Professional Documents
Culture Documents
Ayşenalbayrak Felsefe Güz Dönemi̇ 2022
Ayşenalbayrak Felsefe Güz Dönemi̇ 2022
2.hafta 30 Eylül
Bu hafta önümüzdeki haftalarda göreceğimiz hem Sokrates’in Savunması hem
Sofakles’in Antigone’si hem de Platon’a giriş anlamında Antik Yunan’ın genel ruhunu
Antik Yunandaki toplumların genel olarak günlük yaşantılarında nasıl sınıfsal yapıya
sahip olduklarını bu hafta ele alacağız.
Normal şartlarda bugün de biliyoruz ki her toplum kendi düzenini idame ettirmek üzere
bazı kurumsal yapılara ihtiyaç duyuyor. Bu kurumsal yapılar elbette hukuki yapılar aynı
zamanda.
Nedir bunlar?
Yasama, yürütme, yargı ve daha da önemlisi aslında her toplum kendi düzenini inşa
edebilmek adına bazı kurallar tarafından yönetilmek istiyor. Bu kurallarda eğer toplum
bunlardan haberi olursa öngörülebilirliği sağlıyor.
Biz bugün Atina’nın en önemli kantonlarından, liderlerinden solondan başlayarak bir
tarihsel izlem sunacağız.
Temel derdimiz bir toplum kendi alıştığı düzeni muhafaza etmek için hangi yollara
başvurmuştur, demokrasiyi sürdürebilmek adına nasıl yöntem uygulamış biraz bunun
üstüne düşüneceğiz.
Bugünkü ders aslında Sokrates, Platon’a ve aynı zamanda Aristoteles’e giriş
mahiyetinde olacaktır.
Coğrafya bilgisini göz önüne getirirseniz bugün İzmir-Aydın civarı Yunan yarımadası ve
İtalya’nın güneyi buradaki kara parçasını göz önüne aldığınız zaman bu bölgelerde irili
ufaklı 1500 tane polis yani kent devleti kuruluyor. Bunlar arasından belirli özellikleriyle
öne çıkanlar var. Mesela askeri bir toplum olması bakımından Sparta öne çıkıyor. Ya da
toplumlar arası ilişkiler bakımından Korint öne çıkıyor. Ama biz bugün Atina üzerinde
duracağız. Atina özelinde konuşacağız.
Neden Atina polisini inceleyeceğiz?
Çünkü Atina, Antik dönemde demokratik yönetim modelinin uygulandığı tek kent devleti.
Atina’dan sonra demokrasiyi uygulayan başka bir kent devleti ya da başka bir toplum
olmamış mıdır?
Neredeyse 2 bin yıl boyunca hayır. Yani 2 bin yıl boyunca demokratik yönetim askıya
alınmış, genellikle ya aristokrasi ya da monarşi hâkim olmuştur.
Nitekim Reform ve Rönesans hareketleri aslında Antik Yunan’ın Atina’nın yeniden
doğuşu anlamına geliyor. Antik Yunan’da ortaya konulan metinler batı dillerine çevriliyor
ve karşımıza Reform - Rönesans ortaya çıkıyor. Bu yüzden Atina toplumu ve Atina
kültürü bizim için önemli.
Asıl amacımız demokrasiye giden yolların köşe taşlarını birlikte belirlemek.
Atina’da, Solon öncesi dönemde Drakon var ve Drakon öncesinde de bir askeri darbe
meydana geliyor. Kylon tarafından. Kylon Atina’da askeri darbeye yelteniyor Tir anlaşma
adına bütün toplumsal düzen alt üst oluyor. Bunun üzerine toplumsal düzeni yeniden
sağlamak için ve daha da önemlisi hukuk denilen şey tamamen soyluların elinde ve
dahası hukuk yazılı değil. Öyle bir dönem düşünün ki hukuku uygulayan soylu bir sınıf
var. Bu sınıf hukukun bilgisine sahip tek sınıf. Halk hukuktan habersiz böyle bir düzende
insanlar yaşamaya çalışıyor. Elbette bu toplumda tepkilere yer açıyor. Ve Drakon
isminde karar kılıyorlar. Yasaları yürürlüğe koyan lider.
Drakon dediğimiz zaman aslında en önemli özelliği toplumsal düzeni yeniden sağlamak.
Nasıl sağlayacaksınız?
Şiddet yoluyla. Şiddeti de hukuku aracı kılarak sağlıyor. Neredeyse bütün suçlara ayrım
yapmadan ölüm cezası öngörüyor. Hırsızlıkla adam öldürmek arasında bir fark yok.
Cezanın orantılılığı ilkesi Drakon ’da yoktur. Ve bu toplumda en azından hukukun
soylular elinde tekelleşmesinin önüne geçiyor ve halk hukukun bilgisine haiz oluyor yani
en azından yapmış olduğu eylemlerin neyle sonuçlanacağını hangi eyleme hangi ceza
verileceğinden haberdar oluyor. Nitekim bu aslında demokrasiye giden yolun ilk köşe
taşı. Çünkü halk hukuktan haberdar olduğu zaman, eylemlerinin öngörülebilir olduğunu
gördüğü zaman ancak bu koşulda siyasete kayılma ve siyasette söz almaya teşebbüs
edebiliyor.
Demokrasinin etimolojik kökeni: demos + kratos
Demos: iktidar Kratos: halk
Halk kendisiyle ilgili karar alma süreçlerine 2 şekilde katılabilir.
Ya doğrudan ya da dolaylı olarak
Dolaylı olarak günümüzde ancak seçim vasıtasıyla yönetimde söz sahibi olabiliyor. Yani
temsilcileri aracılığıyla.
Diğeri doğrudan demokrasi. 100 bin imzayla artık halk kendi yöneticisini aday gösterme
imkânına da sahip. Günümüz toplumlarında doğrudan demokrasiye yönelimin
göstergeleri.
İsviçre’de doğrudan demokrasi uygulanıyor.
Atina’da da uygulanan yöntem doğrudan demokrasi yöntemidir.
Peki, M.Ö 500lerden bahsediyoruz. Halkın kendisi ile ilgili doğrudan karar aldığı
sistemden söz ediyoruz. Böyle bir sistemin varlığını sağlayan koşullar neler olabilir?
Nüfus koşulu ( nüfusun çok fazla olduğu yerde insanların bir araya gelip toplanma
ve karar alma imkânları oldukça güç)
Coğrafya koşulu ( yerleşimlerin çok farklı ve birbirinden uzak bölgelere
dağılmaması lazım)
3.hafta 7 Ekim
SOKRATES’İN SAVUNMASI
Yargılama bütün hukukçular için çok önemlidir. Yargılama denilen şey hukukun varlık
nedenidir. Hukuk yalnızca ve yalnızca kendisini insanlara itaat etmeye zorlamak için var
olan bir kurumdur. Yani bütün insanlar hukuka itaat etmiş olsa o zaman zaten hukuka
ihtiyacımız yok. O zaman hukuk kuralları doğa yasasına dönüşür, hukuku tamamen
ortadan kaldırırız, insanlar özünde iyidir deriz, kimse kimseye zarar vermiyor deriz ve
yaşantımıza bakarız.
Ama böyle değildir. Hukuk denilen şey tam da hukuka aykırı edimlerden dolayı ortaya
çıkan bir şey. Bu nedenle bu mekanizma kendisini yargılamada gösteriyor.
Gelelim Sokrates’in savunmasına
Sokrates kim?
Bu adam yaz kış yalınayak dolaşan, ailesiyle neredeyse bütün bağlarını koparan, 3
çocuğunu ve eşini yalnızlığa terk eden tek derdi başkalarına musallat olmak olan ki bunu
da daima iç sesine dayandırarak yapan parasız pulsuz filozof.
Ardında hiçbir eser bırakmamıştır. Yazıya değil sözün gücüne güvenir.
Sokrates’le ilgili bilgilere Ksenofon’un Sokrates’ten Anılar eseri ve Platon’un
diyaloglarından ulaşıyoruz.
Platon’un diyaloglarına daha çok güveniriz çünkü Platon özellikle yargılamada
Sokrates’in savunmasında bizzat Sokrates’in öğrencisi olarak o yargılamaya iştirak etmiş
ve yargılamada notlar almıştır.
Atina’da Solon’ un kurmuş olduğu kurumlar bugün bize yol gösterecek, el feneri olacak
kurumlar
Halk meclisi (18 yaş)
Halk mahkemesi
Danışma meclisi ( soyluların meclisi)
Yürütmede Arkhon dediğimiz yöneticiler
Bütün her şeyin bir ruha sahip olduğu ve eğer insanları gömmezseniz insanların
ruhu ebediyen yeryüzünde dolaşacak ve insanları felakete sürükleyecek.
İnsanların başına bir şey gelirse bu ölüsüne haksızlık edilen kişinin ruhundan
kaynaklanacağı düşünülüyor arka planda dini bir inancın olduğunu görüyoruz.
İsmene ile Antigone arasındaki çatışma
İsmenenin burada bir figür olarak metne konulma nedeni Antigone’u daha fazla ön plana
çıkarmak çünkü bir tarafta yasalara itaati koşulsuz kabul eden bunu da elbette
yaptırımdan korktuğu için kabul eden bir İsmene var aynı zamanda kral Oidipustan
başına gelen felaket var ve artık bu felaketlerin sonu gelsin düşüncesi de var. Asıl derdi
yaptırımdan korkması.
Ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor.
Antigone İsmene ’ye ölüyü birlikte gömeceğiz dediği zaman
İsmene: Ne yasağı hiçe sayıp Kreon’a karşı mı geleceksin
Unutma kadınız biz baş edemeyiz erkeklerle
Bizi yönetenler bizden güçlü
Gücümüzü aşan şeylere kalkışmak çılgınlık olur.
Burada o cinsiyetçi rolü peşinen kabul etme durumu da var bu nedenle itaatten yana
tavır koyuyor dolayısıyla İsmene için itaat etme yükümlülüğü öncelikliyken ki politik
yükümlülüktür bu. Ailevi yükümlülükler geri planda kalıyor. Oysa Antigone erkek
kardeşinin bu durumda bulunmasından daha fazla tahammül edemiyor ve emre karşı
itaatsizlik duruşu gösteriyor ve son vazifesini yerine getirerek onu gömüyor.
Kral Kreon ’un yurttaşlarına yaptığı konuşma
-Şehrin idaresini ele aldığı halde en iyi tedbirlere başvurmaktan çekinen biri ne kötü bir
rehberdir yani kentin esenliği için, güvenliği için, refahı için aslında kişilerin tekil hayatları,
tekil özgürlükleri göz ardı edilebilir. Bu nedenle devletin menfaatleri için sert önlemler
almak gerekir Kreon’a göre.
Nitekim şöyle bir konuşma geçiyor Kreonla Antigone arasında
Demek ki karşı geldin bana, yasamı çiğnedin
Yeryüzünde anarşiden daha büyük bir suç yoktur
Antigone: Evet öyle çünkü Zeus böyle bir yasa koymadı ne de adalet denen tanrıça böyle
bir şey buyurdu insanlara. Senin buyruğunun tanrıların öncesiz ve sonrasız yasalarına
tercih edileceğine inanmıyorum. Tanrının yasaları dünden bugüne değişen emirler
değildir o yasalar halen yaşıyor bu nedenle ben asıl bu yasaları çiğneyemem. Bir
ölümlüden ziyade tanrının gazabına uğramaktan imtina ederim.
Burada temel bir çatışma var. Bu çatışma Nomoi ve Thesmoi çatışması.
Burada nomoi, nomosla aynı anlama gelir. Bireylerin beşeri iradeleriyle koydukları
yasalardır.
Thesmoi ise gerek teamüllerin gerek dinin, tanrının buyurmuş olduğu yasalar.
İkisi arasındaki çatışma aslında bizim doğal hukuk ve hukuk pozitivizmi dediğimiz hukuk
felsefesindeki iki ayrı ekolü doğuracak.
Doğal hukuktan bahsediyorsak eğer daima düalist bir sistemden ikincil bir sistemden
bahsediyoruz bir tarafta pozitif bir hukuk var ama diğer tarafta onu denetleyen, onu
değerlendiren ona bir değer atfeden doğal hukuk var. Bu doğal hukukun içeriği
farklılaşabilir akıl, tanrı vb. gibi.
Doğal hukukta düalist bir yapı var. Pozitif hukuk var. İnsanların koymuş olduğu kurallar
var ve bu kuralların değerlendirilmesi var. Fakat hukuki pozitivizm diyor ki bu
değerlendirmeye gerek yok var olan hukuk beşeri hukuktur ve biz bu hukuku incelemek
zorundayız. Bu hukukun nasıl olması gerektiği bizim konumuz değil bu ancak ahlakın
konusu olabilir.
Nomoi ve Thesmoi ayrımından hareketle çıkarılabilecek benzer bir sonuç daha var.
-Normlar hiyerarşisi.
Orada da yasaların anayasaya uygun olması gerekiyor. Anayasanın politik bir metin
olmasının ötesinde bir ahlaki metin olduğunu da kabul edersek bir dizi değer yargısını
temel hak ve özgürlükleri içerir. O anlamda Antigone’un normlar hiyerarşisine gönderme
yaptığını söyleyebiliriz.
*Antigone ile Sokrates’in Savunması’nın kıyaslanması
Tanrısallık vasfı (Antigone tanrısal yasaları kendi eylemine ilke olarak alırken,
Sokrates’in kendi eyleminde dayandığı ilke tanrısal sestir. Bu bakımdan her
ikisinin de eyleme biçiminde tanrısal imge ve buna bağlı olan ahlaki değerler
belirleyici olur.)
Sokrates’te yargılama var Antigone ’da doğrudan buyruğun uygulanması var (kral
yargılama konumuna geçip doğrudan infaz eden konumunda)
Antigone ‘da bir direniş var ama Sokrates’te bir direniş yok. Sokrates’te verilen
karara uymanın arka planında düzeni tesis etmek ve buna katkı sunmak var,
Sokrates kurulu düzene doğrudan itaat ediyor çünkü polisin ancak bu şekilde
yüceltilebileceğini söylüyor ama Antigone ‘da tamamen tersi bir davranış var.
Antigone’un derdi mevcut yasalara uymak değil onun için tanrısal kuralar daha
öncelikli. Temel çatışma daha çok budur. Sokrates nomaiye itaat ederken
Antigone thesmoi’nin izinden gidiyor.
“Antigone nomoi’ye karşı direnip, şartsız bir şekilde thesmoi’nin izinden giderken,
Sokrates nomoi’ye itaat eder. Sokrates için Antigone ‘de olduğundan farklı olarak
thesmoi-nomoi çatışması yoktur. Sokrates de tıpkı Antigone gibi tanrının sesine kulak
verir; ancak onun düşüncesi devletin yasalarıyla zıtlık değil, tam tersine bir uyum
oluşturur. Aslında Antigone’nin tüm direnişi belki de Sofokles’in eleştirisi tanrısal
yasaların devletin yasalarıyla uyum içinde olması gerektiği konusudur, ama bireysel
çıkarlarla devletin otoritesi çatıştığı için Antigone daha yüksek bir ilke olan thesmoi’ye
itaat etmek zorunda kalır. Bana öyle geliyor ki Antigone’den haberi olduğu ve etkilendiği
de varsayılan Sokrates’in Antigone ‘de ortaya çıkan thesmoi-nomoi çatışmasını olumlu
anlamda çözdüğü ileri sürülebilir. Sokrates bu anlamda akılcı bir düşünme biçimiyle
tanrısal sesi ya da adaleti devletin yasaları ya da adaleti ile ilişkilendirerek, benzer
deyişle iyi bir biçimde bütünleştirerek ortaya çıkabilecek – hatta Antigone ’de ortaya
çıkan çatışmayı önler. Böylelikle filozof, doğru olsun ya da olmasın nomoi’ye kendi
isteğiyle itaat eder. Bununla birlikte, Sokrates’in polis’in yasalarına olan bağlılığında
sorgulayıcı aklın işlevi büyüktür, oysaki Antigone tanrısal yasalara olan ilgisinde daha
teslimiyetçi bir rol üstlenir. Sonuç olarak, her iki kişi de inandıkları doğrular, savundukları
düşünceler nedeniyle ölüme terk edilmişlerdir.”
Ortak yanları:
Her ikisinin de ölüm karşısında takındıkları tavır çok kıymetli. Kendi değerlerini ölmek
pahasına da olsa yüceltiyorlar. Ölüm ironik bir şekilde değerlerin yaşamasına hizmet
ediyor. Geçici bedenler daimi değerleri yaşatmak için itaat ediyor dolayısıyla Antigone ve
Sokrates’i yine ironik bir şekilde ölmelerine rağmen ölümsüz kılan şey bu olsa gerek
çünkü Hobbes’a baktığımız zaman insan bencil bir varlık ve insan için en önemli şey
hayatta kalma duygusu. İnsan hayatta kalmak için her şeyi yapabilir. Bu nedenle ölüm
denilen şey bir bakıma Antigone ve Sokrates’te değerleri yaşatan bir olguya dönüşüyor.
Bu da iki ismi ölümsüz kılıyor.
5.Hafta 21 Ekim
Platon
M.Ö 427 yılında dünyaya gelmiştir. Gerçek adı Aristokles’tir.
Eflatun islamiyetteki adıdır. (Arapçada p harfi olmadığı için)
Platon latincede geniş anlamına gelir.
Yaşamı boyunca Sokrates’in etkisi altında kalmış bir filozoftur. Sokrates için hayatımda
gördüğüm en bilge en doğru en mükemmel insan diye bahseder. Rahatsızlığından dolayı
Sokrates’in ölüm anında yanında olamadığından bahseder.
Platon, Sokrates’in öğrencisi olmasından dolayı da yurttaşlık hakkına sahip olur olmaz
politikaya atılmaya karar verir ve hayatında deneyimlediği 2 önemli olay onun politikayla
olan ilişkisini engelleyecektir
Otuzlar Tiranlığı (acımasız yönetim)
27 yıl süren Peloponez Savaşı Atina ile Sparta arasında ve bu savaşta Atina
yenilgiye uğrayınca Spartalılar kendisine yakın olan adamlardan oluşan 30 kişiyi
Atina’ya yönetici olarak atıyorlar. Bunların başındaki kişi ise Sokrates’in öğrencisi
Kritias’tır. Kritias, Platon’un büyük amcasıdır.
Tiranlık Platon’u yönetimde görev alması için davet ettiğinde Platon bu yönetimin
zorba hallerine tanıklık edince bundan vazgeçiyor tıpkı hocası Sokrates gibi.
Platon, otuzlar tiranlığından bahsederken çok geçmeden eski düzeni adeta altın
çağmış gibi arattıklarını açıkça gördüm der.
Otuzlar tiranlığından sonra demokratlar yönetime gelir. Demokrasi hâkim olur ama
daha demokrasinin 4.yılında Platon hocasının ölümüne tanıklık eder.
Bunun üzerine aktif siyasette asla ve asla görev almayacağını bildirir.
Sokrates öldüğünde Platon 28 yaşındadır. Sokrates’in öğrencileri Sokrates’i ölüm
cezasından kurtarmaya çalışıyorlardı. Platon da bu isimler arasında anılmaya başlanır ve
bu dedikodu gittikçe yayılınca Platon’unda yaşamıyla alakalı kaygıları ortaya çıkar ve
bunun üzerine Atina’dan kaçar.
Mısır ve Sicilya’ya yolculuk yapar. Sicilya’ya tiran I. Dionysius’un daveti üzerine gider.
Kafasında filozof kral modeli var ve bu modeli uygulamak için Sicilya’ya gidiyor ama bir
tiranla anlaşmak kolay olmayacağı için onları ikna etmek kolay olmayacağı için tiranla
ters düşüyorlar ve tiran bir Sparta gemisiyle Platon’u Sicilya’dan tekrar Atina’ya yolluyor
fakat Spartalı gemiciler yanlışlıkla(böyle iddia ediliyor) Atina’ya değil Atina’nın savaş
halinde olduğu Aegina adasına çıkarıyorlar.
Savaş halinde olduğunuz kent devletine bırakıldığınızda orada anında savaş kölesi
durumuna düşüyorsunuz. Nitekim Platon da bu kaderi yaşıyor, savaş esiri olarak alınıyor
ve ardından köle pazarına çıkarılıyor. Köle pazarında Platon’un da tanıdığı bilge
isimlerden birisi Platon’u tanıyor ve gerekli fidyeyi ödeyerek Platon’u özgürlüğüne
kavuşturuyor. Ardından Platon Atina’ya dönüyor 40 yaşında. Yani 12 yıllık bir sürgün
dönemi var.
Atina’ya döndükten sonra da akademi kuruyor. Eğitim kurumu. Burada her ne kadar
kendisi siyasal yaşamda yer almasa da iktidara yakın olacak felsefeye tutkun olacak
insanları yetiştirme akademinin temel hedefi olur.
*Platon nezdinde adalet denilen şey, filozofun bilgisine sahip olduğu şey nedir?
Kephalos’un adalet tanımı: Kişinin ödünç aldığı şeyleri geri vermesi ve dürüst olması
Sokrates’in itirazı: Birisinden bir silah ödünç aldınız ve o kişi akli melekerini kaybetti ve
bu durumda o kişiye tekrar silahı iade eder misiniz?
(konuşmacı Sokrates’tir bu aynı zamanda platonun görüşünü yansıtır)
Şair Simonides’in adalet tanımı: Adalet herkese hakkını vermektir, teslim etmektir.
Sokrates’in itirazı: Konunun tamamen bir bilmeceye dönüştüğünü söylüyor çünkü siz
adaleti hakla tanımlamaya kalkarsanız bir bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle tanımlamış
olursunuz ki adaleti bilmiyorsak hakkı da bilmiyoruz. Hak kelimesi de en az adalet kadar
belirsiz.
