Professional Documents
Culture Documents
Hukuk Sosyoloji̇si̇ Tüm Haftalar
Hukuk Sosyoloji̇si̇ Tüm Haftalar
1) Hukuk nedir?
2) Sosyoloji nedir?
3) Hukuk sosyolojisi nedir?
Hukuk sosyolojisi hukuk ile toplum arasındaki ilişkiyi inceler. Durağan hukuku aktif hale
getirir .Hukuk felsefesi ile farklıdır. Sorduğu sorular bakımından sosyoloji yaşayan hukuk ile
ilgilenir. Hukuk felsefesi ise geçen yıl gördüğümüz üzere durağan tarihle ilişkilidir.
3)Postmodern toplum: Modernite abartılır. Daha çok bu dönemde rasyonel düşünce hakimdir.
Toplumsal farklılaşma artırılmıştır.
Postmodern dönem 3 başlıkta incelenir:
1)düşünsellik
2)anlam çokluğu
3)çelişkilerin paradoksları şeklindedir.
Hatice Bekler
Bugünkü derste aslında çağdaş hukuk tarihinde önemli izler bırakan dört tane temel düşünürden
bahsedeceğiz. Bu hafta sadece büyük ihtimalle Beccaria’dan bahsederek dersimizi
sonlandıracağız. Daha sonraki hafta Spencer ve Sam den bahsedeceğiz. Daha sonra ünlü
Durkheim, Weber, Marks şeklinde ilerleyeceğiz.
Şimdi dört isim söyledik, Beccaria Spencer, Main, Saunders . Bunlardan sadece Spencer ve
Saunders sosyolog, Beccaria ve Main birer hukukçudur. Bu dört düşünürün ortaya koyduğu
tezler hukuk sosyolojisinin oluşmasında önemli bir yer tutar. Bu yüzden hukuk sosyolojisi
dersinde bu kuramcılar, hukuk ve toplum kavramlarıyla size anlatarak işleyeceğiz. Aslında bu
teorisyenlere, bu dörtlüye baktığımızda gördüğümüz en temel şey hukuk ve toplumdur.
Hukuk sosyolojisi dersini eğer anlamak istiyorsanız iyi bir başlangıç olacak. Zaten Beccaria’nın
kitabı da Türkçe ye çevrildi: Suçlar ve Cezalar Üzerine. İçinizden mutlaka okuyanınız da vardır.
Şimdi buradaki temel amacımız bu dört düşünürün toplumsal ve hukuksal değişim üzerine
görüşlerinin ne olduğudur. Toplum ile hukuk arasındaki ilişkiye ne gibi yaklaşımları olduklarını
değerlendireceğiz.
Peki neden bu dörtlüyü bir arada değerlendiriyoruz? Bu dört düşünürün ortaklaşmış olduğu bazı
temel noktalar söz konusu. Bu ortaklığı da iki tane temel esaslı noktaya indirgeyebiliriz:
*İlk olarak bu dört düşünürün de üzerinde anlaştığı konu tarih koşullarının değişmesiyle
hukukun ve toplumun da değişeceğidir. Çünkü tarihin değişmesiyle toplumun kurumları,
ideolojileri ve değerleri değişir. Bundan beş yüz yıl önceki Türk toplumunun kurumları,
değerleri ve ideolojileri farklıydı. Bunlar kaçınılmaz olarak eş zamanlı bir biçimde değişirler.
Dördünün de iddiası şudur ki genellikle iyiye doğru bir değişimin olduğu yönündedir. Dört
düşünür de bu yönleriyle olumlu bir hava çizmektedirler.
*Dördünün de yaşamış olduğu döneme baktığımız zaman ortak olan bir akım görürüz: Evrim
düşüncesi.
Dördü de düşüncelerini o dönem için popüler olan evrim düşüncesi üzerinden açıklamaktadır.
Bu da başka ortak yönlerinden biridir. Hangi dönem derseniz bu dört düşünür Victoria denilen
dönemde yaşamışlardır.
*Üçüncü önemli ortak noktaları yani ikinci bağlantı noktaları evrimsel teoriden yola çıkarak
ortaya çıkan hukuksal kavramların ideciliği demiş oldukları düşüncelerinin iyi olduğunu kabul
ederler. Hukuksal kavramlar da idecidir. Toplumu ilerlemeye yönelik düşüncelerdir ve dolayısı
ile reformlar gerekli olan şeylerdir. Ve diğer bazı iyi şeyler gibi daha adil bir adalet sistemini
ortaya çıkarır. Mülkiyetin daha iyi korunmasını sağlarlar. Daha fazla özel mülkiyetin ortaya
çıkmasına sebebiyet verirler. Bu yasalar çoğaldıkça ahlak dışılık ve eşitliğe aykırı davranışlar
daha adil bir şekilde cezalandırılırlar.
Şimdi gelelim Beccaria’a. Okuyabileceğimiz Türkçe bir kitabı var: Suçlar ve Düşünceler
Üzerine.
Beccaria‘nın en önemli özelliği yirmi altı yaşındayken yazmış olduğu Suçlar ve Cezalar
Üzerine kitabıdır. Beccaria’yı Beccaria yapan yazmış olduğu risale şeklindeki bu kitabıdır. Bu
kitabında eleştirmiş olduğu şey 18. Yy Kıta Avrupa’sındaki ceza sistemidir. Bu ceza sisteminin
acımasızlığını eleştirmiştir. Aslında bu düşünür bu kitabında acımasız düzene karşı bir
iddianame hazırlar. Var olan hukuk sisteminin acımasızlığına karşı hazırlanan bir iddianame
şeklindedir. Ve iddiası şudur ki var olan sistem değiştirilmek ve dönüştürülmek zorundadır.
Çünkü 13. Yy’daki Kıta Avrupa’sındaki hukuk sistemi neyse 18. Yy’daki hukuk sistemi aşağı
yukarı aynıdır ve bunun değişmesi zorunludur.
Sonra ikinci olarak gelen kavram insan ideallerinin önemsenmesidir. Aydınlanma çağı ile
birlikte insan denilen kavramın farklı bir şekilde incelendiğini görürüz. Aklın kullanılması
hakikatin bulunması için önemlidir.
Dolayısıyla bilgi kavramına ve hakikat kavramına verilen bir önem vardır. Bu iki kavram
mutluluk arayışı için gereklidir. Aydınlanma felsefesinin üçüncü temel iddiasının bu
olmasından ileri gelir.
Dördüncü önemli olan şey hakikat vurgusudur. Beşinci önemli olan nokta ise var olan toplumsal
yapıyı sert biçimde eleştirmektir. O yapının değişmesi gerektiğini savunmaktır. Dolayısıyla
Beccaria kendi düşün yapısını oluştururken bu aydınlanma düşüncesinden etkilenmiştir. Daha
da somutlaştırmak gerekirse, kimlerden bahsedeceğiz burada :Hobbes, Locke, Montesquieu ve
Walker gibi düşünürlerden bahsediyoruz.
Rousseau’nun aydınlanmacı bir düşünür olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Rousseau
bu dönemin düşünürüydü fakat aydınlanma karşıtı mı değil mi bilemeyiz. Bu aydınlanma
döneminin düşünürlerinin ortak noktası sözleşmeci olmalarıydı. İnsan doğasının sözleşmeyle
var olduğuna inanıyorlardı. İnsanın bir doğa hali vardı bu doğa halinin bir yaşamı söz
konusuydu ve o yaşamdan çıkış bir sözleşme ile gerçekleştiriliyordu devamında da sivil toplum
vesaire ortaya çıkıyordu.
Toplum sözleşmesi neden ortaya çıkmıştı? Bunu temelinde yatan şey insanların haz
arayışlarıydı. Toplum insanların haz arayışlarının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştı. O haz
arayışının bir sonucu olarak insanlar devlet denilen şeye devletin üretmiş olduğu yapıya
yasalara bir şeyin devrini teslim ettiler.
Hobbes’a göre her şeylerini teslim ettiler. Locke’ye göre cezalandırmayı teslim ettiler,
Rousseau’ya göre başka bir şeyi devrettiler. O devrettikleri şey aslında haz alma eğilimleriydi.
Haz alma eğilimlerini devletin üretmiş olduğu yasalara devrettiler ve o yasalar üzerinden hazza
ulaşabileceklerini düşündüler. İşte temel düşünce budur. Hazzın toplumsal sözleşmeye dayalı
olarak üretilebileceğini kabul ettiler, başka bir deyişle ifade edecek olursak bireyler devlet ile
bir pazarlık içerisine girmiş ve bu pazarlığın neticesinde iki tane şey ortaya çıkmıştır:
2)Herkes için faydalı olan belli korumaları almak, bu korumaları alacak hak düzenin ortaya
çıkması.(Hakların korunması)
Hobbes hakların korunmasını daha sert biçimde açıklar. Hobbes’a göre tüm haklarımızı
devrediyorduk ve en temel doğa yasalarından olan birinci yasadan kaynaklı olarak ortaya çıkan
hakkımızı koruyabiliyorduk. Locke daha farklı bir biçimde açıklar; Cezalandırmaya yönelik
mülkiyet, yaşama, hürriyet haklarını hayata geçirmek için devirden bahseder.
İşte bunların temelinde yatan şey haz arama arayışıdır. Böylelikle bireyler istediklerini yapma
özgürlüğü noktasında temel bazı çıkarlarını teslim ediyorlardı. Sosyal sözleşmelerin de özünde
yatan şey belli bazı öz çıkarları bireylerin devlete teslim etmesidir. Barış ve güvenlik gibi
ihtiyaçlar için bireyler bu devri yaptılar.
Hobbes bu durumu herkesin herkese karşı savaşını sona erdiren şey olarak tanımlıyordu. Bu
savaşı önleyebilmek için toplumsal sözleşme devlet denilen şeyi ve neticesinde yasa olarak
vaadedilen şeyi ortaya çıkardı. Aslında burada bir faydacılık vardır. Dolayısıyla Aydınlanma
düşüncesi demiş olduğumuz şey bu faydacı bakış açısıyla hareket eder. Bu aydınlanmacı
faydacılığın üç temel değeri vardır:
2)Neden insanlar yasaları uygular? İnsanların yasalara uymasındaki fayda yasalara uyan
çoğunluğun yasalara uymayan azınlıktan korunmalarının sağlanmasıdır. Temel dert de budur
aydınlanmacı düşüncede.
2)Peki bu aydınlanmacılar insana nasıl baktılar? Aydınlanma düşünürlerine baktığımızda
insan doğasında üç tane önemli başlık olduğunu söyleyebiliriz:
c)İnsan aynı zamanda hedonisttir. Hedonizm(hazcılık) özgür irade üzerine kuruludur. Yani
insanoğlu irade sahibi olan bir varlıktır.
Tüm bunların neticesinde hedonist olunması, belli özgür bir iradeye sahip olunması rasyonel
biçimde insanın davranmasını sağlar. Rasyonellik de terakki dediğimiz şeydir. Çünkü insan o
rasyonellik içerisinde kendine yer bulacaktır. Hangisine bakarsanız bakın hepsinin temelinde
yatan şey hedonistik düşüncedir. Hedonizmde insanlar acıdan kaçarlar, hazza ulaşmak isterler.
Bu görüşe dayanan bir yaşam biçimi meydana gelir insanda.
*Hedonizm
*Özgür irade
*Rasyonellik
Beccaria bunları dikkate alarak bireylerin minimum acı pahasına maksimum hazza ulaşabilmek
için gerçekleştirdikleri çeşitli iradi rasyonel seçimler yaptıklarını söyler. Fakat bu seçimler
bazılarının aslında toplumsal sözleşmeyi ihlal ettiği sonucuna ulaşır. Yani bireyler hazza
ulaşabilmek için kendi özgür iradeleriyle ve rasyonel bir seçim gerçekleştirerek sözleşmeye
aykırı hareket ederler. Bu aykırı hareket insanın içindeki hazza ulaşmayı istemesinden dolayı
meydana gelir.
Fakat bu yasaları çiğnemek bireye haz verir, kişisel bir fayda sağlar. Bu rasyonel seçim
topluluğun toplum refahı ele alındığı zaman bir tehdidi ortaya çıkarır. Bireyin hazza ulamasını
sağlayan şey genel olarak sözleşmeyi ihlal ettiğinden dolayı toplumun zararına olan bir tehdit
olarak ortaya çıkar. Bu yüzden de cezalandırma yapılır. Örneğin, bir insan bir insanı öldürdüğü
için ceza verilmez, öldüren kişinin topluma zararı olduğundan dolayı ceza verilir.
Dolayısıyla Beccaria faydacılık düşüncesine dayanacak adil ve tatmin edici bir cezalandırmanın
olabileceği üzerine düşünür. Beccaria der ki:
“Yapmanız gereken şey toplumun hazza ulaşması ve acıdan uzaklaşmasını sağlayacak bir
hukuk sistemi var etmek gereklidir.(Optimum haz) “
Rasyonel hukuk sisteminden anlayacağımız şey sürdürülebilir hukuk sistemi olmasıdır. İşte
Beccaria bu sürdürülebilir hukuk sisteminin nasıl sağlanacağını düşünür. Beccaria yaşamış
olduğu zamanın cezai uygulamalarının değişmesi gerektiğini söyler. Bununla alakalı bir tez
ortaya atar çünkü “ Bugün gerçekleştirmiş olduğumuz cezalandırma faaliyetleri son derece
hukuka aykırı ve irrasyoneldir. ”der. Bu yüzden temel bir reform gerçekleşmesi gerektiğin
söyler.
18.Yy Kıta Avrupa’sına baktığımız zaman ceza ve hukuk sistemi çok acımasız ve istismarcı bir
sistem olduğu görülmektedir. İstismarcı olmasının sebebi sistemin çoğunlukla yazılı
olmamasıdır. Yasalar sıklıkla belirsizdir ne dediği tam olarak anlaşılmaz. Bu yasal belirsizlik
yargılanmaya ve infaza da etki eder.
Belirsiz yasa kavramı olduğu zaman hakim istediği her şeyi yapabilme durumuna gelir. Bu da
keyfi uygulamaların gerçekleşmesine yargıçlar bakımından yüksek derecede hukuksal
öngörülmezliğe sebebiyet verir. 18.yy Kıta Avrupa’sının hukuk ve ceza sistemi öngörülmezlik
temelinde var olmuştur. Hatta bu dönemde kişi habersizce yargılanıp cezalandırılabiliyordu,
kişi kendini savunma hakkından yoksundu. Tüm bu sistem ayrıca yolsuzlukların artmasına
sebebiyet veriyordu ve kanuni sürece bakıldığında ya süreç çok kısa ya da hiç işlemiyordu.
Aleni yargılama denilen şey ihlal ediliyor, adil yargılama söz konusu olmuyordu. Kişilere
verilen cezaların çoğunu ise ölüm cezası oluşturuyordu, yargılama ve soruşturmada etkin
biçimde işkence uygulanıyordu.
Kıta Avrupa’sına bakıldığında baskıcı ve belirsiz hukuk sistemi temelinde engizisyon adaleti
yatmaktaydı. 13.Yydan gelen engizisyon düşüncesi 18.Yy’a kadar devam etmiştir.
Engizisyon düşüncesi, üzerine suç iddiasında bulunulan kişinin o suçu işlediği kabulü ile başlar.
Örneğin, A B’yi öldürmüştür, bu kadar. Yapılması gereken şey A’nın B’yi öldürmediğini ispat
etmektir. Engizisyon sisteminde hakim sadece yargılayan değildir, aynı zamanda ifadeyi de alır
ve yaygın olan ifade yöntemi işkencedir. İşkence kanıtların kraliçesi olarak isimlendiriliyordu.
Çünkü kişinin itham edildiği andan itibaren suçlu olduğu kabul edilir, engizisyon mahkemesi
kişinin suçluluğunu kabul etmesini ister.
Eğer kişi kanonik hukuku ihlal etmişse ve kutsal mahkeme tarafından da bu sonuca varılmışsa
çok ağır cezalandırma yapılıyordu: Boyunduruk altına alma, kalıcı olarak sakat bırakma, aforoz,
mallara el koyma, diri diri yakılma…
1600’lü yıllarda ise Fransa’da ceza yargılaması ile alakalı kapsamlı bir yönetmelik yapılmıştır,
yönetmelikte ölüm cezası ile ilgili maddede pek çok suçun karşılığının ölüm cezası olduğu
görülmektedir.
İleriki zamanlarda ölüm cezası işe ilgili Latin sistemi söz konusu olmaktadır.(Napolyon
zamanı): Corsika’ya sürgün edilme, kişinin üzerinde duyuları ile ilgili cezalar, sürekli sakat
bırakma eylemleri, kişiyi dağlama, uzun süreli hapis, kürek cezası, sürgün cezası, köle gibi
çalıştırma cezası gibi çeşitli bedensel cezaların olduğunu görürüz. Dolayısıyla insan üzerinde
geçici olmayan acı bırakan cezalandırmalar daha etkindir.
Bir de sivil ölümler vardır. Bunlara rezil cezalar da denir. Rezil cezalar kişilerin belli
makamlardan, mevkilerden sürekli veya süreksiz olarak uzaklaştırma, belli haklardan mahrum
bırakılması ve diğer aşağılayıcı cezalardan oluşmaktaydı. Kişinin toplumdaki statüsü
aşağılanırdı, toplum önünde rezil edilerek sivil ölüme terk edilirdi ve mutlaka yanında bedensel
ceza da uygulanırdı.(dağlama+rütbenin sökülmesi+Corsika’ya sürgün)
Beccaria yaşamış olduğu dönemde işte böyle bir sistemle karşı karşıyadır.
Beccaria‘nın yaşamış olduğu dönmede İngiltere hukuk ve ceza sistemi ile Kıta Avrupa’sındaki
hukuk ve ceza sistemi arasında farklılıklar vardır. Bu farklıkları 5 başlıkta toplayabiliriz:
1689 da Hak Bildirgesi kabul ediliyordu bu bildirge ile çeşitli ceza hukuku bakımdan belli başlı
usul güvenceleri getirildi. Kıta Avrupa’sından farklı olarak kişi suçlandığında hangi suçtan
suçlandığını bilecekti İngiltere’de, yani aleniliğin ithamı gerekir düşüncesi kabul edilmişti.
Kıta Avrupası’nda bu durumun aksi söz konusuydu kişi haberi olmadan suçlanıyor yargılanıyor
hatta cezalandırılıyordu.
Kişinin hangi suçla itham edildiğini bilmesi bir usul güvencesidir. Kişi suçlandığı suçu bilerek
yargılanmalıdır.
2) Kıta Avrupası sisteminde (engizisyon sisteminde) kişi suçlanması ile suçlu kabul
edilirdi. İngiltere’de bu durum kişi suçlandığı suçtan yargılanıp mahkemece suçu
kesinleşip onanmadıkça suçlu olarak görülmüyordu.
3) Engizisyon siteminde yani Kıta Avrupa’sında ispat yükü kişinin kendisine aitti. Yani
kişinin kendisine itham edilen suçu işlemediğini ispat etmesi gerekirdi. İngiltere’de ise
iddiayı ispat iddia makamına aittir yani mahkemece deliller toplanarak elde edilen
deliller doğrultusunda kişinin suçlu olduğu ispat edilir.
4) Kıta Avrupa’sında ifade alma esnasında işkence hakim bir uygulamaydı. İngiltere’de
ise kişi ifadesini mahkeme huzurunda kendisini suçla itham edilen kişiler ile yüzleşerek
verebiliyordu.
5) 18. Yy işkence kavramı İngiltere’de kanıtların kraliçesi olarak kabul ediliyordu. Kesin
bir dille İngiltere’de işkence yoktu denilemez ama tabi Kıta Avrupa’sındaki kadar da
etkin bir biçimde uygulanmıyordu.
Evet 18. Yy Kıta Avrupası hukuk ve ceza sistemi ile İngiltere hukuk ve ceza sistemi arasındaki
farklardan bahsettik . Beccaria bu farklardan etkilenerek bu sistem içerisinde 7 yasal reform
önerisinde bulunuyor. Şimdi bunlara değineceğiz :
1) Yasaları yürürlüğe koyma yetkisi yasama organına ait olmalıdır. Yargıçlar kanun
koyucusunun yetkisine karışmamalıdır. Ceza yargılamasında genişletici yorum ya da
kıyas yaparak kanun koyucunun yasama yetkisini tecavüz etmemelidirler. Bu görüş
hala benimsenmektedir bizim karşımıza bugün bu görüşme kuvvetler ayrılığı ilkesi
olarak karşımıza çıkıyor.
6) Beccaria döneminde kıta Avrupa’sında kişi itham ile suçlu olarak kabul ediliyordu
demiştik yani mahkeme başında sanık olarak kabul eden kişi yargılanıp hüküm giymesi
ile ilk hali arasında hiç bir fark bulunulmuyordu. Ayrıca yargılama öncesi suçlu kabul
edilen sanık yargılanıp beraat edilince dahi başlangıçta bu suçu işlediği kabul
ediliyordu. İşte burada karşımıza önemli bir hak çıkıyor “ Lekelenmeme hakkı “ Bu
hak kişinin işlemediği suçtan dolayı zan altında tutulmasını engellemektedir, bu hak
dolaylı olarak masumiyet karinesini de ortaya koymaktadır.
Beccaria’nın bu temel yedi öneriyi ortaya koyma sebebi: Toplum sözleşmesinden bahsetmiştik,
aydınlanma felsefesinin hakim olduğunu söylemiştik, aydınlanma felsefesinde haz
kavramından bahsetmiştik. İşte insan kendi özgür hareketlerinin peşinden koşan, bunları
yaparken de haz alan, aynı zamanda da rasyonel düşünce eğiliminde olan bir varlıktır. Bu
yüzden bu temel yasa önerisinde Beccaria hazza, rasyonel düşünceye, aydınlanma felsefesine
yanıt veren yasalar yapılmalı der.
Evet dedik ki 18. Yy Avrupa’sında suçlar ağır bir şekilde cezalandırılıyor, cezalandırmada
farklı uygulamalar bulunuyordu (bu uygulamalar kırbaç, balta, kafa kesme gibi vahşi
uygulamalardır.) Foucault kitabıyla bağlantılı olarak Beccaria kitabında 16. Louis’e çakı ile
suikast girişiminde bulunan kişinin halka açık işkence ve halka açık infaz edildiğini uzun uzun
anlatıyor. İşte Foucault ’un anlattığı işkence sistemine Beccaria karşı çıkıyor. Beccaria’nın
yaşamış olduğu İtalya’da çok geniş işkence uygulamaları dönüyor.
1)Basit işkence(Lewis)
2)Orta yoğunlukta işkence(Granis)
3)Yüksek yoğunlukta işkence(Grakissima)
Bu işkence türleri Beccaria’nın Suçlar ve Cezalar Üzerine kitabında uzun uzun anlatılmıştır.
Beccaria’nın görüşü işkencenin vahşi bir uygulama olduğu yönündedir. Aynı zamanda
işkencenin caydırıcı bir yönünün olmadığını söyler. Yasaların düzenlenirken misilleme aracı
olmaması gerektiğini de vurgular. Beccaria ’ya göre ceza ile suç arasında bağlantı olmalı ve
ceza etkili bir caydırma aracı olmalıdır. Yoksa ceza gereksiz ve zalimce olur. Beccaria ’ya göre
cezanın caydırıcı olabilmesi için üç şart aranır:
1)Şiddet
2)Hız
3)Kesinlik
Şimdi öncelikle adalet nedir sorusu aklımıza gelmeli. Adaletin geçen sene felsefe dersinde bir
sürü tanımı yapıldı. Aslında adalet toplumsal bir algıdır. Siz hakim olarak dünyanın en iyi
kararını verin, tüm yargı yolları sizin kararınızda hak ihlali görmesin ama sizin kararınız karar
verdiğiniz toplumca kabul görmezse o karar adil değildir. İşte burada cezalandırmanın haz ile
bağlantısı söz konusu olur.
