Devleti̇n Öteki̇si̇

You might also like

Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 11

Devletin Ötekisi

Devlet, resmi ideoloji ve ötekileştirme


‘Öteki’, genellikle ‘ben’e göre tanımlanır, ben’in dışında olan, ben’in dışına
itilendir ‘öteki’. Sartre “Cehennem başkalarıdır” derken ‘ben’ini ötekine göre
konumlandırmaktadır. ‘Ben’imiz ‘öteki’ni oluştururken, kendi benimizi merkeze
almaktayız. Ama bu yazıda ‘ben’den çok ‘biz’ ve ‘öteki’ ilişkisi üzerinde duracağız.
‘Biz’in tanımı çok değişken olduğundan, ‘öteki’de ‘biz’in aldığı konuma göre
sürekli değişir. Sözgelimi bir kölemen/memlûk, devşirilmeden önce falan aşiretin
mensubu olarak Müslümanları ‘öteki’ olarak görürken, devşirilip Müslüman olduktan
sonra geldiği aşiret ‘öteki’leşir. Bu kez bir Müslüman olarak geldiği aşiretin üzerine
gider askerleriyle. Bu da yabancılaşmamın farklı bir tezahürüdür.
Ötekileştirmeyi tarihsel bir miras olarak ‘biz’e içinde doğduğumuz aile/çevre
empoze eder. “Bir Alevi’ye varırsan, kızımız değilsin” sözü çok kullanılır bizim
toplumda. Bu sözü söyleyene “Alevi nedir?” diye sorsan doğru dürüst bir cevap
almak mümkün değil, çünkü öteki kılınan Alevi imgesinin üzerine bütün
olumsuzluklar yüklenmiştir.
Yıllar önce, bir ‘öteki’ grubun toplumdaki imgesini öğrenmek için Mete Akyol bir
okula gidip kâğıt dağıtmış, öğrencilerden bir ‘komünist resmi’ çizmelerini istemişti.
Öğrenciler genellikle ağzından alev saçan canavarlar çizmişlerdi, yazar, bunu da
Milliyet Gazetesinde ironik bir dille aktarmıştı!
Peki, bu Alevi, komünist, zındık, mülhid, kâfir imgesini kim oluşturuyordu? “Biz”i
tanımlayan, biçimlendiren, dolayısıyla ‘öteki’ni oluşturan Devlettir; Devlete hâkim
olan sınıftır. Temel “işlevi sınıf egemenliğini ve sömürüsünü sürdürmek ve
savunmak” olan Devlet, bu işlevine uygun bir ideoloji üretir ve bunu geniş kesimlere
empoze eder. Bunu yaparken de zorun yanında gönülleri fethetmeye, el altından ya da
açık biçimde ‘satın alma’ya başvurur. Osmanlı’daki caizenin kökü Emevilerdedir. Bu
yönetim “dili sivri şairlerden birçoğunu cömertlikleriyle susturmasını bilmiş”ti. 1
Böylece Devlet resmi ideolojiye karşı çıkacak olanları, ya pasifize ediyor ya da
yanına çekiyordu.
Zor, kuşkusuz askere, polise dayanarak, kadılar/yargıçlar aracılığıyla sağlanır.
Gönülleri fethetmede en önemli gücü medreseler/okullar, din adamları, prof.’lar,
şairler, medya oluşturur. Bu saydıklarım, tarihin farklı dönemlerinde farklı isimler
alırlarsa da hepsinin işlevi ‘biz’in tanımının sınırlarını belirlemek, ‘öteki’ni
olumsuzlamaktır.
‘Biz’in tanımı iktidara geçen sınıf ve zümreye göre değiştiği için, ‘öteki’ de ona
göre tanımlanacaktır. Biz bu tanımlamaları, sınırlamaları şiir üzerinden izlemeye
çalışalım.
Şiir, resmi ideolojiyi, yani ‘biz’i tanımlayıp ‘biz’e empoze ederken, ‘öteki’ de
kendi şiirini üretecek ‘illegal’ bir savunmaya koyulacaktır. Bu savunma,
açıklayacağımız üzre, ‘tevil’e müsait bir yapı arz edecektir!
Uygur şirine bir göz atalım:

Zorba ve kötü canlıları yola getirmek için,


kamçı, sopa olan hükümdar, bey ve memur olup,
kederli ve ıstırap çeken kimselerin menfaati için
halkı idare eden kanunlar tatbik edip,
1
Corcî Zeydan, İslam Uygarlıkları Tarihi 2, İletişim Yayınları, İstanbul 2012, s. 634
kat kat tanrılar diyarında, insanlar arasında,
nerede ve ne zaman olursa olsun, başa geçip hakim olup,
canlıların sayısız arzularını yerine getirmek için,
her türlü davranışı tam olarak gösterir, 2