Polemarkhos’un adalet tanımı: Dosta iyilik etmek, düşmana kötülük etmektir adalet.
Sokrates’in itirazı: Dost veya düşmanı ayırt etmeksizin hiç kimseye kötü davranmamız
gerektiğini söylüyor Platon.
Thrasymakhos’un adalet tanımı: Adalet güçlünün menfaatinden, çıkarından başka bir şey
değildir. Ve orada düşüncelerini tiranlık üzerinden örneklendiriyor. Sıradan bir kimse
tiranın yaptıklarının sadece bir kısmını gerçekleştirse dahi biz o kişiyi türlü suçlarla itham
ederiz fakat bir tiran bir başka ülkeyi bütünüyle işgal ettiği zaman orada zorba bir yönetim
kurduğu zaman biz tirana büyük bir saygıyla bakarız der.
‘Mükemmel Haksızlık’ Haksızlığın boyutu ya da uygulanan şiddetin boyutu ne kadar
artarsa ona duyulan saygı da o kadar artar der.
“Thrasymakhos’un “mükemmel haksızlık ”la anlatmak istediği meşhur Büyük İskender ve
korsan rivayetine benzer. İskender yakalanıp huzuruna getirilen korsanı “denizleri taciz
ederek ne yaptığını sanıyorsun?” diye sorgulayınca; korsan “Senin tüm dünyaya
yaptığınla aynı şeyi! Ben küçük bir gemiyle yaptığım için bana ‘korsan’ diyorlar; sense
büyük bir donanmayla yapıyorsun ve sana ‘İmparator’ diyorlar” minvalinde kurnazca
bir yanıt verir.”
Sokrates’in itirazı: Kişi kendi çıkarına yaptığı şeyi aslında kendine zarar verecek bir
şekilde de yapabilir aslında insan her zaman kendi çıkarının ne olduğunu tayin
edemeyebilir bu nedenle böyle bir tanımlama da çok doğru değildir çünkü insan bilmeden
de olsa kendisi aleyhine sonuç doğurabilecek kararlar verebilir.
Sokrates devlet tasarımından hareket ederek bir adalet mefhumu ortaya koyuyor.
Devlet hangi sınıflardan oluşuyor?
Yönetenler (Filozoflar)
6.Hafta 28 Ekim
Resmi tatilden dolayı ders yapılmamıştır.
7.Hafta 4 Kasım
Platon faslında bir mottoya yer vermiştik. Bu motto aslında bugün hukuk devletinin de
temeli olan bir mottoydu.
Nedir o?
Yasalar yönetmelidir insanlar değil.
Bu motto, hukuk devletinin belki de en güzel ifade ediliş şekillerinden birisidir. Ama
Platon’un elbette böyle bir tasavvuru yoktu. Platon’un hukuk devleti gibi ideali yoktu.
Peki, Platon neden böyle bir şey söyledi?
Bunun bir arka planı var. Platon Yasalar adlı eserinde bir efsane üzerinden bu
düşüncesini gerekçelendiriyor.
Rivayet odur ki vakti zamanında insanları insanlar değil tanrılar yönetmekteydi. Platon
bunu Altın Çağ olarak adlandırıyor. Yani titanlar, tanrılar insanlardan daha üstün soy
oldukları için insanları kusursuz bir biçimde yönetme imkânına sahiptiler ve böyle bir
ortamda yöneten ve yönetilen arasında bir soy farkı, bir üstünlük farkı vardı. Platon bu
düşünceyi bizim bugün hayvanları yönetmemize benzetiyor. Bizler nasıl ki evcil
hayvanları onlardan daha üstün soylar olarak onlardan daha üstün varlıklar olarak
kusursuz bir şekilde yönetebiliyorsak tanrılar da insanları o şekilde yönetebilme kudretine
sahipti diyor.
O halde Platon buradan şu sonuca varıyor:
Bir tanrının değil de insanın insanı yönettiği bütün devletlerde insanoğlu felaketi, acıyı
deneyimler yani orada huzur yoktur, mutluluk yoktur, daima kendisini tekrar eden acı
vardır.
Fakat eğer biz insanlar olarak kendi içimizdeki tanrısallığı, sonsuzluğu keşfedebilirsek
ancak o zaman bir insanın bir başka insanı yönetmesi başarılı bir şekilde ilerleyebilir yani
bizim içimizde bir tanrı var biz bu tanrısallığı keşfedebilirsek yani ölümsüzlüğü
keşfedebilirsek o zaman başka insanları da başarıyla yönetebiliriz
Nedir bu ölümsüzlük?
Aklı tanrısal bir yeti olarak görüyor Platon. Yani biz aklımızı doğru bir şekilde
keşfedebilirsek o zaman yönetmenin ilkelerini doğru bir şekilde koyabiliriz o zaman
insanları çok daha başarılı bir şekilde yönetebiliriz.
Ve elbette yasa dediğimiz şeyi tutkularımızdan, hazlarımızdan, keyif aldığımız şeylerden
değil de akıldan türetirsek o zaman mutlu bir yönetim tablosu çizebiliriz.
Dolayısıyla bir yöneticinin iyi olması işte bu yüzden yasaları gözetmesine bağlıdır diyor
çünkü yasalar aklın birer yansımasıdır Platon’a göre.
Eğer yönetici aklın değil de kendi hazlarının, kendi çıkarlarının peşinden giderse o devlet
yıkılmaya mahkûmdur diyor.
Peki, o zaman devleti yönetme yetkisi kime verilmelidir?
Aklını iyi kullanabildiği için, yasalara bağlı olduğu için filozofa verilmelidir.
Aklıyla keşfettiği yasaları ideaların bilgisine sahip gerçek adaletin ne olduğunu gerçek
mutluluğun ne olduğunu bilen kişi filozof. Ve bütün bunları yasa koymada kullanırsa aynı
zamanda yasaya uymasını bilebilecek tek kişidir.
Özetle yasa yöneticilerin üstündeyse eğer ve yöneticiler onun kölesiyse ancak bu
durumda devlet varlığını teminat altına almış olabilir.
Böyle bir bakış açısıyla Platon nezdinde devletin en büyük düşmanı kim olabilir?
İsyancılar.
Sadece yasaya karşı çıkmakla kalmıyor aynı zamanda yasanın varlığını da ortadan
kaldırmaya yönelik teşebbüste bulunuyor. Bu nedenle devletin en büyük düşmanı olarak
isyancıları gösteriyor. Ve elbette bunlara verilecek ceza çok açık. Ölüm cezası. Hatta
ölümü bunlar için kurtuluş olarak görüyor.
Yasalar dediğimiz zaman sadece davranışlara yön veren ya da belirli davranışları
kısıtlayan ya da belirli davranışlara izin veren kuralları anlamıyoruz. Yasalar aynı
zamanda kurumları da tesis ediyor yani bir meclis de yasayla var oluyor daha da
önemlisi mahkemeler de yasa yoluyla kuruluyor.
Platon, mahkemeleri uygun şekilde kurulmamış olan bir devlet devlet olmaktan çıkar
diyor. Mahkemeler her şeyden önce yasaların somutlaştığı ve daha da önemlisi yasaların
varlığının tescillendiği mekânlardır.
Bir yasanın var olup olmadığını
Toplumun davranışlarından ve
Mahkemelerde gözlemleyebilirsiniz.
(Nitekim hukuki realizm akımına göre realistler bir yasanın varlığının mahkemede
uygulanması koşuluna bağlı olduğunu ileri sürerler. Bir yasa mahkemece
uygulanmıyorsa o yasa geçersizdir)
Toplum bütünüyle bir yasaya itaat edemez yani bir yasa bütün insanların itaat ettiği bir
yasa olamaz. Mutlaka mahkeme önünde yargıcın yorumladığı, uyguladığı bir kural olarak
mahkeme önüne gelmek zorundadır.
PRYTANEUM
Kendisine has bir tarafı var.
Plutark’ın Yaşamlar Perikles-Fabius diye bir kitabı var. Orada bir hikâyeye yer verir.
Bir atlet yarışma sırasında yabancı olan Epimitos’u kastı olmadan mızrağıyla öldürür. Ve
bunun üzerine Perikles ile Protagoras bu olayda sorumluluğun kime ait olduğunu
tartışmaya başlarlar.
Sorumluluk kime aittir?
Olimpiyatı düzenleyene, faile.
Modern hukuk sistemlerinde sorumluluk sadece iradi olan varlıklara yüklenir fakat
modern öncesi toplumlarda insanlar ile insan dışı varlık arasında ayrım gözetilmiyor.
İnsan dışındaki varlıklar da nesneler, hayvanlar da meydana gelen olayın, suçun
sorumlusu haline gelebiliyorlar. Yani yargılamanın öznesi haline gelebiliyorlar. Bu yüzden
öldürme eyleminin mızrağa atana mı yoksa organizasyonu düzenleyene mi ait olacağı
tartışmasına bir alternatif olarak mızrak da bu eylemden sorumlu tutulabilir mi?
Çünkü bir mızrağın yargılanması da bir insanın yargılanması gibi olağan karşılanıyor.
Ve Atina’da insan dışındaki varlıkların yargılanması içim özel bir mahkeme tesis ediliyor
bu mahkemenin adı Prytaneum.
Prytaneum esasen büyük bir bina. Yerel bir hükümet binası. Coğrafya olarak Akropolis’in
kuzeyinde yer alıyor. Özelliği ise içerisinde sürekli yanan bir ocak var. Atina’ya bağlı olan
koloniler bu ocakta bir ateş alıyorlar ve gidip kendi hanesinin ocağını yakıyorlar. Bunun
da anlamı biz Atina’ya yürekten bağlıyız, sadığız demek.
Prytaneumda sürekli yanan ocak sadakatin sembolü haline geliyor ve böylece şehirde
bütün o Atina ve kolonileriyle birlikte birliğin sağlanmasına katkıda bulunuyor.
Solon yasalarının metinlerinin muhafaza edildiği yer yani bir hafızayı da temsil ediyor.
Yabancı elçileri, yurttaşları, yarışmalarda başarı elde eden atletleri orada ağırlıyorlar.
Ve en önemlisi içerisinde aynı isme sahip bir mahkeme de bulunuyor. Bu mahkeme hem
nesnelerin hem de hayvanların insanlara vermiş olduğu zarardan dolayı yargılamanın
yapılmış olduğu mahkeme.
Neden böyle bir mahkeme var? Neden nesneleri, hayvanları yargılıyorlar?
Animizm. Bütün varlıklar bir ruha sahipti. Ruh dediğimiz şey ise varlığı ister
hayvan olsun ister nesne ister insan hiç fark etmez iyiye ya da kötüye
yönlendiren bir özelliğe sahip dolayısıyla istisnasız bütün varlıklar ruha
sahip olduğu için iyiye ve kötüye yönlendirme imkânına sahip olduğu için
onlardan beklenen şey hep iyiye yönlenmeleri eğer kötüye yönleniyorsa
burada sorumlulukları doğuyor.
Eğer bir varlık bir suç işlediyse birine zarar verdiyse varlığın kirlendiğine
inanıyorlar. Bu bazen ruhunun kirlendiği şeklinde de yorumlanabiliyor ve
kirliliği bütün kente yaymaması için önlem alıyorlar. (Şehirden uzak bir yere
bırakmak, hayvanları öldürüp şehrin dışına bir yere gömüyorlar. Bir insanı
öldürenin kimliğini tespit edemiyorlarsa duyuru yapıyorlar ve bu insan
kutsal yerlere ayak basmasın diyorlar. Çünkü kendisi bir başkasını
öldürerek kirlendi ve bu kirliliği kutsal mekânlara bulaştırmasın)
Günah keçisi tabiri: Yahudi âdeti. Kefalet günü adıyla da anılır. Yılın belirli
dönemlerinde o yörenin insanları bir alana toplanıyor. Dini görevliye
günahlarını aktarıyorlar dini görevli de bütün bu günahları bir keçinin sırtına
yüklüyor ve keçiyi bazı rivayetlere göre uçurumdan aşağı bırakıyorlar bazı
rivayetlere göre ise keçiyi şehrin dışına ölmek üzere bırakıyorlar. Hep bir
arınma isteği var. Suçluluğun getirmiş olduğu kirlilikten kurtulma arzusu.
Peki, bu arzunun nedeni ne? Eğer biz suçlunun infaz edilmesine dair gerekli
ritüellere uymazsak o zaman tanrının gazabından kurtulamayız başımıza türlü
felaketler gelir diyorlar. ( Atina’da şimşek çakıyor ve bundan dolayı biri
ölüyorsa bunu Zeus’un öfkesi olarak yorumluyorlar. Bütün doğa olaylarını
tanrısallıkla yorumlama geleneği baş gösteriyor. İkinci bir ihtimal daha var eğer
biz bu ritüellere uymazsak yani mızrağı kentin dışına atmazsak maktulün de
bir ruhu var ve bu ruh sonsuzluk âlemine gitmez burada kalır ve başımıza türlü
belalar açar diyorlar böyle bir inanç sistemi var.
Prytaneum dediğimiz şey Atina’da inanç sisteminin yasaları ve kurumları ne denli
doğrudan etkilediğini gösteren bir delil niteliğinde.
ARİSTOTELES
Makedon(Stagira).Yabancı statüsünde siyasete giremiyorsunuz. Yurttaşlık haklarından
yararlanamıyorsunuz, mülk edinemiyorsunuz.
Babası Makedon kralının doktoru.
Aristo küçük yaşta babasını kaybediyor çocukluğunun büyük bir kısmını Makedonya’daki
sarayda geçiriyor 17 yaşında Platon’un akademiyasına giriyor ve 20 yıl boyunca eğitim
alıyor. Platon ölünce de oradan ayrılıyor. Makedon kralı II. Filip Aristoteles’i 13 yasındaki
oğluna öğretmenlik yapmak üzere çağırıyor Aristoteles bunu kabul ediyor. Bu çocuk
Büyük İskender. Orada Büyük İskender’e 3 yıllık eğitim veriyor. 3 yıldan sonra
Aristoteles’le Büyük İskender arasındaki iletişim kesilmiyor.
Büyük İskender çıkmış olduğu seferlerinde bazı bitki çeşitlerini, hayvan çeşitlerini ya da
maden çeşitlerini adamlarıyla Aristoteles’e ulaştırıyor ve buradan Aristoteles yapmış
olduğu gözlemlerden hem de kendisine gelen bilgilerden Hayvanların Hareketleri Üzerine
diye bir kitap yayınlıyor. Ve burada hayvanların belirli bir amaç doğrultusunda hareket
ettiğini söylüyor yani filozof dediğiniz zaman sadece politika alanında hukuk alanında
değil aynı zamanda doğa bilimci her biri. Mesela Hobbes’te de bunu görürüz. İnsanlar
nasıl hareket ederler insanlar maddelerden mi oluşur yoksa ruhtan mı oluşur hatta
tanrının da aynı maddeden oluştuğuna kadar gider bütün bunlar yapmış olduğu
gözlemlerin bir sonucudur. O yüzden doğa bilimlerinden tamamen kopuk insanlar değildir
filozoflar.
Büyük İskender tahta geçiyor akabinde Aristoteles Atina’ya geri dönüyor. Yabancı
olmasından dolayı Atina’da Platon Akademiyası gibi bir okul açma isteği beliriyor ama
bunu Atina’da yapma imkânı yok bu yüzden Atina’nın dışına bir yere koruluk anlamına
gelen küçük orman anlamına gelen Lykeion adı altında bir eğitim kurumu inşa ediyor.
Bugünkü lisenin de etimolojik olarak kökenini oluşturuyor. Bu dönemde Atina yönetimi
bütünüyle İskender’in himayesi altında. Bağımsızlığını büyük ölçüde yitiriyor fakat
İskender’in ölümüyle Atinalılar isyan ediyorlar ve Makedonya’ya başkaldırıyorlar ve
büyük İskender’in de akıl hocası olan Aristoteles’in de hayatı tehlikeye giriyor. Nitekim
yakın dostu olan bir başka kent devletinin tiranı olan Hermias’a bir ilahi yazıyor ve
yazmış olduğu bir ilahiden dolayı dinsizlikle suçlanıyor. Felsefeye karşı ikinci bir cinayete
izin vermeyeceğini söyleyerek Atina’yı terk ediyor ve Khalkis’e yerleşiyor ve orada
hayatını kaybediyor.
Platon varlığın bilgisine nasıl ulaşıyordu?
İdealar kuramıyla. Burada bulunan bütün nesneler başka bir âlemden pay almış
durumdaydı ve kusurlulardı çünkü mükemmel olan orasıydı
Aristoteles için bu durum farklıdır. Biz bütün tümel bilgiyi burada bulabiliriz yani kalemde
dahi bilginin doğasını keşfedebiliriz diyor. Dolayısıyla bu dünyayı aşan bir idealar âlemi
yoktur der. Nitekim bu dünyada her şeyin ama her şeyin devinim halinde olduğunu
söylüyor. Değişmek güzeldir değişmek doğaya yaklaşmaktır diyor ve her şey değişerek
kendi varlığını mükemmel bir noktaya ulaştırmak ister der. Bir çınar ağacı tohumunun var
oluş amacı onun mükemmel bir çınar ağacı halini almasıdır her şey bu şekilde kendi
kusursuzluğuna doğru ilerler diyor.
Bir şeyin var olabilmesi için 4 nedene gereksinim duyduğunu söylüyor. Ahşap bir
masanın var olabilmesi için neler gerekiyor?
Formel Neden (formu biçimi/her şeyin bir formu vardır/yapan kişi verir/marangoz)
Maddi Neden (onu var eden temel madde/ağaç)
Ereksel Neden (yapılış amacı/o ağacın masa halini alması)
Hareket Ettirici Neden (her şeyi var eden başka bir şey olmalı/bir yapıcı olmalı)
Bu 4 nedenle vuku bulan varlık sürekli hareket sürekli oluş halinde.
Bütün bu değişimin ardında ne var? Bu varlıkların devinimi tesadüfi mi belirli bir amaca
yönelik mi?
Devinen her nesnenin ardında başka bir nesne vardır her şey sürekli bir başkasına
yönelik etkiyle devinim halindedir fakat bu sonsuza kadar gitmeyecektir der. O durduğu
yer devinmeyen devindirici adını verdiği (bütün her şeyi hareket ettiren ama kendisi
hareket etmeyen) tanrının kendisidir.
Bunu şu şekilde de düşünebiliriz: tanrı bir devinim yasası çıkarmış ve çıkarmış olduğu bu
devinim yasasından kendisi azade kılmış ve her şeyi hareket ettiriyor. Bu da bizi şu
noktaya götürüyor aslında tanrı her nesneye bir erek bir amaç yerleştirmiş böylece her
nesne kendi mükemmel olmasını sağlamak üzere devinim yapıyor yani belirli bir amaca
yönelik olarak deviniyor.
Aristo’ya göre insan da madde ve formdan oluşan bir bütündür. Madde bedene, form ise
ruha karşılık gelir diyor. İnsana bu bedensel özelliklerini veren şey aslında onun
formudur, ruhudur. İnsan ruhunun en belirgin özelliği bir akla sahip olmasıdır. Aklı ruhun
bir özelliği olarak kabul ediyor ve bu akıl sayesinde insan karar verir, tercihler yapar ve
bu da onu ahlaki bir kişilik olarak ortaya koyar
Aristoteles’e göre ahlak dediğimiz şey ne?
Bilimler sınıflandırması
Teorik (tamamen insandan bağımsız olan şeylerin bilinmesi ile ilgilidir/matematik,
metafizik)
Pratik (aslında insanın nasıl davranması gerektiğini gösteren bilimler/ahlak,
politika)
Sanatsal (insanın nesnelerden sanat eserleri yarattığı bilimler/sanat, mühendislik)
Ahlak, insana nasıl davranması gerektiğini söyler ve pratik bilimlerde yer alır.
Aristoteles’in Ahlak Öğretisi: Altın Orta Öğretisi (Doğru Orta)
Aşırılığın insana zarar vereceğini söyler. Bunun için doğru akıl dediğimiz şey insana her
daim ılımlı olana yönlendirmelidir
Bir tarafta savurganlık vardır bir tarafta cimrilik vardır. Eğer ahlaki olmak zorundaysanız
bu ikisinin ortasında yer almalısınız diyor yani cömert olmalısınız.
Bu nedenle aşırı uçlar her daim kötü bir ahlaki niteliktir der. İnsan tam da bu ahlak
özelliği nedeniyle neyin iyi neyin kötü neyin haklı neyin haksız olduğunu ayırma kudretine
sahip olduğu için diğer canlılardan ayrılır der. Tam da bu ortak ahlaki değerlere sahip
olduğu için bir devlet oluşturabilme kudretine sahiptir o devletin adı da polistir.
Polis, insanların ahlaki bir yaşam sürmelerine olanak veren bir yapılanmadır yani keyfe
keder sadece bir güce dayalı yapılanma değildir aynı zamanda insanların ahlaklı
yaşamasını mümkün kılan tek yapıdır.