Cezalandırmada cezanın şiddetini belirlerken kişinin suçu işlerken elde ettiği hazzı bastırma
yönünde olmalıdır. Bu bastırma işkence gibi yüksek oranda olmamalı, hafif de olmamalıdır.
Örneğin kişi hırsızlık işleyip dışarı çıkabileceğini düşünüyorsa suçtan elde ettiği haz
engellenmez ya da hırsızlık işleyip ölüm cezası alacağını biliyorsa bu ceza suçtan duyulan
hazzın çok üstünde olur. İşte Beccaria suç ve ceza arasında denge olmalıdır der. Bu dengeye
karşı gerçekleşen cezalar gereksizce ve zalimcedir der.
Cezanın hazzın altında kalmasını hedefe ulaşmayan gereksiz ceza olarak tanımlar. Daha sorma
günümüz davranışsal psikolojinin de temellerinde bu görüşün etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Yani suçun hazzı ile cezanın acısı arasında bağlantı olması gerekir. Beccaria bu haz ve acı
arasındaki bağlantının insan zihninde sabit biçimde yerleşmesi için cezalandırmanın hızlı
uygulanması gerektiğini söyler.
Beccaria’a göre ölüm cezası adil bir ceza değildir aynı zamanda yararlı bir ceza da değildir.
Bunu iki sebebi vardır:
1)Ölümün anlık ve yoğunluk etkisi: Beccaria’a göre kişinin kısa süreli acı hissiyatıyla
cezalandırılması yerine uzun süreli hapis cezası verilmesi daha büyük bir acı içermektedir.
Kişinin uzun yıllar hapiste bulunması ölüm cezasına göre daha caydırıcı ve daha acı verici etki
doğurur.
2)Ölüm cezasına karşılık yine bir ölüm cezasının verilmesi yasal cinayet olarak nitelendirir
Beccaria. İlk ölüm ile yasal cinayet arasında hayatı sona erdirme bakımından fark yoktur. Ölüm
cezasının faydasız olduğu görüşündedir ve aynı zamanda verilen ölüm cezasının karşı çıkılan
barbar düşünceden farklı olduğu düşüncesindedir.
Hatice Bekler
En önemli eseri Antik Hukuk(Eski Yasa) adlı eseridir. Bu eserde sosyolojik analizler yapmış,
arkaik incelemelerde bulunmuş, tabi burada arkaikin ne olduğu aklımıza gelmelidir. Arkaik
belli davranış modelinin en az gelişmiş halidir. Yani bir şeyin işlevselliğini koruyan en eski
halidir. Örneğin, arabanın arkaik hali tekerlektir. İşte Henry Maine arkaik hukuk fiillerinin
tarihsel gelişiminin izlerini modern, sosyal durumlar üzerindeki izlerini inceler.
Bu durumda öncelikle sözleşmeyi ele almak gerekir. Sözleşme dediğimiz şey Antik
Yunan’dan Mısır’dan bugün konumu itibari ile çok farklıdır. Fakat Roma hukukundan arkaik
hallerini bildiğimiz sözleşmenin bugünkü sözleşmeye etkileri vardır. Henry Maine hukukun
nihai kökenlerini ortaya koyan sistematik bir teori oluşturmamıştır. Bu yüzden Mainci hukuk
diye bir şey söz konusu olmamıştır. Hobbesçi, Marksçı, Liberal hukuk vardır ancak Mainci bir
hukuk yoktur. Çünkü Maine görüşlerini sistematik bir teori olarak ortaya koyamamıştır. Antik
hukuk eski yasa kitabının hukuk üzerinde de etkileri vardır. Maine hukuk üzerine iddialı etkiler
bırakmıştır, bir geleneğe katkı sunduğunu görebiliyoruz örneğin, hukukun doğal tasvirini
açıklamaya yer vermiştir.
Charles Darwin in Türlerin Kökeni adlı kitabında hemen sonra çıkan Antik Yasa kitabının
popülerliğini sağlanmasının temel nedeni Viktoryen dönemde Darwin görüşlerinin popüler
olması yatmaktadır. Antik hukukun da açıklandığı şekilde hukukun statüden sözleşmeye
evrimsel geçişini incelemiş ve buna da Sosyal Evrim demiştir. Maine’nin hukuka en derin etkisi
toplumların statüden sözleşmeye evrimsel geçişini izah etmesidir.
Örneğin, öğrencilik statüsü. Sınava girilerek bu statü elde edilir. Bu statü ile bireyin hak ve
ödevler doğar. Bireyin statüye dayalı hal ve ödevlerine, aile ilişkilerinden kaynaklanan sosyal
konumuna hukuki vurgu yapmakta, bireyin sözleşme dayalı hak ve ödevlerine, bireysel
iradeden ve kişisel pazarlıklardan kaynaklanan sosyal konumuna hukuki vurgu yapmaya doğru
bir geçiş vardır. Statüde bizim amaçladığımız Antik Yunan’daki statünün ne olduğudur. Antik
Yunan’da statü öncelikle aile hukukundan kaynaklıydı. Daha sonra bu statü bireysel hak ve
ödevlere dönüşerek kişiler hukukunu oluşturmuştur.
Antik Roma’da ailenin en yaşlı, en güçlü erkek üyesi Pater Familias oluyordu. O dönemde
sözleşmelerde mütekabiliyet söz konusu değildi. Örneğin, erkeğin kadını aldatması olağan
olabilirdi fakat kadın için bu durum söz konusu bile olamazdı. Çünkü erkek egemen olan
toplumda evlilik ve boşanma koşullarını belirlemek erkeklerin kararındaydı.
Ailede bulunan kadın, çocuk, köle, hizmetçiler üzerinde satma ve ya öldürme şeklinde
tasarrufta bulunma hakları vardı. Antik Yunan’da ve Hitit’lerde erkeğin iffet göstermeyen eşi
öldürme hakkı mevcuttu. Buradaki aile yapılanmasında despot bir baba figürü bulunuyordu. Bu
despot baba, gücü ile bireyin statüsünü belirlerdi.
Anne, baba, çocuk, köle ve hizmetçilerden oluşan bir aile yapılanması söz konusuydu.
Hizmetçiler ile baba arasında sözleşme mevcuttu. Burada angarya denilen bir kavram karşımıza
çıkar. Angarya, köleliğin değişik bir tabiridir. İsrailoğullarında kölelik yasak olduğu için borca
karşılık çalışma yükümlülüğü olarak angarya kavramı ortaya çıkmıştır.
Antik Yunan’da ailelerin bir araya gelmesi eş merkezli daireler sistemi ile olur. Maine’de aile
ile başlayan meclis, kabile ve nihai devletin ortaya çıkması düşüncesinden etkilenmiştir.
Peki şimdi eş merkezli daireler sistemi deyince aklımıza ne gelmelidir?
İpucu olarak topografya haritalarını hatırlayalım. Bu haritalar bir merkezin etrafında çizilen eş
yükselti eğrilerinden oluşuyordu. İşte bu merkez ise eşi oluşturuyordu yani Pater Familias’ı.
Aklımıza Platon’un felsefe okulunun girişine ‘Geometri bilmeyen giremez.’ Sözü gelmelidir.
Locke eş merkezli daire sistemini somutlaştırmak için bu fikri aslında pek tercih etmez. Bizim
de bildiğimiz üzere Hz Adem ilk birey, Hz Havva eşi ve bunların da çocukları oluyor,
çocuklarının da çocukları oluyor ve bu şekilde devam ediyor. Eş merkezli daireler sisteminde
merkeze Hz Adem’i koymamız gerekir.(En büyük çemberi yetki alanı olarak düşünmek gerekir.
Patria Potestas kavramına karşılık gelir.)
Adem=Patria Potestas
Adem’in yetkisinden sonra ise çocuklarının yetkileri gelir. Bu eş merkezli daireler kız alıp
verme ile kesişmektedirler. Adem’in aynı zamanda yargı yetkisi vardır. Günümüzde ya da
önceden Ademin soyundan geldiğini iddia ederek bu yargı yetkisini kullanan yöneticiler vardı.
İşte bu yüzden medeni hukuk aile üzerindeki bu gelişme ile bir çok sonuç doğurmaktadır.
Babanın burada bir hukuku oluşmaktadır.
Babanın hukukunun sona erebilmesi için evlenme gereklidir. Bu evlenme ile başka birinin
hukukunun etkisi doğar. Kademe kademe bireysel hukuka geçiş oluşur. İşte bu ortamda daha
sonra Pater Familias’ın mutlak otoritesinden çocuklar Roma mülkiyet hukukundan açıkça
anlaşılacağı üzere (burada Maine’nin tespit ettiği şeyleri görüyoruz) elde edilen kazançlar
babanın yani ailenin ortak malıdır. Örneğin, çocuk bireyin avladığı ceylan üzerinde kendi
tasarruf hakkı yoktur, baba(Pater Familias) bu ceylanı ailenin ortak malı kabul eder. Ailenin
baskın bir kurum olması sebebiyle tüm kazançlar ortak bir hisse senedi gibi yazılır.
İlk olarak evlenme yolu aklımıza gelmeli. Peki Pater Familias evliliğe izin vermezse işte burada
yalnızca Pater Familias’ın ölmesi beklenir. Bu ölüm ile kişi ailenin yeni Pater Familias’ı
olacaktır. MS 300 yılında memur olma ve askerlik ile (yani Castrense sisteminden bir kaç yıl
sonra) İmparator Constantine intifa hakkını(ussufruktus) ya da kısmi mülkiyet hakkını ortaya
çıkarmıştır. Hatırlayacağınız üzere mülkiyet hakkının üç bileşeni vardı:
-Kullanma(abus)
-Yararlanma(ussus)
-Tasarrufta bulunma(fruktus)
Aslında mülkiyet hakkını mülkiyet hakkı yapan şey üzerinde tasarrufta bulunma yetkisidir.
İmparator Constantine mülkten Pater Familias’a çocukların malına zarar vermeden yararlanma
ve kullanma hakkının olduğunu yasalaştırmıştır. Tasarrufta bulunma hakkını ise çocuklara
bırakmıştır.
Daha sonra 5. Yy Doğu Roma’da Justinaus bir kod fikri geliştirmiştir(hoca bunu araştırmamızı
istedi) İşte bu gelişmelerle Pater Familias’ın çocuklarının mülkünden mal alması iyice
daraltılmıştır.
Başta hatırlarsak Maine Roma hukuku üzerinde çalışmalar yapmıştır demiştik. İşte Roma
Hukuku’nda babalık hukuku, kölelik hukuku, evlatlık hukuku söz konusuydu ve bu hukuk
sisteminin kademeli olarak zayıflaması ile aile hukuku yerine birey hukukuna yönelik kişi
hukukuna eğilim artamaya başlamıştır.
1)Pater Familias’ın münhasır kontrolü altında bulunan aile üzerinde yargı yetkisi söz
konusuydu.
2)Pater Familias’ın otoritesi etkindi. Bireyselleşme ile bu etki azaltıldı ve birey özgürleşti.
Maine insanın ile insan arasındaki bağı anlayabilmenin zor olduğunu söyler. Bu bağ kökeni
ailede olan hak ve görevlerdeki karşılıklılık biçimlerini dereceli olarak yeniden
yerleştirmektedir. İşte bu karşılılık ilişkisinden bahsettiği şey de sözleşmedir. Sözleşme ile
statüyü kişilerin toplumdaki kişisel koşullarını ilerici toplum hareketi ile sözleşmeye taşıdığını
söyler. Burada ilericilik kavramı çok önemlidir. Sosyolojik anlamda ilerlemeciliğin karşıtı
durağanlığa karşı olmaktır. Sürekli olarak ileriyi arzulama mentalitesi değildir.
Maine’nin hukuk ve toplum arasındaki görüşlerini anlattık şimdi sırada diğer bir düşünürümüz
var.
Herbert Spencer
Spencer, bir sosyologdur. Alcot Alsons 1937’de yazdığı bir kitap Türkçe çevirisi ‘Sosyal
Hareket, Sosyal Eylemlerin Yapısı’ şeklinde çevrilebilir. Bu kitabın başında Alsons retorik bir
soru sorar. ‘Spencer okuyan kaldı mı?’ Yarım asır sonra Spencer’in yazdıkları değil de bu
adamın sorusu tartışılmış. Çağdaş sosyal teorisyenlerin çoğu Spencer’ in eserlerini göz ardı
edememiştir.
Felsefede Aristo, Platon konuşulmuştu. Her bir düşünürün bir önceki düşünürün fikirlerini alt
üst ettiğini görmüştük. İşte bu sosyal bilimlerin temel bilimler gibi, formel bilimler gibi kesin
olmadığının göstergesidir. Temel bilimlerde evrimi, kütle çekim kanununu, big bang teorisini
herkes bir noktada kabul etmek zorunda kalır. Fakat sosyal bilimlerde Locke’nin Hobbes’in
Spencer ’in görüşleri hayatın her yerine tam olarak uygulanamaz.
Hukukun ilerici gelişimine dair aydınlatıcı bir açıklama sunmaya çalışmıştır. Spencer ’in
toplumsal evrim hakkında çalışmaları bulunmaktadır. Spencer resmi bir eğitim almamış ve
üniversite diploması da bulunmamaktadır. Spencer amcası Thomas’ın yanında erken dönem
eğitimini almış(amcası çok zengin bir adamdır) daha sonra ise Londra demiryollarında
mühendis olarak çalışmıştır.
Amcası Thomas’ın ölümü ile birlikte ona kalan mirası aldıktan sonra işi bırakmış ve kendi ilgi
alanlarının peşinden gitmiştir. Spencer öldüğünde Viktoryen dönemin en ünlü entelektüel
düşünürü olarak anılmıştır. Hatırlarsanız Spencer ’den önce anlattığımız düşünür bir sördür.
Burada aklımıza felsefeden bir hatırlatma gelsin, Aquinalı Thomas dönemindeki keşişler
halktan topladığı parayı Thomas’ın eğitimine harcamışlardı. Thomas ise bu eğitim sonucunda
Paris te profesör olmuştur. Spencer’in ise bir üniversite diploması dahi yoktur.
Spencer ’in okudukları konusunda çok seçici olduğunu görmekteyiz. Bunu da eserlerinden
anlamaktayız. Çünkü o dönemdeki yazılmış psikoloji, felsefe üzerine yazılmış eserlerden pek
beslenmemiş ve bunları da kendi eserlerine yansıtmamıştır. Spencer öldüğünde 19. Yy’ın en
bilge insanlarından olduğu düşünülüyordu. Hatta Uiris Causer adındaki eleştirmen Spencer ‘in
derinliklerde sığ bir filozof olduğunu düşünerek onu alaya almaktadır. Mesela Hobbes ’da çok
kitap okuyan biri değildi. Tabi ki buradaki az anlayışı bizim az anlayışımızdan çok ötesinde bir
yerdedir.
Burada değinmemiz gereken bir diğer kavram ise Lesses Pairre. Bu kavram Fransızca bir
kalıptır. İşte bu kalıp bugün dahi karantinadayken dünyada ekonomi topallarken herkes
fakirleşirken birilerinin zenginleşmeye devam etmesini ifade eder.
Burada aklımıza bir başka düşünür olarak Adam Smith gelmelidir. Adam Smith’in en önemli
eseri dediğimizde ilk başta Ulusların Zenginliği adlı kitabı gelir. Aslında bu yanlış bir
düşüncedir. Çünkü Adam Smith’in düşünce yapısını tam olarak temsil etmez. Adam Smith’i
günümüze uyarlarsak günümüzün CHP’lilerine benzetebiliriz. Bu yüzden aklımıza şu eseri
gelmeli: Ahlaki Duygular Kuramı.
Bu kitabında basitçe ‘Birey toplum değildir. Eğer birey hayatını sürdürmek istiyorsa toplumu
göz ardı etmemelidir.’ Şeklinde özetleyebiliriz. Sadece devleti kenara atmaktadır.
Spencer ’in sosyal evrim teorisi olduğunu söylemiştik. Bu sosyal evrim teorisi nedir peki?
Öncelikle Sosyal Darwinizm diye bir şey vardır. Bu teoriye göre Darwin tekneye biniyor,
Galapagos adalarına gidiyor buradaki kaplumbağaların kısa boyunlu olduğunu görüyor ve
yükseklerdeki çalıları yiyemeyeceğini düşünüyor fakat bu kısa boylu çalıların daha önce uzun
boyunlu kaplumbağalar tarafından yendiğini gözlemliyor. Bu şekilde Sosyal Darwinizm fikrini
ortaya koyuyor.
Ayrı bir gözlem ise son on yılda ABD’de gerçekleşen kasırgalarda arka bacakları kısa olan
kurbağaların hayatta kalmayı başardıkları gözlemleniyor. Bu şekilde uzun bacaklı olan kurbağa
türünün yok olduğu gözlemleniyor.
Spencer ’in sosyal evrim teorisinde en güçlü ve en yetenekli insanların hayatta kalma
mücadelelerini ve nihai olarak hayatta kalmalarına inanıyor. Güçlü ve uygun olanın hayatta
kalacağını söylüyor. Bunu da Survivor Of The Fittest En Güçlü Olanın Hayatta Kalması
(Darwin’in evrim teorisinden etkilenmiş ve topluma uyarlamıştır.)olarak adlandırıyor. Uygun
olan kavramından zenginler anlaşılmalıdır.
Her şeyin evrime uğrayacağı görüşü hakimdir. İlerici değişikliklerin meydana geldiğini
söyler(İlerici değişiklikler konusunda Maine’den etkilenmiştir.) Toplumun nüfusunun
büyüklüğünün artmasıyla ilerici değişimlerin ortaya çıktığını söyler. Toplum evrimleştikçe
kurumların kendi içinde heterojenleşeceğini söyler. Küçük çember kurumlarındaki görevlilerin
daha az olacağından bahseder.
Çember büyüdükçe işlerin daha çok karışacağını söyler. Örneğin, Atina’daki demokrasi
aklımıza gelsin. Küçük bir topluma doğrudan demokrasiyi uygulamak mümkündür.
Günümüzün İsviçre’si yani kantonlar örnek gösterilebilir(Atina demokrasisine) Daha sonra
nüfus arttıkça yani çember büyüdükçe demokraside vekil sistemine geçildiği gözlemlenmiştir.
Spencer homojen oluşun heterojene dönüşmesini ilericiliğin göstergesi olarak
tanımlanmaktadır. Bir toplum ne kadar heterojen ise siyasi örgütlenmesi de o derecede ayrıntılı
ve farklılaşmıştır. Otorite ile siyasi kurum ortaya çıkar ve siyasi otoritenin de ilk örneği bir
kişinin kendisini baş ilan etmesidir. Heterojen olmayla birlikte toplumsal farklılaşma meydana
gelir ve bu farklılaşma bir kişini kendini baş ilan etmesi sonucunda daha sonra gelişim, şeflerin
şefi şeklinde devam eder.
Toplumsal evrim ile birlikte krallar, yerel yöneticiler, küçük şefler belli bir hiyerarşi oluşturur.
Orta Avrupa’da bu durum şu şekilde idi: Feodalitede derebeylik ve derebeylerin bağlı olduğu
krallıklar vardı. İşte bu kralların da krallarına da imparator denirdi.
a)Militan Toplum: Bir toplumun her zaman diğer toplumlarla savaş halinde olması özelliğiyle
tanınır. Burada aklımıza İnkalar gelsin. İnkalar Güney Amerika’da yaşayan, zengin kaynakları
olan, yöneticilerinin adeta Tanrı özelliği taşıdığı savaşçı toplumdur. Mısır toplumu da militan
topluluk olarak kabul edilebilir.
Militan toplumlar varlıklarını tehdit eden dış düşmanlarla baş edebilmek için merkezi ve
nispeten farklılaşmamış hükümet yapısı otoritesini benimserler. Buradan anlaşılacağı üzere
toplumları yönetmek için gruplara ayırma yöntemi vardı.
Militan toplumlarda ordunun harekete geçirilmesi için yöneticiler despotizmi benimsemişlerdir.
Militan toplumdaki yöneticiler baş rahip, baş komutan, önde gelen siyasi lider özelliği
taşımaktadır.
Siyasi düzenlemelerinde despotça zorla halk örgütlenir ve yöneticiler zorunlu işbirliğinde ve
ayrıca savaş çabalarında, kolektif eylemlerinde bulunmaya zorlanması konusunda siyasi
düzenlemeleri yapmışlardır. Militan toplumlarda yöneticiler tüm sivil hakları askıya almak
zorundadır. Militan toplumlarda yöneticiler bu şekilde bireyi sahiplenir. Buradaki sahiplenme;
doğrudan doğruya sahibi olma ,tahakküm kurma şeklinde anlaşılmaktadır. Yöneticiler
vatandaşların özel amaçlarına yalnızca işe yaramadıkları anlarda müsaade eder.
Geçen sene felsefe dersinde elma toplama örneğini vermiştik. Despot yöneticiler halkı gruplara
ayırarak belli bir işi sadece bir gruba vererek diğer grubun özel amaçlarına müsaade edebilir.
Spencer’e göre İngiltere ilerlemecidir, savaşçı değildir. Tabi bu konu günümüzde tartışmalıdır.
İngiltere’nin sadece mal dağıtımı ve mal üretimi ile meşgul olduğunu söyler. Yani İngiltere
ticarete önem verir, savaştan çok diplomatik tehditlerle işini yürütür.
b) Endüstriyel Toplum: Neredeyse sadece mal üretimi ve onun dağıtımı söz konusudur.
Diplomatik baskılar bulunmaktadır bu dönemde. Dış düşmanlıklardan yoksun olan bu
toplumlarda otoriter despota gerek duymazlar bunu yerine kararlarını vatandaşların
mutabakatına uydurmak zorunda olan bir kaç yöneticiden oluşan toplumlardır. Ancak kararları
uygulamak için bir hükümet ve ademi merkeziyetçi anlayışın var olduğu görülmektedir. Bu ise
merkez adına yerel yönetim olarak da anlaşılabilir.
Devlet ticari işlemlerin haksız ihlalleri ile yasama yoluyla belli müdahalelerde bulunmaktadır.
Doğal rekabetle ilgili konularda sanayi toplumunda kapitalist ilişkilerde doğal rekabete devletin
karışmayacağı söylenir. Bu yüzden endüstriyel toplumlarda rekabet konularında bireylerin
iradesinin daha göz önünde olduğu anlaşılmaktadır.
Özetle Spencer toplumları hukuk sosyolojisini anlamak için açıklamıştır.
(Arkadaşlar bu dersi normal öğretim ve ikinci öğretimde Evrim hoca işlemiştir. Konu
anlatımındaki kopuklukları elimden geldiği kadar toparlayarak yazdım. Ayrıca bahsedilen
Düşünürleri Evrim hoca isimlerini yazarak sınava yakın bizimle paylaşacağını söyledi. İyi
çalışmalar dilerim.)
Hatice Bekler
4. Hafta Hukuk Sosyolojisi Ders Notu
Sosyolojinin prensipleri 1898 yılında yazılmış bir kitaptır. Spencer hukuki sosyolojinin beş
evrimsel aşamasından bahseder. Bu beş evrimsel aşama aynı zamanda sosyolojinin beş ana
kaynağına vurgu yapar.
