenliğini terk etmeğe mecbur oldu. Ancak Rus
Çariçesi Katerina, andlaşmaya tehlikeli bir hüküm koydurdu. Rusya, Osmanlı Devleti
sınırları içindeki Hristiyanların koruyucusu olacaktı. Buna karşılık Osmanlı Sultanı da,
halife sıfatıyla, terkedilen Kırım bölgesindeki Türklerin ve Müslümanların ruhani lideri
olduğunun andlaşmaya eklenmesini istedi. Bu, kâğıt üstünde kalmaya mahkum bir denge
maddesi idi.
İlk dönemde tam anlamıyla teokratik bir yapıya sahip olmayan Osmanlı devleti, gerileme ve
çöküş döneminde Padişahın ayni zamanda Halife oluşundan yararlanmayı düşündü. Ancak,
devlet artık iyice zayıflamış, bilimde, teknolojide, ekonomide, askerlikte çağın gerisinde
kalmıştı. Devletin sınırları içindeki çeşitli kavimler arasında ayrılıkçı akımlar yayılmış,
Araplar ve Arnavutlar gibi, Müslüman asıllı olanlar arasında da milliyetçilik akımları

9
artmıştı. Böyle bir dönemde, devletin en güçsüz zamanında, Halifeliğin ön plâna çıkarılması
ve bütün İslâm Aleminin yöneticisi olma iddiaları Türk milletinin başına yeni dertler
açmaktan ve dış tehditleri arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
İlk Osmanlı padişahlarının çok gerçekçi hareket ettikleri, dünya işlerinde dini düşüncelerin
geniş ölçüde etkisi altında kalacak kadar tutucu olmadıkları görülmektedir. Devletin kuruluş
döneminde Milli ve Laik hukuk daha geniş bir yer tuttuğu halde Bizans’ın fethinden sonra
devlet daha teokratik, daha, dini bir karakter almıştır. Şeyhülislamlık kurumunun doğuşu
devlet yönetiminde fetvaların önem kazanması Bizans’ın fethinden sonradır. Osmanlı
sultanlarının Halife sıfatını almaları özellikle Halife sıfatını ön plana çıkaran bir tutuma
girmeleri ise çok daha sonraki tarihlere rastlar. Teokratik düzen müspet bilimin çözmesi
gereken konular dahil, her konuyu dini fetvalarla çözmeğe çalışmıştı. Bu fetvalardan bir kaç
örnek verelim:
 Pırasa veya yılan balığının yenip yenmeyeceği, dini fetvalarla çözülmüştür.
 Düğünlerde davul çalmanın Şeriata uygun olup olmadığı bile, dini fetva konusu
yapılmış ve Anadolu’da evlenme törenlerinde davul çalmak bir milli âdet iken, nikâhta davul
çalmanın haram olduğuna hükmedilmiştir.
 Matbaa'nın Müslümanlar tarafından kullanılmasına izin veren fetva, 277 yıl sonra
çıkabilmiştir.19. yüzyılda bile minarelere paratoner takmak için fetva alınamamıştır.
 Behçet-ül Fetâva (İstanbul, 1266) adı altında yayınlanmış fetvalar mecmuasında yer
alan bir fetva, Cennette konuşulan dillerin arapça ve farsça olduğunu hükme bağlamaktadır.
Hazret-i Muhammed zamanında İranlılar henüz Müslüman olmamış, Zerdüşt dinine
mensuptu. Tevrat ve İncil'de adı geçen peygamberleri tanıyan İslâm dini, Zerdüşt'ten mel'un
zerdüşt diye bahseder. Bu nedenle, ne bir âyetin, ne de bir hadisin, Farsça'yı cennet dili diye
vasıflandırması düşünülemez. Farsça medrese öğretiminde önemli bir yer tuttuğu içindir ki,
söz konusu fetvayı yazan Şeyhülislam Abdullah Efendi, bu dili cennette konuşulan dil ilân
etmekte hiç bir sakınca görmemişti.
Türkiye'de halkın çok büyük çoğunluğu Arapça ve Farsça konuşmazken, Cennette
konuşulan dillerin bu iki dil olduğunu iddia etmek, ancak milletten kopmanın ve medresenin
dört duvarı içine hapsolmanın işareti olabilir. Dillere, alfabelere, kılık ve kıyafete kutsallık
vermenin din ile ilgisi yoktur. Bir milletin bütün yaşayışını, bütün hukuk kurallarını
değişmez dinî kurallara bağlamanın imkânsızlığı aşikârdır.

