Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 76

Fanzin, edebiyat alanında hem en değersiz hem de en değerli ürünlerden biri.

Böyle bir giriş yapmamın sebebini ben yazdıkça, sizlerde okudukça öğrenecek-
siniz.
2015 yılında fanzin alanına girdiğimde herkes fanzin üzerine farklı şeyler anla-
tıyordu ve sanırım kimse hakkında net bir bilgiye sahip değildi. Bunların içinde
10 belki 20 yıl boyunca fanzin ile uğraşmış insanlar vardı. Oturup araştırmaktan
aciz bir topluluk olması beni biraz üzmüştü ama bu aynı zamanda bir fırsattı.
Yapılmayanı yapmak için bir fırsat.
Fakat düşündükçe bu fanzin tarihi için araştırma yapmayan ve hazır bilgiler
üzerine konan insanların ne kadar dar düşünceli olduğunu gördüm. Bu muha-
fazakâr tutumları ile var olan düşünceyi kendilerine göre yontmuş ve böyle sü-
receğini düşünmüşler. Bu insanlar fanzin camiasının içinde olmasa bile durumu
kabullenmiş.
2018 öncesine bakarsanız fanzin hakkında yazılmış birkaç kitap (ki bunlar ol-
dukça tartışmalı) ve bir düzine yazı bulabilirsiniz. Hatta fanzincilerle yapılmış
röportajlar üzerine bir kitap bile var. Çoğunda bir Samizdat türküsü, bir solculuk
kisvesi var. Oldukça saçma ve komik. Neden diye soracak olursanız bu röportaj-
lar 90’lı yıllarda değil. 2011 yılında. Google’a “Fanzine history” bile yazmamış
bu insanlar fanzin tarihi ve amacı üzerine rahatça atıp tutabiliyor ve işin garibi
kulaktan dolma bilgiler ile bilmedikleri bir şeyler üzerine rahatça bilgi sunabi-
liyorlar.
Beni en çok rahatsız eden durum bu. Fanzin çıkaran kime “fanzin nedir” diye
sorsanız mutlaka bir cevap alırsınız, bu çok normal çünkü fanzin çıktığı yoldan
bambaşka bir hale evrilmiş. Fanzin tarihi üzerine bir şey sorduğunuz zaman
yine bir cevap alıyorsunuz kimse bilmiyorum veya araştırmadım demiyor gelen
cevaplar ise bilindik ve süregelen klişeler oluyor sadece. Bu yüzden yıllarca bü-
yük bir bilgi kirliği dolmuş ve şimdi çöpleri kapının önüne koyma zamanı.
Öncelikle fanzin bilimkurgu türünün altında doğmuş ve orada kendine yer edin-
miştir. Tıpkı belirli bir yaşa gelmiş insanlar gibi doğduğu alandan başka yerlerde,
başka türlerin, anlayışların ve toplulukların içinde daha da gelişip tüm dünyada
kendine yer bulmuştur.
Fakat son iki yılda oldukça farklı işler ve anlayışlar çıktı ortaya. Örneğin Türki-
ye’nin ilk fanzini Mondo Trasho olarak gösterilirken geçtiğimiz yıl bulup ortaya
çıkardığımız sayıları ile ve Fanzin Apartmanı ile yaptığımız tarih çalışmaları so-
nucunda artık Antares gösterilir oldu. Fanzin üzerine çıkan kitaplarda hakkında
bir iki satır dışında bilgi bulamazsınız. Bunun sebebi çıkaran insanlar ürünleri
üzerinden kendilerini atfetmiyorlar. Yapmışlar ve yollarına devam etmişler. Ken-
dilerine ulaşmak bile isteseniz “biz o işi yapalı çok oldu” gibi bir cümle duyu-
yorsunuz.
Neden böyle? Neden Mondo Trasho veya Laneth gibi dillere pelesenk olmadı?
Bu sorulara ortak bir cevap aslında çıktığı il olabilir. Antares’i ODTÜ öğrencileri
Ankara’da çıkarıp farklı illere posta yoluyla iletiyorlardı. Sezar Erkin Ergin (kendi-
si fanzini çıkaran kişi) zaten Ankara’da olmasından dolayı birçok şeyi kaçırdığını
yazılarında anlatıyor. Olay Abonelik ile ilerlerken gönüllülük ve güven en önemli
faktör olmuş. Bir diğer cevap ise 1971 yılında daha bilimkurgu türü bile isimlen-
dirilmemişken böyle bir işin yapılmış olması.