1)Bireysel çıkarların uzlaşması
2)Miras kalan gelenek
3)Ölmüş liderlerin özel emirleri
4)Yaşayan yöneticinin iradesi
5)Yeniden oluşturulmuş biçimde bireysel çıkarların uzlaşması
Burada gördüğümüz şey bu beş aşamanın birden beşe doğru yeniden oluşturulmasıdır, birinci
kaynak bizi beşinci kaynağı ulaştırmaktadır.
1)Bireysel Çıkarların Uzlaşması : Bu şey hukuki gelişimin ilk aşamasıdır. Yasalar bir
toplumun hakim duygu ve fikirlerinden ortaya çıkar. Bu Premodern toplumlar öncesi toplumlar
az gelişmiş hükümet otoritesine sahiptir, belli düzgün bir devlet yoktur. Bir devlet aygıtından
yoksun olduklarından dolayı suçların suçludan nasıl tazmin edileceği gündeme gelir. Kişi
bireysel olarak tazmin eder, burada ise intikam dediğimiz şey devlet tarafından değil mağdur
ve mağdurun akrabaları tarafından ve genel olarak toplum tarafından alınır.
Hukuki gelişimin bu ilk aşamasından suç ya da kamu zararları kabul edilen bir siyasi organı
ilgilendiren bir eylem ile suçları haksız fiil ile arasında ya da kişisel yaralama dediğimiz şeyle
özel taraflar arasında bir fark yoktur.
Borçlar hukukunda haksız fiilin bir zarar oluşturduğu ve haksız fiilin nasıl oluştuğunun bir
önemi yoktu, kusurluluk seviyesini ölçme durumu vardı( bu durum ceza hukukunda da vardır.)
Örneğin, A kişisi B kişisini yaraladı ve vücut bütünlüğüne zarar verdi. B kişisi hastaneye gidip
polise durumu anlattı, polis gidip savcıya haber verdi. (çünkü bu kamuyu ilgilendiren bir
durumdur) Suçların kamusal niteliği vardır. Savcı hakime gitti ve dava görüldü. Kişi burada
benim ceketimin zararını da karşılayın derse bu durum kamuyu ilgilendiren bir durum olmadığı
için dikkate alınmaz .
Buradan anlamamız gereken şey haksız fiili ilgilendiren kısmı ayrı cezayı (kamusal alanı)
ilgilendiren kısım ayrıdır. Bu ayrım ile premodern dönemdeki ayrım arasında bir fark yoktur.
Bireysel çıkarların uzlaşmasına dayalı kanunsuz hukuk uygulayan toplumları örnek olarak
Kuzey Amerika Kızılderililerini örnek gösterebiliriz.
Örneğin, kadınların iffetine büyük önem verilir. Şayen kabilelilerinde cinsel saldırıların
suçludan kişisel intikam alma yoluyla çözüldüğü görülmektedir.(bekareti bozmak, bir kıza
saldırmak) bu özel bir suçtur. Suçlu eğer geçici sürgüne gitmiyorsa (izolasyona uğramıyorsa)
mağdurun yakınları tarafından ölüm riski altında kalır. Mağdurun kadın akrabaları failin evine
hücum ederek mülkünü yok ederler ve atlarını öldürürler.
Lex Talionis, suçun sonucu olarak uğranılan yaralanmaları veya kayıpları eşitlemek üzerine
kuruludur.
Örneğin A, B’yi yaraladı demiştik. Kıyafeti zarar gördü, vücut bütünlüğü zarara uğradı, sağlığı
sekteye uğradı, onuru şerefi zedelendi. İşte burada adaletin işlenmesi gerekir.
Ya da başka örnek A ile B sözleşme yaptı. A edimini ifa etmedi ve b edimini ifa etti. İşte bu
durumda edimlerinin eşitlenmesi gerekir. A nında edimini ifa etmesi gerekir.
Hukuki gelişiminin bahsedilen bu ilk aşamasında ilgili bireyler arasında hak taleplerinin eşitliği
konusunda özel bir kaygı vardır. Herhangi bir bireye karşı yapılan şeyin intikamı mutlaka
alınmaktadır.
Bir de adetler vardır. Adetler toplumun üyelerinin davranış kurallarını oluşturan emirlerdir.
Bu topluluğun üyeleri bu gelenekleri kimden alıyor? Örneğin bayramda büyüklerinin eli öpülür
biz bunu annemizden babamızdan öğreniriz onlar da kendi annesi ve babasından öğrenmiştir.
Sonuç olarak gelenekler ölü insanlardan alınmaktadır yaşayan insandan ise gelenek
öğrenilmektedir. Geleneğin kaynağı ölülerdir.
Spencer’a göre bu tür kalıtsal hukuku elde etme prosedürü birkaç adımdan oluşur.
→Yardım ve rehberlik arayışı : Bu yardım ve rehberlik arayışında, örneğin önümüzde bir
mesele var ancak devlet diye bir şey yok. Meseleyi çözmek için bu durumda geçmişe bakılır.
Ataların ruhlarını çağırma konusu gündeme gelmektedir.( Şamanlık İslamiyet öncesi Türker)
Ölmüş olanlardan yanıt arama ve yalvarma durumu söz konusudur. Burada yalvarma
ritüellerine ek olarak Shibboleth’ler vardır.
→Shibboleth’ler: Her kabilede vardır ve her grubun insanının (sadece gruba ait olan insanların)
kullandığı belli başlı kelimeler, cümleler, onlara özgü sloganlar anlamına gelmektedir. Bu
sloganlara örnek olarak günümüzde mottolar, markaların sloganları örnek verebilir.
→Ölü Ruhlardan Yanıt Alma: Medyum, kahin aracılığıyla yapılmaktadır.(Şaman denilen kişi.)
Bu dönemde Şaman denilen kişiler bizim göremediğimiz öte alemleri gören kişilerdir. Öte
alemi dinlerler, anlarlar, yanıtlarlar ve kişilere aktarırlar. Bunu ise rüya alemine dalarak
yaparlar.
Medyumun aldığı cevap ölülerden geldiği için gelenek olarak nitelendirilir ve bu alınan cevap
emsal niteliği taşımaktadır. (günümüze örnek olarak içtihadı birleştirme kararları verilebilir.) .
Burada vurgulanması gereken nokta, uygarlığın ilk aşamalarında geçmiş nesillerin miras
bıraktığı geleneklerin yaşayanlar tarafından yapılan yasalardan çok daha büyük ölçüde kamusal
davranışları kontrol ettiğidir. Ölüler daha büyük söz hakkına sahiptir.
Bu ölülerin bazıları daha değerli olabilirler her ölüm aynı değildir. Örneğin, Firavun denilen
kişi Antik Mısır’da sadece devlet başkanı değil aynı zamanda tanrı olarak da görülüyordu.
3)Ölmüş Liderlerin Emirleri: Hukuki gelişimin bu üçüncü aşamasında seçkin ölülerin
buyrukları yukarıda bahsedilen gelenekler dizisine yeni bir şey eklemiştir.
Seçkin ölüler (Şefler, krallar) hayattayken tanrısal varlık olarak kabul ediliyorlardı. Ve bu
kişilerin emir ve öğütlerine özel bir saygı gösterilmesi gerektiği görülmekteydi. Bunlar üzerine,
kutsal bir davranış kalıbı oluşturulmaktadır. Bu seçkinlerin doğa üstü rehberliği rüyalar,
kahinler, kutsal törenler aracılığıyla elde edilmektedir.
Bu ilahi yasaların ihlali en kınanacak suçlardır ve en ağır şekilde cezalandırma yapılır. Burada
ihlal, otoriteye itaatsizlik olduğu için daha ağır cezalandırma yapılmaktadır.
Spencer, itaati yasanın temel emri saymaktadır. İtaat yasanın temel emridir diyen düşünür geçen
yıl hukuk felsefesi dersinde gördüğümüz düşünür olan Hobbes’tir. Dolayısıyla itaatsizlik temel
suç olarak karşımıza çıkar. İşlenen fiilin özündeki suçluluk nedeniyle beraber o eylemin
arkasında ima edilen itaatsizlik nedeniyle cezalandırma yapılır. Bizi ilgilendiren şey emre itaat
edilip edilmediğidir, başı veya sonu bizi ilgilendirmez.
Kralın yasasının ihlalinin kralın otoritesine karşı suç olduğu düşüncesi hükümdarın mutlak güce
sahip olduğu düşüncesinden köken almaktadır ve halkın hükümdarla ilişkisinin kölece olduğu
Militan toplum türünde kendini göstermektedir.
Sonuç olarak kurban ibadetleri, kamusal görevler, ahlaki edimler, sosyal törenler, yaşam
alışkanlıkları, endüstriyel düzenlemeler (üretim faaliyetleri) aynı dini temele oturtulmalıdır.
Tüm suçlar bir noktada dini kefaret içermelidir. Bunlar kutsal hukuk ile seküler hukuk arasında
bir ayrımın olmamasına neden olmaktadır.
(Hukuk felsefesinde doğal hukuk teorilerinin en üstünde olan şey tanrının yasasıydı.)
Bu yüzden artık kutsal hukuk ile seküler hukuk arasında bir ayrım yapılabilir hale gelmektedir.
Tanrı’ya karşı işlenen suçlarla insana karşı işlenen suçlar arasında bir farklılık olduğu daha net
görülmektedir.
Toplumlar endüstri tipinde evrildikçe bireysel çıkarların mutabakatına dayalı hukuk egemen
olmaya başlamaktadır. Yöneticinin iradesine dayalı hukukun yerini karşılıklı uzlaşı almaktadır.
Böylece Spencer, Henry Maine’le aynı şekilde hukukun evrimini statü kavramından sözleşme
kavramına doğru götürdüğünü görmekteyiz. Önce her şey statüdeki eşitsizlik ile başlamakta ve
sonrasında sözleşmeyle tarafların eşitliğine doğru gitmektedir.
Spencer in fikirlerine baktığımız zaman William Graham Sumner karşımıza çıkar. Belli başlı
bir bakış açısı sunar. Bu kavramlarla anlatmaya çalıştığı şey hakların ve örf adet hukuku ve
pozitif hukuk arasındaki ilişkiye dair meseleleri açıklamaktadır. Hukukun kökenleri tanımı ve
gelişimine ilişkin yorumlarını da Sosyal Darwinizm kavramı ile ifade eder.
Sosyal Darwinizmde, The Survivor of The Fittest ( En güçlü olanın hayatta kalması) anlayışı
vardı . Spencer Bu anlayışı insanlar üzerinde uygulamıştı.
Graham Sumner 1840-1910 yılları arasında yaşamıştır. 1859’da Gale Üniversitesine gitmiş ve
mezun olarak Generally Gouthungen’e gitmiştir. Daha sonrasında Oxford‘a gitmiş ve Gale ’ye
geri dönerek kürsüde ders anlatmış (Sosyal bilimler kürsüsünde) burada 37 yılını geçirmiştir .
Sumner, Spencer’in görüşlerini benimsediği için akademik konularda belli başlı tartışmalar
yaşamıştır. En ünlü kitabı Folk Ways’tir. Bu kitap ‘Halkın yöntemi, Halkın Geleneği’ anlamına
gelmektedir.
Sumner, Spencerci devlet müdahalesizciliğinin savunucusudur. Bunun yanı sıra liberal siyaset
teorisinde, Sosyal Darwinizm’e benzersiz kapitalist ilkeleriyle ile de dogmatik bir savunucudur.
-Kendine güven
-Özel mülkiyet
-Sözleşme Özgürlüğü
-Sosyal evrim
-Varoluş mücadelesi
-Yaşam rekabeti gibi kavramları kullanarak kendi bakış açısını yansıtmıştır.
Bireyin kendisi için varoluş mücadelesini sürdürme çabalarıyla, diğer organizmalarla içinde
bulunduğu rekabet; karşıtlık ya da karşılıklı yer değiştirme→ Bu Herbert Spencer’a göre doğal
rekabettir. Sumner ’in bu Sosyal Darwinizm’ de yaşam rekabeti ile ilgili ideolojik pozisyonları
vardır.
Sosyal Darwinizm ve yaşamın rekabeti orta sınıfların ve zenginlerin savunucusu olan Sumner
hayatta sosyal ve ekonomik rekabeti fikrini yüceltmiştir. Ve ona göre bu ilke nüfusun sosyal
olarak uygun olmayan kesimlerinin ortadan kaldırılmasını gerektirir.
Hitler bir liberaldir. Lesses Pairre der, bırakın yapsınlar anlayışı anlamına gelmektedir. Yani
devlet uzak dursun anlayışı . Ortadan kaldırma işlemini devlet yapamayacak bu işlemi
toplumun kendisi yapmalıdır Hitler’e göre. Hayvanlarda olduğu gibi uygun olmayan
elenmelidir. Hitler liberal olduğu için etnik kökene yönelik bir şey söylemez yani ırk ve dinle
işi yoktur.
Burada yaşama son verme aslında, katlanılmaz hayata son verme ile yaşlı ebeveynlere yapılan
bir iyilik olarak görülmektedir. Bir nevi Sosyal Darwinizm anlayışıdır. Bu yaşlılar sosyal
ekonomik yaşam rekabetine katılmadıkları için ortadan kaldırılırlar.
Sumner, orta sınıfı öven bir insandır. Orta sınıfı ise unutulmuş insan olarak tanımlar.
Biz toplumu zenginler, yoksullar ve orta sınıf olarak ayırmaktayız. Orta sınıf aslında buraya
ait bir kavram değildir. Orta sınıf; burjuvalar, orta sınıf ve işçi sınıfı sıralamasına ait bir
kavramdır. Orta sınıf diye bir sınıf var mı dersek, aslında burjuvanın özelliğinin örneğin fabrika
sahibi olmaları, işçi sınıfının ise bu fabrikalarda çalışan kişiler olmaları ve son olarak orta
sınıfın ise ücretli çalışan işçilerden olması (bir nevi daha dolgun ücretli çalışan kişiler.) gibi
kısaca açıklayabiliriz.
Sumner bu kişileri övmektedir çünkü bu toplumun ihmal ettiği kişiler yaygara koparmayan,
iyilik istemeyen, şikayet etmeyen insanlardan oluşmaktadır.
Peki bu grup(orta sınıf) işçi sınıfına nazaran bu eylemleri neden yapmıyorlar?
Çünkü memnunlardır, aldıkları maaşı beğenmektedirler.
Sumner sevilen sınıf dediğimiz (kedi, köpek sevmek gibi düşünelim) sınıfın insancılların ve
hayırseverlerin sürekli acıma duyduğu yoksullar olduğunu söylemektedir.
Yoksulların ,orta sınıfların ve devletlerin unutulmuş adamların üzerinde mali yükü vardır. İşte
bu adeta bir sırtta kamburdur.
Bu yük, yoksullara birinin bakması için devletin vergi alması ile olmaktadır. Devlet vergiyi
kimden almaktadır: orta sınıftan.
Büyük zenginler aslında çok bağış yapmazlar, yine orta sınıf insanlık anlayışı adı altında yardım
etmektedirler.
Eğer unutulmuş adamı önemserseniz, orta sınıfı, yoksulları önemsemekle suçlanır ve belli
yaftalara maruz kalırsınız . Sevilen sınıf için yapılan her şey, sermayenin boşa harcama
olmaması için bu sınıfın elenmesi gerekmektedir.
Unutulmuş adam için bir şey yapılacağı zaman, onun kazancını ve sermayesini güvence altına
almanız gerekmektedir.
Mesela:
Sermaye güvenliği
Yoksulların hor görülmesi Sumner ’in yaşamın sosyal rekabeti üzerine uzun uzun vaaz
vermesine sebep olmaktadır.
GELENEKLER VE ADETLER
Biyolojik iç güdüler zevk ve acıyı ayırt etme kapasitesi ile her insan zevke ulaşmayı
amaçlamasıdır.
İşte biyolojik iç güdüler deneme yanılma yoluyla sosyal varoluşa uygun olduğunu kanıtlayan
bazı alışıldık davranış kalıplarını tercih etmektedir. Biraz açmamız gerekirse bu söylediğimizi,
biyolojik iç güdülerimiz bizi zevk ve acıyı ayırt etmeye itmektedir. Doğru olanı seçmeye
yönlendirerek bunu deneme yanılma yoluyla yapmaktadır.
Daha sonra sosyal varoluş mücadelelerine uygun olduğunu kanıtlayan bazı kurallar
yaratılmıştır. Bunlarla birlikte geleneği var ederiz. Her ne kadar aslında bilinçsiz süreçler
olsalar da bu davranış biçimleri bireylerin açlık, sevgi, kibir, korku gibi durumları
karşılamalarını sağlamaktadır. Yani bu kalıplar sayesinde biz bu duygu hallerinde ne
yapacağımızı biliriz.
İşte burada insanlar bu sosyal gelişimi folklor ile öğrenirler . Bunlar ise:
Otorite
Taklit
Gelenektir.
Örneğin Sumner’a göre dil bir gelenektir. Dil insanların temel iletişim kurma ihtiyacını
karşılayan bir kavramdır. Savaş ve endüstri gibi ortak faaliyetlerde bulunmak için gerekli bir
mekanizmadır. Başlangıçta bireylerin gelişi güzel geliştirdiği bir mekanizmadır asıl olarak.
Daha sonra alışkanlıklar gelenek haline gelmiştir .
Örneğin taşı yerinden oynatma için gak guk dendi arkadaşınız da yeni şeyi söyledi ve bu şekilde
dil mekanizması gelişti. Daha sonra gelenek haline geldiğini görmekteyiz. Bu geleneğin bir
nesilden başka bir nesle aktarılması için bu geleneğin bir otorite tarafından kabul edilmesi
gerekmektedir.
Örneğin şuan günümüzde Sümerce konuşan var mı? Hayır. Çünkü bir devlet bir otorite bu dili
günümüzde kabul etmemiştir.
ADET
Halk gelenekleri toplumun refahı için gerekli hale geldiğinde, yani bilinçli bir süreç haline
geldiğinde adetlere dönüşmektedir. ( önemli)
Sumner, adetleri toplumda insan ihtiyaç ve arzularını tatmin etmek için geçerli olan şeyleri
yapma yolları ve bu yolların içinde bulunan ve o yollarla bağlantısı olan inançlar, kavramlar,
kodlar ve iyi yaşama için gerekli olan kodlar şeklinde tanımlamıştır.
Vatanseverlik :
Burada vatanseverliğin işlevi üzerinden tanım yapılabilir. Ama nihai olarak kök tanım aslında
Sumner ’de bunu söyler : Vatanseverlik bir ülkenin kimlik ve birlik ideolojisini belirtir.
Vatanseverlik birlik ideolojisidir, bu birliğin üyelerine bir kimlik verir. Ayrıca toplumun ulus
devlet olarak varlığını sürdürmesini sağlar .
Ayrıca adetler bir toplumda neyin iyi kötü uygun olduğunu belirler ve dikte eder.
İnsan davranışlarına sınırlar koyarak toplumsal düzen oluşturur. Bunun olumsuz terimlerle
ifade edilmesi ile TABU oluşmaktadır. Tabu, aslında adetlerin yasakladığı şeylerdir.
HAKLAR VE YASALAR
Hakları ya da adil olduğu düşünülen yetkilerin adaletle öngörüldüğü düşüncesini Sumner kabul
etmektedir. Bu yüzden hakların geleneklerin gelişiminden önce dile getirilmeyeceğinden
bahseder. Yaşam, özgürlük, mutluluk arayışı gibi haklar(biz bunları daha önce liberal
filozoflarda örneğin Locke ‘ta görmüştük.) daha sonraki felsefi gelişmeler ile atasözü, özdeyiş,
mit hatta yasaya geçtiğini söyler. Aynı zamanda bu geçişin kusurlu bir geçiş olduğundan
bahseder.
Modern filozofların doğal arklar seçimini, hakların hukuktan önce hukuki kavramı olarak
yaratmışlardır. Yani hukuk yokken hakkın olmadığını, hukukun icadı ile hak kavramını
uydurmuşlardır. Haklar ise örf ve adete dayandığı için hukukun konusu olarak değil sadece
aslında siyaset olarak var olabilirler. Muhtemelen bu dönemde hukuk felsefesi olmadığı için bu
şekilde bir adlandırma yapılmıştır.
Ayrıca işte buradan hakların doğal, devredilemez, Tanrı kaynaklı olmayan, kaynağının mutlak
ve aşkın güç olmadığı ve aslında kaynağını iç gruplardan aldığını belirtir.
Haklar iç grup ve dış grup ilişkisi içinde var olurlar. İç grup dediğimiz şey aslında yaşadığımız
toplumdur. Bu toplumun yani iç grup üyeleri barış ve güvenlik duygularını birlikte paylaşır.
İç grupların dış gruplarla ilişkisi ise düşmanlık ve savaş ile mümkün olmaktadır. İç grup üyeleri
barış ve güvenliğin tadını çıkardığı sürece haklar konusunda tartışmaktan kaçınırlar.
Örneğin yine geçen sene felsefe dersinde gördüğümüz elma örneği gelsin aklımıza. Bir elma
tarlası var, bir lider var ve lider halka bu tarlanın yarısı benim yarısı sizin demekteydi. Güvenli
bir ortamda bu örnekte halk hakkını aramıyordu, eğer dışarıdan bir düşman gelip liderin
tarlasının yarısını alınca halk arasında huzursuzluk başlıyor demiştik.
İşte zor zamanlarda var olma mücadelesi zorlaştığımda insanlar adaletsizliğin acısını
yaşadıklarında ya haklarını talep ederler ya da hakların ihlal edilmesini protesto ederler.
Sumner bu şikayetçilerin bazı taraf çatışmalarına dahil olan daha zayıf daha yeteneksiz taraflar
olduğunu iddia etmektedir. Bu düşüncesinin nedeni ise zaten güçlü ve zenginlerin uyum
sağlayacağı ,güçsüz ve yoksulların şikayet edeceği, şikayetlerin sebebinin de kendi çıkarları
olduğunu söylemektedir.
Sumner hayatta kalma mücadelesinde haklarını talep eden kişilerin aslında rekabet kurallarını
değiştirmek istediklerini söylemektedir. Zaten hakların zayıf taraflara avantaj sağlamak için var
olduğunu düşünür ,bireysel haklara antipati duyar ve buna rağmen bu hakların sanılan görüşün
aksine toplumsal yağı için fayda sağladığını da kabul eder.
Sumner grubun gücü için, gereken barış için grup içi yoldaşların doğal rekabetlerini karşılıklı
alışveriş kuralları olarak görür. Buradan da anlaşılacağı üzere Sumner hakları felsefi ifadeler
olarak görmektedir. Sumner adetlerin toplumların hayatta kalması için gerekli olduğunu
düşünür ve yasalara da yansıtılması gerektiğini söyler. Ayrıca hakkın felsefi yönetim biçimi
olduğunu, yasanın ise gelenekten kaynaklandığını söyler.
Örf ve adet hukuku, geleneklerini aldıkları atalarına insanların duyduğu saygıyı ifade eder. İşte
burada bir örnek vermemiz gerekirse,
Event Richter diye bir antropolog var, Afrika Sudan’daki sığır çobanları ve Noel toplumlarını
incelemektedir. Bu toplumların yazılı kanunları olmadığını görüyor, zarar ve tazminat konuları
da dahil tüm yaşam biçiminin örf ve adet hukukuna dayalı olduğunu söylüyor. Zarar, zina, ulus
kaybı ve benzeri durumlar için geleneksel tazminatların olduğunu gözlemliyor. Hüküm verme
makamının ise olmadığını görüyor( yani burada devletin olmadığını anlamamız
gerekmektedir.)