10
Devletin siyasi yapısının ve hukukun lâikleşmesi, hayatın akışının ve değişen şartların
kaçınılmaz sonucudur. Hıristiyan âleminde de droit canonique denen bir kilise hukuku
vardır. Zamanın akışı ve değişen şartlar, kilise hukuku ile devlet hukukunu, birbiriyle
bağdaşmaz şekilde ayırmıştır. Bir iki örnek verelim: Kilise hukuku faizi yasaklamıştır. Ama
bugün, bütün Hıristiyan âleminde paranın da, başka mallar gibi, bir değeri, bir kira bedeli
olduğu kabul edilerek işlem yapılmaktadır. Kilise hukuku karı kocanın boşanmasına izin
vermez. Evliliği, kulların iradesi ile çözülmesi imkânsız bir kutsal bağ olarak görür. Fakat
Batı'nın Hıristiyan ülkelerinde, devlet kanunları, boşanma yasağını bir hayli gevşetmiştir.
Kesin bir yasağın aslında evliliği korumadığı, büyük facialara ve evlilik dışı ilişkilerin
artmasına yol açtığı görülmüştür.
19 ncu yüzyılda, devleti içine sürüklendiği gerilik ve güçsüzlükten kurtarmak için köklü
değişiklikler yapmak zorunluluğu ortaya çıkmış ve Tanzimat dönemi, devlet yapısında,
hukukta, eğitimde pek çok değişiklik getirmişti. Tanzimat, bir yönüyle keyfi idareden hukuk
devletine geçiş, yurttaşlar için temel hak ve hürriyetlerin tanınmasıydı. Gülhane Hattı, 150
yıldan beri Osmanlı Devletinin önceki devirlerdeki gücünün güçsüzlüğe, mamuriyetinin
fakirliğe dönüştüğü gerçeğini tespit eden bir cümle ile başlıyordu. Kanunlara saygının
kaybolmasını bu durumun başlıca sebebi olarak gösteren 1839 Hattı Hümayununda, din
ûlemasının direnişine yol açmamak için, çok dikkatli bir uslûp kullanılmıştı. Hukukun dini
esaslara dayanmasının sakıncaları görülse bile, günün şartları elverişli olmadığı için bu
husus açıkça ortaya konamamıştı.
Aslında İslâmcılar bile, gelişmiş ve ilerlemiş ülkelerden alınacak birçok yenilikler olduğunu
tamamen reddetmiyordu. Köklü şekilde çağdaşlaşmak yanlısı olanlar ise, milli ve dinî
köklerimizden kopmayı değil, devletin ve hukukun lâikleşmesini, kadınların medenî haklara
kavuşmasını, alfabenin değiştirilmesi suretiyle eğitimin kolaylaşmasını, maymunca bir
taklitle değil, fakat akılcı ve bilimci yaklaşımla evrensel medeniyete katılmamızı istiyorlardı.
Türkçüler, Osmanlı Devleti sınırları içindeki birçok kavimin milli benliklerine sahip çıkıp
Osmanlı Devletinden koptuklarını görüyor, Türklerin bu milliyetçi uyanıştan habersiz gibi
davranmasının felâketle sonuçlanacağını ileri sürüyorlardı. Bazı noktalarda Batılılaşma
taraftarlarıyla, bazı noktalarda ise İslâmcı cereyanlarla ortak görüşler savunuyorlardı. Birinci
Dünya Savaşına Mısır'ı fethetme, İslâm âlemini Halife etrafında toplama hayalleriyle
girilmişti. Sonuç Mondros Mütarekesi ile İmparatorluğun yıkılması olmuş, Fransız ve İngiliz

11
üniformalı Müslüman işgal ordusu askerleri İstanbul sokaklarına kadar gelince, nice boş
hayaller de İmparatorlukla birlikte yıkılmıştı.
Atatürk, Millî Mücadeleyi zafere ulaştırmak için, her şeyden önce, millet gerçeğine
dayanma zorunluluğunu görmüştü. Fakat yabancıların emellerine alet olan ve kurtuluşu
işgalci devletlerin pençesinde arayan İstanbul Hükümetleri, Anadolu'daki millî hareketin
karşısına halifenin dini otoritesi ile dikilmeğe kalkmıştı.
Atatürk'ü devleti lâikleştirme kararına sevk eden sebepler arasında, Millî Mücadele sırasında
karşılaştığı çeşitli engellerin de rolü olmuştur. İşgal kuvvetleri komutanlarından talimat alan
İstanbul Hükümeti, Şeyhülislâm Dürrizade Abdullah Efendinin fetvalarını yayınlamış, Bu
fetvalar işgal ordularının uçaklarından Anadolu’ya atılmıştı. Buna göre Mustafa Kemal ile
arkadaşları ve Halife kuvvetleri dışındaki milli kuvvetler kâfir idi ve öldürülmeleri vacipti.
Anadolu'daki vatanperver din adamları Ankara Müftüsü Rifat Efendi (Börekçi),
başkanlığında Dürrizade'nin fetvasına karşı, Halife'nin düşman işgalindeki bir şehirde esir
olduğuna dikkati çekerek, Anadolu’daki kurtuluş hareketini canla başla desteklemişti.
Anzavur, gittiği her yerde, Halife-Padişahın emri olmadan kimsenin savaşamıyacağını ileri
sürerek “Artık askerlik yok. Askerler evlerine gitsin. Kuvay-ı MiIliyecilerin vergi
toplamaya da hakları yok. Bunların hesabını Kuvay-ı Milliyecilerden soracağız” diyordu.
Anzavur kuvvetleriyle karşılaşmamak için bazı askerlerin kaçtığı görülmüş, işin içyüzü
araştırılınca, birtakım kişilerin, asker arasında Anzavur ve adamları Padişahın askerleridir.
Onlara silâh atmak dinimize göre cinayettir propagandasını yaparak etkili oldukları
görülmüştü. Halife fetvaları, TBMM'nin ve Mustafa Kemal'in emrinde Yunanlılarla
döğüşürken ölenlerin şehit sayılmayacaklarını da ilân ediyordu. Özetle, Halife fetvaları
Anzavur'u kahraman, Milli Mücadelecileri isyancı ilân ederken, Milli Mücadeleye inanmış
Anadolu hocaları da, Mustafa Kemal'e ve TBMM'ne bağlı kuvvetleri kahraman, onlara karşı
çıkanları isyancı ilân eden fetvalar yayınlamış, Atatürk, Kurtuluş Mücadelesini, karşılıklı
fetvalar savaşı içinde yürütmüştü. Bu gerçeğin yanı sıra, vatansever din adamlarının samimi
desteklerinin ve İslâm dininin verdiği manevi gücün Kurtuluş Savaşındaki büyük katkısı da
asla gözden kaçmamalıdır.
Anadolu'da kurulan yeni Türk devleti, adım adım lâik bir devlet olmağa yöneldi. Daha Milli
Mücadelenin ilk günlerinde, Amasya tamimi Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır diyerek, millet iradesini mücadelenin dayanağı ve hareket noktası olarak