Yukarıdaki dizeler ‘biz’i tanımlamaktadır: ‘Biz’, zorba ve kötü canlılardan -kamçı


ve sopa olan (zor’a başvuran)- hükümdar tarafından ‘kederli ve ıstırap çekenler’
olarak korunan kişileriz! Menfaati için kanunlar çıkarılan, sayısız arzuları karşılayan
hükümdarın kolları altına sığınanlarız. Öteki ise, Biz’im için çalışan bu hükümdara
karşı çıkan zorba ve kötü canlılardır!
İslam’ın iktidar olmasıyla birlikte ‘öteki’ değişir doğal olarak. Muhammed
Peygamber, İslam’ı vaaz etmeye başladığında ‘öteki’ idi ve Kureyş ‘biz’i temsil
ediyordu. Bu nedenle Kureyşli şairler ‘öteki’ konumundaki peygamberi yeren şiirler
yazdılar. İktidar olmak isteyen Peygamber, muhalif şairlerin öldürülmesini emretti,
kaçan iki kişi dışında ‘muhalif/öteki’ şairler öldürüldü.
Peygamberi yeren şiirler İslam iktidarında yok edildikleri için bugün elimizde
bulunmuyor. Peygamberi yeren şairlerden biri de Kaab ibni Züheyr’dir. Peygamber
onun için de öldürülme emri verir. Daha önce İslam’ı seçmiş olan kardeşi Büceyr,
Kaab’a Müslüman olmayı ve Peygamberden af dilemeyi telkin eter. Kaab’ın
Peygamberi yeren kasidesi elimizde yoksa da, onu öven kaside çok ün kazanmıştır:

Haber geldi: “Peygamber, seni öyle bir cezaya çarptıracak ki!”


Siz bilirsiniz, hey zavallılar! İşte onun kapısındayım, yüreğimde sonsuz bağışlanma
ümidi.

Özür dilemeye geldim, af dilemeğe geldim;


Çünkü sırrı bilendir, kabul edicisidir mazeretlerin. O affedenlerin en affedicisi.3

“Fillerin bile titrediği makam’a oturmuş olan Peygamber, bu şiiri okuyan Kaab’a
çıkarır, hırkasını hediye eder. Bu nedenle şiirin adı Kaside-i Bürde diye anılır. Bürde,
Arapça ‘hırka’ demektir. (İslam’da ilk caize!)
Peygamberin affına mazhar olan Kaab, ‘öteki’ olmaktan çıkmış, ‘biz’e dâhil
olmuştur. Bu kez müşrikler ‘öteki’ konumun girerler. Aynı durum, Müslümanlara
karşı savaşan müşrikleri Uhud Savaşında şiirleriyle coşturan, Ebu Süfyan’ın karısı
Hind binti Utba için de geçerlidir.
Ümmet anlayışında ölçü ‘din kardeşliği’ olduğu için İslam’ı kabul eden ‘öteki’
olmaktan çıkar, ‘biz’ dairesine dâhil olur. “Arap şairlerinin büyüklerinden Ebu
Dülame, Kûfeli siyahi bir adamdı.” 4 Müslüman olduğu için Devlet’in gözünde öteki
olmaktan kurtulmuştur.
Kur’an, Şuara suresinde “Şairlere gelince, onlara da çapkınlar-sapkınlar uyar”
diyerek şairleri ‘öteki’leyip İslam camiasından kovarsa da, inananları ayırıp ‘biz’
kılar: “İman edip barışa yönelik işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve zulme
uğratıldıktan sonra başarıya ulaşanlar böyle değildir.”5
Muhammet Peygamber, şiirin ‘öteki’lere karşı bir silah olarak kullanılmasını
iktidarı pekiştirmek için ister:

2
Reşid Rahmeti Arat, Eski Türk Şiiri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1965, s. 77
3
Sezai Karakoç, İslâmın Şiir Anıtlarından, Diriliş Yayınları, İstanbul 1995, s. 28
4
Corcî Zeydân, Age, C. 2 s.280
5
Türkçe çeviri: Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul 1994
Şiir (…) Hz. Peygamberin emir, teşvik ve davetine uygun bir metot olarak müşrikler aleyhine (Siz
‘ötekiler’ diye okuyun! SKB) bir silah olarak kullanılmıştır. Çünkü Hz. Peygamber şair Hassan’a,
“Abdülmenafoğulları’na karşı ateşli dilini kullan. Senin şiirin onlara karanlıkta atılan oktan daha
fazla etki yapıyor” buyurmuştu. “6

O dönemde en etkili silah şiirdi ve iktidar şairi yanına çekip ‘öteki’lere psikolojik
şiddet uyguluyordu.
Arap kabileleri Müslüman olunca ‘müşriklik’ sona ermiş, İslam’ın iktidarıyla
birlikte ‘öteki’ Hristiyanlar ve Zerdüşiler, Maniheistler olmuştur.
Zeydân’a göre en çok esir ve ganimet Endülüs’ün (İspanya) fethinde ele
geçirilmişti.7 Bu durumda esirler ‘öteki’ idi ve pazarlarda satılıyordu. Elimde örneği
yok ama Müslüman şairler o zaman Endülüs’ü fetheden/işgal eden komutanlara
övgüler diziyorlardı. Fakat iş tersine dönünce bu kez ötekinin yaptıklarına karşı
feryâd edip çığlıklar atarlar. Daha önce Müslüman’ın yaptığını Hristiyan yapınca
Ebülbeka Salih bin Şerif, “Endülüs’e Ağıt”ta şöyle feryâd edecektir:

Sen de şahit olsaydın benim gibi onların


Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey tanrı kulu.