Ayrıca burada farklı kabileler arasında da tazminat söz konusu olmadığını görüyor çünkü her
kabilenin adetlerinin farklı olduğunu aktarıyor. Bir kabilenin diğer bir kabileye tazminat
dayatması yapabilmesi için devlet unsurunun olması gerektiğini söylüyor. Bu deneyimleri ile
tazminat ödense bile yasal biçimde sürecin ilerlemediğini fark ediyor. Aynı konuda bir başka
kişi zarara uğrasa da konunun dava konusu haline gelmediğini görüyor(Hocamız
Çatalhöyük’teki hukuka bakmamız gerektiğini söyledi.)
Sonuç olarak bu kabilede davanın olmadığını, bir erkeğin zor ya da zor kullanma gücü dışında
tazminat elde etmesini imkansız olduğunu gözlemlemiştir.
Pozitif hukuk yaratmak için ilk olarak faydalı sonuçlar doğuracak, pozitif hukuk düzenlemeleri
doğurabilmek için belirli bir kapasite var mı yok mu incelenmelidir. Daha sonra yasal
düzenlemelere uygun yaptırım anayasaya uygulanmamalı, esneklik sağlayacak hukuk sistemi
var olmalıdır.
Örneğin, takdiri indirim ve artırım sebepleri. İşte bu sebeplere hukuk sisteminin izin vermesi
gerekmektedir. Daha sonra ise yasal düzenleme ya da onun meşrulaştırıcısı olan hükümetin
elinde bu yasaları gerçekleştirecek halk desteğinin olup olmadığı incelenmelidir. Son olarak ise
polislerin, insanların yasalara uymadı için yeterliliği var mı?(Fiziksel güç var mı?) buna
bakılmalıdır.
Örneğin, bir toplumda uyuşturucu, fuhuş artıyor, bu artıştan önce örf adet hukukunca bu
eylemleri işleyenler kınanıyor daha sonra toplum bir şeyin yasak olması yönünde karar veriyor
ve bu yasaklanan şey pozitif hukuk alanına giriyor ve cezai sonuçları doğuyor.
Burada aslında şu söylenir, amaç olarak toplumda bir şey gerçekleştirme, araç olarak da yasalar
karşımıza çıkmaktadır. Sumner böylece insanların ahlaka aykırı davranışlara izin vermeme
isteği duymaları ile yasa yaptıklarını söyler.
Genel olarak adetlerin sosyal yaşam üzerinde çok güçlü etkileri vardır. Toplumun biçimi
değiştikçe adetler yerini yasalara bırakır. Sumner bunu kısaca devlet yasalarının halkın
yasalarını değiştiremeyeceği olarak tanımlar. Yani devlet yasalarının halk yasalarını
benimsemesi gerektiğini söylemektedir.
Yaygın kanı aksine Sumner toplumsal değişime yönelik tüm girişimlere karşı değildir. Hukuk
pozitif araç olarak görmez, aktif bir araç olarak toplumu değiştireceğini söyler ya da hukukun
toplumu bir yerden bir yere götürmeye çalıştığını düşünür. Aslında geçtiğimiz yıllarda
gördüğümüz hukukun işlevi de budur.
Örneğin, Mustafa Kemal değişim der; bu bir ileri götürme işlevidir. Ya da kız çocuklarının
okula gönderilmediği bir toplumda kız çocuklarını okula göndermemek suçtur diye bir hukuk
car ettiğimizde bu hukuk adetlere aykırı olur fakat kız çocukları okullaşır, toplum ileri gider ve
aynı zamanda toplumda süreç acı bırakır. Nihai olarak ileri gitmede hukuk bir araç olur.
Direnme
Sumner, Adetlerin bir kez alışılmış sürekli olarak kullanılan toplumsal değişime direnç
göstermelerinin kanıtı olduğunu söyler. Ek olarak hem siyasi güce sahip bireylerin hem de genel
nüfusun sosyal reforma direnme olasılığının yüksek olduğunu görmektedir. Çünkü güç
sahipleri her türlü değişikliklere karşı çıkar.
Çünkü Statüko, gücün kurulu düzenin korunmasını ister, çıkarlarının korunmasını da ister.
Statüko aynı zamanda işçilerin belirli şartlarda yaşamasına karar verir, yoksulların nasıl
şartlarda yaşamasına da karar veren bir kavramdır. Statükolar belirli noktalarda yoksullara
faydalıdırlar. Yoksullar kimi zaman statükonun yıkılmasına karşı çıkabilir. Karşı çıkma
sebepleri ise kitlelerin kural olarak muhafazakarlardan oluşmasıdır, hayatı buldukları gibi
yaşamak isterler, gelenek ve alışkanlıklarla yaşamayı tercih ederler.
Değişim dediğimiz şey bu insanlar için aslında can sıkıcıdır, diğer taraftan bakarsak da adetler
de değişimden daha az dikkat çekici olan şey de bir taraftan onların da değiştiğidir yani adetler
de değişir.
Bu sorunun sorulması aslında toplumda belli başlı adetlerin değişmesidir. Geçen hafta baba
otoritesinden bahsetmiştik. Daha geçmişte baba otoritesini günümüze göre daha farklı olduğunu
açıklamıştık. Sonuç olarak adetler de değişime tabidir.
Hatice Bekler
Hukuk Sosyolojisi 5. Hafta Ders Notu
İngilizlerin liberal düşüncelerini oluşturan belli başlı aşamaları vardır. Bu aşamalarda belirli
toplum tahayyülünde bulunan kişiler vardı, geçen hafta bunlarda birlikte temel eserlerine de
bakmıştık.
Sumner ’da adetlerin bir kez alışılmış ve sürekli olarak kullanılmaya başladığında toplumsal
bir değişime direnç göstermesi meselesinden bahsetmiştik geçen derste. Çünkü Sumner’a göre
bazı insanlar için bazı değişiklikler can sıkıcıdır ve bu insanlar hayatı algıladıkları gibi
yaşamaktadırlar. Bu direnme ise Sumner’a göre krizler ve devrim yoluyla çözülebilmektedir.
[devrimlerde eski devlet yıkılmakta ve yerine yeni devlet kurulmaktadır, reforma ise adetler
üzerine yeni yöntemlere başvurulmaktadır (örneğin bu saatten sonra şöyle yapalım gibi)] .
Pozitif hukuk böyle durumlarda toplumun ahlaki kanaatlerini yansıttığı için Sumner’a göre
pozitif hukuk dediğimiz şey rasyonel ve emredici toplumsal değişimi tetiklemenin bir yolu
olarak görülmektedir. Yani kaotik devrimci süreçlere vurgu yapmaktadır. ( insanların birbirini
yemesinin yerine sükunet içinde halletmeyi tercih etmektedir. )
Sumner’ ın en sık kullandığı ifadelerden biri de yasamanın güçlü olması için adetlerin
tutarlı olmasıdır.
Sumner’a göre pozitif hukukun sosyal reforma katkı yapabildiği ölçüde en uygun şekilde
ritüelistik uygulamalar içermesi gerektiği düşüncesindedir.
Bu ritüellerin toplumu bağdaştırmak için bir mantığı vardır . İnsanların belirli davranışlarının
ritüel yoluyla değiştirilmesi ,düşüncelerin ahlaki kanaatlerine karşılık gelen değişikliklere
neden olmaktadır. Toplum hali hazırda zaten böyle değiştirilmektedir yani ahlaki kanaatler,
yeni adetler yaratılmış olmaktadır.
Hem ahlakı belirledik hem geleneği belirledik hem de adetleri belirledik işte bu belirlenen
şeyler arasında bir yerde uyuşmazlık çıkarmaktadır. Yasaları değiştirmeye çalıştığımızda belli
problemler doğmaktadır işte burada devrim yaparak pozitif hukuka bağlı olarak yasaları
değiştirmeye çalışma sonucunda bunların adetlere uygun olması gerekmektedir .
Sonuç olarak yeni adetler yaratmanın yolu yeni ritüelistik şablonlar oluşturmaktan
geçer.
Böylelikle Sumner’ı bitirmiş bulunmaktayız.
Grand Style dediğimiz şey yeni ihtiyaç oluşturarak hukukun yeniden biçimlendirilmesidir.
Devrim sonrası dönemde eşsiz bir AB‘de hukuk sistemi yaratmak için Grand Style’a ihtiyaç
duyulmuştur. Bu dönüşümden en çok yararlananlar ise servetlerini biriktirdikten sonra artık
pratik ve esnekliğe ihtiyaç duyanlardır. Burada anlamamız gereken şey şudur; belli ekonomik
ihtiyaçlar, ekonomik baskılar hukuku belli şekilde dizayn etmektedir. Burada ekonominin
rahatlıkla serpilebilmesi için liberallerin bırakın yapsınlar anlayışına ihtiyaç vardı. (Lesses
Pairre)
Hukuk için baktığımızda bu söylediğimiz şeyler kıyastan daha büyük bir imkan sağlamaktadır.
Holmes, hukuku bir ulusun yüzyıllar boyunca olan gelişiminin bir öyküsünü barındırdığı
görüşündedir. Hukukun bir matematik kitabının aksiyomları sonuçlarını inceliyor gibi ele
almadığını söylemektedir. (İlk haftaki dersimizde bunu söylemiştik: hukukun ne olduğunu
bilmek için ne olduğunu ve ne olma eğiliminde olduğunu bilmemiz gerekir.) Bunun için
dönüşümlü olarak yasa teorilerine bakmamız gerekmektedir. Aynı zamanda hukuk tarihi
bilinmelidir. Buradaki en zor iş Holmes’a göre bu ikisini her aşamada yeni ürünlere
dönüşmesini anlamaktır. Yani yeni bir hukukun ürününün ne işe yaradığını anlamak önemlidir.
Ayrıca Holmes ürünü anlayabilmek en zor iştir demektedir.
Holmes’in argümanlarının ana fikri “ Hukukun toplum için neyin uygun olduğuna ilişkin
değerlendirmelere göre ortaya çıktığı ve geliştiğidir”.
Holmes bu yaklaşımda son derece pragmatiktir. Zira hukukun günlük yaşamın pratik
deneyimleri ile ayrılmaz bir şekilde bağlı olduğu görüşündedir. Örf adet hukuku doktrini
sağduyuyla desteklenmediği halde hayatta kalamayacağını da söylemektedir. Bu fikir bize
yabancı gelmemelidir. (ahlaki kuralların zamanla silinip hukukun kapsamı altına gireceğini biz
evrim sürecinde de anlatmıştık.)
Ahlak kurallarına bağlı olduğu iddia edilen toplumların yoksul düşkün kimselerin olduğu
ülkenin yaratılması için şöyle demektedir,
“Böyle bir toplumda, ahlak ekstra desteklenmezse zaten silinip gidecektir. Hukuk toplumdan
kaynaklanıyor dediğimizde kaynak ahlak değildir, toplumun ihtiyaçları ve ekonomisidir.”
Bu ortaya atılan tezinde Holmes hukuku birincil kaynaktan toplumun gerçek duygu ve
taleplerinden doğmuş olduğu sonucuna varır ve bu şey ise ahlak değildir .
Ayrıca hukukun toplumsal isteklerin genel mutabakatından kaynaklandığını inanmamaktadır.
Spencer gönüllü iş birliğinden bahsetmişti, Sumner ise toplumun ahlak sıkışmasından devrim
ve reform oluşur demişti. Bu anlatılan teorilerde bir yerde geçen seneki felsefe derslerinden de
hatırlayalım uzlaşı ya dayanmaktaydı. Rousseau bu uzlaşıya genel iradenin tecellisi diyordu.
Holmes işe şunu söylemektedir:
*Uzlaşı yoktur.
*Bir kesimin belli dayatmaları vardır.
Holmes’a göre hangi kamu politikalarının yasalaşacağını hangilerinin kenara itebileceğini
belirleyen şey toplumsal çatışmadır.
Şöyle ki hukukun gerçek kaynağının toplulukta ki fiili üstün gücün iradesi olarak görmektedir.
Fiili üstün güç ne anlama gelir peki?
Üstün güç Hobbes ve Rousseau’da da vardır. Bu üstün güç bir kabule dayanmaktadır. Bu kabul
toplumsal sözleşme ile egemeni belirleme yani halka bağlanmaktadır. Burada halk ise %51’dir
yani çoğunluğu bulmaktır.
ROSCOE POUND
Pound sosyolojik ihtiyaç programını göz önüne getirmiş ve hukuki şekilciliğin temel ilkelerine
nasıl karşı çıkmıştır öncelikle bunu inceleyeceğiz. (Böylelikle Holmes konusu burada sona
erdi.)
ART DECO
Sanat akımı tam da o dönemde yaşayan insanların dünyadan beklentilerini gösteren bir
unsurdur. Birinci Dünya Savaşı’nın vaatleri savaşların biteceği, insanların zengin olacağı
yönündeydi. İnsanlara bu şekilde savaş motivasyonu veriliyordu. Haçlı zihniyetinin son
bulacağını düşündürüyordu ve insanlarda bu şekilde motivasyon oluşturuluyor. Fakat savaş
sonucunda milyonlarca insan ölerek aynı zamanda da sefalet meydana geldi. İnsanlar bu
durumdan memnun olmadığı için de hoşnutsuz insan toplulukları meydana gelerek
ilerlemeci düşünceye olan güven bu şekilde azalmıştır.
Dünyanın tam olarak toparlanamayacağı bir şüphe iklimi meydana gelmiştir.
Virginia Üniversitesi’nde görev alan Edward White isimli bir profesör bu durumu şu şekilde
ifade etmektedir:
“Savaş öncesi insanların gözde durumu olan ciddiyet yerini alaycılığa bıraktı, sosyal
sorumluluk yerini yabancılaşmaya bıraktı erdemlilik yerini iki yüzlülüğe bıraktı.”
WİLLİAM JAMES
1842-1910 tarihleri arasında yaşamıştır. Pragmatik felsefenin babasıdır. Pragmatizm kök
olarak eylem sözcüğünden gelmektedir. 1920 ve 30‘larda pragmatik felsefe hakimdir.
Pound hukukun amaç değil araç olduğunu söylemişti geçen derslerde bahsettiğimiz üzere.
Pound‘a göre toplumda fayda sağlamak için hukukun varlığına inanılmaktadır.
James Pragmatizmi,
İlk şeylerden, ilkelerden, kategorilerden varsayılan gereklerden uzak durmak ve son şeylerde
meyvelerde, sonuçlara, olgulara bakmaktan oluşan yönelim olarak tanımlar.
Yani previze bir kalıp olan Türkiye’de sıkça kullanılan Hatice’ye değil neticeye bakmak
şeklinde de ifade edilebilir.
Bilimci gerçeklik, bilgilere ulaşmak için bir olayın pratik olguları eylemleri ve
sonuçlarına bakarak incelememiz gerektiğini söylemektedir.
İkincil olarak bu olguların eylemleri ve sonuçları, bunlarla ilgili sabit önceden oluşturulmuş
kavramlarla karşılaştırılacağını ifade etmektedir.
Realistler de hukuki formalizmin kavramsalcılığı anlayışına karşı şüphe getiren ampirik
yaklaşımın sonucunu diğer işler için hukuk kurallarının mantıksal ve sistematik olarak, yargı
kararlarının belirlenmediği ve bu kararların tüm zamanlar için hizmet edeceğini hakikat haline
getirmişlerdir.
James’e göre,
Pragmatizm bakış açısına göre hukuki ilkeler mutlak değil akışkandır.
Hukuka her yeni usul eklendiğinde hukuk formalizmin şekilciliği ve sabitliği bu şekilde
değişir, der ve bunu eleştirir.
Hukuki realizm için etkili olan bir başka düşünür de filozof olan John Dewey’dir.
JOHN DEWEY
1859-1952 yılları arasında yaşamıştır. Pragmatizmi daha doğru ifadeyle araçsallığı hukukta
biçimsel mantık, kıyas ve akıl yürütmenin rolüne ilişkin uzun sürelerle birlikte anlamak ve belli
başlı fikirler sağlamak üzerine çalışmıştır.
Dewey’e göre akıl yürütmede önceden belirlenmiş tutarlı sistemin oluşması için biçimci
içtihadın tümdengelimsel yönteminde bir avukatın müvekkilinin tavsiye vermesi
pratikliğin çok az değere sahip bir durum olduğunu söylemektedir.
Yasaları bilmeyi ve özellikle işe yaramaz yasaların nasıl işleyeceğini bilmek gereklidir, der .
O yüzden Dewey’e göre hukuki fikrin gerçekte nasıl işlediği ve uygulamada nasıl deneylendiği
önemlidir. Öncüllerden ziyade sonuçlar, mantık çıkarmaktan ziyade olasılık ihtimallerine
yönelik mantık bu şekilde olmalıdır.
*Yasal formalizmin katı tümdengelimsel yöntemi yerine araçsallık esas alınmıştır.
Dewey’in mantığı şudur:
→ Hukuk kuralları soyut öncül ile değil somut sonuç ile başlar.
→Daha deneysel ve esnek bir mantık ortaya konulur.
→Dava sonucu mantıksal akıl yürütmede kullanılacak en iyi yöntemleri ortaya çıkaran pratik
şüpheler ile meydana gelir.
→Her bir dosya için bir norm vardır ve bunlar başlangıç noktasıdır.
→Verilen kararlarda savcıların, hakimlerin düşünceleri ile normdan sapmalar olur. Bu sapmalar
ile başlangıç noktasına dönülmez.
→Bir hakim hukuka dair bakışı ile bir yerde bir karar verir ve tekrar başa dönmez ve bir sonraki
kararda da bu kısımlardan devam ederler.
Sonuç olarak,
Bu sebeple bu fikrini açıklamaktadır Dewey. Bu yöntemler daha sonra incelenir, değerlendirilir,
hakimlerin mantıklarının bazıları alınır ve yargıda kullanılmaya devam edilir. Bir başka kararda
bu şekilde kullanılır.
Hukuk Dışılık:
Bir hakimi etkileyen hukuk dışı faktörler nelerdir?
1. Hâkimin benliği( psikolojisi, ideolojisi yaşantısı)
2. Hâkimin içinde bulunduğu ortamda siyasi ve ekonomik güçler tarafından hakime baskı
yapılması
3. Ülkede bulunan hukukun kurumsal yapısı
4. Hâkimin içinde bulunduğu çevre (adliye ortamı)
5. Hâkimin bağlı olduğu kurumun çevresel yapısı (örneğin hâkimin bir dosya imza atmak için
adliyenin öbür ucuna gitmesi gerekmesi)
6. Ülkedeki bürokratik yapı
7. Hâkimin özel yaşantısındaki sıkıntıları (örneğin eşiyle kavga etmiş olabilir ve bundan dolayı
o günkü davada sinirle yanlış kararlar verebilir.)
8. Hâkimin çalışma şartlarının kötü olması
Realistler, işte bu hukuk dışı faktörleri dikkate alarak bunların hukukun ilgi alanına katılmasını
sağlamaktadırlar. Hukukun gerçeklerini, ampirik odaklanmayı, deney gözlem yoluyla yani
Rousseau’nun da Pound‘un da dediği gibi kitaptaki hukukla gerçekteki hukuk ayrımını
yaparken atıfta bulunduğu şeyden bahsetmektedirler.
Bir yargıcın davaya nasıl karar verdiği realistler için çok önemlidir. Bir başka önemli bir
konu ise burada davanın sonucunun ne olacağıdır. Bu durumların her ikisinin de nasıl
etkileyeceği hukuki kesinlik ile ilgilidir.
Bazı realistler bu durumu bir avukatın dava sonucunu tahmin etme kaygısıyla hareket etmesinin
en basit örneği olarak ifade etmektedirler. Bu durumun bazı istisnaları da vardır fakat
realistlerin bir çoğu hukukun tahmin teorisini hukuk bilimini tasarlamak için temel tema
edildiğini söyleyebiliriz. (çok önemli)
Realist hareket çok çeşitli teorik bakış açılarını temsil eden geniş ve farklı bir grup hukukçu
tarafından (örneğin uygulamacı avukat, hukuk profesörü vs) oluşan kavramsal farklılıklara
rağmen realistler hukuki formalizmi eleştirirken ampirizmi de paylaşmaktadırlar. Ampirik
görüş ise genel olarak hepsinde ortak bir görüştür.
LOUND FULLER
Hukuki gerçekliğinin en büyük eleştirmenlerinden biri de Lound Fuller’dir.
Fuller 1934 doğumludur. Burada önce hatırlamamız gereken bir isim daha vardır:
Karl Llewellyn
Fuller üç nedenle Karl Llewellyn’in hukuki realizmi en iyi temsil eden kişi olarak gördüğünü
açıklamaktadır:
1)Yolun başında olmaması, hukuki realizm ile ilgili bir çok çalışmasının bulunması.
2)Hukuki realizmle ilgili kapsamlı yazılar yazması, geniş kapsamlı olarak realist hukuku
tanımlaması.
3)Sosyoloji anlatımı yaparken felsefi düşünceleri ile katkı sunması.
KARL LLEWELLYN
Karlı Llewellyn 1893 1962 yılları arasında yaşamıştır. New York Brooklyn de doğmuştur
1911’de Yale’e gitmiştir daha önce bahsetmiş olduğumuz William Graham Sumner’dan
etkilenmiştir.
Sumner öldükten sonra fikirleri Yale’de yaşamaya devam etmiştir. Llewellyn, Sumner’ın
sosyolojik düşüncesinin etkilenmesinin sonucu olarak hukuk fakültesine gelmeden önce
çevresini inceleyerek hukukun tanımını yapmıştır. Bu tanıma göre,
“Hukuk denilen şey benim çevremde, kültürümde görülen sosyal bir kurumdur.”
Demiştir.
Yani daha önce hukukun doğasını gözlemlemiştir.
Llewellyn 1918 yılında Yale Hukuk Fakültesinden Kolombiya Üniversitesi’ne geçip ders
anlatmaya başlamıştır. Daha sonrasında ise Chicago Üniversitesi’nde ölene kadar ders
anlatmıştır.
Daha önceki derste bahsettiğimiz Edward White, Llewellyn’ in Gerçek Hukuk Bilimi
makalesinde bahsedilen konuyu, hukuki gerçekliğin öz perspektifi olarak nitelendirmektedir.
Yani bu makaleyi hukuki realizm perspektifi ile yazılmış bir eser olarak görmektedir.
İşte bu kağıttan kurallara karşın gerçek kurallar mahkemelerin, idari kurumların, kamu
görevlilerinin somut eylem ve uygulamaları için uygun stero sembollerdir.
Gerçek kuralları analiz ederken davranışçı ya da Llewellyn’in kendi deyimi ile ifade ettiği
gibi davranış içerikli bir yaklaşım kullanılmalıdır. Llewellyn, hukuki referans noktasının
hukuki şekilciliğin kavramsal ilkelerinden uzaklaşarak mahkemeler ve mahkemelerdeki
kararlardan etkilenenlerin gözlemsel davranışlarının ampirik bir bütünü ifade ettiğini
söylemiştir.
