Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 71

HUKUK FELSEFESİ

2022-2023 GÜZ DÖNEMİ


AYŞEN ALBAYRAK

2.hafta 30 Eylül
Bu hafta önümüzdeki haftalarda göreceğimiz hem Sokrates’in Savunması hem
Sofakles’in Antigone’si hem de Platon’a giriş anlamında Antik Yunan’ın genel ruhunu
Antik Yunandaki toplumların genel olarak günlük yaşantılarında nasıl sınıfsal yapıya
sahip olduklarını bu hafta ele alacağız.
Normal şartlarda bugün de biliyoruz ki her toplum kendi düzenini idame ettirmek üzere
bazı kurumsal yapılara ihtiyaç duyuyor. Bu kurumsal yapılar elbette hukuki yapılar aynı
zamanda.
Nedir bunlar?
Yasama, yürütme, yargı ve daha da önemlisi aslında her toplum kendi düzenini inşa
edebilmek adına bazı kurallar tarafından yönetilmek istiyor. Bu kurallarda eğer toplum
bunlardan haberi olursa öngörülebilirliği sağlıyor.
Biz bugün Atina’nın en önemli kantonlarından, liderlerinden solondan başlayarak bir
tarihsel izlem sunacağız.
Temel derdimiz bir toplum kendi alıştığı düzeni muhafaza etmek için hangi yollara
başvurmuştur, demokrasiyi sürdürebilmek adına nasıl yöntem uygulamış biraz bunun
üstüne düşüneceğiz.
Bugünkü ders aslında Sokrates, Platon’a ve aynı zamanda Aristoteles’e giriş
mahiyetinde olacaktır.
Coğrafya bilgisini göz önüne getirirseniz bugün İzmir-Aydın civarı Yunan yarımadası ve
İtalya’nın güneyi buradaki kara parçasını göz önüne aldığınız zaman bu bölgelerde irili
ufaklı 1500 tane polis yani kent devleti kuruluyor. Bunlar arasından belirli özellikleriyle
öne çıkanlar var. Mesela askeri bir toplum olması bakımından Sparta öne çıkıyor. Ya da
toplumlar arası ilişkiler bakımından Korint öne çıkıyor. Ama biz bugün Atina üzerinde
duracağız. Atina özelinde konuşacağız.
Neden Atina polisini inceleyeceğiz?
Çünkü Atina, Antik dönemde demokratik yönetim modelinin uygulandığı tek kent devleti.
Atina’dan sonra demokrasiyi uygulayan başka bir kent devleti ya da başka bir toplum
olmamış mıdır?
Neredeyse 2 bin yıl boyunca hayır. Yani 2 bin yıl boyunca demokratik yönetim askıya
alınmış, genellikle ya aristokrasi ya da monarşi hâkim olmuştur.
Nitekim Reform ve Rönesans hareketleri aslında Antik Yunan’ın Atina’nın yeniden
doğuşu anlamına geliyor. Antik Yunan’da ortaya konulan metinler batı dillerine çevriliyor
ve karşımıza Reform - Rönesans ortaya çıkıyor. Bu yüzden Atina toplumu ve Atina
kültürü bizim için önemli.
Asıl amacımız demokrasiye giden yolların köşe taşlarını birlikte belirlemek.
Atina’da, Solon öncesi dönemde Drakon var ve Drakon öncesinde de bir askeri darbe
meydana geliyor. Kylon tarafından. Kylon Atina’da askeri darbeye yelteniyor Tir anlaşma
adına bütün toplumsal düzen alt üst oluyor. Bunun üzerine toplumsal düzeni yeniden
sağlamak için ve daha da önemlisi hukuk denilen şey tamamen soyluların elinde ve
dahası hukuk yazılı değil. Öyle bir dönem düşünün ki hukuku uygulayan soylu bir sınıf
var. Bu sınıf hukukun bilgisine sahip tek sınıf. Halk hukuktan habersiz böyle bir düzende
insanlar yaşamaya çalışıyor. Elbette bu toplumda tepkilere yer açıyor. Ve Drakon
isminde karar kılıyorlar. Yasaları yürürlüğe koyan lider.
Drakon dediğimiz zaman aslında en önemli özelliği toplumsal düzeni yeniden sağlamak.
Nasıl sağlayacaksınız?
Şiddet yoluyla. Şiddeti de hukuku aracı kılarak sağlıyor. Neredeyse bütün suçlara ayrım
yapmadan ölüm cezası öngörüyor. Hırsızlıkla adam öldürmek arasında bir fark yok.
Cezanın orantılılığı ilkesi Drakon ’da yoktur. Ve bu toplumda en azından hukukun
soylular elinde tekelleşmesinin önüne geçiyor ve halk hukukun bilgisine haiz oluyor yani
en azından yapmış olduğu eylemlerin neyle sonuçlanacağını hangi eyleme hangi ceza
verileceğinden haberdar oluyor. Nitekim bu aslında demokrasiye giden yolun ilk köşe
taşı. Çünkü halk hukuktan haberdar olduğu zaman, eylemlerinin öngörülebilir olduğunu
gördüğü zaman ancak bu koşulda siyasete kayılma ve siyasette söz almaya teşebbüs
edebiliyor.
Demokrasinin etimolojik kökeni: demos + kratos
Demos: iktidar Kratos: halk
Halk kendisiyle ilgili karar alma süreçlerine 2 şekilde katılabilir.
Ya doğrudan ya da dolaylı olarak
Dolaylı olarak günümüzde ancak seçim vasıtasıyla yönetimde söz sahibi olabiliyor. Yani
temsilcileri aracılığıyla.
Diğeri doğrudan demokrasi. 100 bin imzayla artık halk kendi yöneticisini aday gösterme
imkânına da sahip. Günümüz toplumlarında doğrudan demokrasiye yönelimin
göstergeleri.
İsviçre’de doğrudan demokrasi uygulanıyor.
Atina’da da uygulanan yöntem doğrudan demokrasi yöntemidir.
Peki, M.Ö 500lerden bahsediyoruz. Halkın kendisi ile ilgili doğrudan karar aldığı
sistemden söz ediyoruz. Böyle bir sistemin varlığını sağlayan koşullar neler olabilir?
Nüfus koşulu ( nüfusun çok fazla olduğu yerde insanların bir araya gelip toplanma
ve karar alma imkânları oldukça güç)
Coğrafya koşulu ( yerleşimlerin çok farklı ve birbirinden uzak bölgelere
dağılmaması lazım)

Atinalılar bu doğrudan demokrasi düzenini muhafaza etmek için hangi yöntemlere


başvuruyor? Ve halk dediğimiz kesim kimlerden oluşuyor?
18 yaşında yetişkin erkekler demokrasiye katılım sağlıyor. Bazı kaynaklarda 20 olarak
yazıyor bunun sebebi 2 yıl askeri eğitim sürecinin olması.
Atina’daki sınıfsal yapıya göz atalım
3 temel kesim var
Yurttaşlar (ergin olan erkekler kabul edilir, en üstün tabakadır)
Yalnızca yurttaşlar kamu görevlerinde yani yasama, yürütme, yargıda rol alabiliyorlar.
18 yaşındaki erkekler için bir koşul daha var o da anne ve babalarının da özgür birer
Atinalı olması şartı.
Kadınlar Atina siyasal yaşantısında söz sahibi değildir. En önemli görevleri yurttaşlığı
babadan oğula transfer etmek. Siyasal yaşama katılmadıkları gibi herhangi bir mal
edinmeleri de mümkün değildir. Toprak sahibi olmaları da mümkün değildir.
Yabancılar ( zanaat, ticaretle ulaşan kesim)(politik haklara sahip değildir, toprak
edinme hakları da yoktur, özgürlerdir)

Köleler (En alt tabakadır. Özgürlükten ve yurttaşlıktan mahrumdurlar. Alım


satımın konusu haline gelebiliyorlar.)
*Köleler en alt tabaka olmalarına rağmen Atina’daki demokratik sistemi ayakta tutan
kesimdir.
Neden köleler önemlidir?
Soyluların ya da efendilerin iş yükünü azaltıyor. (Siyaset yapan insanların yani
yurttaşların)
Yurttaşların gündelik işlerini yükü köleler aldığı zaman geriye yurttaşlara zaman kalıyor.
Bu zamanı da siyaset için harcıyorlar. Bu nedenle köleler olmasa Atina’da doğrudan
demokrasiden bahsetme imkânımız olmayacak.
Atina’da sadece doğuştan kölelik yok. Bunun için yurttaşlar her an köle pozisyonuna
gelebileceklerinin farkında. Nasıl olabilir?
Bir savaş esnasında esir düşmek, korsanlar tarafından kaçırılmak. Dahası terk edilmiş bir
bebek bulduysanız onu yetiştirip ileride kendinize köle olarak kullanabilmek. Bir başka
durum ise eğer kızınızın zina yaptığı bir mahkeme kararıyla belli olmuşsa veya siz buna
tanıklık etmişseniz kızınızı köle pazarında satabiliyorsunuz.
Belki de solonu ortaya çıkaracak bir diğer kölelik şekli ise borç köleliği. Burada da
örneğin küçük bir tarlanız var büyük çiftlikler kurmak istiyorsunuz bunun için soylulardan
borç para alıyorsunuz. Fakat borcu ödeyemediğiniz zaman soyluların kölesi durumuna
düşüyorsunuz ya da soyluların toprağını işliyorsunuz ona belirli oranda pay vermeniz
gerekiyor bu payı veremediğiniz durumda da köle haline geliyorsunuz. Bu durum giderek
yaygınlaşınca halk isyan ediyor ve bu isyanlar sonucunda hem soylular hem halk bir isim
üzerine anlaşıyor. O isim Solon ’dur. Bütün Atina demokrasisini inşa eden lider. İktidara
gelir gelmez halkın gönlünü almak için halkın bütün borçlarını ortadan kaldırıyor. Dahası
ipotek edilen toprakları halka geri veriyor. Dahası hiçbir Atinalının her ne koşul olursa
olsun köle olamayacağını yasal olarak karara bağlıyor. Solonla birlikte başlayan
doğrudan demokrasiye giden yurttaşlık tabanını genişleten bir süreç vardır. Atinalılar asla
köle olamıyorlar dolayısıyla Atinalılar asla politik haklarını kaybetmiyorlar, özgür bir
şekilde yaşamlarına devam ediyorlar. Dolayısıyla bütün bir proje yurttaşları eşit bir
pozisyona getirme projesidir ve bu proje Solonla başlıyor.
Yurttaşların eşit konuma getirilmesinin en bariz gerekçesi: oldukça geniş tabanlı
yurttaşların siyasal yaşama katılması. Siyasal yaşamdan anladığımız şey ise bazı
kurumlar.
Bunlardan ilki halk mahkemesi. Bu halk mahkemesi 6 bin üyeden oluşuyor. 10 tane
kabile var. Her kabilenin göstermiş olduğu adaylar arasından üye seçiliyor.
*Nasıl üye seçiliyor?*
Kura yöntemiyle.
İkinci kurum halk meclisi.( eğer Atinalıysanız 18 yaşını doldurduysanız halk meclisine
kaydoluyordunuz.)
Üçüncüsü Beşyüzer konsey, dördüncüsü soylular…
Bütün bu kamu görevi yani ister mahkemeye jüri olarak atanın ister halk meclisinde üye
konumda olun bütün bu süreçte her belirleme işi kurayla oluyor.
Burada neden kura yöntemine başvuruluyor?
-Tanrı karar versin diye. Çünkü her şeyin en iyisini tanrılar bilir ve gelecekte neyin Atina
toplumu için iyi olduğuna tanrılar karar vereceği için, Kura sonucunda çıkacak isimleri de
ancak tanrı bilebileceği için. Tanrının burada iradesinin halkın iradesinden daha önemli
olduğu sonucuna varıyorlar.
-Eşitliği muhafaza etmek.
Kleroterian mekanizmasıyla. 10 kabile için 10 sepet var. Buraya 10 ayrı kabileden 10
kişinin adını o deliklere yerleştiriyorlar. Ve makinanın yan kısmında da bir kolon var.
Oraya da beyaz ve siyah taşları atıyorlar. Taşların altında da yine bir mekanizma var.
Mekanizmadan birini çektiğiniz zaman taşın birisi düşüyor. Düşen taş beyazsa ilk
sıradaki adaylar halk mahkemesine ya da meclise seçilmiş oluyor. Şansa ve kuraya bağlı
bir sistem.
*Özellikle mahkemelerde kura yönteminin uygulanması hangi problemi çözmüş olabilir?
Rüşvet. (kimse kimin yargıç olabileceğini bilmiyor)
Meclisi düşünürsek de o eşitliği muhafaza etmek ve gücün tekelleşmesinin önüne
geçmek.
Olumsuz durumu: Deneyim ve beceriler dikkate alınmadan sıradan insanların yargılama
yapması en büyük ceremesini çeken ise Sokrates’tir.
Askerlik ömür boyu süren meslektir atama yoluyla belirlenir. Kura yönteminin dışındadır.
Solon köleliği kaldırıyor halkı eşit bir pozisyona sürüklemek istiyor. Bu izonominin
başlangıcıdır. ‘Yani halkın siyasal yaşama katılmada eşit olması.’
Solondan önce kamu görevlerine aday olabilmek için 2 ölçüt var.
Doğuştan soylu aileden gelmek
Belli bir mal varlığına/toprağa/ürüne sahip olmak
Solon yapmış olduğu reformla soyluluk şartını ortadan kaldırıyor. Ama varlık koşulu
yerinde kalıyor.
Tahıl, zeytinyağı, şarap gibi ürünler üretiyor orada bulunan insanlar ve üretmiş oldukları
ürünler atıyorum 500 ölçek ve üzeriyse 1.sınıf soylu oluyorsunuz ve aynı zamanda
yönetici pozisyonundasınız. 300 ölçek ise asgari 2.sınıftasınız. 200 ölçek ve üzeriyse
3.sınıftasınız. 200 ölçek altındaysanız son sınıftasınız. Yönetici olamıyorsunuz ama üye
olabiliyorsunuz.
Varlık koşulu izonomi için zararlı. Bunu kaldırmanın yolu da herkese toprak dağıtmak
bunu da Peisistratos yapacak.
Solondan itibaren gördük ki atılan her adımda yurttaşları eşit pozisyona getirme arzusu
var. Herkes eşit olmalı ki Atina demokrasisi kusursuz olarak işleyebilsin.
Peisistratos bir kurgusal yöntemle başa geliyor. Bir at arabasıyla şehrin ortasına dalıyor
ve her yeri yaralanmış vaziyette. Herkes ne olduğunu sorduğunda o da düşmanlarımızın
saldırısına uğradım onlarla son ana kadar çarpıştım diyor. Bunun üzerine kendisine özel
silahlı korumalar veriliyor. Bu silahlı korumaların yardımıyla tiranlığı ele geçiriyor, darbe
yapıyor. Tiran olarak adlandırılması bu bakımdan normal, iktidarı zorla ele geçiriyor.
İktidarlığın zorla ele geçirilmesi antik romanda tiranlığın adlandırılmasına yol açıyor.
Yapmış olduğu toprak reformu son derece önemli. Bu toprak reformuyla soyluların
hareket alanı kısıtlamış oluyor.
Soyluluğu azaltmaya yönelik en önemli hamle ise Peisistratos’tan sonra gelen Kleistenes
Demiştik ya meclise ya da mahkemelere aday gösterirken her kabile kendi bünyesinde
bulunan yurttaşlardan aday gösteriyor diye Kleistenes bunu tamamen ortadan kaldırıyor
ve bugüne benzer deme’leri yani mahalle sistemini kuruyor. Buna göre herkes artık ait
olduğu kabileyle değil mahallesiyle anılmaya başlıyor. Bu da ayrıcalıklı bazı ailelerin
önüne ket vurmuş oluyor. Kleistenes tiranlığı önlemek için öyle bir metot uygulamaya
koyuyor ki bu metot bugün pek çok bilimsel çalışmaya da konu olabilmiş metot. Son
zamanlarda yapılan kazı çalışmalarında da bu metotla alakalı bazı bulgular var.
*Tiranlığı önleme adına nasıl bir yöntem uygulanabilir?
Sürgün mekanizması. Ostrakismos. Ostrasizm
Bu mekanizma özellikle demokrasiye tehdit oluşturduğu öngörülen, böyle olduğu
düşünülen insanların o toplumdan Atina’dan tamamen dışlanması. Bu dışlanmanın
yöntemi de sürgün. Bu keyfi alınan bir karar değildir, meclis kararıdır. 10 seneliğine
sürgüne gönderiliyor. Yurttaşsanız bütün özgürlüklere sahipsiniz, siyasal yaşama yön
verme durumunuz çok fazla ve bir anda gitmiş olduğunuz sığındığınız kent devletinde
hiçbir hakka sahip değilsiniz çünkü yabancı konumundasınız. Bu nedenle sürgün edilmek
demokrasiyi korumak adına kişinin yaşamına son vermek gibi bir şey. Bu 2 aşamada
gerçekleşiyor. Her yıl halk meclisinin toplandığı belli bir dönemde katılanlara önce o yıl
için ostrakismosu uygulamak gerekli mi değil mi diye soruluyor. Burada çoğunluk el
kaldırma yöntemiyle evet derse bu durumda meclis ikinci kez toplantıya çağrılıyor. (bu
olağanüstü bir toplantı.)
Ostraka, oval bir çömlek parçası. Bunun üzerine insanlar sürgüne göndermek istedikleri
kişinin ismini yazıyorlar. Ve bu isim yazma oylamaya katılma anlamına geliyor. Çanak
çömlek mahkemesi olarak da adlandırılıyor. Kullanılan oy sayısı en az 6 bini buluyorsa
toplantı yetersayısı var kabul ediliyor. 6 bin çanak çömlekten en çok ismi yazılan kişi 10
yıllığına sürgüne gönderiliyor.
Aristides, bu sürgünle alakalı bir oylama yapıyor ostrasizm uygulansın mı uygulanmasın
mı diye ve bu oylama yapılırken Aristides çanak çömleklere isimleri yazan insanların
yanına yaklaşıyor. Bir tane yaşlı bir adam Aristides’e benim okuma yazmam yok senden
rica etsem bu oylamaya katılmama yardım eder misin diye soruyor. Aristides kimi
yazmak istiyorsun diye sorduğunda da adam net bir şekilde Aristides diyor. Bunun
üzerine Aristides kendi adını çömleğe yazıyor. O dönemde Aristides ’in demokrasiye olan
inancı çok sağlam. Daha sonrasında Aristides adama neden Aristides ismini yazmak
istediğini soruyor ve adam benim ona karşı herhangi bir şeyim yok fakat onun bu
zamana kadar adil bir insan olduğunun dillendirilmesinden bıktığını söylüyor.
Düzene korumada bir diğer isim Graphe Paranomon. Burada da diledikleri gibi
düşüncelerini ifade etme özgürlüğüne sahiptirler (isegoria) .Demokrasinin düzgün
işlemesi için insanların bir hakkı daha var o da yasa teklifinde bulunma. Fakat bunun
şöyle bir riski var. Yasa teklifinde bulunduktan sonra bu yasa halk tarafından kabul
edilmiş olsa dahi daha sonra bu yasanın topluma, Atina’nın işleyişine zarar verdiği
kanaati ortaya çıkarsa tüm sorumluluğu almış oluyorsunuz. İster bu yasa kabul edilsin
ister teklif aşamasında olsun yasa Atina’nın genel düzeyine aykırıysa ve bu yönde bir
kanaat oluşmuşsa sizi aleyhinize karar alınabiliyor. Ağır bir para cezası ya da yurttaşlık
haklarından kısmen ya da tamamen mahrum kalmak. Bir bakıma köle pozisyonuna
düşmüş oluyorsunuz.
-1930lu yıllarda Akropolis’in kuzeyinde kazılar yapılıyor. Amerikan bir arkeolog bir kuyuya
rastlıyor ve burada 191 adet çömleklerden çıkarıyor. Üzerlerinde yazı yazılmış ostraka
olduklarını fark ediyor. Fakat hepsinin üzerinde aynı isim var. Fakat şöyle bir program
var. Yapılan incelemeler sonucunda 191 ostrakanın sadece 14 el tarafından yazıldığı
ortaya çıkıyor. Bir kişi onlarca insanın onların iradesine uyarak veya onların iradesi
altında ismi yazıyor. Bu da bu uygulamanın sorunlu bir uygulama olduğunu gösteriyor
Perikles dönemi; burada perslere karşı yapılan savaşlar var. Atina öncülüğünde onlarca
kent devleti bir birlik kuruyorlar (attika-delos deniz birliği)
Ve bu birlik neredeyse 200 kent devletini içeren büyüklüğe sahip. Persleri bozguna
uğratıyor ve Atina bir imparatorluk haline geliyor. Bunun en önemli sonucu imparatorluk
haline geliyorsanız kendinizden küçük olan kent devletlerini sömürmeye başlıyorsunuz
yani onlardan vergiler alıyorsunuz. Fakat bu vergiler boşuna alınmıyor. Kura sonucunda
seçilen kişiler mahkemelerde veya meclislerde çalışıp belirli bir ücreti elde etmeye hak
kazanıyorlar. Bu da bir yerde kent devletini sömüren Atina aslında kendi demokrasisini
teminat altına almış oluyor.

3.hafta 7 Ekim
SOKRATES’İN SAVUNMASI
Yargılama bütün hukukçular için çok önemlidir. Yargılama denilen şey hukukun varlık
nedenidir. Hukuk yalnızca ve yalnızca kendisini insanlara itaat etmeye zorlamak için var
olan bir kurumdur. Yani bütün insanlar hukuka itaat etmiş olsa o zaman zaten hukuka
ihtiyacımız yok. O zaman hukuk kuralları doğa yasasına dönüşür, hukuku tamamen
ortadan kaldırırız, insanlar özünde iyidir deriz, kimse kimseye zarar vermiyor deriz ve
yaşantımıza bakarız.
Ama böyle değildir. Hukuk denilen şey tam da hukuka aykırı edimlerden dolayı ortaya
çıkan bir şey. Bu nedenle bu mekanizma kendisini yargılamada gösteriyor.
Gelelim Sokrates’in savunmasına
Sokrates kim?
Bu adam yaz kış yalınayak dolaşan, ailesiyle neredeyse bütün bağlarını koparan, 3
çocuğunu ve eşini yalnızlığa terk eden tek derdi başkalarına musallat olmak olan ki bunu
da daima iç sesine dayandırarak yapan parasız pulsuz filozof.
Ardında hiçbir eser bırakmamıştır. Yazıya değil sözün gücüne güvenir.
Sokrates’le ilgili bilgilere Ksenofon’un Sokrates’ten Anılar eseri ve Platon’un
diyaloglarından ulaşıyoruz.
Platon’un diyaloglarına daha çok güveniriz çünkü Platon özellikle yargılamada
Sokrates’in savunmasında bizzat Sokrates’in öğrencisi olarak o yargılamaya iştirak etmiş
ve yargılamada notlar almıştır.
Atina’da Solon’ un kurmuş olduğu kurumlar bugün bize yol gösterecek, el feneri olacak
kurumlar
Halk meclisi (18 yaş)
Halk mahkemesi
Danışma meclisi ( soyluların meclisi)
Yürütmede Arkhon dediğimiz yöneticiler

*Halk mahkemesine kimler jüri olarak katılabiliyor?


30 yaşındaki yurttaş erkekler
*Mahkeme toplam kaç kişiden oluşuyor?
6000 kişiden
Her sabah kaç tane yargılama yapılacaksa sayıları 200-600 arasında değişen
mahkemeler kuruluyordu. Mesela 5 mahkeme kurulacaksa ve jüri üyeleri 500 kişiden
oluşacaksa kuradan 2500 kişi çıkıyordu. 6000 kişi de oraya her kabilenin önermiş olduğu
adaylar arasından geliyordu, kurayla geliyordu. 6000 kişiden kurayla belirlenenler
mahkeme heyeti oluşturuyordu. O kura o sabah çekiliyordu. Yani kurayla isimler
belirleniyor ve hemen ardından ismi çıkanlar kendi mahkemesine doğru yol alıyorlardı.
*Sokrates’in yargılanmasında jüri kaç kişiden oluşuyor?
500 (bazı kitaplarda 501 yazar.)
*Davacı ve davalıların konuşmasıyla ilgili bir kısıtlama var mıdır? Dilediği süre zarfında
istedikleri kadar konuşuyorlar mı?
Su saati yöntemine başvuruyorlar. Bir vazonun içerisine suyu döküyorlar küçük bir deliği
var. O delikten su bitene kadar taraflara konuşma hakkı veriliyor. Hem davacıya hem
davalıya.
Bu süreci de yöneten 500 kişi içerisindeki 4 ayrı yargıç.
*Sokrates’in savunmasında davayı açan kim?
Meletos.
Anitos ve Livkon var. 3 ayrı isim.
Dava açmayla ilgili olarak ister hukuk davası olsun ister ceza davası olsun herkes bizzat
gidip Arkhon’a başvurmak zorunda. Arkhon kent devletinin yöneticisi. Arkhonlar yıllık
olarak seçiliyor. Gidiyorsunuz şu kişiden şu sebeplerle şikâyetçiyim. Sizin tıpkı savcı
gibi aslında iddianızı alıyor dönüyor davalının savunmasını alıyor ve bunu o sabah
belirlenen mahkemeye sunuyor Arkhon. Dolayısıyla ceza davası da olsa hukuk davası
da olsa kendiniz gidip başvurmalısınız, kimden şikâyetçi olduğunuzu devlete bildirmek
zorundasınız.
*Atina’da hangi kurum yok?
İddia makamı yani savcılık makamı yok. Bu da re ’sen araştırma ilkesinin olmadığı
anlamına geliyor.
Adam öldürme varsa maktulün yakınları devlete başvurmak zorunda. Bu başvurma
olmadan yargılama süreci asla ve asla başlamıyor.
-Böyle bir düzende ben sevmediğim veya kıskandığım biri hakkında da ithamda
bulunamaz mıyım? Bu durum toplumsal düzeni ortadan kaldırmaz mı? Keyfiyeti önleyici
nasıl bir mekanizma var?
Para cezası.
Art niyetli uygulamaların önüne geçmek için yargılamanın 2 aşamadan oluşması yolunu
tercih ediyorlar. Birincisi suçlama aşaması, ikincisi cezalandırma aşaması. Yani
Sokrates’te de doğrudan cezalandırma yöntemini uygulamıyorlar. Önce yargılama
aşamasında kişinin suçlu olup olmadığını tespiti aşamasına başvuruyorlar.
Peki, bu keyfiyeti nasıl önleyecek?
Bir adam aleyhinde ithamda bulundunuz. Arkhon’a gittiniz dediniz ki bu adam tanrılara
inanmıyor ya da eşitlikçi yapıyı bozuyor. Önce yine mahkeme kuruluyor adamın suçlu
olup olmadığı tespit ediliyor. 500 kişi var. Eğer sizin ithamınız oradaki toplam jürinin 5te
1inden daha az oy alırsa yani 100 kişiden daha az kişi evet bu adam suçludur derse
kalan 400 kişiden daha fazlası hayır bu adam suçsuz derse bu durumda siz para
cezasına çarptırılıyorsunuz. Ve bu para cezası aslında bir tür haksız suçlama nedeniyle
ödenen tazminatın yerine geçiyor.
*Atina’da sadece yurttaşlar yok. Yabancılar da var. Yabancının başına bir şey geldiğinde
o nasıl mahkemeye başvuracak?
(oradaki yabancılar orada ikamet eden insanlar. Zanaat veya ticaretle uğraşıyorlar ama
yurttaş pozisyonunda değiller ve haklardan mahrumlar, politik hakları yok)
Yurttaş vasıtasıyla yapabilirler. Temsilci seçerek
Mahkemede kurada çıkan yargıçlar duruşmaya başlamadan ellerine bir bakır kap
alıyorlar, iki tane de levha alıyorlar. Bu levhanın birisi delikli levha diğeri deliksiz levha.
Delikli levha adamın suçlu olduğu yöndeki oyu ifade ediyor. Deliksiz levha adamın
beraatine karar verilmesi yönünde oyu ifade ediyor. İradelerini bu şekilde ortaya
koyuyorlar ve bir yemin metni var.
Yargıç olarak seçilen yurttaşlar yargılama yapmadan önce şu şekilde yemin ediyorlar
Atina halkının ve halk mahkemesinin kanun ve nizamlarına uygun şekilde oy
kullanacağım. Yasaların yetersiz olduğu hallerde doğru ve adil olanı yapacağım.
Korku veya gösterişe kapılmayacağım. Sadece mahkemenin incelemesine sunulan
konularda oy kullanacağım. (kişiye yönelik önyargım varsa bu önyargılardan arınmış
vaziyette oy kullanacağını taahhüt ettiğini gösteriyor.) davacı ve davalının beyanatlarını
ve savunmalarını dikkatle dinleyeceğime yemin ederim. Yeminimi tutarsam çok yaşarım
tutmazsam bana ve aileme lanet olsun.
- Adamlar her türlü yasanın yargılamayı çözeceğine yönelik inanca sahip değiller. Öyle
suçlamalarla karşılaşıyor ki insanlar bazen yasalar da bu durumda yetersiz kalıyor.
Burada yargıçlar vicdanının sesini dinleyeceğine dair yemin ediyorlar.
- Sadece mahkemenin incelemesine sunulan konularda yargılama yapacağım. Bu yönde
oy kullanacağım bu da şu demek: eğer ben daha önce ihtilaflı olduğum kişi benim önüme
çıktıysa o kişi aleyhinde bir itham varsa ben bütün kişisel garezlerimden arınmış bir
şekilde oy kullanacağım.
Yargılamadan önce davalı ve davacının arkhon tarafından alınmış yeminli ifadeleri
okunur ve yargılama başlar. Şimdi biz Sokrates’in savunmasını doğru bir biçimde
anlamak istiyorsak o dönemin koşullarına dönüp bakmak gerekiyor.

Sokrates neyle suçlanıyordu?