O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi.


Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu.

Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki


Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu

İçerde ki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler.


Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan
kustu.8

Ötekileştirme, karşı taraf yaratır ve bütün kötülükler bu yaratılan ‘öteki’ye


yüklenir. Böylece çifte standart de meşru kılınır. Endülüs’ün ‘fethi’nde getirilen
binlerce cariye birer Meryem masumiyeti taşımıyor muydu? Bu şiir size IŞİD
mensuplarının Ezidi kızlarına ‘İslamiyet adına’ yaptıkları eziyeti hatırlatmıyor mu?

Zendeka ve mülhid şairlerin ötekileşmesi


Muaviye’nin iktidarıyla birlikte Ehl-i Beyt ve taraftarları ‘öteki’leşir. Çünkü Ehl-i
Beyt, iktidarı hileyle ve silah zoruyla alan Muaviye’nin koltuğunda hak iddia
etmektedir.
Ehl-i Beyte sempati duyan şairler, Emevilerin kolunun yetişmediği Hicaz’a
kaçmak durumunda kalmışlardır. Şam’da kalan, resmi ideoloji ile sorunları olan
‘öteki’ şairlerin kimisi de başını kurtaramamıştır.
Katledilen şairlerin ve filozofların önemli bir bölümünün İran kökenli oluşları bir
rastlantı değildir. Bunların ebeveynleri Zerdüştî ya da Maniheist idiler. Bunlardan
Farsça’dan Arapça’ya çeviriler yapan, daha çok şiirleriyle tanınan İbnü’l Mukaffa,
özgür düşündüğü için zendeka suçlamasıyla 772’de ağır işkencelerle öldürülür.
Yayılan gerekçe ise bu kişinin Kur’an-ı Kerim’e nazire yazmaya kalkıştığıdır. İbn’ül
Mukaffa’nın böyle bir niyeti olduğuna dair bir işaret yoksa da, Abbasi döneminde bu

6
C. Zeydân, age, C. 2, S. 593
7
C. Zeydan, age, C. 2, s. 273
8
Sezai Karakoç, age, s. 90
konunun şairler arasında tartışıldığı biliniyor. ‘İranlı olmakla övünen’ Hammad
Acred, bunlardan biridir: Ahmet Yaşar Ocak şöyle diyecektir bu konuda:

Hammad Acred’in zendeka ile ithamında bunlardan daha çok fevkalade başarılı ve etkileyici
olduğu söylenen şiirlerinde sezilen dine karşı serbest tavrı, ibadeti önemsememesi ve belki daha
önemlisi, Kur’an-ı Kerim’in bazı âyetlerini üslup bakımından eleştirmesi rol oynamıştır. Öyle
görünüyor ki bir benzerini yazmak suretiyle Kur’an-ı kerim’in eleştirisi, Abbasi döneminin serbest
düşünceli edebi muhitlerinde ve özellikle şairler arasında bir hayli ilgi çekiyordu. (…) İbn-i
Mukaffa adı etrafında da böyle bir rivayet dolaşmaktadır. (…) [O]nun en yakın dostu Hammad’ın
da böyle bir işe adı karışıyor hatta aynı çevreden bir kelamcı olan Abdullah b. Ebi’l- ‘Avca ve
Yûnus b. Ebi Ferve’nin de Kur’an-ı Kerim’e nazire yazmaya uğraştıkları görülüyor.9

İslam dünyasının en ünlü ‘öteki’si, Selçuklu ve Osmanlı ‘öteki’lerinin ikonu haline


gelen ‘diri diri, kolları ve bacakları çaprazlama olarak kesilmek suretiyle infaz
edil[en], cesedi uzun bir süre teşhir olunduktan sonra yakılarak külleri Dicle ırmağına
dökül[en]10, vahdet-i mevcutçu (panteist) Hallac-ı Mansur’dur. Mansur (858-922),
“Uktûluni esdıkâî, inne fi katlî hayatî” (Sadık dostlarım, beni öldürün, ölülüm
yaşamamdır) diye bağıran, İslam tarihinin en coşkun mistiği olan şairdir; ama asıl
suçu, Abbasilerin bataklık durumundaki Şattülarab’ı verimli kılmak için Afrika’dan
getirdikleri zenci köleleri bir Karmati liderin 869 yılında ayaklandırıp on dört yıl
süren, mülkiyetin ortak olduğu sınıfsız bir devlet kurmalarının yarattığı travmadır. Bu
Zenc Hareketiyle ilişkisinden şüphelenilen Mansur, zendekâ ilan edilerek, bütün
‘öteki’leri sindirmek için feci bir şekilde öldürülüp nâşı ‘ibret-i âlem’ olsun diye
günlerce meydanlarda asılı bırakılır.