12
kabul ediyordu. Erzurum ve Sivas kongreleri, milli iradeyi hakim kılmak kararını almıştı.
Ümmetin yerini millet, Padişahın tartışılmaz kudretinin yerini milli hâkimiyet almağa
başlamıştı. 23 Nisan 1920 de TBMM'nin açılışında ilan edilen hedefler arasında, Padişahın
ve halifeliğin düşman elinden kurtarılması da vardı. Fakat 24 Nisan 1920 günü kabul edilen
bir önerge ile TBMM'nin üstünde hiç bir kuvvet olmadığı ilân edilmişti. Saltanat ve Hilâfeti
kaldırma fikrini Mustafa Kemal, yolun başında açıklayamazdı. Milli beraberlik bundan zarar
görürdü. 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”
ilkesini kabul ederek, egemenliğin kaynağını lâikleştirme yolunda bir adım daha atmıştı. 17
Kasım 1922 de, Halifelik unvanını henüz üstünde taşıyan Vahdettin, İngiliz işgal kuvvetleri
komutanı General Harrington'a bir yazıyla başvurarak, bir İngiliz savaş gemisine sığınmış
ve İstanbul’dan kaçmıştı. 3 Mart 1924 de, TBMM’nin yeni toplantı yılını açarken yaptığı
konuşmada Atatürk, eğitim ve öğretim birliğinin bir an bile geciktirilmeden
gerçekleştirilmesi gereken bir milli dava olduğunu ısrarlı bir dille yeniden hatırlatmıştı.
Artık, lâik devleti kurma yolundaki büyük adımların atılması zamanı gelmişti. TBMM, 3
Mart 1924 günü yaptığı oturumda Halifeliğe son verilmesi, Osmanlı Hanedanının Türkiye
Cumhuriyeti sınırlarının dışına çıkarılması, Şeriye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması
kararıyla birlikte, Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birleştirilmesi) kanununu da kabul etti. Bu
kanunların kabulünden sonra Medreseler önce Milli Eğitim Bakanlığına devredildi, daha
sonra kapatıldı.
Atatürk, Tevhid-i Tedrisat kanununun kabulünden sonra bir yurt gezisinde “Eğitim ve
öğretimi birleştirmedikçe ayni fikirde, ayni zihniyette fertlerden kurulu bir millet yapmağa
imkân aramak abesle uğraşmak olmaz mı idi? Dünya medeniyet ailesinde saygı toplayan
bir yerin sahibi olmağa lâyık Türk milleti, evlâtlarına vereceği eğitimi mektep ve medrese,
adında birbirinden büsbütün başka iki çeşit kuruluşa bölmeğe katlanabilir miydi?”
diyerek eğitim ve öğretim birliğine verdiği önemi vurgulamıştı.
Rize seyahatinde, bir dilekçe ile başvurarak medreselerin tekrar açılmasını isteyenlere
Atatürk, medrese eğitiminin yetersizliğini ve memleketin uğradığı felâketteki rolünü bu
heyete anlattıktan sonra, sözlerini şöyle tamamlamıştı. “Mektep istemiyorsunuz. Halbuki
millet onu istiyor. Bırakınız artık bu zavallı millet, bu memleket evlâdı yetişsin!..
Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lâzımdır” demişti.

13
Lâiklik dinsizlik demek olmadığına göre, devlet okullarında okuyan çocukların inançlarına
saygılı davranmak şart olduğu gibi, bilimsel düşünce ile çatışan bir eğitimin yapılmaması da
şarttır. Hele değişik isimler altında, medrese zihniyetinin geri gelmesine karşı uyanık
davranmak, Türkiye şartlarında, son derecede önemlidir. Türkiye'nin şartları içinde lâiklik,
devletin din öğretimi alanına hiç karışmaması, bu alanı cemaatlara terketmesi, hiç bir
denetim yapmaması şeklinde anlaşılıp uygulanamaz. Tarihi sosyolojik şartlar, Türkiye'de,
lâik düzen içinde, Atatürk İnkılâbının ilkelerine ters, düşmeden, İslâmiyetin yüceltici özünü
öğretebilecek, seviyeli, aydın din adamlarının yetiştirilmesi konusunda devlete görevler
yüklemektedir. Bu görev ihmal edilince, sonuç lâik devletin aleyhine olmaktadır.
Lâikliğin asla dinsizlik olmadığını anlayarak bunu halk kütlelerine anlatacak, dünya
işlerinde ve toplum yönetiminde uygulanacak hukuk kurallarının dini fetvalarla
sınırlanamayacağını bilen, medeniyetçi, vicdan ve düşünce hürriyetine saygılı, mezhep
çatışmalarını ortadan kaldırmaya muktedir, seviyeli din görevlileri yetiştirme işi bugün de
önemini korumaktadır. Yeterli sayı ve nitelikte din görevlileri yetiştirme işi, iki çeşit lise
sistemine sürüklenmeden çözülmelidir. Sayıları durmadan artan İmam Hatip Okulları,
gitgide, çağımızın ve lâik Cumhuriyetin gerektirdiği nitelikte din görevlileri yetiştirme
görevinin dışında, başka görevler yüklenir hale gelmektedir. Yeniden ikili bir eğitim
sistemine doğru mu gidilmektedir sorusunu akla getiren gelişmelerle karşı karşıya
kalmaktayız. Tarihi ve sosyolojik gerçekleri görmezlikten gelemeyiz. İslâm dini, Türk
milletinin tarihinde önemli bir yer tutar. Bugünkü Anadolu Türklüğünün oluşmasında, dil
gibi, ortaklaşa yaşanan tarih gibi, üstünde yaşadığımız vatan gibi, ortak acılar, sevinçler,
paylaşılan amaçlar ve ülküler gibi, İslâm dini de önemli rol oynamıştır. Bu gerçek yok farz
edilemez. İslâm dininin özünü teşkil eden ve bugün de Türklerin büyük çoğunluğunun ortak
itikadı olarak kalplerde yaşamaya devam eden inançlarla, eskiyen ve terk edilen teokratik
devlet yapısını birbirine karıştırmamalıyız. Bir noktada saplanıp kalmamak ve
ilerleyebilmek için devlet yapısını, hukuk kurallarını, eğitimi, çağdaş bilim ve aklın
ölçülerine göre düzenlemeye mecbur olduğunu anlayan Türk milleti için, lâik devlet düzeni
vazgeçilemez bir zorunluluktur. Türk milletinin teokratik devlet karanlığına ve fetvalarla
yönetilmesini öngören rejime geri dönemeyeceği açık bir gerçektir.
Sosyolojik bir gerçeği görmezlikten gelmek mümkün değildir. Bugün Türkiye nüfusunun
çok büyük çoğunluğu Elhamdülillah Müslümanım diyor ve Kelime-i Şehadeti inançla