Antares 1971 yılında çıkarken Sezar Erkin Ergin şöyle diyor: “Fanzinin ne oldu-
ğunu biliyorduk” bu cümle bize şunu gösteriyor: Ekip fanzinin ne olduğunu ve
tarihi hakkında bilgililer. Amerika’daki yazarlar ile irtibat halinde olmaları bu-
nun bir göstergesi. Önemli bir bilimkurgu yazarı olan Harry Harrison ile olan
mektuplaşmaları ve Harrison’ın bu emekleri için onları tebrik etmesi sanırım
yerli bilimkurgu, fanzin ve dergi tarihi için en önemli durumlardan biri olabilir.
1971 yılında teksir halinde yayın hayatına başlayan Antares fanzin 1974 yılında
dergi olarak yayın hayatına devam ediyor. Fanzin sayıları bugün herhangi bir
yerde bulunmuyor ne yazık ki. 1973 yılında science fiction kelimesine bilimkur-
gu olarak karşılık bulan Orhan Duru’nun sayesinde 1974 yılında Türkiye’nin ilk
fanzini ilk bilimkurgu dergisi olarak yayın hayatına devam ediyor. Dergi olarak
isimlendirilse bile halen fanzin mantığında ve kültüründe devam eden bir iş
oluyor Antares. Değişen tek şey baskı kalitesi.

“Antares, Bir fanzinin doğuşu.


Türkiye’deki fandomun çok yeni bir şey olduğunu zaten biliyoruz. Sezar’ın
bilimkurgu kulübünün gerekli olduğunu düşündüğü güne kadar kendi kulü-
bümüzü kurmak gibi bir niyetimiz yoktu. Sezar’ın Ankara’da yayınladığı tek
resmi etkinlik olan fanzin Antares’in bugünkü doğumu, bu alana olan ilgimiz
için çok şey yapıyor. Biz, Türkiye hayranları olarak, biraz da olsa uluslararası
bilim kurgu sahnesini duymaktan mutluyuz.”
Yukarıdaki sayfa 1971 yılında yayınlanmış Türkiye’nin İlk Fanzini Antares’e ait.
Fanzin ve fandom yani hayran kültürüne aşina ve bilgililer. Diğer ilk olarak gös-
terilen hiçbir fanzinde -ki olsa bile 90’lı yıllarda olduğu gerçeğini unutmayalım-
böyle bir bilgi nüansı yok. Sadece çıktığı tarihten daha sonraki süreçte yakış-
tırmalar mevcuttur. Ayrıca Mondo fanzin olmadığını belirli sebeplerden dolayı
kabul etmiyor ve Laneth ise ilk sayıdan sonra dergiye dönüşüp reklamla kazanç
sağlayan bir işe dönüşmüştür.
Bilimkurgu dergisi olarak 1974 yılında yayınladıkları ilk sayılarında “ingilizce
özet” başlıklı yazıda şöyle diyor Sezar Erkin Ergin:
“Birkaç yıl önce, “Türk bilim kurgu fandomu” ifadesi otomatik olarak bir avuç
genç Antares ve AN (Antares News, bu topraklarda çıkan ilk İngilizce fanzin olur
ayrıca) okuyucusundan bahsediyordu. Bu temel formül artık geçerli değil. İki
fanzinin kendi zamanlarında en düzensiz şekilde ortaya çıktıkları yeterince doğ-
ru; ancak yukarıdaki ifade daha çok iki büyük olayın Türkiye bilimkurgu tarihin-
de bir devrime neden olduğu gerçeğiyle ilgilidir.”

Burada bahsedilen en önemli olay şu; aynı yıllarda çıkan bir fanzin daha oldu-
ğunu öğreniyoruz. Antares ve AN. Yani Türkiye’de olayını anlatan ve fanzinin
bilincinde bir topluluk olduğunu biliyoruz artık.
Diğer örnek gösterilen fanzinlerin “fotokopi dergi” deyişlerinden daha çok ger-
çek ve bilinçli bir çıkıştır bu.
Sezar Erkin Ergin 1998 yılında ikinci sayısı çıkan Nostromo dergisine verdiği
röportajda bilimkurgu üzerine sorulan soruyu aynı şekilde fanzin üzerine de
düşünebiliriz. Günümüzde fanzin üzerine büyük büyük konuşmalar, yargı dağıt-
maya çalışan bilgisiz insanlar var ve olmaya devam edecek. Soru ne kadar cevap
niteliği taşısa da Sezar Bey soruyu öylesine geçiştiriyor.