Anadolu’nun ‘öteki’ şairleri


Ünü ülkemizin sınırlarını aşan, Farsça’nın Hâfız-ı Şirazî ile en coşkun şairi olan
Mevlâna Celâleddin, resmi ideolojinin ötekisi ise de bu ideoloji devletleştirilip
ehlileştirilir. Mevlâna:

Hoş ve güzel olan her şey, aşağılık kişilere delil olmasın, onların eline düşmesin
diye menedilegelmiştir. Yoksa şarap içmek, çenk çalmak, güzel sevmek ve semâ’
etmek, seçkin kişilere helâldir, aşağılık kişilere haram.11

derken, bir Kalenderi olarak Ehl-i Sünnet’in İslam yorumuna karşı çıkar. Burada
batınî bir yaklaşım vardır, şair Kur’an’ın zahirî ve batınî olarak okunması gerektiğini,
bu nedenle zahirîyi görenlerin şaraba, müziğe karşı çıktıklarını, oysa bunların batınî
bakışla ‘erenlere’ helâl olduğunu söylemektedir. Hiçbir Sünni anlayış şarabın helal
olduğunu söyleyemez.
Mevlâna’nın gücü karşısında direnemeyen Devlet, onu –taraftarlarını maaşa
bağlayarak- ehlileştirmiştir. Cumhuriyet döneminde ise tam bir turizm öğesi
kılınmıştır! Oysa yaşadığı dönemde resmi ideolojinin çığırtkanları Mevlâna’yı
ötekileştirip kitlelerden koparmaya çalışmışlardır:

9
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1999, s.35
10
Ahmet Yaşar Ocak, age, s. 48
11
Bu dörtlüğü çeviren: Abdülbâki Gölpınarlı (Mevlanadan Sonra Mevlevilik, s.78): Her çîz ki on hoşest
nehyest mudâm/ Tâ mîneşeved delil-i in merdum-i âm/ Verne mey-u çeng-u sûret-i hûb-u semâ’/ Ber hâs
helâlest-ü berâ hâram
Yine o zaman da Mevlânâ’ya ne kadar itiraz ve hal ve hareketini inkâr ettilerse, aleyhine ne kadar
fetva yazdılar, semâın ve rebabın haram olduğuna dair bütün bapları ve fasılları karıştırdılarsa da
Mevlânâ lütuf ve kereminin çokluğundan bunların hepsine tahammül etti.”12

Onun gücünden dolayı Mevlâna’yı günümüzde hem Türleştirilmeye hem de


Sünnileştirilmeye devam edilerek ‘öteki’ diye algılanmasının önüne geçilir. Bu
konuda bütün din âlimleri resmi ideoloji için seferberdir!
Anadolu topraklarında Devlet’in dilini konuşmayan, onun ideolojisine karşı çıkan,
Babaî artığı Yunus Emre, Devletin ötekisidir. Ataları kılıçtan geçirildiği için Yunus
muhalefetini açığa vurmaz, imalarla dillendirir:

Yunus bir söz söyledin hiçbir söze benzemez


Münâfıklar yüzünden örter ma’ni yüzünü

Yunus, Devlet’in ötekisi olduğu içindir ki ‘mana yüzünü örtmekte’dir! Çünkü o,


resmi ideolojinin halkı belli bir daire içinde tutmak için tanımladığı ideolojinin
dışında bir reaya’dır:

Oruc-namâz gusl-u hac hicâbdur ‘aşıklara


‘Aşık andan münezzeh hâssu’l-havâs içinde13

diyen Yunus, Mevlâna gibi, Ortodoksinin kuralarını reddederken ‘öteki’ konumuna


düşer. Hatta üç yüzyıl sonra bile Ebu Suud Efendinin fetvasıyla mahkûm edilir:

Mesele: “Bir zaviyenin mescidinde envâı teganniyat ile tevhid ederler iken kelime-i tehvidi tağyir
edip gâh dil men, gâh canmen ve gâh

Sen bir ulu sultansın


Canlar içinde cansın
Çün âyan gördüm seni
Pinhan kayusu değil

deyüp ve gâh

Cennet cennet dedikleri


Bir ev ile birkaç hûri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni

deyü göğüslerini döğüp evzâ-ı garibe ettiklerinde ahâli-i mahalleden bazı kimesneler zâviye-i
mezbûrede şeyh olan Zeyd’e;
Bu makule evzâa niçün râzı olursun? dediklerinde, Zeyd:
Ne lazım gelir? Ve mâ haleket-el cinne vel inse illa liyabudün demekle cevap verse şer’an Zeyd’e
ne lazım gelir?
El cevap: Evza ve akval-i mezbure kemal mertebe fuhuş olduğundan gayri, cennet hakkında
söyledikleri kelime-i şenia küfr-i sarihtir. Katilleri mübahtır. Şeyhleri olan bi-din hikâyet olan ef’al
ve akvâl men’e mübaşeret olunmazsa dahi ne lazım gelür demekle kâfir olduğundan gayrı o
kabayihi ibadet kabilinden addedüp âyet-i kerimeyi ana delil getirmekle tekrar kâfir olur. Ve bu
itikattan rücu etmezse katilleri vâcip olur.14