İnsanları alıkoyma, Atina’daki tanrılara inanmama ve onun yerine başka tanrılar koyma,
gençleri yanlış etkileme
Anitos kendi oğlunun derici olmasını istediğini söylüyor. Sokrates’in, kendi oğluyla
konuştuktan sonra kendi oğlunun derici olmaktan vazgeçip felsefeye yöneldiğini söylüyor
ve bundan dolayı Sokrates’ten nefret ettiğin söylüyor ve bu nedenle şikâyetçi oluyor.
Tanıkların beyanları şu şekilde: Sokrates hekimlerin insanlara akrabalarından daha
yararlı olabileceğini söylediği için aile bağlarını zayıflatmakla suçlanıyor
Eğer bir toplum bir kimseyi gözden çıkarmışsa bunun için gerekli araçları her zaman
bulur. Eğer kedi fareyi yemeyi aklına koymuşsa bir şekilde onu yer. Burada sadece
kedinin fareyi ne şekilde yiyeceğini kestirebilmek bizim için önemli. Ve toplum da henüz
Sokrates aleyhinde infazın nasıl gerçekleştireceğini tam da kestirebilmiş durumda değil.
Bu yargılama sonucunda ortaya çıkacak. Bu kadar basit düzeydeki ithamlar o toplumun
içinde bulunduğu ruh haliyle de doğrudan alakalı.
Toplum her daim düşmana hizmet edeni hain gözüyle bakar. Bu hiçbir zaman
değişmeyen bir realitedir.
M.Ö 406 yılında bir savaş var. “Arginussai Savaşı” Peloponnesos (Peloponez)
Savaşlarının içerisinde değerlendiriliyor. Bu savaş davadan 7 sene önce vuku buluyor.
Atinalılar bir donanma savaşı bu, savaşı kaybediyorlar ve bu kayıptan da sorumlu 8 tane
donanma komutanı var. 8 tane asker var. Bu askerlerin yargılanması akabinde ölüm
cezası alması toplumun en büyük beklentisi. Ve Sokrates orada yargılamanın her bir
komutan için ayrı ayrı yapılmasını tavsiye ediyor çünkü toplum bu 8 komutanın tamamı
hakkında ölüm cezası veriyor. Buna itiraz ettiği için de Sokrates toplum nezdinde bir
anlamda kötücül bir pozisyona düşüyor.
İkincisi bu muharebeden çok kısa bir süre sonra patlak veren bir veba salgını var.
Nüfusun belli bir kesimi burada hayatını kaybediyor ve az önce dediğim gibi davadan 5
sene önce aslında 27 yıldır süregelen bir savaş var ki bu da Peloponez Savaşları.
Atina’yla en büyük rakibi Sparta arasında. Ve burada Peloponez Savaşı tahmin
edeceğiniz üzere Atina’nın yenilgisiyle sonuçlanıyor. Bu yenilginin en önemli neticesi
Sparta kendisine yakın olan 30 kişiyi Atina’ya yönetici olarak atıyor ve buna 30 Tiran
yönetimi adı veriliyor. Ve bu 30 Tiran Atina’dan ne kadar demokrat yanlısı varsa
bulabildiği pek çok kişiyi öldürüyor. Pek çok kişinin malına el koyuyor ve gerçekten
tiranlığın hakkını vererek zorba bir yönetim sergiliyor.
Peki, bunun Sokrates’le ne alakası var?
30 tiran yönetiminin önde gelen ismi ki bunlar 13 ay gibi iktidarda kalıyorlar. Şunu da
söyleyelim Sokrates bu dönemde asla Atina’dan kaçmayı düşünmüyor. Pek çok
demokrat pek çok soylu kendisine yönelik bu zorbalıktan kurtulabilmek için Atina’nın
dışına kaçıyor ama Sokrates bunu düşünmüyor. Düşünmemesi de çok normal çünkü 30
tiran yönetiminin en zorba yöneticilerinden birisi olan Kritias, Sokrates’in öğrencisi. Fakat
bu 30 tiran yönetiminin başındaki adamla bu kadar yakın irtibat kurması onların her
söylediğine boyun eğeceği anlamına gelmiyor. İkincisi yine bir demokrat olan Leon’un
Salamis’ten bir başka kent devletinden getirtilmesi için Sokrates’le birlikte 4 kişi
görevlendiriliyor ama Sokrates bunun hakkaniyete ve adalete aykırı olduğunu düşünerek
o kişinin de suçsuz olduğunu bildiği için bu emri yerine getirmiyor ve Salamis’e gitmek
yerine evinin yolunu tutuyor. Bu da emre itaatsizlik anlamına geliyor.
Sokrates’in bu kadar Atina’da kötü bir pozisyonda olmasının nedenlerinden birisi 30 tiran
yönetimindeki Kritias’ın Sokrates’in öğrencisi olması
İkincisi yine M.Ö 411 yıllarında darbeye kalkışmış olan Alkibiades de Sokrates’in
öğrencisi. O da tiranlık hevesi olan bir adam. Buradan toplum şöyle bir sonuç çıkarıyor.
Aslında Sokrates darbeler yoluyla demokrasiyi tiranlığa götürecek olan kitleleri yetiştiren
adam pozisyonuna düşüyor toplumun gözünde. Her ne kadar 30 tiran yönetimine boyun
eğmese de bu yönetimin başlıca sorunlularından birisi olarak görülüyor. Ve toplum eğer
kenti Sokrates’ten kurtarırsa zorbalıktan ve istikrarsızlıktan da kurtaracağını düşünüyor
ve dolayısıyla toplumun bu koşullar altında böyle bir önyargı karşısında Sokrates’i
cezalandırmama ihtimali ortadan kalkmış oluyor.
Sokrates’in cezalandırılacağı kesin ama dediğim gibi acaba Atinalılar gerçekten
Sokrates’i öldürmek mi istiyor yargılamadaki seyre bakarsak aslında böyle bir dertleri
yok. Aslında tek dertleri Sokrates bundan sonra başımıza bela olmasın konuşmasın ya
da Atina’yı terk etsin. Temel dertleri Sokrates’in bundan sonra insanlara musallat
olmasının önüne geçmeleri. Fakat Sokrates bunu reddedecek. Çünkü bir ilahi esinle
hareket ettiğine inanıyor ve tek derdi tanrıların buyruğunu yerine getirmek bu nedenle
geri adım atarsa eğer yani insanlara musallat olmasından vazgeçme durumunda hayatta
kalacağını bilse bile bu durum tanrılar karşısında geri adım atmak tanrıların buyruğunu
çiğnemek anlamına gelecek. Dolayısıyla Sokrates inandığı gibi yaşamayı tercih eden
erdemli bir insan olarak karşımıza çıkıyor.
Gelelim mahkûmiyet hükmüne, karar az önce de dediğim gibi 2 aşamadan oluşuyor ilki
Sokrates’in suçlu bulunması. Toplamda 500 kişi var. Bu 500 kişiden 220 kişi Sokrates’in
gerçekten suçsuz olduğu kanaatinde 280 kişi ise Sokrates’in suçlu olduğunu düşünüyor.
Yargılamadaki Usul
Yasalar davacının talep ettiği cezadan başka bir de davalının kendisi için bir ceza
önermesini istiyorlar. Sokrates orada kendisiyle alakalı para cezasını istiyor. Bu cezayı
dostları karşılıyor. Yaklaşık olarak bir işçinin 3000 günlük alacağı ücrete tekabül ediyor.
Bu talep jüri tarafından kabul görmüyor. Ve Sokrates bunun üzerine kendi sonunu
hazırlayacak şu cümleyi kuruyor ve diyor ki: ben zaten polis için kötü bir şey
yapmıyorum, ben tanrıların buyruğuna uyuyorum ki tanrılar polisin her daim mutlu
olmasını ister bu nedenle bana ceza vermek yerine teamüllere aykırı bir şekilde
olimpiyatlara katılan atletlere vermiş olduğunuz yemek ödülünden talep ediyorum diyor.
Bu da aslında bardağı taşıran son nokta oluyor. Ve Sokrates’in bu talebi karşısında
220’ye 280 kişilik oy potansiyelinden 220 kişiden 80 kişi oy değiştirdi ve durum 140’a 360
oldu. Sokrates ölüm cezasına mahkûm ediliyor.
Peki, bu tüm yargılama sürecinde Sokrates’i bizim için değerli kılan mesele ne? Biz
neden bugün hala Sokrates’ten bahsediyoruz?
Yasalara itaatsizlik durumuna düşmek istemiyor, yasalara itaat Sokrates için çok değerli.
Burada elbette göze aldığı şey çok kıymetli. Ölümü göze alarak bir denge göz ettiği
zaman bir tarafta kendi yasamı var ki
Hobbes der ki: bütün insanlar ama bütün insanlar kendi varlığını korumak üzerine politik
sistemi dizayn eder ve bu yüzden devlet dediğimiz şey ortaya çıkmıştır
Yani ölüm korkusu bütün insanlarda içgüdüsel olarak vardır ve Sokrates bunu aşan bir
adamdır bu yüzden çok değerlidir. Bir tarafta ölüm korkusu diğer tarafta polisin düzeni.
Sokrates için polisin düzeni çok daha kıymetlidir kendi yaşamından. Ve Sokrates’i değerli
kılan da tam olarak budur.
Burada Sokrates’in asıl derdi yargılanmada aklanmak değil. Böyle bir derdi olsaydı sizce
hangi yöntemi tercih ederdi?
Özellikle retorik dediğimiz bir kavram var. İnsanların söz sanatlarına başvurarak kendisini
haksızken bile haklı göstermesi. Bunu yapmanın en kolay yolu da duruşmalara ailesiyle
gelmesi. Mesela yeni doğan çocuklarıyla gelmesi. Ve şunu söylüyorlar: ben burada ölüm
cezası alırsam çocuklar kimsesiz kalacak. Çocukların ağlamaları vs. o kalabalık jüriyi
etkiliyor. Ve Sokrates bunu yapmadığını ve yapmayacağını söylüyor. Kendisinin
çocuklarının asla duruşmaya katılmadığını ve katılmayacağını söylüyor çünkü derdi
aklanmak değil. Derdi oradaki jüri heyetinin gerçekten adil bir karar vermesini sağlamak.
Ve verilen karara hiçbir zaman direnmiyor. Ve direnmenin yasalara aykırı hareket etme
anlamına geleceğini bunun da polise kötülükle eş değer olduğunu söylüyor.
Cezanın İnfazı
*Ölüm kararı verilir verilmez Sokrates hemen cezalandırılıyor mu?
Burada yine din devreye giriyor. Sokrates’in yargılanmasından 1 gün önce tanrı Apollon
adına gönderilen bir gemi var. Bu gemi gelmeden önce hiçbir cezanın infaz edilmemesi
gerektiğini söylüyorlar çünkü bu zaman diliminde infaz edilen cezalar kentin kirlenmesine
yol açacak inancı var. Bu kirlilik meselesini Platon’da ayrıca ele alacağız. (başınıza
heykel düşse heykeli de yargılıyorlar) Atina’da bütün her şey bir ruha sahip inancı var.
Sadece insanlar değil bütün varlıklar bir ruha sahip. Buna “animizm” adını veriyorlar. Bu
kirlilik de buradan kaynaklanıyor. Bir gemi gönderiyorlar tanrı Apollon’a sunmak üzere,
bu gemi gelene kadar biz cezalarımızı infaz etmeyelim eğer infaz edersek kent bütünüyle
kirliliğe bulaşacak ve ruhların gazabından korkma durumu kendisini gösteriyor. Sokrates
gemi dönene kadar o 1 aylık sürede kaçma fırsatına sahip bunu yakın dostu ya da
öğrencisi dediğimiz Kriton kendisine teklif ediyor ve diyor ki: Biz şu an da senin gibi yüce
kişiliğe sahip olan birini ölümden kurtarabilecek kudrete sahibiz. Sokrates için önemli
olan polisin esenliği ve eğer kendisi yargılamadan kaçarsa insanların yasaya itaatsizliği
genel bir kanı haline gelecek ve en azından yasaya itaat etmeme durumuna Sokrates
katkı bulunmuş olacak bunu asla istemiyor çünkü tanrılar daima polisin korunmasını ve
yasalara itaat etmesi gerektiğini bizlere söylüyor. Bu gerekçeyle reddediyor. Ve şöyle
söylüyor
18 yaşına gelen her erkek mecliste Atina’nın yasalarına itaat edeceğine dair yemin
etmek zorunda. Ben de bu yemini ettiğim için bu yemine uymak zorundayım diyor.
Dolayısıyla yasalar kişilerin aleyhine sonuçlar doğursa da itaat edilmesi gereken kurallar
olarak gözüküyor Sokrates’in gözünde. Polis her zaman yurttaşların kendisinden
büyüktür, yücedir ve kutsaldır. Ve Sokrates nezdinde yargıçların verdiği karar etki ve
sonuçlarını doğurmazsa bu polisin sonunun yaklaştığı anlamına gelmektedir. Böylece
Sokrates’in yasalara itaat konusunda taviz vermeyen bir kahraman olduğunu görüyoruz.
Bu özelliklerinden dolayı özellikle yaşamı aşağılaması gerekçe göstererek Nietzsche gibi
filozoflar tarafından eleştiriliyor fakat bugün yaşadığımız toplumda da gördüğümüz üzere
en büyük problemlerden birisi yasaya itaatsizlik. Önce yasalara itaat bilincinin oluşması
gerekiyor ardından yasaların iyiliği veya kötülüğü üzerinde konuşabilelim.
4. Hafta 14 Ekim
SOFAKLES’İN ANTİGONE’U
Polüneikes çok haklı. Tahta geçme sırası kendisinde ona rağmen Eteokles tahtı
kardeşine devretmiyor. Burada da Kreon, Polüneikes’i vatan haini ilan ediyor oysaki
adam gayet haklı, adam hakkını istiyor. Neden Kreon’un böyle tavrı olmuş olabilir?
(Eteokles tahtta ve 1 sene sonra devretmesi gerekiyor ama bunu yapmıyor, anlaşmaya
uymuyor bunun üzerine iç savaş çıkıyor ve bu savaş sonucunda her ikisi de ölüyor
bundan sonra Kreon’un tahta geçişi teamüller gereği oluyor. En yakın akraba olduğu için
tahta geçiyor .)
Atinalılar demokrasiyi muhafaza etmek için ellerinden geleni ardına koymuyorlardı. (kura
sistemi, yargıçların o sabah seçilmesi gibi)
Burada önemli olan şey demokrasiyi var eden şey yurttaşların kendi iradelerini etkin
kılmasıydı. Montesquieu Kanunların Ruhu Üzerine adlı eserinde demokrasiyi işlevsel
kılan şeyin oy kullanma kanunlarının olduğunu söylemiştir bu yüzden kanunlar çok
önemlidir der ve bu kanunların Atina’da tavizsiz bir şekilde uygulanması gerektiğinden
bahseder. Şunu aktarır bir gün Atina’da halk meclisinin karar alma sürecinde
görüşmelere bir yabancının katıldığı fark edilir. Binlerce insan meydanda bir konu
hakkında karar alacaklar ve bir de bakıyorlar ki aralarında yurttaş olmayan bir adam var
ve bu adam yabancı. Buna halk tepki gösteriyor ve o dönemin yasalarına göre bu
yabancı sadece yurttaşlara özgülenen böyle bir faaliyete katıldığı için ölüm cezasına
çarptırılıyor. Bu hassasiyet yurttaş erkeklerin göstermiş olduğu bir hassasiyet çünkü
kadınların en önemli politik görevi yurttaşlığı babadan oğula nakletmekten ibaret. Tam da
böyle bir doktrinde bazı çevreler tarafından tarihte yazılmış ilk bilimkurgu eseri olarak
kabul edilen Loukianos’un ‘Gerçek Bir Hikâye ’si erkekle kadın arasındaki cinsiyet
ilişkilerini konu ediyor. Kadınsız yaşam tasarımına başvurur. Kadınsız yaşam nasıl
mümkün? Bir bilimkurgu bu. Bu kurgu her ne kadar antik yunandan yaklaşık 400 sene
sonra kaleme alınmış olsa da o dönemde kadınlara karşı bakışı oldukça net bir şekilde
yansıtıyor. M.S 175 yılında kaleme alıyor ve burada Gerçek Bir Hikâye adlı eserinde
gemiyle seyahat ederken rüzgâra kapılıp aya doğru hareket eden bir grup insanın
hikâyesini anlatır. Ve bu dünyadan giden insanlar aya gittikleri zaman orada bir toplumla
karşılaşırlar. Selenite toplumu. Selenite toplumunda doğurganlık bütünüyle erkeklere
aittir ve bu toplum hiçbir şekilde kadınlardan haberdar değildir. Burada yazar bize şunu
söylemek ister: Doğum kadının en önemli özelliği, kadının doğurganlık özelliğini yitirdiği
andan itibaren onlara ihtiyacımız yokmuş gibi bir sonuca varırız.
Bu cinsiyet sorunu Aristofanes'in "Kadınlar Mecliste" isimli eserinde de gündeme gelir.
Bir festivalde (antik yunanda festivaller çok meşhurdur, tanrıçalar adına düzenlenen
festivaller vardır) kadınlar bir araya gelir ve aralarında anlaşarak meclise erkek kılığında
girerler. Şafak vakti gelmeden bütün kadınlar erkek kılığında mecliste olur ve daha sonra
çok az sayıda erkek yurttaş da meclise katılım sağlar ve burada toplanan kalabalık
aslında toplumun gidişatından pek çok olumsuzluktan erkekleri sorumlu tutar. Ve o
sırada mecliste bulunan az sayıda erkek de kadınların bu söylemlerinden etkilenir ve
gerçekten de kötü gidişattan erkekleri sorumlu tutarlar ve akabinde yönetimin kadınlara
devredilmesi gerektiği yönünde bir karar alırlar. Elbette bunu sözde erkekler olarak
alıyorlar. Oyunda başkahraman Praksagora şöyle seslenir yurttaşlara: evlerinizin içini
idare edenlerden daha iyi bir yönetici adayı olabilir mi hiç? Bırakın memleketi de kadınlar
idare etsin. Bu çağrı Aristofanes’in eril düzene karşı bir başkaldırısı olarak yorumlanır
yani sorunlar erkeklerden kaynaklanmaktadır. Kadınlar başa geçerse pek çok sorun
ortadan kalkacaktır. Ki bunlar başta eşitlik olmak üzere ekonomik ilişkiler aralığıdır.
Platon’un devlet kitabında savunduğu ekonomik yönetim şeklinde özel mülkiyet yoktur.
Ortak mülkiyet vardır. Aristofanes de bu metninde bütün insanlığın bütün ihtiyaçlarının
ortak bir fonda toplanıp herkese ihtiyacı kadar pay verildiğini dolayısıyla sınıfsal ayrımın
olmadığı bir düzeni, bir anlayışı temsil ediyor. Dolayısıyla bu 2 metin bize ancak fantastik
bir dünyada kadınların yönetime geçebileceğini veya doğurganlıkları yüzünden erkekler
tarafından kabul edildiğini göstermekte.
Biz Antigone’u bir de bu gözle okumalıyız. Bu eril düzene bir başkaldırı. Sadece eril
düzen değil bir erkeğe başkaldırı ve bu erkek bir yönetici, bir kral olması bakımından
Antigone’un önemli bir yere sahip olduğunu bizlere gösteriyor.
Antigone, Sofakles tarafından M.Ö 440’ta yazılmış bir tragedyadır. Tragedyalar ne işe
yarıyor? Bildiğiniz tiyatro. O dönemde festivallerde sergilenen tiyatrolar. Toplum, içinde
bulunduğu düzen hakkında bir adım geri çekilip o tiyatroları izleyerek aslında kendi
sosyal yaşantısıyla alakalı fikir sahibi oluyor. Ve bazen öylesine güncel meseleler
işleniyor ki Sokrates’in Savunması’ndan hatırlayın Sokrates’i ipe götüren en önemli
nedenlerden biri neydi? Aristofanes’in bir oyunundan bahseder Sokrates. Kendisini bir
sofist gibi gösteren, gençleri yoldan çıkarmaya çalışan biri olarak resmeder.
Aristofanes’in Bulutlar oyununda. Bu oyun Sokrates hayattayken sergilenmiştir bütün
insanlar Sokrates’i o oyunla gençleri baştan çıkaran biri olarak tanımıştır. O yüzden
tragedyalar o dönemde kamuoyu oluşturmak için de önemli araçlar olarak kullanılıyor.
Antigone kimdir?
Oidipus, İokaste ile evlenmiştir. Hem öz annesi hem de karısından, Eteokles ve
Polineikes adlı iki oğlu, Antigone ve Ismene adında iki kızı olur.
Oyunun sonunda Antigone’un babasının yanında yine Antigone var. Babasını başka bir
kent devletine götürüyor. Kolonos’a. Kolonos Sofakles’in doğum yeridir aynı zamanda.
Oraya götürürken yanında yine Antigone vardır. İsmene yok mesela.
Babası bütün her şeyini kaybeder hatta kendi gözünü kör ettikten sonra yönetimini
devam ettirir fakat daha fazla buna tahammül edemez ve iki kardeşin Eteokles ve
Polüneikes’in tahtı kendisinden talep etmesi üzerine tahtı onlara bırakır ve onlara lanet
eder. Lanet kuşaktan kuşağa silsile olarak devam ediyor. Fakat kenti terk ederken
yanında yine Antigone var İsmene yoktur burada Antigone ile alakalı doğrudan Antigone
metnine gönderme var bu eylemle.
Antigone metninin kendisinde çatışan bazı değer yargıları var. Antigone ile İsmene
arasında ya da Kreonla Antigone arasında.
Kral Oidipus, Antigone metninde şöyle bir konuşma vardır
İsmene: Antigone, babamızın nasıl öldüğünü düşün kendi ortaya çıkardı günahını kendi
elleriyle oydu iki gözünü karısı öz anasıydı.
Bu bizi başka bir tragedyaya yani Kral Oidipus’a götürüyor.
Bizim buradan çıkaracağımız 2 sonuç var
Ya ensest Atina toplumunda çok yaygın bir şey çünkü eğer karısı öz annesiyse
buradan bu sonuç çıkıyor.
Ya da birazcık araştırma yaparsak aslında bu tragedyanın öncesinde başka bir
tragedya yani Antigone’dan önce kral Oidipus’un olduğunu görüyoruz.
Orada da Antigone’a kadar gelen süreç anlatılıyor
Bu süreçte neler oluyor?
Kral Laios’un karısı İokeste bir çocuk doğuruyor. Kehanetiyle bilinen tanrı Apollon
çocuğun babasını öldüreceğini haber veriyor. Thebai kralı Laios karısıyla beraber böyle
korkunç bir felaketten kurtulabilmek için çocuğu (oidious) ayaklarından bağlatıp onu bir
dağa bırakır. Ve böylece ondan kurtulduklarını zannediyorlar. Çocuğu dağda sürülerini
otlatan bir çoban buluyor. Ve çocukları olmayan Korinthos kralına çocuğu evlatlık olarak
veriyor. Onlar da çocuğu memnuniyetle kabul edip evlat ediniyorlar. Ve çocuğa “şiş ayak”
anlamına gelen “Oidipus” adını veriyorlar. Çocuk sarayda büyüyor ve bir tartışma
sırasında kendisine evlatlık denildiğini duyuyor ve bu işin ardını aramak için yine
apollona tabi olan delfi tapınağına gidiyor. Kâhine diyor ki benim için evlatlık deniliyor
bunun geçerli bir tarafı var mı? Kâhin Oidipus’a kimin oğlu olduğunu söylemiyor ancak
gelecekte babasını öldüreceğini ve annesiyle evleneceğini haber veriyor. Oidipus bunun
üzerine bu sefer kendisi evlatlık denildiği yerden o saraydan kaçıyor. Yine kaderden
kaçma durumu var. Kendi anne ve babasının bıraktığı yerde bir arabaya rastlıyor. Bu
arabanın içinde de Thebai kralı Laios var. Öz babası. Kral ve yanındaki adamlar
Oidipus’a yoldan çekilmesini söylüyorlar ve Oidipus’a saldırıyorlar. Oidipus elindeki
sopayla kralı ve adamları öldürüyor. Ve böylece kehanetin biri gerçekleşmiş oluyor. Laios
ölünce yerine kardeşi Kreon geçiyor. Ve Kreon diyor ki: Thebai’nin girişinde bir yaratık
var (sfenks) ve bu yaratık gelene geçene bilmece soruyor eğer bilmeceyi bilemezlerse
insanları feci bir şekilde öldürüyor. Dolayısıyla Kreon bu durumdan muzdarip ve çağrıda
bulunuyor. Bu yaratığı kim öldürürse ben tahtı ona devredeceğim ve kraliçe olan benim
kardeşim olan İokeste ile evlenmesine müsaade edeceğim. Oidipus yoluna devam eder
ve yaratığa rastlar ve yaratık bilmece sorar.
-Bir süre 2 ayak, bir süre 3 ayak bir süre 4 ayaküstünde yürüyen ve de doğa yasalarıyla
çelişecek biçimde ayakları en çok olduğu zaman en güçsüz olan varlık nedir?
+İnsan
Bilmeceyi bildiği için sfenks bu duruma daha fazla tahammül edemiyor ve kenti terk
ediyor bazı kaynaklarda öldüğü söyleniyor.
Kreon sözünde duruyor ve Oidipus tahta geçiyor ve ardından İokeste ile evleniyor ki
İokeste Oidipus’un öz annesi. Böylece apollonun bildirdiği bütün kehanetler
gerçekleşiyor. Fakat hala oidipus bu kehanetlerin gerçekleştiğinin farkında değil.
Dolayısıyla kaderinden kaçtığını düşünürken kaderinin figüranı olmaktan çok da öteye
gidemiyor. Ve öz annesi olan İokeste ile 2 kız çocuk ve 2 erkek çocuk dünyaya geliyor
bunlar da antigone metninin ana kahramanları. Çok geçmiyor thebaide bir salgın ve kıtlık
meydana geliyor. Bu illetten kurtulmak için yine her zaman olduğu gibi delfi kâhinine
danışıyorlar, kâhin kralı öldürenin hala thebaide olduğunu ve eğer o işi kenti terk
etmezse bu beladan kurtulamayacaklarını söylüyor ve Oidipus sorumluyu bulmak üzere
bu işi üzerine alıyor. Ve zaman içerisinde elde ettiği bütün bulgular okların kendisini
gösterdiğine tanıklık ediyor. Duyduğu utançtan dolayı kendini cezalandırarak iki gözünü
de kör ediyor. Bu halde birkaç yıl daha hükümdarlık yapıyor ardından oğulları Polüneikes
ve Eteokles krallık yetkisini kendisinden almak istediklerinde her ne kadar bunu istemese
de mecbur veriyor ve her iki çocuğuna da lanet okuyor. Ve hikâyenin devamında da bu
lanet yerini buluyor iki kardeş birbirine giriyor ve iç savaş ortaya çıkıyor
Oidipusu kentten çıkaran kişi Antigone. Babasının koluna giriyor ve onun kentten
çıkmasına yardımcı oluyor.
Kreon ile antigone arasındaki çatışmanın temel nedeni de bu. Antigone ’da bir aile
sevgisi var. Aileye olan bağlılık var. Kreon ’da yasalara olan bağlılık daha doğrusu kendi
yasalarına başka insanların itaat etmesine yönelik güç potansiyeli var. Dolayısıyla aile
sevgisi antigone için terazinin bir kefesinde ağır basan değer yargılarından birisi olacak
Antigone ’un kral Oidipus’un devamı mahiyetinde bir metindir.
Antigone, babası Oidipus’un ölümünden sonra tekrar thebaiye dönüyor ve thebaide bir
yönetim anlayışı var. Sıralı yönetim. Bunlardan Eteokles ve Polüneikes’i biliyoruz. Bu iki
isim ülkeyi sıralı yönetme konusunda anlaşılıyorlar bunun da nedeni babalarının
bedduasına uğramamak çünkü babası onlara lanet ediyor. Tahtı istedikleri vakit ve
bundan korktukları için babasının lanetine uğramamak için de dönüşümlü olarak
yönetimin daha adil olacağını düşünüyorlar. Fakat kısa bir süre sonra krallığın paylaşımı
sorun oluyor Eteokles sırası geldiği halde Polüneikes’e tahtı devretmeye yanaşmıyor ve
onu ülkeden kovuyor. Burada haksızlık var Eteokles ’in yapmış olduğu fakat haklıyken
haksız duruma düşen birisi var o da Polüneikes. Polüneikes Argos kralına sığınıyor.
Ardından 6 yabancı kumandanla birlikte Thebai (tebai) önlerine gelerek kardeşine savaş
açıyor. Meseleye bir de bu açıdan bakmak lazım.
Polüneikes dediğimiz o masum görünümlü adam kendisine sıra gelmediği vakit direniş
olarak başkalarına sığınmayı tercih ediyor. Burada haklı haksız ayrımı yapmak zor olsa
gerek.
Kreon, iki ayrı değer yargısı arasında tercih yapmak zorunda. Bir tarafta ne olursa olsun
kent devleti dururken başka bir kent devletine sığınan bir adam var hakkını bu şekilde
elde etmek istiyor diğer tarafta da her ne kadar verdiği söze uymamış olsa da sonuçta bir
iç çatışmada hayatını kaybeden bir adam var. Bu ikisi arasında bir seçim yapması
zorunlu aslında kreon açısında. Çünkü bu iktidarı sağlamlaştırmanın en kolay yolu. İkisini
de haklı göremezsiniz düşman yaratırsınız ve yaratmış olduğunuz düşman üzerinden
kendi taraftarlarınızı toplarsınız.
İnsanlara nispet olsun diye Polüneikes ’in gömülmemesini ve akbabalara yem olacak
şekilde meydanda bırakılmasını buyuruyor. Ve buyruğa karşı gelenlerin de ölüm
cezasına çarptırılacağını söylüyor. Burada akla gelmesi gereken şöyle bir soru var.
Cenazeyi gömme işi neden bu kadar kıymetli?
Hadesten bahsediliyor. Hades yeraltı tanrısının o ölüyü kabul edebilmesinin onun
gömülmüş olmasını şart sunuyorlar.

Bütün her şeyin bir ruha sahip olduğu ve eğer insanları gömmezseniz insanların
ruhu ebediyen yeryüzünde dolaşacak ve insanları felakete sürükleyecek.
İnsanların başına bir şey gelirse bu ölüsüne haksızlık edilen kişinin ruhundan
kaynaklanacağı düşünülüyor arka planda dini bir inancın olduğunu görüyoruz.
İsmene ile Antigone arasındaki çatışma
İsmenenin burada bir figür olarak metne konulma nedeni Antigone’u daha fazla ön plana
çıkarmak çünkü bir tarafta yasalara itaati koşulsuz kabul eden bunu da elbette
yaptırımdan korktuğu için kabul eden bir İsmene var aynı zamanda kral Oidipustan
başına gelen felaket var ve artık bu felaketlerin sonu gelsin düşüncesi de var. Asıl derdi
yaptırımdan korkması.
Ve aralarında şöyle bir diyalog geçiyor.
Antigone İsmene ’ye ölüyü birlikte gömeceğiz dediği zaman
İsmene: Ne yasağı hiçe sayıp Kreon’a karşı mı geleceksin
Unutma kadınız biz baş edemeyiz erkeklerle
Bizi yönetenler bizden güçlü
Gücümüzü aşan şeylere kalkışmak çılgınlık olur.
Burada o cinsiyetçi rolü peşinen kabul etme durumu da var bu nedenle itaatten yana
tavır koyuyor dolayısıyla İsmene için itaat etme yükümlülüğü öncelikliyken ki politik
yükümlülüktür bu. Ailevi yükümlülükler geri planda kalıyor. Oysa Antigone erkek
kardeşinin bu durumda bulunmasından daha fazla tahammül edemiyor ve emre karşı
itaatsizlik duruşu gösteriyor ve son vazifesini yerine getirerek onu gömüyor.
Kral Kreon ’un yurttaşlarına yaptığı konuşma
-Şehrin idaresini ele aldığı halde en iyi tedbirlere başvurmaktan çekinen biri ne kötü bir
rehberdir yani kentin esenliği için, güvenliği için, refahı için aslında kişilerin tekil hayatları,
tekil özgürlükleri göz ardı edilebilir. Bu nedenle devletin menfaatleri için sert önlemler
almak gerekir Kreon’a göre.
Nitekim şöyle bir konuşma geçiyor Kreonla Antigone arasında
Demek ki karşı geldin bana, yasamı çiğnedin
Yeryüzünde anarşiden daha büyük bir suç yoktur
Antigone: Evet öyle çünkü Zeus böyle bir yasa koymadı ne de adalet denen tanrıça böyle
bir şey buyurdu insanlara. Senin buyruğunun tanrıların öncesiz ve sonrasız yasalarına
tercih edileceğine inanmıyorum. Tanrının yasaları dünden bugüne değişen emirler
değildir o yasalar halen yaşıyor bu nedenle ben asıl bu yasaları çiğneyemem. Bir
ölümlüden ziyade tanrının gazabına uğramaktan imtina ederim.
Burada temel bir çatışma var. Bu çatışma Nomoi ve Thesmoi çatışması.
Burada nomoi, nomosla aynı anlama gelir. Bireylerin beşeri iradeleriyle koydukları
yasalardır.
Thesmoi ise gerek teamüllerin gerek dinin, tanrının buyurmuş olduğu yasalar.
İkisi arasındaki çatışma aslında bizim doğal hukuk ve hukuk pozitivizmi dediğimiz hukuk
felsefesindeki iki ayrı ekolü doğuracak.
Doğal hukuktan bahsediyorsak eğer daima düalist bir sistemden ikincil bir sistemden
bahsediyoruz bir tarafta pozitif bir hukuk var ama diğer tarafta onu denetleyen, onu
değerlendiren ona bir değer atfeden doğal hukuk var. Bu doğal hukukun içeriği
farklılaşabilir akıl, tanrı vb. gibi.
Doğal hukukta düalist bir yapı var. Pozitif hukuk var. İnsanların koymuş olduğu kurallar
var ve bu kuralların değerlendirilmesi var. Fakat hukuki pozitivizm diyor ki bu
değerlendirmeye gerek yok var olan hukuk beşeri hukuktur ve biz bu hukuku incelemek
zorundayız. Bu hukukun nasıl olması gerektiği bizim konumuz değil bu ancak ahlakın
konusu olabilir.
Nomoi ve Thesmoi ayrımından hareketle çıkarılabilecek benzer bir sonuç daha var.
-Normlar hiyerarşisi.
Orada da yasaların anayasaya uygun olması gerekiyor. Anayasanın politik bir metin
olmasının ötesinde bir ahlaki metin olduğunu da kabul edersek bir dizi değer yargısını
temel hak ve özgürlükleri içerir. O anlamda Antigone’un normlar hiyerarşisine gönderme
yaptığını söyleyebiliriz.
*Antigone ile Sokrates’in Savunması’nın kıyaslanması
Tanrısallık vasfı (Antigone tanrısal yasaları kendi eylemine ilke olarak alırken,
Sokrates’in kendi eyleminde dayandığı ilke tanrısal sestir. Bu bakımdan her
ikisinin de eyleme biçiminde tanrısal imge ve buna bağlı olan ahlaki değerler
belirleyici olur.)

Sokrates’te yargılama var Antigone ’da doğrudan buyruğun uygulanması var (kral
yargılama konumuna geçip doğrudan infaz eden konumunda)

Antigone ‘da bir direniş var ama Sokrates’te bir direniş yok. Sokrates’te verilen
karara uymanın arka planında düzeni tesis etmek ve buna katkı sunmak var,
Sokrates kurulu düzene doğrudan itaat ediyor çünkü polisin ancak bu şekilde
yüceltilebileceğini söylüyor ama Antigone ‘da tamamen tersi bir davranış var.
Antigone’un derdi mevcut yasalara uymak değil onun için tanrısal kuralar daha
öncelikli. Temel çatışma daha çok budur. Sokrates nomaiye itaat ederken
Antigone thesmoi’nin izinden gidiyor.

“Antigone nomoi’ye karşı direnip, şartsız bir şekilde thesmoi’nin izinden giderken,
Sokrates nomoi’ye itaat eder. Sokrates için Antigone ‘de olduğundan farklı olarak
thesmoi-nomoi çatışması yoktur. Sokrates de tıpkı Antigone gibi tanrının sesine kulak
verir; ancak onun düşüncesi devletin yasalarıyla zıtlık değil, tam tersine bir uyum
oluşturur. Aslında Antigone’nin tüm direnişi belki de Sofokles’in eleştirisi tanrısal
yasaların devletin yasalarıyla uyum içinde olması gerektiği konusudur, ama bireysel
çıkarlarla devletin otoritesi çatıştığı için Antigone daha yüksek bir ilke olan thesmoi’ye
itaat etmek zorunda kalır. Bana öyle geliyor ki Antigone’den haberi olduğu ve etkilendiği
de varsayılan Sokrates’in Antigone ‘de ortaya çıkan thesmoi-nomoi çatışmasını olumlu
anlamda çözdüğü ileri sürülebilir. Sokrates bu anlamda akılcı bir düşünme biçimiyle
tanrısal sesi ya da adaleti devletin yasaları ya da adaleti ile ilişkilendirerek, benzer
deyişle iyi bir biçimde bütünleştirerek ortaya çıkabilecek – hatta Antigone ’de ortaya
çıkan çatışmayı önler. Böylelikle filozof, doğru olsun ya da olmasın nomoi’ye kendi
isteğiyle itaat eder. Bununla birlikte, Sokrates’in polis’in yasalarına olan bağlılığında
sorgulayıcı aklın işlevi büyüktür, oysaki Antigone tanrısal yasalara olan ilgisinde daha
teslimiyetçi bir rol üstlenir. Sonuç olarak, her iki kişi de inandıkları doğrular, savundukları
düşünceler nedeniyle ölüme terk edilmişlerdir.”
Ortak yanları:
Her ikisinin de ölüm karşısında takındıkları tavır çok kıymetli. Kendi değerlerini ölmek
pahasına da olsa yüceltiyorlar. Ölüm ironik bir şekilde değerlerin yaşamasına hizmet
ediyor. Geçici bedenler daimi değerleri yaşatmak için itaat ediyor dolayısıyla Antigone ve
Sokrates’i yine ironik bir şekilde ölmelerine rağmen ölümsüz kılan şey bu olsa gerek
çünkü Hobbes’a baktığımız zaman insan bencil bir varlık ve insan için en önemli şey
hayatta kalma duygusu. İnsan hayatta kalmak için her şeyi yapabilir. Bu nedenle ölüm
denilen şey bir bakıma Antigone ve Sokrates’te değerleri yaşatan bir olguya dönüşüyor.
Bu da iki ismi ölümsüz kılıyor.