14
tekrarlıyor. Temel İslâmi inançlarını koruyan bu Türk yurttaşlarının çok önemli bir kısmı,
Lâtin alfabesinin yararını bilmektedir ve eski harflere dönüşü düşünmez. Medenî Kanunun
kaldırılmasına ve çok evliliğe dönülmesine hiç bir şekilde razı olmaz. Çağdaş eğitim
kurumlarının kaldırılıp, medrese eğitimine dönülmesini istemez. Hür seçimlerin ve hür
tartışmanın ortadan kalkmasını, milletin egemenliği ilkesinden uzaklaşılmasını ve ülkenin
teokratik bir diktaya gömülmesini asla kabul etmez.
Türkiye'de, hem islâmi inançlarının özünü koruyan, hem de Atatürk'ün çağdaş medeniyete
ulaşmak için gerçekleştirdiği lâik devlet ve akılcılık hamlesine sıkı sıkıya bağlı olan kuşaklar
vardır. Türkiye'de uygulanan ve uygulanması gerekli olan lâiklik anlayışı, teokratik bir
devlet yapısına dönüş heveslerine kesinlikle karşıdır. Fakat Türkiye'nin lâiklik anlayışı hiç
bir şekilde dine karşı değildir. İslâm dininin muhteviyatı ve ahlâk anlayışı reddedilmiş
değildir. Atatürk, siyaset sahnesinde sömürülmekten kurtarmaya çalışmakla dini
yüceltmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin lâik devlet anlayışını, marksizmin her türlü dini inancı
ve Allah'ı reddeden ateizmi ile asla karıştırmamak lâzımdır. Ne Atatürk, ne de devrinin
öğretisini ortaya koymağa çalışan aydınlar, hiç bir zaman din düşmanlığı etmemiştir.
Atatürk'ün çabası toplum yaşamını lâik bir temele oturtmağa yöneliktir.
Türkiye'de teokratik devlet dönemi artık kesinlikle sona ermiş ve Türkiye, belli bir
medeniyetin dar kalıpları içinde hapsolup kalmaktan kurtulmuştur. Bütün medeniyetlerle hür
ve rahat ilişkiler kurarak, dinamik ve akılcı Batı medeniyetinin bütün imkânlarını kullanarak,
çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne yükselmek davasındadır. Lâik devlete geçmekle, Türk
milleti İslâm dininin özünden kopmuş ve ayrılmış değildir. Aslında, nikâhta davul
çaldırmanın haram olduğunu ilan eden fetvalardan veya matbaanın, paratonerin, coğrafya
dersinde harita kullanmanın şeriata uygunluğunu tartışan, çağdışı, akıldışı dinin özüne aykırı
safsata ve hurafelerden sıyrılınca, akıl ve ilimle bağdaşmayan yorumlardan arınınca,
Türkiye'de İslâm dini, öz olarak, zayıflamamış, güçlenmiştir.
Bizzat Atatürk, Balıkesir'de yaptığı bir konuşmada : “Bizim dinimiz akla en uygun, en tabii
bir dindir. Ancak ondan dolayı son din olmuştur” demiştir.
Başka bir konuşmasında da Atatürk şöyle diyordu: “Bizim dinimiz için herkesin elinde bir
ölçü vardır. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur, biliniz ki o bizim
dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz akılcı, mantığın uygun düştüğü bir din
olmasaydı, mükemmel ve son din olmazdı.”

15
Lâikliğin bütün yurttaşların vicdan, ibadet hürriyetlerini mükemmel hale getirdiğini belirten
Atatürk'e göre, “Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Sadece din
işlerini devlet işleriyle karıştırmamağa çalışıyoruz”
İnsanları doğruluğa, iyiliğe, güzelliğe, hak ve adalete yönelten, ailesine, milletine ve
insanlığa karşı ödevlerini hatırlatan manevi değerler ile bilim arasında mutlaka çelişki
olacağını düşünmek yanlıştır. Dinin, yanlış anlaşılıp, aklın ve bilimin karşısına bir baskı
aracı olarak dikilmesi şart değildir. Dini inançların, devlet yönetimine karışmadıkça, devlet
gücü ile birleşip, koyu bir baskı aracı haline gelmedikçe, zorunlu yenilik ve değişikliklerin
karşısına dikilmedikçe, çağdaş bilimin verilerini reddetmedikçe, bir toplumun ilerlemesine
engel olduğu ileri sürülemez. Böyle bir iddia ileri sürülse bile, tarihi ve sosyolojik gerçekler
bu iddiayı desteklemez. Buna karşılık, hele hele devlet gücü ile birleştiği zaman, dini
taassup, ilerlemeye kesinlikle engeldir.
Yakın zamana kadar sürüp gelen mezhep kavgaları, Anadolu Türklüğünü zayıflatan başlıca
belâlardan biri olmuştu. Türk Milletini, bu belâdan kesinlikle kurtaran Mustafa Kemal
Atatürk, onun kurduğu lâik devlet ve toplum düzenidir. Lâiklik, mezhep kavgalarına karşı
en etkili çaredir. Ne yazık ki, son zamanlarda, Atatürk'ün birleştirici, toplayıcı yolundan
ayrılan bazı siyasetçiler, mezhep ayrılıklarını da politika malzemesi olarak kullanmağa
kalkışmış, tehlikeli oy avcılığı oyunları, lâik düzenin tamamiyle unutturduğu mezhep
kavgalarını yeniden körüklemiş, kızıştırmıştır.
Çare, Atatürk İlkelerine yeniden sımsıkı sahip çıkmaktır. Bugün Türk aydınlarına ve gerçek
din alimlerine düşen bir görev vardır. Atatürk'ün, esaretten ve donmuşluktan kurtulma
yolunu açarak yirminci yüzyılda, İslâmiyete de en büyük hizmeti yaptığını anlayıp anlatmak.
Akılcılığa, çağdaş bilime, çağın medeniyetine yönelmek zorunluluğu ile milletin büyük
çoğunluğunun İslâm dininin özüne bağlılığı arasında gerekli uyum ve sentezi
gerçekleştirmek. Çünkü çağdaş ve akılcı şekilde yorumlanan dinin özündeki Allah inancı ve
iyi ahlâk prensipleri ile akıl ve bilim arasında bağdaşmaz bir çelişki yoktur. Böyle bir uyum
ve senteze ulaşılması, Atatürkçü yolun ve lâikliğin gerilikten kurtulma yolu olduğunun iyice
anlaşılması ve anlatılması ile mümkündür. İslâm dininin metafizik özüne ve temel ahlâk
kurallarına bağlı olmakla, statik bir medeniyete ve teokratik devlet yapısına bağlı kalmanın
birbirinden çok farklı olduğunun kütlelere öğretilmesi ile mümkündür. Böyle bir senteze