12
Ahmet Eflâkî, Âriflerin Mekıbeleri I, Çev. Tahsin Yazıcı, MEB Yayını, İstanbul 1989, s. 165
13
“Oruç-namaz, hac tasası âşıklara utanmadır/Âşık onlardan seçkinler ve halk arasında beridir (ihtiyacı
yoktur)”
14
Aktaran, Cahit Öztelli, Yunus Emre, Bütün Şiirleri, Milliyet Yayınları, İstanbul 1971, s.LXXXI
Osmanlı’da Heteredoksinin ötekileştirilmesine en güzel cevabı Hasan Dede
verecektir:

Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir


Zahid bizden kaçıp gezer
Arı biziz bal bizdedir


Elif Hakk’a doğru yoldur
Cim ararsan dal bizdedir

Hacı Bektaş köçeği Hasan Dede, derdini anlatabilmek için mecazlara ve remizlere
başvurur: “Gül” mutlak güzelliktir burada, ‘bal’ ise mutlak hakikat! Elif, alfabenin ve
‘Allah’ sözcüğünün ilk harfidir. Cim ise cemâl (güzellik) sözcüğünün ilk harfidir;
şair, Tanrı’yı, güzelliği arıyorsan onlar bizde bulunmaktadır. Dal ise ters C’yi
andırdığı için, bel büküklüğünün remzi ise burada ‘alçak gönülülük’ü anlatmaktadır.
Hasan Dede ‘biz’i, Devletin ötekileştirdiklerini kapsayacak şekilde kullanmaktadır.
Hasan Dede’nin bu nefesi, ‘öteki’leştirilip dışlanmaya incelikli bir tepkidir.
Fakat Devlet’in ötekilere tepkisi çok şiddetlidir. Hulûla (Allah’ın insanda tecelli
ettiğine) inanan, Bayrami–Melami geleneğin özellikle Hamzavî koluna uygulanan
şiddet, İdris-i Muhtefi’yi15 Yunus yolunda rumûzlu bir dile yönlendirir:

Senin ‘İdris’ hakikat


Bu rumzat sözlerin
Anladı insan olan
Bilmedi hayvâneden

Kendilerini ötekileştirilenleri ‘hayvan’ olarak niteleyen İdris’in ardıllarının, Tuzla


deresine atılmak üzre zincirlerle bağlı olara götürülürken, Muhyî’nin o ünlü şiirini
okudukları rivayet edilir:16

Zâhid bizi tan’eyleme


Hak ismin okur dilimiz
Sakın efsâne söyleme
Hazrete varır yolumuz

Sayılmayız parmağ ile


Tükenmeyiz kırmağ ile
Taşramızdan sormak ile
Kimse bilmez ahvâlimiz

Aleviliğin ötekileştirilme süreci


15
Muhtefi, gizlenmiş, demektir; günümüzde kullanılan ‘illegal’i karşılar. Bir Hamzavî lideri olan İdris’in asıl
adı Hacı Ali Bey’dir. Ticaretle uğraşmış, görünürde Sünni olan Ali Bey saygı görürken “İdris-i Muhtefi’nin
halkı saptırdığı iddiasıyla aleyhinde fetvalar çıkar.” Abdülbâki Gölpınarlı, Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi,
Milliyet Yayınları, İstanbul 1972, s. 132
16
Gölpınarlı, age, s. 141
Hamzaviler olsun, Bektaşiler olsun, muhalif olsalar da, Osmanlı’nın Kızılbaş
dediği Aleviler gibi iktidar talebinde bulunmamışlardır. Alevi kırımı, bu yüzden
Türkmenleri bütünüyle ötekileştirmiştir. Osmanlı’nın dilinde Türk, Etrâk-i bîidrâk
diyerek aşağılanan, ‘öteki’dir. Bunda en büyük etken, Osmanlının tahtında gözü olan
Safevîlerdir. Resmi dilde ‘biz’ Osmanlı egemen sınıfını ve ona tabi olan Sünni kitleyi
kapsamaktadır.
Osmanlı’yı reddeden Cumhuriyet, ulus inşası sürecinde Türk’ün ötekileştirilmesini
tevil yoluyla inkâr edecektir. Resmi ideolojinin sözcülerinden Prof. Aydın Taneri, bu
Etrâk-i bîidrâk’ı şöyle yorumlayacaktır:

Etrâk-i bîidrâk, on asırdan beri isyan, ayaklanma gibi olaylara sebebiyet verenleri sembolize eden
bir deyimdir, zamanla bir şahıs ve zümreyi zemmetmek için de kullanılmıştır. Şayet milletimizin
tamamına şümulü olsa idi ‘Mal bulmuş magribi gibi’ sevinmek değil, üzülmek gerekir idi ‘Ben
idraksizim, ahmağım’ diyebilen kişi veya topluluğun Türk medeniyeti gibi yüksek bir medeniyet
yaratması sosyal ve tarihi kanunlara aykırıdır.17

Taneri bu ifadesiyle Etrâk-i bîidrâk’ın ‘ayaklanmacıları kapsadığını’


söylemektedir. Yazar, Cumhuriyet’in Onuncu Yıl Marşı’nda dillendirdiği “İmtiyazsız,
sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” dizesini olumlamaya çalışmaktadır. Oysa bu
mücadelede, hem iktidar hem de sınıf mücadelesi vardır. Devlet’in resmi tarihçisi
Hoca Saadettin Efendi, Tac-ı Tevarih’te şöyle diyecektir: "Başına tac aldı çıktı ol
pelîd (alçak, rezil)/ Etti bîidrak etrakı mürid" ! Burada alçaklıkla nitelenen,
Türkçenin büyük şairlerinden Hatayî mahlaslı Şah İsmail’dir! 18 Şah İsmail’e mürid
olan göçebe Türkler de Etrâk-i bîidrâk’tır.
Hoca Saadettin Efendi, Otluk Beli Savaşını anlatırken, kullandığı ‘dil’ ile de tavrını
ortaya koymakta, Taneri’yi yalanlamaktadır:

Leş ve baş ile dolmuştu ordu yeri


Az bulunur çok eşyalar ele girdi
Kesti Türkmen boyunu Rum padişahı19

Uzun Hasan’ın yandaşlarının ‘leş’ sözcüğü ile anlatılması, ‘Rum padişahı’ diye
nitelenen Fatih Sultan Mehmet’in ordusunun, ‘Türkmen boyunu’nu kesmesinden
hoşnut olunması geniş bir kesimin ‘dil’ ile nasıl ötekileştirildiğinin tezahürüdür.
Günümüzde de kitlelerin beyninin bir köşesine yerleşmiş Alevi imgesinin Yavuz
dönemi kazaskeri İbni Kemal’in fetvasında yıllar önce dile getirilmişti:

... biz onların küfründe ve mürtetliklerinde asla şüphe etmeyiz. Ülkeleri dar-ül harptir. Erkekleri ve
kadınlarıyla evlenmek ittifakla batıldır. Evlatlarından her birinin evlad-ı zina olduğu kesindir.
Kestikleri murdardır.

Onların hükmü mürtetlerin hükmü gibidir. Öyle ki onların şehirleri ele geçirilirse oraları dar-ül harp
olur ve Müslümanlara onların malları, kadınları ve çocukları helal olur. Erkeklerin ise (...) katli
vaciptir

17
Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Ankara 1993, s.79
18
Isparta Süleyman Demirel Üniversitesinden mezun bir edebiyat öğretmeni “Hocam, Şah İsmail gerçekten
bir Türk şairi mi? Ben onu İran şairi olarak biliyordum” demişti. Bu örnek, Farsça yazan Mevlâna’yı Türk
sayan, Türkçe yazan Hatayî’yi İranlı kılan Sünni merkezli ulus devleti kuranların ürettiği ideolojinin
tezahürüdür.
19
Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t- Tevarih III, yalınlaştıran: İsmet Parmaksızoğlu, 3. basım, Eskişehir 1992,
s.133
Burada İbni Kemal’in ‘onlar’ ile ‘etrak-ı bîidrak’ Türkmenleri, Müslümanlar ile
Sünni egemen sınıfı kastettiği çok açıktır.
Osmanlı egemen sınıfı, Türkmenlere karşı yaptığı zulmü dinsel gerekçeye
dayandıracaktı Sözgelimi, Hafız Hamdi Çelebi, 1499’da, Muhammet Peygamberin
hadisi olduğu söylenen “Baban da olsa Türk’ü öldür”ü öne sürerek
(Parmaksızoğlu’nun günümüz Türkçesine aktarımıyla) şöyle der:

Sakın Türk’ü insan sanma


Bir an bile olsa Türk’le birlik olma
Türk eline şeker alsa o şeker zehir olur
Türkün başını keserken sakın gam yeme
Baban da olsa Türk’ü öldür

İktidar için hadis bile uydurulmaktadır.