5.Hafta 21 Ekim
Platon
M.Ö 427 yılında dünyaya gelmiştir. Gerçek adı Aristokles’tir.
Eflatun islamiyetteki adıdır. (Arapçada p harfi olmadığı için)
Platon latincede geniş anlamına gelir.
Yaşamı boyunca Sokrates’in etkisi altında kalmış bir filozoftur. Sokrates için hayatımda
gördüğüm en bilge en doğru en mükemmel insan diye bahseder. Rahatsızlığından dolayı
Sokrates’in ölüm anında yanında olamadığından bahseder.
Platon, Sokrates’in öğrencisi olmasından dolayı da yurttaşlık hakkına sahip olur olmaz
politikaya atılmaya karar verir ve hayatında deneyimlediği 2 önemli olay onun politikayla
olan ilişkisini engelleyecektir
Otuzlar Tiranlığı (acımasız yönetim)
27 yıl süren Peloponez Savaşı Atina ile Sparta arasında ve bu savaşta Atina
yenilgiye uğrayınca Spartalılar kendisine yakın olan adamlardan oluşan 30 kişiyi
Atina’ya yönetici olarak atıyorlar. Bunların başındaki kişi ise Sokrates’in öğrencisi
Kritias’tır. Kritias, Platon’un büyük amcasıdır.
Tiranlık Platon’u yönetimde görev alması için davet ettiğinde Platon bu yönetimin
zorba hallerine tanıklık edince bundan vazgeçiyor tıpkı hocası Sokrates gibi.
Platon, otuzlar tiranlığından bahsederken çok geçmeden eski düzeni adeta altın
çağmış gibi arattıklarını açıkça gördüm der.
Otuzlar tiranlığından sonra demokratlar yönetime gelir. Demokrasi hâkim olur ama
daha demokrasinin 4.yılında Platon hocasının ölümüne tanıklık eder.
Bunun üzerine aktif siyasette asla ve asla görev almayacağını bildirir.
Sokrates öldüğünde Platon 28 yaşındadır. Sokrates’in öğrencileri Sokrates’i ölüm
cezasından kurtarmaya çalışıyorlardı. Platon da bu isimler arasında anılmaya başlanır ve
bu dedikodu gittikçe yayılınca Platon’unda yaşamıyla alakalı kaygıları ortaya çıkar ve
bunun üzerine Atina’dan kaçar.
Mısır ve Sicilya’ya yolculuk yapar. Sicilya’ya tiran I. Dionysius’un daveti üzerine gider.
Kafasında filozof kral modeli var ve bu modeli uygulamak için Sicilya’ya gidiyor ama bir
tiranla anlaşmak kolay olmayacağı için onları ikna etmek kolay olmayacağı için tiranla
ters düşüyorlar ve tiran bir Sparta gemisiyle Platon’u Sicilya’dan tekrar Atina’ya yolluyor
fakat Spartalı gemiciler yanlışlıkla(böyle iddia ediliyor) Atina’ya değil Atina’nın savaş
halinde olduğu Aegina adasına çıkarıyorlar.
Savaş halinde olduğunuz kent devletine bırakıldığınızda orada anında savaş kölesi
durumuna düşüyorsunuz. Nitekim Platon da bu kaderi yaşıyor, savaş esiri olarak alınıyor
ve ardından köle pazarına çıkarılıyor. Köle pazarında Platon’un da tanıdığı bilge
isimlerden birisi Platon’u tanıyor ve gerekli fidyeyi ödeyerek Platon’u özgürlüğüne
kavuşturuyor. Ardından Platon Atina’ya dönüyor 40 yaşında. Yani 12 yıllık bir sürgün
dönemi var.
Atina’ya döndükten sonra da akademi kuruyor. Eğitim kurumu. Burada her ne kadar
kendisi siyasal yaşamda yer almasa da iktidara yakın olacak felsefeye tutkun olacak
insanları yetiştirme akademinin temel hedefi olur.

Platon’un Adalet Düşüncesi


Mağara Alegorisi
İnsan denilen yaratığın eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşünün ve bu
şöyle bir benzetmeyle anlatılır.
Bir yeraltı mağarasında çocukluklarından beri yaşayan adamlar bulunmaktadır. Bu
adamlar mağaranın girişine arkalarını dönmüş vaziyette ayaklarından ve boyunlarından
prangalanmıştır. Yani hareket etmeleri olanaksızdır ve sadece karşıya bakabilirler sağa
sola dönemezler. Arkalarında yüksek bir yerde ateş yanmaktadır ateşle mağaradakiler
arasında mağaranın girişinden gelip geçen insanları izleyebilecek yükseklikte bir duvar
bulunmaktadır. Mağaradakiler dış dünyadan habersizdir. Elleriyle başlarının üstünde
insana, hayvana benzeyen kukla taşıyanlar mağaranın önünden gelip geçmektedirler.
Mağaradakiler sadece bu kuklalardan yansıyan gölgeleri görebilmektedirler. Mağaranın
önünden geçenlerden her biri konuştukça mağaradakiler bu sesi karşılarındaki gölgenin
sesi zannederler. Ve belli bir zaman sonra bu gölgeleri kendilerince tasnif eder ve
tanımlamaya girişirler.
Hepsi aynı zincirle bağlı olmasına rağmen biri nasıl kurtuluyor? Seçilmiş kişi mi?
Bazı kitaplarda buradaki kişinin belli bir zaman sonra, zinciri gevşetir ve cesaretiyle
prangalarından kurtulduğu yazar. Aslında bu kişi prangalarından kurtarılır. Orada başka
bir hikâye vardır.
( Prangalarından kurtulmak eğitimin bir başlangıcı. Orada kişi var olan kalabalıktan,
yığından izole ediyorsunuz ardından dışarı çıkmasını sağlıyorsunuz, eğitiyorsunuz.
Dışarıda gerçek nesneleri görüyor ki bu o kişinin eğitim sürecinin devam ettiğini
gösteriyor, eğitimde hakikatin o insana öğretildiğini gösteriyor. Ve oradaki güneş ifadesi
de her şeyi görünür kılması da iyilik ideasına gönderme yapıyor. Platon nezdinde iyilik
ideası ideaların ideası.)
Mağaranın içinde insanların taşıdıkları kuklaları görür ve gölgelerin birer yansımadan
ibaret olduğunu anlar kurtarıldıktan sonra, ardından mağaranın girişinden gelen ışığa
doğru adeta zorla sürüklenerek götürülür. Önce nesnelerin gölgelerini görür ardından bu
gölgelerin nesnelerin birer yansıması olduğunu farkına varır ve son olarak her şeyi
görmesine kaynaklık eden güneşin farkına varır dışarı çıktıktan sonra.
Tüm bu gördüklerini paylaşmak için tekrar mağaraya döner ve mağarada kalanlar onun
anlattıklarına hiçbir şekilde inanmadıkları gibi onun vasıtasıyla prangalarından kurtarılıp
özgürleştirilmeye de sıcak bakmazlar. Direnirler. Onun dışarıya yapmış olduğu yolculukla
değiştiğini, bozulduğunu söylerler ve ellerinden gelse onu öldüreceklerdir.
Bu hikâye aslında bize bilgiyi nasıl elde edebileceğimiz noktasında bir reçete sunuyor.
Burada ikili ayrıma gidiyoruz.
Episteme
Doksa (doxa)
Episteme, akılla kavranan bilgiyi ifade eder.
Doksa ise sadece duyularla elde edilen bilgi anlamına gelir.
Platon aslında bize iki farklı âlemin olduğunu söyler. İlki mağaranın içindeki kusurlu
âlemdir, değişkendir(gölgeler daima değişebilir) İkincisi ise değişmeyen, standart âlem,
idealar âlemi. Epistemenin olduğu âlem. Her nesnenin idealardan pay aldığını söyler.

 Bilgiye nasıl erişiyoruz? Nasıl bilgi sahibi oluyoruz?


Bizde var olan sonsuz ruhta bilgiler var. Biz doğduktan sonra o bilgiler tamamen
unutuluyor. Zaman içerisinde akıl vasıtasıyla o bilgileri anımsıyoruz. Platon akla öncelik
veriyor.
Mağaradakilerin hiçbiri halinden şikâyetçi değil. Ve dışarı çıkmaya da yeltenmiyorlar. Bu
nedenle ellerinden tutulup zorla mağaranın girişine götürülüyorlar. Burada da mağaranın
çıkısıyla alakalı bir mesajı vardır. İnsanların ya da seçilmiş kişinin mağaradan çıkabilmesi
için orada sarp bir yokuşa doğru sürüklendiğini görürsünüz. Mağaranın girişindeki yokuş
idealar âlemine çıkışın ne kadar zor olduğunu göstermekte
Bu kişinin yani filozofun yeniden mağaraya dönmesiyle epistemolojiden siyaset
felsefesine geçiş başlar.
 Mağaradakilerden sadece birisi eğitilerek, eğitim yoluyla dışarı çıkarılmaya mahir
olan insan. Sürüklenerek çıkarılması eğitim denen şeye tekabül ediyor. Yani siz
bir insanı eğiterek, o insana doğru bilgiye nasıl ulaşacağını göstererek ancak o
mağaradan çıkarabilirsiniz. Kişi bunu kendi kendine yapamaz.

 Mağarada o kadar kalabalık arasında sadece bir kişi dışarı çıkarılıyor. Bu da şu


anlama geliyor. Platon aslında çoğunluğa karşı tavır alan bir filozof. Gerçek
anlamda bilgiye sahip olacak olan içlerinden sadece birisi. Platon Devlet Adamı
adlı eserinde insanları yönetme biliminin çok zor bilim olduğunu söylüyor ve
metindeki diyaloglarından birinde şunu söyler: On bin kişi arasında bırak kralı bir
satranç ustası bulmak dahi nerdeyse mümkün değildir. Bu nedenle insanların yani
kalabalık yığınların olduğu bir yerde gerçekten nitelikli insan bulmak, yönetmeye
muktedir insan bulmak oldukça güç bir iştir. Ve bu kişi tekrar mağaraya
döndüğünde mağaradakilerin kendisine yönelik tepkisiyle karşılaşıyor ki
mağaradakiler aslında halkın ta kendisi. Uzun süre doğru bildikleri yanlışlarla
yaşıyorlar, alışkanlıklarından asla vazgeçmiyorlar. Böyle insanlara yardım etmek
de oldukça güç çünkü onların geleneksel yaşam biçimlerinden koparmak, onlara
sizin bildiğiniz yanlış doğru olan budur demek aslında Platon nezdinde ölümü
göze almak anlamına geliyor. Burada da Sokrates’in halk tarafından öldürülmesi
meselesine gönderme yapıyor.
Filozof dediğimiz şey idealara ulaşan, gerçeklik bilgisine ulaşan ve her iki âlemi de bilen
kişi. Adaletin ne olduğunu da bilir, gerçekliğin hakikatinin de ne olduğunu bilir, halkın neyi
düşündüğünü de bilir. Mademki hem hakikati hem de halkın düşüncelerini bilen birisidir
filozof, o zaman sadece filozoflar yönetmelidir der ki buradan da filozof kral düşüncesine
ulaşıyoruz.

POLITEIA’DA ADALET TARTIŞMASI VE THRASYMAKHOS’UN MEYDAN OKUMASI


(makaleden sınavda sorumluyuz)
Adalet bir ideadır. Bunun bilgisine gerçek anlamda sadece filozoflar sahip olabilir.

*Platon nezdinde adalet denilen şey, filozofun bilgisine sahip olduğu şey nedir?
Kephalos’un adalet tanımı: Kişinin ödünç aldığı şeyleri geri vermesi ve dürüst olması
Sokrates’in itirazı: Birisinden bir silah ödünç aldınız ve o kişi akli melekerini kaybetti ve
bu durumda o kişiye tekrar silahı iade eder misiniz?
(konuşmacı Sokrates’tir bu aynı zamanda platonun görüşünü yansıtır)

Şair Simonides’in adalet tanımı: Adalet herkese hakkını vermektir, teslim etmektir.
Sokrates’in itirazı: Konunun tamamen bir bilmeceye dönüştüğünü söylüyor çünkü siz
adaleti hakla tanımlamaya kalkarsanız bir bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle tanımlamış
olursunuz ki adaleti bilmiyorsak hakkı da bilmiyoruz. Hak kelimesi de en az adalet kadar
belirsiz.

Polemarkhos’un adalet tanımı: Dosta iyilik etmek, düşmana kötülük etmektir adalet.
Sokrates’in itirazı: Dost veya düşmanı ayırt etmeksizin hiç kimseye kötü davranmamız
gerektiğini söylüyor Platon.

Thrasymakhos’un adalet tanımı: Adalet güçlünün menfaatinden, çıkarından başka bir şey
değildir. Ve orada düşüncelerini tiranlık üzerinden örneklendiriyor. Sıradan bir kimse
tiranın yaptıklarının sadece bir kısmını gerçekleştirse dahi biz o kişiyi türlü suçlarla itham
ederiz fakat bir tiran bir başka ülkeyi bütünüyle işgal ettiği zaman orada zorba bir yönetim
kurduğu zaman biz tirana büyük bir saygıyla bakarız der.
‘Mükemmel Haksızlık’ Haksızlığın boyutu ya da uygulanan şiddetin boyutu ne kadar
artarsa ona duyulan saygı da o kadar artar der.
“Thrasymakhos’un “mükemmel haksızlık ”la anlatmak istediği meşhur Büyük İskender ve
korsan rivayetine benzer. İskender yakalanıp huzuruna getirilen korsanı “denizleri taciz
ederek ne yaptığını sanıyorsun?” diye sorgulayınca; korsan “Senin tüm dünyaya
yaptığınla aynı şeyi! Ben küçük bir gemiyle yaptığım için bana ‘korsan’ diyorlar; sense
büyük bir donanmayla yapıyorsun ve sana ‘İmparator’ diyorlar” minvalinde kurnazca
bir yanıt verir.”
Sokrates’in itirazı: Kişi kendi çıkarına yaptığı şeyi aslında kendine zarar verecek bir
şekilde de yapabilir aslında insan her zaman kendi çıkarının ne olduğunu tayin
edemeyebilir bu nedenle böyle bir tanımlama da çok doğru değildir çünkü insan bilmeden
de olsa kendisi aleyhine sonuç doğurabilecek kararlar verebilir.
Sokrates devlet tasarımından hareket ederek bir adalet mefhumu ortaya koyuyor.
Devlet hangi sınıflardan oluşuyor?
Yönetenler (Filozoflar)

Savaşçılar ( yönetenlerin yardımcıları, koruyucular, cesur olmalı)

İşçiler (el zanaatkârları, halk tabakası, üretimi yapacak kesim)


Adalet, herkesin kendi sınıfında kendi işini yapmasıdır. Dolayısıyla bir el sanatçısı
yönetmeye talip olamaz. Bir savaşçı üretim işine giremez. Herkesin görevi belli ve herkes
görevini ifa etmek suretiyle adil bir toplumu oluşturur.
Adalet, işini iyi yapmak değildir. Adalet, herkesin kendi sınıfında kalmasıdır ve kendi işini
yapmasıdır.
Tekil Adalet:
İnsan ruhunda var olan akıl, bilgelik
Cesaret
Arzular, tutkular
Eğer insan adil insan olmak istiyorsa devleti nasıl filozoflar yönetiyorsa bedeni de akıl
yönetmelidir. Dolayısıyla aklın almış olduğu kararlar adildir. Mademki insanın tutkularını
sınırlayan şey akıl, o zaman yasaları koyanın da akıl olması gerektiğini söylüyor.
Yasaların da mutlaka akıl rehberinde hazırlanması gerektiğini söylüyor.
Eğer bir yasa koyucu sadece kendi çıkarını düşünerek kendi arzularını gözeterek yasa
çıkarıyorsa orada asla toplum kendi varlığını muhafaza edemez diyor Platon. Böyle bir
durumda toplumun yıkılışı yakındır. Dolayısıyla yönetici ve yasa arasında bir hiyerarşi
olmalı fakat yasalar yöneticilerin altında yer almamalı. Yani yöneticiler yasayı araç olarak
kullanmamalı. İnsanlar değil yasalar yönetmeli.
Yasa aklın yansımasıdır. İnsanlar ise daima kendi tutkularına mahkûm olabilir bu yüzden
akıl vasıtasıyla konulan yasalar daima egemen olmalı diyor Platon.
Kentin mutluluğunu sağlayacak bu yasalar hangi ilkeye göre hazırlanacak? Akıl neyi
öncelemek zorunda?
Ortak menfaat.
Bütün insanların menfaatine olan yasa iyi bir yasadır.
Bütün insanların menfaatine olan yasa tekil çıkarları, yöneticinin çıkarlarını gözetemez.
Vatandaşlardan birinin çıkarları önceleyerek yasa hazırlanamaz. Bu da bizim ‘yasanın
genelliği’ ilkesine ulaşmamızı sağlıyor. Bunu yapacak olan da elbette filozoftur. Sıradan
insanlar bunu yapabilecek kapasiteye sahip değildir.
Filozoflu yöneticiler kendi çıkarlarını değil toplumun yararına olanı gözetmek zorunda. Bu
da diğer insanlardan farklı olarak filozofların bencil olmadıklarını gösteriyor. Ve bu
noktada Platon bencillik, adalet ve devlet arasında harikulade bir bağ kuruyor.
Poliste en önemli şey polisin varlığıdır demiştik. İnsanların polis karşısında pek bir önemi
yoktur. Bunu Platonla da net bir şekilde göreceğiz. Bütün yanılgıların nedeni insanın
kendisini her şeyden çok sevmesidir. Çünkü seven sevdiğine karşı kördür bu nedenle kişi
adil olanı yanlış değerlendirir çünkü kendisiyle ilgili bir mesele söz konusu olduğunda
kendisini çok sevdiği için adaletli olanın peşinden gitmez kendi gölgesinin peşine takılır.
Bu nedenle her şeyden önce kişi adaleti sevmek zorundadır hatta kendisinden önce de.
Bu da devletin menfaatleri karşısında kişi kendi çıkarlarını bir kenara bırakmalıdır
anlamına gelir. Platon yasanın neyi konu edindiği ile de ilgilenir. Burada da halkın
mutluluğunu aynı zamanda polisin esenliği demek. Bu da yasanın konusunu oluşturuyor.
Modern anlamda yasanın konusu insanların davranışıdır. Yasalar insanların davranışını
düzenliyor.
İlkel toplumlarda yasanın konusu:
Platon konuyla alakalı şöyle diyor: İnsan kendisine en yakın ve en çok sevdiği varlığı
öldürürse yani intihar ederse hangi cezaya çarptırılmalı?
Kişi intihar ederse polisin bir kararı olmadan kendi başına ceza vermiş olur, bu da kişinin
polise karşı gelmesi anlamına gelir. Polisin esenliğine zarar verme anlamına gelir bu
kişilere cenaze töreni uygulanmaz, mezarları şehrin dışında olacak, mezar taşlarına isim
yazılmayacak.
Keza bir hayvan insanı öldürdüğünde de benzer muamelede bulunuyorlar bunun nedeni
şu o dönemin inancına göre bir suç işlendiği zaman bu suç aslında insana karşı değil
polise karşı işlenmiştir ve suç işlendiği zaman polis devleti kirlenmiştir çünkü tanrıların
gazabından korkuyorlar. Ve kenti bu kirlilikten arındırmak için kişiyi sınırların dışına
bırakıyorlar. İnsanlar ailesinden birini öldürdüğü zaman aynı şekilde bedeni çıplak bir
şekilde kentin sınırlarının dışına bırakılır ve insanlar kenti bununla da arındırmış
olduklarını düşünmezler ve kişinin kafasına taş atarak kenti arındırdıklarına inanırlar.
Burada temel mesela polisin esenliğidir. Polisi kirlilikten arındırmak.
Platon’un yargılamayla alakalı söylediği bir başka şey ise eğer bir yasa tasarlıyorsak bu
yasa her şeyi konu edinemez. Bu yasa temel bazı ana meseleleri konu edinir kalan kısım
yargılamaya bırakılır. Bu konuda aykırı bir girişim kazuistik bir yasa hazırlama girişimi
Almanya’da 1700lü yılların sonunda Prusya Genel Memleket Kanunu’nda 17 bin
maddeyle karşımıza çıkmıştır. Kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Genel amaç yargıca
hiçbir alan tanımamak ve meydana gelecek bütün olayları en ince ayrıntısına kadar
düzenleyerek kuvvetler ayrılığını güvence altına almak.

6.Hafta 28 Ekim
Resmi tatilden dolayı ders yapılmamıştır.

7.Hafta 4 Kasım
Platon faslında bir mottoya yer vermiştik. Bu motto aslında bugün hukuk devletinin de
temeli olan bir mottoydu.
Nedir o?
Yasalar yönetmelidir insanlar değil.
Bu motto, hukuk devletinin belki de en güzel ifade ediliş şekillerinden birisidir. Ama
Platon’un elbette böyle bir tasavvuru yoktu. Platon’un hukuk devleti gibi ideali yoktu.
Peki, Platon neden böyle bir şey söyledi?
Bunun bir arka planı var. Platon Yasalar adlı eserinde bir efsane üzerinden bu
düşüncesini gerekçelendiriyor.
Rivayet odur ki vakti zamanında insanları insanlar değil tanrılar yönetmekteydi. Platon
bunu Altın Çağ olarak adlandırıyor. Yani titanlar, tanrılar insanlardan daha üstün soy
oldukları için insanları kusursuz bir biçimde yönetme imkânına sahiptiler ve böyle bir
ortamda yöneten ve yönetilen arasında bir soy farkı, bir üstünlük farkı vardı. Platon bu
düşünceyi bizim bugün hayvanları yönetmemize benzetiyor. Bizler nasıl ki evcil
hayvanları onlardan daha üstün soylar olarak onlardan daha üstün varlıklar olarak
kusursuz bir şekilde yönetebiliyorsak tanrılar da insanları o şekilde yönetebilme kudretine
sahipti diyor.
O halde Platon buradan şu sonuca varıyor:
Bir tanrının değil de insanın insanı yönettiği bütün devletlerde insanoğlu felaketi, acıyı
deneyimler yani orada huzur yoktur, mutluluk yoktur, daima kendisini tekrar eden acı
vardır.
Fakat eğer biz insanlar olarak kendi içimizdeki tanrısallığı, sonsuzluğu keşfedebilirsek
ancak o zaman bir insanın bir başka insanı yönetmesi başarılı bir şekilde ilerleyebilir yani
bizim içimizde bir tanrı var biz bu tanrısallığı keşfedebilirsek yani ölümsüzlüğü
keşfedebilirsek o zaman başka insanları da başarıyla yönetebiliriz
 Nedir bu ölümsüzlük?
Aklı tanrısal bir yeti olarak görüyor Platon. Yani biz aklımızı doğru bir şekilde
keşfedebilirsek o zaman yönetmenin ilkelerini doğru bir şekilde koyabiliriz o zaman
insanları çok daha başarılı bir şekilde yönetebiliriz.
Ve elbette yasa dediğimiz şeyi tutkularımızdan, hazlarımızdan, keyif aldığımız şeylerden
değil de akıldan türetirsek o zaman mutlu bir yönetim tablosu çizebiliriz.
Dolayısıyla bir yöneticinin iyi olması işte bu yüzden yasaları gözetmesine bağlıdır diyor
çünkü yasalar aklın birer yansımasıdır Platon’a göre.
Eğer yönetici aklın değil de kendi hazlarının, kendi çıkarlarının peşinden giderse o devlet
yıkılmaya mahkûmdur diyor.
 Peki, o zaman devleti yönetme yetkisi kime verilmelidir?
Aklını iyi kullanabildiği için, yasalara bağlı olduğu için filozofa verilmelidir.
Aklıyla keşfettiği yasaları ideaların bilgisine sahip gerçek adaletin ne olduğunu gerçek
mutluluğun ne olduğunu bilen kişi filozof. Ve bütün bunları yasa koymada kullanırsa aynı
zamanda yasaya uymasını bilebilecek tek kişidir.
Özetle yasa yöneticilerin üstündeyse eğer ve yöneticiler onun kölesiyse ancak bu
durumda devlet varlığını teminat altına almış olabilir.
 Böyle bir bakış açısıyla Platon nezdinde devletin en büyük düşmanı kim olabilir?
İsyancılar.
Sadece yasaya karşı çıkmakla kalmıyor aynı zamanda yasanın varlığını da ortadan
kaldırmaya yönelik teşebbüste bulunuyor. Bu nedenle devletin en büyük düşmanı olarak
isyancıları gösteriyor. Ve elbette bunlara verilecek ceza çok açık. Ölüm cezası. Hatta
ölümü bunlar için kurtuluş olarak görüyor.
Yasalar dediğimiz zaman sadece davranışlara yön veren ya da belirli davranışları
kısıtlayan ya da belirli davranışlara izin veren kuralları anlamıyoruz. Yasalar aynı
zamanda kurumları da tesis ediyor yani bir meclis de yasayla var oluyor daha da
önemlisi mahkemeler de yasa yoluyla kuruluyor.
Platon, mahkemeleri uygun şekilde kurulmamış olan bir devlet devlet olmaktan çıkar
diyor. Mahkemeler her şeyden önce yasaların somutlaştığı ve daha da önemlisi yasaların
varlığının tescillendiği mekânlardır.
Bir yasanın var olup olmadığını
Toplumun davranışlarından ve
Mahkemelerde gözlemleyebilirsiniz.
(Nitekim hukuki realizm akımına göre realistler bir yasanın varlığının mahkemede
uygulanması koşuluna bağlı olduğunu ileri sürerler. Bir yasa mahkemece
uygulanmıyorsa o yasa geçersizdir)
Toplum bütünüyle bir yasaya itaat edemez yani bir yasa bütün insanların itaat ettiği bir
yasa olamaz. Mutlaka mahkeme önünde yargıcın yorumladığı, uyguladığı bir kural olarak
mahkeme önüne gelmek zorundadır.
PRYTANEUM
Kendisine has bir tarafı var.
Plutark’ın Yaşamlar Perikles-Fabius diye bir kitabı var. Orada bir hikâyeye yer verir.
Bir atlet yarışma sırasında yabancı olan Epimitos’u kastı olmadan mızrağıyla öldürür. Ve
bunun üzerine Perikles ile Protagoras bu olayda sorumluluğun kime ait olduğunu
tartışmaya başlarlar.
Sorumluluk kime aittir?
Olimpiyatı düzenleyene, faile.
Modern hukuk sistemlerinde sorumluluk sadece iradi olan varlıklara yüklenir fakat
modern öncesi toplumlarda insanlar ile insan dışı varlık arasında ayrım gözetilmiyor.
İnsan dışındaki varlıklar da nesneler, hayvanlar da meydana gelen olayın, suçun
sorumlusu haline gelebiliyorlar. Yani yargılamanın öznesi haline gelebiliyorlar. Bu yüzden
öldürme eyleminin mızrağa atana mı yoksa organizasyonu düzenleyene mi ait olacağı
tartışmasına bir alternatif olarak mızrak da bu eylemden sorumlu tutulabilir mi?
Çünkü bir mızrağın yargılanması da bir insanın yargılanması gibi olağan karşılanıyor.
Ve Atina’da insan dışındaki varlıkların yargılanması içim özel bir mahkeme tesis ediliyor
bu mahkemenin adı Prytaneum.
Prytaneum esasen büyük bir bina. Yerel bir hükümet binası. Coğrafya olarak Akropolis’in
kuzeyinde yer alıyor. Özelliği ise içerisinde sürekli yanan bir ocak var. Atina’ya bağlı olan
koloniler bu ocakta bir ateş alıyorlar ve gidip kendi hanesinin ocağını yakıyorlar. Bunun
da anlamı biz Atina’ya yürekten bağlıyız, sadığız demek.
Prytaneumda sürekli yanan ocak sadakatin sembolü haline geliyor ve böylece şehirde
bütün o Atina ve kolonileriyle birlikte birliğin sağlanmasına katkıda bulunuyor.
Solon yasalarının metinlerinin muhafaza edildiği yer yani bir hafızayı da temsil ediyor.
Yabancı elçileri, yurttaşları, yarışmalarda başarı elde eden atletleri orada ağırlıyorlar.
Ve en önemlisi içerisinde aynı isme sahip bir mahkeme de bulunuyor. Bu mahkeme hem
nesnelerin hem de hayvanların insanlara vermiş olduğu zarardan dolayı yargılamanın
yapılmış olduğu mahkeme.
Neden böyle bir mahkeme var? Neden nesneleri, hayvanları yargılıyorlar?
 Animizm. Bütün varlıklar bir ruha sahipti. Ruh dediğimiz şey ise varlığı ister
hayvan olsun ister nesne ister insan hiç fark etmez iyiye ya da kötüye
yönlendiren bir özelliğe sahip dolayısıyla istisnasız bütün varlıklar ruha
sahip olduğu için iyiye ve kötüye yönlendirme imkânına sahip olduğu için
onlardan beklenen şey hep iyiye yönlenmeleri eğer kötüye yönleniyorsa
burada sorumlulukları doğuyor.
 Eğer bir varlık bir suç işlediyse birine zarar verdiyse varlığın kirlendiğine
inanıyorlar. Bu bazen ruhunun kirlendiği şeklinde de yorumlanabiliyor ve
kirliliği bütün kente yaymaması için önlem alıyorlar. (Şehirden uzak bir yere
bırakmak, hayvanları öldürüp şehrin dışına bir yere gömüyorlar. Bir insanı
öldürenin kimliğini tespit edemiyorlarsa duyuru yapıyorlar ve bu insan
kutsal yerlere ayak basmasın diyorlar. Çünkü kendisi bir başkasını
öldürerek kirlendi ve bu kirliliği kutsal mekânlara bulaştırmasın)
Günah keçisi tabiri: Yahudi âdeti. Kefalet günü adıyla da anılır. Yılın belirli
dönemlerinde o yörenin insanları bir alana toplanıyor. Dini görevliye
günahlarını aktarıyorlar dini görevli de bütün bu günahları bir keçinin sırtına
yüklüyor ve keçiyi bazı rivayetlere göre uçurumdan aşağı bırakıyorlar bazı
rivayetlere göre ise keçiyi şehrin dışına ölmek üzere bırakıyorlar. Hep bir
arınma isteği var. Suçluluğun getirmiş olduğu kirlilikten kurtulma arzusu.
Peki, bu arzunun nedeni ne? Eğer biz suçlunun infaz edilmesine dair gerekli
ritüellere uymazsak o zaman tanrının gazabından kurtulamayız başımıza türlü
felaketler gelir diyorlar. ( Atina’da şimşek çakıyor ve bundan dolayı biri
ölüyorsa bunu Zeus’un öfkesi olarak yorumluyorlar. Bütün doğa olaylarını
tanrısallıkla yorumlama geleneği baş gösteriyor. İkinci bir ihtimal daha var eğer
biz bu ritüellere uymazsak yani mızrağı kentin dışına atmazsak maktulün de
bir ruhu var ve bu ruh sonsuzluk âlemine gitmez burada kalır ve başımıza türlü
belalar açar diyorlar böyle bir inanç sistemi var.
Prytaneum dediğimiz şey Atina’da inanç sisteminin yasaları ve kurumları ne denli
doğrudan etkilediğini gösteren bir delil niteliğinde.
ARİSTOTELES
Makedon(Stagira).Yabancı statüsünde siyasete giremiyorsunuz. Yurttaşlık haklarından
yararlanamıyorsunuz, mülk edinemiyorsunuz.
Babası Makedon kralının doktoru.
Aristo küçük yaşta babasını kaybediyor çocukluğunun büyük bir kısmını Makedonya’daki
sarayda geçiriyor 17 yaşında Platon’un akademiyasına giriyor ve 20 yıl boyunca eğitim
alıyor. Platon ölünce de oradan ayrılıyor. Makedon kralı II. Filip Aristoteles’i 13 yasındaki
oğluna öğretmenlik yapmak üzere çağırıyor Aristoteles bunu kabul ediyor. Bu çocuk
Büyük İskender. Orada Büyük İskender’e 3 yıllık eğitim veriyor. 3 yıldan sonra
Aristoteles’le Büyük İskender arasındaki iletişim kesilmiyor.
Büyük İskender çıkmış olduğu seferlerinde bazı bitki çeşitlerini, hayvan çeşitlerini ya da
maden çeşitlerini adamlarıyla Aristoteles’e ulaştırıyor ve buradan Aristoteles yapmış
olduğu gözlemlerden hem de kendisine gelen bilgilerden Hayvanların Hareketleri Üzerine
diye bir kitap yayınlıyor. Ve burada hayvanların belirli bir amaç doğrultusunda hareket
ettiğini söylüyor yani filozof dediğiniz zaman sadece politika alanında hukuk alanında
değil aynı zamanda doğa bilimci her biri. Mesela Hobbes’te de bunu görürüz. İnsanlar
nasıl hareket ederler insanlar maddelerden mi oluşur yoksa ruhtan mı oluşur hatta
tanrının da aynı maddeden oluştuğuna kadar gider bütün bunlar yapmış olduğu
gözlemlerin bir sonucudur. O yüzden doğa bilimlerinden tamamen kopuk insanlar değildir
filozoflar.
Büyük İskender tahta geçiyor akabinde Aristoteles Atina’ya geri dönüyor. Yabancı
olmasından dolayı Atina’da Platon Akademiyası gibi bir okul açma isteği beliriyor ama
bunu Atina’da yapma imkânı yok bu yüzden Atina’nın dışına bir yere koruluk anlamına
gelen küçük orman anlamına gelen Lykeion adı altında bir eğitim kurumu inşa ediyor.
Bugünkü lisenin de etimolojik olarak kökenini oluşturuyor. Bu dönemde Atina yönetimi
bütünüyle İskender’in himayesi altında. Bağımsızlığını büyük ölçüde yitiriyor fakat
İskender’in ölümüyle Atinalılar isyan ediyorlar ve Makedonya’ya başkaldırıyorlar ve
büyük İskender’in de akıl hocası olan Aristoteles’in de hayatı tehlikeye giriyor. Nitekim
yakın dostu olan bir başka kent devletinin tiranı olan Hermias’a bir ilahi yazıyor ve
yazmış olduğu bir ilahiden dolayı dinsizlikle suçlanıyor. Felsefeye karşı ikinci bir cinayete
izin vermeyeceğini söyleyerek Atina’yı terk ediyor ve Khalkis’e yerleşiyor ve orada
hayatını kaybediyor.
 Platon varlığın bilgisine nasıl ulaşıyordu?
İdealar kuramıyla. Burada bulunan bütün nesneler başka bir âlemden pay almış
durumdaydı ve kusurlulardı çünkü mükemmel olan orasıydı
Aristoteles için bu durum farklıdır. Biz bütün tümel bilgiyi burada bulabiliriz yani kalemde
dahi bilginin doğasını keşfedebiliriz diyor. Dolayısıyla bu dünyayı aşan bir idealar âlemi
yoktur der. Nitekim bu dünyada her şeyin ama her şeyin devinim halinde olduğunu
söylüyor. Değişmek güzeldir değişmek doğaya yaklaşmaktır diyor ve her şey değişerek
kendi varlığını mükemmel bir noktaya ulaştırmak ister der. Bir çınar ağacı tohumunun var
oluş amacı onun mükemmel bir çınar ağacı halini almasıdır her şey bu şekilde kendi
kusursuzluğuna doğru ilerler diyor.
Bir şeyin var olabilmesi için 4 nedene gereksinim duyduğunu söylüyor. Ahşap bir
masanın var olabilmesi için neler gerekiyor?
Formel Neden (formu biçimi/her şeyin bir formu vardır/yapan kişi verir/marangoz)
Maddi Neden (onu var eden temel madde/ağaç)
Ereksel Neden (yapılış amacı/o ağacın masa halini alması)
Hareket Ettirici Neden (her şeyi var eden başka bir şey olmalı/bir yapıcı olmalı)
Bu 4 nedenle vuku bulan varlık sürekli hareket sürekli oluş halinde.
Bütün bu değişimin ardında ne var? Bu varlıkların devinimi tesadüfi mi belirli bir amaca
yönelik mi?
Devinen her nesnenin ardında başka bir nesne vardır her şey sürekli bir başkasına
yönelik etkiyle devinim halindedir fakat bu sonsuza kadar gitmeyecektir der. O durduğu
yer devinmeyen devindirici adını verdiği (bütün her şeyi hareket ettiren ama kendisi
hareket etmeyen) tanrının kendisidir.
Bunu şu şekilde de düşünebiliriz: tanrı bir devinim yasası çıkarmış ve çıkarmış olduğu bu
devinim yasasından kendisi azade kılmış ve her şeyi hareket ettiriyor. Bu da bizi şu
noktaya götürüyor aslında tanrı her nesneye bir erek bir amaç yerleştirmiş böylece her
nesne kendi mükemmel olmasını sağlamak üzere devinim yapıyor yani belirli bir amaca
yönelik olarak deviniyor.
Aristo’ya göre insan da madde ve formdan oluşan bir bütündür. Madde bedene, form ise
ruha karşılık gelir diyor. İnsana bu bedensel özelliklerini veren şey aslında onun
formudur, ruhudur. İnsan ruhunun en belirgin özelliği bir akla sahip olmasıdır. Aklı ruhun
bir özelliği olarak kabul ediyor ve bu akıl sayesinde insan karar verir, tercihler yapar ve
bu da onu ahlaki bir kişilik olarak ortaya koyar
Aristoteles’e göre ahlak dediğimiz şey ne?
Bilimler sınıflandırması
Teorik (tamamen insandan bağımsız olan şeylerin bilinmesi ile ilgilidir/matematik,
metafizik)
Pratik (aslında insanın nasıl davranması gerektiğini gösteren bilimler/ahlak,
politika)
Sanatsal (insanın nesnelerden sanat eserleri yarattığı bilimler/sanat, mühendislik)