16
ulaşılması, lâik devlet anlayışını halk kütlelerinde daha iyi kökleştirecek ve Türk Milletinin
daha büyük ölçüde bütünleşmesini sağlayacaktır. Bahsettiğimiz nbütünleştirici sentez, ancak
Türk İnkılâbının temel taşı olan lâiklik ilkesine ve Atatürk'ün büyük önem verdiği eğitim
birliği kuralına sadık kalınarak başarılabilir.
Türkiye ve Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin geleceğinin bekçisi, Türk Milletini içte ve dışta
bölmeye ve yok etmeye çalışan güçlerin karşısında en büyük kalkan olan sevgili gençler;
Atatürk’ün önderliğindeki mücadele başarıya ulaşmasaydı, bugün ezan seslerinin hiç
duyulamayacağı bu topraklarda, O'na kimbilir hangi emperyalizmin, hangi düşmanın
emrinde, sövenler, paralarıyla, açık ve gizli örgütleriyle, O'nu ve eserini yıkmaya çalışanlar
vardı. Atatürk, yurdumuzun parçalanıp işgal edildiği günlerden başlayarak, Türk tarihinde
bir dönüm noktası olan İstiklal Savaşını, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu ve inkılapların
gerçekleşmesini anlatan Nutkun sonunda, kurduğu Cumhuriyeti Türk gençliğine emanet
etmiştir.

İNKILAPÇILIK (DEVRİMCİLİK)

13.1. İnkılap ve İnkılapçı Kavramlarına Genel Bir Bakış


Toplum yapısını köklü olarak değiştiren ve dünyadaki pek çok kurumu ve ulusu etkisi altına
alan, bu niteliği ile "ilk gerçek devrim" olma özelliğini de kazanan olay büyük Fransız İhtilali
ile doğmuştur. Çok çetin ve önemli sorunları çözmeye uğraşan bu devrimin yürütücüleri
ilkönce kendi kamuoylarında, sonra da giderek dünyanın pek çok ülkesinde
"devrimci=inkılapçı" sözüyle anılmaya başlamışlardır. Devrimleri yapıp yürütenlere
"devrimci" demek doğaldır. Ama burada bir ayrım da yapmak gerekmektedir. Devrimi
kendinden önce beliren düşünce akımlarına veya kendi görüşlerine göre başlatan bir kadro
bulunur. Bu kadro devrime yön verir; onu belli bir yola sokar. İşte bu ana kadroyu
oluşturanları, devrimcilerin tanımı içinde ayrı ve seçkin bir yere oturtmak gerektir. Bu ana
kadroya bağlı, onun belirttiği yoldan yürüyen, devrimi çeşitli alanlarda uygulayan ve
uygulatan kişiler de devrimcidirler. Ama bu ana kadro olmasa idi onlar ortaya çıkamazlardı.
Devrimi yapıp yürüten kuşak ortadan kalktıktan sonra, istenilen, özlenilen hedefe
ulaşılmışsa daha sonra gelenler zaten artık bir 'devrim" ortamı içinde değildirler. Onlar,
içlerinde yaşadıkları düzeni sanki hep öyle Kurula gelmiş sanırlar. Eğer devrim topluma

17
kendi kendini yenileme, yani evrimle gelişme gücü aşılamışsa, sonradan gelen kuşaklarda
devrimcilik niteliği de mantıklı düşünülürse, ortadan kalkar. Ama devrimi yapıp yürüten
kadronun ömrünü tamamlamasından sonra da belli kurumlar toplum içine henüz tam olarak
oturmamış bulunabilirler. O zaman, yeni gelen kuşaklara devrimi sürdürmek görevi düşer.
Bu görev bilincini de doğal olarak, devrimi yapıp yürüten kuşak, genç kuşaklara aşılamış
olacaktır. Her devrimi yürüten kadroda bu önlenemez eğilim vardır. Devrimci kadro, tarih
karşısındaki rolünü tamamlayabilmek için kendi yaptıklarının bilincini sonraki kuşaklara
aktaracaktır. Çünkü genel olarak hiçbir devrim, tek kuşaklık zaman dilimi içinde tam olarak
yerleşemez. Kuşaktan kuşağa aktarılan devrim bilinci sonucunda istenilen hedefe tam olarak
ulaşıldığı takdirde, yani devrim kurumları iyice oturup evrimsel bir gelişme sürecine
girildiğinde, gelecek kuşaklardaki devrimcilik niteliği kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Devrim, kısa sürede gerçekleştirilen ve bir ölçüde toplumu zorlayarak yerleştirilen bir
değişikliktir. Eğer ilk kuşak devrimi başlatmış ama bütünü bakımından tamamlayamamışsa,
devrim bitirilmemiştir; "kısa sürede ve çabukluk içinde hedefe ulaşma" gerçekleşmemiştir.
Aslında ilk kuşak, kendi anlayışına ve ideolojisine göre bir bütün olarak devrimi yapıp hiç
olmazsa temeli bakımından bitirmek zorundadır. Ondan sonra gelecek devrimci kuşaklarda
tekrar "çabuk değiştirme" ihtiyacının bulunmaması da gerektir. Çünkü bir toplum sürekli
olarak böyle bir gerilim içinde tutulamaz. Bu nedenle temeli bakımından bitirilen devrimde
ilk kuşaktan sonra gelenlere düşen bir başka görev vardı: Eğer bu kuşak, devrimcilik
bilincini almışsa, bir yandan temel üzerine gerekli yapı çıkılacak yahut tamamlanacak, diğer
yandan devrim tepkilere karşı korunacaktır. Eğer ilk kuşak sağlam bir temel atıp onun
üzerindeki yapının ilk taşlarını da koymuşsa, ikinci kuşaktakiler bu yapıyı zaten
tamamlamak zorundadırlar. Aksi takdirde temel çürür; devrim ortadan kalkar. Bu nedenle
ikinci kuşak çabuk olmasa bile bu yapıyı rahatça tamamlamak zorundadır. Bu rahatlığı ise
tepkilere karşı koyarak sağlayabilir.
Yüzlerce yıllık toplumsal kurumların kısa bir süre içinde değişmesi, devrim geçiren
toplumun bazı kesimlerinde rahatsızlık yaratır ve bu da çok doğaldır. Bu rahatsızlık çeşitli
nedenlerden kaynaklanabilir:
 Çıkarlar yok olmuştur;
 Kişilerin bağlandığı bazı değerler kalkmış, yerlerine anlayış bakımından hemen
benimsenemeyecek bazı yeni değerler konulmuştur.