Nostromo- Geçtiğimiz yıllar içinde siz görsel malzeme toplarken, birtakım in-
sanlar, örneğin yurtdışında tahsil terbiye görüp akademisyen sıfatıyla buraya
yerleşenler, BK üstüne iri iri lâflar ediyorlar, dersler veriyorlar, kendilerinin
“en veya tek” olduğunu zannediyorlar ama sizin, bay Giovanni’nin ya da Zü-
htü Bayar’ın ismini bilmiyorlar. Sizin bıraktığınız boşluktan kesinlikle yararla-
nıyorlar. Verdiğiniz bunca emek-dergi, bülten, topladığınız bunca materyal-
bunların basılarak ulaşması gerekiyor.
S.E.E.-Benim şu anda hazırladığım İngilizce. Türkçe basılması söz konusu de-
ğil. Basılırsa ancak yabancı dilde basılacak. O da çok zaman alabilir. Ve de
materyal çok fazla biriktiği için, onları kendim düzenlemem yılları, alabilir.
İşin kötü tarafı, ben bir şeyi yaparken, yenileri geliyor. Yani malzemeler gitgi-
de birikiyor.
Açtığı yoldan ne ün, ne de kendine bir yol açma niyetinde. Sadece üretiyor,
keyif aldıklarını tüketiyor ve öylece var olmaya çalışıyor. Benim de fanzin an-
layışım tam olarak buradan geliyor. Çıkardığı fanzin ile 1972 yılında İtalya’nın
Trieste kentinde düzenlenen 1. EUROCON’da Avrupa Bilim – Kurgu Özel Ödülü
alan Antares ülke içinde görmediği değeri yurt dışında görüyor.
90’lı yıllarda çıkan diğer fanzinlerden birçok öncesi var. Örneğin X- Bilinmeyen
Dergisi ilk olarak teksir halinde fanzin şeklinde basıldığında 1976 yılıydı. Daha
sonra Zühtü Bayar Galaktika ile Bülent Akkoç ise Öncü ve Göktaşı ile bu alanda
önemli örnekler sunuyor. Bu topraklarda çok fazla örnek çıktı ve dünyanın bir-
çok yerinde olduğu gibi ilk örnekleri bilimkurgu alanından oldu.
Türkiye içindeki fanzin anlayışı hakkında düşüncem şöyle: Üretilen işten her-
hangi bir şekilde maddi bir kazanç sağlayamadıkları için olayın manevi kısmını
yüceltmeye çalışıyorlar. Yani Rusya’da çıkan Samizdat yayınlarını duyup fanzini
oraya dayandırmak gibi bir duruş ve solculuk kisvesi görebilirsiniz.
Fanzin’in Samizdatla, Samizdat’ın ise Fanzin ile uzaktan yakından alakası yok-
tur. Öğrenmek için tek yapmanız gereken Efe Elmastaş’ın Samizdat Tarihi isim-
li fankitini okumak. İkisinin en büyük ortak özelliği kâğıt üzerinde olmalarıdır.
Translate üzerinden bile olsa yurtdışından birkaç çeviri okumanız size bu gerçe-
ği elbet gösterecektir. 2020 yılında bu ahmaklığa daha fazla göz yummayacağım
kusura bakmayın. Ya da bakın, açıkçası cahilliğinize verip geçeceğim.
Antares’i ortaya çıkaranlar alanı boş bıraktıkları için bu boşluktan nemalanan
ve kendilerini ilk - en – tek gibi unvanlar ile besleyen kişiler ne fanzincidir ne
de fanzin ruhunu benimsemişlerdir. Fotokopi dergi üreticiliğinde kendilerine
herhangi bir şey demiyorum. Bu söylemlerim sadece tarihsel açıdan bir değer-
lendirmedir. Bugün zaten kimin eli kimin cebinde beni çok alakadar etmiyor.
Antares’e hızlıca geri dönecek olursak Fantazya, bilimkurgu, korku gibi alt
kültürlerle ilgilenen hemen hemen herkesin duyduğu bir kişinin mektubunu
görüyoruz ikinci sayıda. Giovanni Scognamillo. Hem Türk sinemasına hem de
bahsini ettiğim türler için yaptığı çalışmalar ve üretimler halen en kaliteli iş-
ler olarak karşımıza çıkıyor. Mektup içerisinde birçok önemli detay var fakat
şöyle bir cümle dikkatimi çekiyor: “Sonra… Bilim-Kurgu dünyasından; nerede
o eski fanzines’ler! Bir kısmı arşivimde, tabii, yakında arşivinize aktarırsam
hiç şaşmayın.” Burada Giovanni’nin arşivinde başka Türkçe fanzinler var mı?