Ahlak, insana nasıl davranması gerektiğini söyler ve pratik bilimlerde yer alır.
Aristoteles’in Ahlak Öğretisi: Altın Orta Öğretisi (Doğru Orta)
Aşırılığın insana zarar vereceğini söyler. Bunun için doğru akıl dediğimiz şey insana her
daim ılımlı olana yönlendirmelidir
Bir tarafta savurganlık vardır bir tarafta cimrilik vardır. Eğer ahlaki olmak zorundaysanız
bu ikisinin ortasında yer almalısınız diyor yani cömert olmalısınız.
Bu nedenle aşırı uçlar her daim kötü bir ahlaki niteliktir der. İnsan tam da bu ahlak
özelliği nedeniyle neyin iyi neyin kötü neyin haklı neyin haksız olduğunu ayırma kudretine
sahip olduğu için diğer canlılardan ayrılır der. Tam da bu ortak ahlaki değerlere sahip
olduğu için bir devlet oluşturabilme kudretine sahiptir o devletin adı da polistir.
Polis, insanların ahlaki bir yaşam sürmelerine olanak veren bir yapılanmadır yani keyfe
keder sadece bir güce dayalı yapılanma değildir aynı zamanda insanların ahlaklı
yaşamasını mümkün kılan tek yapıdır.
Aristoteles’te devlet dediğimiz şey iyiyi iyi yaşamayı mümkün kılan yapılanma. Bu da
siyasetle ahlak iç içedir sonucunu çıkarıyor. Nitekim politika adlı eserinde şu cümlelerle
başlıyor kendi gözlemlerimiz bize her devletin iyi bir amaçla kurulmuş topluluk olduğunu
söylüyor bütün insanlar eylemlerinde iyi saydıkları eylemleri elde etmeye çalışır bu
nedenle polisi inşa ederler bu nedenle polis denilen şey insanı iyiye sevk eden bir
yapılanmadır ve bu yönüyle insan polise aittir ve ancak onun içerisinde yaşayabilir bu da
toplumsal hayvan olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Polis dışında yaşamak ahlaki yaşamayı olanaksız kılıyor. Polisin dışındakilere,
yabancılara düşman muamelesi yapılma nedeni de bu. Atina’nın dışındaysanız ahlaki
olmanın dışında kalırsınız. O halde bütün insanlar toplumsal yaşamın içerisinde polisin
içerisinde yer almak zorundaysa toplumsal yaşama katılmayacak toplumun dışında
varlığını sürdürebilecek bir insan yok. Nitekim toplumun dışında varlığınızı
sürdürecekseniz ya hayvan olacaksınız ya da topluma ihtiyaç duymayacak kadar
mükemmel bir varlık olacaksınız. Kusursuz bir varlık olacaksınız burada da tanrıyı kast
ediyor.
İnsanların birliğinin toplumu oluşturmasına parça-bütün kriteri üzerinden yapmış. Devleti
nasıl analiz etmemiz gerektiğine dair bir metodoloji. Eğer bir devleti inceleyeceksek onu
oluşturan parçalara bakmamız gerekiyor der.
Devleti her şeyden önce köyler oluşturuyor. Devlet köyler bütünü. Köyleri aileler
oluşturuyor. Aileleri ise bireyler oluşturuyor. Devleti anlayabilmemiz için aileleri oluşturan
bireylere bakmamız gerekiyor yani kadına, erkeğe, çocuklara ve hatta kölelere
bakmamız gerekiyor. Eğer bunları doğru anlarsak bunların neden bir araya geldiğini ve
nasıl bir topluluk kurduğunu da anlayabileceğiz.
Burada Yaşam ve İyi yaşam ayrımına dikkat etmek gerekiyor.
İnsan yaşamak için doğal olarak(üreme olarak )bir başkasına ihtiyaç duyar, aileye ihtiyaç
duyar. Bu insanın hayatta kalması için zorunludur. Dolayısıyla yaşam dediğimiz şey
insanın hayatta kalmak için zorunluluklarını ifade ediyor.
Eğer iyi yaşam koşulları altında hayatımızı sürdürmek istiyorsak aile yetmez, köy yetmez.
Polise ihtiyaç vardır. Polisi anlamak için de erkeği, kadını, çocukları, köleleri anlamak
gerekiyor. Ortak birlik teşkil eden her şeyde yöneten ve yönetilen ilişkisi vardır hatta tekil
insanın kendisinde dahi yöneten yönetilen ilişkisi vardır. İnsanı bir bütün olarak
düşünüyor ve orada da yöneten yönetilen ilişkisi vardır. Ruh-Beden ilişkisi. (Ruh akıldır,
ruh bedeni yönetir. Beden maddidir ruh manevidir. Manevi olan akıldır. Akıl bilgidir. Akıl
ürettikleriyle bedeni yönetir.) Akıl her daim yöneten pozisyonundadır bedeni her daim
yönetmelidir ancak bu şekilde insanoğlu doğru kararlar alabilir. Aklını kullananlar
bedenini kullananlara göre üstündür. Aklını kullananlar bedenini kullananları yönetmek
durumundadır. Bu işin doğası gereği böyledir der. Bunu aileye uyarlarsak çocuk aklını
kullanma yetisine sahip olmayan biri, kadının da aklını yeterince kullanamadığını ve zekâ
bakımından eksik olduğunu söylüyor ve doğanın erkeği kadına üstün kıldığını söylüyor.
Madem akıl yönetecek, beden yönetilecektir o halde bedenlerini kullanan kölelerin
efendileri tarafından yönetilmesi son derece doğaldır. Kölelerin aslında hayvanlardan çok
da farkı olmadığı sonucuna varacak. Hiçbir efendi köleye fikrini sormaz sadece gündelik
işlerini yapmasını söyler. Ve buradan Aristo, doğa bazı insanları akıl yönünden üstün
yaratmıştır ve bu onlara yönetme hakkı verir. Bazı insanları ise bedenleri bakımından
güçlü yaratmıştır ki bu da onların bir bakıma politikadan uzak durması anlamına gelir
çünkü akıllarını kullananlar ancak politikada yer almalıdır sonucunu çıkarıyor.
Neticede kimilerinin gerçekten politik hayatta olması için, gerçekten özgür olması için
birilerinin uzak durması, köle olması şarttır. Kimilerinin yurttaşlık haklarını yerine
getirebilmesi için kimilerinin yurttaşlık haklarından mahrum olması gerekir. Fakat
kalıtımsal köleliğin tek başına savunulması mümkün olmadığı için Aristo buna bir de
savaş sonucu esir alınan kimselerin de köleleştirilebileceğini meşru gerekçelerle
açıklıyor. Doğuştan köleliğe bir de yasal köleliği ekliyor ve böylece kölelik kurumunu da
tabiata uygun bir şekilde meşrulaştırmış oluyor fakat kölelik denilen şey aslında ne
doğuştan kaynaklanıyor ne de yasaların söylediği şey. Bütün sorun ekonomik ilişkiler
aralığında. Nitekim Atina imparatorluk haline gelince dışarıdan köle ithal ediyorlar. Başka
kent devletlerinden köle satın alıp kendi işlerinde çalıştırmaya başlıyorlar. Nitekim
Politika adlı eserinde eğer dokuma tezgâhının mekiği kendiliğinden gidip gelseydi o
zaman ne işçiye gereksinim olurdu ne de köleye. Kölelik kurumu ekonomik gerekliliklerin
yerine getirilmesi için oluşmuş kurumdur ve doğası gereği budur.
Köle olmadığı halde emeği ile geçinen işçiler yurttaşlık statüsünde kabul edilmeli mi
mahrum mu bırakılmalı?
Zanaatkârlar, politik yaşamda yoklar, politikaya katkıları yok.(arzularıyla istedikleriyle
hareket ettikleri için aşağılanan bir kesim. Köle değiller ama köle muamelesini
görüyorlar.)
Platon hem devletinde hem yasalarında eğer şairler şiirlerini yazacaklarsa bunun için
önce bir kuruma başvurmalılar böyle bir heyet oluşturmalıyız oradan onay alırlarsa ancak
o zaman şiirlerini yayınlamalarına izin vermeliyiz diyor. Şiirlerinde Atina politikasına aykırı
bir şey söylerse bunu önüne geçmek zorundayız der. Platon, zanaatkârları sanatçıları
şehirden kovan kişi olarak tanımlanır. Polise, onun politik yaşamına katkıları olmadığını
düşünüyor ve bu nedenle işçilerin de yurttaşlık statüsünden mahrum kalması gerektiğini
düşünüyor.
Bu sınıfsal yapıyla amaçlanan Aristoteles’in dizayn ettiği iyilik dediği iyilik nedir? Neden
böyle bir yapılanma oluşturmuştur?
Adalet kavramından. Dağıtıcı adalet, Denkleştirişi adalet, Hakkaniyet.

8.Hafta 11 Kasım
ARİSTOTELES’İN ADALET ANLAYIŞI
Yaklaşık bundan 2500 yıl önce bir düşünürü hayal edin ki adam araştırma alanlarını
keşfetmiş bunları tek tek sınıflamış ve onlara mantık, iktisat, metafizik, etik, retorik gibi
isimler vermiş ve biz bugün hala bu isimleri kullanıyoruz bunun dışında bu alanlarla ilgili
bizlere sunduğu terimler de halen geçerliliğini sürdürmekte. Dinamik, tümevarım, önerme
gibi kavramların tamamını Aristoteles’e borçluyuz. Biz bugün hala bu terimler üzerinden
bir hakikat arayışı içerisindeyiz bizim bugün günümüz fikir dünyasını şekillendiren
terimler bunlar ve buradan sadece buradan bile Aristoteles’e başarı öyküsü yazmamız
mümkün.
Aristoteles’in varlık nedir sorusuna 4 nedenden bahsetmiştik.
- Formel Neden
- Maddi Neden
- Ereksel Neden
- Hareket Ettirici Neden (Fail Neden)
Genellikle bir ev örneği verilir. Bir müteahhitle anlaşma yaparsınız evin nasıl varoluşunu
ortaya koymak için, nasıl olduğunu tanımlamak için. Müteahhit eve ilişkin tuğlayı, kalası
her neyse arazinin üstüne yığdığı zaman alın size ev demez. O evin var olabilmesi için
maddi neden tek başına yeterli değildir.
Bunun dışında bir biçimi olması lazım ki örnekte bir maddi neden(madde) var bir de fail
neden(müteahhit) var ama ev oluşturabilmem için iki şeye daha ihtiyacım var. Bir biçime
(evin biçimine, yapısına) bir de onun dışında evin hangi amaçla kullanılacağına ihtiyaç
var.
Dolayısıyla bizim evi tanımlayabilmemiz için onun diğer başka şeylerden ayırıcı
niteliklerine ihtiyacımız olacak. Bu da bizim herhangi bir varlığı tanımlarken onun için
ayırt edici bazı nitelikleri bilmemiz gerektiği sonucuna varmamızı sağlıyor. Bir şeyi
tanımlarken onun ayırt edici niteliklerini bilmemiz gerekiyor diyor Aristoteles.
Biz herhangi bir varlığı nasıl tanımlıyoruz? Doğru bir tanımlama nasıl olur?
 Bir şeyi tanımlarken onun ait olduğu sınıfı tespit etmemiz gerekiyor köpek bir
hayvandır diyoruz mesela.
 Bir de onu o sınıfa ait diğer varlıklardan ayırt edici niteliğiyle ele almamız
gerekiyor.
İşte bu tanımlama faaliyetini Aristoteles’e borçluyuz.
Aristoteles bu ayrımı Cins-Ayrım (per genus et differentiam) olarak adlandırıyor.
Bizim bir varlığı tanımlayabilmemiz için cins ve türlerinin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Normal şartlarda gündelik hayatta cins ve tür kavramlarından bahsetsek ikisi de aynı şey,
birbirinin eş anlamlısı denir ama mantıkta öyle değildir.
Mantıkta daha geniş kapsamlı olana cins denir. Onun bir altındakine tür denir.

VARLIK ____ CANLI ____ İNSAN, HAYVAN, BİTKİ


Canlı dediğimiz şey varlığın türü konumunda, onun bir alt basamağında yer alıyor fakat
insanın cinsi konumunda yer alıyor. Canlı varlığa göre tür, insana göre ise bir cinstir.
İnsan nedir sorusuna cevap verirken önce insana ait olduğu cinsin altına yerleştiriyoruz.
İnsan bir canlıdır fakat bu insanı ait olduğu aynı sınıftaki diğer türlerden ayırt etmemize
sebep olmuyor yani bitki de canlıdır, hayvan da canlıdır. Bizim cins-ayrım dediğimizdeki
ayrım burada devreye giriyor. Bizim buraya yeni bir şey eklememiz lazım.
Akıl sahibi bir canlıdır, düşünen bir canlıdır.
Aristo’nun bu formülasyonu aslında temelde bir tanımlama faaliyetini işaret ediyor.
Dolayısıyla insan düşünen bir canlıdır önermesinde yer alan düşünmek yeteneği tanımın
tamamlayıcı ögesi pozisyonunda.
Bir varlığı bir başka varlıkla açıklıyoruz. Bir şeyi ondan daha kapsamlı olan bir şeyle
açıklıyoruz. Tanımlamanın bu şekilde yapılması Aristo tarafından insan düşünen bir
canlıdır, çok keskin, net bir tanımlama ve bizi hakikate götüren bir arayışta olduğunu
görüyoruz Aristoteles’in. Ve bu hakikat arayışı aslında onu başkasına bağımlılıktan
kurtaracak edim yani Aristoteles eğer hakikat arayışındaysa bunu yaparken ne
kendisinden öncekilere ne kendi değer yargılarına bakmamak durumunda çünkü hakikat
arayışı bunu gerektiriyor.
Platon benim için bir azizdir ama hakikat daha azizdir der. Bu nedenle bir düşünürün
ustasına olan gerçek sadakati aslında ona yönelik eleştirilerinde kendisini gösteriyor.
Biz Aristoteles’in bu tanımlama faaliyetini nasıl eleştirebiliriz? Bu tanımlama faaliyeti tüm
kavramlar için uygulanabilir mi?
Soyut kavramlara uygulanamaz. Ruhun cinsini, türünü söyleyemeyiz bu da Aristoteles’in
tanımlama faaliyetine getirilen bir eleştiri durumunda. Bu eleştiriyi yaklaşık 2300-2400 yıl
sonra Jeremy Bentham getiriyor. Ve Bentham, Aristoteles’e olan vefa borcunu onu
eleştirerek onun yöntemini reddederek ödemiş oluyor. Bu aslında yapmış olduğumuz şey
felsefi gelişimin bir tezahürü. Felsefe böyle gelişiyor, böyle yol alıyor ve biz belki hakikate
ulaşmıyoruz ama bu eleştirel düşünce sayesinde hakikate bir adım daha yaklaşıyoruz.
Eleştiriyi bazen ihanet olarak sunarlar bir adam eğer ustasını eleştiriyorsa ona ihanet
ediyor tarzında söylemler geliştirirler onlara karşı da ihanet etmeden sadık olamazsınız
der, eğer sadakatinizi göstermek istiyorsanız mutlaka ama mutlaka kendinizden önceki
sizin selefinizi eleştirmek ve onun düşünceleri üzerine yeni düşünceler kurmak
zorundasınız der ki bu da Aristoteles ve Bentham arasındaki düşünce.
Dolayısıyla cins ve tür temelli ayrım bizim mutlak olarak kabul edeceğimiz bir ayrım
olmuyor. Bentham cesaret erdemdir der. Bu bir tanımlama faaliyetidir. Bir soyutu başka
bir soyutla tanımlamış oluyoruz. Cesaret ve erdem arasında cins-tür ayrımı yok. Canlı-
İnsan arasında böyle bir hiyerarşi var. Canlı daha üstte yer alıyor o dizilimde insan daha
altta yer alıyor ama cesaret ve erdem arasında böyle bir dizilimden bahsetmek çok
mümkün görünmüyor. Erdem karakterdir. Aynı şekilde karakter erdeme göre daha
kapsamlı bir kelime değil ya da karakter erdemi içerecek mahiyette daha geniş kaplama
olan kelime değil bu nedenle burada ciddi eleştiriler yöneltildiğini görüyoruz Aristoteles’e.
Aristoteles’in bu tanımlamasının soyut kavramlara uyarlanamayacağını söyledik bu
kavramlardan birisi de adalet kavramı.
Aristoteles’e göre adalet nedir?
Aristoteles burada yaygın anlayışından sapıyor ve diyor ki biz adaleti ancak ve ancak
adaletsizlik üzerinden tanımlayabiliriz.
Neden böyle düşünüyor olabilir? Niye adaleti onun karşıtı, olumsuzu üzerinden
tanımlamak zorundayız?
Biz adalet talebimizi daha çok adaletsizliğe uğradığımızda dile getiririz. Yani bütün adalet
arayışları talepleri adaletsizlikten ileri gelir. Bir futbol maçı izliyorsanız hakem aleyhinize
penaltı verdiyse orada hakemin adaletsiz davrandığını söyler ve adaletin şu olması
gerektiği yönünde fikir beyan edersiniz. Adalet olabilmesi için bir adaletsizliğin vuku
bulmuş olması gerekiyor ki bu nedenle Aristoteles de adaleti adaletsizlik üzerinden
tanımlıyor o yüzden adalet nedir sorusu adaletsizlik nedir sorusuna dönüşüyor.
Adalet dediğimiz şey ancak adaletsizlik olması halinde kendi değerini ortaya koyan bir
şeye dönüşüyor. Bu bakımdan da ancak kendi karşıtı üzerinden bir şeyi tanımlama
yolunu seçebiliriz diyor soyut kavramlarda Aristoteles.
Platon’un adalet tanımı vardır. Adalet nedir dendiğinde adalet hak edene hak ettiğini
vermektir der ve ona Sokrates, senin bu dediğin iyice bir bilmeceye döndürdü işi diyordu
Burada da aynı şey var. Adaletsizlik nedir dediğimiz zaman haksızlık der Aristoteles. Bir
bilinmeyeni başka bir bilinmeyenle açıklıyor ve elbette o açıklamanın tatminkâr olmadığı
kanaatine kapılmış olacak ki düşüncelerini revize ediyor ve Nikomakhos’a Etik adlı
kitabında adaletsiz eğilimin ölçüsünü şöyle koyuyor: Adaletsizlik yasalara uymamaktır.
Çünkü yasa genel menfaati gözetir ve bu nedenle de duygulardan arınmış bir akıldır der.
İyi yasa, pek çok alana nüfuz edebilmeli der. Polisle insan arasındaki ilişkilerde yasa
aslında insanı polise bağlayan araç ve insanın iyiliğini isteyen bir araç, dolayısıyla ne
kadar çok kapsayıcı olursa ne kadar çok alana nüfuz ederse o kadar iyi.
Yasanın neden bu kadar kapsayıcı olması, kuşatıcı olması gerekir der?
 İnsan dediğimiz yapı, tutkuları hazları tarafından yönlendirilen bir varlıktır ve
bunun önüne geçilebilmesinin tek yolu o yasayı var eden ortak akla uygun hareket
etmesidir.
 Bir yasa çok fazla kapsayıcı olmak durumundaysa buradan farklı bir çıkarım
yapmamız gerekiyor bu kadar kapsayıcılık, kuşatıcılık vasfının yasaya
yüklemesinin nedeni Sokrates’ten dolayı yargıçlara karşı bir güvensizliği var
Aristoteles’in.
Yasa koyucu ve yargıç ikileminde yasa koyucu ve yargıçların özelliklerini sıralarken
diyor ki yasa koyucuların yürürlüğe koymuş oldukları yasalar geleceğe yöneliktir
bundan dolayı da yasa koyucu olayın hangi boyutlara varacağını önceden uzun uzun
düşünür, muhakeme eder çünkü bunu tartışması için yeterince zamanı vardır fakat
yargılamada durum öyle değildir, yargıçlar o an karar alırlar. Atina’da yargılama 1 gün
içerisinde olur ve karar alınır. Yasa koyucu ve yargıç ikileminde Aristoteles’in tarafı
çok bellidir yasa koyuculara güvenir, yasaların ortak aklın ürünü olduğunu savunur ve
bu nedenle yargıçlara karşı çekimser bir havayla yaklaşır.
Fakat meydana gelecek her olayın yasalar tarafından kuşatılmayacak olması bir
hakikat olarak karşımızda duruyor yani yasa bir yandan olaya hitap etmiyor olabilir
daha da kötüsü ortada bir olay vardır yasayı olaya uygularsınız fakat ortaya çok
adaletsiz sonuçlar da çıkarabilirsiniz.
Yasa ve somut olay ilişkisi burada daha belirgin bir şekilde kendisini gösteriyor. Olay
mahkemenin önüne geldi, mahkeme olaya yasayı uyguluyor ve bir de bakıyor ki yasa
hükmü çok daha adaletsiz bir sonuca vesile oluyor. Bir çocuk miras almak için
büyükbabasını öldürüyor ve tek derdi o mirasa sahip olabilmek ve yasalarda da böyle
bir düzenleme yok. Büyükbabasını öldürdüğü zaman ondan miras alamayacağını dair
bir yasa günümüzde var. Fakat 1700lü yıllarda Amerika’da böyle bir yasa olmadığı
için çok hakkaniyete aykırı bir sonuç ortaya çıkıyor ve bunun için tartışma yasanın
olmayışının bu hakkaniyetsiz duruma acaba adaletli bir sonuç üretip
üretemeyeceğine evriliyor ve orada dediğimiz gibi hakkaniyet tartışması yapılıyor.
Aslında Aristoteles’in de dikkatimizi çekmek istediği şey o. Yasayı olaya uyguladığınız
zaman adaletsiz bir sonuç ortaya çıkıyorsa burada bize başka bir yol gösteriyor o da
elbette yargıca müracaat etmemiz değil çünkü yargıçlar Atina polisinde mutlaka ama
mutlaka yasayı uygulamak zorundalar.
Nedir bu yol?
Yargıçlara gitmememiz gerekiyor çünkü yargıçlar yasayı uygulamakla görevli. Bir
hakemin seçilmesi vasıtasıyla ancak ve ancak adaletli sonuçlar üretebiliriz. Hakem
yasaya bağlı değil, hakem olaya bakacak, olayın hangi durumda adil sonuçlar
doğuracağına ilişkin karar ortaya koyacak. Dolayısıyla hakkaniyet dediğimiz şey
burada karşımıza çıkıyor.
Hakkaniyet, Aristoteles’in adalet görünümlerinden birisidir. Yasayı aşmaktır.
Var olan bir yasa adalete aykırı sonuçlar üretiyorsa o zaman biz yasayı aşmak
durumundayız. Taraflar birbirleriyle anlaşır, 3.Bir kişiye gideriz. Tarafsız bir kişiye
hakeme başvururuz ve hakemin bizim hakkımızda adil bir karar vermesini talep
ederiz. (Varlıklı bir akıl hastasının yapmış olduğu eylemlerden sorumlu olması
durumu, normalde akıl hastası yapmış olduğu eylemlerden sorumlu değildir ama belli
bir mal varlığına sahipse karşı tarafın zararını tazmin edilmesi yönünde karar ortaya
konulabilir.)
Hakkaniyet dediğimiz şey esasen yasayı aşmak anlamına geliyordu çünkü bir yasa
her ne kadar ortak akıl tarafından üretiliyor olsa da aslında bu somut olayın nasıl
mahkeme önüne geleceğini bilinmemesinden dolayı tüm adaletsiz sonuçlara yol
açabilme potansiyeline sahipti ve bunu önleyebilmek için de Aristoteles hakkaniyet
kavramına başvuruyordu nitekim Retorik adlı eserinde eğer yazılı hukuk davamıza
aykırıysa evrensel hukuka başvurmalı ve daha büyük eşitlik ve hatta adalet için ve
bunu sağlayan yasalar için ısrarcı olmalıyız der. Bu bize Doğal Hukuk – Pozitif Hukuk
ayrımını hatırlatıyor. Ya da Latincesi olan Thesmoi- Nomoi ayrımı.
Nomoi dediğimiz şey topluma ait olan yasalardı. Thesmoi ise daha ziyade uzun süre
uygulanagelen doğal hukuk ilkeleriydi.
Nitekim Aristo nezdinde bu ayrım Özel Yasa – Evrensel Yasa (Genel Yasa) olarak
kendisini gösteriyor. Özel yasa toplumların yürürlüğe koyduğu, uyguladığı yasalardır.
Evrensel yasa temelde doğa yasası dediğimiz şeye karşılık geliyor.
İnsanlar aralarında anlaşma yapmasalar dahi bir doğa yasasına sahiptirler der
Aristoteles. Doğa yasası ve beşeri yasa arasındaki ayrımla alakalı Antigone’u örnek
veriyor ve diyor ki Antigone’da açık bir şekilde görüyoruz ki bir yandan aslında kralın
koymuş olduğu bir yasa vardı diğer yandan tanrının bu yasayı hükümsüz hale getiren
genel bir buyruğu vardı. İşte doğa yasası aynı zamanda tanrı buyruğu dediğimiz şey,
aynı zamanda aklın yasası olan şey. Bizim genel bir kavramsallaştırma adı altında
doğal hukuk dediğimiz şeye tekabül ediyor.
Keza Empedokles’e de yine eski düşünürlerden atıf var o da doğa yasasıyla alakalı
şunu söylüyor: Her şeyi kapsayan bu yasa gökyüzü boyunca durur ve toprağın
sonsuzluğu üzerindedir diyor dolayısıyla sonsuz olan, zamana karşı direnen,
değişmeyen, her daim geçerliliğini muhafaza eden bir yasadan bahsediyoruz ki bu
daim olan yasanın adı da adalet yasasıdır diyor Aristoteles.
Ve burada adaletin iki görünümü olduğunu söylüyor
Dağıtıcı Adalet: Kişinin sahip olduğu onur, şan, şöhret, şeref, statü gözetilerek
bundan belirli pay verilmesidir. Mutlak eşitlik yoktur (Daha kötü hastalara
öncelikli tedavi, toplumsal statüye göre vergi)
Denkleştirici Adalet: Bütün insanlar için eşit olan ve bazı hukuki işlemlerde de
kendisini gösteren adalettir. (takas yöntemi)
Adaletin Liyakatle İlişkisi
Politikada hak üstünlüğünden bahseder Aristoteles bunun da eylemin niteliğiyle alakalı
olduğunu söyler yani diyor ki politikasında, bir müzik aletinin kullanılma hakkı kime
verilmelidir sorusunu ortaya atıyor ve burada o dönemin koşulları altında dönemin
soylularına ya da yurttaşlara verilmesi akla gelebilir ama Aristoteles diyor ki siz bunu
daha fazla hak eden kimse soyluluk bakımından çok daha aşağı seviyede yer alabilir siz
bu durumda müzik aletini kullanma hakkını gerçekten en iyi şekilde çalan kişiye vermek
durumundasınız eğer adaleti sağlamak istiyorsanız. Yani bir insana sırf soylu diye bir
edimi gerçekleştirme hakkı verilmesine adaletsizlik olarak tanımlıyor.
Netice olarak adaletin bu farklı görünümleri karşısında sadece hakkaniyet üzerinden
düşünüldüğünde dahi biz hakkaniyete ne zaman başvuracağız sorusuyla yüzleşiyoruz bu
da yasanın yorumunu beraberinde getiriyor.
o Yargıç yasayı yorumlayacak.
o Olayı yorumlayacak
o Yasayı olaya uygulayacak
o Adalete aykırı bir sonuç olduğuna kanaat getirecek ve hakkaniyet adaletini
uygulayacak.
Burada da hakkaniyeti neye göre uygulayacak sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Kendi
değer yargıları mı, dini değerleri mi, toplumun ortak değer yargılarını mı? Burada da pek
çok farklı sorunla karşılaşıyoruz ve aslında bu farklılıklar dağıtıcı adalet, denkleştirici
adalet, hakkaniyet bütün bunların olaya uygulanmasındaki zorluklar adaletin rölatif bir
değer olduğu konusunda da bizde bir kanaat uyandırıyor. Nitekim bu durum aslında
dünya sürekli ertelenmiş bir adalet arayışıyla bir gün sona erecektir şeklinde
özetlenebilir. Çünkü biz bu arayışı asla sona erdiremeyeceğiz bizim bu adalet
anlayışımız daimidir ve daima devam edecektir.