1949’da Llewellyn hukuku salt sosyal davranış olarak incelemenin ötesine geçerek analizinde
sosyolojik kurum kavramını vurgulamaya başlamıştır. (Kurum=İnstution)
❖ Sadece aktif davranışları değil, ilgili tutumları ilgili çevrenin toplumsal gruplarını ifade
etmesi
❖ Kurumun herhangi bir bölümünün diğer herhangi bir kurumla etkileşimlerinin, kurum
uzman personelini yeniden işe alması veya çıkartması için gerekli mekanizmalarla
birlikte kurumun yapısında bulunan belirgin unsurları da bir araya getirme isteği olması
Llewellyn’e göre hukuki realizm resmi bir ekol değildir. Ekol ve okul aynı sözcük
kökündendirler. Resmi ekol örneği olarak Doğal Hukuk Ekolü örnek verilebilir. Doğal Hukuk
Okulunun temel varsayımı ‘Tüm insanlar doğuştan tanrının onlara bahşettiği haklara
sahiptirler’ anlayışını içermektedir. Doğal hukukçuların hepsi bir fit’tirler ve bu yüzden de
Doğal Hukuk Okulu vardır (ekolü).
Frankfurt Okulu, Hyderberg Okulu, Harvard Okulu Chicago Okulu Vb.
İşte bu okul kavramını artık resmi bir yaklaşım olarak düşünebiliriz. Bunlar okul özelliğinden
çok hukukla ilgili düşünme ve çalışma hareketleridir. Llewellyn’e göre hukukçulardan oluşan
resmi bir ekol olması pek mümkün değildir çünkü hepsinin hemfikir olduğu temel inançlar
dizisi yoktur. Ancak az önceki doğal hukuk ekolünde insanların hemfikir olduğu bir düşünce
vardır (insanların doğuştan haklara sahip olması).
Realistler, kendi ayrı ve farklı işlerini yapan özgür temsilciler olarak karşımıza
çıkmaktadırlar.
➢ 2)Hukuk sadece kendi başına bir amaç değildir. Arzu edilen sosyal amaçlara
ulaşmak için bir araçtır. (Bu konuyu hukuki formalistlerde işlemiştik hatırlayalım.)
Dolayısıyla burada hukukun hangi amaçlara ulaştığı açısından değerlendirme yapmaktayızdır.
Başka bir değişle hukukun amacı topluma hizmet etmektir. Ve hukuk topluma olumlu katkıda
bulunuyorsa iyidir. Tersine, hukuk topluma olumsuz katkıda bulunuyorsa kötüdür.
Bu düşünce çizgisini takip eden realistlerin birçoğu mevzuat ve kamu politikaları ile ölçülü
reformlar yoluyla toplumsal değişimi teşvik etmeyi gerektiren yargısal bir çeşit aktivizm ile
uğraşan kişiler olarak kendilerini görmektedirler.
Reform yanlısı realistlerin birçoğu 1930’lardaki Büyük Buhran sırasında ABD Başkanı
Franklin Roosevelt’ in kurduğu belli başlı kurumlarda çalışmışlardır. (Borsa Komisyonu,
İktisadi Komisyonlar)
➢ 4)Realistler nesnel bir hukuk bilimine ulaşmak için olan ve olması gerekenin geçici
olarak ayrılması gerektiğini savunmaktadırlar.
Ampirik çalışma amacıyla hukukun herhangi bir bölümü ile ilgili olarak gelecekte ne yapılması
gerektiğine dair tüm değer yargılarının bir süreliğine askıya alınması gerektiği görüşündedirler.
Buradaki realizmin (gerçekçiliğin) ilk görevi şimdiki zamanda nesnel olarak neyin
bilindiğinin araştırılmasıdır. Bu araştırma doğrudan, betimleme, gözlem ve nedensel analiz
yoluyla gerçekleştirilmektedir.
Örneğin,
Ticaret hukukunda esnaflığın bazı şartları vardır. Vergi konusunda ise bulunulan yerin
metrekaresi dikkate alındığı düşünüldüğünde diğer esnafların aynı vergi ödememesi
durumunda şikayetçi olan esnaf üzerine vekil sadece ilgili esnafı ziyaret etmez, oradaki bulunan
tüm esnafları ziyaret ederek gözlem yapar. Daha sonra vekilin yaptığı örnekleme ile birlikte
konu yasalaştırılır.
Başka bir örnek ise,
KYK borçlarının silinmesi sadece tek bir kişi için yapılmaz. Rousseau geneli ilgilendiren
konunun tek bir kişiye yasa olarak uygulanmasına karşıydı hatırlarsak. Bu yüzden geneli
ilgilendiren bir konu toplumun tüm ilgili fertlerine yasa olarak uygulanmalıdır.
Örneğin,
Bir kişi borçlarını ödeyemedi ve hakim karşısına çıktı. Hakim ben senin borçlarını siliyorum
diyebilir mi? Diyemez. Çünkü verilecek olan o karar sadece ilgili kişiyi ilgilendiren bir karar
değildir ve bu yüzden de mahkemelerin de belli bir sınırı olmalıdır.
İşte buradan anladığımız şey belli başlı konuları değiştirebilmenin yolu yargı kararlarının
varlığıdır. Ve bu yargı kararları da yasa yerine geçebilmektedir.
İşte hukuki realizmin Amerikan hukuku üzerindeki etkisine önemini böylelikle görmüş olduk.
→Araştırma: Ampirik temelleri elde etmede sosyolojik çalışmalara daha çok yer verilmeye
başlanmıştır.
→Yargı: Hakimler sosyal faktörlerin yargılamada ne kadar önem arz ettiğini görmüşlerdir.
→Baro: Baroda hukukçular artık kitaplardaki hukukun yanında eylem halindeki hukukun
pratik sonuçlarını da dikkate almaya başlamışlardır.
MARX
Marx’ın bakış açısı her şeyden önce kapitalizm olarak bilinen ekonomik sistemin eleştirisi
ile ilgili olduğu söylenmelidir. kapitalizm ve onun hukuka dahil olmak üzere epifenomenleri
(gölge etkileri, ikincil etkileri) içkin olan çatışma ve çelişkidir. Bu kavramlara bakacağız,
çünkü bunlar yoluyla kuruyor Marx düşüncesini. Bu yüzden Marx’ın kapitalizme ilişkin
çatışmacı yazılarının genelde biz:
* Polemikçi
* İdeolojik
*Her zaman ekonomi ile bağlantılı olduğunu görüyoruz .
Polemik:
Marx’ın yazılarında polemikçi kısmını anlarız. Sadece bilim yapmak için yazmamıştır, aynı
zamanda bir meselenin kavgasını vermektedir.
İdeoloji:
ideolojik dediğimiz zaman ise geçen sene felsefe dersinden hatırlayalım bir somut gerçek
vardır( örneğin masaya vurmak). Bu gerçeklik reddedilmez, bunu biz zihnimizde algılamak için
somut hale getiririz. Bu durum zihinde somut olmasını sağlamak yani örneğin masa örneği
üzerinden gidecek olursak masayla bize vurulabilecek olmasıdır. Zihindeki somut ile somut
gerçek olduğu gibi örtüşmemektedir çünkü (masayı inceleyelim deyince masa imgenin ötesine
geçer) zihindeki somut bu şekilde somut gerçeğe yakındır.
Geçen sene felsefe dersinde verilen örnek (hocanın öğrenciye vurması) durumunda aklın bir
değerlendirmesi vardır. Spekülasyonları vardır, akılda teori üretilir. Örneğin öğrenci derse
hazırlanmadı hoca sinirlendi vurdu, örneğin erkeğin kadın üzerindeki eril tahakkümü şiddet ya
da hoca öğrenciden hoşlanmış olabilir. Bu fikirler yine zihne katılan şeylerdir. İdeoloji yanlış
bir bilinç biçimidir, olan şeyi olduğu gibi algılayamamaktır.
İdeolojinin günlük hayatta kullanılan sıkça bir tanımı vardır :
“Yanlı olmaktır”. Gerçeğe uygun bakmamaktır. Yansız bakmak zor fakat mümkündür. Örneğin
bir silginin aşikar bir biçimde düşmesi. Gerçekten düştüğü, yanlı bakılmadığı, fizik kuralları
bilimsel ,sistematik görüş ile gerçeğin hakikatine ulaşılır. Hakikat, formel bilimsel yollara
en yakın olandır. Deney ve gözlem yolu kullanılır. Sosyal bilimler zaten ideolojinin bir
marifetidir. Sosyal bilimlerle elde edilecek en net hakikat olan şey “ankettir”. Toplumun ne
istediği bu şekilde anlaşılır.
Ekonomi:
Geçen sene felsefe dersinde kölelik sistemi anlatıldı. Günümüzde kölelik olmasını istemeyiz
çünkü ahlaki gelmez. Bugün makineler işlerimizi görmektedir bu yüzden kölelik ahlaki
gelmemektedir. Zamanın şartları değişmiştir. Ekonomik durum, teknolojik gelişmeler bizlerin
ahlakını da etkiler. Bugün köleliği dikte eden bir hukuk sistemi kurulamıyor çünkü iktisadi
sistem değişmiştir ve iktisadi sistem köleler üzerinden yürümemektedir. Bu yüzden buna
ihtiyaç duyan bir hukuk sistemi de yoktur.
Marx, “Her zaman iktisadi sistem ekonominin üstündeki yapıdır.” demektedir. Buna alt yapı
da demektedirler. Her zaman ekonomi üstteki sistemi belirler. (ahlakı hukuku dini görüşü
etkiler)
Aynı dini mensupları arasında iktisadi sebepler yüzünden farklılıklar vardır. Örneğin bazı
bölgelerde günah ve sevap farkları vardır. Ekonomi böylece her şeyin belirleyicisidir. En tepede
üst yapıda ideoloji bulunmaktadır. İdeolojinin de belirleyicisi ekonomidir. Belirli bir
dönemin iktisadi biçimi, üretim biçimi o dönemin ahlakını, hukukunu, dinini, kültürünü yaratır.
Marx için bunlar önemlidir. (Marx’ın ve onun teorik perspektifini kapitalizmin eleştirisi olarak
alacağız.)
Marx kimdir?
Bir avukatın en büyük oğludur. Prusya’nın Raymen bölgesinde Trien’de doğmuştur. 17 yaşında
Born Üniversitesi’nde hukuk fakültesine başlamıştır. Ertesi yıl Berlin Üniversitesine geçmiştir.
Tarihçi hukuk okulunun kurucusu olan profesörden ders almıştır. Kısa süre sonra da Hegel’den
etkilenmeye başlamıştır. Daha sonra hukuk fakültesini bırakmıştır, başka bir üniversitede
felsefe doktorası almıştır.
Radikal görüşleri sebebiyle Prusya Milli Eğitim Bakanlığı Marx’ı kara listeye almıştır.
Akademisyenlik yapamamıştır. Daha sonra gazetede baş editör olmuştur. Sonrasında yazdığı
yazılar sebebiyle 15 aylık bir süre sonra gazete kapatılmıştır. Burada Marx, Engels ile
tanımıştır.
Engels bir fabrikatörün çocuğudur. Marx’ın fikirlerinin dünyaya ulaşmasında katkıda
bulunmuştur. Maddi bir yardımı olmamıştır. Marx’a ve Engels arasında bir düşünüş ortaklığı
vardır. Engels’in bir çok eseri olsa da Marx’ın düşüncelerinden ayırmak mümkün değildir.
Birlikte yazdıkları eserler önem taşımaktadır. Yazılarını kimin olduğunu ayırt etmek zordur.
İktisadi düşüncelerde Marx’ın ağır bastığını; ilkel toplum, doğa bilimleri üzerinde de Engels’in
çalıştığını görürüz. Bu iki kişi de hukuk üzerine pek bir şey yazmamıştır çünkü hukuk
iktisadın sonucudur. Yani toplumsal bir sonuçtur.
Çalışma Yöntemleri
Marx’ın etkilendiği bir kişi var demiştik: Hegel.
Hegel’in felsefesi diyalektik üzerine kuruludur. Diyalektik düşünce şudur:
“ Tez, antitez, sentez üzerine kurulu bir şeydir”.
Hegel’e göre tasarlanabilen her şey için bir antitez mümkündür. A fikri için A değildir
görüşü her zaman vardır. Örneğin, iyinin karşıtı kötü, siyahın karıştı beyaz, güzelin karşıtı
çirkindir. Karşıtı olmayan bir şey yoktur.
Bu çelişkilerin yani bir tezi oluşturan çelişkilerin o tezi yok edeceğini söyler. Hegel’e göre
iki zıtlıktan bir sentez oluşur(tez+antitez=sentez). Bu gördüğümüz şey budur, daha sonra bir
başka diyalektik süreç başlar.
Başlangıçta olan bir tez antitezi oluşturur, daha sonra ise bir sentez oluşur. Bu sentez de zamanla
bir teze dönüşür ve yeni bir antitez oluşur. Böylece bir silsile halinde devam eder. (bunun
manasına ileride değineceğiz.)
Marx’ın kullanmakta ustalaştığı diyalektik muhakeme biçimi hukuki bir fikir ya da meselenin
çelişkilerini ortaya çıkaracaktır. (ilerleyen derslerimize) Kendine özgü hukuki akıl yürütme
biçiminde Marx’ı ele almadan önce Marx’ın teorik perspektifini oluşturan belli başlı
kavramları incelememiz gerekmektedir. Bunların çoğunlukla felsefe, ekonomi yani tarihsel
kaynaklara dayandığını görmekteyizdir. Demek ki burada anahtar mesele vardır: Tarih.
(Tarihsel materyalizmin ne olduğuna bakacağız.)
Tarihsel Materyalizm
Marx, Hegelin diyalektik kavramını benimsemiş ve kendi tarihsel materyalizm kavramı için
diyalektiği metafizik soyutlama düzeyinden çıkararak (metafizikten kastımız kavramlarla
uğraşmak değil) tanrı, devlet, hukuk bunları uygulamanın dışında gündelik yaşamın
sosyoekonomik gerçeklerine uygulamaya çalışmaktır. Marx da bunu yapmıştır.
İnsanlık tarihinin sistematik tarihini bu şekilde anlayacağımızı söylemiştir. Kölelik sistemini,
üretim tarzını gördük. Kapitalist sistem, üretim tarzını da gördük. Feodal üretim sistemini de
gördüğümüzde tamamlamış olacağız bu tarihsel süreci.
Bu sistematik ilerlemeyi diyalektik vasıtayla nasıl anlarız?
Formel mantığı hatırlamamız gerekmektedir. P ve Q ile birlikte temel durum vardır.
1)Özdeşlik İlkesi
Bu ilkeden şunu anlamamız gerekiyor bir şey kendisi ile özdeştir bu da şudur :
Mikrofon mikrofondur, kürsü kürsüdür. A, A dır. B, B dir.
2)Çelişmezlik İlkesi
Bir şey aynı anda hem kendisi hem de başka bir şey olamaz. Mesela bitki bir hayvan değildir.
Formel bilim bunu söylemektedir. Her şeyin kesin hatlarla ayrıldığını söyler.
Elimizde şu vardır: Artık bir şey ya kendisidir ya da değildir. Başka bir ihtimal yoktur. Üçüncü
hal ise A, C değildir, demektir.
Sonuç olarak, bir şey ya kendisidir, bir şey iki şey olamaz, üçüncü hal ise imkânsızlıktır. Bunlar
aklın ürünüdür. Bu bilgiler gündelik yaşamda bize çok şey sağlar. En işlevsel kullanım alanı
ise örneğin cep telefonlarıdır.
Marx bu sistemi yeterli görmemiştir. Marx bu sistem ile insanın tarihsel gelişimini
açıklayamayacağımızı söylemiştir. Bu durum ona göre sadece birbirinden kesin hatlarla
ayrılan şeyleri gösterir. Ancak Marx’a göre hayat böyle değildir.
Diyalektik Materyalizm
(tarihsel materyallerin ilkeleri ve diyalektik mantığı)
Marx derki ‘Hegel’in diyalektiği çok iyi işler fakat işlevin varmak istediği nokta başlangıç
noktası bizim işimize yaramaz.’ Çünkü Hegel bu sistemde yalnızca metafizik şeyleri
açıklayabilir. Hegel ayrıca tözden ilerler ve en üstün töz Hegel’e göre tanrıdır daha sonra da
devlettir. Yani her şeyin varlığını en üstün töz olan Tanrı’dan alır ve her şey devlete varır. Diğer
her şeyi metafizik kavramla anlatır Hegel ancak Marx buna karşıdır. Bu doğrultuda bu
düşünceyi ayakların üstüne diker Marx.
3)Diyalektik doğadaki her şeyin, her olayın yapısında çelişkilerin varlığını kabul eder.
Çünkü hepsinin tırnak içinde bize göre ahlaki, olumlu, olumsuz yanları, artı eksileri değişmeye
mahkum yanları bulunur. Bir yandan geçmişi ve geleceği, öte yandan ölen ve gelişen bir yanı
vardır. Her şeyin bu karşıtlar arasındaki savaşın, yeni ile eski arasında ölen ile doğan, yitip
giden ile gelişen arasındaki savaşı, gelişme süreci denen şeyin iç kapsamının yani nicel
değişimlerinin nitel değişimlere barışını anlatmaktadır. Marx, ölüm ölümdür demiştir.
Formel mantığa göre ölüm yaşam mıdır peki? Hayır, doğduk, var olduk bir taraftan
ölmekteyiz. Ölüm ile yaşam arasındaki çelişkiyi böylece içimizde de barındırır, tamamen
yaşamdan ibaret değilizdir.
Ölüm ile yaşamla birlikte yaşamaktayızdır. Ölüm ayrılmaz parçamızdır. Ölümle yaşamın bir
arada bulunmayacağını formel mantık haklı olarak söylemektedir. Formel mantık zaman
mefhumunun değişimini hesaba katmamaktadır. Bizler yaşayan varlık olarak bir nebze de
ölü bir varlığı yıldır ve bu konuda çevreden bağımsız değilizdir. Bir şeyler ölümümüzü
yavaşlatır veya hızlandırır.
Ölüm ve yaşamın miktarının nicel ve nitel ilişkisi bakımından değerlendirme yaptığımızda
varsayalım vücutta 1 milyar hücre var, vücut da beş yaşında bin hücre yenileniyor ve beş
yüzünün gittiğini düşünelim. İlerleyen yaşlarda bu sayı ters yönde değişir. Bu nicel farklılık
artınca aslında yaşlı olduğumuz anlaşılır. Bu nicel farklılık ise bir yerde ölümü getirecek bu
ilişkiyi açıklarken Marx şunu söylemektedir:
“Alçaktan yükseğe doğru gelişimi yapısal olarak düşündüğümüzde olaylar uyumlu bir evrim
içinde olmayıp, maddelerin ve varlıkların özünde var olan bu gelişmelerin ortaya çıkması ve
bu çelişmelerin temelinde var olan karşıt yönetim, işleri işleyen savaşı yani bizlerin vücudunda
ölümü barındıran çelişkidir.”
Bu çelişki, aynı zamanda bizi bir oluşta bir teze ve yaşamın antitezi olan ölüme götüren
çelişkidir.
Yani şöyle düşünelim kurbağa örneği vermiştik.
Arka bacakları kısa olan kurbağalar fırtınada daha iyi tutunabiliyorlar bu yüzden uzun
bacaklıların hepsi ölüyor. Kısa bacaklı olan kurbağalar çiftleşmişlerdir ve yeni doğan yavrular
da kısa bacaklı doğduklarından daha fazla hayatta kalmıştır. Bu durum günün birinde
değişebilir, bu adayı su basabilir ve su bastığında uzun bacaklılar hayatta kalır.
İşte böyle sürekli bir tez-antitez görmekteyiz. Her şey karıştı ile arasındaki çelişkiyi içerisinde
barındırır ve bu çelişkiye değişim süreci tabiidir.
4) Diyalektik dediğimiz şey, gelişme sürecinde nicel değişimlerin nitel değişmelere yol
açması, basit bir büyüme süreci gözüyle görülmez.
Gelişmeyi, önemsiz ve belirsiz nicel değişimlerden açık temel değişimlere geçirir. Nitel
değişmelerin yavaş yavaş değil de bir sıçrayış biçiminde olduğunu söyler Marx. Buna göre
nitel değişmeler rastgele değildir, görünmeyen ve yavaş yavaş ilerleyen nicel değişimlerin
doğal sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır ve bu bir sıçrama şeklinde olmaktadır. Ölüm de
böyledir. (hücre meselesini anlatmıştık nicel değişikliklerin nitel sonucudur ölüm)
Su kaynaması örneği de verilebilir. Bu durumda suyun sıvı halden gaz hale geçmesi için
100°C’ye ihtiyaç vardır. 99°C’de su sıvıdır 100°C’ye geldiğinde gaz haline gelir.
Başka bir örnekse Şah Rıza Pehlevi karşısında İranlılar tepki göstermişlerdir. Rejimin
değişmesini istemişlerdir. Amerikalıların müdahalesi ile idamlar artmış ve devrim olmuştur
bunun sonucunda da ülke aynı kalmamıştır.
Böylece diyalektik sisteme göre gelişme süreci, dairelerin ,çemberlerin üzerinde gelişen
dönem bir hareket ya da geçmişteki olayların tekrarlanması gibi bir şey değildir.
Antagonizma ne demektir?
Belirli karşıtlık oluşturan fenomenlere denmektedir ve bunların arasındaki ilişkiyi kurmaktadır.
Marx, bu sosyoekonomik çatışmanın kısa vadede işçiler için de zararlı olduğunu, uzun
vadede yarar sağlayacağını söylemektedir. Uzun vadede sosyoekonomik çatışma toplumun
diyalektik ilerlemesine katkıda bulunan bir şeydir.
Marx’a göre ancak ve ancak sınıf çatışması ile mevcut sosyal ekonomik sistem yıkılabilir,
böylece yerine başka bir sistem gelebilir.
Bir şey vardı hatırlayalım Antik Yunanda kaç sınıf vardı? Köleler, vatandaşlar ve yabancılar.
Roma’da asker, ruhban sınıfları da vardı ek olarak. Feodal dönemde sınıflar vassallar,
selflerden oluşurdu. (Vassallar, soylu ve soysuzlar diyerek de ayırabiliriz)
Vasallar, selfler ve tacirler şeklinde de ifade edebiliriz bu feodal dönemi.
Kapitalist sistemde ise işçi ve burjuva sınıfı vardır.
İşçi: Emeği ile ücretli olarak çalışan kişidir.
Burjuva: Bu emeği satın alan kişidir.
Bunun arasında başka bir sınıf yoktur.
Fransız ihtilalinden ise selfler elbette fayda görmüşlerdir ama en büyük faydayı burjuvazi
görmüştür. Burjuvazi denilen kişiler Aristokrasi den çıkma değillerdir, belli bir monark grubu
grubun içinden de çıkmamışlardır. Burjuvaziler, kilisenin ekmeğini yemezler aynı zamanda
soyluların da ekmeğini yemezler. Bu kişiler kendi yaptıkları ticaretin ekmeğini yemektedirler.
Burjuvazi, bu sistem değişikliği içinde, savaşın içinde aristokratları yenmiştir(aynı zamanda
monarşiyi de yenmişlerdir.)
Artık burjuvaziler bu dönemde düzenin anayasal olması gerektiğini savunmuşlardır(ya da
demokrasinin). Burjuvazi, bu çatışmaların kendi sistemleri içinde barındırdığı çelişkilerden
faydalanarak yollarını açmışlardır. Arkalarına Ortaçağ’ın selferini alarak onlara özgürlük
vermişlerdir. Bunun sonucunda da artık insanlar toprağa bağlı kölelik statüsünden
çıkmışlardır.