18
Ayrıca her toplumsal kesimin özelliklerine göre de tepkiler doğabilir. Bazı kesimler devrimi
bütünüyle desteklerken, bazı kesimler bütünüyle reddederler. Kimi kesimlerde ise şaşkınlık,
duraklama belirir. Bazı kesimler ise devrimin bir bölümünü kabul edip bir bölümünü
benimsemeyebilir. Tepkici kesimler, eğer başarılı bir biçimde gerçekleşmişse devrimin ilk
evresinde direnemezler. Devrimci ilk kuşağın yarattığı coşku karşısında seslerini kısmayı
yeğ tutarlar veya gösterecekleri tepkinin derecesini kestiremezler. İlk kuşak çekildikten
sonra devrimin coşkusunda doğal bir durulma başlar. Şimdi tepkici kesimler için bir
rahatlama ve toparlanma dönemi açılmıştır. Böylece örgütlü veya örgütsüz tepkiler başlar.
İlk kuşaktan sonraki devrimcilere düşen görev bir yandan yapıyı sağlamlaştırırken bir
yandan da tepkileri elden geldiği kadar önleyerek yeni toplumsal kargaşalara yol
açmamaktır. Devrim geçiren her toplum içindeki kuşaklar bu önleyicilik görevini, kendi
toplumlarının ve zamanın özelliklerine göre yerine getirirler.
Türk Devriminde ana kadronun "tek kişi"den oluştuğunu biliyoruz. Atatürk bir yandan, ilk
kuşak içinde kendi ülküsüne bağlı kişileri nitelik ve nicelik bakımından artırırken, bir yandan
da yaptığı büyük kültür değişikliğinin çok kısa bir süre içinde yerleşemeyeceğini bildiğinden
kendisinden sonra gelecek devrimcileri yetiştirmeye çalıştı.

13.2. Atatürk'e Göre Türk İnkılabı (Devrimi)


13.2.1. Türk İnkılabı (Devrimi) Neden Yapıldı?
"... yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını
tamamen çağdaş ve modern ve bütün anlam ve görünüşü ile uygar bir toplum durumuna
ulaştırmaktır. Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa
götürdük." Atatürk'ün bu sözü Türk Devriminin neden yapıldığının kısa bir özetidir.
Türk halkını bütünüyle çağdaş, günün koşullarına uygun, bütün anlamı ve biçimleri,
görünüşü ile uygar bir toplum durumuna getirmek için Türk devrimi yapılmıştır. Atatürk,
Türk devrimi ile "çağdaşlaşmayı" amaçlamaktadır. Ama bu çağdaşlaşma belli alanlarda
değil, bütünüyle bir değişme olacaktır. Bu da çok büyük bir kültür değişikliğidir.
13.2.2. Türk İnkılabı (Devrimi) Nasıl Yapıldı?
İnkılap mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir. Yüzlerce yıllık toplum kurumları
Türk ulusunun gereksinimlerini karşılayamaz duruma geldi. Ulus gerilemeye başladı. Öyle
ise o kurumlar bir devrimle, yani zorla yıkılacak ve yerlerine en yüksek uygarlık düzeyini

19
gerçekleştirecek yeni durumlar konulacaktır. Atatürk devrimdeki "yıkmayı" sadece Türk
ulusunu geri bırakmış kurumlar için gerekli görmektedir. Yani ulusun yüksek manevi
değerlerine dokunulmayacaktır. Yıkılacak kurumların da yerlerine hemen yenileri
konulacaktır. İşte bu tam bir devrim sürecidir. Atatürk, kadrosuzluğun farkındadır. Devrimi
başlatıp yürütmeyi, üstün dehası ile üzerine almaktadır. Fakat daha önce de gerekli olan
yerlerde belirtildiği gibi O, devrimin başarısı için ulusa dayanmak gereğini de anlamıştır.
Eskiyi yıkıp yerine yenisi koyarken devrimci Atatürk bunu ulusun yeteneğine ve bu
hareketi anlamasına dayandırmıştır. Ulusun gerçek ihtiyaçlarını sezip ona göre
davranmıştır.
13.2.3. Türk Devrimi (İnkılabı) Nedir? - Türk İnkılabı (Devrimi) Nasıl Korunur?
Atatürk devrimin bilimsel tanımını yaparken onu "ihtilal"den ayırmaya özen gösterirdi. Bazı
devrimlerin temelinde (Fransa'da olduğu gibi) kanlı ve kargaşa içinde geçen bir ihtilal vardır.
Türk devriminde ise böyle bir karanlık ihtilal evresi bulunmaz, ihtilal başlarken hemen
düzenlemeye, yani devrim aşamasına geçilmiştir. Yapılan iş esasta büyük bir sistem
değişikliğidir. Ulusçuluk ilkesi, bu sistemin dayandığı ana temelin içindedir. Türk
devriminin amacı çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmaktır.
Türk devrimi, genel kurallara uygun, ama düzensizlik evresi geçirmeyen köklü ve büyük bir
toplumsal sistem, başka deyişle geniş bir kültür değişikliğidir. Dünya tarihinin ilk gerçek
devrimi Fransız İhtilali'dir.
Atatürk, devrimlere karşı tepkiyi doğal karşılamaktadır, ama buna karşı gereken önlemlerin
de alınması gerektiğini belirtmektedir. Atatürk; Her türlü yükselme ve gelişmeye yeteneği
olan milletimizin sosyal ve fikri inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller mutlaka
ortadan kaldırılmalıdır. Yani Atatürk devrim adımlarını "kısaltılmasını" bile istememektedir.
Atatürk'e göre, Devrimin korunması için başlıca üç yol vardır.
-İnkılabın temellerini her gün derinleştirmek, sağlamlaştırmak, güçlendirmek gerektir.
- Devrimin getirdikleri toplumun her kesimine anlatılmalıdır. Özellikle devrime karşı
olanların aydınlatılmaları gerekir. Atatürk bu görevi aydınlara vererek onları devrimci
kadrosuna sokmak istemektedir. Devrimciler de tepki gösterenlerin olumsuz düşüncelerine
karşılık vermek, onları yanıtlamaktır.
- Devrimi korumak için başka önlemlere başvurulabilir. Devrimi koruyacak önlemler
özellikle inandırıcılık ve caydırıcılık etkileri doğuracak niteliklere sahip olmalıdır. Ancak