Polisle İnsan Arasındaki İlişki


Platon’un arzu ettiği devlet modelinde 5040 hane sayısını veriyor. Bu bölünmeler
kabileler arasında yapılacak olan işlemlerde önemli olduğu gerekçesiyle ilgili 5040
sayısını ortaya atıyor.
Aristoteles ise bir sayı vermekten ziyade Atina’nın makul bir büyüklükte olması
gerektiğini söylüyor buradaki makullükten kastı şehir devletimiz başkalarına bağımlı
olacak kadar küçük olmasın kendi kendine yetebilsin ama insanların birbirleriyle istişare
etmelerini önleyecek şekilde de büyük olmasın çünkü o insanların birbirleriyle iletişimi,
yurttaşların ortak karar alırken birbirlerinin fikirlerini alması son derece önemli ve
baktığımızda bütün bu tasavvurlar bizi bir Atinalı için hukuk denilen şey sadece o yerel
topluluğa mensup yurttaşlara uygulanan bir şeye götürüyor. Hukuk sadece o topluma
uygulanan bir şey olarak gözüküyor fakat ne zamanki bu Atina Makedon krallığı
tarafından Büyük İskender tarafından istila ediliyor bütün bu düşünceler bir anda yerle bir
oluyor yani hem Aristoteles’in hem Platon’un o polisin küçük olması gerektiği, insanların
birbirleriyle kaynaşması gerektiği düşüncesi ya da hukuk denilen şeyin sadece polisle
sınırlı bir alanda uygulandığı düşüncesi yıkıma uğruyor ve Atina yurttaşları o çok
güvendikleri polis yerle bir olunca kendilerini boşlukta hissediyorlar. Dolayısıyla Makedon
imparatorluğunun o Büyük İskender’e ait geniş topraklara ait bir parçası olma hali ortaya
çıkıyor ki bu durumda yeni bir sorun baş gösteriyor o da acaba biz polis olmadan nasıl
mutluluğa erişebileceğiz?
Çünkü Atinalılar bir dönem polis dışındaki insanları barbarlar olarak nitelendirirken onları
yabancı statüsünde görüp onlara değer vermezken bir anda o insanlarla yaşamak
zorunda kalıyorlar. Bu büyük İskender’in işkâl politikasıdır. Büyük İskender işkâl ettiği
yere Atina’daki kolonileri yerleştirir ve Atina kolonileriyle orada yerleşik halde bulunan
kadınların evlenmesini sağlarmış böylece tamamen kozmopolit bir toplum oluşturma
hevesindeymiş nitekim bunu da büyük ölçüde gerçekleştirmiş dolayısıyla artık Atina polisi
yok, bağımsız bir polis yok, bir imparatorluğun parçası haline gelmiş kent devleti var
dolayısıyla insan mutluluğunu ve özgürlüğünü polise endekseyen bir anlayışın yerine
yeni bir anlayışın getirilmesi gerektiği ortaya çıkıyor ki burada 4 farklı akım ortaya çıkıyor.
Bir insan tek başına bir birey olarak tekil olarak mutluluğa nasıl erişebilir? Bunun için
farklı yönelimler ortaya çıktı.
Kynikler
Belki de en aykırı insan grubunu oluşturuyor. Kelime anlamı köpeksin. Antisthenes
kurucusu. Atina yıkılınca Antisthenes mutluluğu dışarıya bağlayan bir kent devletine
bir otoriteye bağlayan bütün düşüncelerden kendisini arındırıyor mutluluğu dışarıya
bağlayan her türlü düşünceyi reddediyor. Mutluluk denilen şey ne politikayla ne
mülkiyetle ne evlilikle ne de dini yaşantıyla mümkündür diyor ve tamamen insanın
mutluluğunu insanın kendi içerisinde yaşayacağını düşünüyor bu da medeni hayatın
bütün nimetlerinden yüz çevirmesine yol açıyor. Onu takip eden ve kyniklerin belki de
en bilinen temsilcisi olan isim ise Diyojendir. Sinoplu Diyojen. Bir fıçı içerisinde
kendisine ait küçük bir alan içerisinde yaşıyor, bu fıçı içerisinde yaşaması da
kyniklerin kurucusu olan Antisthenes ile tanışmasından sonra oluyor. Mutluluk aslında
mülkiyetle elde edilebilecek bir şey değildir biz bu dünyada var olabilecek ya da
kendimizi var edebileceğimiz kadar eşyaya sahip olsak mutlu oluruz düşüncesiyle
yaklaşıyorlar dolayısıyla yaşamını sürdürmeye yetecek kadar eşyaya sahip olmayı
amaç ediniyorlar. (Diyojen bir gün çeşmeden eliyle su içen çocuğu gördüğünde
etrafına bakınıyor ve elinde tek mal varlığı olan tasını görüyor, su içmek için tas
kullanıyor ve artık buna da ihtiyacım yok diyerek tasını da kenara atıyor yani tasın
bile kendi mutluluğuna zarar verecek bir şey olarak görüyor. Mutluluk denilen şeyin
insanın kendisi içinde araması gerektiğine inanıyorlar ve hatta gündüz vakti elinde bir
fenerle gezerken kendisine ne arıyorsun diye sorulur onun verdiği cevap ise erdemli
ve adam arıyorum der ve ekler yani sade yaşam tarzına sahip dürüst bir adam
arıyorum ama bu gündüz vakti elinde el feneriyle gezmek kadar beyhude bir çabadır
der. Yine aynı şekilde nerelisin diye sorduklarında dünyadanım diye cevap veriyor bu
da aslında mutluluk denilen şeyin hiçbir zaman sınırlara tabi olmadığını evrensel
yurttaşlık vasfını çok daha kıymetli olduğu düşüncesine bizi götürüyor. Büyük
İskender böyle bir yaşantıya sahip biri olduğunu duyunca ayağına kadar gider ve ona
ne istediğini sorar Diyojen ise gölgeden başka bir şey istemediğini söyler. Sade
yaşam tarzını hem teorik olarak ve pratik olarak felsefeye kazandırmış insanlar olarak
görüyoruz.)

Septikler
Kuşkucular. Polisin olmadığı bir ortamda hakikate nasıl erişebiliriz sorusunu
soruyorlar ve bunun çok da mümkün olmadığına inanıyorlar çünkü kurucusu
Phyrronlar, Büyük İskender’le beraber seferlere katılıyor Hindistan’a kadar gidiyor.
Farklı yaşantıları görüyor, insanların farklı değer yargıları olduğunu görüyor, tek bir
gerçeğin olmadığına vakıf oluyor ve bunun üzerine de insanların değer yargılarının
tartışmaya açılabileceğini, tek bir değer yargısı olmadığını, tek bir ahlak olmadığını
görüyor ve böylece septisizm yani şüphecilik, kuşkuculuk akımını başlatıyor. Belirli bir
konuda bize sürülen kanıtlara hep kuşkuyla yaklaşmamız gerektiğini söylüyor çünkü
bu kanıtlamalar hep belli varsayımlara dayalıdır diyorlar. (Felsefedeki meşhur arkhe
tartışması, dünya olmadan önce ne vardı? Thales buna su cevabını verir. Aslında bu
varsayımdan farklı değildir derler çünkü suyun varlığından neyden kanaat getirdiğini
sorduklarında doğa olaylarını suyla açıklamayı tercih ederler. Deprem olduğu zaman
su dalgalandı bu dalgalanma yer küreye etki etti zelzele meydana geldi. Doğa
olaylarını bir olguyu bir varsayımla açıklamayı tercih ediyorlar. Septikler ’in işaret
ettiği şey bu bir bilineni bir bilinmeyenle açıklıyorsunuz, kanıtlıyorsunuz bu nedenle
kanıtlara tamamen şüpheyle yaklaşılması gerektiğini söylüyorlar.)

Epikvrosçular
Bahçe anlamına geliyor. Kepos adlı okulları var. Özelliği ise Antik Yunan’da hem
kadınları hem de köleleri okuluna kabul eden tek ekol olarak biliniyor. Epikros doğa
felsefesi üzerine çalışmış bir filozof. Evreni, gök cisimlerini inceliyor bunun nedeni de
o dönemde insanlar meydana gelen doğa olaylarını tanrısallıkla açıklıyorlar. Bir
yıldırım düştüğü zaman tanrı okunu fırlattı yani tanrı bizi cezalandırdı diyorlar. Her
şeyi, doğa olaylarını tanrısallıkla açıklayınca bu insanlarda bir korkuya bir belirsizliğe
yol açıyor. Bunu aşmak için de doğa olaylarını doğa bilimlerini evreni incelemek
gerektiğini düşünüyorlar. Çünkü insanların bu tanrısal korkulardan arındırılması
gerektiği kanaatindeler. Epikros’a göre insan sadece kendi hazlarına yönelirse iyiyi
ulaşır. Korkularından kaçınması halinde ancak iyinin ne olduğunu bulabilir. Bunun için
de tanrısal korkudan insanları uzaklaştırmak gerektiğini düşünüyorlar. İnsanları ölüm
korkusundan uzaklaştırmak için ölüm varsa biz yokuz biz varsak ölüm yok bu yüzden
ölümden korkmanızın bir gereği de yoktur der Epikros. (Jose Saramago Ölüm Bir
Varmış Bir Yokmuş kitabında, ölümün olmadığı bir dünyayı tasvir eder. Ölümün
olmadığı bir durumda sosyal güvenlik politikaları tamamen devlete yük olur,
hastaneler doluyor, insanlar ölemediği için pek çok alan cenaze görevlileri vs. işsiz
kalıyor der aslında ölümün ne kadar değerli olduğunu gösterir.
Stoacılar

9.Hafta 18 Kasım
Stoacılar
Kynikler temelini oluşturur. Sütunlardan oluşan kemerli yapı. Stoa, kemer anlamına
gelir. Bir kemerli yapının altında ders verildiği için bu akımın adı Stoacılık oluyor.
Tıpkı diğer akımlar gibi insan-toplum ilişkisini yeniden tanımlamanın tezahürü olarak
karşımıza çıkıyor. Stoacılarda aynı şekilde mutluluğu dışarıya bağımlı kılan her
anlayışa karşı bir tutum sergiliyorlar. Hastalık, yoksulluk, acı, şan, statü bütün
bunların mutlulukla hiçbir ilintisi olmadığı görüşündeler hatta sizin efendi veya köle
olmanız dahi sizin mutluluğunuza etki edecek şeyler değildir diyorlar. Bu öyle bir
düşünce ki mutluluğu tamamen insanın kendi özünde arayan, insanı kendisine
döndüren bir düşünce.
Bu ekolü savunan 2 uç isim var.
o Epiktetos, köledir ve stoacı felsefeyi savunur.
o Marcus Aurelius, Roma İmparatorudur ve stoacıdır.
Bir köle ile bir imparatorun aynı doktrini savunmasına vesile olan bir anlayıştır
stoacılık.
Ve başlangıç olarak da Sokrates’ten çok farklı bir şey söylemezler. Onlar için
mutluluğun tek bir ölçütü vardır o da erdemli bir yaşam sürmektir. Sokrates,
çocuklarıma bırakacağım en değerli miras onlara erdemli bir yaşam örneği sunmaktır
diyordu.
Erdemli olmanın ölçütü nedir?
Burada stoacılık kendi özgün felsefesini ortaya koyuyor. Erdemli olma yolunun tek
ölçütü var o da logosla uyumlu yaşamak.
Logos, akıl demek. Tanrısal akıl. Dünyayı düzenleyen akıl. Dolayısıyla insanlar
logosa dünyayı düzenleyen yasaya, tanrısal yasaya, uyumlu bir şekilde yaşam
sürerlerse ancak o zaman mutluluğu elde edebilecekler.
Mademki içinde bulunduğumuz dünya tanrının iradesine göre şekilleniyor insana
düşen rol ise boyun eğmek, rüzgârda savrulurcasına olup biten her şeyi kabul etmek
çünkü insan bu doğanın, bu dünyanın bir parçası. Doğadan ayrı değil bu yüzden de
insan öldükten sonra başka bir âleme gitmeyecek, insanlar öldükten sonra kendi
bedeni doğaya karışacak ve dönüşecek çünkü insan doğanın bir parçası.
İnsanın başına ne gelirse gelsin, ölüm bile gelse bu tanrısal iradenin bir yansıması
olduğu için insan buna boyun eğmek zorunda. Ölümden korkmak da onlara göre çok
saçma. Çünkü ölümün kendisi kötü bir şey değil çünkü ölüm de tanrıdan geliyor. Kötü
olan şey bizim sadece ölüm hakkındaki düşüncelerimiz. Eğer dünyayı tayin eden, yön
veren o tanrısal us bizim için ölümü uygun gördüyse bize düşen onu kabul etmek ve
onun makul bir sebebi olduğunu varsaymaktır.
Bu düşünce ise yazgıcılığa kapı aralıyor. Her şeyi olduğu gibi kabullenmek ve itiraz
etmemek. Bunu da mutluluğun formülasyonu olarak sunmak.
Stoacılara göre insanın yazgıları önceden belirlidir. İnsanın başına ne geleceği,
insanın hangi olaylarla karşılaşacağı önceden belirlidir ve bu tanrısal bir belirlenim
olduğu için insan bu yazgılarını sorgusuz kabul etmek zorundadır. Bu durumda
insanların özgür, köle, efendi, zengin ya da yoksul olmalarının hiçbir ehemmiyeti
yoktur çünkü bu da yazgıyla belirlenmiştir.
Bu konuda köle Epektetos şöyle der: Sen bir oyundaki basit bir aktörsün, yazar seni
nasıl yazdıysa öylesin. Rolün uzun ya da kısa olabilir belki bir dilenci belki bir kral
belki de sıradan bir vatandaş rolündesin. Senin görevin sana verilen rolü layıkıyla
oynamakken senin rolünü seçmek başkasının görevidir, yani tanrının görevidir. O
halde olayların gidişine müdahale etmek tanrının iradesine ortak olmak anlamına gelir
ki bu da haddi aşmak demektir. İnsanoğlu başına gelen her musibeti hoşnutlukla
kabul etmeli ve bunu öğrenmelidir. Hatta ölüm ve belalar bizim kontrolümüz dışında
meydana geldiği için biz onları vakur bir edayla karşılamak durumundayız stoacılara
göre.
Bir başka stoacı Seneca, başına ne gelirse gelsin sanki tam da onun olmasını
istemişsin gibi ona katlanmalısın der. Eğer her şeyin tanrının iradesine bağlı olarak
vuku bulduğunu bilmiş olsaydın onun tam da öyle olmasını dilerdin bu aslında bizde
tipik olanda hayır vardır düşüncesi. Her ne oluyorsa bu tanrı istediği için oluyordur.
Kaderin buyruklarına boyun eğmek, kayıtsız bir duruş sergilemek erdemli yaşamanın
anahtarıdır stoacılara göre.
Sıkıntılı zamanlar için özellikle kriz anları için iyi bir felsefe. Yöneticilerin işini
kolaylaştıran bir felsefe ve bu felsefe insanlara beşeri tutkulardan uzak tamamen
doğayla ahenkle yaşamı nasihat ediyor.
Stoacılığın aslında kalbi toplumun arzularıyla bozulmamış bir insan doğası ve bu
doğayı aramaktan ibaret.
Her ne kadar savunduğu öğretiyi kabullenmek konusunda bazı tereddütlerimiz olsa
da bize erdemli yaşam iyi bir yaşam hiçbir zaman statüye bağlı değildir diyor.
İnsanların statüleri ne olursa olsun yine de erdemli yaşama imkânı kendi ellerinde
tutmaktadırlar. Oysa bizler bugün de öyle statüyü peşinen bir otorite olarak kabul
ederiz ve hemen ona boyun eğeriz. Eğer karşımızdaki profesörse onu ilk
tanıdığımızda mutlaka onun çok bilgili, çok âlim ve çok karakterli olduğunu
düşünürüz. Ve bu algı bizim akademimizde de kendisini gösteriyor.

AZİZ SANCAR
Mardinli. 8 çocuktan 7.si hatta 2 tane de üvey kardeşi var. İstanbul Tıp Fakültesini
kazanıyor hatta lisede öğretmeninin etkisiyle kimyacı olmaya karar veriyor. Yakın
arkadaşları biz neden tıp fakültesi sınavlarına girmiyoruz, korkuyor muyuz yoksa
kazanamaz mıyız minvalinde kışkırtınca Aziz Sancar da onlarla beraber tıp fakültesine
sınavlarına giriyor ve hep birlikte tıp fakültesini kazanıyorlar.
Orada biyokimya hocasından çokça etkileniyor 2.sınıfta ve hocanın DNA sarmalını
göstermesi üzerine aslında Aziz Sancar hangi alan üzerine çalışacağına karar vermiş
oluyor. Fakat arkadaşları gibi hekim olmak yerine temel bilimlerle uğraşmayı seçiyor.
Biyokimya alanında çalışan çok sevdiği bir hocası var. Mutahhar Yenson.
Mutahhar Yenson’un da hocası Hitler zulmünden Türkiye’ye kaçan birisi. Bilime katkı
yaptığınız zaman mutlaka karşılığını alırsınız.
Çalışmak istediği hocasına mektup yazar fakat mektupta kendisine maddi destek
verilemeyeceği söylenir. Gitmeyi çok istemektedir ve mektubu tekrar okur. Ve mektupta
gelme dememektedir. Bunun üzerine ABD’ye gider. Orada gidecek yeri yoktur, kalacak,
barınacak hiçbir yeri bulunmamaktadır. Gider gitmez laboratuvarda hocasıyla çalışmaya
başlar. Ve aksam vakti olunca herkes evine gider fakat Aziz Sancar gecesini de
laboratuvarda geçirir. Günler günleri kovalar Aziz Sancar laboratuvarda düşüp kalkmaya
devam etmektedir hatta bir akşam vakti alt katta laboratuvarda bir hortumla duş alırken
güvenlik görevlilerine yakalanır. Hocası bakar ki çok normal birisi değil baş edemeyecek
bir mali kaynak ayırmaya karar verir ve bu durumda Aziz Sancar’ın laboratuvar hayatı da
bir düzene girmiş olur. Mali kaynak ayarlanana kadar Pakistanlı insanların evinde kalıyor.
Akabinde bir eve yerleşiyor. Ve Nobel’e giden yolda çok önemli bulgulara erişiyor ki bu
Nükleotid İkili Kesim Onarım Mekanizması dediğimiz şey. Yani insanın kanser olmasına
yol açacak DNA’sında hasarlı birtakım hücreler varsa bu hücrelerin tedavi edilmesi
gerektiğine ilişkin. Ve çok önemli bulgulara ulaşıyor hatta sadece Allah’ın ve benim
bildiğim bir veriye ulaştım diyor. Hemen ardından bir bilim adamının yapması gerektiği
gibi bu çalışmasını dünyanın en prestij dergisine gönderiyor. Editör, makaleyi incelemeye
alıyor ve hakemlere gönderiyor fakat hakemlerden birisi dönüş yapmıyor. Uzun zaman
geçiyor yine ses seda yok. Sonra sanıyorum ki bekleme süresi dolduğu için dergi
editöründen Aziz Sancar’a yanıt geliyor. Makaleniz reddedildi. Tabi Sancar bu işten çok
işkilleniyor çünkü çok önemli bulgu elde ettiği şey onu Nobel’e ulaştıracak bilimsel veri.
Bunun üzerine işin ardını araştırmaya başlıyor ve enteresan bir şekilde hakem aslında
kendisiyle aynı konuda çalışan bir bilim insanı. Hakemin öğrencisi de Aziz Sancar ile
aynı konuyu çalışıyor ve öğrencisine diyor ki elini çabuk tut böyle bir makale geldi, Aziz
işi götürüyor yani bizim bütün çabalarımız boşa çıkacak diyor. Nitekim Sancar’ın
makalesini o yüzden bekletiyor. Ve Aziz Sancar bu ismin kim olduğunu öğrendiğinde
hemen onunla iletişime geçiyor ve neden böyle bir şey yaptığını soruyor. Gelen cevap
çok enteresan diyor ki Aziz sen çok hızlısın, her işe el atıyorsun pastadan biz payımızı
alamıyoruz. Yani her şeyi sen sahipleniyorsun diyor ve Aziz Sancar bu isimle 20 yıl
boyunca neredeyse hiç konuşmuyor, iletişime geçmiyor. Bu hakem 2015 yılında Aziz
Sancar ve Paul L. Modrich ile birlikte Nobel ödülü kazanan Tomas Lindahl.
Benzer bir çalışma yürüttüğü için Aziz Sancar’ın önünü kesmeye çalışıyor fakat bazı
şeyler buna engel oluyor zaten Aziz Sancar hemen makalesini başka bir dergide hızlı bir
şekilde yayınlatıyor, aslında onların önünü kesmiş oluyor ama Nobel ödülü de alsanız
böyle erdemsizliklerle anılabiliyorsunuz.
Erdemli de olsanız karaktersiz de olsanız bir şekilde Nobel ödülü alabilirsiniz sonucu da
çıkıyor.
Bu aslında stoacıların erdemle kurmuş oldukları, erdemliliğe atfettikleri bu değer Antik
Yunanda görülmeyen bir şey çünkü bu bir kopuş noktası. Antik Yunanda erdemli
yaşamanın ölçütü polise uyumlu olmak ya da polisin siyasal yaşamında söz sahibi
olmak, polise yön vermek. Bu da sınıfsal bir şey ancak yurttaş olursanız polisin
yasalarına gerçek anlamda katkı sunabilirsiniz. Fakat stoacılar erdemliliği bir sınıfa değil
de tamamen insan yaşantısına hasrederek açıklıyorlar.
Erdemli olmanın tek koşulu aslında tanrısalın aklın pratikteki görünümü olarak kabul
ettiğimiz doğada olup bitene uyum sağlamak. Ve dahası insan, doğanın kendisine
verdiğiyle yetinmesini bilmek zorundalar. Kyniklerin temel öğretisi de buydu.
Hatta insanın ne kadar çok mal varlığı varsa kaybedecek o kadar çok şeyi olduğunu
düşünürler ve mümkün mertebe sade bir yaşam arzu ederler hatta yeni köle olan
Epiktetos bir gün gece vakti evinde uyurken bir ses duyuyor. Birilerinin evin köşesinde
bulunan demir lambayı alıp götürdüğünü görüyor. Bunun ardından artık kaygı duyması
gereken demir lambası olanlardır benim şu dakikadan sonra kaygılanmamı gerektirecek
hiçbir şey yoktur diyor. Ve devamında insan hem kendi ruhuna hem de dışarıdaki maddi
varlıklara aynı ölçüde ilgi duyamaz. Ya kendi ruhunu beslemelidir ya da bütün yönelimini
maddi olan şeylere vermelidir der.
Keza özgürlük de biraz böyle. Özgürlük denilen şey insanın hiçbir şeye bağlı olmadan
yaşamasıdır. Ne kadar malvarlığınız varsa özgürlüğünüzün o kadar kısıtlandığını
söylüyor stoacılar.
Hukuk düşüncesinde ise Kikeron önemli rol oynuyor. İnsanı bu düşüncelere sevk eden
şey olarak aklı öne sürüyorlar. Akıl stoacılarda son derece önemli bir yer tutuyor ve
insanı diğer canlılardan ayıran şey olarak da tanrının aklından pay alan canlılar olarak
görüyorlar. Ve bu nedenle sade yaşam tarzını benimsemesi gereken canlılar olarak
kabul ediliyor. Bu tam da bütün insanların ortak akla sahip olması anlamına geliyor. Yani
insanlar tanrısal akıldan pay alıyorlarsa, insan aklı tanrı aklının bir görünümüyse bu
bütün insanlarda ortak olmak zorunda.
*O zaman hukuk denilen şey ne olmalı?
Doğanın ilkeleri.
*Doğa nereden payını alıyor?
Tanrıdan.
*Bu hukuk kimin hukuku?
Evrensel hukuk. Bütün insanların hukuku
Stoacıların doğal hukuku dediğimiz, bütün insanlar için geçerli olan yeryüzünde yaşayan
bütün insanların tabi olması gereken hukuk olarak karşımıza çıkıyor.
Tüm toplumlar bu tanrısal akla uyum sağlayamıyorlar. Öyle zalim zorba yönetimler var ki
bu yönetimlerin koymuş oldukları yasalara hukuk demekten geri durmalıyız diyor
stoacılar.
Hangi yönetim olabilir?
Tiran yönetimi. Peloponez Savaşlarından hemen sonra. Kritias’ın başını çektiği 30
Tiranlık yönetimi.
30 tiran yönetimi bir yasa yapsa biz bu yasayı hukuk olarak kabul edecek miyiz ya da bu
yasanın doğaya, akla uygun olduğunu söyleyecek miyiz diyorlar.
Çoğunluk çalmayı, tecavüz etmeyi, yalan tanıklığı kabul etse buna rıza gösterse bile biz
bunları yasa olarak kabul edecek miyiz diyorlar
Tabii ki hayır.
Nasıl ki cahil ve tecrübesiz olanların halka verdiği ilaçlar reçete olarak adlandırılamazsa
halkın zararına olan yasalar da yasa olarak adlandırılamaz diye örnek veriyor.
Kikeron diyor ki toplumun koymuş olduğu her yasayı geçerli olarak kabul edemeyiz.
Herkes tanrısal akıldan pay alıyor nasıl oluyor da insanlar kötü yasalar yapabiliyor diyor
bunun yanıtını bulmak biraz güç stoacılarda ama en azından şunu da söylüyor yaşanmış
örnekler var. 30 tiranlık yönetimi gibi. Bu tiranların koymuş oldukları yasaları geçerli
olarak kabul edecek miyiz? Yasa diyecek miyiz?
Kaynak olarak bütün insanlar tanrısal akıldan pay alıyorlar fakat muhakeme güçleri
bakımından eksiklikler var. İnsanların yaşantıları boyunca her ne kadar tanrısal akıldan
pay almış olsalar da konuların sebeplerini ve sonuçlarını idrak etme kudretine eşit
şekilde sahip değildirler. Bu muhakeme eksikliği de aslında insanların zaman zaman kötü
yasalar yapmasına yol açar. Cahil ve bilgisiz olan insanların yapmış olduğu yasalar
ifadesini de kullanıyorlar.
Buradaki cehalet ve bilgisizlik aynı zamanda tanrısal aklı doğru okuyamamış olmaktan
kaynaklanan bir cahillik ama yine de adalete uygun olmasa da bir yasayı geçerli
tanımanın sakıncaları yok mu?
Bu pozitivistlerin özellikle doğal hukukçulara getirdiği en temel eleştirilerin başında gelir.
Alaaddin Şenel Siyasal Düşünceler Tarihi kitabında, Kim bilir kaç erdemli insan çıkarmış
olduğu yasalar çok iyi olmasına rağmen demagogların yüzünden tiran olarak
adlandırılmış ve bu nedenden isyancılar tarafından ölüme götürülmüştür der. Aslında
burada bir sakıncayı dile getiriyor. Biz doğaya uygun olmayan yasayı ya da bir tiranın
çıkarmış olduğu yasayı kabul etmemeliyiz diyorlar o zaman da bir kimse bir yasanın kötü
olduğundan dem vurarak o yasaya itaatsizlik gösteremez mi sorusu ortaya çıkıyor.
Bunun kriterini kim bildirecek, adalet denilen şeyin burada rölatif bir değer olmasıyla
yüzleşiyoruz.
Örneğin af yasasının adil olmadığını savunan birisi bu yasalara itaat edilmemesi
gerektiğini düşünmez mi? Bu da aslında toplumsal düzeni bozmaya yönelik bir eylem
olarak görülemez mi? Ve hatta insanları isyana teşvik etmez mi? Buradaki sorun şu:
Bir kriter koyuyor stoacılar. Doğaya uygunluk, akla uygunluk, adalete uygunluk ama bu
uygunluğu tespit edecek olan kim? Bütün insanlar aynı doğanın parçası olsa da yasanın
adalete uygun olması ve uygun değilse geçersiz olmasını söylemeleri birazcık toplumsal
düzen açısından sorunlu görünüyor. Mesela bunun günümüzde bir karşılığı var elbette.
Hitler döneminde uygulanan bir yasa daha sonra kurulan mahkemeler tarafından
geçersiz kabul edildi.
O halde adaletin ölçüsü doğanın bize bahşettiği bütün ortak kavrayışa, ortak akla uygun
hareket etmek.
Ortak bir akla olmanın tabii en belirgin sonucu bütün insanların tek bir evrensel hukuk
çatısı altında toplanması. Bunun elbette Makedonya’nın bir imparatorluk, bir büyük
devasa evrensel bir devlete dönüşme arzusunun da olduğunu söyleyebiliriz.
Stoacılığın tarihsel olarak çıktığı zamana bakarsak Hristiyanlığın yayılma zamanına
tekabül eder. Hristiyanlıkla belirli noktalarda stoacılık doktrini örtüşür. Mesela
Hristiyanlıkta Aziz Pavlus’un şöyle sözleri var: Artık ne Yahudi ne Yunanlı ne köle ne
özgür insan ne kadın ne erkek var. Herkes İsa’da birleşir diyor. Bütün insanlar için
erdemli hayat sürmenin tek yolu İsa’da birleşir diyor. Stoacılık için de öyle. Bütün insanlar
için erdemli hayat sürmenin tek yolu kadere boyun eğmek. Var olanı olduğu gibi kabul
etmek. Bu benzerlikler dolayısıyla stoacılığın Hristiyanlık çatısı altında daha geniş
kitlelere ulaştığını söyleyebiliriz.

ORTA ÇAĞ FELSEFESİ

Yaygın görüşe göre Kavimler Göçü’yle başlar. 375’ten bahsediyoruz.


Çağın temel özellikleri:
Ekonomik anlamda feodalitenin varlığı
Siyasi anlamda merkezi bir iktidarın yokluğu
Bunlara bağlı olarak Hristiyanlık dininin kurumsallaşması
Roma imparatorluğu kavimler göçünden sonra Doğu Roma (Bizans) ve Batı Roma olmak
üzere ikiye ayrılıyor.
Ve eğer bir yerde feodalizm lafını duyuyorsak bu hiçbir zaman Avrupa’nın her yerinde
eşit zamanda meydan gelmiş bir olgu değil. Farklı dönemlerde farklı şekilde ortaya
çıkabiliyor.
Batı Roma İmparatorluğu üzerinden bakacak olursak
Germen kavimi var, istilacı, militarist bir toplum yapısına sahip ve bunlar Avrupa’ya
saldırılar düzenliyor.
Ve bu saldırılar sonrasında da mevcut var olan yönetimi zayıflatıyorlar, yıkıyorlar ve
orada kendi düzenlerini kuruyorlar.
Geçim kaynağı tamamen tarım ve hayvancılık olan bir toplum. Ortak mülkiyet var.
Komünal yaşam sürüyorlar. Ve kabileler halinde yaşıyorlar
Yasama, yürütme, yargı işleri tamamen halk meclisine ait. Halk meclisi de eli silah tutan
erkeklerden oluşuyor. Meclis savaşa ve barışa karar veriyor. Kendi üyeleri arasındaki
uyuşmazlıkları karara bağlıyor ve savaşta kendilerine önderlik edecek kişiyi seçiyorlar.
Savaşı istilacı olan ve aslında eşitliğe dayalı bir toplum nasıl oluyor da hiyerarşik bir
yapıya dönüşüyor?
İstila ettikleri yerde ele geçirdikleri kişileri köle olarak kullanıyorlar ve böylece kölelik sınıfı
oluşuyor. Köleler ve Germenler olarak. Ve bunlar nüfus bakımından çok kalabalık.
İspanya ve çevresini Vizigotlar ele geçiriyor. İtalya’yı Ostrogotlar. Fransa ve çevresini
Franklar. İngiltere’yi Anglosaksonlar ele geçiriyor.

Franklar Üzerinden Feodal Yapı


Clovis, Frankların askeri lideri.
Fransa civarını ele geçiriyor ve iktidarını sağlamlaştırmak için var olan meclisi lağvediyor
ve akabinde de Hristiyanlığı kabul ediyor. Hristiyanlığı kabul etmelerinin en belirgin
sonucu Hristiyanlık insanlara sabretmeyi ve itaat etmeyi öğütlüyor dolayısıyla
Hristiyanlığı kabul ederek iktidarlığını sağlamlaştırıyor Clovis.
Yaptıklarının tanrının buyruklarına uygun olduğunu söyleyerek kendisini meşru kılıyor ve
elbette daha da önemlisi bunların karşılığında da kiliseye geniş topraklar bahşediyor.
Bizde hep söylenir ya bizde bir kilise kurumu olmadı dolayısıyla aşılacak bir kurum yoktu
bizde ve biz bu yüzden laikliğe geçme konusunda batıya göre bazı dezavantajlarına
sahiptik. Oysa batının bir kilisesi vardı ve çok güçlüydü. Kilise gücünü buradan alıyor.
İmparatorlar elde ettikleri toprakları kiliseye bağışlıyorlar. Ve bu anlamda Orta Çağ bize
din ile iktidar arasındaki ilişkilerin neliğini göstermesi bakımından son derece önemli.
Bunun da en iyi resmedildiği dönem Kral Şarlman dönemi. Frankların başına Şarlman
geçince ve topraklar da genişleyince aslında devlet büyük bir imparatorluğa dönüşüyor.
Kutsal Roma Germen İmparatorluğuna. Ve burada feodal yapı kendisini daha net bir
şekilde hissettirmeye başlıyor çünkü kral Şarlman başa geçtiği zaman ona tacını kilise
(papa) giydiriyor. Bu da aslında bir iktidarın meşru olabilmesi için kiliseden icazet alması
gereklidir sonucuna çıkıyor. Elbette uzun bir süre kilise ve siyaset iç içe uyumlu bir
şekilde varlığını sürdürüyor. Fakat zaman içerisinde iktidarı elde etme isteği,
malvarlığının imparatorluğa mı kiliseye mi ait olacağı, gücü ikisi arasında nasıl
bölüştürmeliyiz bunlar hep sorun oluşturuyor ve kilisede sivil otorite arasında çatışmalar
başlıyor. Nitekim krallık da zamanla kiliseyi beslemesinin mükâfatını alacak, kendi
kuyusunun kazdığının farkında değil aslında, bunu zamanla anlayacak.
Feodal yapı nasıl ortaya çıkıyor?
İmparator fethettiği toprakları kendi askerlerine dağıtıyor. İşgal ettiği topraklarda başarı
gösteren askerler kimse onlara toprakları dağıtıyor. Bu topraklara fief adı veriliyor. Ve bu
kimseler bu askerler büyük toprak parçalarında aynı zamanda işgal ettikleri yerlerde
edindikleri köleleri çalıştırmaya başlıyorlar ve böylece her asker kendi nüfus sahibi
olduğu arazide otorite haline geliyor. Ve hatta o dönemde sahipsiz toprak olmaz ilkesi
var. Derelerde, göllerde, kamuya ait olan alanlarda o askerlere yani feodal beylere ait
kabul ediliyor. Ayrıca bu feodal bey ait olduğu geniş alanda, arazide üretim yaptırıyor.
Üretim yaptırdığı kişiler var köleler dediğimiz aynı zamanda bu insanların ve kendisinin
güvenliğini sağlamak için bir orduya ihtiyacı var. Dolayısıyla her asker kendi ordusunu
inşa ediyor güvenliği sağlamak için. Ve bu da yine kendi güvenliği sağlamaları
karşılığında sahip olduğu toprak parçasının bir bölümünü o askerlere devrediyor. Yani
imparator askerlere devrediyor toprağı. Askerler de sahip olduğu toprağı yine başka
askerlere devrediyor. Sürekli bölünmüş bir yapı. Kendi içerisinde hiyerarşiyi muhafaza
ediyor. Bu noktada toprağı verenler süzeren olarak anılıyor. Askerler ise vassal olarak
adlandırılıyor.