Egemen sınıfın iktidar mücadelesinde göçebe Türkmenlere, toprağa yeni yerleşmiş
reayaya yaptığı zulüm, şiire de yansıyacaktır. Bu alanda Aleviliğin sözcüsü
konumuna gelen Pir Sultan Abdal, ezilenlerde hem bir beklenti yaratır hem de onların
derdini dillendirir:

Hakk’tan inayet olursa


Şah Urum’a gele bir gün

Urumda ağlayan sefiller
Şad ola güle bir gün

Buradaki ‘şah’, Safevi devletinin başında olan, Şah İsmail’in oğlu Şah
Tahmasb’tır; ‘Urum’ ise Anadolu’dur; ama burada bu sözcükle Osmanlı ülkesi
kastedilmektedir. Şair, Safevilerin iktidar talebini, onların sözcüsü olarak şiddetle
arzulamaktadır:

Pir Sultan eydür, ey Dede Dehmen


Kendini çevir de andan gel hemen
İstanbul şehrinde ol Sahib-Zaman
Tac ü devlet ile salınmalıdır.

Dede Dehmen, Sâhib-Zaman diye nitelenen kişi Şah Tahmasb’tır. “ ‘Sâhib-


zaman’, zamana sâhib olan, zamanında tanrı emriyle tasarruf eden kişidir ki
İmâmiye’den olan tasavvuf ehline göre Onikinci imam olan Mehdi’dir ve kutb odur”20
Mehdi kültü, muhalefetin sığındığı bir ‘umut’ olarak onların mücadelesini diri tutar.
Bu nedenle bütün başkaldırılarda lider (Baba İshak, İmadettin Nesimi, Şeyh
Bedreddin, Şah İsmail,21) Mehdi/kutb/sâhib zaman kültüne sığınır. Mehdi beklentisi
şairler tarafından sürekli dillendirilir:

Kul Himmet der, kulhüvallahü ahad


Cesedimde can kalmadı o saat
Dünü günüm virdim Âl-i Muhammed
On iki imam seher vakti gel yetiş

20
Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılap ve Aka Kitabevleri,
İstanbul 1997, s. 284
21
Ahmet Yaşar Ocak, Hamzavî-Melamilerin on beş ‘kutb’unun adın veriyor. Age, s. 261
Virdim (Kur’andan, hadislerden seçmeleri okumak), gecem gündüzüm
Muhammet soyunadır, çok zor durumdayım/z, gel bizi kurtar, beklentisi ötekinin
direncini ayakta tutmaktadır.
Anadolu’da Osmanlı’nın ötekisi olan ve Kızılbaş olarak adlandırılan Aleviler,
İran’da iktidar olunca kendi soylarını Ehl-i Beyt’e bağlayarak Şia adını aldılar; bu kez
Sünniler İran’ın ötekisi durumuna geldiler.22
Osmanlı-Safevî egemen sınıflarının mücadelesi, çok karmaşık bir durumu da
yansıtır. Merkeziyetçi bir devlet olan Osmanlı, her şeyi denetimi altına almak için
muhalif hareketleri devletleştirir. Bektaşi tekkeleri, Mevlevi tekkeleri
devletleştirilerek ehlileştirilir. Yeniçeri ocağının öbür adı “Ocağ-ı Bektaşiyan”dır.
Bektaşilerin Ali’ci olarak İran’a ideolojik yakınlığı olmasına rağmen, yeniçeri şairleri
şöyle bir çelişkiye düşeceklerdir: Bir yandan Osmanlı’nın emrinde, onun ideolojisini
dillendirirler, bir yandan ideolojik akrabalıkları olan İran’ın acısını yaşarlar. “İran
seferinde büyük başarılar kazanmış”23 Ferhat Paşa’ya Öksüz Dede şöyle seslenir:

Be hakkın sevgili kulu


Yardımcın Muhammed, Ali
Kalelerin içi dolu
Leşkeri döktün mü geldin

Be görün serdarın hasın


Acem’e saçmış ağusun
Be, şah oğlunun yavrusun
Yuvadan kaptın da mı geldin

Aynı şair, Ferhat Paşa’nın esir ettiği, Abbas Şah’ın oğlu Mirza için şöyle
diyecektir:

Değme baba kıyar m’ola oğluna


Saldı garipliğe bakar yoluna
Bizden selam olsun Osman Oğlu’na
İmirza’mı hoşça tutun ağalar

Ferhat Paşa ilimize geldi, hay


Yenemedim, yavrucuğum aldı, hay
Hasretimiz kıyamete kaldı, hay
İmirza’mı hoşça tutun ağalar