Bu insanlar çalışmak istediğinde sözleşme ile çalışacak seviyeye gelmişlerdir. İşte bu şekilde
burjuvazi, selflerden destek alarak bu çatışma halinden fayda ile çıkmıştır.
Sonuç olarak, bu çatışma hali uzun vadede sınıfları bir faydaya götürmüştür.
Alman ideolojisinde tarihin birbirini izleyen 6 sosyoekonomik aşamasından bahsedilmektedir.
Marx ve Engels’e göre.)
1)İlkel (nominal) toplum
2) Köleci toplum
3) Feodal toplum
4) Kapitalist toplum
5) Sosyalist toplum
6) Komünist toplum
İlk toplumlarda mülkiyet yoktur. Sonrasında ise mülkiyet belli bir grup adamdadır ancak kişiler
ise köledir(feodal toplum). Daha sonrasında ise kapitalist topluma geçilmektedir. Marx’ın bakış
açısına göre bir sonraki toplumda ise insanlar örneğin fabrikadan kendilerine pay
istemektedirler. Bunun genel ifadesi devlettir. Daha sonrasında ise insanlar ‘devlet de
olmasın.’ Demektedirler (çalışalım, ürettiğimizi paylaşalım).
İlkel toplumda iş bölümü dediğimiz şey basit yapılıdır ve homojendir. Marx’a göre ilkel
nominal topluluklarda insanlar basit iş bölümüne sahip biçimde bir araya gelmektedirler.
(Erkek avlar, kadın toplar, ateş yakar, çocuğa bakar.). Ve bu toplum türünde özel mülkiyet
mevcut değildir. Bunun yerine hayatta kalmak için gerekli olan her şey ortak
mülkiyettedir(kabilede).Bu sınıfsız toplumda (sınıf öncesi toplum) her şey ortaklaşadır.
Daha sonrasında ise örneğin toplanan eşyalar, yiyecekler yan taraftaki mağarada yaşayan
insanlara da lazım olacaktır. Böyle bir durumda ne yapılmalıdır? Yan taraftaki kişiler hazır
şeyleri bu insanların elinden almaktadırlar. Hep hazır bulmak isteyen insanlar diğer insanlara
örneğin ‘vermezseniz, öldürürüm!’ demesi ile birlikte köleleştirme kavramı karşımıza
çıkmaktadır.
2)KÖLECİ TOPLUM
Antik Çağ’da özel mülkiyetin ortaya çıkması ile beraber insanlar yalnızca toprak, konut, yük
hayvanlarına sahip olmakla kalmamış aynı zamanda insanları da kendilerine mal etmişlerdir.
Antik Yunan ve Roma’yı o dönemde kölelik karakterize etmektedir. Köleler bu dönemde
geçimlik malların üretiminde çok önemli bir unsurdur. Örneğin o dönemde vatandaş 21 kişidir
köle ise yüz bin kişidir. Yurttaşlar ve köleler iki sonuç olarak bu toplumda karşımıza
çıkmaktadır.
3)FEODAL TOPLUM
Ortaçağ boyunca Avrupa’da gelişen ve feodalizm olarak adlandırılan toprak mülkiyeti sistemi
karşımıza çıkmaktadır. Bu toplum tipi, ürünün feodalitenin sahip olduğu ve ekilebilir arazide
yetiştirdiği, o toprağa bağlanmış kölelerin sonucunda bir tarım ekonomisine sahiptir. Selfler,
oradaki işgaliyelerine karşı yani orada bir şey üretme davranışına karşı belli bir ücret
teklif etmektedirler. Örneğin, domates üreten kişi ücretinin karşılığının belli bir kısmını
domatesle yapmaktadır. Selflerin çoğunluğu yasal olarak özgürdür, gidebilirler ancak toprak
sahiplerine karşı hiçbir yasal özgürlüğe sahip değildirler.
Bu yüzden de ağır kira, vergi ve diğer ödemeler altında ezilmektedirler. Selfler sabanlarının,
kulübelerinin etkin mülkiyetine sahip olsalar da asıl mülkiyetine sahip değillerdir.
Marx’ın ilkel nominal toplum, köleci toplum ve feodal toplum üzerine yaptığı analiz,
kapitalizme yani sanayileşmeye ve özel mülkiyete dayanan, bireylerin mal mübadelesi
(karşılıklı değişim) yoluyla özgürlük, parasal kar peşinde koşmasına izin veren ekonomik
sisteme ilgisi ile karşılaştırıldığında epey düşüktür.
Marx ve Engels bu işin antropolojik olarak incelemesini yaparlar. Ama asıl ilgi alanları ilkel
nominal toplum, köleci toplum ve feodal toplum değildir. Amaçları bugün anlamaktır.
Marx’a göre kapitalizm, tarihteki önceki güç sosyal ekonomik sistem kadar baskıcı bir
sistemdir. Çalışmasının büyük kısmını kapitalizmin birçok özelliğini eleştirel incelemesine
ayırmıştır.
Felsefeye geri dönüş yaptığımızda Adam Smith, toplum sözleşmesi için “Bu insanların bu
sözleşmeye ortak olduklarını düşünmek kadar yanıltıcı bir şey yoktur.” Der. Çünkü kimse
yaşadığı yeri kendisi seçmemektedir. O dönemde Avrupa’da Adam Smith’e göre bir işçinin
‘Ben gidiyorum.’ demesi kadar zor bir şey yoktur.
Buna göre önce toprağa bağlıydık, daha sonrasında toprağa bağlı değildik. (ister çalış ister
çalışma) Ancak ‘çalışmak istemiyorum’ diyen çok az kişi vardır. Demek ki bu aslında bir
yanılgıdır. İnsanlar çalışmakta özgürdür sözleşme serbestisi ilkesi gereği. Statü değişmiştir
ancak yaşam aynıdır, üzerimizdeki baskı aynıdır. İşte çalışmanın büyük bir kısmı bu
eleştiride yatmaktadır.
Hem marksist olan hem de marksist olmayan düşünürler tarafından kapitalizmin çeşitli türleri
ve aşamaları tanımlanmıştır. Ama Marx ve Engels için kapitalizm, sanayi kapitalizmidir.
1800’lerin ortalarında özellikle İngiltere’de ortaya çıkan bu sanayi kapitalizmi, metalardan
oluşmaktadır.
➢ Meta nedir?
Meta, üzerinde tasarruf edilecek şey anlamındadır.
Peki piyasada Meta diye bahsettiğiniz şeyin üzerindeki tasarruf yöntemimiz nedir? Almak ,
satmak, mübadeleye tabii tutmak.
Piyasada değeri olan alınabilir, satılabilir, mübadeleye tabi tutulabilir şeylere Meta
denmektedir.
Sanayi kapitalizmi metaların açık pazarda satılması amacıyla, büyük ölçekte üretilmesi
amacıyla yoğun şekilde güçle çalışan makinelere dayanır. Dolayısıyla sanayi kapitalizmi
büyük ölçekte meta üretimine dayanmaktadır. Sanayi kapitalizmini ayırt edici birkaç önemli
özellik vardır. (dersin başında hayali bir fabrika kurduk hatırlayalım)
•Üretim araçlarının mülkiyeti burjuvadadır.
•Metalar yalnızca özel kazanç ya da kar etme amacı ile üretilir veya satılır.
•Emek gücü, alınıp satılabilen bir meta olarak kabul edilir ve para evrensel değişim aracıdır.
Bunlara ek olarak ise, üretim araçlarına sahip olan kapitalistler ve emek gücünü satan işçiler
arasında rekabetin teşvik edildiği söylenmektedir. İki anlamda rekabetten bahsedilmektedir:
→Diş bilemek
→Yerine geçmek
Son olarak Lesses Pairre (bırakınız yapsınlar) anlayışı metaların ilerletilmesi ve
geliştirilmesinde, özel gelişimin devlet veya hükümet tarafından kısıtlanmasına dair güçlü bir
inanç sağlamaktadır. Kapitalist sistemin taşlarından bir tanesi budur. Kapitalizmin bu
özelliklerinin her birinde bir sınıf çatışması fikri yatmaktadır. Çünkü koşullar kişileri,
insanca bir hayat yaşama isteği için sürekli sorgulatmaktadır.
➢ Uzlaşma Nedir?
İki sınıfın menfaatlerine baktığımızda, işçi sınıfının nihai menfaati gelirini maksimize etmek ve
hayatını idame ettirmektir(belli bir ortalamada yaşama isteği). İşveren sınıfı ise yani burjuva,
işinin görülmesini ister ve daha çok kâr etmek istemektedir (kârını maksimize etmek ister).
İnsan emeği, hammadde, toprak, alet, makina, teknoloji, fabrika bu adamların elindedir.
Burjuvazi ürettikleri Meta için en yüksek kâr etme çabası içinde işçilerine düşük ücretler
öderken onların sadece hayatta kalacak kadar kazanç kazanmalarını istemektedir. Bu limiti
koyan devlettir ve adı da asgari ücrettir.
İşçi sınıfı , mülkiyetsiz ve ikincil toplumsal sınıftır. Oliver Wendell Holmes ve diğerleri bunun
böyle olması gerektiğini söyleyerek, hukukunda buna göre geliştiğini ifade etmektedirler.
Geçim kaynaklarını yalnızca emeğinin satışından elde etmektedirler ve işçilerin emek gücü
burjuvazi tarafından alınıp satıldığı için işçilerin kendilerine insan olarak değil Meta olarak
yaklaşıldığı görülmektedir. İşçinin emeği de artık kendisi için yalnızca bir Meta ürünüdür.
Marx, “De te fabula narratur.” Der.
“Anlatılan sizin hikayenizdir.”
Hatice Bekler
Hukuk Sosyolojisi 11. Hafta Ders Notu
Geçen hafta maddenin doğasını insanlarda nasıl gözlemleriz konusunu detaylıca ele almıştık.
Bu tarihsel bir laboratuvarda insanlığın dönüşümlerine dair, hukuka dair, insana dair neler
söylenildiğini anlatmıştık. Yani Marx o düşünce sistemini tarihe uyguluyordu. Buna da tarihsel
materyalizm diyordu(diyalektik materyalizm). Bu yöntem ile de belli şeyleri öğrenmeyi
hedeflemekteydi. Altyapı üst yapıyı belirliyordu. İdeoloji nihai olarak olmasa bile bir yerde
ekonomiyi belirlemekteydi.
Mesela bizim iktisadi sistemimiz binaların nasıl yapılacağına dair bir fikir vermektedir. Belli
bir model öngörmektedir ve bunun dışına da çıkamayız. Bundan sonra belli bir şeyin meydana
gelmesi halinde (Örneğin savaş deprem sel gibi) sistemde bir aksaklık çıkmaktadır. Bunun
sonucunda da belli bir model tarzı değişmektedir yani yapılış tarzı değişir.
Sonuç olarak iktisat, ekonomik yapı olan üst yapıyı belirleyecektir. Bizim dünyaya dair
görüşlerimiz bile bir yerde ekonomiyi etkileyebilmektedir. Ancak neticede ekonomiyi
değiştirecek bir kafa yapısı yoktur. Ekonomi, kafanın yapısını değiştirmektedir. İşçinin emeği
genel anlamda bir Meta olduğu için, işçi de o metanın üreticisi olarak burjuvazinin gözünde bir
metadan daha ötesi değildir. Kullanılacak, alınıp satılacak bir araçtır.
Bu bahsettiğimiz işçi dediğimiz kişi, Marx’a göre kendisine yabancılaşmaktadır. Marx’ın
başka önemli bir kavramı da yabancılaşmaktır. İnsanlar, eylemlerinin sonuçlarına,
yaratımlarına, güdülerine, ihtiyaçlarına ve hedeflerine ters düştüğünde ve bunlardan
uzaklaştığında ortaya çıkan bir ayrılma durumu vardır. Ve buna yabancılaşma durumu
denilmektedir.
Yabancılaşma gündelik hayatta kullandığımız bir kavramdır. Örneğin ders çalışırken ben şu
anda ne yapıyorum demek, okuldayken benim şu anda burada ne işim var demek. Bu tarz anlara
yabancılaşma denilmektedir.
Olduğumuz kişiyi düşündüğümüzde hayatın bizi bir yere götürdüğü anda kendimizi
tanımayabiliriz. İyi kalpli biriyken kötü bir yerde kendimizi bulduğumuzda ben ne yapıyorum
deme gibi anları yabancılaşma olarak adlandırabilmekteyiz.
Toplumda insanlar belli toplumsal emeğin parçasıdırlar. Bir toplumda üretilen kaba emek ,
toplam ürüne ve mübadelede elde edilen kısma bölünerek fiyat biçilir. Ortaya çıkan şey
emeğin fiyatıdır. Nerede çalışıyor olursak olalım üretilen ürünlerin hepsinde insanların emeği
bulunmaktadır. Çünkü asgari ücret belirlenirken tüm harcanılan emekler de göz önünde
bulundurulmaktadır.
İnsanlar kendi ürettikleri şeylerin esiri olmaktadırlar. Bunun sonucunda da insan olmaktan
çıkılmaktadır. Nesneler insanlar için varken, insanlar nesneler için var olmaya
başlamaktadır. Ne kadar çok üretilen nesne var ise o kadar çok nesnenin esiri var olmaktadır.
Marx şunu söylemektedir:
“Hukuk da dahil olmak üzere toplumsal kurumlar ve ideolojiler, ahlaki entelektüel, dini
inançlar, değerler, yaşama alışkanlıkları, bilimsel fikirler, hukuki düşünceler burjuvazinin
endüstriyel, ticari ve finansal çıkarlarını korumak ve egemen sınıf olarak devamlılığını
sağlamak için vardır.”
Marx’a karşı çıkan insanlar üzerine Marx, bana kapitalizmin işine yaramayan bir örnek verin,
der. Burada devam etmeden önce değinmemiz gereken bir nokta vardır. Burjuva tüm değerleri
kendi lehine kullansa bile tüm değerlerin yaratıcısı değildir. Devam edersek örneğin, İslam
dinindeki zekat kültürü, hayırseverlik kültürünü oluşturmaktadır ve batıda kapitalizmin doğuş
nedenlerinden biridir.
Marx,
Kapitalizm var olan şeyleri kendi lehine en iyi kullanan sistemdir ve bu yüzden ayaktadır,
yıkılmamaktadır, demektedir.
Yani o değerler öyle iyi kullanılmaktadır ki feodalizmin yerini kapitalizm almıştır.
Tüm normlar emredici norm değildir. (Açıklayıcı, yorumlayıcı, betimleyici ve benzeri gibi)
Açıklayıcı norm emredici normdaki bir hususu anlamak için açıklama yapmaktadır. Normlar,
türleri itibariyle de bir merkezde toplanabilmektedir.
Proletaryadaki işçi sınıfı ancak burjuva ideolojisinin her şeyi muğlaklaştıran, belirsizleştiren,
çarpıtılmış imgelerin izlerini çözebildiği zaman gerçek bilince ulaşabilmektedir.
Burada bahsedilen gerçek bilinç ne olabilir?
Uzlaşmaz menfaatler konusunu hatırlarsak bunun sınıf yapan şey olduğunu hatırlarız. Sınıf,
emeğini satan ve emeğini satın alan kişiler arasında oluşmaktaydı. Buradaki uzlaşmaz
menfaatin kaynağını görüp de bulunduğu durumu anlamayan kişinin daha sonrasında
anlayabilmesi gerçek bilince işaret etmektedir.
!!! Alman ideolojisinde Marx, tüm insan toplumunun eğer hayatta kalacaklarsa belli bir üretim
tarzına ya da belli mal ve hizmetlerin üretildiği, mübadelenin yapıldığı ve üretilen şeylerin
dağıtıldığı belli bir ekonomik sisteme muhtaç olduğunu söylemektedir. Her türlü medeniyetin,
yaşam tarzının bir üretim tarzına ihtiyaçları vardır. Bu yüzden bir şeylerin üretilmesine ihtiyaç
vardır. Üretim tarzının içerisinde sonra mübadele tarzı belli olacaktır. Daha sonra da dağıtımın
nasıl sağlandığı zamanla oluşacaktır.
Servet dağılımı büyük bir tartışma konusudur. Marx’a göre mevzu sadece servet dağılımında
değildir. Mevzu nasıl üretildiğindedir.
Yani baştan bir şey bozup üretiliyorsa sonrasında nasıl düzgün dağıtılacaktır? Servet dediğimiz
şey artı değerlerden oluşmaktadır. (Örneğin bir malı 2 TL’ye ürettik 5 TL’ye sattık geriye kalan
3 TL artı değerdir.) Elimizde 3 milyon TL olduğunu düşündüğümüzde 100 işçiye toplam
100.000 TL verilmesi dağıtıma örnektir.
ÜRETİM TARZI, MÜBADELE VE SERVET DAĞILIMI
Üretim gücü: Emek, üretim araçları ve mübadele ve ham madde anlamına gelmektedir.
Ürün: Hammaddenin emek ile üretim araçlarında işlenmesi sonucunda ürün ortaya
çıkmaktadır. Daha sonrasında o ürün mübadeleye tabi tutulur, alınır veya satılır. Elde edilen
değer, dağıtımdır. Ve üretim tarzı buraya işaret etmektedir.
Üretimin maddi güçleri, üretimin toplumsal ilişkileri, bireyler arasında üretici güçlerin
mülkiyetine ilişkin var olan belli başlı başka ilişkileri doğurmaktadır.
Bu nasıl yapılmaktadır?
Kapitalizm adı altında ortaya çıkan toplumsal üretim ilişkileri genelde şu şekilde tanımlanır:
Egemen sınıfın üyeleri üretim araçlarının özel mülkiyetinin sahibi olarak kontrol eder. (Yani
bundan para kazanan benim derler.)Yasal olarak da egemen sınıf, işçilerin emek gücüne
sanki mülkiyetinin sahibiymiş gibi sahip olmaktadırlar. Yani evi kiralamanın emeği
kiralamaktan bir farkı yoktur. Bir sözleşme imzalanmıştır ve bu sözleşme alım satım
sözleşmesinden çok da farklı bir şey değildir. Örneğin iş sözleşmesi deyince aklımıza apayrı
bir sözleşme gelmektedir, kira sözleşmelerinde de durum böyledir.
Niye belli bir süreliğine satıyormuşuz gibi aklımıza gelmez?
Çünkü hukuk sistemi kavramları ayrı ayrı kullanmaktadır. Satmak kavramını mülkiyeti
devretmek gibi düşünmemiz gerekmektedir. Fiili olarak o gün o işe gitmezsek işten
çıkarılabiliriz. Kişi o günlüğüne emeğini kiralamaktadır. Sanki mülkiyeti onunmuş gibi
dediğimiz şey işte budur.
Sonuç olarak toplumsal üretim ilişkileri, yasal biçimleri ile mülkiyet ilişkilerine dönüşmektedir.
Marx, bu toplumun üretim tarzını ekonomik temel olarak görüyordu demiştik. Diğer kurumları
üst yapı olarak ekonomik temelin üzerine inşa ederler böylelikle.
Ekonomik temel, toplumun üst yapısını büyük ölçüde belirlemektedir. Bu da siyasi, hukuki
toplumlardan ve çeşitli ideolojilerden oluşmaktadır. Üst yapının temeli ekonomik tabana
dayandığından, ekonomik tabandaki bir değişiklik üst yapıdaki bir norma karşılık gelen bir
başka değişikliğe neden olmaktadır.
Örneğin kölelik döneminde din, hukuk vardı, kölecilik diye ekonomik üretim tarzı vardı. Bu
ortadan kalktığında bu durumu aklayan, olumlayan ne varsa yukarıda onlar da değişmekteydi.
Örneğin hukuk, kurallar ve yaptırımlar yoluyla başkalarının malına zorla el konulmasını
engellemektedir.
Bu bahsettiğimiz kapitalist üretim tarzı ise mülkiyet fikrini destekleyen bir şeydir. Mesela
ihkak-ı hak bunu destekler. Sadece amaçlanan şey görünen sis perdesini aralamaktır(Ne, nasıl
kullanılıyor?).
Benzer şekilde sözleşme hukuku serbest piyasa ekonomisinin sürdürülmesi için hayati önem
taşımaktadır. Sözleşme özgürlüğüne bir halel geldiğinde ekonomistler buna karşı çıkarlar.
Örneğin, covid döneminde icralık alacakların alınması bir ay ertelenmişti ve ekonomistler buna
karşı çıkmıştı.
Dolayısıyla Marx’a göre ister siyasi ister medeni olsun yasalar, hiçbir zaman ekonomik
ilişkilerin iradesini ilan etmekten, kelimelerle ifade etmekten fazlasını yapamaz.
Tabandan etkilenenler sadece siyasi üst yapılar değildir. Aynı zamanda düşünce tarzımız da
etkilenmektedir. Düşünce tarzı olanı olduğu gibi anlayamama ideolojisinden oluşmaktadır.
Marx’ın en iyi bilinen aforizmalarından biri ‘insanların varlığını belirleyenin bilinçli olmadığı,
bilinçlerini belirleyenin toplumsal varlıkları olduğudur’. Yani bizim varlığımızı belirleyen
bilincimiz değil, bilincimizi belirleyen toplumsal varlığımızdır.
Evrendeki ilk veri muhabbetini hatırlarsak ilk önce madde mi yoksa bilinç mi geldi soruları ile
tamamen örtüşen bir aforizmadır.
İlk önce madde geldi dediğimizde bilincimiz o maddeyi var etmemektedir. Bizim toplumsal
varlığımızla birlikte o madde var olmaktadır.
Örneğin bir aileden bir entelektüel çıkması için üç nesil gerekmektedir. Burada kastedilen şey
yaşam standardı, para, maddi güç, statü, eğitim, teknolojik gelişmelerle birlikte bu durumun
meydana gelmesidir.
Örneğin doğudaki bir adam ile batıdaki bir adamı çevreleyen teknoloji aynı değildir, eğitim
seviyeleri, statüleri aynı değildir.
Örneğin bir kişisel gelişim görüşüne göre bir insan en çok görüştüğü 5 kişinin ortalamasına
sahiptir.
Örneğin, bir opera sanatçısı ile arkadaş olduğumuzda gündemimize müzik girecektir.
Marx kapitalizmin bu koşullar içinde kaçınılmaz çöküşüne ikna olmuştur. Buna göre bunun
yerini sosyoekonomik aşamanın 5.’si olan sosyalizm alacaktır.
5)SOSYALİST TOPLUM
Sosyalizm dediğimiz şey üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması anlamına
gelmektedir. İki tür mülkiyet vardır:
Özel mülkiyet ve kamusal mülkiyet.
Bu toplum türünde üretim araçlarına kolektif olarak sahip olunmaktadır. Üretimin kamusal
hizmet için yapılması hedeflenmektedir.
Üretim araçlarına kolektif olarak nasıl sahip olunur?
Örneğin ormanların sahibi sözde hepimizizdir. Bu durumda ormanların sahipliğini bizim
adımıza üstlenen kişi devlettir. Yani bu toplumda üretim araçlarının sahibi devlettir.
Böylece toprak , sanayi , teknolojinin yanı sıra tıp gibi belli başlı üst kurumlar devletin elinde
merkezileşmeye başlamaktadır. Eğitim dediğimiz hepimizden çıkma ve hepimize dönen bir
şeydir.
Örneğin el birliği mülkiyetinde nesnenin atomlarına kadar herkes mülkiyete sahipti. Paylı
mülkiyette ise herkesin sayılamaz bir hakkı vardı.