FEODAL MERDİVEN ( HİYERARŞİK MERDİVEN )


 KRAL
 SÜZEREN ( FEODAL BEY / VADE )
 VASSAL
 SERF (BAĞIMLI KÖYLÜ)

En üstte kral var.


Onun bir altında süzeren var kralın yani imparatorun ilk toprak devrettiği kimseler.
Onun bir altında bu kimselerin oluşturduğu ordu mensuplarının sahip oldukları toprak
parçaları, orada belli insanları istihdam eden kimselere vassal diyoruz
En altta da bağımlı köylüler var.

Yapılanmaları
Feodal beyin büyük bir malikânesi var bu malikânede evi var, tarım ürünlerinin
depolandığı ambarlar var, hayvanların kaldığı büyük barınaklar var.
Tarım arazisi ise ikiye ayrılıyor
1- Feodal beyin demesnesi yani tarlası
2- Bu tarlalarda çalıştırdığı işçiler bunlar da bağımlı köylüler yani serfler
Bu bağımlı köylüler bu arazilerden elde ettikleri ürünü bir bölümünü feodal beye vermek
zorundalar buna ayni rant adı veriliyor.
Feodal beyin büyüklüğünde işçi sayısı önemlidir.
Zenginliğin ölçütü ise tarım ürünlerinin çokluğudur.
Feodal beylerin kendi aralarındaki mücadeleleri toprak elde etmeye yönelik değildir daha
ziyade birbirlerinin serflerini kazanmaya yönelik mücadeleye girerler. Ve aslında üzerinde
serflerin olmadığı toprağın da değersiz olduğunu söyleyebiliriz.
Köylüler ailesiyle birlikte sadece feodal beye hasat sağlamak durumunda değil aynı
zamanda feodal beyin günlük ihtiyaçlarını da karşılıyor. Temizlik, tamirat işlerini yine
köylüler yapıyor.
Bütün kamusal alanlar feodal beylere ait olduğu için köylüler bu alanları kullanma
karşılığında da feodal beye bir ücret ödüyorlar. Kiliseye karşı da sorumlulukları var. Her
köylü hasadın 1/10unu mutlaka kiliseye vermek zorunda. Buna da Kilise Ondalığı adı
veriliyor.
Eğer ayni rant gecikirse yani feodal beye ödemesi hasadı ödemezse veya bir köylü
angaryayı yerine getirmek hususunda tembelleşirse, feodal beyin gündelik işlerini
yapmazsa derhal feodal beyin mahkemesine çıkarılıyor. Burada bütün hukuki ilkelerin
ortadan kaldırıldığını görüyoruz çünkü feodal bey karşıdakini suçlayan kişi aynı zamanda
yargılayan kişi aynı zamanda infaz eden kişi konumunda. Bunun en kötü tarafı feodal
bey yargılama esnasında dahi kendince bir kural koyabilir yani suç işlendikten sonra
eylem gerçekleştikten sonra dahi kendisi bir kural koyup o kurala göre serfi yargılayabilir.
Dolayısıyla bu yargılamanın tamamen prosedürel bir işlem olduğunu zannediyoruz.
Feodal beyin bunu yapacak gücü ordularından geliyor.
Serfler, kişisel özgürlüklere sahip değiller. Efendileri tarafından dilediği gibi alınıp
satılıyorlar. Kendilerine ait malvarlıkları yok. Feodal düzende modern hayattan farklı
olarak bütün ilişkiler yüz yüze yani insanlar birbirlerini yakın olarak tanıyorlar ve anlamda
bir malikâne içerisinde hem yasa koyucu hem yargıç pozisyonunda feodal bey var ve o
da yerine göre bir kişiye yönelik olarak da serfe yönelik olarak da yasa koyma kudretine
sahip. Ve burada bölünmüşlük çok fazla. Bir feodal bey size başka bir yasa
uygulayabilirken başkası için başka bir yasa koyup ona farklı bir hüküm getirebilir.
Orta Çağ’da bölünmüş bir toplum yapısı var
Orta Çağ’da bölünmüş bir hukuk sistemi var.
Ve bunlar tamamen Feodal Bey’in tekelinde.
Kırıkkale’de bir feodal bey var. Dilediği şekilde kural koyup uygulama yetkisine sahip
çünkü ordusu var. Keskin’de başka bir feodal bey var. Bu feodal bey kendi kurallarını
koyup uygulamakta özgür. Bölünmüş küçük toplumlar. Büyük imparatorlukta bu feodal
beylere mümkün ölçüde karışmamayı tercih ediyor çünkü var olan bir sistem. Bir isyanın
çıkma ihtimali yok. Serfler isyan ettiği zaman feodal beyler o isyanı bastıracak silahlı
güce sahip.
10.hafta 25 Kasım
Adalet iyi bir şey midir, kötü bir şey midir?
Adaletin kusursuz versiyonunu tanrı sağlayacaksa, adaleti sağlayacak tanrıysa, tanrı
kötü bir şey yapabilir mi? Adaleti kötülük olsun diye yapabilir mi?
Adalet iyidir. Çünkü tanrı kusursuzdur.
İyi nedir?
Ceza. Tanrı ceza verir. Zarar doğurur. Tanrının verdiği zarar kötü mahiyette olabilir.
İslami teolojiye göre tanrı gayet kötülüğün müsebbibi olabilir ama Hristiyan teolojisine
göre tanrıdan kötülük gelemez.
Augustinus
4.yyda yaşamış bir teolog ve filozof. Bir din adamı. Bir papaz.
Kilise babaları diye bir ekip vardır Hristiyan camiasında öyle anılırlar. Bir kilise babası.
Birçok orta çağ uzmanı orta çağ felsefesini Augustinus ile başlatıyor. Bunun temel nedeni
Augustinus ’un Hristiyan düşüncesi için bir model oluşturması ve nerdeyse tüm orta çağ
felsefesinin programını belirlemiş olması.
Antik yunanı günümüze bağlayan duraklardan birisi roma devleti. Roma devleti
feodalizmin ilk çıkış hatlarını okuyoruz. Roma devletinde orta çağın başlangıcına tanıklık
ediyoruz. Buradan bakınca Augustinus ‘un etkisi Thomas Aquinas diye bir başka kilise
babası, filozofu 13.yyın sonlarında Hristiyan felsefesine damga vurmaya başladığı
döneme kadar sürecek. Augustinus ‘un felsefesi çok uzun bir süre orta çağa hâkim
olmuş, Hristiyanlık konusunda en çok referans alınan düşünceler Augustinus’a ait.
Orta Çağ’ı savaşlarla, ruhban baskısıyla ve dinin ön planda olmasıyla tanıyoruz.
Augustinus aynı zamanda yunan felsefesiyle Hristiyanlığın yüzyıllarca devam edecek
olan tanışmasının da başında yer alan kişi. Platon’u yunan felsefesinden aldığı gibi
getiriyor ve bunu Hristiyan düşüncesine uygulamaya başlıyor.
Ahlak felsefesinin en arkheik görünümü iyi ve kötünün tespit edilmesi çabasıyla başlıyor.
İyi nedir? Kötü nedir? İnsanların bunu bulması lazım.
İnsanları varoluşlarına göre, yaşına, ırkına, etnik kökenine göre değil davranışlarına göre
insanların iyi ya da kötü olduğunu söylüyoruz.
O zaman davranışların iyi ya da kötülüğünü onlara kazandıran nedir?
Bunu kavramak biraz kötülüğü kavramaktan geçiyor. Mesele zarar konusunda çok yakın
bir tanım yaptık. Zarar yoksa adaletsizlik yok, zarar yoksa kötü yok. Zarar bu konuda
güzel bir köşe taşı. Ama Augustinus’un yapmak istediği şey farklı.
Kötülük problemi üzerine felsefede 6 ayrı çözüm ya da açıklama önerisi ileri sürmüş.
Platonculuğun orta çağda ortaya çıkan hali Neoplatonizm. (Augustinus ‘ta
görülür.)
İyimserlik ve Tutarlılık Görüşü (Gazali’de görülür.)
Manikeizm (Bilinirciler, Gnostik)
Dindar Rasyonalizm (dindarlar ve akılcılar)(Kant’ta görülür.)
Pesimizim ( Arthur Schopenhauer)
Kötülük problemi yoktur. (Hobbes ve Rousseau’da görülür.)
Augustinus’un kendine ait bir kötü ve günah kavramına ulaşmak için kendisine kadar var
olmuş belli başlı görüşleri incelemesi, onları tetkik etmesi gerekiyor. Ki ne eksik ne fazla
bunları görsün.
Bu kişi bir papaz bunu unutmayalım. Bu kişi Hristiyanların kötü kavramına, Hristiyanların
günah kavramına, Hristiyanların tanrı kavramına inanıyor. Artık antik kavramda
gördüğümüz çok tanrıcılık, puta tapanlık gibi şeyler yok. Burada kötülük probleminde bir
sorun ortaya çıkıyor.
Tamamen Augustinus’un sorularıdır. Kartezyen diyor.
 Tanrı diyor bizi kötülükten ve acıdan korumak istiyor mu? Başlangıç sorusu bu.
Evet, cevabı veriyorlar.
 Ama bunu yapmaya gücü mü yok?
Eğer gücü yetmiyorsa tanrı güçsüzdür ya da kesinlikle her şeye gücü yeten
değildir.
 Her şeye gücü yetiyor ama bizi kötülükten korumak istemiyor mu?
Eğer öyleyse kötülükten korumak istemiyorsa kötüdür ya da tam veya mutlak iyi
değildir.
 Hem gücü yetmiyor hem istemiyor mu o zaman onu tanrı diye çağırmak saçma
olur.
 Hem gücü yetiyor hem istiyor mu ki evet diyeceksiniz. O zaman niye kötülük var?
Buradan yola çıkıyor. Bu sorular çerçevesinde Augustinus’un kötü ya da günah
kavramını açıklaması lazım. Eğer her şey gibi kötülük kaynağını karşıtından alırsa,
kötülüğün karşıtı tanrıdan alıyorsa. Tanrı kötü demektir. Kaynağını tanrıdan alıyor. Parça
bütün ilişkisi var. Tanrının bir karşıtı varsa daha da ilerisi tanrı da diğer şeyler gibi sonlu
bir varlıktır. Sebebi bir şey bir şeylerle karşıtlık içindeyse o şeyler sonludur diyor. Yani bir
sınırı vardır. Sınırı da karşıtına kadar dayanır, orada sınırlanır.
Augustinus bunlara inanmayı reddediyor. Kötülük problemini şöyle açıklamaya çalışalım.
Eğer kötülük varsa ve tanrı her türlü var olanın nedeniyse Hristiyan inanışındaki tanrı
düşüncesiyle Augustinus’un kötülük kuramı arasında çelişkiler doğuruyor çünkü Hristiyan
düşüncesinde olduğu gibi tanrının sonsuz, ebedi, ezeli ve iyi olduğunu kabul ediyor
Augustinus. Her türlü iyiliğin tanrıdan gelmesi gerekiyor. Bütün yaratılanlar iyidir diyor.
Çünkü tanrı iyidir. Tanrıdan gelen hiçbir kötülük yoktur diyor. Bu durumda nasıl oluyor da
dünyada kötülük ve günah var olabiliyor, kötülük ve günahların kaynakları nelerdir?
Bunlara cevap bulması zorunlu. Çünkü ya imanından olacak ya da aklını bunlara cevap
verebilecek rasyonel bir doğrultuya sokması gerekiyor. Burada inancıyla aklı arasında bir
savaş yaşıyor.
Bu soruların cevabı Hristiyanlığın ve Augustinus’un felsefesinin temellerini oluşturuyor.
Tanrı Şehri kitabı bu sorunla başlıyor. İyilik kötülük problemiyle.
İtiraflar kitabında da en vurucu kısım bu sorunu nasıl aştığı üzerinedir.
Kendinden önce bu sorunlara ne gibi cevaplar verilmiş ona bakması lazım. Çünkü önceki
kuramlar doğruysa kendi kuramı savunulamaz ortaya koyduğu kuram da geçersiz hale
geliyor. Bir kanaati var bu kanaati öncekilerle uyuşmuyor onları çürütmesi lazım.
Kimlerden etkilenmiş?
Parmenides var. Platon var. Manikeistler var.
Bunların kötülük kuramını açıklarken Augustinus tarafından nasıl aşıldığını anlamaya
çalışalım.
Parmenides’e göre yokluk var değildir. Varlığın içinde çokluk ya da çokluklar yoktur.
Varlık varlıktır. Varlığın içinde yokluklar olabilir mi? Kötülük dediğimiz şey bu durumda
varlığın içinde bulunmayacaksa yoktur. Yani kötülük dediğimiz şey varlık değildir. Varlıkta
ve var olanda ne yoklukta eser bulabiliriz ne de kötülükte. O zaman yokluk olarak kötülük
düşünemeyiz. Yokluk düşünülemez bir şeydir. Düşünülemeyen ise var değildir. Yok olanı
düşünemeyiz. (Kötülük gitti)(Çünkü biz yokluğun ve kötülüğün ne olduğunu bilmiyoruz)
Platonda mükemmel ve değişmeyen formlar evreni var, idealar evreni var. Mükemmel
olmayan ve değişen de maddesel bir dünya var. İnsan ise hem akılsal hem ruhsal hem
de fiziksel bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Diğer bir ifadeyle ruh ve maddenin birleşimi.
Ruh insanın iyi parçasıdır. Kötü parçası bedenidir. Böylece düalizm (ikicilik) üzerinde
temellenir Platon. Hem insanın iyiliği kötülüğü anlamında ruh ve beden ayrımı bir ikililik
hem de idealar evreni maddi evren ikililiği. İkiciliğe göre ruh dediğimiz şey bedende hapis
hayatı yaşar. Mahpustur. Madde dediğimiz şey ruhun hapishanesidir. Madde iyinin karşıtı
mükemmel olmayanın kaynağını oluşturuyor. Yanlışlık ve kötülük iyinin mutlak
yokluğundan geliyor. İyilik dediğimiz şey kötülüğün yokluğundan, kötülük dediğimiz şey
iyiliğin yokluğundan ibaret. İyi ideasında bulunan her şey doğru ve gerçektir. Parmenides
gibi yokluğun yok olduğunu, yani yokluk var değildir önermesine saplanmış gözüküyor.
İyi ideasında bulunan tüm şeyler doğru ve gerçektir.
Mağara alegorisinde güneş gerçeğin ve hakikatin ışığıydı. İyi ideasındaki her şey
doğrudur.(denklem tuttu) Bu anlamıyla kötülük ve yanlışlık akılsal, ruhsal dünyada var
olamaz buna karşılık duyular dünyasında yanlışlık ve kötülük vardır çünkü orada iyi
ideasının eksikliği vardır. Biz mağarada hapistik. İyi ideası bize kadar gelemiyordu. Biz
yanan odunun ışığının gölgesini görebiliyorduk. Kötülük ruha karşı bir şey değildir.
Duyular dünyasında yanlışlık vardır. Kötülük yoksunluk ve eksikliktir.
Manikeizm de ikiciliği kabul ediyor. Bununla birlikte evreni iyi ve kötü ya da aydınlık ve
karanlık kavramlarının veya tözlerinin birlikteliğiyle açıklamaya çalışıyor. İkicilik iki ilkenin
birbirine olan karşıtlığı. Aydınlık ve karanlık her şeyi yaratan temel güçler. Karanlık ve
kötülük yeryüzünü yöneten bir töz olarak tanrıdan geliyor. Manikeizme göre kötülük
yapan günah işleyen insan değil. Tanrıdan geliyor. İnsanın içinde bilmediğimiz bir başka
yapıda varlık var tanrının yol açtığı. Kötülük ve günah biz insanlara ait değil tanrıya ait.
Tanrıdan gelip bizim içimize yerleştirdiği bir töz.
(Tanrıdan gelen her şey iyiyse insanın içinde kötü bir töz olabilir mi bu sebebiyle
Augustinus ve Hristiyan düşüncesine uymuyor)
Eğer tanrı iyi ve yarattığı her şey iyiyse ve tanrı her şeyi yarattıysa o zaman kötülük
nereden geliyor?
Bir insana kötülük öğretilebilir mi?
Kötülüğün öğreniminde eğitimin ne çeşit önemi var diyor Augustinus. Ve eğitim ona göre
iyi bir şey. Bu yüzden eğitim iyi bir şeyse öğretilemez çünkü kötülük ve günah
öğretilebiliyorsa kötülük eğitimin bir parçası olur eğitim de kötü olur. Ama eğitim iyidir.
Kötülük öğreten öğretmen olamaz. Öğreten kötüyse öğretmen değildir. Öğretmen iyidir.

(Kötünün içinde iyi bulunabilir çünkü iyi her yerdedir. İyiyi tanrı yaratır. Kötülük
kesinlikle ve kesinlikle iyiye katılamaz. Çünkü iyi olan her şeyi tanrı yarattı ve
tanrının yarattığı bir şeyde kötülük olamaz.)

Arzu, şehvet, ihtiras, nefis kötülüğün nedeni olabilir mi? Arzu veya şehvet her türlü
günahta veya kötülükte temel element gibi görünüyorsa da Augustinus bu problemi daha
da irdeleyerek arzunun arkasında ne olabileceğini arayıp bulmaya çalışıyor bir başka
deyişle insanın arzu ve nefsinden daha güçlü bir şey olabilir mi?
Augustinus aklın bedenin arzularından daha üstün olduğunu kabul ediyor. Akıl arzudan
daha güçlüdür diyor, buna inanıyor çünkü o diyor doğru ve haklı olduğundan arzuyu
yönetmelidir. Akıl doğruyu görebilen tek şey olduğundan günah veya kötülüğün nedeni
ve kaynağı olamayacaktır. Eylemlerimizde aklımızı mı tutacağız arzularımızı mı? Buna
karar veren mekanizmamız ise irademizdir.
Akıl doğruyu görebilen tek şey olduğundan günah veya kötülüğün nedeni ve kaynağı
olamaz. O zaman bize istemcil yani iradenin seçimiyle günah ya da kötülük yaptığımızı
akıl gösterecek. Eğer özgür iradeye sahip olmasaydık günah işlememiz mümkün
olmayacaktı. Tanrı bizi yargılayacaksa neden bize özgür irade veriyor? Zaten iyi ya da
kötü olma konusunda bir tercihimiz olmasaydı iyi ya da kötünün ne değeri kalır ki. Herkes
iyi olursa tanrının cennetine gitmenin ne önemi olur.
Günah ve kötülük yaparız sebebi kendi özgür irademizdir. Dünyada günah veya
kötülüğün doğrudan nedeni ve kaynağı bireysel iradedir, kişisel istençtir. Evrenin
kendisinde bir kötülük bulunmaz.
Beni kapalı bir odaya koyun. Etrafımda duvarlar ve ben varım. Ben orada iyi veya kötü
biri olabilir miyim? Seküler düşünürseniz benim bir odada iyi veya kötü davranışımın var
olabilmesi için bunun birine karşı gerçekleşmiş olması lazım. Seküler anlamda iyi veya
kötünün kaynağı insanlar arasındaki davranışlardır. Ve burada verilmiş olan bir karar bir
iradi bozukluk olmak zorunda. Kapalı odada kendinize zarar verirseniz de bir iradi
bozukluk olur. Sadece bedenen değil ruhen de zarar görebiliriz. Kötü şeyler düşünmek
gibi. Bunlar davranışa dönüşmek zorunda da değildir.
Evrenin kendisinde salt kötü şeylerin olmaması ama bireyde bulunması 2 şekilde karşılık
buluyor.
İnsanlara karşı seküler anlamda.
İnsanlara, kendimize ve evrene karşı tanrısal anlamda.
Ama her halükarda irademizin ürünü.
Evrenin kendisinde kötülük yok. Bireyde kötülük var. Bunun nedeni de kişinin kendi
hatası, hatalı seçimi, doğru irade sergileyememesi.
Tanrı eğer ruhu yarattıysa ruh niye yanlış yapar?
Özgür istencin insana verilmiş olmasının nedeni insanın özgür irade olmaksızın da
doğruyu ve yanlışı bulamayacak olması. Ruhun içinde iradenin hata yapabilir bir
mahiyete sahip olmasının sebebi tamamen doğruya ve yanlışa sizin kendinizin bulması
gerektiği. Tabi ki burada ışığınız, yönünüz tanrı olacak. Rehberimiz tanrı olacak. Çünkü
insan mutluluğu, doğruluğu ve adaleti bulmak için özgür istence sahip olacak. Onu da
özgürce kullanacak. Günah öznenin ruhundaki istencin özgür seçimi sonucu olduğuna
göre özne sorumlu birey olarak kendisine, topluma ve tanrıya karşı sorumlu.
Platon’un duyulur âlem, duyumsanabilir âlem ve idealar âlemi ayrımının yerini
Augustinus ’ta yeryüzü devleti ve tanrı devleti (göksel devlet) alıyor.
Platon gibi Augustinus da ortaya koyduğu ideal devlet tasarımında yazılı olmayan gerçek
adaleti yani yasalar üstü bir yasadan bahsediyor. Bu düşünce üzerine kuruyor. Yani Grek
logosundan Hristiyan logosuna geçiyoruz.
Platon insanın iyi ideasına ulaşabilmek için ve iyinin doğasını anlayabilmek için uzun bir
yol yürünmesi gerektiğinden bahseder. Mağarada birileri geliyordu, eğiticiler. Eğiticiler
kötü olamaz. Yol uzun ve acılıydı, dikti, zorluklarla karşılaşıyorduk. Uzun yolun
Augustinus düşüncesindeki karşılığı dinsel motiflerden örülü bir amaca tekabül ediyor.
Yani üst düzeyde bir noktaya yetişmiş olsa da hiçbir devlet ya da iktidarın insanın
mutluluğa erişebilmesine ya da mutluluğa duyduğu özlemi gideremeyeceğini savunuyor.
Zira gerçek mutluluk tanrıya inanmak, ona güvenmek ona sığınmakla mümkün olabilir.
Tanrı devletine doğru yolculuk edenlere doğru bir yolculuk yapabilmeleri için bu sebeple
eşlik eden kilisenin dünyevi yaşamdaki aktif ve siyasi rolünü referans olarak gösteriyor.
Bu sebeple siyaset felsefesi Augustinus için her ne kadar bu dünyadaki toplumsal bir
uzlaşmayı ifade ediyor ya da onu sağlamayı hedefliyor olsa da buradaki siyasi hayat öte
dünyadaki mutluluğa, saadete varıncaya kadar eşit. Yani burada birbirinizi yemeyin. 3
kişi olursak birbirimizi yemeyiz ama 1 milyon kişiysek birbirimizi nasıl yemeyeceğiz?
Nasıl kötülük yapmayacağız? Bizi birinin yönetmesi gerekmiyor mu? Bizim burada nasıl
yönetileceğimize dair siyasi öngörülerden oluşan bir teori bir felsefe önemli. Dünyada bizi
yönetecek bir çoban olmazsa ya da tanrısal otoritenin temsilcisi olarak kilise bulunmazsa
biz nasıl iyi geçinebiliriz? Çok günah işleriz ki tanrının devletine kimse varamaz. O uzun
yolda platonda eşlik edenler burada dünyevi otorite ve kilisedir.
Tanrı devletinin felsefi polemikleri konusu başlıca platonun öğretisi neoplatonizm ve
Kikeron’un şüpheciliği ve stoa okulu ve bunların bütününden tekerrür etmiş bir yapı
oluştur.
Böylece biz Platoncu evren anlayışıyla stoacı ahlak ve siyaset görüşünü karıştırmak
sonrasında da Hristiyanlaştırmak suretiyle hakiki devlet ve hakiki adaleti bulmak için
çalışıyoruz. Augustinus bunu tanrı devletinde buluyor.
Augustinus için tanrı devlet anlayışı dünyevi olanla ruhani olanı, kiliseyle devleti ya da
daha somut bir biçimde söylenecek olursa Hristiyanlıkla romayı bir tutan anlayışın
karşısında.
Neden?
Augustinus’a göre iyilik ve kötülük, tanrısallıkla şeytanlık, benlik sevgisiyle tanrı sevgisi
bir arada bulunuyor aslında. Bir arada bulunuyor derken dünyevi devletle yeryüzündeki
bütün devletler dolayısıyla roma imparatorluğu tek başına kutsal değildir. Roma
imparatorluğunun içinde iyilik de bulunur kötülük de.
Augustinus için adalet önemli çünkü ona göre devletin esas varlık sebebi adaleti
sürdürmek. Yani 1 milyon kişinin birbirine zarar vermeden, kötülük yapmadan iyilik içinde
yaşamasının yolu adaletten geçiyor. Adaleti doğrudan yeryüzünde tahsis edecek olan
yeryüzü devleti. Adalet dediğimiz şey temel bir ilke. Zira insanlar dış dünyayı, dış
dünyada olup bitenleri adalet ve iyilik gibi ilkeleri merkeze alarak gerçekleştiriyor
dolayısıyla ona göre Kikero adaletsizliğe karşı adaletin nedenlerini büyük bir kesinlikle
savunmuş savunmasına ama onun yaptığı tanımlamalardan hareketle Augustinus
adaletin olmadığı yerde hukuktan, hukukun olmadığı yerde ise devletten söz edilemez
diyor.
Augustinus’a göre adalet dediğimiz şey
Herkese, her bireye kendisine ait olan şeyi verme erdemidir.
Bunun bizdeki karşılığı o onun hakkı değildir ya da birine hakkını vermek diyoruz. Nush
ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir diyoruz herkese ona
düşeni ver diyoruz.
İnsan adaletini, erdemden nasibini almamış saygı bilmez ruhlara hizmet ettirmek için
insanı hakiki tanrının yerine koyan adalet olarak tanımlayabiliriz.
Tanrının yerine koyulan adalet, adalet olmuyor çünkü tanrıya itaat etmeyen insanda
adalet olamaz. En üstün adalet tanrıya itaat etmeyen insanın ruhu bedenine aklı da
kötülüğe hükmedemez diyor. Augustinus’a göre adaletin yegâne kaynağı tanrıdan geliyor
ama adaleti sergileyecek olan birey, kişi. Bireylerde adalet duygusu yoksa birbirine
benszer insanların bir araya gelerek oluşturduğu ülkede adalet olabilir mi? Parça bütün.
Dolayısıyla bu durumda birçok insanı bir araya getirip onlardan halk elde edebilmenizin
yolu adaletten geçmek zorunda. Böyle bir halkın varlığında devlet dediğimiz şey ortaya
çıkmaz diyor Kikero ’ya göre devlet, bir hukuk düzeni ve ortak fayda kavramı üzerine
irtifak etmiş olan insanların topluluğu anlamına geliyor. Yine Kikero ‘ya göre hukukun ve
kamu menfaatinin bulunmadığı yerde de devletten bahsedemeyiz.
Augustinus devleti, adalet ve hakkaniyet olarak yorumlamakta. Kikero’nun derdi bir
cumhuriyet kurmak. Augustinus’un verdiği cevap ise sen dünyada bir cumhuriyet
kuramazsın. Çünkü bunu dünyada yaratamazsın. Augustinus’a göre tanrı yasası ahlak
ve adaletin temel prensibidir. Pozitif yasalar ise zamana ve mekâna göre ihtiyaç
durumuna göre değişebilir, insan evrensel bir şey koyamaz ortaya. Koyabilse adaleti de
kendisi getirir bu yönüyle pozitif yasa içinde kusur barındırır. Pozitif yasanın kusurları
ilahi yasa, tanrı yasası doğrultusunda düzeltilecek.
Augustinus pozitif yasayı, doğal yasanın bir tezahürü olarak görüyor. Yani doğa
yasasının.
Hiyerarşik yapı: Tanrı yasası > Doğa yasa > Pozitif yasa
Kikero’yu referans olarak doğa yasasını ezeli, değişmez ve evrensel yasa olarak
görüyor. Tanrı yasası için de aynısını söyledik zaten doğanın da yaratıcı kim? Yasanın
değişmez oluşu ise onun hakikat, adalet ve bilgelik olmasından kaynaklanıyor.
Doğal yasa, doğa yasası tanrının ezeli yasasıdır. Bir de bunun dışında insanın kendini
koruma yasası vardır. Özetle Augustinus’un insan ilişkilerinde adaleti açıkça ikinci planda
tuttuğunu görüyoruz. Sizin yarattığınız adalet sizin ilişkilerinizde ancak ikincil planda
bulunabilir çünkü gerçek adalet tanrısal adalettir diğer bir deyişle tanrıdan gelen adalet
gerçek adalettir. Adalet terakkisinin başlangıcı ve sonu tamamen teolojik yani antik
yunandaki farklılığı daha net görebiliyoruz. Sanki doğadan ve toplumdan çıkartmaya
çalışıyorlardı. Genel kamu dersinde görüldüğü gibi roma devletinde Kapadokya’da
Pavlus orada bir şeyler karalıyor, bunların bir ulaşım süreci var o süreçte adamların
peşlerine düşüyorlar. Kör topal hayatta kalmaya çalışıyorlar. Böyle bir süreçten geçmiş
ve bu sürecin neticesi ne olmuş, o dünyevi doğal köklerine adalet kavramına
değişmesiyle noktalamış. Iustinianus Platon’un okulunu kapatıyor. Felsefe yerine
paganizmi öğretiyorsunuz diyor. Çünkü adaletin mahiyeti tanrının bilinmesi ve onun
sevilmesinden ibaret. O yüzden teolojik. Diğer yandan adalet dediğimiz şey
Augustinus’un ortaya koyduğu şekliyle insanın yeryüzünde tam olarak ulaşabileceği bir
şey de değil.
Adalet dediğimiz şey mükemmelleştirilmiş iyiyse tek mükemmel varlık tanrıdır.
Augustinus diyor ki tanrı yağmurunu hem iyiye yağdırır hem kötüye. Varsa bir musibet bir
nasihati tutmamışsındır. Tanrıdan kötülük gelmez. Ondan gelen cezanın kötülük gibi bir
mahiyeti olamaz çünkü ondan gelen ceza öğreticidir. Ders çıkarman gerekir. Ders veren
iyidir. Eğitim iyidir.