Aristoteles’te devlet dediğimiz şey iyiyi iyi yaşamayı mümkün kılan yapılanma. Bu da
siyasetle ahlak iç içedir sonucunu çıkarıyor. Nitekim politika adlı eserinde şu cümlelerle
başlıyor kendi gözlemlerimiz bize her devletin iyi bir amaçla kurulmuş topluluk olduğunu
söylüyor bütün insanlar eylemlerinde iyi saydıkları eylemleri elde etmeye çalışır bu
nedenle polisi inşa ederler bu nedenle polis denilen şey insanı iyiye sevk eden bir
yapılanmadır ve bu yönüyle insan polise aittir ve ancak onun içerisinde yaşayabilir bu da
toplumsal hayvan olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Polis dışında yaşamak ahlaki yaşamayı olanaksız kılıyor. Polisin dışındakilere,
yabancılara düşman muamelesi yapılma nedeni de bu. Atina’nın dışındaysanız ahlaki
olmanın dışında kalırsınız. O halde bütün insanlar toplumsal yaşamın içerisinde polisin
içerisinde yer almak zorundaysa toplumsal yaşama katılmayacak toplumun dışında
varlığını sürdürebilecek bir insan yok. Nitekim toplumun dışında varlığınızı
sürdürecekseniz ya hayvan olacaksınız ya da topluma ihtiyaç duymayacak kadar
mükemmel bir varlık olacaksınız. Kusursuz bir varlık olacaksınız burada da tanrıyı kast
ediyor.
İnsanların birliğinin toplumu oluşturmasına parça-bütün kriteri üzerinden yapmış. Devleti
nasıl analiz etmemiz gerektiğine dair bir metodoloji. Eğer bir devleti inceleyeceksek onu
oluşturan parçalara bakmamız gerekiyor der.
Devleti her şeyden önce köyler oluşturuyor. Devlet köyler bütünü. Köyleri aileler
oluşturuyor. Aileleri ise bireyler oluşturuyor. Devleti anlayabilmemiz için aileleri oluşturan
bireylere bakmamız gerekiyor yani kadına, erkeğe, çocuklara ve hatta kölelere
bakmamız gerekiyor. Eğer bunları doğru anlarsak bunların neden bir araya geldiğini ve
nasıl bir topluluk kurduğunu da anlayabileceğiz.
Burada Yaşam ve İyi yaşam ayrımına dikkat etmek gerekiyor.
İnsan yaşamak için doğal olarak(üreme olarak )bir başkasına ihtiyaç duyar, aileye ihtiyaç
duyar. Bu insanın hayatta kalması için zorunludur. Dolayısıyla yaşam dediğimiz şey
insanın hayatta kalmak için zorunluluklarını ifade ediyor.
Eğer iyi yaşam koşulları altında hayatımızı sürdürmek istiyorsak aile yetmez, köy yetmez.
Polise ihtiyaç vardır. Polisi anlamak için de erkeği, kadını, çocukları, köleleri anlamak
gerekiyor. Ortak birlik teşkil eden her şeyde yöneten ve yönetilen ilişkisi vardır hatta tekil
insanın kendisinde dahi yöneten yönetilen ilişkisi vardır. İnsanı bir bütün olarak
düşünüyor ve orada da yöneten yönetilen ilişkisi vardır. Ruh-Beden ilişkisi. (Ruh akıldır,
ruh bedeni yönetir. Beden maddidir ruh manevidir. Manevi olan akıldır. Akıl bilgidir. Akıl
ürettikleriyle bedeni yönetir.) Akıl her daim yöneten pozisyonundadır bedeni her daim
yönetmelidir ancak bu şekilde insanoğlu doğru kararlar alabilir. Aklını kullananlar
bedenini kullananlara göre üstündür. Aklını kullananlar bedenini kullananları yönetmek
durumundadır. Bu işin doğası gereği böyledir der. Bunu aileye uyarlarsak çocuk aklını
kullanma yetisine sahip olmayan biri, kadının da aklını yeterince kullanamadığını ve zekâ
bakımından eksik olduğunu söylüyor ve doğanın erkeği kadına üstün kıldığını söylüyor.
Madem akıl yönetecek, beden yönetilecektir o halde bedenlerini kullanan kölelerin
efendileri tarafından yönetilmesi son derece doğaldır. Kölelerin aslında hayvanlardan çok
da farkı olmadığı sonucuna varacak. Hiçbir efendi köleye fikrini sormaz sadece gündelik
işlerini yapmasını söyler. Ve buradan Aristo, doğa bazı insanları akıl yönünden üstün
yaratmıştır ve bu onlara yönetme hakkı verir. Bazı insanları ise bedenleri bakımından
güçlü yaratmıştır ki bu da onların bir bakıma politikadan uzak durması anlamına gelir
çünkü akıllarını kullananlar ancak politikada yer almalıdır sonucunu çıkarıyor.
Neticede kimilerinin gerçekten politik hayatta olması için, gerçekten özgür olması için
birilerinin uzak durması, köle olması şarttır. Kimilerinin yurttaşlık haklarını yerine
getirebilmesi için kimilerinin yurttaşlık haklarından mahrum olması gerekir. Fakat
kalıtımsal köleliğin tek başına savunulması mümkün olmadığı için Aristo buna bir de
savaş sonucu esir alınan kimselerin de köleleştirilebileceğini meşru gerekçelerle
açıklıyor. Doğuştan köleliğe bir de yasal köleliği ekliyor ve böylece kölelik kurumunu da
tabiata uygun bir şekilde meşrulaştırmış oluyor fakat kölelik denilen şey aslında ne
doğuştan kaynaklanıyor ne de yasaların söylediği şey. Bütün sorun ekonomik ilişkiler
aralığında. Nitekim Atina imparatorluk haline gelince dışarıdan köle ithal ediyorlar. Başka
kent devletlerinden köle satın alıp kendi işlerinde çalıştırmaya başlıyorlar. Nitekim
Politika adlı eserinde eğer dokuma tezgâhının mekiği kendiliğinden gidip gelseydi o
zaman ne işçiye gereksinim olurdu ne de köleye. Kölelik kurumu ekonomik gerekliliklerin
yerine getirilmesi için oluşmuş kurumdur ve doğası gereği budur.
Köle olmadığı halde emeği ile geçinen işçiler yurttaşlık statüsünde kabul edilmeli mi
mahrum mu bırakılmalı?
Zanaatkârlar, politik yaşamda yoklar, politikaya katkıları yok.(arzularıyla istedikleriyle
hareket ettikleri için aşağılanan bir kesim. Köle değiller ama köle muamelesini
görüyorlar.)
Platon hem devletinde hem yasalarında eğer şairler şiirlerini yazacaklarsa bunun için
önce bir kuruma başvurmalılar böyle bir heyet oluşturmalıyız oradan onay alırlarsa ancak
o zaman şiirlerini yayınlamalarına izin vermeliyiz diyor. Şiirlerinde Atina politikasına aykırı
bir şey söylerse bunu önüne geçmek zorundayız der. Platon, zanaatkârları sanatçıları
şehirden kovan kişi olarak tanımlanır. Polise, onun politik yaşamına katkıları olmadığını
düşünüyor ve bu nedenle işçilerin de yurttaşlık statüsünden mahrum kalması gerektiğini
düşünüyor.
Bu sınıfsal yapıyla amaçlanan Aristoteles’in dizayn ettiği iyilik dediği iyilik nedir? Neden
böyle bir yapılanma oluşturmuştur?
Adalet kavramından. Dağıtıcı adalet, Denkleştirişi adalet, Hakkaniyet.
8.Hafta 11 Kasım
ARİSTOTELES’İN ADALET ANLAYIŞI
Yaklaşık bundan 2500 yıl önce bir düşünürü hayal edin ki adam araştırma alanlarını
keşfetmiş bunları tek tek sınıflamış ve onlara mantık, iktisat, metafizik, etik, retorik gibi
isimler vermiş ve biz bugün hala bu isimleri kullanıyoruz bunun dışında bu alanlarla ilgili
bizlere sunduğu terimler de halen geçerliliğini sürdürmekte. Dinamik, tümevarım, önerme
gibi kavramların tamamını Aristoteles’e borçluyuz. Biz bugün hala bu terimler üzerinden
bir hakikat arayışı içerisindeyiz bizim bugün günümüz fikir dünyasını şekillendiren
terimler bunlar ve buradan sadece buradan bile Aristoteles’e başarı öyküsü yazmamız
mümkün.
Aristoteles’in varlık nedir sorusuna 4 nedenden bahsetmiştik.
- Formel Neden
- Maddi Neden
- Ereksel Neden
- Hareket Ettirici Neden (Fail Neden)
Genellikle bir ev örneği verilir. Bir müteahhitle anlaşma yaparsınız evin nasıl varoluşunu
ortaya koymak için, nasıl olduğunu tanımlamak için. Müteahhit eve ilişkin tuğlayı, kalası
her neyse arazinin üstüne yığdığı zaman alın size ev demez. O evin var olabilmesi için
maddi neden tek başına yeterli değildir.
Bunun dışında bir biçimi olması lazım ki örnekte bir maddi neden(madde) var bir de fail
neden(müteahhit) var ama ev oluşturabilmem için iki şeye daha ihtiyacım var. Bir biçime
(evin biçimine, yapısına) bir de onun dışında evin hangi amaçla kullanılacağına ihtiyaç
var.
Dolayısıyla bizim evi tanımlayabilmemiz için onun diğer başka şeylerden ayırıcı
niteliklerine ihtiyacımız olacak. Bu da bizim herhangi bir varlığı tanımlarken onun için
ayırt edici bazı nitelikleri bilmemiz gerektiği sonucuna varmamızı sağlıyor. Bir şeyi
tanımlarken onun ayırt edici niteliklerini bilmemiz gerekiyor diyor Aristoteles.
Biz herhangi bir varlığı nasıl tanımlıyoruz? Doğru bir tanımlama nasıl olur?
Bir şeyi tanımlarken onun ait olduğu sınıfı tespit etmemiz gerekiyor köpek bir
hayvandır diyoruz mesela.
Bir de onu o sınıfa ait diğer varlıklardan ayırt edici niteliğiyle ele almamız
gerekiyor.
İşte bu tanımlama faaliyetini Aristoteles’e borçluyuz.
Aristoteles bu ayrımı Cins-Ayrım (per genus et differentiam) olarak adlandırıyor.
Bizim bir varlığı tanımlayabilmemiz için cins ve türlerinin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Normal şartlarda gündelik hayatta cins ve tür kavramlarından bahsetsek ikisi de aynı şey,
birbirinin eş anlamlısı denir ama mantıkta öyle değildir.
Mantıkta daha geniş kapsamlı olana cins denir. Onun bir altındakine tür denir.
Septikler
Kuşkucular. Polisin olmadığı bir ortamda hakikate nasıl erişebiliriz sorusunu
soruyorlar ve bunun çok da mümkün olmadığına inanıyorlar çünkü kurucusu
Phyrronlar, Büyük İskender’le beraber seferlere katılıyor Hindistan’a kadar gidiyor.
Farklı yaşantıları görüyor, insanların farklı değer yargıları olduğunu görüyor, tek bir
gerçeğin olmadığına vakıf oluyor ve bunun üzerine de insanların değer yargılarının
tartışmaya açılabileceğini, tek bir değer yargısı olmadığını, tek bir ahlak olmadığını
görüyor ve böylece septisizm yani şüphecilik, kuşkuculuk akımını başlatıyor. Belirli bir
konuda bize sürülen kanıtlara hep kuşkuyla yaklaşmamız gerektiğini söylüyor çünkü
bu kanıtlamalar hep belli varsayımlara dayalıdır diyorlar. (Felsefedeki meşhur arkhe
tartışması, dünya olmadan önce ne vardı? Thales buna su cevabını verir. Aslında bu
varsayımdan farklı değildir derler çünkü suyun varlığından neyden kanaat getirdiğini
sorduklarında doğa olaylarını suyla açıklamayı tercih ederler. Deprem olduğu zaman
su dalgalandı bu dalgalanma yer küreye etki etti zelzele meydana geldi. Doğa
olaylarını bir olguyu bir varsayımla açıklamayı tercih ediyorlar. Septikler ’in işaret
ettiği şey bu bir bilineni bir bilinmeyenle açıklıyorsunuz, kanıtlıyorsunuz bu nedenle
kanıtlara tamamen şüpheyle yaklaşılması gerektiğini söylüyorlar.)
Epikvrosçular
Bahçe anlamına geliyor. Kepos adlı okulları var. Özelliği ise Antik Yunan’da hem
kadınları hem de köleleri okuluna kabul eden tek ekol olarak biliniyor. Epikros doğa
felsefesi üzerine çalışmış bir filozof. Evreni, gök cisimlerini inceliyor bunun nedeni de
o dönemde insanlar meydana gelen doğa olaylarını tanrısallıkla açıklıyorlar. Bir
yıldırım düştüğü zaman tanrı okunu fırlattı yani tanrı bizi cezalandırdı diyorlar. Her
şeyi, doğa olaylarını tanrısallıkla açıklayınca bu insanlarda bir korkuya bir belirsizliğe
yol açıyor. Bunu aşmak için de doğa olaylarını doğa bilimlerini evreni incelemek
gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü insanların bu tanrısal korkulardan arındırılması
gerektiği kanaatindeler. Epikros’a göre insan sadece kendi hazlarına yönelirse iyiyi
ulaşır. Korkularından kaçınması halinde ancak iyinin ne olduğunu bulabilir. Bunun için
de tanrısal korkudan insanları uzaklaştırmak gerektiğini düşünüyorlar. İnsanları ölüm
korkusundan uzaklaştırmak için ölüm varsa biz yokuz biz varsak ölüm yok bu yüzden
ölümden korkmanızın bir gereği de yoktur der Epikros. (Jose Saramago Ölüm Bir
Varmış Bir Yokmuş kitabında, ölümün olmadığı bir dünyayı tasvir eder. Ölümün
olmadığı bir durumda sosyal güvenlik politikaları tamamen devlete yük olur,
hastaneler doluyor, insanlar ölemediği için pek çok alan cenaze görevlileri vs. işsiz
kalıyor der aslında ölümün ne kadar değerli olduğunu gösterir.
Stoacılar
9.Hafta 18 Kasım
Stoacılar
Kynikler temelini oluşturur. Sütunlardan oluşan kemerli yapı. Stoa, kemer anlamına
gelir. Bir kemerli yapının altında ders verildiği için bu akımın adı Stoacılık oluyor.
Tıpkı diğer akımlar gibi insan-toplum ilişkisini yeniden tanımlamanın tezahürü olarak
karşımıza çıkıyor. Stoacılarda aynı şekilde mutluluğu dışarıya bağımlı kılan her
anlayışa karşı bir tutum sergiliyorlar. Hastalık, yoksulluk, acı, şan, statü bütün
bunların mutlulukla hiçbir ilintisi olmadığı görüşündeler hatta sizin efendi veya köle
olmanız dahi sizin mutluluğunuza etki edecek şeyler değildir diyorlar. Bu öyle bir
düşünce ki mutluluğu tamamen insanın kendi özünde arayan, insanı kendisine
döndüren bir düşünce.
Bu ekolü savunan 2 uç isim var.
o Epiktetos, köledir ve stoacı felsefeyi savunur.
o Marcus Aurelius, Roma İmparatorudur ve stoacıdır.
Bir köle ile bir imparatorun aynı doktrini savunmasına vesile olan bir anlayıştır
stoacılık.
Ve başlangıç olarak da Sokrates’ten çok farklı bir şey söylemezler. Onlar için
mutluluğun tek bir ölçütü vardır o da erdemli bir yaşam sürmektir. Sokrates,
çocuklarıma bırakacağım en değerli miras onlara erdemli bir yaşam örneği sunmaktır
diyordu.
Erdemli olmanın ölçütü nedir?
Burada stoacılık kendi özgün felsefesini ortaya koyuyor. Erdemli olma yolunun tek
ölçütü var o da logosla uyumlu yaşamak.
Logos, akıl demek. Tanrısal akıl. Dünyayı düzenleyen akıl. Dolayısıyla insanlar
logosa dünyayı düzenleyen yasaya, tanrısal yasaya, uyumlu bir şekilde yaşam
sürerlerse ancak o zaman mutluluğu elde edebilecekler.
Mademki içinde bulunduğumuz dünya tanrının iradesine göre şekilleniyor insana
düşen rol ise boyun eğmek, rüzgârda savrulurcasına olup biten her şeyi kabul etmek
çünkü insan bu doğanın, bu dünyanın bir parçası. Doğadan ayrı değil bu yüzden de
insan öldükten sonra başka bir âleme gitmeyecek, insanlar öldükten sonra kendi
bedeni doğaya karışacak ve dönüşecek çünkü insan doğanın bir parçası.
İnsanın başına ne gelirse gelsin, ölüm bile gelse bu tanrısal iradenin bir yansıması
olduğu için insan buna boyun eğmek zorunda. Ölümden korkmak da onlara göre çok
saçma. Çünkü ölümün kendisi kötü bir şey değil çünkü ölüm de tanrıdan geliyor. Kötü
olan şey bizim sadece ölüm hakkındaki düşüncelerimiz. Eğer dünyayı tayin eden, yön
veren o tanrısal us bizim için ölümü uygun gördüyse bize düşen onu kabul etmek ve
onun makul bir sebebi olduğunu varsaymaktır.
Bu düşünce ise yazgıcılığa kapı aralıyor. Her şeyi olduğu gibi kabullenmek ve itiraz
etmemek. Bunu da mutluluğun formülasyonu olarak sunmak.
Stoacılara göre insanın yazgıları önceden belirlidir. İnsanın başına ne geleceği,
insanın hangi olaylarla karşılaşacağı önceden belirlidir ve bu tanrısal bir belirlenim
olduğu için insan bu yazgılarını sorgusuz kabul etmek zorundadır. Bu durumda
insanların özgür, köle, efendi, zengin ya da yoksul olmalarının hiçbir ehemmiyeti
yoktur çünkü bu da yazgıyla belirlenmiştir.
Bu konuda köle Epektetos şöyle der: Sen bir oyundaki basit bir aktörsün, yazar seni
nasıl yazdıysa öylesin. Rolün uzun ya da kısa olabilir belki bir dilenci belki bir kral
belki de sıradan bir vatandaş rolündesin. Senin görevin sana verilen rolü layıkıyla
oynamakken senin rolünü seçmek başkasının görevidir, yani tanrının görevidir. O
halde olayların gidişine müdahale etmek tanrının iradesine ortak olmak anlamına gelir
ki bu da haddi aşmak demektir. İnsanoğlu başına gelen her musibeti hoşnutlukla
kabul etmeli ve bunu öğrenmelidir. Hatta ölüm ve belalar bizim kontrolümüz dışında
meydana geldiği için biz onları vakur bir edayla karşılamak durumundayız stoacılara
göre.
Bir başka stoacı Seneca, başına ne gelirse gelsin sanki tam da onun olmasını
istemişsin gibi ona katlanmalısın der. Eğer her şeyin tanrının iradesine bağlı olarak
vuku bulduğunu bilmiş olsaydın onun tam da öyle olmasını dilerdin bu aslında bizde
tipik olanda hayır vardır düşüncesi. Her ne oluyorsa bu tanrı istediği için oluyordur.
Kaderin buyruklarına boyun eğmek, kayıtsız bir duruş sergilemek erdemli yaşamanın
anahtarıdır stoacılara göre.
Sıkıntılı zamanlar için özellikle kriz anları için iyi bir felsefe. Yöneticilerin işini
kolaylaştıran bir felsefe ve bu felsefe insanlara beşeri tutkulardan uzak tamamen
doğayla ahenkle yaşamı nasihat ediyor.
Stoacılığın aslında kalbi toplumun arzularıyla bozulmamış bir insan doğası ve bu
doğayı aramaktan ibaret.
Her ne kadar savunduğu öğretiyi kabullenmek konusunda bazı tereddütlerimiz olsa
da bize erdemli yaşam iyi bir yaşam hiçbir zaman statüye bağlı değildir diyor.
İnsanların statüleri ne olursa olsun yine de erdemli yaşama imkânı kendi ellerinde
tutmaktadırlar. Oysa bizler bugün de öyle statüyü peşinen bir otorite olarak kabul
ederiz ve hemen ona boyun eğeriz. Eğer karşımızdaki profesörse onu ilk
tanıdığımızda mutlaka onun çok bilgili, çok âlim ve çok karakterli olduğunu
düşünürüz. Ve bu algı bizim akademimizde de kendisini gösteriyor.
AZİZ SANCAR
Mardinli. 8 çocuktan 7.si hatta 2 tane de üvey kardeşi var. İstanbul Tıp Fakültesini
kazanıyor hatta lisede öğretmeninin etkisiyle kimyacı olmaya karar veriyor. Yakın
arkadaşları biz neden tıp fakültesi sınavlarına girmiyoruz, korkuyor muyuz yoksa
kazanamaz mıyız minvalinde kışkırtınca Aziz Sancar da onlarla beraber tıp fakültesine
sınavlarına giriyor ve hep birlikte tıp fakültesini kazanıyorlar.
Orada biyokimya hocasından çokça etkileniyor 2.sınıfta ve hocanın DNA sarmalını
göstermesi üzerine aslında Aziz Sancar hangi alan üzerine çalışacağına karar vermiş
oluyor. Fakat arkadaşları gibi hekim olmak yerine temel bilimlerle uğraşmayı seçiyor.
Biyokimya alanında çalışan çok sevdiği bir hocası var. Mutahhar Yenson.
Mutahhar Yenson’un da hocası Hitler zulmünden Türkiye’ye kaçan birisi. Bilime katkı
yaptığınız zaman mutlaka karşılığını alırsınız.