2)Kendinde Sınıf: Örneğin hepimiz sınıftayız ve hoca bir şey yapmamızı istiyor ve
yapıyoruz. Ancak herhangi bir şeye göre içinde bulunduğumuz kötü durumun bir çözümü
vardır, demiyoruz. Sadece bir arada bulunan kişilerizdir. Kendinde ayrı ayrı bulunmaktayızdır.
Çünkü bu durumun farkında değilizdir.
Yani işte sınıf, belli uzlaşmaz menfaatlerinin farkında değilken kendisi için gerekenlerin ne
olduğunu bilmediğinde bunun için araçlar geliştiremezken kendinde sınıftır. Kendisi için sınıf
ise kapitalizmi yıkıp o burjuvazinin tahakkümünden kurtulabilmeyi hedefleyen sınıftır.
Bir sentez olarak sosyalizm denilen fikir işçi sınıfıyla burjuvazi arasında çıkan çatışmalardan
kaynaklanmaktadır. Kapitalizmdeki emek ve sermaye arasındaki çelişkiden bir sentez
doğmaktadır. Bu sentez ise sosyalizmdir ve bahsedilen çelişkinin aşılması yoluyla ortaya
çıkmaktadır.
6)KOMÜNİST TOPLUM
Komünizm dediğimiz sistem bir tahayyül , bir spekülasyondur.
Arzulanan şey şudur:
Sosyalizmde o bencil, kar peşinde koşan insanın bir şekilde eğitilmesidir.
İnsanlar kolektif emekleriyle, kolektif mülkiyette yaşamayı öğrenmektedirler (Bunun garantisi
sosyalizmde devletti). Komünizm dediğimiz aşamada sınırsız, parasız, kardeş ve özgür bir
toplum tahayyülü vardır. Nasıl bir şey olduğunu gerçek hayatta bilememekteyiz. Çünkü
sosyalizm denilen aşamadan sonrası kurulmamıştır.
Bugün fabrikalardaki araçların sahibi kim dediğimizde aklımıza bir fikir gelmektedir. Bunların
üzerindeki devleti kaldırıp attığımızda ise aklımıza hiçbir şey gelmemektedir. Bunun sebebi ise
spekülasyondur. Yani soyutlamanın soyutlamasıdır. Soyutun soyutu düşünülemez ancak
somutun soyut halleri düşünülebilir.
Kominal sistem içerisinde sınıf baskısının olmaması ve kominal bir üretim tarzı bu sistemin
karakterize özellikleridir. Hep birlikte üretme ve tüketme tahayyülü vardır. Bunun için de
çokça anılan bir slogan vardır:
Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar.
Bu sistemde kimseden bir şey alınmamaktadır. Herkes yeteneğine, gücüne göre emek sarf
etmekte ve herkes o emeği başkalarına ihtiyacı kadar vermektedir. Bunun içinde devlet diye bir
şeye ihtiyacımız yoktur.
Günümüzde yaptığımız her iyilikte, her emekte bir karşılık bekleriz. Roma’dan hatırladığımız
üzere sürekli denkleştirici adaleti aramaktayızdır. Biz o insanlarızdır. Sosyalist sistemde bu
kafayı yaşayan insanlar vardır.
Bu işin arkasında bir mantık vardır. Köylüler bu ormanda kendi kullanımları için ölü keresteler
taşımaktaydılar(Örneğin Yapı için, yakacak için ve benzeri). Yoksulların ihtiyaç fazlası
mallardan yararlanması denen şey Avrupa’da bir gelenekti. (Kamusal alanlara dokunmama
muhabbeti)
Örneğin Kitab-ı Mukaddes’te hasatta elde edilen ürünlerin muhtaçlar, yabancılar ve hasat
edecek toprağı olmayanlar için belli bir kısmının hasatta orada bırakılması söylenmektedir.
Böylelikle bir dayanışma mekanizmasının yaratıldığını varsayarız. Bu gibi hayırsever eylemler
Ortaçağ ve devamında seyreden dönemde yoksulların ahlaki ekonomisini oluşturan geçim
haklarının bir bileşimidir.
19. yüzyılda ormanların ekilebilir arazilere oranı yüzde yetmiş beştir. Elimizde toprağımız
yoksa orman vardır. Ren köylülerinin doğal ve ekonomik felaketlere karşı korunması amaç
edinmiştir. (Heyelan, çığ, kıtlık, enflasyon gibi).
O dönemde ilkbaharda kadınlar ve çocuklar Ren nehrinin kolları boyunca tarlaları tarayarak
işlerine yarayan bitkileri toplamaktaydılar. Nehrin kenarında tarla sahibi olan kişilerin ise buna
karşı bir itirazı yoktu. Çünkü bu bir dayanışmadır, ahlakidir. Ormanların bolluğu yakacak, evler
için malzeme, çiftlik aletlerinin ham maddesi ve yiyecek sağlamaktaydı.
1820’lerdeki tarımsal krizlerde sanayinin artan ihtiyaçlarının yarattığı belli başlı kıtlıklar vardır.
Bunların sonucunda ise odun toplanmasına kısıtlanma getirilmesine neden olmuştur.
Marx, Ren çiftçilerini vuran bu kıtlık ve krizin sonucunda ormanların onlar için daha değerli
hale geldiğini söylemektedir. Aynı zamanda orman haklarının acımasızca kamulaştırılması ile
bunlara erişim gitgide kısıtlanmıştır.
Tarım deyince aklımıza bir şeyleri yetiştirmek gelmektedir. Dağdaki biten yabani ota tarım
denmez. Tarımsal odun ise insanlar tarafından ekilen ağaçlardan elde edilen odundur.
İmalat giderek tarım üretimine bağımlı hale gelmekte, yoksulların odun toplamı hakları gitgide
aşınmaktadır. 19 yüzyılın ilk 40 yılı boyunca kerestenin ticari değeri, ahşap kullanımına dayalı
pazarın genişlemesi ile birlikte artmaktadır.
Örneğin, demir yollarında rayları sabitlemek için kereste kullanılmaktadır ve bu kerestenin
kayın ağacından olması gerekmektedir.
Artan sanayileşme ile birlikte makine yapımında yaygın olarak kullanılan meşe talebi
artmaktadır. Gemi yapımı için, direk için ve bu benzer durumlar için meşe, karaağaç ve kiraz
gibi sert Ren ağaçlarına olan ihtiyaç artmaktadır.
Başka bir şey de, kömür alanının genişlemesidir. Sanayi gibi pek çok şeyde kullanılmaya
başlanması ile birlikte maden kerestelerine olan talep artmıştır. (Kolon, tünel oluşturmak için)
Kereste sonuç olarak sanayide, madende, yapı işinde ve bunlar gibi birçok alanda
kullanılmaktadır. Yani talep artmaktadır ancak arz aynıdır. Bu durumda ise fiyat
artmaktadır. Devamında ise tüm bu nedenler sonucunda köylülerin ormana dair hakları
ortadan kalkmaya başlamıştır. Sanayinin tarımsal ürünlere artan bağımlılığının bir sonucu
olarak köylülerin ormanda odun toplamaya yönelik hakları saldırıya uğramaktadır.
Kapitalizmin ortaya çıkışı ile toprağın ortak mülkiyetinin son kalıntıları da diyalektik
biçimde ortadan kalkmıştır. (Tez+Antitez= Sentez)
Tezimiz geleneksel haklarımızdı. Anti tezimiz ise bu haklarımızın saldırıya uğramasaydı.
Bunun sonucunda ise işte bahsettiğimiz norm oluşmaktadır. (Her yeni sonuç bir önceki
çatışmanın ürünüdür.)
Köylülerin orman ürünlerini değerlendirmesinin suç sayılması Alman kapitalizmin gelişiminde
büyük öneme sahiptir. Bir de buna hız kazandırabilmek için orman köylülerinin ellerinden
ormandan faydalanma haklarını almışlardır.
1841'e gelindiğinde Ren ormanlarının yarısından fazlasının Prusya hükümetinin mülkiyetine
ve kontrolüne geçtiği görülmektedir. Orman polisinin, yasaları sert şekilde uygulamasının
sonucu olarak yaptırımlar da büyük ölçüde artmaktadır.
1836'da Prusya'da açılan cezai kovuşturmaların yaklaşık %75'i odun hırsızlığı, kaçak avlanma
ve izinsiz girişten(tress passing) oluşmaktadır. Aynı yıl başka bir eyalette her 6.1 kişiye bir
odun hırsızlığı müeyyidesi uygulanmaktadır. 1841'de ise her 4.6 kişiye bir odun hırsızlığı
mahkumiyeti düşmektedir. 1842'de ise her 4 kişiden birine mahkumiyet düşmektedir.
Kapitalizmin güçlenmesi o eyalette işçi sınıfını nasıl yoksullaştırıldığına bakıldığında
anlaşılmaktadır. Yani bu yasanın gelmesi oradaki köylü ve işçiyi yoksullaştırmakta ve suç
işlettirmektedir. Hapse düşülmesi halinde ise köylüler daha da çok yoksullaşmaktadır. Yani
bu gelen yasa yalnızca hukuki olarak yoksullaştırmamakta aynı zamanda fiilen de
yoksullaştırmaktadır.
Marx bu yasanın içerisinde belli başlı çelişkiler olduğunu söylemektedir. Bu yasanın çıkması
sonucunda en çok zarar görenin yoksullar olacağı o dönemde bazı kişiler tarafından
söylenmektedir.
Örneğin, dağ kekiği gibi otların bir kısmı ilaç sanayisinde kullanılır bir kısmı da aktarlarda
satılır. Bunları dağdan toplayan birileri vardır. Sertifikası olmayan kişilerin toplayamayacağını
içeren bir yasa düşünüldüğünde toplanması halinde cezai yaptırım uygulanır. Devletin böyle
bir yasa getirmesindeki amacı ormanı korumaktır. Sertifikayı ise devletin seçtiği bir grup adam
ayarlayacaktır sonra bu toplanan bitkilerin bir alıcıları olacak ve alıcıyı da devlet
belirleyecektir, ecza şirketini de devlet belirleyecektir.
Oliver Wendell Holmes, toplumun nasıl yönetileceğine baskın gruplar karar verir,
diyordu.
Böylelikle orman, başka hiçbir geliri olmayan köylülerden korunmuş oldu. Burada bir adalet
mekanizması öngörülebilir.
Ancak ormanın korunması daha büyük bir menfaat midir?
Burada bir denge gözetebiliriz ama adalet kurumunun biraz ötesine geçtiğimizde elimizde
kalan şeyin çok küçük bir düzenleme ile ve o düzenlemeye eklenebilecek bambaşka
düzenlemelerle çok büyük bir çarkın beslendiğini görmekteyizdir. Ve günün sonunda o köylü
o bitkiyi toplayamamakta, başka bir yerdeki fabrikaya hammadde olarak gitmektedir.
Çelişkinin bir tarafı budur ve Marx'da bunun farkındadır.
Yasa bir yandan ormanın tahribatını engellemektedir, toprağın verimliliğinin azalmasına engel
olmaktadır çünkü yerdeki ürünlerin ya da meyvelerin köylülerin tarafından bir kısmının
götürülmesi aslında onların çalınmasıdır.
Başka yasalar ve düzenlemelerin eklenmesi ile Marx bir şey fark etmiştir. Burada menfaatleri
korunan kişiler Ren ormanlarının sahipleridir. Yasa orman sahibine büyük avantaj
sağlamaktadır çünkü ormandan hırsızlık yapan köylünün o ormanın sahibine zorla çalışması
sağlanmaktadır(Zorla Çalıştırma Hakkı). Aynı zamanda ihlalde bulunan kişilere verilen para
cezaları doğrudan orman sahiplerinin cebine gitmektedir.
Bu çelişkili yasa bir zamanlar kamu yararını korumayı amaçlarken gelinen tarih itibariyle
orman sahiplerinin özel çıkarlarına fayda sağlamak için kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yüzden Marx şöyle söylemektedir:
"Bu anlattıklarımız, meclisin yürütme gücü, idari makamların, sanığın yaşamı, devlet
fikirlerinin, suçun kendisini ve cezanın nasıl özel çıkarlarının maddi araçlarına indirgendiğini
göstermektedir."
Günümüzden bir örnek verecek olursak, uzun yola gitmek için tren bileti aldığımızda
yaşamımız, bize o bileti satan kişinin çıkarınadır.
Paul Philips, Marx'ın makalelerinin tümünün genel anlamını, yasanın etkisinin her şeyi özel
çıkara tabi kılması olduğu yönünde açıklamaktadır.
Hukuk sosyologları olan Morricane(?) ve Elon Hamt vardır. Bunlar şöyle demektedirler,
"Yoksulların hakları biçimsiz olduğu için (kodifiye edilmemiş olması) yani yasama
organlarından doğan bir yetkiye değil geleneğe dayalı uygulamalardan doğduğu için bu
hakların yazılı hukukla çelişmemesi neredeyse imkansızdır."
Bir başka çelişki de mülkiyeti olmayan yoksulların geleneksel haklarının özel hukuk ile
çatışması durumudur. Yani sahipsizlik denilen şey ile mülkiyet çatışmaktadır.
Kararları alan belli geçici meclisler vardır. Ren ormanları bölgesinde o dönemde. Bu
meclislerdeki üyelerin yarısı taşra etrafından nokta üçte biri kendi toprak sahiplerinden, altıda
biri ise köylü toprak sahiplerindendir. Yani köylüyü ilgilendiren bir mesele olmasına rağmen
mecliste köylü sayısı çok azdır.
Buradaki katılımcıların çoğu menfaat sağlayan taraflardır. Özel çıkarlara hizmet eden yasaların
yürürlüğe girmesinin garanti altına alınmasını sağlamaktadırlar.
Bu meclisin kararları incelendiğinde Marx'ın bir kez ciddi olarak yasama konusunda göreve
başladığında özel çıkarlardan oluşan sınıf meclisinden neler bekleneceğinin göstermek
istendiğini görmekteyizdir. Yani normları yapanların onlardan faydalanacak insanlar
olduğunda ne olacağını bu yasa vasıtasıyla görmüş olmaktayız.
Birçok akademisyen, Marx'ın bu Odun Hırsızlığı Yasası Üzerine makalelerini yazdığı sırada
teorik gelişimin ne aşamada olduğunu incelemeye çalışmaktadırlar. Yani Marx bunları
yazarken en başta anlattığımız altyapı, üst yapı, diyalektik gibi konulardan hangilerini
düşünmüş olabilir diye incelemektedirler.
William Franklin'e göre Marx'ın muhakemesi, o dönemdeki Odun Hırsızlığı Yasası Üzerine
eğilirken hala adalet düşüncelerine dayandığı ve henüz ekonomik, politik bir öneme(? ) sahip
olmadığı yönündedir.
Buna karşılık Paul Philips, bu makalelerin Marx'ın hukuki bir eylemi açıklamak için ekonomik
çıkarları ifşa etmesinin ilk örneği olduğunu söylemektedir.
Bu makaleler Marx için ekonomik, politik konusundaki eksikliği fark etmeye yaramaktadır.
Marx'ın 1842'de hukuk analizinde ekonomik bir yaklaşım benimseyip benimsemediğine
bakılmaksızın kesin olarak bir şey vardır:
Bu dönemde henüz sınıf mücadelesi fikrini benimsememiştir. Eserlerinde kronolojik olarak bu
yoktur.
Yani ne olursa olsun Odun Hırsızlığı Üzerine Makaleleri'nde kapitalist birikimle sınıf ilişkileri
dinamiklerinde önemli bir noktaya tekabül ettiğini anlamaktayızdır.
Hukukta sosyolojik bakış fikrini açıklayan düşünürler de söylediğimiz bir şey vardı:
Bu ilişkiler sosyolojiyi kullanarak hukuku geliştirmek istemektedirler.
Marx ise Weber ve Durkheim ile birlikte hukuka bakıp toplumu anlamak istemektedir.
İşte, Odun Yasası üzerine yönelmek sınıf ilişkilerinin nasıl geliştiği konusunda, üretim tarzının
nasıl olduğu konusunda belli başlı fikirler vermektedir. Buradaki sınıf çatışmasında yepyeni bir
savaş alanı görmekteyizdir. Bunlar da bize topluma dair belli başlı fikirler vermektedir.
Hatice Bekler
HUKUK SOSYOLOJİSİ 13. HAFTA NOTU
11. hafta Odun Yasalarından bahsetmiştik. Marx’ın bu odun yasasında bize anlatmak istediği
şey neydi? Bu yasa ile fakirleşen halktan bahsederek bir çıkarım yapıyordu. Orman sahiplerinin
nezdinde burjuva sınıfının çıkarlarını korumak için getirilen bir yasa olduğunu açıklıyordu.
Marx, genel olarak Amerikan hukuki realistlerinden, evrim teorisi ile meseleye bakmaya
çalışanlardan ayrı olarak toplumdan hukuk için fayda sağlamaya çalışmıştır. Yani amaçları
toplumu inceleyerek hukuku geliştirmeye çalışmaktır. Marx, Durkheim ve Weber ile birlikte
toplumu inceleyerek hukuka dair çıkarımlarda bulunuyorlardı. Dolayısıyla biz de bu odun
yasalarını bu perspektifte incelemiştik.
Marx’ın hukuka dair yaklaşımını bu derslerimizde gördük. Hukuk bir üst yapı kurumuydu ve
tüm üst yapı kurumları ekonomik tabana bağlıydı. Her yönetim biçimi, kendi ahlakını,
hukukunu, dine bakışını üst yapı kurumlarına göre belirliyordu.
Bu hafta öğrendiğimiz Marksizm birikimi üzerine Neomarksistler denilen kişileri
inceleyeceğiz.
Pashukanis, Marx’ın hukuka dair söyledikleri sınırlı şeyleri alıp geliştiren bir kişidir.
Pashukanis ’ten bahsetmeden önce belli başlı kavramlara değmemiz gerekli. Aslında tutarlı
Marksist görüşten bahsedemeyiz ya da Marksist teoriden bahsedemeyiz. Bunun sebebi Marx’ın
kendi içindeki tutarsızlığına dayanmaktadır. Hukuka dair söylediği şeylerin tutarsızlığına değil.
Bunun sebebi Marksizm’in hukuki teorisini ortaya koyacak denli uzun çalışmaların yapılmamış
olmasıdır.
Sebepleri neler olabilir?
• Akademik ilgisizlik
• Dünyanın Marksizm’e koyduğu mesafe (karalama kampanyası)
• İçinde bulunulan ana akım yerine bir karşı akım olması
• Marx’ın hukuk nedir diye açıklama yapmamış olması→ Çünkü biz hukuku, iktisadi temel
üzerine yükselen bir üst yapı olarak görürüz. Marx işin meselesi ile uğraşmıştır, tanımı ile değil.
Bahsettiğimiz gibi Marx ve Engels’in amaçları toplumu kullanarak hukuku açıklamaktır.
Elimizde bu iki düşünürün ortaya koyduğu bir hukuk teorisi olmasa bile Marksist gelenekten
alınan teori ve kavram unsurlarını kullanan Marksist bir hukuk analizi vardır. (Hukukun
Marksist Analizi)
(Vaktimiz olursa önce Pashukanis ten başlayacağız, sonra İsaac Baldus sonra Karl Weber(?)
sonra da Evan Stone var.)
Bu eldeki materyalin çoğu, bugünün ilk kısmında bahsettiğimiz konulara dahil bir ek kısımdır.
Ek olarak, ilerleyen derslerde tartışacağımız konuları kolaylaştırmak için 3 tane kavramı
açıklayacağız:
1)Araçsalcılık ve Yapısalcılık
2)Emek-Değer Teorisi
3) Meta Fetişizmi
ARAÇSALCILIK NEDİR?
Hukuk burjuvanın yönetim aracıdır dediğimizde ne anlarız?
Sınıf çıkarını korumak için kullanılır. Hukuk egemen sınıfın bir yaratımıdır. Burjuvazi
tarafından geliştirildiği ve desteklendiği için hukuk kaçınılmaz olarak burjuvazinin çıkarlarını
yansıtmaktadır. Devlet dediğimiz şey, egemen sınıfın yani kapitalist egemen sınıfın çıkarlarına
hizmet etmek üzere örgütlenmiş tüzel kişiliktir. Hukukun mevcut sosyal ve ekonomik düzenini
korumak ve sürdürmek devletin amaçlarından biridir.
YAPISALCILIK NEDİR?
Hukukun biçim ve içeriğinin gelişimini, kapitalist üretim tarzı tarafından birleştiren,
birbirleriyle ilişkili ama kısmen bağımsız olan 3 etki alanından kaynaklanmaktadır:
-Siyaset
-İdeolojik
-Ekonomik
Bu 3 alan, burjuvazi için genel olarak faydalı olan sosyoekonomik düzeyi sürdürmek için
birlikte çalışsalar da burjuvazinin devlet kurumları üzerindeki kontrolünü de
sınırlamaktadır.
Burada demek istediğimiz şey şudur:
Ne zaman bir oyun oynasak oyuna getirdiğimiz kurallar sadece karşı tarafı etki etmemekte, aynı
zamanda bize de etki etmektedir. Bu durumda getirmiş olduğumuz kurallar yalnızca bizim
lehimize gelmiş olmamaktadır.
Bu yaklaşım gördüğümüz üzere araçsalcılıktan farklıdır. Çünkü araçsalcılıkta sanki hukuk
burjuvazinin elinde bir sopaymış ve sürekli kullanılıyormuş gibidir. Ancak yapısalcı bakış
açısına göre sanki hukuk o sopayı tutan kişiye de zarar veriyormuş gibidir.
Araçsalcılığa göre hukuk mutlaka günün sonunda burjuvaziye fayda sağlayan bir şeydir.
Yapısalcılık ise daha geniş bir düzeyde bakarsak burjuvazinin hem yarar hem de zarar
gördüğünü ifade etmektedir. Örneğin, Refah Yasaları.
Refah yasaları deyince aklımıza ne gelmektedir? Sosyal devlet.
Bu örneğe göre yapısalcılar açısından bu iş şöyle açıklanmaya çalışılmaktadır:
Refah yasalarını getirmekle devlet, aslında bir noktada kendi ayağına sıkmaktadır. Çünkü
serbest piyasanın işleyişinde bir doğal düzen olduğunu söylüyorduk evrimcilere göre. Ama
refah yasası dediğimiz şey bunu engellemektedir.
Peki devlet veya devleti yönettiği iddia edilen baskın sınıf bundan ne elde eder?
Örnek olarak, covidden sonra artan kiralar için kiranın %25 fazlasından zam yapılamayacağı
açıklanmıştı. Burada serbest piyasadan, arz ve talepten bahsederiz. Ancak bunun getirilmesinin
nedeni alt tabakadan çok fazla huzursuzluk çıkmasının önlenmesi içindir. Serbest piyasaya
dışarıdan bir müdahale yapılmaktadır. Bu dışarıdan müdahale, toplumsal hukuk teorilerinde
bahsettiğimiz evrimsel piyasa anlayışına tamamen terstir.
Başka bir örnek de, Anti tröst yasalarıdır. Tröst, tekel demektir. Rockefallerden bahsetmiştik.
Bu kişinin petrol şirketi vardı ve tüm petrol ürünlerini ve tüm taşımacılığı eline almıştı.
Yani aslında bir taraftan araçsalcılığın yapısalcılığa verecek bir cevabı vardır. Kendisini
sınırlaması yine kendisine fayda sağlamasından ötürüdür. Yapısal Marksistler hukukun
egemen sınıf çıkarlarından görece özel olduğunu söylemektedirler. Yani tamamen onların
elinde değildirler.