11.Hafta 2 Aralık
900 yıl boyunca Augustinus’un fikirleri Avrupa’yı etkileyecektir. Sonra Thomas Akınsa
hem siyaset felsefesi hem ilahiyat anlamında hem hukuk felsefesi anlamında Avrupa’daki
düşün dünyasını değiştirir.
Avrupa’nın 11-12. Yıllarındaki hallerinde savaşlar var. İmparatorların baskıca yönetimi
hâkim. Hristiyanlık hâkim. Kilisenin üstünlüğü söz konusu. Papa yeri geldiğinde kralı
görevinden alabilir, krala taç giydirir.
Batı roma imparatorluğunun 5.yydaki yıkılışının hemen ardından kilise dediğimiz kurum
yapı olarak değil kurumsal olarak kilise, Avrupa’daki tek örgütlü kurum.
Buradan ne anlıyoruz?
Feodal yapıyı biliyoruz. Feodal yapı parçalı bir yapı. Parası olan, toprağı olan, adamı
olan herkes bir şeyini alan kaptan mı diyorlardı. Öyle bir mevzu var. Parçalı da bir yapı
görüyorsunuz. Bu sırada toprak bağışlarıyla gitgide zenginleşen kiliseden söz ediyoruz.
Ve bunun tepesinde papalık denen kurum zamanla doğu roma imparatorluğundan
bağımsız bir halde siyasiye yöneliyor.
Karolenj hanedanlığı papanın elinden taç giyince kutsal roma germen imparatorluğunun
kurulmasıyla kilisenin ağırlığı iyice artıyor. İlk defa bir hanedana papa doğrudan taç
giydiriyor bundan sonra Avrupa’da uzun süre kilise-devlet ve papa-imparator
mücadeleleri göz önüne çıkıyor.
Augustinuscu felsefe, papalığa tanrı devleti kuramıyla o feodal parçalanmanın yapı
içinde üstün bir statü tanıyor. Ve halkın üzerinde egemenliğini meşru kılıyor çünkü o
uzun yol nasıl ki mağara alegorisinde kuklaların zincirleriyle yetinen o mağaranın iniş
çıkışından zorla sürükleyen eğiticiler varsa günışığına çıkarıp gerçeği hakikati göstermek
isteyen, kilisenin işlevi de aynı şeydir. Kilise, başlı başına tanrı devletine ait bir kurum
değildir. Kilisenin içinde ya da organizasyonunda bulunan insanların aralarında tanrı
devletine laik olmayanlar vardır. Ancak kilisenin üstlendiği misyon tanrı devletine
gitmesine insanların kolaylaştırmak için bu insanların gündelik yaşamında gerekirse sopa
kılıç yoluyla adam etmektir ki bu dünyada daha fazla günah işlemesinler diyor.
O zaman buradan kilisenin oradaki üstün statüsünü bir göz önüne getirmeye çalışın.
Dünya üzerinde böyle bir misyonu olan kişi madem tüm insanlık üzerinde bu terbiyeci
rolünü üstleniyor elbette kralın üzerinde de üstleniyor iddiası o, bunu her kral kabul
etmiyor. Egemenliği meşru kılıyor ama bu meşruluğu herkes de kabul etmeyebiliyor.
Katoliklerin evlilik yasağı var. Katoliklerin tek bir eşi olabilir. Papaz erkek zaten. Karısı
yalnızca kilise olabilir. Kiliseden de kadın olarak bahsederler 11.yyda getirilen Gregoryan
Reformları kilise topraklarının verasetle intikal etmesini yani miras kalmasını ve bu
sebeple rahip evliliğini yasaklamış. Kilisenin halktan vergiler alması sağlamlaştırılmış.
İmparatorlar gibi kiliseler de vergi topluyor. Böylelikle kilisenin toprakları parçalanmamış
oluyor. Üst düzey yetkililerin atanmasını imparatorluk görevinden çıkarmışlar, kilise
atıyor. Papalık. Hiyerarşik yapılanmaları da var kilisenin. Seküler kurumlar birbirleriyle
didişirken orası senin burası benim gibi Avrupa’ya yayılmışlar. Hiyerarşik yapıları var
katmanlı. Bu ne demek o, onu yönetir. Kendi yetkililerini kendileri atıyor, toprak elde
edebiliyorlar. Bunlar tüm Avrupa’ya yayılmış devlet gibi. İşte bu sebeplerle kilisenin
feodalizme muhteşem bir ayak uydurduğunu görüyoruz.
İyelik sahiplik demek. De facto ise fiili, fiilen, uygulamada, gerçekte anlamlarına gelir.
Kanuna göre veya hukuki olarak anlamına gelen ‘de jure’ ile karşıt olarak kullanılır.
De facto meşruiyetini fiilin kendisinden alır. Kuraldan alırsa de jure olur.
Feodal düzene iyi uyum sağlamış öte yandan da orta çağın mevcut mülkiyet sistemi yani
de facto sahiplik şeklindeki iyelik özel mülkiyete izin vermediği için papalığın önünde
maddi bir engel oluşturuyor. Bu maddi engelin aşılması lazım. Bunu toprak mülkiyetini
kendine katmakla çözüyor kilise ve feodal yapıyı çözmeye başlıyor. Kilise loncalar
vasıtasıyla ticareti denetliyor diğer yandan da eğitimi tekeline almış oluyor.
Çok stratejik 2 yapı. Aynısını darbeyle yapmaya çalışan tiranlık geliyor aklımıza. O
dönemin büyük bilim insanlarını araştırmaya başladığımızda gündelik yaşamdaki basit
şeyleri yani a bu neydi simya kafasında düşünüyor, tanrının görevini yerine getirdiğini
düşünüyor. Bu tarz adamları, ilk bilim adamlarını yetiştirenler o dönemde kiliseler. Bu
adamları elinde tutmaları lazım bunun farkındalar. Ticaret ise, toprak mülkiyeti zaten yok
elinizde bari toprağın üzerinde dönen şeyleri elinize almanız gerekiyor bu yüzden önemli.
Yani bir yandan dünyevi iktidar mücadelesinin de büyük ortağı haline gelmişler. Onlara
sorsanız ahiret onlarda. Dünyevi iktidarın da onlarda olmasını istiyorlar.
Araplar, çeviriler sayesinde Avrupalı felsefeye katkı sağlamışlardır. Erken dönemde
herkes bir şekilde antik yunan felsefesinden faydalanırken onlar da gerek zaman gerek
biraz gecikerek antik yunan felsefesini almışlar, okumuşlar, tartışmışlar. Augustinus
döneminde Iustiaunus Platon’un okulunu kapatmıştı. Sen burada felsefe adı altında
paganlık yayıyorsun demişti. Bu Antik yunan düşüncesiyle Hristiyan düşüncesi arasına
konan ket vurmayı gösterir.
Güçlenen papalık üzerinden düzenlenen haçlı seferleri sonucunda Avrupa’da unutulan
ve kaynakları yok olan yunan felsefesi, Arap düşüncesi sayesinde tekrar öğreniliyor. Bu
kilise çevrelerinde entelektüel yaşantının canlanmasına yol açıyor yani Augustinus ’ta
gördüğümüz Kartezyen-akıl yürütme metodu o aklı yürütmese kendi iman sarsıntısından
kurtulamayacaktı bu da benzer etkilere yol açıyor.
Aristoteles’in mantık üzerine yalnızca bir iki yapıtı biliniyor o dönem Avrupa’da. Ama haçlı
seferleri sayesinde Araplardan öğrenilen antik yunan felsefesi sayesinde tekrar
Aristotelesçi doğa felsefesini öğreniyorlar. Nihayetinde görüyoruz ki Neoplatonizm
etkisindeki yani yeniden Platonculuk etkisindeki Hristiyan felsefesi, Aristoteles felsefesi
etkisi altına giriyor.
Thomas Aquinas
Bir iki yy sonra ise Thomas Akınsa doğuyor. 1224 veya 1225 yılında Napoli’nin
kuzeyinde Rocca Sekka kalesinde doğmuş. Babası Akinalı Landos, böyle geniş
topraklara sahip büyük bir ailenin küçük bir kolunu temsilen orada bulunuyor. Dâhil
olduğu bir lombard ailesi var ve bu aile yarım asır önce güneye göç ederken papalık ve
imparatorluk topraklarının kesiştiği bu bölgeye yerleşmiş. Ailesi siyaseten papalık ve 2.
kral Frederic’in arasında kalmış. Landos, kral II. Frederic’in açık bir müttefiki. Sıradan
köylü, esnaf değil. Toprak sahibi kalede oturan bir adam. Varlığı da imparatorluğa bağlı.
Frederic’in temsilcisiyse musluğun suyu frederic’ten akıyor yani menfaatlerini de oradan
sağlıyor. Okumayı yazmayı Monteka Cassino manastırında öğreniyor. Monteka Cassino
askeri yerleşim açısından kritik bir konumda bulunuyor. Doğa felsefesinin yanında ciddi
bir Aristotelesçi felsefe öğreniyor. Ayrıca burada Dominikan tarikatı diye bir tarikat var.
Dominikanlar o dönem keşiş vaizler olarak bilinmektedirler. Yaptıkları şey aslında 5
parasız dolanmak. Ellerinde şarap kâsesi vb. Antik Yunan’daki sofistler gibi ama bilgiyi
parayla satmıyorlar da onun yerine ne yapıyorlar insanlara para karşılığı dua ediyorlar
vs. gibi düşünebiliriz. Sofistler para karşılığı yapıyorlardı bunlarda para karşılığı yok.
Ailesi onun köyden köye dolaşan, vaaz veren keşişlere katılma arzusundan hoşnut
kalmıyor. Onlara göre kalenin manastırında böyle rahat bir hayat geçirmek dururken
geçimini sadakalarla karşılayan, kelimenin o zamanki karşılığıyla entelektüel dilencilere
katılmaları hiç de akıl karı olarak görülmüyor. Üstelik Dominikanların da kilise kurumu
içerisindeki durumları öyle henüz belli değil, papalığın ona karşı konumu belli değil. Hala
şaibeli. Ama bunlara rağmen 19-20 yaşında katılıyor ve 19-20 yaşında bu Dominikanlara
katılması üzerine ailesi tarafından kaçırılıp kalelerine kapatılıyor.
İmparatorlukla uysal bağları olan Benediktenler yerine, Dominikanlara katılması,
Thomas’ın hayatındaki en önemli siyasal kararlardan biri olarak görünüyor. Çünkü
yalnızca işte ailesinin arzusuna karşı bir karar değil bu, aynı zamanda anti Frederic,
tarafsız bir duruş. Bir süre sonra ailesi üzerindeki baskıya son veriyor ve Thomas
Dominikanların arasına dönüyor. Bunun sebebi Lions konsülünün II. Frederic’i aforoz
edip görevden almış ve ailesi Frederici görevden alınca papanın safına geçmiş.
Dominikanlar Thomas’ın ailesinin tekrar fikir değiştireceğine dair endişe duyuyor
Thomas’ı Paris’e eğitime gönderiyorlar. 1252-1259 arasında Paris’te dersler vermiş ve
sonrasında İlahiyat fakültesinde profesör ünvanını almış. Dominikanların yaşam biçimleri,
bulunduğu akademik camia içinde diğer seküler akademisyenlerce tartışmalara mahal
vermiş. Başkalarının üstünden geçen, dilencilik olarak görünen bu yaşam biçimleri
sebebiyle işte bugün Fransa toprakları üzerindeki Fransiskanlar gibi diğer tarikatlarla
şiddetli çekişmelere maruz kalmışlardır. (Papanın gözüne girmek için uğraşıyorlar)
1259’da İtalya’ya dönen Thomas, Roma’da ilahiyat öğrencileri için, müfredatını kendisinin
hazırladığı bir hazırlık okulu başlatıyor, burada dersler veriyor. Burada yaklaşık 8-9 sene
ders veriyor, bu dönemde işte pek çok eser veriyor.
1268’de tekrar Paris’e döndüğünde bu kez Aristoteles üzerinde tartışmalar patlıyor çünkü
Aristotelesçi felsefe Avrupa’da tekrar yayılmaya başlıyor. Özellikle Fransiskanlar
arasında bulunan işte Augustinuscu muhafazakâr ilahiyatçılar, Aristoteles’in dine
uygulanmasını başkaldırmışlardır. Çatışma İbni Rüşt ( averro olarak tanınır)
taraftarlarıyla yani averrocularla ilahiyattan Aristoteles’in çıkartılması gerektiği tarafları
arasında olmuş. İbni rüştler Aristo’yu Araplardan öğrendiler.
(Genel olarak filozoflara baktığınızda 2 şey görürsünüz:
Baskın bir Platoncu karakter ya da baskın bir Aristocu karakter.
Aristo daha gerçekçi yaklaşır. Örneğin kokusunu yine bu şekilde alabilirsiniz Hobbes’te
de Locke’de de göreceğiz.
Devlete itaat, hukuka itaat konusunda tanrıya başvuruyorsa kaynağını platondan alır.
İdealisttir çünkü.
İktidar konusunda daha şüpheciyse kaynakta karşımıza Aristo çıkar.
Aristocu tarafa Machiavelli gelecek.)
1270’te Paris Psikoposu radikal Aristotelesçi görüşleri kınamış. Fermanvari bir metin
düşünün. Kınama ayrı bir kurum gibi. Ama Thomas’a pratik bir etkisi olmamış. Thomas
Dominikanların gözbebeği. Çocukluğundan alıp yetiştirmişler, Paris’te okutmuşlar ve
oradan dönüp kendi okulunu kurabilmiş birinden bahsediyoruz.
1274teki ölümünden 3 yıl sonra Thomas da Aristotelesçi görüşleri sebebiyle kınanmış,
papalık tarafından. Bu adamın tüm öğrenim hayatı boyunca tüm o faaliyetleri farklı
şekillerde birileri tarafından finanse edilmiş tabii ki kendi tarikatı. Ve yaptığı her iş
gözetilmiş, üzerine titremişler. Müritlerin bir anlamda lejır denen bir kavramla, boş
vakitleri bulunmasını çok dikkat ederler. Yani lejır time dediğimiz şey, ders çalışabilmesi
için zaman ve yer ayırma demektir. Sizi insan yapan sizi yüceltecek bir şey.
Antik yunanda da soylular/zenginler düşünebiliyordu, bilgi sahibi olabiliyorlardı. Yani
yerine çalıştıracak birisi olanlar.
Ayrıntılı bir skolastik eğitimden geçtiğini görüyoruz. Ders dinle - Tartış - Tekrar et
Sürekli bunları yapması gerekiyor. Yani sürekli bir şey öğrenecek, gidecek birileriyle
tartışacak ve sonra öğrendiklerini tekrar edecek.
Konular arasında sadece dini konuları din tarihin, doğa felsefesinin, astrolojinin, gizemli
konular yok aynı zamanda alım satım işleri, para işleri, işletme kafası yani, devlet
yönetimi konusunda da eğitim görmüştür. Bu kilisenin dünyevi iktidarın bir parçası
olmasıyla eşgüdümlü.
Kullandığı tek kaynak İncil değil ama temel kaynak İncil. Bunun yanında ünlü papazların
metinleri ve o dönem ulaşılabilir olan antik yunan metinleri. Çok az da Platon okumuş
ama Platon’u kendisinden okumamış bir kısmını Aristoteles’ten bir kısmını
Augustinus’tan okumuş.
Okuyabildiği tüm yazarları okumuş Thomas. Sebebi de doğru bilginin kimden geldiği
önemli değildir, doğru bilginin kaynağı zaten tanrıdır diyor. Thomas, aklın inançla
çelişmediği düşüncesini devam ettirmeye çalışmış Augustinus ’ta görülen. Bunu daha da
ilerleterek felsefe ve dinin çelişmediği görüşünü kanıtlama peşine düşmüştür.
Dünyayı anlamak için duyularımız yetersizdi o yüzden bilgilerimiz kusurluydu.
Bilgiyi tanrıyla elde edeceğiz. Vahiy yoluyla elde edilen bilgiler insanlığın imdadına
yetişecek. Thomas’ın felsefesinde bir yandan dinselleşme görürsünüz öte yandan farklı
alanlarda sekülerleşme ile karşılaşırsınız. O anlar daha çok doğa bilimlerinin alanı.
Thomas’a kadar evremin neoplatoncu sebeplerle alegorik bir kavranışı mevcut.
Neoplatonda gördüğümüz idealar evreni, Augustinus ’un lanse ettiği tanrı devleti. Evreni
oluşturan şey tanrısal işaretler taşıyor. Tanrıdan belli başlı mesajlar iletiliyor sizlere. Ve
aslında imalarla dolu, nereye baksanız aaa diyorsunuz. Thomas’la birlikte bu anlayıştan
imalar silinmeye başlanıyor ve kutsal kitapta yazan anlatımlarla sınırlanıyor yani sebep
kavramı ortaya çıkıyor.
Doğa dediğimiz şey artık neyse o. Bir köşesine bakıp oha demiyorlar. Görüş değişmeye
başlıyor.
Thomas insan eyleminin tahlili üzerine bir ahlak felsefesi kuruyor ve bu ahlak kuramı
siyaset ve hukuk felsefesinin de dayanağını oluşturacak.
İnsanlara özgü tüm davranışlar yani pratik akıl, istek, irade yönlendirdiği davranışlar ve
yalnızca bunlar ahlaki edimlerdir.
İnsan edimleri bir ahlaki düzen oluşturuyor. Etik yani ahlak felsefesi, iktisat ve siyaset
Tüm insan eylemleri bir amaca yönelik, bazı amaçlar nihai amaca ulaşabilmek için birer
ara amaçlardır.
Çeşitleri şeyler isteyebilirsiniz ama bunları isteme nedeniniz onları istemenizin iyiliğinize
olduğu düşüncesi. Kötülüğünüze olan bir şeyi isteyebiliyor musunuz? İntihar. İntihar eden
kişi intihar etme arzusunu neden duyuyor? Orada bir rahatlama arıyor iyi olanı istiyor,
sübjektif iyiden bahsediyoruz. Objektif iyiyi bize tanrı verir.
İyiden kasıt, kişiyi mükemmelleştiren ve tamamlayan. Bir yanınız hep eksik mükemmel
olmak istiyorsunuz, tamamlanmak istiyorsunuz. Kişi iyiliğine olduğu sandığı şeyde
yanılabilir. Doğrusunu tanrı biliyor. Dolayısıyla iyinin ne olduğunu konusunda, neyin
kişinin iyiliğine olduğu konusunda insanların fikirleri birbirinden ayrılabiliyor ama neticede
hepsi iyi olduğunu düşündüğü şeyi istiyor. Tüm insan eylemleri ahlaki olarak
düşünüldüğünden zihinsel olarak da zorunlu olarak ahlakın ve erdemin konusu. Çünkü
bazen bazı davranışlarımız konusunda tabii ki tereddüt ediyorsunuz, onu öyle
yapmayayım gibi düşünceler konusunda da aynısı oluyor. Ayıp günah öyle
düşünmeyeyim bir ket vuruyorsunuz. Zihinsel erdemler ve ahlaki erdemler gibi bir ayrım
yapıyor. Fark şu: zihinsel erdemlerin ahlaki olarak iyiye kullanılma potansiyelleri var ama
kötüye de kullanılabilir. Bu aslında size Augustinus ‘ta bahsettiğimiz kötü olan öğretilebilir
mi sorusuna gibi göz kırpıyor ama Akinas iki zihinsel eylemi diğerlerinden ayrı tutuyor ve
onları tüm erdemlerin kaynağı yapıyor bunları basiret ve kutsal inanç.
Kişiler bazen genel olarak ahlaken yapılması gerekeni bilseler de özel durumlarda
bunlara aykırı davranıyorlar bizim hata dediğimiz şey de bu. Ben de biliyorum öyle
olduğunu ama o esnada öyle yapamadım, şeytana uydum gibi. Bunun nedeni genel kural
ile kişinin o anki isteği arasındaki çelişki. Basiret dediğimiz şey burada devreye girecek.
Amaca ulaşabilmek için nihai amaca ulaşabilmek için size doğru aracı sağlayacak olan
şey, davranış olabilir, fikir olabilir basirettir. Bu bize kötülük probleminin kaynağında
Augustinus’u hatırlatıyor. Basiret yerine irade diyor.
Bir iyinin iyi olabilmesi için sebebinin mi iyi olması lazım sonucunun mu?
Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır vardır. Bu bize İslam felsefesinde geliyor. Hayır
da şer de ondandır. Bu bizde var. Onlarda yok.
Aristoteles’e göre sonuca bakılır. Sonuç iyi mi kötü mü? Yarar mı sağlıyor, zarar mı?
İnsanlar iyiyi amaçlasalar da iyi veya kötü bir şekilde neticelendirebilirler öyle
gerçekleştirebilirler böylece kişi için anlık iyi olan onu kapsamlı iyiliğine aykırı olabilir.
Mesela yoklamayı imzalarsınız 1.ders sonra gidersiniz peşinizden hoca puan dağıtır ya
da tekrar yoklama alır. Kapsamlı iyiye ne oldu? Diplomaya ne oldu, zamanında mezun
oldunuz okul uzadı gibi.
Bu anılan yüzden dolayı ahlaki düzen herkesin doğal, canı istediği gibi davranmasıyla
değil basiretli davranmasıyla mümkün olabiliyor. Toplumsal düzen hakkındaki bu
geleneksel feodal hiyerarşik görüşleri yeni yeni oluşmaya başlayan eşitlikçi ve topluluk
üyelerini kendine dâhil eden görüşlerle birleştirmeye çalıştırmışlar. İnsan doğası gereği
toplumsal bir hayvandır. Aristo’nun görüşü. Biz de bir Aristocudan bahsediyoruz zaten.
İnsanlar topluluk içerisinde yaşıyorlar ve herkes iyi olduğunu düşündüğü amaca
yöneldiğinde farklı çıkarları onları farklı yollara götürüyor dolayısıyla toplumsal birlik ve
uyum denilen şey kendiliğinden oluşabilen bir şey değil bu yüzden her topluluk bir
yöneticiye ihtiyaç duyuyor. Bir yöneticiye tabi olma özgür olma durumu ila bağdaşmaz
nitelikte değil. Özgür insanlardan oluşan toplulukta hükümetin amacı topluluğun ortak
iyiliğini sağlamak, onlara hükmedebilmek niyeti bu.
Burada devlet için civitas diyoruz, politica diyoruz. Devleti bir hükümete veya yasalara
sahip olan mükemmel yani tam topluluk olarak tanımlıyoruz. Ki burada da bir nebze
Kikeronun izlerini görürsünüz. Augustinusta da vardı. Devlet mükemmel olan. Dünyada
mükemmeliyeti sağlayabilir misiniz? Hayır. Kikeronun devleti bize siz burada
kuramazsınız diyordu.
Ortak iyiye yönelik olan ve ortak iyiyi amaçlayan hükümetle birlikte o topluluk insanların
bir arada yaşamaya gerekçelerini tam olarak karşılayabilecek olanaklara sahip olur
böylece hukuka toplumsal açıdan da önemli bir görev düşmüş olur. Burada düzeni hukuk
sağlamış olacak. Bizi bir noktada hukuk mükemmelleştirecek. Hükümet topluluğun
amacı, topluluğun iyiliği ve mutluluğu için kurulan kurum. Yönetici bunun yerine kendi
çıkarı peşinde koşarsa tiranlığa dönüşür. Tiran dediğimiz aşırı hareket etmiyorsa topluluk
için daha büyük kötülüklerin doğmasını engellemek maksadıyla göz yumacaksınız.
Çünkü hükümet dediğiniz şey zaten sizi o insan topluluğunu mükemmelleştirecek olan,
tam hale getirecek olan, eksiksiz, kusursuz… Bunu yapmasının sebebi iyi amaç. Ama
bizim iyimiz farklı, onların iyisi farklı. Ortak iyiyi arıyoruz. Ortak iyi de hükümette var. Aşırı
değilse göz yumuyoruz çünkü göz yummazsak belki daha büyük sorun çıkacak. Tiran
aşırıya kaçtığı takdirde onu kral seçen her kimse topluluğun kendisi ya da seçkin bir grup
ona karşı yapılması gereken müdahaleyi belirleyecek. Yani sıradan halk belirlemeyecek.
Kamu belirleyecek. Kamu dediğimizde biz bu dönem halkı anlıyoruz o dönemde ise
sıradan halktan yana kalan kişiler kamuyu oluşturuyor.
Dönemin şartlarına göre Thomas’a göre en iyi yönetim biçimi monarşi. 500 vekil yönetsin
derse 500 vekilin iyisi kötüsü ayrı olur. Birisi gider tanrının yolundan gidelim der diğeri
halkın yolundan gidelim der bir sürü farklı iyi olur. Tek iyi olması, tek iyiye hükmetmek
demek ve tek iyi doğrultusunda ilerlemek. Sebep bir taraftan da şu laik ve dini iktidarların
tamamının kaynağı tanrı. Çünkü her şeyin yaratıcısı tanrı ve tanrı bir şey istemezse
olmaz.
Topluluğun dünyevi iyiliğini sağlamak yöneticinin ara amacı. Nihai amaç, din adamlarının
insanlığı tam mutluluğa, yani ancak öbür dünyada gerçekleşebilecek mutluluğa ulaştırma
çabalarıyla ihtiyaç duyulan düzeni ve barışı sağlamaktır. Dolayısıyla yöneticininki bir ara
amaçken, bu ara amaç, nihai amaca ulaştırılmak için yalnızca din adamları vasıtasıyla
tamamlanabilir. Dolayısıyla kilise, dünyevi iktidarın da üzerindedir. Çünkü dünyevi
iktidarlar, aracı amaçlara hizmet ederler; kilise, nihai amaca hizmet eder.
Thomas, hükümdarların kiliseye sadece dini meselelerde tabii olduğunu söylüyor.
Dünyevi meselelerde kiliseyi dinlemeyecek. Burada bir kırılma ortaya çıkıyor. Dünyevi
meselelerde hükümdar kiliseyi dinlemez, doğru bildiği şeyi yapar zaten nihai amacı yine
orası sadece bir ara amaç gerçekleşiyor. Burada önemli olan din ile devlet işlerine lafzen
olarak ayırıyor. İlkel bir laiklik türü gibi. Devletin normalde laiklikte kimsenin itikadını
düzenleme gibi niyeti olamıyor. Bir seküler devlet vatandaşlarını cennete götürmeyi
vadedemez. Öyle yaparsa zaten teokratik bir yönetim anlamına geliyor çünkü sizin benim
onun katılımına bakmaz bu iş. Cennete gitmenin bir yolu varsa onu da o biliyordur.
Teokratik bir yapıdır. Burada gördüğümüz şey doğrudan bir laiklik değil. Ama bir çeşidi
gibi. Sonunda birisi çıkıp kilise devletin işlerine karışmasın demiş o kendi işini yapsın
demiş. Egemenlikler üzerinde böylesi yetkilere sahip papalığın papazı baya baya laikliği
savunuyor gibi kendi faydasına mı? Adam papaz. Yani belli ki kendi faydasına değil. Söz
hakkını yitiriyor aslında bir yerde. İçinde bulunduğu kurumun da söz hakkını da eksiltmiş
oluyor bu fikri öne sürerek. Hukuk ve yönetim denen şeyin lüzumunu anlıyor dünyevi
yönetimde. Dini meselelerde dini güçlere sivil meselelerde yani medeni meselelerde laik
güçlere öncelikle itaat edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. Hem dini hem laik yetkilere sahip
odluğu düşündüğü papalığı istisna tutuyor çünkü o papa. Ama bir süre sonra diyecekler
ki yemişimin senin papalığını çünkü diğerleri de kral.
Hukukun kişilerin belirli şekilde davranmasını veya belli eylemlerden kaçınmasını
öngören kural ve önlemler olarak tanımlıyor. İnsan eylemlerini yöneten unsur akıl olduğu
için hukuk da akla dayanıyor. Hukukun amacı insanların ortak iyiliğini gerçekleştirmek.
Yönetimin amacı zaten buydu. Yönetim size bunu yap şunu yapma diye hukukla
söyleyecek. Yönetimin amacı oysa aracının amacı da iyi nitelik taşıyacak, ortak iyiyi
gözetecek. Ortak iyinin ne olduğunu belirlemek topluluğun ya da topluluk adına hareket
eden kişilerin görevi. Bunlar magistralar. Magistrayı, Antik yunanda biz hukuku yaratan
kişi olarak biliyorduk. Kamusal yönetici. En yüksek magistra kral.
Kısaca hukuk, topluluk üzerine yetkisi olan kişi veya kişiler tarafından konulan ortak iyiye
yönelik rasyonel kurallar.
4 çeşit hukuk var.
Ebedi hukuk
Tanrısal akılla kavranıyor. Tanrısal aklın pratik akılla bir kısmının ortaya çıkan
bölümü doğal hukuk.

Doğal hukuk (Doğa yasası)


Tanrısal aklı aldınız, alabildiğiniz kadarını kaleminiz döndüğünce kadarı. Tüm
insanların ortak ahlaki ilkeleri iyiye yönelmek veya kötüden kaçınmak. Yemek
buldun ye dayak buldun kaç. Doğal hukuku oluşturan tüm ilkeler insanlarda içkin
olarak mündemiç biçimde bulunur, içinizdedir. Bunun altında hiyerarşik olarak
pozitif hukuk var.

İnsan hukuku
Yasa koyucunun koymuş olduğu hukuk. Yasalar doğal hukuka aykırı olamaz.
Bunlar aslında yasanın yozlaşmış halidirler. Yasaya olarak uygularsın ama
yasanın çürümüş halinden başka bir şey değildir.

Kutsal hukuk
Vahiy. Din kuralları. İnsanlar sınırlı yetkinlikte oldukları için doğal hukuk
vasıtasıyla ebedi yasaya tamamen ulaşamıyorlar. Aklı kıt yani bir yere kadar
yetiyor. Bu yalnızca dinin yol göstericiliği ile olabiliyor. O zaman hiyerarşiyi tekrar
dizersek Augustinus’unki değişmiş oluyor. Kutsal hukuku istediğin yere koy ama
doğal hukukun altına koyma oluyor.

Hukukun 2 özelliği var.


 İnsan eylemlerine dair kurallar.
 Yaptırım.
Yönetici değiştirmeye kadir olduğu sürece yasalarla bağlı değildir yani yasaları o getirir, o
yasalar sizi bağlar değiştirmeye kadir olduğu sürece onu bağlamaz. Adaleti bir tür eşitlik
olarak tanımlarken doğrudan hak denen şeyin adil olduğunu söyler ki bu zaten size
yabancı bir tanıma götürmeyecek. En yüksek erdem olan adaletin amacı adil olanı yani
hakkı gerçekleştirmektir, adil olmak herkese kendisine ait olanı vermektir. Augustinusla
aynı. Böylece adil olanın 2 tanımı birbiriyle eş anlamlı görünüyor.
1- Eşitlik ilkesi gereğince herkese kendisine ait olanı vermek
2- Herkese hakkı olanı vermek.
Hak, doğal ve hukuki hak olarak ikiye ayrılıyor. Ya da doğal ve pozitif olarak yazabiliriz.
Örneğin bir şeyi ona denk bir karşılık düşüncesiyle vermek bir doğal hak. Bir anlaşma
veya ortak rızaya dayalı bir haksa pozitif bir haktır. Hakkı doğuran anlaşma özel bir
anlaşma olabileceği gibi kamusal bir anlaşma da olabilir. İnsan gibi mutlu mesut yaşama
talebi bir doğal hak olabilir siyasal açıdan ama siyasal katılıma kral izin vermek
zorundadır. Dönüp pozitif haklara bakın yani sizin doğal hakkınız sizin yönetime
katılmanız ve insan gibi yaşamınızı gerektiriyor olsa da pozitif hak kral tarafından verilir,
onun izin vermesi gerekir.
Pozitif haklar ya doğal hakların yazılı hale getirilmesiyle ya da ahlaki açıdan nötr olandır.
Doğal hak pozitif haktan üstündür. İçerikleri aynı olsa da koyan açısından aynı değillerdir.
Hukuki pozitivizm hukukta ahlakın yerinin olmadığını söyler. Tartışmalar buradan
alevlenmeye başlar.
Doğal haklara aykırı yasaların bağlayıcılıkları yok. Yargılamada esas alınmamaları
gerekiyor. Yazılı yasaya, kralın getirdiği yasaya karşı gelinebilir mi? Thomas’ın bizi
getirdiği yer elinizde bir adalet var bir de yasa var. Adalet dediğiniz şey yasadan
farklılaşabilir bunu Hristiyan felsefesinde ilk kez görüyorsunuz. Adaletle yasanın
birbirinden ayrılmaya başladığını gördüğümüz yer burası.
Yunan felsefesinin stoa vasıtasıyla biz Hristiyan düşüncesine eklendiğini gördük.
Augustinusla başlayan Hristiyan hukuk felsefesine Thomas vasıtasıyla sekülerleşmeye
başladığını anladık. Bundan sonra Avrupa’da daha seküler yasa, hukuk, adalet görüşleri
ortaya çıkmaya başlayacak.