Çalışmak istediği hocasına mektup yazar fakat mektupta kendisine maddi destek
verilemeyeceği söylenir. Gitmeyi çok istemektedir ve mektubu tekrar okur. Ve mektupta
gelme dememektedir. Bunun üzerine ABD’ye gider. Orada gidecek yeri yoktur, kalacak,
barınacak hiçbir yeri bulunmamaktadır. Gider gitmez laboratuvarda hocasıyla çalışmaya
başlar. Ve aksam vakti olunca herkes evine gider fakat Aziz Sancar gecesini de
laboratuvarda geçirir. Günler günleri kovalar Aziz Sancar laboratuvarda düşüp kalkmaya
devam etmektedir hatta bir akşam vakti alt katta laboratuvarda bir hortumla duş alırken
güvenlik görevlilerine yakalanır. Hocası bakar ki çok normal birisi değil baş edemeyecek
bir mali kaynak ayırmaya karar verir ve bu durumda Aziz Sancar’ın laboratuvar hayatı da
bir düzene girmiş olur. Mali kaynak ayarlanana kadar Pakistanlı insanların evinde kalıyor.
Akabinde bir eve yerleşiyor. Ve Nobel’e giden yolda çok önemli bulgulara erişiyor ki bu
Nükleotid İkili Kesim Onarım Mekanizması dediğimiz şey. Yani insanın kanser olmasına
yol açacak DNA’sında hasarlı birtakım hücreler varsa bu hücrelerin tedavi edilmesi
gerektiğine ilişkin. Ve çok önemli bulgulara ulaşıyor hatta sadece Allah’ın ve benim
bildiğim bir veriye ulaştım diyor. Hemen ardından bir bilim adamının yapması gerektiği
gibi bu çalışmasını dünyanın en prestij dergisine gönderiyor. Editör, makaleyi incelemeye
alıyor ve hakemlere gönderiyor fakat hakemlerden birisi dönüş yapmıyor. Uzun zaman
geçiyor yine ses seda yok. Sonra sanıyorum ki bekleme süresi dolduğu için dergi
editöründen Aziz Sancar’a yanıt geliyor. Makaleniz reddedildi. Tabi Sancar bu işten çok
işkilleniyor çünkü çok önemli bulgu elde ettiği şey onu Nobel’e ulaştıracak bilimsel veri.
Bunun üzerine işin ardını araştırmaya başlıyor ve enteresan bir şekilde hakem aslında
kendisiyle aynı konuda çalışan bir bilim insanı. Hakemin öğrencisi de Aziz Sancar ile
aynı konuyu çalışıyor ve öğrencisine diyor ki elini çabuk tut böyle bir makale geldi, Aziz
işi götürüyor yani bizim bütün çabalarımız boşa çıkacak diyor. Nitekim Sancar’ın
makalesini o yüzden bekletiyor. Ve Aziz Sancar bu ismin kim olduğunu öğrendiğinde
hemen onunla iletişime geçiyor ve neden böyle bir şey yaptığını soruyor. Gelen cevap
çok enteresan diyor ki Aziz sen çok hızlısın, her işe el atıyorsun pastadan biz payımızı
alamıyoruz. Yani her şeyi sen sahipleniyorsun diyor ve Aziz Sancar bu isimle 20 yıl
boyunca neredeyse hiç konuşmuyor, iletişime geçmiyor. Bu hakem 2015 yılında Aziz
Sancar ve Paul L. Modrich ile birlikte Nobel ödülü kazanan Tomas Lindahl.
Benzer bir çalışma yürüttüğü için Aziz Sancar’ın önünü kesmeye çalışıyor fakat bazı
şeyler buna engel oluyor zaten Aziz Sancar hemen makalesini başka bir dergide hızlı bir
şekilde yayınlatıyor, aslında onların önünü kesmiş oluyor ama Nobel ödülü de alsanız
böyle erdemsizliklerle anılabiliyorsunuz.
Erdemli de olsanız karaktersiz de olsanız bir şekilde Nobel ödülü alabilirsiniz sonucu da
çıkıyor.
Bu aslında stoacıların erdemle kurmuş oldukları, erdemliliğe atfettikleri bu değer Antik
Yunanda görülmeyen bir şey çünkü bu bir kopuş noktası. Antik Yunanda erdemli
yaşamanın ölçütü polise uyumlu olmak ya da polisin siyasal yaşamında söz sahibi
olmak, polise yön vermek. Bu da sınıfsal bir şey ancak yurttaş olursanız polisin
yasalarına gerçek anlamda katkı sunabilirsiniz. Fakat stoacılar erdemliliği bir sınıfa değil
de tamamen insan yaşantısına hasrederek açıklıyorlar.
Erdemli olmanın tek koşulu aslında tanrısalın aklın pratikteki görünümü olarak kabul
ettiğimiz doğada olup bitene uyum sağlamak. Ve dahası insan, doğanın kendisine
verdiğiyle yetinmesini bilmek zorundalar. Kyniklerin temel öğretisi de buydu.
Hatta insanın ne kadar çok mal varlığı varsa kaybedecek o kadar çok şeyi olduğunu
düşünürler ve mümkün mertebe sade bir yaşam arzu ederler hatta yeni köle olan
Epiktetos bir gün gece vakti evinde uyurken bir ses duyuyor. Birilerinin evin köşesinde
bulunan demir lambayı alıp götürdüğünü görüyor. Bunun ardından artık kaygı duyması
gereken demir lambası olanlardır benim şu dakikadan sonra kaygılanmamı gerektirecek
hiçbir şey yoktur diyor. Ve devamında insan hem kendi ruhuna hem de dışarıdaki maddi
varlıklara aynı ölçüde ilgi duyamaz. Ya kendi ruhunu beslemelidir ya da bütün yönelimini
maddi olan şeylere vermelidir der.
Keza özgürlük de biraz böyle. Özgürlük denilen şey insanın hiçbir şeye bağlı olmadan
yaşamasıdır. Ne kadar malvarlığınız varsa özgürlüğünüzün o kadar kısıtlandığını
söylüyor stoacılar.
Hukuk düşüncesinde ise Kikeron önemli rol oynuyor. İnsanı bu düşüncelere sevk eden
şey olarak aklı öne sürüyorlar. Akıl stoacılarda son derece önemli bir yer tutuyor ve
insanı diğer canlılardan ayıran şey olarak da tanrının aklından pay alan canlılar olarak
görüyorlar. Ve bu nedenle sade yaşam tarzını benimsemesi gereken canlılar olarak
kabul ediliyor. Bu tam da bütün insanların ortak akla sahip olması anlamına geliyor. Yani
insanlar tanrısal akıldan pay alıyorlarsa, insan aklı tanrı aklının bir görünümüyse bu
bütün insanlarda ortak olmak zorunda.
*O zaman hukuk denilen şey ne olmalı?
Doğanın ilkeleri.
*Doğa nereden payını alıyor?
Tanrıdan.
*Bu hukuk kimin hukuku?
Evrensel hukuk. Bütün insanların hukuku
Stoacıların doğal hukuku dediğimiz, bütün insanlar için geçerli olan yeryüzünde yaşayan
bütün insanların tabi olması gereken hukuk olarak karşımıza çıkıyor.
Tüm toplumlar bu tanrısal akla uyum sağlayamıyorlar. Öyle zalim zorba yönetimler var ki
bu yönetimlerin koymuş oldukları yasalara hukuk demekten geri durmalıyız diyor
stoacılar.
Hangi yönetim olabilir?
Tiran yönetimi. Peloponez Savaşlarından hemen sonra. Kritias’ın başını çektiği 30
Tiranlık yönetimi.
30 tiran yönetimi bir yasa yapsa biz bu yasayı hukuk olarak kabul edecek miyiz ya da bu
yasanın doğaya, akla uygun olduğunu söyleyecek miyiz diyorlar.
Çoğunluk çalmayı, tecavüz etmeyi, yalan tanıklığı kabul etse buna rıza gösterse bile biz
bunları yasa olarak kabul edecek miyiz diyorlar
Tabii ki hayır.
Nasıl ki cahil ve tecrübesiz olanların halka verdiği ilaçlar reçete olarak adlandırılamazsa
halkın zararına olan yasalar da yasa olarak adlandırılamaz diye örnek veriyor.
Kikeron diyor ki toplumun koymuş olduğu her yasayı geçerli olarak kabul edemeyiz.
Herkes tanrısal akıldan pay alıyor nasıl oluyor da insanlar kötü yasalar yapabiliyor diyor
bunun yanıtını bulmak biraz güç stoacılarda ama en azından şunu da söylüyor yaşanmış
örnekler var. 30 tiranlık yönetimi gibi. Bu tiranların koymuş oldukları yasaları geçerli
olarak kabul edecek miyiz? Yasa diyecek miyiz?
Kaynak olarak bütün insanlar tanrısal akıldan pay alıyorlar fakat muhakeme güçleri
bakımından eksiklikler var. İnsanların yaşantıları boyunca her ne kadar tanrısal akıldan
pay almış olsalar da konuların sebeplerini ve sonuçlarını idrak etme kudretine eşit
şekilde sahip değildirler. Bu muhakeme eksikliği de aslında insanların zaman zaman kötü
yasalar yapmasına yol açar. Cahil ve bilgisiz olan insanların yapmış olduğu yasalar
ifadesini de kullanıyorlar.
Buradaki cehalet ve bilgisizlik aynı zamanda tanrısal aklı doğru okuyamamış olmaktan
kaynaklanan bir cahillik ama yine de adalete uygun olmasa da bir yasayı geçerli
tanımanın sakıncaları yok mu?
Bu pozitivistlerin özellikle doğal hukukçulara getirdiği en temel eleştirilerin başında gelir.
Alaaddin Şenel Siyasal Düşünceler Tarihi kitabında, Kim bilir kaç erdemli insan çıkarmış
olduğu yasalar çok iyi olmasına rağmen demagogların yüzünden tiran olarak
adlandırılmış ve bu nedenden isyancılar tarafından ölüme götürülmüştür der. Aslında
burada bir sakıncayı dile getiriyor. Biz doğaya uygun olmayan yasayı ya da bir tiranın
çıkarmış olduğu yasayı kabul etmemeliyiz diyorlar o zaman da bir kimse bir yasanın kötü
olduğundan dem vurarak o yasaya itaatsizlik gösteremez mi sorusu ortaya çıkıyor.
Bunun kriterini kim bildirecek, adalet denilen şeyin burada rölatif bir değer olmasıyla
yüzleşiyoruz.
Örneğin af yasasının adil olmadığını savunan birisi bu yasalara itaat edilmemesi
gerektiğini düşünmez mi? Bu da aslında toplumsal düzeni bozmaya yönelik bir eylem
olarak görülemez mi? Ve hatta insanları isyana teşvik etmez mi? Buradaki sorun şu:
Bir kriter koyuyor stoacılar. Doğaya uygunluk, akla uygunluk, adalete uygunluk ama bu
uygunluğu tespit edecek olan kim? Bütün insanlar aynı doğanın parçası olsa da yasanın
adalete uygun olması ve uygun değilse geçersiz olmasını söylemeleri birazcık toplumsal
düzen açısından sorunlu görünüyor. Mesela bunun günümüzde bir karşılığı var elbette.
Hitler döneminde uygulanan bir yasa daha sonra kurulan mahkemeler tarafından
geçersiz kabul edildi.
O halde adaletin ölçüsü doğanın bize bahşettiği bütün ortak kavrayışa, ortak akla uygun
hareket etmek.
Ortak bir akla olmanın tabii en belirgin sonucu bütün insanların tek bir evrensel hukuk
çatısı altında toplanması. Bunun elbette Makedonya’nın bir imparatorluk, bir büyük
devasa evrensel bir devlete dönüşme arzusunun da olduğunu söyleyebiliriz.
Stoacılığın tarihsel olarak çıktığı zamana bakarsak Hristiyanlığın yayılma zamanına
tekabül eder. Hristiyanlıkla belirli noktalarda stoacılık doktrini örtüşür. Mesela
Hristiyanlıkta Aziz Pavlus’un şöyle sözleri var: Artık ne Yahudi ne Yunanlı ne köle ne
özgür insan ne kadın ne erkek var. Herkes İsa’da birleşir diyor. Bütün insanlar için
erdemli hayat sürmenin tek yolu İsa’da birleşir diyor. Stoacılık için de öyle. Bütün insanlar
için erdemli hayat sürmenin tek yolu kadere boyun eğmek. Var olanı olduğu gibi kabul
etmek. Bu benzerlikler dolayısıyla stoacılığın Hristiyanlık çatısı altında daha geniş
kitlelere ulaştığını söyleyebiliriz.
Yapılanmaları
Feodal beyin büyük bir malikânesi var bu malikânede evi var, tarım ürünlerinin
depolandığı ambarlar var, hayvanların kaldığı büyük barınaklar var.
Tarım arazisi ise ikiye ayrılıyor
1- Feodal beyin demesnesi yani tarlası
2- Bu tarlalarda çalıştırdığı işçiler bunlar da bağımlı köylüler yani serfler
Bu bağımlı köylüler bu arazilerden elde ettikleri ürünü bir bölümünü feodal beye vermek
zorundalar buna ayni rant adı veriliyor.
Feodal beyin büyüklüğünde işçi sayısı önemlidir.
Zenginliğin ölçütü ise tarım ürünlerinin çokluğudur.
Feodal beylerin kendi aralarındaki mücadeleleri toprak elde etmeye yönelik değildir daha
ziyade birbirlerinin serflerini kazanmaya yönelik mücadeleye girerler. Ve aslında üzerinde
serflerin olmadığı toprağın da değersiz olduğunu söyleyebiliriz.
Köylüler ailesiyle birlikte sadece feodal beye hasat sağlamak durumunda değil aynı
zamanda feodal beyin günlük ihtiyaçlarını da karşılıyor. Temizlik, tamirat işlerini yine
köylüler yapıyor.
Bütün kamusal alanlar feodal beylere ait olduğu için köylüler bu alanları kullanma
karşılığında da feodal beye bir ücret ödüyorlar. Kiliseye karşı da sorumlulukları var. Her
köylü hasadın 1/10unu mutlaka kiliseye vermek zorunda. Buna da Kilise Ondalığı adı
veriliyor.
Eğer ayni rant gecikirse yani feodal beye ödemesi hasadı ödemezse veya bir köylü
angaryayı yerine getirmek hususunda tembelleşirse, feodal beyin gündelik işlerini
yapmazsa derhal feodal beyin mahkemesine çıkarılıyor. Burada bütün hukuki ilkelerin
ortadan kaldırıldığını görüyoruz çünkü feodal bey karşıdakini suçlayan kişi aynı zamanda
yargılayan kişi aynı zamanda infaz eden kişi konumunda. Bunun en kötü tarafı feodal
bey yargılama esnasında dahi kendince bir kural koyabilir yani suç işlendikten sonra
eylem gerçekleştikten sonra dahi kendisi bir kural koyup o kurala göre serfi yargılayabilir.
Dolayısıyla bu yargılamanın tamamen prosedürel bir işlem olduğunu zannediyoruz.
Feodal beyin bunu yapacak gücü ordularından geliyor.
Serfler, kişisel özgürlüklere sahip değiller. Efendileri tarafından dilediği gibi alınıp
satılıyorlar. Kendilerine ait malvarlıkları yok. Feodal düzende modern hayattan farklı
olarak bütün ilişkiler yüz yüze yani insanlar birbirlerini yakın olarak tanıyorlar ve anlamda
bir malikâne içerisinde hem yasa koyucu hem yargıç pozisyonunda feodal bey var ve o
da yerine göre bir kişiye yönelik olarak da serfe yönelik olarak da yasa koyma kudretine
sahip. Ve burada bölünmüşlük çok fazla. Bir feodal bey size başka bir yasa
uygulayabilirken başkası için başka bir yasa koyup ona farklı bir hüküm getirebilir.
Orta Çağ’da bölünmüş bir toplum yapısı var
Orta Çağ’da bölünmüş bir hukuk sistemi var.
Ve bunlar tamamen Feodal Bey’in tekelinde.
Kırıkkale’de bir feodal bey var. Dilediği şekilde kural koyup uygulama yetkisine sahip
çünkü ordusu var. Keskin’de başka bir feodal bey var. Bu feodal bey kendi kurallarını
koyup uygulamakta özgür. Bölünmüş küçük toplumlar. Büyük imparatorlukta bu feodal
beylere mümkün ölçüde karışmamayı tercih ediyor çünkü var olan bir sistem. Bir isyanın
çıkma ihtimali yok. Serfler isyan ettiği zaman feodal beyler o isyanı bastıracak silahlı
güce sahip.
10.hafta 25 Kasım
Adalet iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Adaletin kusursuz versiyonunu tanrı sağlayacaksa, adaleti sağlayacak tanrıysa, tanrı
kötü bir şey yapabilir mi? Adaleti kötülük olsun diye yapabilir mi?
Adalet iyidir. Çünkü tanrı kusursuzdur.
İyi nedir?
Ceza. Tanrı ceza verir. Zarar doğurur. Tanrının verdiği zarar kötü mahiyette olabilir.
İslami teolojiye göre tanrı gayet kötülüğün müsebbibi olabilir ama Hristiyan teolojisine
göre tanrıdan kötülük gelemez.
Augustinus
4.yyda yaşamış bir teolog ve filozof. Bir din adamı. Bir papaz.
Kilise babaları diye bir ekip vardır Hristiyan camiasında öyle anılırlar. Bir kilise babası.
Birçok orta çağ uzmanı orta çağ felsefesini Augustinus ile başlatıyor. Bunun temel nedeni
Augustinus ’un Hristiyan düşüncesi için bir model oluşturması ve nerdeyse tüm orta çağ
felsefesinin programını belirlemiş olması.
Antik yunanı günümüze bağlayan duraklardan birisi roma devleti. Roma devleti
feodalizmin ilk çıkış hatlarını okuyoruz. Roma devletinde orta çağın başlangıcına tanıklık
ediyoruz. Buradan bakınca Augustinus ‘un etkisi Thomas Aquinas diye bir başka kilise
babası, filozofu 13.yyın sonlarında Hristiyan felsefesine damga vurmaya başladığı
döneme kadar sürecek. Augustinus ‘un felsefesi çok uzun bir süre orta çağa hâkim
olmuş, Hristiyanlık konusunda en çok referans alınan düşünceler Augustinus’a ait.
Orta Çağ’ı savaşlarla, ruhban baskısıyla ve dinin ön planda olmasıyla tanıyoruz.
Augustinus aynı zamanda yunan felsefesiyle Hristiyanlığın yüzyıllarca devam edecek
olan tanışmasının da başında yer alan kişi. Platon’u yunan felsefesinden aldığı gibi
getiriyor ve bunu Hristiyan düşüncesine uygulamaya başlıyor.
Ahlak felsefesinin en arkheik görünümü iyi ve kötünün tespit edilmesi çabasıyla başlıyor.
İyi nedir? Kötü nedir? İnsanların bunu bulması lazım.
İnsanları varoluşlarına göre, yaşına, ırkına, etnik kökenine göre değil davranışlarına göre
insanların iyi ya da kötü olduğunu söylüyoruz.
O zaman davranışların iyi ya da kötülüğünü onlara kazandıran nedir?
Bunu kavramak biraz kötülüğü kavramaktan geçiyor. Mesele zarar konusunda çok yakın
bir tanım yaptık. Zarar yoksa adaletsizlik yok, zarar yoksa kötü yok. Zarar bu konuda
güzel bir köşe taşı. Ama Augustinus’un yapmak istediği şey farklı.
Kötülük problemi üzerine felsefede 6 ayrı çözüm ya da açıklama önerisi ileri sürmüş.
Platonculuğun orta çağda ortaya çıkan hali Neoplatonizm. (Augustinus ‘ta
görülür.)
İyimserlik ve Tutarlılık Görüşü (Gazali’de görülür.)
Manikeizm (Bilinirciler, Gnostik)
Dindar Rasyonalizm (dindarlar ve akılcılar)(Kant’ta görülür.)
Pesimizim ( Arthur Schopenhauer)
Kötülük problemi yoktur. (Hobbes ve Rousseau’da görülür.)
Augustinus’un kendine ait bir kötü ve günah kavramına ulaşmak için kendisine kadar var
olmuş belli başlı görüşleri incelemesi, onları tetkik etmesi gerekiyor. Ki ne eksik ne fazla
bunları görsün.
Bu kişi bir papaz bunu unutmayalım. Bu kişi Hristiyanların kötü kavramına, Hristiyanların
günah kavramına, Hristiyanların tanrı kavramına inanıyor. Artık antik kavramda
gördüğümüz çok tanrıcılık, puta tapanlık gibi şeyler yok. Burada kötülük probleminde bir
sorun ortaya çıkıyor.
Tamamen Augustinus’un sorularıdır. Kartezyen diyor.
Tanrı diyor bizi kötülükten ve acıdan korumak istiyor mu? Başlangıç sorusu bu.
Evet, cevabı veriyorlar.
Ama bunu yapmaya gücü mü yok?
Eğer gücü yetmiyorsa tanrı güçsüzdür ya da kesinlikle her şeye gücü yeten
değildir.
Her şeye gücü yetiyor ama bizi kötülükten korumak istemiyor mu?
Eğer öyleyse kötülükten korumak istemiyorsa kötüdür ya da tam veya mutlak iyi
değildir.
Hem gücü yetmiyor hem istemiyor mu o zaman onu tanrı diye çağırmak saçma
olur.
Hem gücü yetiyor hem istiyor mu ki evet diyeceksiniz. O zaman niye kötülük var?
Buradan yola çıkıyor. Bu sorular çerçevesinde Augustinus’un kötü ya da günah
kavramını açıklaması lazım. Eğer her şey gibi kötülük kaynağını karşıtından alırsa,
kötülüğün karşıtı tanrıdan alıyorsa. Tanrı kötü demektir. Kaynağını tanrıdan alıyor. Parça
bütün ilişkisi var. Tanrının bir karşıtı varsa daha da ilerisi tanrı da diğer şeyler gibi sonlu
bir varlıktır. Sebebi bir şey bir şeylerle karşıtlık içindeyse o şeyler sonludur diyor. Yani bir
sınırı vardır. Sınırı da karşıtına kadar dayanır, orada sınırlanır.