PASHUKANİS
1920’lerin 1930’ların önde gelen Sovyet hukukçularından biridir. Hatta Sovyet Baş
hukukçusudur. Bu tanınırlığın sebebi 1924’te kaleme aldığı Genel Hukuk Teorisi ve
Marksizm isimli kitabından dolayıdır. Bu çalışmasında sunduğu hukuk, meta teorisini formüle
etmesinden kaynaklanmaktadır.
Pashukanis’ten önce söylediğimiz gibi marksist hukuk bakışında hakim görüş araçsalcılıktır.
Burjuvazinin, hukuku işçi sınıfını ezmek için kullandığını ancak komünizme geçişte de aynı
araçsalcılığı işçi sınıfı için gösterebileceğine inanmaktadır. (Kendimizi sömürtmeyeceğiz
anlamı taşıyor.) Yani sonuç olarak bahsettiğimiz sosyoekonomik aşamalara göre komünizme
varacağızdır.
Pashukanis’in Meta Değişim Teorisi (Meta Mübadelesi Hukuk Teorisi) daha karmaşık
bir fikir ortaya atmaktadır.
Bu yaklaşımda burjuvazinin elinden devlet alınacaktır ve devlet işçinin aracı haline gelecektir
anlayışı yer almaktadır.
Pashukanis’e baktığımızda Marksist metot, hukuki ilişkilerin doğrudan doğruya hukuk
vasıtasıyla anlaşılamayacağını söylemektedir. Hukukun, insan aklının gelişiminin genel bir
sonucu olmadığını ve toplum içindeki maddi varlık koşullarında saklı olduğunu
söylemektedir.
Bu perspektiften bakıldığında insan davranışlarının ötesinde insana ait olmayan bir takım
normları veya ilkeleri ifade etmek amacı vardır. Tarihle bağlı gerçek insan davranışlarının birer
görünümüdür, bahsedilen şeyler.
Davranışlar gün içinde belli bir ilişki oluşturur. İnsanlarla yapılan her şeyin bir hukuki manası
vardır. Hukukta biçimlerin ve kavramların oluşumu aslında bu ilişkilerin dil aracılığıyla
ifadesidir. Davranışlara hukuki olarak bir isim veririz. Bunların ardındaki (hukuk normlarının
ardındaki) gerçek ilişkileri görmeyip, bağımsız bir nitelik addedersek buna Marksist
metodolojide Kavramlar Kültü denilmektedir. Bu sayede kavramları kült edinmiş oluruz.
Örneğin, bazı yasakları görüp tamamen insan aklının ürünüymüş gibi, gerçek yaşamla ve
insanlar arasında hiç bağı yokmuş gibi kült ediniriz.
Kavramlar maddi ilişkilerden önce var olmazlar. Biz daha önce akıl ve maddenin hangisinin
önce geldiği konusunda maddenin önce geldiğini söylemiştik. Yani akıl onu akletti diye madde
var olmamaktadır.
Fikir, nasıl maddi dünyanın insan zihnine düşünce biçimleri şeklinde yansıması ise ve maddi
gerçeklikten geliyorsa hukuk kavramları da insan aklında kendiliğinden oluşmamakta,
gözlemlenen toplumsal ilişkileri anlamlandırıp kavramlaştırdıktan sonra var olmaktadır.
Örneğin, belli başlı sözleşme türleri.
Örneğin bir işin nasıl yapılacağı öğreten kişi para ile öğretir.
Ya da örneğin ilkel toplumda insanlar birbirinden yardım istiyordu, medeniyet çıkıyordu daha
sonra. O toplumda biri ev yapınca başka birinin ev yaptırmak istemesi yine sözleşmeye
dayanmaktaydı.
Yine ilkel toplumdan örnek verecek olursak, birlikte bir iş yapacakları zaman kişiler işi
yaparken yardımlaşmaktaydılar ve bu yapılan iş metodunun da bu yüzden bir adı olması
gerekmektedir. O kavram da işbirliği kavramıdır. Yani yapılan bu eylemlerden sonra buna bir
isim verilmektedir.
Marksist hukuk teorisi hukuki üst yapıyı tanımlarken sadece isim verilmektedir. Marksist
hukuk teorisi hukuki üst yapıyı tanımlarken sadece normlardan ve kavramlardan yararlanmaz.
Hukuku, toplumsal ilişkilerin aynası olarak görmektedir. Yani hukuka baktığımız zaman
toplumu görmekteyizdir. Hukuk, toplum içinde belli başlı şeyleri yapmayı onaylayan bir
mekanizmadır. Biçim verme kavramı ile de toplum içindeki davranışların başka bir biçime
evrilmesini ifade eder. Örneğin kooperatif kavramı köyde imece olarak
adlandırılmaktadır.
Burada bahsedeceğimiz başka bir kavram da dönüştürme kavramıdır. Yani aynası,
onaylayıcısı, biçim vericisi ve dönüştürücüsünden bahsederiz. Hukuk aynı zamanda toplumdaki
belli başlı davranış biçimlerini sadece takip etmez aynı zamanda toplumu bir yere götürme
işlemini de yapmaktadır.
Örneğin Küçük Prens kitabının bazı baskılarında Mustafa Kemal’e atıf yapılmaktadır. Kitabın
ön sözünde şu yazar,
‘Türklerin başına bir diktatör geldi ve onları belli şekilde giyinmeye zorladı ve Türk gözlemci
yeni bir gezegen keşfetti ama onu eski kıyafetler içinde kimse dikkate almadı. Giysileri
değiştikten sonra herkes onu dinlemeye başladı.’
Buradan anladığımız şey, yasalar sadece toplumun ilişkilerini takip etmezler, günü gelince bir
değişiklik yaparlar. Örneğin alkol olma yaşı 18 değil 22 olsun gibi.
Ya da tekrar özel hukuk formlarına döndüğümüzde elimizde örneğin, adi şirket varsa ve kişi
batarsa kendisi sorumlu olur. Bunun yerine bir şey getirelim isteği olur ve bunun sonucunda da
sınırlı sorumluluk getirilir gibi örneğin.
İşte burada aynı zamanda hukukun dönüştürücü etkisini de görmekteyizdir.
Hukuki ilişkilere işaret eden hukuk demir kurallardan ibaret değildir. Özellikle mübadele
ilişkilerinin kurallaşarak içerik kazanması ve bu içeriği taşıyan biçimlerin oluşması ile
gerçekleşmektedir. Yani içeriği, insan davranışı vermektedir ve bunlar belli formlara
bölünmektedirler.
Örneğin taşımaz satışı ve taşınmaz vaadi sözleşmesi. İkisinin arasında fark vardır. Bu aslında
yapılacak aynı iş için hukuki fikir, davranış içeriği oluşturarak farklı biçimler kazanmaktadırlar.
Hukuk kurallarını bir kül halinde hukuk kuralları sepeti olarak düşündüğümüzde aslında belli
bir varlığın kullanımını, işlevi olan her şeyin hukuku olabileceğini varsaymaktayız. Tüm
kurallar bir hukuki kural değildir. Örneğin bir iş yerinde baret takılmasına dair olan kural
hukuki kural değildir, teknik kuraldır. Ancak bu kurala uyulmaması halinde iş akdinin
feshedileceği kuralı hukuki kuraldır.
Teknik kurallara uyulup uyulmadığının sonuçları ile hukuk ilgilenmektedir. Hukuka konu
edilebilir şeyleri ilişkin kurallar daima hukukun konusunu oluşturmamaktadır. Hukuka konu
edilebilen şeyler genelde somut şeyler olmaktadır veya mübadele edilebilen şeyler veya soyut
ve sunulması mübadele edilmesi yasak şeyler de konu olabilmektedir. Örneğin rekabet yasağı,
örneğin yaşama hakkı, kişilik hakkı gibi.
Hukuk bunlar ile mevcut ve muhtemel abussus, ussus, fruktus düzeyinde ilişki kurmaktadır.
İçeriği oluşturacak toplumsal öneme sahip olan ilişkiyi önceye almaktadır.
Hukuk kuralları varlıklarını mübadele ilişkilerinden almaktadırlar dediğimizde buna
nasıl itiraz edebiliriz?
Mesela dini ilişkiler, örfi ilişkiler, kültürel ilişkiler, aile ilişkileri. Daha önce bahsetmiştik
Medeni Kanununa veya Borçlar Kanununa giren örfi bir mesele vardı. Hakimin hukuk
yaratması meselesi. Burada örfi ilkeler kullanılıyordu.
Bunun güzel bir örneği bir içtihatta verilmektedir, tecavüze uğrayan, sütlük bir ineğin mundar
olması konusunda maddi bir zarar yoktur ama sütü içilmez, eti yenmez. Ekonomik bir değeri
vardır ancak.
Aile konusuna geldiğimizde bu konudaki görüşler genelde Pashukanis’in karşısına
koyulur. Bu noktada gözden kaçınılmaması gereken şey konusunda, köleci ve feodal toplum
düzenlerinde aile içindeki fertlerden hangilerinin toplum içinde sözleşmesel ilişki kurabilme
şartları ile var olduğunu hatırlamamız gerekmektedir. Roma’da aile babası vardı, vatandaş ve
yabancı ayrımı vardı ve bu siyasal bir ayrımdı. Feodal döneme gidildiğinde, toprak sahibi bir
statü veriyordu ve o statüye göre haklar kullanılıyordu.
Bizde de kişiler hukukunda fiil ehliyetini düzenleyen belli başlı şartlar vardır. Fiil ehliyeti
deyince aklımıza örneğin, gidip suyu bir yerden almak gelir. Yani sözleşmesel ilişki kurabilme
şartları ile oluşturulmuştur kişiler hukuku ve aile hukuku.
Hukuki özne sayılıp sayılmama anlamında her ferdin kabiliyeti aynı değildir. Aynısı politik,
kültürel, dini, ve benzeri meselelerde de uygulanabilmektedir.
Mesela hiç alakası olmayacağını düşündüğümüz bir örnek 1925’te tekke ve zaviyelerin
kapatılması örneğidir. Bugün dini azınlıklar (tarikatlar, Süryaniler, cemaatler gibi) varlıklarını
sürdürürler ancak hukuki olarak tanınmamaktadırlar. Bunlar vakıf veya dernek şeklinde
olabilirler.
Dernek dediğimiz şey belli amaçlarla çalışır, üyelerin vesaire bağışları derneğe gelir olarak
aktarılmaktadır. Bir şirketin ve bir vakfın denetimi de aynı şey değildir ayrıca.
Başka bir örnek verecek olursak, Osmanlı’da 70 binden fazla vakıf vardı ve bu vakıfların
girişinde vakıf duası ve bedduası yazıyordu. Bu vakıfların 40.000’i çeşme, hayrat gibi
şeylerden oluşmaktaydı, belli azınlık bir kısmı bayındırlık vakfıydı ve bunun yanında da
medreseler ve eğitim kurumları yer almaktaydı. Ve çok daha büyük bir kısmı ise türbeler, dini
ihtimam gösterilen yerlerden oluşmaktaydı. İşte bunlar devletin vergi toplaması
durumundan dolayı ortaya çıkmıştır çünkü gelirlerin denetlenmesinden korunmak
istemektedirler.
Gördüğümüz üzere laiklikle alakalı bir norm, kendi içerisinde insani ilişkilerle tamamen iç
içedir.
Bunlardan anladığımız şudur:
Toplumsal ilişkiler, toplumda sürdürülen ilişkileri tümü olarak ele almayacaktır. Sosyal olgu
olarak hukuk, topluluk içinde insanların alelade sosyal ilişkiler içinde değil hak ve ödev sahibi
insanların hukuki bakış açısıyla ele alınan ekonomik nitelikteki sosyal ilişkilerinde aranacaktır.
Hukukçular aslında tüm hukuk vazifelerini yerine getirirken belli başlı ekonomik reflekslerin
işlevsiz hale gelmesini sağlarlar. Ancak bunu yaparken belli apriori ilkelere uyduklarını
düşünmektedirler. Yani o kurallar önceden vardır ve o kuralları işletiyorlarmış gibi
düşünmektedirler. Hukuk kuralları bir sebep, bir norm değildirler.
Aslında yaptığımız şey ekonomik ilişkilerin devamını sağlamaktır. Bu yanılgı hukuki
ilişkilerin sürdürüldüğü hukuk biçimlerinin, formlarının anlaşılamamasından
kaynaklıdır. İçerik dediğimiz şey, biçimin içinde erimektedir. Çünkü her norm açıkça şu şudur
bu böyle yapılır dememektedir. Bir norm bir başkasını destekler, açıklar, betimler. Normlara
baktığımız zaman kapitalizmin özünü hemen göremeyiz.
Biçim dediğimiz şey, belli bir içeriğin dışsal görünümüdür. Yani o içeriği taşıyan şeydir.
İçeriğe var olması gereken ve aslında zaman içinde evrilmesi, değişmesi gereken nitelikleri
kazandıracak olan ve aralarında belli bir etkileşime dayanan, devingen bir etki oluşturan şeydir.
Somutlamak için bir hukuk normu düşündüğümüzde örneğin, bir normun belli bir biçimi vardır.
Bunun sahip olduğu içerik eğer kabına sığmazsa taşmak zorundaysa yeni bir norm, farklı bir
biçime sahip farklı bir norm oluşturur. Ya da içeriğine uymadığını düşündüğümüz toplumsal
davranış varsa o normu toplumsal davranışa dönüştürecek şekilde değiştirebilmekteyizdir.
Buradan neye bakmaya çalışıyoruz?
Malın, piyasada mübadele edilmesi ile toplumsal ilişkinin hukuki biçimi evrilmesine mantığı
arasında bir şey vardır. Yani kullanım değerinin bir mübadele değerine dönüştüğünden
bahsetmiştik. Toplumsal ilişki de toplumsal hukuki ilişkiye dönüşmektedir. Pashukanis
bunların arasında bir türdeşlik görmektedir.
Emek değer teorisine geri dönecek olursak, bir malın kullanım değerinin o malın mübadele
değerini ifade etmediğini söylemiştik. Mübadele edilebilirlik bir çeşit ortak değer
belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Yani su şişesi ile montu değiştirebilmek için bir ortak
değere ihtiyaç vardır ve bu ortak değerin de para olduğunu söylemiştik.
Maddeyi kullanıma değer kılan şey bir başka deyişle onu yaratan şey eğer emekse, belli bir
zaman içerisinde sarf edilen emeğin niceliğinin belirlenmesi gerekmektedir. Aralarındaki
çelişki çözülebildiği zaman eşitlenebilmektedirler. Çünkü mübadele değerini veren şey ardında
yatan emektir.
Örneğin, kundura işçisinin mal yaparken harcadığı 40 saat emek ile nalbantın demir döverken
harcadığı 40 saat emek aynı değildir.
İşte biz bunu nasıl eşitleyeceğimize bakmaktayızdır. Eşitlenme, ancak insan emeğinin
soyutlanması ile mümkündür. Soyut emek yaratıldıktan sonra özdeş emek gücünün,
toplumsal emek gücü içindeki oranına bakılması gerekmektedir.
Toplumsal emek gücü, bir toplumda bir günde sarf edilen bütün emeklerden oluşmaktadır.
Daha sonrasında ise bir takım hesaplamalarla bir saat için verilen emek miktarı bulunur ancak
bu matematiksel olarak mümkün değildir. Çünkü nalbantın demiri dövmesi ile kunduracının
yaptığı ütü, dikiş bir değildir.
Marx’a göre emek bir meta ürünü değildir ancak bu dönemde çoktan emek maddeleştirilmiştir.
Ya da örneğin 10 farklı elmamız olsun. Herkes farklı çeşit elmadan istediğinde talep çoktur
ancak arz sınırdadır. Fiyat yükselmektedir, sonra ise bunları üreten işçilerin emeğini de bir
kenara koyarak bir fiyat belirlenir. Tüm elmaların fiyatı için bir değer belirlenir. Günün sonunda
para elde edilir ve aynı zamanda da emeğin maliyeti hesaplanır. Yani nalbant, kunduracı, ceket
diken kişiyi 10 farklı çeşit elma gibi görebiliriz. Günün sonunda farklı olmalarının bir önemi
yoktur, amaç emeğin soyutlanmasıdır.
Konuya geri döndüğümüzde bir saatlik emeğin karşılığının bulunması ile her iki şey de birbirine
eşitlenir. Buradan çıkarttığımız sonuç asgari ücrettir. Ancak herkes asgari ücret ile
çalışmamaktadır.
Örneğin bir inşaat işçisi için emek değer takdiri yapmamız gerekmektedir. Bu emek değer
takdiri için merkez ise verilen emektir. Yani sonuç olarak asgari ücreti belirlediğimiz zaman
takdiri ücreti de belirlemiş olmaktayızdır.
Aynı işi yapan aynı büroya sahip iki hukukçunun bürosunu düşünelim. Yapılan iş aynıdır ancak
iki kişinin aldığı maaş farklıdır. Nedeni ise, bu durumu patronun belirlemesidir.
Bir malın kullanım değeri anladığımız üzere o malın mübadele değerini ifade etmemektedir.
Mübadele edilebilirlik bir çeşit ortak değer belirlenmesini zorunlu kılmaktadır. Ortak değer
ise soyut emekle tespit edilmektedir. Bu sayede mübadele esnasında hangi ürün değerinden
kaç tane daha ediyor, bunu tespit edebilmekteyizdir.
Örneğin hala Çin’de ipek ipliği üretimi eski yöntemlerle yapılmaktadır. Bir ceket üretecek ipek
bir ayda yapılmaktadır. Diğer tarafa bakıldığında ise makine ile daha kolay üretilmektedir. Aynı
para değildirler ancak bunlardan birini diğeri ile almamız lazımdır. Onun için de emeği ve
emeğin değerini kullanmaktayızdır.
❖ Mübadele ilişkilerinde insanlar pazarda mübadeleye tabi tutuldukları mallar arasında
ilişki kurarken bu malların ardındaki üretim sürecini de kapsayan, birbirleri arasındaki
toplumsal ilişkileri değil kendileriyle malları arasındaki hakka dayanan ve malların
mübadelesini belli kurallara tabi kılan ilişkiyi kullanmaktadırlar. Mal üzerinde doğan
haklar dolayısıyla bizler bu ilişkide özelleşmiş olan hukukun, hukuki biçimde ifade
etmeye başladığını görürüz.
Artık piyasada karşı karşıya gelen insanlar toplumsal ilişkiler ağı içindeki insanlar değil,
hukukun onları tanımladığı isimlerle, borçlular, alacaklılar ve türevleri haline
gelmektedirler. Yani örneğin, yanımızda oturan arkadaşımıza öğrenci deriz. Birbirimizi artık
mallar üzerindeki haklarla değerlendirmeye başlamışızdır. Artık hukuki özne oluşmuştur.
Bu bakış açısıyla Pashukanis’in vaaz ettiği bir durum vardır:
“Yasal eşitlik toplumsal eşitsizliği gizleyen bir perdedir.”
Meta formunun ya da meta biçimlerinin mübadele halini alan, meta biçimleri ile hukuk
biçimlerinin mantığı arasında bir paralellik vardır. Bu, bir kullanım değerinin mübadele
değerini, toplumsal ilişkinin hukuki ilişkiye dönmesi arasındaki paralelliktir.
Her iki forma da yani Meta formunda veya hukuki biçimde, bunlar doğası gereği eşit olmayan
metaların ve insanları eşitlemeye çalışan evrensel değerlerdir. (Metayı para ile eşitliyorduk,
para da emek zamandan meydana geliyordu.)Niteliksel olarak birbirinden farklı olan Metalar,
rekabetçi piyasa kapitalizminin ticari işlemlerinde eşitmiş gibi gösterir hale gelmektedirler.
Yani hepsine bir değer veriyoruz ve başka bir Meta olan para aracılığıyla değiştirilebilir hale
getiriyoruzdur.
Meta-Değişim ilkesinde de gerçek somut insanlar, istedikleri gibi alıp satma hakkının
taşıyıcısı haline geldiklerinde, soyut siyasi vatandaşlara dönüşmektedirler yani yasal
öznelere dönüşürler. İnsan da böyle bir konuma getirilmektedir. Niteliksel olarak farklı İhtiyaç
ve çıkarlara sahip insanlar kanun önünde eşit muamele görür hale gelmektedirler.
Örneğin, yasallığın dışında iki insan, insan olduğu için eşittir. İnsan derken, iki kişinin de
yaşayan bir organizma olması dışında her iki insan da kulak var demek özellik eşitliğidir,
niteliği eşit değildir.
Hukuk önünde eşitizdir ancak ve hukuken eşit muamele görmekteyizdir. İnsanların hepsinin,
metaların serbest belli zorlama olmaksızın veya eşit, adil bir biçimde dolaşıma katılma hakkı
vardır.
Medeniyetin beşiğini hukuk felsefesinden hatırladığımızda, kabileleri olan topluluklar vardı.
Bugün gördüğümüz medeniyet, iki farklı kabilenin mübadele ilişkileri ile var olmaya
başlamıştır. Bunun uç örneği ise dünya üzerinde her yerde barış olması, herkesin kanun önünde
eşit olması ve mübadele ilişkilerini rahatlıkla gerçekleştirebilecek olmasıdır.
Medeniyeti devam ettirme anlamında mübadelelerde herkes eşittir. Bunun ile birlikte,
kapitalist ve işçiler arasındaki güç ilişkisinin doğasında var olan toplumsal eşitsizlik, sınıfsal
farklılıklar izlenebilmektedir.
İş sözleşmesinde işçiye verilen yasal haklar ve ödevler sadece kapitalistler tarafından eşit
miktarda, eşit şartlarda sömürülmelerine ilişkindir. Kapitalist sınıf, işçinin özgürce ve isteyerek
işverenle bir sözleşme yaptığı yanılgısını teşvik etmektedir.
İş sözleşmesinin yapmamakta özgür müyüzdür?
İşin aslı, işçi çoğu zaman hayatta kalmak için çaresiz bir ihtiyaçtan ötürü artı değer elde etmek
isteyen işverenin ödemeye razı olduğu ücret karşılığında emek gücünü satmaya zorlanmaktadır.
Dolayısıyla iş sözleşmesi özgürce ve isteyerek yapılan bir sözleşme olmadığı gibi taraflardan
her birinin, diğerini işlem karşısında eşit olarak kabul ettiği bir ilişki de değildir. (İşvereni bir
sözleşme esnasında daha güçlü görürüz.)
Özünde olmasa bile soyut olarak kağıt üstünde tüm bu iktisadi mübadele ilişkilerine girenlerin,
sözleşme özgürlüğüne ve yasal hak eşitliğine sahip olma görünümüne sahip olma durumundan
bahsedebilmekteyiz.
Bunlar para ekonomisinde metaların sorunsuz ve sürekli dolaşımını sağlamak için ihtiyaç
duyulan koşullardır. Yani fiiliyatta zaten böyle değil, biz bunu değiştirelim dediğimiz zaman,
hukuk güvenliğini sağlayamadığımız zaman eşitsizlik hissi ortaya çıkar ve bununla birlikte hak
eşitliğinin herkese verilmesi düşüncesi de ortaya çıkar. (Ki piyasa devam etsin.)
Örneğin 2. Dünya Savaşı öncesinde İngiltere’nin altın madenini ele geçirmesi için ne yapması
gerekiyordu?
Askerin oraya götürerek ele geçirebilmekteydi. Ancak 1945’te şirket mefhumu ile hiç askere
gerek kalmadan orada şirket kurarak sözleşme ile insanlara eşit haklar vererek ele geçirilmesi
söz konusuydu.
Devletin araç olduğundan bahsetmiştik.