20
bir hukuk devletinde devrimi korumak için alınacak önlemlerin mutlaka hukuka uygun
biçimde düzenlenmesi gerekmektedir.

13.3. Bir Atatürk İlkesi Olarak "İnkılapçılık" (Devrimcilik)


Atatürk devrim atılımlarını 1936 yılına kadar tamamlamıştı. Artık O'nun çabası Türk
devriminin kökleşmesini ve her kesimde yaygınlaşmasını sağlamaktı. Bu bakımdan
devrimci kuşak hem yapıyı tamamlama işlevini sürdürecek hem de temeli koruyacaktır. Bu
nedenle yeni kuşaklarda sürdürücülük ve koruyuculuk niteliklerinin bulunması gerektir. Bu
özelliklere erişmek için devrimcinin iki ana niteliği bulunmalıdır,
- Devrimci, devrimin hedefini kavramış olması gerekmektedir. Ama sadece kavrama
yetmez. Hedefi kavrayanların onu insanlara anlatmaları, yaymaları gerekir.
Atatürk'ün şu sözleri devrimcilik niteliklerini son derece açık ve güzel biçimde belirtiyor;
"Gerçek inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılabına yöneltmek istedikleri
insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilimi sezinlemeyi bilirler."
- Türk devrimcisi bu işi sıkı sıkıya, dar kalıplar içinde yürütmeye çalışırsa, devrim
ülküsüyle ters düşer. Türk devrimi sürekli olarak yenilenmelidir. Bu yapılmazsa Osmanlı
İmparatorluğu'nun son yüzyıllardaki durumuna düşebilir.
Devrimimiz dinamiktir, yani hareketlidir ve yaratıcılığa elverişlidir. Ama bu yenileme,
devrimin ilk evresinde atılan temeli değiştirerek yapılamaz; gelişme o temel üzerinde
yükselen kurumların yapısında gerçekleştirilmelidir.

GENEL DEĞERLENDİRME

14.1. Türk Devriminin Niteliği


Türk devriminin çeşitli özelliklerini birkaç kavramla özetlemek mümkündür.
14.1.1. Çağdaş Uygarlık
Uygarlık kültür değerleri yaratan toplumun benzeri diğer topluluklarla oluşturduğu bütünü
çizer. Uygarlıklar belli bir zaman dilimi içinde dünya üzerinde hükümlerini sürdürürken
birbirinden etkilenirler. Bu karşılıklı etkileşim sırasında bir uygarlık değerleri, eriştiği

21
sonuçlan açısından diğerlerinden üstün bir duruma gelebilir. Sözü geçen uygarlık o çağda
insanoğlunun eriştiği en yüksek değerlerin temsilcisidir, "Çağdaş”tır.
16, 17. yüzyıllarda "çağdaş" sayılacak Osmanlı Uygarlığı, tarihin değişmez yasası gereği bir
süre sonra eskiyip yozlaşmaya başladı. Osmanlı toplumu çağdaş olduğu zaman, Batıya olan
penceresini açmadı. Buna gereksinimi yoktu. Ama batı uygarlığı bir süre sonra "çağdaşı"
geçti. Batı uygarlığı geliştirdiği bilimsel, kültürel ve ekonomik değerlerle büyük bir güç
durumunu almıştı. Atatürk çağdaş uygarlığa doğru ilerlemeyi var olmanın koşulu olarak
kabul eder. Atatürk, istediği çağdaşlaşmayı gerçekleştirirken ulusumuza özgü değerleri
korumak ve geliştirmek gerektiğini biliyordu. Türk devrimi bilinçli bir çağdaşlaşma için
gerekli kültür değişikliğini hedef almaktadır.

14.1.2. Evrensellik ve İnsan Sevgisi


Türk devriminin temelleri insanlığın binlerce yıldan beri işlediği, değerlerden çıkmıştır.
Türk devrimi ilerlemek ve gelişmek isteyen bütün toplumlarda uygulanabilecek esasları
içermektedir.
Bu esaslar her toplumun kendi özelliklerine göre yorumlanabilirler. Türk devriminin temel
nitelikleri arasında insan sevgisinin çok büyük bir yeri vardır. Bundan dolayıdır ki Atatürk
zorbalıkla ulusları yönetmenin şiddetle karşısındadır.
Demek ki Türk devrimine temel olan değerler evrenseldir. Atatürk bu evrensel değerleri
Türk ulusunun bünyesine uydurmuştur.