12.Hafta 9 Aralık
Machiavelli
1479 yılında doğmuştur. Pek çok çevre tarafından şeytan olarak adlandırılan düşünür.
Eserleri şeytanın kitabı olarak tanımlanıyor bunun elbette çeşitli nedenleri var. Yaşadığı
dönemle alakalı, ait olduğu çevreyle alakalı.
İtalyalı. 15.yy İtalya’sı çeşitli kent devletlerine ve feodal beyliklere bölünmüş durumda.
Bunlar arasında Venedik, Milano var. Prens’i yazma nedeni de bu. Bu kent devletleri
kendi içerisinde mücadele halinde. Ve bu merkezi otoritenin yokluğunda bu kent
devletlerine hâkim olan güç orta çağdan hatırlayacağımız üzere papalık yani kilise.
Bu siyasal birliğin tamamlanmamış olması Machiavelli ’ye prens adlı eseri yazdırıyor ve
bu parçalı iktidar yapısı göz önüne alınmadan da Machiavelli’nin prensinin çok fazla
anlaşılma imkânı yok. Prensle hedeflediği şey bir toplum yani İtalya o kadar güçlü olmalı
ki hem parçalanmasın ya da parçalı bir yapıysa bir bütün haline gelebilsin daha da
önemlisi var olan siyasal birlik muhafaza edilebilsin tek derdi bu. Bunun yolu da gücü
teke indirmek yani hem hukuku hem dini hem ahlakı tek bir merkezde toplamak. Bu
merkezin kendisi de işte o devlet dediğimiz mekanizma.
O halde hem din hem ahlak işte hem hukuk bütünüyle devlete ait olduğu zaman devlet
bu alanları yerine göre kendi menfaatine göre siyasal birliği muhafaza etmek üzere
kullanabilecektir sonucu ortaya çıkıyor. Siyasal birliği muhafaza etmek için.
Burada yaygın bir yanlış haline gelen bir söz var Machiavelli ‘ye ithaf edilen. Makyavelist
diye insanlar birbirini suçlar, televizyonlarda görürüz.
Zafere/amaca giden her yol mübahtır.
Bu söz Machiavelli ’de bağlamından koparılarak o kadar yaygın hale geldi ki insan kendi
çıkarları için her araca başvurulabilir veya her ahlaksızlığı yapabilir yahut buna göz
yumabilir minvalinde ve bu bağlamda makyavelist diye Machiavelli ’den tamamen ayrı bir
sözcük türedi. Makyavelist dediğiniz zaman kitleler tarafından ahlaksız, kurnaz
anlamlarına gelecek şekilde küçültücü bir ifade olarak dilimizde bugün kullanılıyor.
Yaygın yanlışlık Machiavelli’nin çok fazla anlaşılamamasından ileri geliyor. Ve
Machiavelli’nin yanlış değerlendirilmesine yol açıyor. Machiavelli’nin hiçbir eserinde veya
söyleminde böyle bir söz yoktur.
Peki, neden Machiavelli bu sözü sorumlusu olarak gösteriliyor?
Belki bu sözü şöyle revize etsek Machiavelli için doğru olabilir:
Bir toplumun, bir ülkenin parçalanmaması için birlik halinde yönetilebilmesi için her türlü
araca başvurulabilir minvalinde bir söz söylese belki bu Machiavelli ‘ye daha uygun
düşecek. Ama her amaç için ya da kişisel çıkarlar için her yol mübahtır dediğimizde bu
artık Machiavelli’nin bağlamından kopmuş oluyor
Çünkü
Machiavelli devleti tarif ederken hiçbir zaman onu yönetenleri kişisel çıkarlarını ön plana
çıkarmaz. Daima iktidarı sağlamlaştırmak, merkeziyetçi gücü daha da fazla artırmak ve
bunu yaparken de nihai olarak devleti bir arada tutmak, toplumun bölünmesini önlemek
üzere bir kuram gerçekleştiriyor.
Biz Machiavelli ‘ye gelene kadar geleneksel siyaset felsefesinde ne gördük özellikle
siyaset, ahlak ve erdemlilik açısından?
Platon: Adaletin, iyinin, doğrunun, güzelin ne olduğuna sadece filozoflar hâkimdir
dolayısıyla yönetici her daim adil olanı bilmeli, onu yapmalı, iyiyi, doğruyu, güzeli
kovalamalı diyor.
Aristoteles: Politikanın ilk cümlesi. Devlet denilen yapılanma erdemli yaşamanın en üst
düzeyidir. İnsanlar eğer erdemli yaşamak istiyorlarsa bu politik birliğe dâhil olmalıdır.
Dolayısıyla yönetenler de aynı şekilde erdemli olmak durumunda. Altın Orta Öğretisi. Bu
erdemliliği gözetmek zorunda. İnsanların mutluluğunu sağlamak zorunda bunu yaparken
de genel menfaati gözetmek zorunda diyor.
Her ne kadar Atinalılar bu mefhumları adaleti doğruluğu ahlakı, ahlaken iyi olmayı bilgiyi
analiz etseler de bu söylediklerinin aslında gündelik hayatta bir karşılığı yoktu yani real
politik olarak gerçeklik olarak bize bir hayali sunuyorlardı yani bize tabiri caizse düş
satıyorlardı. Nitekim Machiavelli bunu fark eden ilk isim olarak karşımıza çıkıyor ve diyor
ki
Machiavelli: En yüksek noktasına bir ütopyada ulaşan yani gerçekleşmesi neredeyse
imkânsız olan en iyi rejim tarifinde doruğuna varan politika yaklaşımında kökten yanlış
olan bir şey vardır. Siz en iyiyi tarif etmek üzere bize sadece bir dizi ütopyalar sundunuz
diyor. Özellikle Platon’u kastederek. Oysa biz burada bu felsefeyi yaparken gerçek olana
dünyevi olana bu dünyada gerçek yaşananlara yönümüzü dönmek zorundayız. Hayal
âleminde koşmanın hiçbir gereği yok diyor. Ve nitekim politikanın bu büyüsünü bozarak
gerçekten hakikati yüzümüzü çarpmaya son derece kararlı görünüyor.
Hayallerin değil gerçeğin peşine düşmek daha isabetlidir. İnsanların pek çoğu hiçbir
zaman var olmamış cumhuriyetler, hükümdarlıklar tasarlamıştır. Olanla olması gereken
arasında öyle bir ayrım vardır ki olanı analiz etmek yerine olması gerekenin peşine
düşen kimse varlığının değil yok oluşunun peşindedir der. Yani olanla olması gerekenin
ayrımını belki de ilk defa bu kadar açık bir şekilde resmeden bir düşünürdür.
Bir tarafta olması gereken var platonun yaptığı gibi, idealar âlemi var soyut bir âlem. Bir
tarafta da gerçeklik âlemi var. Bu yeryüzünde bizim bizzat karşılaştığımız lider tipleri ya
da politika biçimleri var. Olanın peşinden giden bir hükümdar sadece iyi olmayı değil iyi
olmamayı, günün gereklerine göre hareket etmeyi de bilmelidir işte burası tabiri caizse
bütün düğümün çözüldüğü yerdir.
Machiavelli, siyasette ütopyaların peşinden gitmiyor. Ve iki şey onun için çok önemli
1- İktidarın elde edilmesi
2- İktidarın sürdürülmesi.
İktidarın sürdürülmesi için o siyasal birliğin muhafaza edilmesi için her yola
başvurulabilecektir ki bugün siyaset ve ahlak açısından iki alan arasında doğrudan bir
bağın olmadığını bizlere gösterecektir. Yani ahlaksızlığın yerine göre siyaseti koruyan
elverişli araçlar sunduğunu bizlere söyleyecek.
Hem iktidarın elde edilmesi hem de sürdürülmesi için bizim bilmemiz gereken bir şey var:
İnsan doğası.
Nasıldır insan doğası, insan doğasında nasıl bir varlıktır?
Toplum nankörse, bencilse insan doğasında böyle bir varlıksa bu toplumu idare etmek
için ahlaken iyi olmak biraz fazla alçakgönüllülük anlamına gelmiyor mu? O zaman bize
yönetim bağlamında farklı bir reçete sunmak zorunda. Yani bize iktidar, iktidardakiler
daima iyi olmalıdır, iyi olanı hedeflemelidir derse karşısında insan doğası gereği bencil
olduğuna göre karşısındaki insanları idare edecek farklı bir yol haritası bize sunmak
zorunda.
İnsan doğası gereği kötü olduğuna göre tarihte yaşananlardan da ders çıkarmak
zorunda. Çünkü bu doğa hiçbir zaman değişmiyor. Ve nihayetinde tarih tekerrür ediyor.
İnsan daima kazanç düşkünü, ikiyüzlü, nankör bir varlık. Ve iyilikten ziyade kötülüğe
eğilimi olan bir varlık. Bu da onu sürekli, elde etme isteğine, sürekli iktidar isteğine
yönlendiriyor ve insanın hayatını yönlendiren şeyin sahiplenme içgüdüsü olduğunu
söylüyor yani Hobbes’te de göreceğiz. Biraz bencil bir doğaya sahip insan tasarımı var
Machiavelli ‘de de.
Burada bu kötücül insan doğası karşısında iktidarın ülkede ortaya çıkabilecek kaosu
önleyebilecek için ya da var olan kaosu sonlandırabilmek için bir dizi meziyete sahip
olması gerekiyor. İşte burası tam da Virtu-Fortuna ayrımını beraberinde getiriyor.
Fortuna-Virtu
Machiavelli’nin ahlak ve siyaset felsefesinin temeline yerleşiyor bu kavram ve Machiavelli
burada fortunayı iki metafor üzerinden bizlere tarif ediyor.
 Birinci metafor tamamen cinsiyetsiz bir metafor. Bir nehir üzerinden olayı
anlatıyor.
Fortuna, ovaları sular altında bırakan, etrafında bulduğu her şeyi söküp atan
kudurmuş bir nehre benzer. Herkes ondan kaçar, herkes onun etkisine boyun
eğer ama havalar düzelince, nehir durulunca bentler çekilip setlerle önlem
alınabilir ve böylece yeni felaketler önlenebilir.
 İkinci metaforda fortunayı bir kadın üzerinden anlatıyor.
Fortuna dişidir, ona hükmetmek isteniyorsa onu dövmek ve zorlamak gerekir. Ve
fortunanın daha ziyade böylesi atılgan kişilere kendisini teslim ettiği görülür diyor.
Bir tarafta nehir metaforu diğer tarafta kadın metaforu. Neden kadın metaforuna
başvurduğunu Virtu kavramına geldiğimizde daha net göreceğiz.
Fortuna nedir?
Doğal afete yönelik bir gönderme var ilkinde. Bir kriz hali fortuna. Yönetimin devamlılığını
sağlaması yönetenlere krizi fırsata çevirmek için fırsat sunar. Normal bir dönem hayal
edin Finlandiya’yı Norveç’i düşünün. Herhangi bir kriz hali yok milli gelir çok yüksek zaten
yöneticiler halkın ekonomik refahını oldukça artırmış düzeyde çevresel koşullar çok
mümkün bu durumda bir kriz hali olmadan bir liderin ortaya çıkıp iktidarın devamlılığını
sağlaması için yapması gereken herhangi bir şey yok. Ukrayna örneğinde ise bir savaş
hali baş gösterdi bu savaş hali fortuna olarak kabul edebilirsiniz bu savaş halinde
Zelenski diye bir lider çıktı ve kısa sürede düşmesi gereken bir ülkeyi bugün hala ayakta
tutabiliyor bu aslında bir krizin fırsata çevrilmesi açısından Zelenski’ye bir fırsat vermiş
oluyor. Aynı şekilde Cumhuriyet açısından devrim koşullarını düşünün. Atatürk’ü ortaya
çıkaran askeri, ekonomik, politik pek çok koşul vardı ve bu koşullar altında Atatürk
Atatürk oldu. Aynı şeyi Çanakkale savası için de düşünebiliriz. Pek çok kriz ortamı buna
fortuna diyoruz. Bir liderin ortaya çıkması için ve akabinde politik iktidarın istikrarlı bir
şekilde sürmesi için fırsat yaratıyor.
Fortunanın türkçesi talih, şans demek. Bu koşullar gerçekten de bir yazgının ürünüdür.
Kimse bu koşulları kendiliğinden hazır hale getirmez. Bir devrim, bir darbe ya da bir işgal
ya da bir afet hiç fark etmez bunların hepsi bir tarihin ürünüdür ve bu tarih eğer
yönetimdeki insanlar gerçekten meziyetli insanlarsa bu tarihi belki de bu kör tarihi kendi
lehlerine çevirebilecekler. O zaman fortunanın pek de sağı solu belli olmayanın ne
zaman karşılaşılacağı belli olmayan bir güç olduğunu söyleyebiliriz. Ve daha ziyade bir
kriz haline gönderme yapar. Darbe, doğal afet gibi.
Fortuna eğer bu kriz hallerine karşı koyacak merkezi bir güç yoksa örgütlü bir güç yoksa
ya da belli meziyetlere sahip yöneticiler yoksa fortuna bu durumda pekâlâ yıkıcı olabilir
yani bir devrim ya da bir darbe eğer merkeziyette güçlü bir lider, iktidar yoksa bütünüyle
ülkeyi kaosa sürükleyebilir o halde fortunanın bir bakıma lehe çevrilmesi için krizin fırsata
çevrilmesi için iktidarda güçlü kimselerin olması gerekiyor ya da meziyetli kimselerin
olması gerekiyor ki biz bunu virtu olarak adlandırıyoruz.
Virtu, erdem anlamına gelir. Fakat Machiavelli bunu çok daha farklı anlamda kullanıyor.
Latincede erkek anlamına gelen vir sözcüğünden türüyor virtu. Ayrıca yine aynı dilde
askeri cesaret ve disipline sahip anlamlarına gelen erkeksi güç olarak da kullanılıyor.
Dolayısıyla aslında virtu fortunanın yani talihin cilveleri karşısında (ki burada talihi kadın
üzerinden düşünebiliriz) erkeksi bir güce gönderme yapıyor. O halde siyasi iktidarı
sağlamlaştıran, devletin birliğini koruyan nedir diye sorduğumuzda çok net bir şekilde
fortuna ve virtu bir arada, birlikte iktidarı sağlamlaştıran iki etmendir diyebiliriz. Yani
eylemlerin yarısını fortuna, talih belirliyorsa kalan yarısında beceri, yetenek, ehil olma
durumları iktidarı sağlamlaştıran etmenlerdir.
Fortunayı bir ham madde gibi düşünebiliriz. Onu işleyecek cevhere yani virtuya sahip bir
lider varsa biz burada politik iktidarın sağlam olduğunu, merkeziyetçi gücün yüksek
olduğunu dolayısıyla politik birliğin devam edeceğini söyleyebiliyoruz.
Ve bize koşullara göre kişinin virtusu yani meziyetleri farklılık gösterebilir der. İnsan her
zaman iyi olmak zorunda değildir. Ahlaklı olmak zorunda değildir.
Mesela ahlak-siyaset ilişkisinde bize prens dediğiniz adam korkulan biri mi olmalı yoksa
sevilen biri mi olmalı sorusunu soruyor.
Hem korkulan hem sevilen birisi olmalı. Menfaatleri gereği sevdikleri insandan kolayca
vazgeçebilirler ama korku onların daima iktidara bağlı kalmasını, itaat etmesini ve
dolayısıyla o merkeziyetçi yapıyı güçlendirmesini sağlıyor.
Bir başka soru ise yine ahlakla bağlantılı. Acaba prens verdiği sözü her zaman tutmalı
mı?
Bunu belli etmeden yapmalı. Verdiği sözden yeri geldiğinde cayabilir bunu halkı bir arada
tutmak için ya da parçalanmayı önlemek için yapar. Bu örnek üzerinden koşullar
üzerinden hareket etmeyi bilmeli prens ahlak diyor insanlarla hayvanları ayırırken,
siyaset birleştirir diyor. Yani bir prens yerine göre bir aslanın vermiş olduğu korkuyu
vermek zorunda, korku salmak durumunda bunun yanında da yerine göre tilki gibi kurnaz
olmak zorunda.
Halkı bir arada tutmak için yerine göre dini kullanabilir bazen ahlaksızlık yapabilir bazen
verdiği sözden cayabilir bunu da kendi menfaatleri için değil, sadece aslan olması korku
salması ya da sadece tilki olması, kurnaz olması veya sadece sevilen insan olması
yetmeyebilir bütün bu özelliklere sahip kimse olmalıdır diyor.
Ve burada Machiavelli yaşadığı dönemde Cesare Borgia diye bir lideri çok fazla anar
Prens kitabında. Çünkü bu kadar yakından tanımasının nedeni Machiavelli yaşadığı
dönemdeki yönetimin üst düzey kâtipliğini yapar ve Cesare Borgia’ya elçilik görevinde
bulunur. Orada pek çok gözlem yapma olanağını elde eder. Mesela Borgia’ın ele
geçirdiği Romagna’da bir yönetici atadığından bahseder. Bu yöneticinin adı Orko.
İsyan çıkmaması için merhametsiz birini oraya atar. İnsanları yerine göre kendisi infaz
edebilmektedir. Birçok noktada direnişi kırar fakat zalimliği o kadar yüksek bir seviyeye
ulaşmıştır ki artık halk isyan etmek üzeredir Cesare Borgia bunu fark eder ve bu isyanı
önleyebilmek için sorgusuz sualsiz tıpkı Orko’nun yaptığı gibi, Orko’yu infaz eder, öldürür
ve cesedini bütün halkın önünde teşhir eder böylece doğrudan halkı kendisine bağlamış
olur burada siyasal birliği sağlamak için yani mevcut yönetim yapısını korumak için bir
kişinin ya da birkaç kişinin canının çok da önemi yoktur eğer isyan çıkarsa çünkü çok
daha fazla insan hayatını kaybedecektir bunu önlemek adına birkaç kişinin gözden
çıkarılması devlet için o kadar da vahim bir olgu değildir Machiavelli ‘ye göre.
Yine metni okuduğumuzda orada Osmanlı devletinden bahsettiğini görürüz. Osmanlı
devletinin iskân politikasını övdüğünü görürsünüz ya da yine Osmanlı devletiyle alakalı
monarşik yönetim biçimine övgüler söylediğini görürüz. Tüm bu özellikler bize siyaset ve
ahlak pekâlâ farklı özerk alanlar olduğunu gösteriyor. Bir yöneticinin öldürülmesi ya da
birkaç kişinin gözden çıkarılması devletin birliğini sağlamak için ahlaki midir desem
burada bunu ahlaka dair bir ilkeye dayandırmanız mümkün mü? Ama tamamen
pragmatik yani sonuçsal yaklaşıyor birkaç kişinin bertaraf edilmesi bütün bir toplumu
korumak için pekâlâ önemli ve ahlakidir diyor yerine göre. Burada siyaset ve ahlakın
siyaset ve dinin birbirinden ayrılması aslında bizi modern devletin de kıyısına kadar
getiriyor ki Hobbes’le birlikte modern devlet tamamen kurulmuş olacak.
Modern devlet kısaca dinden soyutlanmış/sekülerleşmiş devlet. Şu anda da Türkiye
cumhuriyeti modern bir devlet. 17.yyda ortaya çıkmıştır. Monarşiler de modern bir devlet
türüdür. Burada da Auctoritas-Potestas ayrımını görüyoruz
Auctoritas dediğimiz şey iktidarın ilkesidir. Orta çağda iktidar bütünüyle tanrıya
dayandırılır hatta mevcut olan otorite tanrının bir gölgesi olarak görülür ki eski Türklerde
de bu böyledir. Alanya kalesinde bir yazı vardır. Ben tanrının bir gölgesi olarak burada
bulundum ve faaliyet gösterdim diye. Orta çağda bunu çok daha yüksek bir seviyede
görürüz orta çağda kişi meşruiyetini doğrudan kilisenin kendisine taç giydirmesinden alır.
Modern devlette iktidarın ilkesi nedir? Machiavelli açısından düşünelim.
Devleti oluşturan birlik nasıl oluyor da bir yapılanma ortaya koyuyor? İktidar nasıl başa
gelir veya var olan iktidar yönetimi nasıl devreder? Bunlardan hiç bahsetmiyoruz. Sadece
bir iktidarın iktidarını korumak için nelere ihtiyaç duyduğundan bahsediyoruz. O yüzden
iktidarın ilkesi yani Auctoritas dediğimiz şey Machiavelli ‘de yoktur.
Potestas zaten iktidarın uygulanması. Onu beşeri irade uyguluyor. Orta çağda da beşeri
irade uyguluyordu. Ama Auctoritas o iktidarın ilkesi orta çağda tamamen tanrıya aitti.
Tanrısallıktan alıyordu devlet meşruiyetini ama burada Machiavelli bize Auctoritasla
alakalı hiçbir şey söylemiyor bu yüzden de devletin kurucusu olarak Machiavelli’yi
tanımlayamıyoruz.
Kitabın geneliyle alakalı Prens’in gereğiyle alakalı Machiavelli hiçbir şekilde dinden
bahsetmediği için maneviyattan ya da iktidarın kaynağından bahsetmediği için aslında
Machiavelli’yi orta çağda konumlandıramıyoruz fakat iktidarın kaynağıyla alakalı bir
açıklama yapmadığı için modern dönemde de konumlandıramıyoruz. Machiavelli arafta
bir yerde siyaset kuramını inşa etmiş oluyor.
Cemal Bali hoca İktidarın Üç Yüzü adlı metninde tam da böyle söylüyor. Cemal Bali
hoca genel kamu hukukunun üstatlarındandır. Machiavelli diyor modernitenin eşiğinde bir
yerde durur diyor çünkü dinle alakalı bir şey söylemez, dini politik iktidara bağımlı kılar ve
iktidarın temeline sözleşme gibi bir şey de yerleştirmez. İktidarın neden var olduğunu ya
da nasıl devredileceğinden de bahsetmez o yüzden eşikte bir yerde durur diyor fakat
Machiavelli’nin verdiği örneklere de bakın. 30lar tiranlığından bahsediyor Atina’da. Kendi
dönemi Cesare Borgia’dan bahsediyor. Bunun dışında yine Osmanlı dönemindeki
padişahlardan bahsediyor bu durumda da vermiş olduğu örnekleri de göz önüne alırsak
Machiavelli’yi tek bir döneme sığdırmak ne kadar doğru olur? Daha evrensel bir okuması
yapılması gerekiyor. Söylediği şeyler Atina için de geçerli orta çağ için de geçerli modern
dönem için de geçerli dolayısıyla hocamız daha sonra Machiavelli özelinde yayınladığı
kitapta bu düşüncesinden vazgeçiyor ve diyor ki tarihin pek çok dönemine dair bilgiler
sunuyor yerine göre verilen sözlerden dönülebileceğini söylüyor yerine göre halkın bir
arada tutmak için birkaç kişinin ölümüne göz yumulabileceğinden bahsediyor. Agathokles
örneği vardır. Bunu aslında ahlak dışı örnek olarak sunuyor ama bir taraftan realite
olarak da kitaba koyuyor. Agathokles, şehirdeki bütün muhaliflerini, iktidarı ele geçirmek
için, bir odada topluyor ve odanın gizli bölmelerine yerleştirmiş olduğu askerler
vasıtasıyla şehirdeki bütün muhaliflerini toplantı esnasında askerlerine emir vererek
öldürtüyor. Machiavelli diyor ki evet bu ahlaki bir edim değil ama diğer yandan
bakarsanız büyük bir kumandan olarak iktidarı ele geçirmiştir diyor yani vermiş olduğu
örneklerle biz Machiavelli’nin ahlak ve siyaset arasındaki o ilişkiyi tamamen kopardığını
görüyoruz keza yine fortuna-virtu ayrımında koşullardan bahsetmiştik mesela Musa
Peygamberden örnek veriyor. Musa’nın bir lider olarak ortaya çıkması için İsrail halkının
Mısır’da köle olması gerekiyordu diyor. Köleliğin iyiliği kötülüğü üzerinde bir şey
söylemiyor. Koşullar bu buradan bir iktidar türeyecek ve türeyen bu iktidar hiçbir şekilde
meşruiyetini dine ya da ahlaki bir ilkeye dayandırmadan ortaya çıkıyor ya da benzer
şekilde Agathokles örneğinde de öyle iktidar iktidarlığını ele geçiriyor ama bunu onlarca
insanı katlederek yapıyor nasıl yaptığının önemi yok çünkü önemli olan bütün insanların
bir arada tutulması.
İkincisi prensle alakalı çıkarımlardan, prens yani iktidarı ele geçiren kişi kim? Nasıl bir
profil sunuyor Machiavelli bize?
Karizmatik lider. Bu kişi soylu bir aileden olmak zorunda değil. Virtuyu tanımlarken
herhangi bir aristokratlık özelliğinden bahsetmedik sadece bir meziyet olarak virtudan
bahsettik, dönemin koşullarına göre kişide olan cevher olarak tanımladık bu yerine göre
kurnazlık bazen acımasızlık bazen kriz anını çok iyi yönetme bazen cesaret bazen iyi bir
komutan olma bazen de geri çekilme. Ama virtu dediğimiz özelliğe sahip kişinin hangi
ırka, hangi aileye bağlı olması bizim için önemli değil. Prenste belki de en çok dikkat
çeken meselelerden birisi de bu. Machiavelli bize ünvanları olan geçmişi olan ya da belli
aristokrat aileye sahip olan bir lider sunmuyor mesela monarşide böyle değildir. Mutlaka
iktidarın belirli bir aile içerisinde kalması gerektiğini savunurlar. Machiavelli ‘de bütün
hikâye fortuna-virtunun bir arada olması. Herkes iktidarı ele geçirebilir yeter ki virtu
meziyetlerine, özelliklerine sahip olsun.
Machiavelli bize ne öğretiyor
 Yerine göre cebrin zorbalığın iktidarı ele geçirmek için acımasızlığın rolünü
 Yerine göre gösterişin önemini ki burada dinle alakalı vermiş olduğu örnek
var. İktidar dini kendi iktidarını sağlamlaştırmak için dini kullanabilir,
görünüşte dindar olabilir ama gerçekte dinle hiç alakası olmayabilir önemli
olan burada halkın beğenisini kazanmaktır. Ya da zaman zaman sözünden
dönmenin politikacıya sağlayacağı katkılar. Söz verebilir iktidara geçtiği
zaman belli edimleri gerçekleştireceğine dair ama iktidarı elde ettikten
sonra bu sözünden cayabilir.
 Tüm bunları söylerken siyasetin ahlak ile bağının zorunlu olmadığını da
Machiavelli bizlere hatırlatıyor.
Fakat şöyle bir problem var. Machiavelli kuramının belki de en büyük açığı.
Dedik ya yerine göre dini kullanabilir, yerine göre ahlakı kullanabilir kötü birisi
olsa da zaman zaman iyi görünmek durumundadır bazen merhametsizlik
bazen acımasızlık halkı kendisine bağlamada son derece önemlidir ama
Machiavelli’nin sunmuş olduğu bu reçete eğer toplum aydınlanmış bir
toplumsa bu topluma nasıl uygulanacaktır? Yani toplum iktidarı ele geçirmenin
yollarını biliyorsa ya da iktidarda kalmanın yöntemlerini bu gayri ahlaki yolları
olduğunu biliyorsa burada Machiavelli’nin söylemleri işe yaramaz. O yüzden
Machiavelli’nin bu kuramı daha ziyade aydınlanmamış toplumlar için son
derece yerinde. Eğer bir toplum başa geçen kişilerin hangi ilkeler etrafında
iktidarını koruyacağını biliyorsa o zaman burada Machiavelli’nin Prens adlı
eserinin de yansımalarını toplum nezdinde iktidarı sağlamlaştırmaya hizmet
etmesinin çok da mümkün olmadığını söyleyebiliriz.
13.Hafta 16 Aralık
BARBARLARI BEKLERKEN (SINAVDA SORUMLUYUZ)
Machiavelli ile nasıl bağdaştırdınız? Daha öncesine gidersek Platon’da adalet
mefhumuyla bağlantı kurduğunuz yer var mı?
*Özellikle gücün alkışlanması, insanların güce tapması ve her türlü edimin imparatorluk
askerleri tarafındsn gerçekleştirilen her türlü edimin adil edimler olarak görülmesi
zannediyorum ki birazcık Thrasymakhos’un mükemmel haksızlığını da çağrıştırıyor.
Haksızlık ne kadar büyük olursa tirana ya da imparatorluğa duyulan saygı da o kadar
artıyordu burada bunun da izleri var.
Kitabın 185. Sayfasında yargıcın bir ifadesi var.
*Ben imparatorluğun rahat zamanlarda kendi kendine söylediği yalandım, o ise
(albaydan bahsediyor) imparatorluğun sert rüzgarlar estiğinde kendi kendisine söylediği
yalandı. Biz imparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o kadar.
Niye kendisinin aslında albaydan çok da farklı olmadığını düşünüyor olabilir?
*İmparatorluğun sınırlarının dışında kalan herkesi barbar olarak nitelendirmeleri ve bu
şekilde etiketledikten sonra düşmanlaştırdıktan sonra halkın kendilerine itaat etmelerini
sağlamaları işte o Machiavelli’nin ülkede birliği muhafaza etmek için her türlü araca
başvurmanın meşru olduğunu söylemesini biraz andırdı.
* Ortada bir düşman falan yok aslında burada pekala imparatorluğun kendi vatandaşları
tarafından işleyebilecek bazı suçlar var birtakım hırsızlıklar, koyun çalmalar. Çok küçük
basit suçlamalar yöneltiliyor bu suçlamalardan imparatorluk bir düşman yaratıyor ortada
bir düşman falan yok bunun da tek nedeni halkın orada kendisine itaat etmesini
sağlamak bir de şöyle görüyor olabilir. Aslında biraz da Machiavelli’yi çağrıştıracak
unsurlar kitaba konulabilirdi hiçbir şekilde barbarların imparatorluklara saldırdıklarına dair
hiçbir iz yok. Ben bir imparatorum sen bir barbarsın benim koyunumu dahi çalsan benim
gerçek gücümle karşılaşırsın minvalinde mesaj veriyor olabilir ama burada var olanın çok
daha ötesinde düşman yaratmak çünkü gidiyorlar ve gittikleri yerde soruyorlar barbar
gördünüz mü kitapta yazıyor filmde yok hayır biz barbar görmedik etrafa savrulduk çünkü
zor bir coğrafya aynı zamanda bundan dolayı tek kalanlarımız hayatını kaybetti
muhtemelen at üzerinde gelen adamın hayatını kaybetmesinin nedeni de o, tek
kaldığımız için hayatımızı kaybettik herhangi bir şekilde saldırıya uğramadık diyorlar. Bu
da devletin düşman yaratma potansiyelini ve akabinde düşman yarattıktan sonra
yapabileceklerini az çok gösteriyor.
Sulh yargıcı, haksızlığa karşı bir profil çözüyor ve neticede yargılamayla da bağlantı
kurmak gerekirse keyfi kararlar veriyor. Ben imparatorluğun rahat zamanlarda kendi
kendine söylediği yalandım, o ise (albaydan bahsediyor) imparatorluğun sert rüzgarlar
estiğinde kendi kendisine söylediği yalandı. Biz imparatorluk yönetiminin iki yüzüydük, o
kadar. Aslında kendisi kriz hali olmadan olağan koşullarda keyfi kararlar vererek
imparatorluğun gücünü gösteriyor albay ise ya da diğer askerler ise kriz hallerinde
imparatorluğun gücünün hangi boyutlara ulaşacağını gösteriyor. Sonuç olarak güç ne
kadar büyürse içerisinde o kadar tehlikeler barındırıyor.
*Bir adalet anlayışından bahsedemeyiz aslında çünkü adalet denilen ya da ahlak denilen
mefhumu belirleyecek olan devlettir. Biraz Hobbes’i çağrıştıran anlayışı var
Machiavelli’nin. Yani adaleti devlet belirler onu hukuk vasıtasıyla belirler yeri geldiğinde
hukuku da araçsallaştırarak bir düzen oluşturur dolayısıyla adalet denilen şey toplumsal
birliği sağlayan her türlü aracın meşrulaştırılması olarak yorumlanabilir. Spesifik bir
adalet mefhumu yok Machiavelli’de. Daha ziyade ahlak olarak baktığımızda ahlakın da
devletin politik birliğinin sağlanmasında bir araç olarak işlev görmesini söylüyor. Keza din
de aynı şekilde.
*189.sayfada Kanunlar bizden büyüktür ve onlara uymak zorundayız. Seni buraya
gönderen hâkim, ben, sen hepimiz kanunlara tabiyiz.
Burada kanunlara tabi olmaktan bahsediyor ama fiiliyatta bunu gerçekleştirmiyor. Filmde
var kitapta yok. Bir domuz sahnesi var. Orada bir adamın bir başkasının bahçesine
giriyor ve zarar veriyor verdiği karar o kadar keyfi ki zihin olarak da orada değil albayın
işkence yapmak üzere sorgulamaya gittiğini izliyor olayın içerisinde de değil yargıç ve
verdiği karar çok keyfi. Söylediği şey domuzu sahibine iade edin. Diğer tarafta adamın
uğradığı zarar ne olacak o zararı kim giderecek. Onunla alakalı hiçbir şey yok. Bir
kanunun uygulanmasında eğer varsa öyle bir kanun oradaki keyfiliği de çok net bir
şekilde görüyoruz biraz o yüzden yargıç ve albay aslında madalyonun iki yüzü gibi
görünmekte ikisi birbirinden çok da farklı değil, spesifik bir adalet anlayışı yok.
*(barbar dedikleri insanlara zorla kendi istediklerini söyletmekten bahsediyor bir
arkadaşımız) iktidarı sağlamlaştırmak üzere aslında hakikatin nasıl eğilip büküldüğünü
gösteriyor imparatorluğun buna da gücü var yani imparatorluk her şeyi kendi imkânları
doğrultusunda araçsallaştırabilir hakikati eğilip bükebilir yeter ki kendi gücünü muhafaza
edebilir nitekim Machiavelli’nin de prens söylemek istediği şey tam da bu zaten dikkate
derseniz yargıca yönelik bir yargılama dahi yok en son ki konuşmaları hatırlayın yargıca
sen özgürsün diyor. Ben adil bir yargılanma istiyorum diyor yargıç ama öyle bir yargılama
olmayacak diyor, mahkeme huzuruna çıkarılıp mahkemedeki yargıçlar imparatorluğun
yargıçları olsa dahi böyle bir hakkı talep edemiyorsunuz. İmparatorluk kendisi askerleri
vasıtasıyla tabiri caizse olağanüstü hal ilan ederek kendi hukukunu devreye sokuyor.
Kendilerini yargıç olarak atıyorlar ki Hobbes şey der: doğa durumunda, herkes kendi
kendisinin yargıcıdır der burada imparator kendisini yargıç pozisyonunda görerek gerekli
zorbalıkla hakikati değiştirebilme kuvvetine sahip olduğunu da gösteriyor.
*Machiavelli modern döneme geçişte halkı bir arada tutmak için yerine göre halka yalan
söylemenin siyasetin bir gereği olduğunu söyledi ya da dini araçsallaştırmanın siyasetin
bir gereği olduğunu söyledi. Amerika’da mesela olağanüstü hal ilan edildi 11 Eylül
saldırılarından sonra ve hala olağanüstü hal devam ediyor. İktidar hala varlığını o
olağanüstü halden değiştirerek meşrulaştırma gayreti içerisinde. Yönetimler değişebilir
hiç fark etmez. O yüzden bir toplumda aydınlanma gerçek anlamda peydah olmamışsa
gerçekleşmemişse toplumun iktidar tarafından yönlendirilmesi o kadar da zor değildir.
Hem barbarları beklerken hem Machiavelli’nin prensi güncelliğini her daim korumaya
devam edecek çünkü siyaseti gerçekten de ahlakla olan ilişkisini dönüştüren bir filozof.
*Bir düşman yaratma ve yaratılan bu düşman üzerinden safları sıklaştırma politikasının
Machiavelli ’de var olduğunu söyleyebiliriz ama daha vurgulayıcı unsurlar olabilirdi.
Çünkü bir barbar kitlesi var sınırların dışında yaşıyor evet ama halk zaten imparatorun
askerleri gelene kadar mutlu mesut yaşıyor halkın zaten iktidarla sorunu yok. Filmin
sonunda albaya taş atıyordu halk çünkü öncesinde askerler dilediği gibi yemek yiyorlar
insanların mallarını mülklerini çalıyorlar hatta kadınlara göz koyuyorlar ve toplum düşman
yaratıldığı için kendi canlarını koruyabilme adına bütün bunlara göz yumuyor. Bu ögeler
makyavelist ögeler ama öncesinde toplum kendi düzenini sürüyor zaten yargıç düzeni
sağlamış durumda bir kaos yok. Eğer bir kaos ortamı yaratılmış olsaydı askerler
gelmeden önce Machiavelli’nin pek çok ögesini bulduk kitapta diyebilirdik.

You might also like