Ulusçuluğun doğuşu/ötekinin değişmesi


Aydınların Fransa’dan, ithal ettikleri ulusçu anlayışı en çok 93 Harbi diye
adlandırılan savaş sonrasında boy atmaya başlamıştır. 1877-1878 savaşında Rusya
bugünkü Yeşilköy’e kadar gelmişti; bu da Osmanlı’da büyük bir travma yaratmıştı.
22
İktidarın ‘öteki’yi belirlediğinin en önemli kanıtı Osmanlı-Safevi çatışmasıdır. Anadolu’da mazlum/mağdur
olan Aleviler, İran’da iktidar olunca bu kez ‘biz’ konumuna geçerler ve Devlet Şiî ideolojiyi üretir, ötekilere
zulm etmeye başlar: “Safevîler resmi dini desteklemek için tüm rakip İslam biçimlerini dini açıdan çoğulcu
olan –Sünni, Sûfî, Şiî- bir toplum içinde bertaraf edecek koyu bir programa [pogrom ?] giriştiler. İsnaaşariye
[on iki imam] Şiîliği diğer Müslüman bölgelerinde hiçbir benzeri bulunmayan veya çok az bulunan bir zulüm
dalgasıyla dayatıldı. Safavî siyasetinin ilk konusu mesihî ve aşırı Şii hareketlerini bastırmaktı.”
23
Cahit Öztelli, Uyan Padişahım, Milliyet Yayınları, İstanbul 1976, s.415, bundan sonra alıntılanan öbür
heceli dörtlükler aynı kitaptan aktarılmıştır.
Bu savaşın yarası sarılmadan 1897’de bağımsızlık savaşı veren Yunanlılara ilaveten
ve 1912’de birleşerek Osmanlı’ya başkaldıran Bulgar, Makedon, Sırp, Arnavut,
Devlet’in, dolayısıyla şiirin ‘öteki’si olacaktır. Daha önce Balkan’daki ‘gavur’ adı
altında ötekileştirilirken, şimdi Balkan halklarının birer etnik adları vardır:

İstikbale çıktı ordaki Türkler


Birlikte Rumlar hem Yahudiler
Buyurun diye dâvet ettiler
Çok ettiler Yunanlı’dan şekvâyı

Âşık Mehmed, Yunanlıların Girit İsyanı’na yardım etmek için adaya iki bin askerle
çıkan Albay Vassos’un ettiklerinden adadaki Türkleri ve Yahudilerin yanında
Rumların da şikâyetçi (şekvâcı) oldukları için adaya “İslam askerleri”nin başına
atanan Müşir Ethem Paşa’yı karşılamaya (istikbale) çıktıkların söylemektedir.24
Radyolarımızda da okunan, savaşa çağrılan bir askerin, sevgilisinin başkası
tarafından alınışına kahroluşunu, evinden ayrılışından yakındığını “Yunana gideni
gelir mi sandın” diyerek umutsuzluğunu dillendirdiği türküde Yunan şöyle
aşağılanmaktadır:

Sirkeci’den bindim vapur içine


Vapur aldı gitti Yunan içine
Mevlam fırsat vermesin Yunan piçine

Aldılar yârimi uyur uyanık


Buna çifte yürek ister can nasıl dayansın25

Mehmet Emin (Yurdakul), “Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur” diyeli 117 yıl
geçtiği halde, aydınlar dışında henüz Türklük bilinci uyanmamıştır. Pehlivan Ağa
Türküsü’nde hâlâ “Biz de Osmanlıyız, şanımız artar” denilmekte ‘biz’ tanımı
Türklükle değil, İslam’la tanımlanmaktadır. Ama öteki ‘kâfir, gavur’ sözcükleriyle
tanımlanmamaktadır. Seferberlik sonunda yazılan destanda (1918) şöyle denmektedir:

Alman bizimle ortak dediler


İngiliz Fransız oynak dediler
Kör Moskof çoksa da korkak dediler
Eski çamlar şimdi bardakta kaldı

İttihatçılar, dümen suyundan gidip memleketi teslim ettikleri Almanları öteki gruba
sokmazlar. İttihatçıların sözcüsü Ziya Gökalp, ‘biz’ ile Türk’ü tanımlarken ‘öteki’ni
şöyle aktarıyor:

Türk’üm, adım Türkân’dır


Muallimim Kur’an’dır
Düşmanlarım çok değil
İngiliz’le Yunan’dır

Öteki artık Türk olarak çizilen ‘biz’e göre tanımlanmaktadır. Kâzım Nâmî (Duru),
bunlara bir ‘öteki’ daha ekleyecektir:
24
Cahit Öztelli, Uyan Padişahım, Milliyet Yayınları, İstanbul 1976, s. 336
25
Bu türkünün değişik versiyonları var; ben, Cahit Öztelli’nin age’sinden aktardım. S.442
Önünde yerlere yüz süren Bulgar
Kudurmuş kurt gibi ediyor Ilgar

Mehmet Âkif (Ersoy), Kâzım Nâmî’yi yalnız bırakmayacaktır; çünkü Bulgarlar


Edirne’yi almışlardır o sıra:

Yükselerek kuş gibi Balkanlar’a


Öyle satır at ki kuduz Bulgar’a

Edirne’nin Bulgar’dan geri alınması Gökalp’i coşturur, ‘öteki’yi Sırp’la çoğaltır:

Kaçıyor Sırp, Yunan Bulgar;


Saldır! Saldır! Durma sakın!

Kuruluşuyla ‘dıştaki öteki’den daha çok ‘içteki öteki’ temel olarak dikilecektir
Cumhuriyet’in karşısına.

You might also like