Augustinus bunlara inanmayı reddediyor. Kötülük problemini şöyle açıklamaya çalışalım.
Eğer kötülük varsa ve tanrı her türlü var olanın nedeniyse Hristiyan inanışındaki tanrı
düşüncesiyle Augustinus’un kötülük kuramı arasında çelişkiler doğuruyor çünkü Hristiyan
düşüncesinde olduğu gibi tanrının sonsuz, ebedi, ezeli ve iyi olduğunu kabul ediyor
Augustinus. Her türlü iyiliğin tanrıdan gelmesi gerekiyor. Bütün yaratılanlar iyidir diyor.
Çünkü tanrı iyidir. Tanrıdan gelen hiçbir kötülük yoktur diyor. Bu durumda nasıl oluyor da
dünyada kötülük ve günah var olabiliyor, kötülük ve günahların kaynakları nelerdir?
Bunlara cevap bulması zorunlu. Çünkü ya imanından olacak ya da aklını bunlara cevap
verebilecek rasyonel bir doğrultuya sokması gerekiyor. Burada inancıyla aklı arasında bir
savaş yaşıyor.
Bu soruların cevabı Hristiyanlığın ve Augustinus’un felsefesinin temellerini oluşturuyor.
Tanrı Şehri kitabı bu sorunla başlıyor. İyilik kötülük problemiyle.
İtiraflar kitabında da en vurucu kısım bu sorunu nasıl aştığı üzerinedir.
Kendinden önce bu sorunlara ne gibi cevaplar verilmiş ona bakması lazım. Çünkü önceki
kuramlar doğruysa kendi kuramı savunulamaz ortaya koyduğu kuram da geçersiz hale
geliyor. Bir kanaati var bu kanaati öncekilerle uyuşmuyor onları çürütmesi lazım.
Kimlerden etkilenmiş?
Parmenides var. Platon var. Manikeistler var.
Bunların kötülük kuramını açıklarken Augustinus tarafından nasıl aşıldığını anlamaya
çalışalım.
Parmenides’e göre yokluk var değildir. Varlığın içinde çokluk ya da çokluklar yoktur.
Varlık varlıktır. Varlığın içinde yokluklar olabilir mi? Kötülük dediğimiz şey bu durumda
varlığın içinde bulunmayacaksa yoktur. Yani kötülük dediğimiz şey varlık değildir. Varlıkta
ve var olanda ne yoklukta eser bulabiliriz ne de kötülükte. O zaman yokluk olarak kötülük
düşünemeyiz. Yokluk düşünülemez bir şeydir. Düşünülemeyen ise var değildir. Yok olanı
düşünemeyiz. (Kötülük gitti)(Çünkü biz yokluğun ve kötülüğün ne olduğunu bilmiyoruz)
Platonda mükemmel ve değişmeyen formlar evreni var, idealar evreni var. Mükemmel
olmayan ve değişen de maddesel bir dünya var. İnsan ise hem akılsal hem ruhsal hem
de fiziksel bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir ifadeyle ruh ve maddenin birleşimi.
Ruh insanın iyi parçasıdır. Kötü parçası bedenidir. Böylece düalizm (ikicilik) üzerinde
temellenir Platon. Hem insanın iyiliği kötülüğü anlamında ruh ve beden ayrımı bir ikililik
hem de idealar evreni maddi evren ikililiği. İkiciliğe göre ruh dediğimiz şey bedende hapis
hayatı yaşar. Mahpustur. Madde dediğimiz şey ruhun hapishanesidir. Madde iyinin karşıtı
mükemmel olmayanın kaynağını oluşturuyor. Yanlışlık ve kötülük iyinin mutlak
yokluğundan geliyor. İyilik dediğimiz şey kötülüğün yokluğundan, kötülük dediğimiz şey
iyiliğin yokluğundan ibaret. İyi ideasında bulunan her şey doğru ve gerçektir. Parmenides
gibi yokluğun yok olduğunu, yani yokluk var değildir önermesine saplanmış gözüküyor.
İyi ideasında bulunan tüm şeyler doğru ve gerçektir.
Mağara alegorisinde güneş gerçeğin ve hakikatin ışığıydı. İyi ideasındaki her şey
doğrudur.(denklem tuttu) Bu anlamıyla kötülük ve yanlışlık akılsal, ruhsal dünyada var
olamaz buna karşılık duyular dünyasında yanlışlık ve kötülük vardır çünkü orada iyi
ideasının eksikliği vardır. Biz mağarada hapistik. İyi ideası bize kadar gelemiyordu. Biz
yanan odunun ışığının gölgesini görebiliyorduk. Kötülük ruha karşı bir şey değildir.
Duyular dünyasında yanlışlık vardır. Kötülük yoksunluk ve eksikliktir.
Manikeizm de ikiciliği kabul ediyor. Bununla birlikte evreni iyi ve kötü ya da aydınlık ve
karanlık kavramlarının veya tözlerinin birlikteliğiyle açıklamaya çalışıyor. İkicilik iki ilkenin
birbirine olan karşıtlığı. Aydınlık ve karanlık her şeyi yaratan temel güçler. Karanlık ve
kötülük yeryüzünü yöneten bir töz olarak tanrıdan geliyor. Manikeizme göre kötülük
yapan günah işleyen insan değil. Tanrıdan geliyor. İnsanın içinde bilmediğimiz bir başka
yapıda varlık var tanrının yol açtığı. Kötülük ve günah biz insanlara ait değil tanrıya ait.
Tanrıdan gelip bizim içimize yerleştirdiği bir töz.
(Tanrıdan gelen her şey iyiyse insanın içinde kötü bir töz olabilir mi bu sebebiyle
Augustinus ve Hristiyan düşüncesine uymuyor)
Eğer tanrı iyi ve yarattığı her şey iyiyse ve tanrı her şeyi yarattıysa o zaman kötülük
nereden geliyor?
Bir insana kötülük öğretilebilir mi?
Kötülüğün öğreniminde eğitimin ne çeşit önemi var diyor Augustinus. Ve eğitim ona göre
iyi bir şey. Bu yüzden eğitim iyi bir şeyse öğretilemez çünkü kötülük ve günah
öğretilebiliyorsa kötülük eğitimin bir parçası olur eğitim de kötü olur. Ama eğitim iyidir.
Kötülük öğreten öğretmen olamaz. Öğreten kötüyse öğretmen değildir. Öğretmen iyidir.
(Kötünün içinde iyi bulunabilir çünkü iyi her yerdedir. İyiyi tanrı yaratır. Kötülük
kesinlikle ve kesinlikle iyiye katılamaz. Çünkü iyi olan her şeyi tanrı yarattı ve
tanrının yarattığı bir şeyde kötülük olamaz.)
Arzu, şehvet, ihtiras, nefis kötülüğün nedeni olabilir mi? Arzu veya şehvet her türlü
günahta veya kötülükte temel element gibi görünüyorsa da Augustinus bu problemi daha
da irdeleyerek arzunun arkasında ne olabileceğini arayıp bulmaya çalışıyor bir başka
deyişle insanın arzu ve nefsinden daha güçlü bir şey olabilir mi?
Augustinus aklın bedenin arzularından daha üstün olduğunu kabul ediyor. Akıl arzudan
daha güçlüdür diyor, buna inanıyor çünkü o diyor doğru ve haklı olduğundan arzuyu
yönetmelidir. Akıl doğruyu görebilen tek şey olduğundan günah veya kötülüğün nedeni
ve kaynağı olamayacaktır. Eylemlerimizde aklımızı mı tutacağız arzularımızı mı? Buna
karar veren mekanizmamız ise irademizdir.
Akıl doğruyu görebilen tek şey olduğundan günah veya kötülüğün nedeni ve kaynağı
olamaz. O zaman bize istemcil yani iradenin seçimiyle günah ya da kötülük yaptığımızı
akıl gösterecek. Eğer özgür iradeye sahip olmasaydık günah işlememiz mümkün
olmayacaktı. Tanrı bizi yargılayacaksa neden bize özgür irade veriyor? Zaten iyi ya da
kötü olma konusunda bir tercihimiz olmasaydı iyi ya da kötünün ne değeri kalır ki. Herkes
iyi olursa tanrının cennetine gitmenin ne önemi olur.
Günah ve kötülük yaparız sebebi kendi özgür irademizdir. Dünyada günah veya
kötülüğün doğrudan nedeni ve kaynağı bireysel iradedir, kişisel istençtir. Evrenin
kendisinde bir kötülük bulunmaz.
Beni kapalı bir odaya koyun. Etrafımda duvarlar ve ben varım. Ben orada iyi veya kötü
biri olabilir miyim? Seküler düşünürseniz benim bir odada iyi veya kötü davranışımın var
olabilmesi için bunun birine karşı gerçekleşmiş olması lazım. Seküler anlamda iyi veya
kötünün kaynağı insanlar arasındaki davranışlardır. Ve burada verilmiş olan bir karar bir
iradi bozukluk olmak zorunda. Kapalı odada kendinize zarar verirseniz de bir iradi
bozukluk olur. Sadece bedenen değil ruhen de zarar görebiliriz. Kötü şeyler düşünmek
gibi. Bunlar davranışa dönüşmek zorunda da değildir.
Evrenin kendisinde salt kötü şeylerin olmaması ama bireyde bulunması 2 şekilde karşılık
buluyor.
İnsanlara karşı seküler anlamda.
İnsanlara, kendimize ve evrene karşı tanrısal anlamda.
Ama her halükarda irademizin ürünü.
Evrenin kendisinde kötülük yok. Bireyde kötülük var. Bunun nedeni de kişinin kendi
hatası, hatalı seçimi, doğru irade sergileyememesi.
Tanrı eğer ruhu yarattıysa ruh niye yanlış yapar?
Özgür istencin insana verilmiş olmasının nedeni insanın özgür irade olmaksızın da
doğruyu ve yanlışı bulamayacak olması. Ruhun içinde iradenin hata yapabilir bir
mahiyete sahip olmasının sebebi tamamen doğruya ve yanlışa sizin kendinizin bulması
gerektiği. Tabi ki burada ışığınız, yönünüz tanrı olacak. Rehberimiz tanrı olacak. Çünkü
insan mutluluğu, doğruluğu ve adaleti bulmak için özgür istence sahip olacak. Onu da
özgürce kullanacak. Günah öznenin ruhundaki istencin özgür seçimi sonucu olduğuna
göre özne sorumlu birey olarak kendisine, topluma ve tanrıya karşı sorumlu.
Platon’un duyulur âlem, duyumsanabilir âlem ve idealar âlemi ayrımının yerini
Augustinus ’ta yeryüzü devleti ve tanrı devleti (göksel devlet) alıyor.
Platon gibi Augustinus da ortaya koyduğu ideal devlet tasarımında yazılı olmayan gerçek
adaleti yani yasalar üstü bir yasadan bahsediyor. Bu düşünce üzerine kuruyor. Yani Grek
logosundan Hristiyan logosuna geçiyoruz.
Platon insanın iyi ideasına ulaşabilmek için ve iyinin doğasını anlayabilmek için uzun bir
yol yürünmesi gerektiğinden bahseder. Mağarada birileri geliyordu, eğiticiler. Eğiticiler
kötü olamaz. Yol uzun ve acılıydı, dikti, zorluklarla karşılaşıyorduk. Uzun yolun
Augustinus düşüncesindeki karşılığı dinsel motiflerden örülü bir amaca tekabül ediyor.
Yani üst düzeyde bir noktaya yetişmiş olsa da hiçbir devlet ya da iktidarın insanın
mutluluğa erişebilmesine ya da mutluluğa duyduğu özlemi gideremeyeceğini savunuyor.
Zira gerçek mutluluk tanrıya inanmak, ona güvenmek ona sığınmakla mümkün olabilir.
Tanrı devletine doğru yolculuk edenlere doğru bir yolculuk yapabilmeleri için bu sebeple
eşlik eden kilisenin dünyevi yaşamdaki aktif ve siyasi rolünü referans olarak gösteriyor.
Bu sebeple siyaset felsefesi Augustinus için her ne kadar bu dünyadaki toplumsal bir
uzlaşmayı ifade ediyor ya da onu sağlamayı hedefliyor olsa da buradaki siyasi hayat öte
dünyadaki mutluluğa, saadete varıncaya kadar eşit. Yani burada birbirinizi yemeyin. 3
kişi olursak birbirimizi yemeyiz ama 1 milyon kişiysek birbirimizi nasıl yemeyeceğiz?
Nasıl kötülük yapmayacağız? Bizi birinin yönetmesi gerekmiyor mu? Bizim burada nasıl
yönetileceğimize dair siyasi öngörülerden oluşan bir teori bir felsefe önemli. Dünyada bizi
yönetecek bir çoban olmazsa ya da tanrısal otoritenin temsilcisi olarak kilise bulunmazsa
biz nasıl iyi geçinebiliriz? Çok günah işleriz ki tanrının devletine kimse varamaz. O uzun
yolda platonda eşlik edenler burada dünyevi otorite ve kilisedir.
Tanrı devletinin felsefi polemikleri konusu başlıca platonun öğretisi neoplatonizm ve
Kikeron’un şüpheciliği ve stoa okulu ve bunların bütününden tekerrür etmiş bir yapı
oluştur.
Böylece biz Platoncu evren anlayışıyla stoacı ahlak ve siyaset görüşünü karıştırmak
sonrasında da Hristiyanlaştırmak suretiyle hakiki devlet ve hakiki adaleti bulmak için
çalışıyoruz. Augustinus bunu tanrı devletinde buluyor.
Augustinus için tanrı devlet anlayışı dünyevi olanla ruhani olanı, kiliseyle devleti ya da
daha somut bir biçimde söylenecek olursa Hristiyanlıkla romayı bir tutan anlayışın
karşısında.
Neden?
Augustinus’a göre iyilik ve kötülük, tanrısallıkla şeytanlık, benlik sevgisiyle tanrı sevgisi
bir arada bulunuyor aslında. Bir arada bulunuyor derken dünyevi devletle yeryüzündeki
bütün devletler dolayısıyla roma imparatorluğu tek başına kutsal değildir. Roma
imparatorluğunun içinde iyilik de bulunur kötülük de.
Augustinus için adalet önemli çünkü ona göre devletin esas varlık sebebi adaleti
sürdürmek. Yani 1 milyon kişinin birbirine zarar vermeden, kötülük yapmadan iyilik içinde
yaşamasının yolu adaletten geçiyor. Adaleti doğrudan yeryüzünde tahsis edecek olan
yeryüzü devleti. Adalet dediğimiz şey temel bir ilke. Zira insanlar dış dünyayı, dış
dünyada olup bitenleri adalet ve iyilik gibi ilkeleri merkeze alarak gerçekleştiriyor
dolayısıyla ona göre Kikero adaletsizliğe karşı adaletin nedenlerini büyük bir kesinlikle
savunmuş savunmasına ama onun yaptığı tanımlamalardan hareketle Augustinus
adaletin olmadığı yerde hukuktan, hukukun olmadığı yerde ise devletten söz edilemez
diyor.
Augustinus’a göre adalet dediğimiz şey
Herkese, her bireye kendisine ait olan şeyi verme erdemidir.
Bunun bizdeki karşılığı o onun hakkı değildir ya da birine hakkını vermek diyoruz. Nush
ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir diyoruz herkese ona
düşeni ver diyoruz.
İnsan adaletini, erdemden nasibini almamış saygı bilmez ruhlara hizmet ettirmek için
insanı hakiki tanrının yerine koyan adalet olarak tanımlayabiliriz.
Tanrının yerine koyulan adalet, adalet olmuyor çünkü tanrıya itaat etmeyen insanda
adalet olamaz. En üstün adalet tanrıya itaat etmeyen insanın ruhu bedenine aklı da
kötülüğe hükmedemez diyor. Augustinus’a göre adaletin yegâne kaynağı tanrıdan geliyor
ama adaleti sergileyecek olan birey, kişi. Bireylerde adalet duygusu yoksa birbirine
benszer insanların bir araya gelerek oluşturduğu ülkede adalet olabilir mi? Parça bütün.
Dolayısıyla bu durumda birçok insanı bir araya getirip onlardan halk elde edebilmenizin
yolu adaletten geçmek zorunda. Böyle bir halkın varlığında devlet dediğimiz şey ortaya
çıkmaz diyor Kikero ’ya göre devlet, bir hukuk düzeni ve ortak fayda kavramı üzerine
irtifak etmiş olan insanların topluluğu anlamına geliyor. Yine Kikero ‘ya göre hukukun ve
kamu menfaatinin bulunmadığı yerde de devletten bahsedemeyiz.
Augustinus devleti, adalet ve hakkaniyet olarak yorumlamakta. Kikero’nun derdi bir
cumhuriyet kurmak. Augustinus’un verdiği cevap ise sen dünyada bir cumhuriyet
kuramazsın. Çünkü bunu dünyada yaratamazsın. Augustinus’a göre tanrı yasası ahlak
ve adaletin temel prensibidir. Pozitif yasalar ise zamana ve mekâna göre ihtiyaç
durumuna göre değişebilir, insan evrensel bir şey koyamaz ortaya. Koyabilse adaleti de
kendisi getirir bu yönüyle pozitif yasa içinde kusur barındırır. Pozitif yasanın kusurları
ilahi yasa, tanrı yasası doğrultusunda düzeltilecek.
Augustinus pozitif yasayı, doğal yasanın bir tezahürü olarak görüyor. Yani doğa
yasasının.
Hiyerarşik yapı: Tanrı yasası > Doğa yasa > Pozitif yasa
Kikero’yu referans olarak doğa yasasını ezeli, değişmez ve evrensel yasa olarak
görüyor. Tanrı yasası için de aynısını söyledik zaten doğanın da yaratıcı kim? Yasanın
değişmez oluşu ise onun hakikat, adalet ve bilgelik olmasından kaynaklanıyor.
Doğal yasa, doğa yasası tanrının ezeli yasasıdır. Bir de bunun dışında insanın kendini
koruma yasası vardır. Özetle Augustinus’un insan ilişkilerinde adaleti açıkça ikinci planda
tuttuğunu görüyoruz. Sizin yarattığınız adalet sizin ilişkilerinizde ancak ikincil planda
bulunabilir çünkü gerçek adalet tanrısal adalettir diğer bir deyişle tanrıdan gelen adalet
gerçek adalettir. Adalet terakkisinin başlangıcı ve sonu tamamen teolojik yani antik
yunandaki farklılığı daha net görebiliyoruz. Sanki doğadan ve toplumdan çıkartmaya
çalışıyorlardı. Genel kamu dersinde görüldüğü gibi roma devletinde Kapadokya’da
Pavlus orada bir şeyler karalıyor, bunların bir ulaşım süreci var o süreçte adamların
peşlerine düşüyorlar. Kör topal hayatta kalmaya çalışıyorlar. Böyle bir süreçten geçmiş
ve bu sürecin neticesi ne olmuş, o dünyevi doğal köklerine adalet kavramına
değişmesiyle noktalamış. Iustinianus Platon’un okulunu kapatıyor. Felsefe yerine
paganizmi öğretiyorsunuz diyor. Çünkü adaletin mahiyeti tanrının bilinmesi ve onun
sevilmesinden ibaret. O yüzden teolojik. Diğer yandan adalet dediğimiz şey
Augustinus’un ortaya koyduğu şekliyle insanın yeryüzünde tam olarak ulaşabileceği bir
şey de değil.
Adalet dediğimiz şey mükemmelleştirilmiş iyiyse tek mükemmel varlık tanrıdır.
Augustinus diyor ki tanrı yağmurunu hem iyiye yağdırır hem kötüye. Varsa bir musibet bir
nasihati tutmamışsındır. Tanrıdan kötülük gelmez. Ondan gelen cezanın kötülük gibi bir
mahiyeti olamaz çünkü ondan gelen ceza öğreticidir. Ders çıkarman gerekir. Ders veren
iyidir. Eğitim iyidir.
11.Hafta 2 Aralık
900 yıl boyunca Augustinus’un fikirleri Avrupa’yı etkileyecektir. Sonra Thomas Akınsa
hem siyaset felsefesi hem ilahiyat anlamında hem hukuk felsefesi anlamında Avrupa’daki
düşün dünyasını değiştirir.
Avrupa’nın 11-12. Yıllarındaki hallerinde savaşlar var. İmparatorların baskıca yönetimi
hâkim. Hristiyanlık hâkim. Kilisenin üstünlüğü söz konusu. Papa yeri geldiğinde kralı
görevinden alabilir, krala taç giydirir.
Batı roma imparatorluğunun 5.yydaki yıkılışının hemen ardından kilise dediğimiz kurum
yapı olarak değil kurumsal olarak kilise, Avrupa’daki tek örgütlü kurum.
Buradan ne anlıyoruz?
Feodal yapıyı biliyoruz. Feodal yapı parçalı bir yapı. Parası olan, toprağı olan, adamı
olan herkes bir şeyini alan kaptan mı diyorlardı. Öyle bir mevzu var. Parçalı da bir yapı
görüyorsunuz. Bu sırada toprak bağışlarıyla gitgide zenginleşen kiliseden söz ediyoruz.
Ve bunun tepesinde papalık denen kurum zamanla doğu roma imparatorluğundan
bağımsız bir halde siyasiye yöneliyor.
Karolenj hanedanlığı papanın elinden taç giyince kutsal roma germen imparatorluğunun
kurulmasıyla kilisenin ağırlığı iyice artıyor. İlk defa bir hanedana papa doğrudan taç
giydiriyor bundan sonra Avrupa’da uzun süre kilise-devlet ve papa-imparator
mücadeleleri göz önüne çıkıyor.