14.1.3. Devrim İlkelerinin Bütünlüğü


Atatürk ilkeleri bir bütünün parçalarıdır. Altı ilke arasındaki ilişkileri gözden geçirelim:
Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Tam bir cumhuriyet demokrasi ile mümkündür.
Cumhuriyet ulusa dayanmaz, onun özelliklerine uymazsa, ulusal nitelikli değilse hiçbir
değeri yoktur. Böyle bir devletin doğrudan doğruya halkın içinden çıkması kısacası "halkçı"
olması gerekir. Böyle bir devlet halkın her gereksinimi ile ilgilenecek gücünü her sorunun
çözümünde gösterecek, yani devletçilik özelliğine sahip bulunacaktır. Devlet belli bir dinin
kurallarına uyularak yönetilirse o zaman özgürlük demokrasi yoktur. Öyle ise bir
cumhuriyetin lâik bir yapı taşıması gerekir. Düzen içinde ilerleyen devlet eğer eski bir sistem

22
yıkılarak kurulmuşsa, o zaman dayandığı yeni ilkelerin korunması, geliştirilmesi gerekir. Bu
ise devrimcilik niteliği ile yerine getirilir.

14.2. Türk Devriminin Sonuçları


14.2.1. Ulusal (Millî) Devlet
1919 yılında başlayan Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri içinde tarihimizde ilk kez ulusa dayanan
bir devlet kurulmuştur. Cumhuriyet biçimi ile bugüne değin varlığını sürdüren ulusal devlet
ile bazı önemli sonuçlar doğdu:
- Kurtuluş Savaşımız ulusal devletle başarıya ulaştı. Çökmüş ve yaşamını tamamlamış
Osmanlı Devleti bu mücadeleyi başlatma, yürütme ve sonuca götürme olanağından
yoksundu. Kapitülasyonlar yok edilmiştir. Yarı bağımsızlık sona ermiştir.
- Egemenliğin doğrudan doğruya ulusa ait olması, siyasal bilincimizi geliştirmiş ve
güçlendirmiştir Demokrasi yolu açıldı.
- Ulusal devlet laiktir. Devlet ile toplumun gelişmesi akılcı ve bilimci yöntemlere
bırakılmıştır. Türk yurttaşı dinini dilediği gibi benimseyebilir. Bir vicdan ve ruhsal iş
olduğundan yurttaş bu konuda tamamen özgürdür.
14.2.2. Tarih Bilincinin Gelişmesi
Gerçek ulusçuluk, bir ulusu oluşturan bireylerin tarihin derinliklerinde birleşmesiyle
gerçekleşir, ulusçuluk akımını geliştiren Batı uluslarının birçoğunun tarihi Türklerin ki kadar
derinlere ve eskiye uzanmaz. Bu bilimsel ve önemli bir gerçektir.
Atatürk tarafından uyandırılan esaslı tarih bilincinde geçmişi inkâr yoktur. Geçmişe bir
bütün olarak kesinlikle sahip çıkma vardır.
Tarih bilincinin gelişmesi eğitim devriminin yöntemleriyle sağlanmıştır. Türk
ulusçuluğunun pekişmesinde ulusal tarih bilincindeki gelişmenin payı büyüktür.
14.2.3. Türk Devrimi ve Kalkınma
Türk devrimi, ulusu her alanda yüceltmek ve ilerlemek, kısacası her kesimde kalkındırmak
için yapılmıştır. Türk yurttaşlarına geniş bir din ve vicdan hürriyet sağlayan ilk anayasası
1924 anayasasıdır.

23
14.3. Türk Devriminin Dünyadaki Etkileri
Devrimimizden ilk etkilenenler Asyalı ve Afrikalı uluslar oldu. Atatürk'ün şu sözü konuda
önemli bir gerçeği ortaya koymaktadır: "Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız!
Bugün günün ağardığmı nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu milletlerinin uyanışlarını
öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetlerine kavuşacak pek çok kardeş millet vardır. Onların
yeniden doğuşu şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha dönük olacaktır. Bu milletler bütün
güçlükler ve bütün engellere rağmen kazanacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale
ulaşacaklardır.”
Türk devrimi bu yönüyle gerçekten bütün ezilen uluslara örnek olmuştur. Asyalı uluslar,
Türk devriminin yenilikçi, atılımcı yönünü de fark etmişlerdir. Arap dünyasından başlayarak
Endonezya'ya kadar uzanan uluslarda Türk devriminin etkileri günden güne artmaktadır.
Özellikle kadın haklan, eğitim, hukuk alanlarında devrimimiz etkisini artırarak
sürdürmektedir.
Batı dünyasında da Türk devrimi önemli etkiler yapmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı süresince
Batılı devletler bu mücadeleyi ilk önce küçümsemişlerdir. Fakat zaman ilerledikçe Türklerin
haklılığı kesinlikle kabul edilmiştir.
Türk devriminin Batı'daki etkileri daha çok siyasal ve özellikle bilimseldir. Türk inkılabı
1919 - 1938 yıları arasında gerçekleşti. Türk siyasal bilincini geliştiren ve güçlendiren en
önemli öğe egemenliğin ulusa ait olmasıdır.
Kurtuluş Savaşı yapılmasaydı, bugünkü Türk devleti yoktu. Türk ulusu ise yurdunun pek
çok yerlerinden sürülmüş, parçalanmış, ezilmiş, tutsak bir durumda yaşayacaktı. Ulus
egemenliğine dayanılarak kurulan yeni devletin yürüttüğü Kurtuluş Savaşı sonunda bu
korkunç tehlike yok edildi. Bundan sonra gene eski düzen içinde yaşamak, tekrar yok oluşun
eşiğine gelmek demekti. Devrim bu tehlikeyi önlemek için yapıldı. Osmanlı Devleti'nde
reform olarak her türlü yol denenmişti. Ama yok oluştan kurtulmak önlenememişti. Atatürk
ilkeleri dondurulmuş kalıplar değillerdir. Bilim ve akıl yardımıyla geliştirilebilirler. Ama
herhalde onlardan vazgeçmek artık mümkün değildir.

24

You might also like