Augustinuscu felsefe, papalığa tanrı devleti kuramıyla o feodal parçalanmanın yapı
içinde üstün bir statü tanıyor. Ve halkın üzerinde egemenliğini meşru kılıyor çünkü o
uzun yol nasıl ki mağara alegorisinde kuklaların zincirleriyle yetinen o mağaranın iniş
çıkışından zorla sürükleyen eğiticiler varsa günışığına çıkarıp gerçeği hakikati göstermek
isteyen, kilisenin işlevi de aynı şeydir. Kilise, başlı başına tanrı devletine ait bir kurum
değildir. Kilisenin içinde ya da organizasyonunda bulunan insanların aralarında tanrı
devletine laik olmayanlar vardır. Ancak kilisenin üstlendiği misyon tanrı devletine
gitmesine insanların kolaylaştırmak için bu insanların gündelik yaşamında gerekirse sopa
kılıç yoluyla adam etmektir ki bu dünyada daha fazla günah işlemesinler diyor.
O zaman buradan kilisenin oradaki üstün statüsünü bir göz önüne getirmeye çalışın.
Dünya üzerinde böyle bir misyonu olan kişi madem tüm insanlık üzerinde bu terbiyeci
rolünü üstleniyor elbette kralın üzerinde de üstleniyor iddiası o, bunu her kral kabul
etmiyor. Egemenliği meşru kılıyor ama bu meşruluğu herkes de kabul etmeyebiliyor.
Katoliklerin evlilik yasağı var. Katoliklerin tek bir eşi olabilir. Papaz erkek zaten. Karısı
yalnızca kilise olabilir. Kiliseden de kadın olarak bahsederler 11.yyda getirilen Gregoryan
Reformları kilise topraklarının verasetle intikal etmesini yani miras kalmasını ve bu
sebeple rahip evliliğini yasaklamış. Kilisenin halktan vergiler alması sağlamlaştırılmış.
İmparatorlar gibi kiliseler de vergi topluyor. Böylelikle kilisenin toprakları parçalanmamış
oluyor. Üst düzey yetkililerin atanmasını imparatorluk görevinden çıkarmışlar, kilise
atıyor. Papalık. Hiyerarşik yapılanmaları da var kilisenin. Seküler kurumlar birbirleriyle
didişirken orası senin burası benim gibi Avrupa’ya yayılmışlar. Hiyerarşik yapıları var
katmanlı. Bu ne demek o, onu yönetir. Kendi yetkililerini kendileri atıyor, toprak elde
edebiliyorlar. Bunlar tüm Avrupa’ya yayılmış devlet gibi. İşte bu sebeplerle kilisenin
feodalizme muhteşem bir ayak uydurduğunu görüyoruz.
İyelik sahiplik demek. De facto ise fiili, fiilen, uygulamada, gerçekte anlamlarına gelir.
Kanuna göre veya hukuki olarak anlamına gelen ‘de jure’ ile karşıt olarak kullanılır.
De facto meşruiyetini fiilin kendisinden alır. Kuraldan alırsa de jure olur.
Feodal düzene iyi uyum sağlamış öte yandan da orta çağın mevcut mülkiyet sistemi yani
de facto sahiplik şeklindeki iyelik özel mülkiyete izin vermediği için papalığın önünde
maddi bir engel oluşturuyor. Bu maddi engelin aşılması lazım. Bunu toprak mülkiyetini
kendine katmakla çözüyor kilise ve feodal yapıyı çözmeye başlıyor. Kilise loncalar
vasıtasıyla ticareti denetliyor diğer yandan da eğitimi tekeline almış oluyor.
Çok stratejik 2 yapı. Aynısını darbeyle yapmaya çalışan tiranlık geliyor aklımıza. O
dönemin büyük bilim insanlarını araştırmaya başladığımızda gündelik yaşamdaki basit
şeyleri yani a bu neydi simya kafasında düşünüyor, tanrının görevini yerine getirdiğini
düşünüyor. Bu tarz adamları, ilk bilim adamlarını yetiştirenler o dönemde kiliseler. Bu
adamları elinde tutmaları lazım bunun farkındalar. Ticaret ise, toprak mülkiyeti zaten yok
elinizde bari toprağın üzerinde dönen şeyleri elinize almanız gerekiyor bu yüzden önemli.
Yani bir yandan dünyevi iktidar mücadelesinin de büyük ortağı haline gelmişler. Onlara
sorsanız ahiret onlarda. Dünyevi iktidarın da onlarda olmasını istiyorlar.
Araplar, çeviriler sayesinde Avrupalı felsefeye katkı sağlamışlardır. Erken dönemde
herkes bir şekilde antik yunan felsefesinden faydalanırken onlar da gerek zaman gerek
biraz gecikerek antik yunan felsefesini almışlar, okumuşlar, tartışmışlar. Augustinus
döneminde Iustiaunus Platon’un okulunu kapatmıştı. Sen burada felsefe adı altında
paganlık yayıyorsun demişti. Bu Antik yunan düşüncesiyle Hristiyan düşüncesi arasına
konan ket vurmayı gösterir.
Güçlenen papalık üzerinden düzenlenen haçlı seferleri sonucunda Avrupa’da unutulan
ve kaynakları yok olan yunan felsefesi, Arap düşüncesi sayesinde tekrar öğreniliyor. Bu
kilise çevrelerinde entelektüel yaşantının canlanmasına yol açıyor yani Augustinus ’ta
gördüğümüz Kartezyen-akıl yürütme metodu o aklı yürütmese kendi iman sarsıntısından
kurtulamayacaktı bu da benzer etkilere yol açıyor.
Aristoteles’in mantık üzerine yalnızca bir iki yapıtı biliniyor o dönem Avrupa’da. Ama haçlı
seferleri sayesinde Araplardan öğrenilen antik yunan felsefesi sayesinde tekrar
Aristotelesçi doğa felsefesini öğreniyorlar. Nihayetinde görüyoruz ki Neoplatonizm
etkisindeki yani yeniden Platonculuk etkisindeki Hristiyan felsefesi, Aristoteles felsefesi
etkisi altına giriyor.
Thomas Aquinas
Bir iki yy sonra ise Thomas Akınsa doğuyor. 1224 veya 1225 yılında Napoli’nin
kuzeyinde Rocca Sekka kalesinde doğmuş. Babası Akinalı Landos, böyle geniş
topraklara sahip büyük bir ailenin küçük bir kolunu temsilen orada bulunuyor. Dâhil
olduğu bir lombard ailesi var ve bu aile yarım asır önce güneye göç ederken papalık ve
imparatorluk topraklarının kesiştiği bu bölgeye yerleşmiş. Ailesi siyaseten papalık ve 2.
kral Frederic’in arasında kalmış. Landos, kral II. Frederic’in açık bir müttefiki. Sıradan
köylü, esnaf değil. Toprak sahibi kalede oturan bir adam. Varlığı da imparatorluğa bağlı.
Frederic’in temsilcisiyse musluğun suyu frederic’ten akıyor yani menfaatlerini de oradan
sağlıyor. Okumayı yazmayı Monteka Cassino manastırında öğreniyor. Monteka Cassino
askeri yerleşim açısından kritik bir konumda bulunuyor. Doğa felsefesinin yanında ciddi
bir Aristotelesçi felsefe öğreniyor. Ayrıca burada Dominikan tarikatı diye bir tarikat var.
Dominikanlar o dönem keşiş vaizler olarak bilinmektedirler. Yaptıkları şey aslında 5
parasız dolanmak. Ellerinde şarap kâsesi vb. Antik Yunan’daki sofistler gibi ama bilgiyi
parayla satmıyorlar da onun yerine ne yapıyorlar insanlara para karşılığı dua ediyorlar
vs. gibi düşünebiliriz. Sofistler para karşılığı yapıyorlardı bunlarda para karşılığı yok.
Ailesi onun köyden köye dolaşan, vaaz veren keşişlere katılma arzusundan hoşnut
kalmıyor. Onlara göre kalenin manastırında böyle rahat bir hayat geçirmek dururken
geçimini sadakalarla karşılayan, kelimenin o zamanki karşılığıyla entelektüel dilencilere
katılmaları hiç de akıl karı olarak görülmüyor. Üstelik Dominikanların da kilise kurumu
içerisindeki durumları öyle henüz belli değil, papalığın ona karşı konumu belli değil. Hala
şaibeli. Ama bunlara rağmen 19-20 yaşında katılıyor ve 19-20 yaşında bu Dominikanlara
katılması üzerine ailesi tarafından kaçırılıp kalelerine kapatılıyor.
İmparatorlukla uysal bağları olan Benediktenler yerine, Dominikanlara katılması,
Thomas’ın hayatındaki en önemli siyasal kararlardan biri olarak görünüyor. Çünkü
yalnızca işte ailesinin arzusuna karşı bir karar değil bu, aynı zamanda anti Frederic,
tarafsız bir duruş. Bir süre sonra ailesi üzerindeki baskıya son veriyor ve Thomas
Dominikanların arasına dönüyor. Bunun sebebi Lions konsülünün II. Frederic’i aforoz
edip görevden almış ve ailesi Frederici görevden alınca papanın safına geçmiş.
Dominikanlar Thomas’ın ailesinin tekrar fikir değiştireceğine dair endişe duyuyor
Thomas’ı Paris’e eğitime gönderiyorlar. 1252-1259 arasında Paris’te dersler vermiş ve
sonrasında İlahiyat fakültesinde profesör ünvanını almış. Dominikanların yaşam biçimleri,
bulunduğu akademik camia içinde diğer seküler akademisyenlerce tartışmalara mahal
vermiş. Başkalarının üstünden geçen, dilencilik olarak görünen bu yaşam biçimleri
sebebiyle işte bugün Fransa toprakları üzerindeki Fransiskanlar gibi diğer tarikatlarla
şiddetli çekişmelere maruz kalmışlardır. (Papanın gözüne girmek için uğraşıyorlar)
1259’da İtalya’ya dönen Thomas, Roma’da ilahiyat öğrencileri için, müfredatını kendisinin
hazırladığı bir hazırlık okulu başlatıyor, burada dersler veriyor. Burada yaklaşık 8-9 sene
ders veriyor, bu dönemde işte pek çok eser veriyor.
1268’de tekrar Paris’e döndüğünde bu kez Aristoteles üzerinde tartışmalar patlıyor çünkü
Aristotelesçi felsefe Avrupa’da tekrar yayılmaya başlıyor. Özellikle Fransiskanlar
arasında bulunan işte Augustinuscu muhafazakâr ilahiyatçılar, Aristoteles’in dine
uygulanmasını başkaldırmışlardır. Çatışma İbni Rüşt ( averro olarak tanınır)
taraftarlarıyla yani averrocularla ilahiyattan Aristoteles’in çıkartılması gerektiği tarafları
arasında olmuş. İbni rüştler Aristo’yu Araplardan öğrendiler.
(Genel olarak filozoflara baktığınızda 2 şey görürsünüz:
Baskın bir Platoncu karakter ya da baskın bir Aristocu karakter.
Aristo daha gerçekçi yaklaşır. Örneğin kokusunu yine bu şekilde alabilirsiniz Hobbes’te
de Locke’de de göreceğiz.
Devlete itaat, hukuka itaat konusunda tanrıya başvuruyorsa kaynağını platondan alır.
İdealisttir çünkü.
İktidar konusunda daha şüpheciyse kaynakta karşımıza Aristo çıkar.
Aristocu tarafa Machiavelli gelecek.)
1270’te Paris Psikoposu radikal Aristotelesçi görüşleri kınamış. Fermanvari bir metin
düşünün. Kınama ayrı bir kurum gibi. Ama Thomas’a pratik bir etkisi olmamış. Thomas
Dominikanların gözbebeği. Çocukluğundan alıp yetiştirmişler, Paris’te okutmuşlar ve
oradan dönüp kendi okulunu kurabilmiş birinden bahsediyoruz.
1274teki ölümünden 3 yıl sonra Thomas da Aristotelesçi görüşleri sebebiyle kınanmış,
papalık tarafından. Bu adamın tüm öğrenim hayatı boyunca tüm o faaliyetleri farklı
şekillerde birileri tarafından finanse edilmiş tabii ki kendi tarikatı. Ve yaptığı her iş
gözetilmiş, üzerine titremişler. Müritlerin bir anlamda lejır denen bir kavramla, boş
vakitleri bulunmasını çok dikkat ederler. Yani lejır time dediğimiz şey, ders çalışabilmesi
için zaman ve yer ayırma demektir. Sizi insan yapan sizi yüceltecek bir şey.
Antik yunanda da soylular/zenginler düşünebiliyordu, bilgi sahibi olabiliyorlardı. Yani
yerine çalıştıracak birisi olanlar.
Ayrıntılı bir skolastik eğitimden geçtiğini görüyoruz. Ders dinle - Tartış - Tekrar et
Sürekli bunları yapması gerekiyor. Yani sürekli bir şey öğrenecek, gidecek birileriyle
tartışacak ve sonra öğrendiklerini tekrar edecek.
Konular arasında sadece dini konuları din tarihin, doğa felsefesinin, astrolojinin, gizemli
konular yok aynı zamanda alım satım işleri, para işleri, işletme kafası yani, devlet
yönetimi konusunda da eğitim görmüştür. Bu kilisenin dünyevi iktidarın bir parçası
olmasıyla eşgüdümlü.
Kullandığı tek kaynak İncil değil ama temel kaynak İncil. Bunun yanında ünlü papazların
metinleri ve o dönem ulaşılabilir olan antik yunan metinleri. Çok az da Platon okumuş
ama Platon’u kendisinden okumamış bir kısmını Aristoteles’ten bir kısmını
Augustinus’tan okumuş.
Okuyabildiği tüm yazarları okumuş Thomas. Sebebi de doğru bilginin kimden geldiği
önemli değildir, doğru bilginin kaynağı zaten tanrıdır diyor. Thomas, aklın inançla
çelişmediği düşüncesini devam ettirmeye çalışmış Augustinus ’ta görülen. Bunu daha da
ilerleterek felsefe ve dinin çelişmediği görüşünü kanıtlama peşine düşmüştür.
Dünyayı anlamak için duyularımız yetersizdi o yüzden bilgilerimiz kusurluydu.
Bilgiyi tanrıyla elde edeceğiz. Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler insanlığın imdadına
yetişecek. Thomas’ın felsefesinde bir yandan dinselleşme görürsünüz öte yandan farklı
alanlarda sekülerleşme ile karşılaşırsınız. O anlar daha çok doğa bilimlerinin alanı.
Thomas’a kadar evremin neoplatoncu sebeplerle alegorik bir kavranışı mevcut.
Neoplatonda gördüğümüz idealar evreni, Augustinus ’un lanse ettiği tanrı devleti. Evreni
oluşturan şey tanrısal işaretler taşıyor. Tanrıdan belli başlı mesajlar iletiliyor sizlere. Ve
aslında imalarla dolu, nereye baksanız aaa diyorsunuz. Thomas’la birlikte bu anlayıştan
imalar silinmeye başlanıyor ve kutsal kitapta yazan anlatımlarla sınırlanıyor yani sebep
kavramı ortaya çıkıyor.
Doğa dediğimiz şey artık neyse o. Bir köşesine bakıp oha demiyorlar. Görüş değişmeye
başlıyor.
Thomas insan eyleminin tahlili üzerine bir ahlak felsefesi kuruyor ve bu ahlak kuramı
siyaset ve hukuk felsefesinin de dayanağını oluşturacak.
İnsanlara özgü tüm davranışlar yani pratik akıl, istek, irade yönlendirdiği davranışlar ve
yalnızca bunlar ahlaki edimlerdir.
İnsan edimleri bir ahlaki düzen oluşturuyor. Etik yani ahlak felsefesi, iktisat ve siyaset
Tüm insan eylemleri bir amaca yönelik, bazı amaçlar nihai amaca ulaşabilmek için birer
ara amaçlardır.
Çeşitleri şeyler isteyebilirsiniz ama bunları isteme nedeniniz onları istemenizin iyiliğinize
olduğu düşüncesi. Kötülüğünüze olan bir şeyi isteyebiliyor musunuz? İntihar. İntihar eden
kişi intihar etme arzusunu neden duyuyor? Orada bir rahatlama arıyor iyi olanı istiyor,
sübjektif iyiden bahsediyoruz. Objektif iyiyi bize tanrı verir.
İyiden kasıt, kişiyi mükemmelleştiren ve tamamlayan. Bir yanınız hep eksik mükemmel
olmak istiyorsunuz, tamamlanmak istiyorsunuz. Kişi iyiliğine olduğu sandığı şeyde
yanılabilir. Doğrusunu tanrı biliyor. Dolayısıyla iyinin ne olduğunu konusunda, neyin
kişinin iyiliğine olduğu konusunda insanların fikirleri birbirinden ayrılabiliyor ama neticede
hepsi iyi olduğunu düşündüğü şeyi istiyor. Tüm insan eylemleri ahlaki olarak
düşünüldüğünden zihinsel olarak da zorunlu olarak ahlakın ve erdemin konusu. Çünkü
bazen bazı davranışlarımız konusunda tabii ki tereddüt ediyorsunuz, onu öyle
yapmayayım gibi düşünceler konusunda da aynısı oluyor. Ayıp günah öyle
düşünmeyeyim bir ket vuruyorsunuz. Zihinsel erdemler ve ahlaki erdemler gibi bir ayrım
yapıyor. Fark şu: zihinsel erdemlerin ahlaki olarak iyiye kullanılma potansiyelleri var ama
kötüye de kullanılabilir. Bu aslında size Augustinus ‘ta bahsettiğimiz kötü olan öğretilebilir
mi sorusuna gibi göz kırpıyor ama Akinas iki zihinsel eylemi diğerlerinden ayrı tutuyor ve
onları tüm erdemlerin kaynağı yapıyor bunları basiret ve kutsal inanç.
Kişiler bazen genel olarak ahlaken yapılması gerekeni bilseler de özel durumlarda
bunlara aykırı davranıyorlar bizim hata dediğimiz şey de bu. Ben de biliyorum öyle
olduğunu ama o esnada öyle yapamadım, şeytana uydum gibi. Bunun nedeni genel kural
ile kişinin o anki isteği arasındaki çelişki. Basiret dediğimiz şey burada devreye girecek.
Amaca ulaşabilmek için nihai amaca ulaşabilmek için size doğru aracı sağlayacak olan
şey, davranış olabilir, fikir olabilir basirettir. Bu bize kötülük probleminin kaynağında
Augustinus’u hatırlatıyor. Basiret yerine irade diyor.
Bir iyinin iyi olabilmesi için sebebinin mi iyi olması lazım sonucunun mu?
Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır vardır. Bu bize İslam felsefesinde geliyor. Hayır
da şer de ondandır. Bu bizde var. Onlarda yok.
Aristoteles’e göre sonuca bakılır. Sonuç iyi mi kötü mü? Yarar mı sağlıyor, zarar mı?
İnsanlar iyiyi amaçlasalar da iyi veya kötü bir şekilde neticelendirebilirler öyle
gerçekleştirebilirler böylece kişi için anlık iyi olan onu kapsamlı iyiliğine aykırı olabilir.
Mesela yoklamayı imzalarsınız 1.ders sonra gidersiniz peşinizden hoca puan dağıtır ya
da tekrar yoklama alır. Kapsamlı iyiye ne oldu? Diplomaya ne oldu, zamanında mezun
oldunuz okul uzadı gibi.
Bu anılan yüzden dolayı ahlaki düzen herkesin doğal, canı istediği gibi davranmasıyla
değil basiretli davranmasıyla mümkün olabiliyor. Toplumsal düzen hakkındaki bu
geleneksel feodal hiyerarşik görüşleri yeni yeni oluşmaya başlayan eşitlikçi ve topluluk
üyelerini kendine dâhil eden görüşlerle birleştirmeye çalıştırmışlar. İnsan doğası gereği
toplumsal bir hayvandır. Aristo’nun görüşü. Biz de bir Aristocudan bahsediyoruz zaten.
İnsanlar topluluk içerisinde yaşıyorlar ve herkes iyi olduğunu düşündüğü amaca
yöneldiğinde farklı çıkarları onları farklı yollara götürüyor dolayısıyla toplumsal birlik ve
uyum denilen şey kendiliğinden oluşabilen bir şey değil bu yüzden her topluluk bir
yöneticiye ihtiyaç duyuyor. Bir yöneticiye tabi olma özgür olma durumu ila bağdaşmaz
nitelikte değil. Özgür insanlardan oluşan toplulukta hükümetin amacı topluluğun ortak
iyiliğini sağlamak, onlara hükmedebilmek niyeti bu.
Burada devlet için civitas diyoruz, politica diyoruz. Devleti bir hükümete veya yasalara
sahip olan mükemmel yani tam topluluk olarak tanımlıyoruz. Ki burada da bir nebze
Kikeronun izlerini görürsünüz. Augustinusta da vardı. Devlet mükemmel olan. Dünyada
mükemmeliyeti sağlayabilir misiniz? Hayır. Kikeronun devleti bize siz burada
kuramazsınız diyordu.
Ortak iyiye yönelik olan ve ortak iyiyi amaçlayan hükümetle birlikte o topluluk insanların
bir arada yaşamaya gerekçelerini tam olarak karşılayabilecek olanaklara sahip olur
böylece hukuka toplumsal açıdan da önemli bir görev düşmüş olur. Burada düzeni hukuk
sağlamış olacak. Bizi bir noktada hukuk mükemmelleştirecek. Hükümet topluluğun
amacı, topluluğun iyiliği ve mutluluğu için kurulan kurum. Yönetici bunun yerine kendi
çıkarı peşinde koşarsa tiranlığa dönüşür. Tiran dediğimiz aşırı hareket etmiyorsa topluluk
için daha büyük kötülüklerin doğmasını engellemek maksadıyla göz yumacaksınız.
Çünkü hükümet dediğiniz şey zaten sizi o insan topluluğunu mükemmelleştirecek olan,
tam hale getirecek olan, eksiksiz, kusursuz… Bunu yapmasının sebebi iyi amaç. Ama
bizim iyimiz farklı, onların iyisi farklı. Ortak iyiyi arıyoruz. Ortak iyi de hükümette var. Aşırı
değilse göz yumuyoruz çünkü göz yummazsak belki daha büyük sorun çıkacak. Tiran
aşırıya kaçtığı takdirde onu kral seçen her kimse topluluğun kendisi ya da seçkin bir grup
ona karşı yapılması gereken müdahaleyi belirleyecek. Yani sıradan halk belirlemeyecek.
Kamu belirleyecek. Kamu dediğimizde biz bu dönem halkı anlıyoruz o dönemde ise
sıradan halktan yana kalan kişiler kamuyu oluşturuyor.
Dönemin şartlarına göre Thomas’a göre en iyi yönetim biçimi monarşi. 500 vekil yönetsin
derse 500 vekilin iyisi kötüsü ayrı olur. Birisi gider tanrının yolundan gidelim der diğeri
halkın yolundan gidelim der bir sürü farklı iyi olur. Tek iyi olması, tek iyiye hükmetmek
demek ve tek iyi doğrultusunda ilerlemek. Sebep bir taraftan da şu laik ve dini iktidarların
tamamının kaynağı tanrı. Çünkü her şeyin yaratıcısı tanrı ve tanrı bir şey istemezse
olmaz.
Topluluğun dünyevi iyiliğini sağlamak yöneticinin ara amacı. Nihai amaç, din adamlarının
insanlığı tam mutluluğa, yani ancak öbür dünyada gerçekleşebilecek mutluluğa ulaştırma
çabalarıyla ihtiyaç duyulan düzeni ve barışı sağlamaktır. Dolayısıyla yöneticininki bir ara
amaçken, bu ara amaç, nihai amaca ulaştırılmak için yalnızca din adamları vasıtasıyla
tamamlanabilir. Dolayısıyla kilise, dünyevi iktidarın da üzerindedir. Çünkü dünyevi
iktidarlar, aracı amaçlara hizmet ederler; kilise, nihai amaca hizmet eder.
Thomas, hükümdarların kiliseye sadece dini meselelerde tabii olduğunu söylüyor.
Dünyevi meselelerde kiliseyi dinlemeyecek. Burada bir kırılma ortaya çıkıyor. Dünyevi
meselelerde hükümdar kiliseyi dinlemez, doğru bildiği şeyi yapar zaten nihai amacı yine
orası sadece bir ara amaç gerçekleşiyor. Burada önemli olan din ile devlet işlerine lafzen
olarak ayırıyor. İlkel bir laiklik türü gibi. Devletin normalde laiklikte kimsenin itikadını
düzenleme gibi niyeti olamıyor. Bir seküler devlet vatandaşlarını cennete götürmeyi
vadedemez. Öyle yaparsa zaten teokratik bir yönetim anlamına geliyor çünkü sizin benim
onun katılımına bakmaz bu iş. Cennete gitmenin bir yolu varsa onu da o biliyordur.
Teokratik bir yapıdır. Burada gördüğümüz şey doğrudan bir laiklik değil. Ama bir çeşidi
gibi. Sonunda birisi çıkıp kilise devletin işlerine karışmasın demiş o kendi işini yapsın
demiş. Egemenlikler üzerinde böylesi yetkilere sahip papalığın papazı baya baya laikliği
savunuyor gibi kendi faydasına mı? Adam papaz. Yani belli ki kendi faydasına değil. Söz
hakkını yitiriyor aslında bir yerde. İçinde bulunduğu kurumun da söz hakkını da eksiltmiş
oluyor bu fikri öne sürerek. Hukuk ve yönetim denen şeyin lüzumunu anlıyor dünyevi
yönetimde. Dini meselelerde dini güçlere sivil meselelerde yani medeni meselelerde laik
güçlere öncelikle itaat edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Hem dini hem laik yetkilere sahip
odluğu düşündüğü papalığı istisna tutuyor çünkü o papa. Ama bir süre sonra diyecekler
ki yemişimin senin papalığını çünkü diğerleri de kral.
Hukukun kişilerin belirli şekilde davranmasını veya belli eylemlerden kaçınmasını
öngören kural ve önlemler olarak tanımlıyor. İnsan eylemlerini yöneten unsur akıl olduğu
için hukuk da akla dayanıyor. Hukukun amacı insanların ortak iyiliğini gerçekleştirmek.
Yönetimin amacı zaten buydu. Yönetim size bunu yap şunu yapma diye hukukla
söyleyecek. Yönetimin amacı oysa aracının amacı da iyi nitelik taşıyacak, ortak iyiyi
gözetecek. Ortak iyinin ne olduğunu belirlemek topluluğun ya da topluluk adına hareket
eden kişilerin görevi. Bunlar magistralar. Magistrayı, Antik yunanda biz hukuku yaratan
kişi olarak biliyorduk. Kamusal yönetici. En yüksek magistra kral.
Kısaca hukuk, topluluk üzerine yetkisi olan kişi veya kişiler tarafından konulan ortak iyiye
yönelik rasyonel kurallar.
4 çeşit hukuk var.
Ebedi hukuk
Tanrısal akılla kavranıyor. Tanrısal aklın pratik akılla bir kısmının ortaya çıkan
bölümü doğal hukuk.
İnsan hukuku
Yasa koyucunun koymuş olduğu hukuk. Yasalar doğal hukuka aykırı olamaz.
Bunlar aslında yasanın yozlaşmış halidirler. Yasaya olarak uygularsın ama
yasanın çürümüş halinden başka bir şey değildir.
Kutsal hukuk
Vahiy. Din kuralları. İnsanlar sınırlı yetkinlikte oldukları için doğal hukuk
vasıtasıyla ebedi yasaya tamamen ulaşamıyorlar. Aklı kıt yani bir yere kadar
yetiyor. Bu yalnızca dinin yol göstericiliği ile olabiliyor. O zaman hiyerarşiyi tekrar
dizersek Augustinus’unki değişmiş oluyor. Kutsal hukuku istediğin yere koy ama
doğal hukukun altına koyma oluyor.
12.Hafta 9 Aralık
Machiavelli
1479 yılında doğmuştur. Pek çok çevre tarafından şeytan olarak adlandırılan düşünür.
Eserleri şeytanın kitabı olarak tanımlanıyor bunun elbette çeşitli nedenleri var. Yaşadığı
dönemle alakalı, ait olduğu çevreyle alakalı.
İtalyalı. 15.yy İtalya’sı çeşitli kent devletlerine ve feodal beyliklere bölünmüş durumda.
Bunlar arasında Venedik, Milano var. Prens’i yazma nedeni de bu. Bu kent devletleri
kendi içerisinde mücadele halinde. Ve bu merkezi otoritenin yokluğunda bu kent
devletlerine hâkim olan güç orta çağdan hatırlayacağımız üzere papalık yani kilise.
Bu siyasal birliğin tamamlanmamış olması Machiavelli ’ye prens adlı eseri yazdırıyor ve
bu parçalı iktidar yapısı göz önüne alınmadan da Machiavelli’nin prensinin çok fazla
anlaşılma imkânı yok. Prensle hedeflediği şey bir toplum yani İtalya o kadar güçlü olmalı
ki hem parçalanmasın ya da parçalı bir yapıysa bir bütün haline gelebilsin daha da
önemlisi var olan siyasal birlik muhafaza edilebilsin tek derdi bu. Bunun yolu da gücü
teke indirmek yani hem hukuku hem dini hem ahlakı tek bir merkezde toplamak. Bu
merkezin kendisi de işte o devlet dediğimiz mekanizma.
O halde hem din hem ahlak işte hem hukuk bütünüyle devlete ait olduğu zaman devlet
bu alanları yerine göre kendi menfaatine göre siyasal birliği muhafaza etmek üzere
kullanabilecektir sonucu ortaya çıkıyor. Siyasal birliği muhafaza etmek için.
Burada yaygın bir yanlış haline gelen bir söz var Machiavelli ‘ye ithaf edilen. Makyavelist
diye insanlar birbirini suçlar, televizyonlarda görürüz.
Zafere/amaca giden her yol mübahtır.
Bu söz Machiavelli ’de bağlamından koparılarak o kadar yaygın hale geldi ki insan kendi
çıkarları için her araca başvurulabilir veya her ahlaksızlığı yapabilir yahut buna göz
yumabilir minvalinde ve bu bağlamda makyavelist diye Machiavelli ’den tamamen ayrı bir
sözcük türedi. Makyavelist dediğiniz zaman kitleler tarafından ahlaksız, kurnaz
anlamlarına gelecek şekilde küçültücü bir ifade olarak dilimizde bugün kullanılıyor.
Yaygın yanlışlık Machiavelli’nin çok fazla anlaşılamamasından ileri geliyor. Ve
Machiavelli’nin yanlış değerlendirilmesine yol açıyor. Machiavelli’nin hiçbir eserinde veya
söyleminde böyle bir söz yoktur.
Peki, neden Machiavelli bu sözü sorumlusu olarak gösteriliyor?
Belki bu sözü şöyle revize etsek Machiavelli için doğru olabilir:
Bir toplumun, bir ülkenin parçalanmaması için birlik halinde yönetilebilmesi için her türlü
araca başvurulabilir minvalinde bir söz söylese belki bu Machiavelli ‘ye daha uygun
düşecek. Ama her amaç için ya da kişisel çıkarlar için her yol mübahtır dediğimizde bu
artık Machiavelli’nin bağlamından kopmuş oluyor
Çünkü
Machiavelli devleti tarif ederken hiçbir zaman onu yönetenleri kişisel çıkarlarını ön plana
çıkarmaz. Daima iktidarı sağlamlaştırmak, merkeziyetçi gücü daha da fazla artırmak ve
bunu yaparken de nihai olarak devleti bir arada tutmak, toplumun bölünmesini önlemek
üzere bir kuram gerçekleştiriyor.
Biz Machiavelli ‘ye gelene kadar geleneksel siyaset felsefesinde ne gördük özellikle
siyaset, ahlak ve erdemlilik açısından?
Platon: Adaletin, iyinin, doğrunun, güzelin ne olduğuna sadece filozoflar hâkimdir
dolayısıyla yönetici her daim adil olanı bilmeli, onu yapmalı, iyiyi, doğruyu, güzeli
kovalamalı diyor.
Aristoteles: Politikanın ilk cümlesi. Devlet denilen yapılanma erdemli yaşamanın en üst
düzeyidir. İnsanlar eğer erdemli yaşamak istiyorlarsa bu politik birliğe dâhil olmalıdır.
Dolayısıyla yönetenler de aynı şekilde erdemli olmak durumunda. Altın Orta Öğretisi. Bu
erdemliliği gözetmek zorunda. İnsanların mutluluğunu sağlamak zorunda bunu yaparken
de genel menfaati gözetmek zorunda diyor.
Her ne kadar Atinalılar bu mefhumları adaleti doğruluğu ahlakı, ahlaken iyi olmayı bilgiyi
analiz etseler de bu söylediklerinin aslında gündelik hayatta bir karşılığı yoktu yani real
politik olarak gerçeklik olarak bize bir hayali sunuyorlardı yani bize tabiri caizse düş
satıyorlardı. Nitekim Machiavelli bunu fark eden ilk isim olarak karşımıza çıkıyor ve diyor
ki
Machiavelli: En yüksek noktasına bir ütopyada ulaşan yani gerçekleşmesi neredeyse
imkânsız olan en iyi rejim tarifinde doruğuna varan politika yaklaşımında kökten yanlış
olan bir şey vardır. Siz en iyiyi tarif etmek üzere bize sadece bir dizi ütopyalar sundunuz
diyor. Özellikle Platon’u kastederek. Oysa biz burada bu felsefeyi yaparken gerçek olana
dünyevi olana bu dünyada gerçek yaşananlara yönümüzü dönmek zorundayız. Hayal
âleminde koşmanın hiçbir gereği yok diyor. Ve nitekim politikanın bu büyüsünü bozarak
gerçekten hakikati yüzümüzü çarpmaya son derece kararlı görünüyor.
Hayallerin değil gerçeğin peşine düşmek daha isabetlidir. İnsanların pek çoğu hiçbir
zaman var olmamış cumhuriyetler, hükümdarlıklar tasarlamıştır. Olanla olması gereken
arasında öyle bir ayrım vardır ki olanı analiz etmek yerine olması gerekenin peşine
düşen kimse varlığının değil yok oluşunun peşindedir der. Yani olanla olması gerekenin
ayrımını belki de ilk defa bu kadar açık bir şekilde resmeden bir düşünürdür.
Bir tarafta olması gereken var platonun yaptığı gibi, idealar âlemi var soyut bir âlem. Bir
tarafta da gerçeklik âlemi var. Bu yeryüzünde bizim bizzat karşılaştığımız lider tipleri ya
da politika biçimleri var. Olanın peşinden giden bir hükümdar sadece iyi olmayı değil iyi
olmamayı, günün gereklerine göre hareket etmeyi de bilmelidir işte burası tabiri caizse
bütün düğümün çözüldüğü yerdir.
Machiavelli, siyasette ütopyaların peşinden gitmiyor. Ve iki şey onun için çok önemli
1- İktidarın elde edilmesi
2- İktidarın sürdürülmesi.
İktidarın sürdürülmesi için o siyasal birliğin muhafaza edilmesi için her yola
başvurulabilecektir ki bugün siyaset ve ahlak açısından iki alan arasında doğrudan bir
bağın olmadığını bizlere gösterecektir. Yani ahlaksızlığın yerine göre siyaseti koruyan
elverişli araçlar sunduğunu bizlere söyleyecek.
Hem iktidarın elde edilmesi hem de sürdürülmesi için bizim bilmemiz gereken bir şey var:
İnsan doğası.
Nasıldır insan doğası, insan doğasında nasıl bir varlıktır?
Toplum nankörse, bencilse insan doğasında böyle bir varlıksa bu toplumu idare etmek
için ahlaken iyi olmak biraz fazla alçakgönüllülük anlamına gelmiyor mu? O zaman bize
yönetim bağlamında farklı bir reçete sunmak zorunda. Yani bize iktidar, iktidardakiler
daima iyi olmalıdır, iyi olanı hedeflemelidir derse karşısında insan doğası gereği bencil
olduğuna göre karşısındaki insanları idare edecek farklı bir yol haritası bize sunmak
zorunda.
İnsan doğası gereği kötü olduğuna göre tarihte yaşananlardan da ders çıkarmak
zorunda. Çünkü bu doğa hiçbir zaman değişmiyor. Ve nihayetinde tarih tekerrür ediyor.
İnsan daima kazanç düşkünü, ikiyüzlü, nankör bir varlık. Ve iyilikten ziyade kötülüğe
eğilimi olan bir varlık. Bu da onu sürekli, elde etme isteğine, sürekli iktidar isteğine
yönlendiriyor ve insanın hayatını yönlendiren şeyin sahiplenme içgüdüsü olduğunu
söylüyor yani Hobbes’te de göreceğiz. Biraz bencil bir doğaya sahip insan tasarımı var
Machiavelli ‘de de.
Burada bu kötücül insan doğası karşısında iktidarın ülkede ortaya çıkabilecek kaosu
önleyebilecek için ya da var olan kaosu sonlandırabilmek için bir dizi meziyete sahip
olması gerekiyor. İşte burası tam da Virtu-Fortuna ayrımını beraberinde getiriyor.
Fortuna-Virtu
Machiavelli’nin ahlak ve siyaset felsefesinin temeline yerleşiyor bu kavram ve Machiavelli
burada fortunayı iki metafor üzerinden bizlere tarif ediyor.
Birinci metafor tamamen cinsiyetsiz bir metafor. Bir nehir üzerinden olayı
anlatıyor.
Fortuna, ovaları sular altında bırakan, etrafında bulduğu her şeyi söküp atan
kudurmuş bir nehre benzer. Herkes ondan kaçar, herkes onun etkisine boyun
eğer ama havalar düzelince, nehir durulunca bentler çekilip setlerle önlem
alınabilir ve böylece yeni felaketler önlenebilir.
İkinci metaforda fortunayı bir kadın üzerinden anlatıyor.
Fortuna dişidir, ona hükmetmek isteniyorsa onu dövmek ve zorlamak gerekir. Ve
fortunanın daha ziyade böylesi atılgan kişilere kendisini teslim ettiği görülür diyor.
Bir tarafta nehir metaforu diğer tarafta kadın metaforu. Neden kadın metaforuna
başvurduğunu Virtu kavramına geldiğimizde daha net göreceğiz.
Fortuna nedir?
Doğal afete yönelik bir gönderme var ilkinde. Bir kriz hali fortuna. Yönetimin devamlılığını
sağlaması yönetenlere krizi fırsata çevirmek için fırsat sunar. Normal bir dönem hayal
edin Finlandiya’yı Norveç’i düşünün. Herhangi bir kriz hali yok milli gelir çok yüksek zaten
yöneticiler halkın ekonomik refahını oldukça artırmış düzeyde çevresel koşullar çok
mümkün bu durumda bir kriz hali olmadan bir liderin ortaya çıkıp iktidarın devamlılığını
sağlaması için yapması gereken herhangi bir şey yok. Ukrayna örneğinde ise bir savaş
hali baş gösterdi bu savaş hali fortuna olarak kabul edebilirsiniz bu savaş halinde
Zelenski diye bir lider çıktı ve kısa sürede düşmesi gereken bir ülkeyi bugün hala ayakta
tutabiliyor bu aslında bir krizin fırsata çevrilmesi açısından Zelenski’ye bir fırsat vermiş
oluyor. Aynı şekilde Cumhuriyet açısından devrim koşullarını düşünün. Atatürk’ü ortaya
çıkaran askeri, ekonomik, politik pek çok koşul vardı ve bu koşullar altında Atatürk
Atatürk oldu. Aynı şeyi Çanakkale savası için de düşünebiliriz. Pek çok kriz ortamı buna
fortuna diyoruz. Bir liderin ortaya çıkması için ve akabinde politik iktidarın istikrarlı bir
şekilde sürmesi için fırsat yaratıyor.
Fortunanın türkçesi talih, şans demek. Bu koşullar gerçekten de bir yazgının ürünüdür.
Kimse bu koşulları kendiliğinden hazır hale getirmez. Bir devrim, bir darbe ya da bir işgal
ya da bir afet hiç fark etmez bunların hepsi bir tarihin ürünüdür ve bu tarih eğer
yönetimdeki insanlar gerçekten meziyetli insanlarsa bu tarihi belki de bu kör tarihi kendi
lehlerine çevirebilecekler. O zaman fortunanın pek de sağı solu belli olmayanın ne
zaman karşılaşılacağı belli olmayan bir güç olduğunu söyleyebiliriz. Ve daha ziyade bir
kriz haline gönderme yapar. Darbe, doğal afet gibi.
Fortuna eğer bu kriz hallerine karşı koyacak merkezi bir güç yoksa örgütlü bir güç yoksa
ya da belli meziyetlere sahip yöneticiler yoksa fortuna bu durumda pekâlâ yıkıcı olabilir
yani bir devrim ya da bir darbe eğer merkeziyette güçlü bir lider, iktidar yoksa bütünüyle
ülkeyi kaosa sürükleyebilir o halde fortunanın bir bakıma lehe çevrilmesi için krizin fırsata
çevrilmesi için iktidarda güçlü kimselerin olması gerekiyor ya da meziyetli kimselerin
olması gerekiyor ki biz bunu virtu olarak adlandırıyoruz.
Virtu, erdem anlamına gelir. Fakat Machiavelli bunu çok daha farklı anlamda kullanıyor.
Latincede erkek anlamına gelen vir sözcüğünden türüyor virtu. Ayrıca yine aynı dilde
askeri cesaret ve disipline sahip anlamlarına gelen erkeksi güç olarak da kullanılıyor.
Dolayısıyla aslında virtu fortunanın yani talihin cilveleri karşısında (ki burada talihi kadın
üzerinden düşünebiliriz) erkeksi bir güce gönderme yapıyor. O halde siyasi iktidarı
sağlamlaştıran, devletin birliğini koruyan nedir diye sorduğumuzda çok net bir şekilde
fortuna ve virtu bir arada, birlikte iktidarı sağlamlaştıran iki etmendir diyebiliriz. Yani
eylemlerin yarısını fortuna, talih belirliyorsa kalan yarısında beceri, yetenek, ehil olma
durumları iktidarı sağlamlaştıran etmenlerdir.
Fortunayı bir ham madde gibi düşünebiliriz. Onu işleyecek cevhere yani virtuya sahip bir
lider varsa biz burada politik iktidarın sağlam olduğunu, merkeziyetçi gücün yüksek
olduğunu dolayısıyla politik birliğin devam edeceğini söyleyebiliyoruz.
Ve bize koşullara göre kişinin virtusu yani meziyetleri farklılık gösterebilir der. İnsan her
zaman iyi olmak zorunda değildir. Ahlaklı olmak zorunda değildir.
Mesela ahlak-siyaset ilişkisinde bize prens dediğiniz adam korkulan biri mi olmalı yoksa
sevilen biri mi olmalı sorusunu soruyor.
Hem korkulan hem sevilen birisi olmalı. Menfaatleri gereği sevdikleri insandan kolayca
vazgeçebilirler ama korku onların daima iktidara bağlı kalmasını, itaat etmesini ve
dolayısıyla o merkeziyetçi yapıyı güçlendirmesini sağlıyor.
Bir başka soru ise yine ahlakla bağlantılı. Acaba prens verdiği sözü her zaman tutmalı
mı?
Bunu belli etmeden yapmalı. Verdiği sözden yeri geldiğinde cayabilir bunu halkı bir arada
tutmak için ya da parçalanmayı önlemek için yapar. Bu örnek üzerinden koşullar
üzerinden hareket etmeyi bilmeli prens ahlak diyor insanlarla hayvanları ayırırken,
siyaset birleştirir diyor. Yani bir prens yerine göre bir aslanın vermiş olduğu korkuyu
vermek zorunda, korku salmak durumunda bunun yanında da yerine göre tilki gibi kurnaz
olmak zorunda.
Halkı bir arada tutmak için yerine göre dini kullanabilir bazen ahlaksızlık yapabilir bazen
verdiği sözden cayabilir bunu da kendi menfaatleri için değil, sadece aslan olması korku
salması ya da sadece tilki olması, kurnaz olması veya sadece sevilen insan olması
yetmeyebilir bütün bu özelliklere sahip kimse olmalıdır diyor.
Ve burada Machiavelli yaşadığı dönemde Cesare Borgia diye bir lideri çok fazla anar
Prens kitabında. Çünkü bu kadar yakından tanımasının nedeni Machiavelli yaşadığı
dönemdeki yönetimin üst düzey kâtipliğini yapar ve Cesare Borgia’ya elçilik görevinde
bulunur. Orada pek çok gözlem yapma olanağını elde eder. Mesela Borgia’ın ele
geçirdiği Romagna’da bir yönetici atadığından bahseder. Bu yöneticinin adı Orko.
İsyan çıkmaması için merhametsiz birini oraya atar. İnsanları yerine göre kendisi infaz
edebilmektedir. Birçok noktada direnişi kırar fakat zalimliği o kadar yüksek bir seviyeye
ulaşmıştır ki artık halk isyan etmek üzeredir Cesare Borgia bunu fark eder ve bu isyanı
önleyebilmek için sorgusuz sualsiz tıpkı Orko’nun yaptığı gibi, Orko’yu infaz eder, öldürür
ve cesedini bütün halkın önünde teşhir eder böylece doğrudan halkı kendisine bağlamış
olur burada siyasal birliği sağlamak için yani mevcut yönetim yapısını korumak için bir
kişinin ya da birkaç kişinin canının çok da önemi yoktur eğer isyan çıkarsa çünkü çok
daha fazla insan hayatını kaybedecektir bunu önlemek adına birkaç kişinin gözden
çıkarılması devlet için o kadar da vahim bir olgu değildir Machiavelli ‘ye göre.
Yine metni okuduğumuzda orada Osmanlı devletinden bahsettiğini görürüz. Osmanlı
devletinin iskân politikasını övdüğünü görürsünüz ya da yine Osmanlı devletiyle alakalı
monarşik yönetim biçimine övgüler söylediğini görürüz. Tüm bu özellikler bize siyaset ve
ahlak pekâlâ farklı özerk alanlar olduğunu gösteriyor. Bir yöneticinin öldürülmesi ya da
birkaç kişinin gözden çıkarılması devletin birliğini sağlamak için ahlaki midir desem
burada bunu ahlaka dair bir ilkeye dayandırmanız mümkün mü? Ama tamamen
pragmatik yani sonuçsal yaklaşıyor birkaç kişinin bertaraf edilmesi bütün bir toplumu
korumak için pekâlâ önemli ve ahlakidir diyor yerine göre. Burada siyaset ve ahlakın
siyaset ve dinin birbirinden ayrılması aslında bizi modern devletin de kıyısına kadar
getiriyor ki Hobbes’le birlikte modern devlet tamamen kurulmuş olacak.
Modern devlet kısaca dinden soyutlanmış/sekülerleşmiş devlet. Şu anda da Türkiye
cumhuriyeti modern bir devlet. 17.yyda ortaya çıkmıştır. Monarşiler de modern bir devlet
türüdür. Burada da Auctoritas-Potestas ayrımını görüyoruz
Auctoritas dediğimiz şey iktidarın ilkesidir. Orta çağda iktidar bütünüyle tanrıya
dayandırılır hatta mevcut olan otorite tanrının bir gölgesi olarak görülür ki eski Türklerde
de bu böyledir. Alanya kalesinde bir yazı vardır. Ben tanrının bir gölgesi olarak burada
bulundum ve faaliyet gösterdim diye. Orta çağda bunu çok daha yüksek bir seviyede
görürüz orta çağda kişi meşruiyetini doğrudan kilisenin kendisine taç giydirmesinden alır.
Modern devlette iktidarın ilkesi nedir? Machiavelli açısından düşünelim.
Devleti oluşturan birlik nasıl oluyor da bir yapılanma ortaya koyuyor? İktidar nasıl başa
gelir veya var olan iktidar yönetimi nasıl devreder? Bunlardan hiç bahsetmiyoruz. Sadece
bir iktidarın iktidarını korumak için nelere ihtiyaç duyduğundan bahsediyoruz. O yüzden
iktidarın ilkesi yani Auctoritas dediğimiz şey Machiavelli ‘de yoktur.
Potestas zaten iktidarın uygulanması. Onu beşeri irade uyguluyor. Orta çağda da beşeri
irade uyguluyordu. Ama Auctoritas o iktidarın ilkesi orta çağda tamamen tanrıya aitti.
Tanrısallıktan alıyordu devlet meşruiyetini ama burada Machiavelli bize Auctoritasla
alakalı hiçbir şey söylemiyor bu yüzden de devletin kurucusu olarak Machiavelli’yi
tanımlayamıyoruz.
Kitabın geneliyle alakalı Prens’in gereğiyle alakalı Machiavelli hiçbir şekilde dinden
bahsetmediği için maneviyattan ya da iktidarın kaynağından bahsetmediği için aslında
Machiavelli’yi orta çağda konumlandıramıyoruz fakat iktidarın kaynağıyla alakalı bir
açıklama yapmadığı için modern dönemde de konumlandıramıyoruz. Machiavelli arafta
bir yerde siyaset kuramını inşa etmiş oluyor.
Cemal Bali hoca İktidarın Üç Yüzü adlı metninde tam da böyle söylüyor. Cemal Bali
hoca genel kamu hukukunun üstatlarındandır. Machiavelli diyor modernitenin eşiğinde bir
yerde durur diyor çünkü dinle alakalı bir şey söylemez, dini politik iktidara bağımlı kılar ve
iktidarın temeline sözleşme gibi bir şey de yerleştirmez. İktidarın neden var olduğunu ya
da nasıl devredileceğinden de bahsetmez o yüzden eşikte bir yerde durur diyor fakat
Machiavelli’nin verdiği örneklere de bakın. 30lar tiranlığından bahsediyor Atina’da. Kendi
dönemi Cesare Borgia’dan bahsediyor. Bunun dışında yine Osmanlı dönemindeki
padişahlardan bahsediyor bu durumda da vermiş olduğu örnekleri de göz önüne alırsak
Machiavelli’yi tek bir döneme sığdırmak ne kadar doğru olur? Daha evrensel bir okuması
yapılması gerekiyor. Söylediği şeyler Atina için de geçerli orta çağ için de geçerli modern
dönem için de geçerli dolayısıyla hocamız daha sonra Machiavelli özelinde yayınladığı
kitapta bu düşüncesinden vazgeçiyor ve diyor ki tarihin pek çok dönemine dair bilgiler
sunuyor yerine göre verilen sözlerden dönülebileceğini söylüyor yerine göre halkın bir
arada tutmak için birkaç kişinin ölümüne göz yumulabileceğinden bahsediyor. Agathokles
örneği vardır. Bunu aslında ahlak dışı örnek olarak sunuyor ama bir taraftan realite
olarak da kitaba koyuyor. Agathokles, şehirdeki bütün muhaliflerini, iktidarı ele geçirmek
için, bir odada topluyor ve odanın gizli bölmelerine yerleştirmiş olduğu askerler
vasıtasıyla şehirdeki bütün muhaliflerini toplantı esnasında askerlerine emir vererek
öldürtüyor. Machiavelli diyor ki evet bu ahlaki bir edim değil ama diğer yandan
bakarsanız büyük bir kumandan olarak iktidarı ele geçirmiştir diyor yani vermiş olduğu
örneklerle biz Machiavelli’nin ahlak ve siyaset arasındaki o ilişkiyi tamamen kopardığını
görüyoruz keza yine fortuna-virtu ayrımında koşullardan bahsetmiştik mesela Musa
Peygamberden örnek veriyor. Musa’nın bir lider olarak ortaya çıkması için İsrail halkının
Mısır’da köle olması gerekiyordu diyor. Köleliğin iyiliği kötülüğü üzerinde bir şey
söylemiyor. Koşullar bu buradan bir iktidar türeyecek ve türeyen bu iktidar hiçbir şekilde
meşruiyetini dine ya da ahlaki bir ilkeye dayandırmadan ortaya çıkıyor ya da benzer
şekilde Agathokles örneğinde de öyle iktidar iktidarlığını ele geçiriyor ama bunu onlarca
insanı katlederek yapıyor nasıl yaptığının önemi yok çünkü önemli olan bütün insanların
bir arada tutulması.
İkincisi prensle alakalı çıkarımlardan, prens yani iktidarı ele geçiren kişi kim? Nasıl bir
profil sunuyor Machiavelli bize?
Karizmatik lider. Bu kişi soylu bir aileden olmak zorunda değil. Virtuyu tanımlarken
herhangi bir aristokratlık özelliğinden bahsetmedik sadece bir meziyet olarak virtudan
bahsettik, dönemin koşullarına göre kişide olan cevher olarak tanımladık bu yerine göre
kurnazlık bazen acımasızlık bazen kriz anını çok iyi yönetme bazen cesaret bazen iyi bir
komutan olma bazen de geri çekilme. Ama virtu dediğimiz özelliğe sahip kişinin hangi
ırka, hangi aileye bağlı olması bizim için önemli değil. Prenste belki de en çok dikkat
çeken meselelerden birisi de bu. Machiavelli bize ünvanları olan geçmişi olan ya da belli
aristokrat aileye sahip olan bir lider sunmuyor mesela monarşide böyle değildir. Mutlaka
iktidarın belirli bir aile içerisinde kalması gerektiğini savunurlar. Machiavelli ‘de bütün
hikâye fortuna-virtunun bir arada olması. Herkes iktidarı ele geçirebilir yeter ki virtu
meziyetlerine, özelliklerine sahip olsun.
Machiavelli bize ne öğretiyor
Yerine göre cebrin zorbalığın iktidarı ele geçirmek için acımasızlığın rolünü
Yerine göre gösterişin önemini ki burada dinle alakalı vermiş olduğu örnek
var. İktidar dini kendi iktidarını sağlamlaştırmak için dini kullanabilir,
görünüşte dindar olabilir ama gerçekte dinle hiç alakası olmayabilir önemli
olan burada halkın beğenisini kazanmaktır. Ya da zaman zaman sözünden
dönmenin politikacıya sağlayacağı katkılar. Söz verebilir iktidara geçtiği
zaman belli edimleri gerçekleştireceğine dair ama iktidarı elde ettikten
sonra bu sözünden cayabilir.
Tüm bunları söylerken siyasetin ahlak ile bağının zorunlu olmadığını da
Machiavelli bizlere hatırlatıyor.
Fakat şöyle bir problem var. Machiavelli kuramının belki de en büyük açığı.
Dedik ya yerine göre dini kullanabilir, yerine göre ahlakı kullanabilir kötü birisi
olsa da zaman zaman iyi görünmek durumundadır bazen merhametsizlik
bazen acımasızlık halkı kendisine bağlamada son derece önemlidir ama
Machiavelli’nin sunmuş olduğu bu reçete eğer toplum aydınlanmış bir
toplumsa bu topluma nasıl uygulanacaktır? Yani toplum iktidarı ele geçirmenin
yollarını biliyorsa ya da iktidarda kalmanın yöntemlerini bu gayri ahlaki yolları
olduğunu biliyorsa burada Machiavelli’nin söylemleri işe yaramaz. O yüzden
Machiavelli’nin bu kuramı daha ziyade aydınlanmamış toplumlar için son
derece yerinde. Eğer bir toplum başa geçen kişilerin hangi ilkeler etrafında
iktidarını koruyacağını biliyorsa o zaman burada Machiavelli’nin Prens adlı
eserinin de yansımalarını toplum nezdinde iktidarı sağlamlaştırmaya hizmet
etmesinin çok da mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
13.Hafta 16 Aralık
BARBARLARI BEKLERKEN (SINAVDA SORUMLUYUZ)
Machiavelli ile nasıl bağdaştırdınız? Daha öncesine gidersek Platon’da adalet
mefhumuyla bağlantı kurduğunuz yer var mı?
*Özellikle gücün alkışlanması, insanların güce tapması ve her türlü edimin imparatorluk
askerleri tarafındsn gerçekleştirilen her türlü edimin adil edimler olarak görülmesi
zannediyorum ki birazcık Thrasymakhos’un mükemmel haksızlığını da çağrıştırıyor.
Haksızlık ne kadar büyük olursa tirana ya da imparatorluğa duyulan saygı da o kadar
artıyordu burada bunun da izleri var.
Kitabın 185. Sayfasında yargıcın bir ifadesi var.
*Ben imparatorluğun rahat zamanlarda kendi kendine söylediği yalandım, o ise
(albaydan bahsediyor) imparatorluğun sert rüzgarlar estiğinde kendi kendisine söylediği
yalandı. Biz imparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o kadar.
Niye kendisinin aslında albaydan çok da farklı olmadığını düşünüyor olabilir?
*İmparatorluğun sınırlarının dışında kalan herkesi barbar olarak nitelendirmeleri ve bu
şekilde etiketledikten sonra düşmanlaştırdıktan sonra halkın kendilerine itaat etmelerini
sağlamaları işte o Machiavelli’nin ülkede birliği muhafaza etmek için her türlü araca
başvurmanın meşru olduğunu söylemesini biraz andırdı.
* Ortada bir düşman falan yok aslında burada pekala imparatorluğun kendi vatandaşları
tarafından işleyebilecek bazı suçlar var birtakım hırsızlıklar, koyun çalmalar. Çok küçük
basit suçlamalar yöneltiliyor bu suçlamalardan imparatorluk bir düşman yaratıyor ortada
bir düşman falan yok bunun da tek nedeni halkın orada kendisine itaat etmesini
sağlamak bir de şöyle görüyor olabilir. Aslında biraz da Machiavelli’yi çağrıştıracak
unsurlar kitaba konulabilirdi hiçbir şekilde barbarların imparatorluklara saldırdıklarına dair
hiçbir iz yok. Ben bir imparatorum sen bir barbarsın benim koyunumu dahi çalsan benim
gerçek gücümle karşılaşırsın minvalinde mesaj veriyor olabilir ama burada var olanın çok
daha ötesinde düşman yaratmak çünkü gidiyorlar ve gittikleri yerde soruyorlar barbar
gördünüz mü kitapta yazıyor filmde yok hayır biz barbar görmedik etrafa savrulduk çünkü
zor bir coğrafya aynı zamanda bundan dolayı tek kalanlarımız hayatını kaybetti
muhtemelen at üzerinde gelen adamın hayatını kaybetmesinin nedeni de o, tek
kaldığımız için hayatımızı kaybettik herhangi bir şekilde saldırıya uğramadık diyorlar. Bu
da devletin düşman yaratma potansiyelini ve akabinde düşman yarattıktan sonra
yapabileceklerini az çok gösteriyor.
Sulh yargıcı, haksızlığa karşı bir profil çözüyor ve neticede yargılamayla da bağlantı
kurmak gerekirse keyfi kararlar veriyor. Ben imparatorluğun rahat zamanlarda kendi
kendine söylediği yalandım, o ise (albaydan bahsediyor) imparatorluğun sert rüzgarlar
estiğinde kendi kendisine söylediği yalandı. Biz imparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o
kadar. Aslında kendisi kriz hali olmadan olağan koşullarda keyfi kararlar vererek
imparatorluğun gücünü gösteriyor albay ise ya da diğer askerler ise kriz hallerinde
imparatorluğun gücünün hangi boyutlara ulaşacağını gösteriyor. Sonuç olarak güç ne
kadar büyürse içerisinde o kadar tehlikeler barındırıyor.
*Bir adalet anlayışından bahsedemeyiz aslında çünkü adalet denilen ya da ahlak denilen
mefhumu belirleyecek olan devlettir. Biraz Hobbes’i çağrıştıran anlayışı var
Machiavelli’nin. Yani adaleti devlet belirler onu hukuk vasıtasıyla belirler yeri geldiğinde
hukuku da araçsallaştırarak bir düzen oluşturur dolayısıyla adalet denilen şey toplumsal
birliği sağlayan her türlü aracın meşrulaştırılması olarak yorumlanabilir. Spesifik bir
adalet mefhumu yok Machiavelli’de. Daha ziyade ahlak olarak baktığımızda ahlakın da
devletin politik birliğinin sağlanmasında bir araç olarak işlev görmesini söylüyor. Keza din
de aynı şekilde.
*189.sayfada Kanunlar bizden büyüktür ve onlara uymak zorundayız. Seni buraya
gönderen hâkim, ben, sen hepimiz kanunlara tabiyiz.
Burada kanunlara tabi olmaktan bahsediyor ama fiiliyatta bunu gerçekleştirmiyor. Filmde
var kitapta yok. Bir domuz sahnesi var. Orada bir adamın bir başkasının bahçesine
giriyor ve zarar veriyor verdiği karar o kadar keyfi ki zihin olarak da orada değil albayın
işkence yapmak üzere sorgulamaya gittiğini izliyor olayın içerisinde de değil yargıç ve
verdiği karar çok keyfi. Söylediği şey domuzu sahibine iade edin. Diğer tarafta adamın
uğradığı zarar ne olacak o zararı kim giderecek. Onunla alakalı hiçbir şey yok. Bir
kanunun uygulanmasında eğer varsa öyle bir kanun oradaki keyfiliği de çok net bir
şekilde görüyoruz biraz o yüzden yargıç ve albay aslında madalyonun iki yüzü gibi
görünmekte ikisi birbirinden çok da farklı değil, spesifik bir adalet anlayışı yok.
*(barbar dedikleri insanlara zorla kendi istediklerini söyletmekten bahsediyor bir
arkadaşımız) iktidarı sağlamlaştırmak üzere aslında hakikatin nasıl eğilip büküldüğünü
gösteriyor imparatorluğun buna da gücü var yani imparatorluk her şeyi kendi imkânları
doğrultusunda araçsallaştırabilir hakikati eğilip bükebilir yeter ki kendi gücünü muhafaza
edebilir nitekim Machiavelli’nin de prens söylemek istediği şey tam da bu zaten dikkate
derseniz yargıca yönelik bir yargılama dahi yok en son ki konuşmaları hatırlayın yargıca
sen özgürsün diyor. Ben adil bir yargılanma istiyorum diyor yargıç ama öyle bir yargılama
olmayacak diyor, mahkeme huzuruna çıkarılıp mahkemedeki yargıçlar imparatorluğun
yargıçları olsa dahi böyle bir hakkı talep edemiyorsunuz. İmparatorluk kendisi askerleri
vasıtasıyla tabiri caizse olağanüstü hal ilan ederek kendi hukukunu devreye sokuyor.
Kendilerini yargıç olarak atıyorlar ki Hobbes şey der: doğa durumunda, herkes kendi
kendisinin yargıcıdır der burada imparator kendisini yargıç pozisyonunda görerek gerekli
zorbalıkla hakikati değiştirebilme kuvvetine sahip olduğunu da gösteriyor.
*Machiavelli modern döneme geçişte halkı bir arada tutmak için yerine göre halka yalan
söylemenin siyasetin bir gereği olduğunu söyledi ya da dini araçsallaştırmanın siyasetin
bir gereği olduğunu söyledi. Amerika’da mesela olağanüstü hal ilan edildi 11 Eylül
saldırılarından sonra ve hala olağanüstü hal devam ediyor. İktidar hala varlığını o
olağanüstü halden değiştirerek meşrulaştırma gayreti içerisinde. Yönetimler değişebilir
hiç fark etmez. O yüzden bir toplumda aydınlanma gerçek anlamda peydah olmamışsa
gerçekleşmemişse toplumun iktidar tarafından yönlendirilmesi o kadar da zor değildir.
Hem barbarları beklerken hem Machiavelli’nin prensi güncelliğini her daim korumaya
devam edecek çünkü siyaseti gerçekten de ahlakla olan ilişkisini dönüştüren bir filozof.
*Bir düşman yaratma ve yaratılan bu düşman üzerinden safları sıklaştırma politikasının
Machiavelli ’de var olduğunu söyleyebiliriz ama daha vurgulayıcı unsurlar olabilirdi.
Çünkü bir barbar kitlesi var sınırların dışında yaşıyor evet ama halk zaten imparatorun
askerleri gelene kadar mutlu mesut yaşıyor halkın zaten iktidarla sorunu yok. Filmin
sonunda albaya taş atıyordu halk çünkü öncesinde askerler dilediği gibi yemek yiyorlar
insanların mallarını mülklerini çalıyorlar hatta kadınlara göz koyuyorlar ve toplum düşman
yaratıldığı için kendi canlarını koruyabilme adına bütün bunlara göz yumuyor. Bu ögeler
makyavelist ögeler ama öncesinde toplum kendi düzenini sürüyor zaten yargıç düzeni
sağlamış durumda bir kaos yok. Eğer bir kaos ortamı yaratılmış olsaydı askerler
gelmeden önce Machiavelli’nin pek çok ögesini bulduk kitapta diyebilirdik.