Yoksa bahsini ettiği yurtdışı örnekleri mi bilemiyoruz. Sezar Erkin Ergin’in arşi-
vine kattı mı onu da bilemiyorum fakat bunların bir gün ortaya çıkacağını umut
ediyorum sadece. Ayrıca bir müjde vereyim Antares’in 1973 yılından sonra ya-
yınladığı tüm sayıları Lagari Bilimkurgu sitesinde yayınlayacağım.
Fanzin Yürüyor! Ve bir bilimkurgu emekçisi olarak “Bilimkurgu Umuttur.”
H. G. Wells Usulü
GELECEKTE BİZLERİ NELER BEKLİYOR
Geleceğin dünyasını hayal etmenin edebi yolu olduğunu söyleyebileceğimiz bi-
limkurgu, bilinçli -ya da bilinçsiz- ilk yazılmaya başlandığı zamandan beri, envai
çeşit geleceği okurlarına sundu ve sunmaya da devam ediyor. Her yazarın ve
her dönemin farklı hikayelere sahip olduğu ve üstelik her birinin güncel hayatı
ister istemez etkilediği bu tür, herkese göre bir geleceği sayfalarında barındırı-
yor. Öyle ki en dehşet verici olanında toz pembe hayallere kadar.
Bilimkurgu yazınının mimarı sayılacak isimlerinden biri olan Herbert George
Wells ya da H. G. Wells, hayatı boyunca birbirinden farklı konu ve kurgu ile lite-
ratüre önemli katkılarda bulunmuş bir isim. Ancak onun kaleme aldığı gelecek-
te insanların bilimle barışık dünyalarda yaşadığını pek görmeyiz. Daha ziyade
insanlığı bekleyen kriz ve açmazlara işaret eder, bir nevi uyarıcı rolünü üstlenir.
Yazar 1866 yılında İngiltere’de hayata gözlerini açar. Fen bilimleri alanında eği-
tim alan ve bir süre bu alanda öğretmenlik yapan Wells, hastalığı sebebi ile
mesleğini bırakıp tam zamanlı yazarlığa yönelmiş. Çalkantılı özel hayatı yakın
nedeniyle çevresi tarafından eleştirilse de, biz bu konuyu tabi ki es geçiyoruz.
Wells’in yazar olma kararının, bilimkurgu tarihinin de en önemli anlarından biri
olduğunu söyleyebiliriz. Zira türün geleceğinde sıklıkla kullanılacak fikirlerin
yaratıcısı bir isimden söz ediyoruz ve dehasına çok şey borçluyuz. Peki H. G.
Wells kitaplarında gelecek nasıl görünüyordu veya geleceğin dünyasında en çok
endişe duyduğu noktalar nelerdi? Bugünden bakarak gelecek günlere dair bir
uyarı mekanizması olarak da tanımlanan bilimkurgu, onun metinlerinde nelere
dikkat etmemizi istiyordu?
Wells’in yazma tutkusunu harekete geçiren olaylardan biri hiç kuşkusuz Gio-
vanni Schiaparelli’nin 1877 yılında Mars gezegeni ile ilgili yaptığı gözlemler. Kızıl
gezegenin yüzeyi ile ilgili beklenmedik buluşlar, bilim dünyasını olduğu kadar
edebi çevreleri de harekete geçirmiş gibi görünüyor. Wells’in Dünyalar Sava-
şı adlı kitabı 1898 yılında yayınlandığında, söz konusu keşiflerin etkisinin her
sayfada hissedildiğini söylemek mümkün. Londra’nın ve dolayısıyla bütün ge-
zegenin Mars’tan gelen uzaylılar tarafından işgal edildiği kitapta, uzayın bilin-
mezliği ile ilgili düşüncelerini bir çeşit uyarı ya da korku olarak yazmayı tercih
etmiş. Diğer gök cisimleri ve evrende hayat gibi konular hakkında çok az bilgi
sahibi olduğumuz o yıllarda, gelecekte başımıza dert açacak şeylerden birinin
de uzaylı istilası olduğunu düşünmüştür. Şimdilerde böyle bir tehdidin gerçek-
leşme olasılığı olmadığını biliyoruz, yakın sayılabilecek çevremizde kimse yok.
Ancak Wells bu kitapta başka bir geleceğe daha işaret ediyor. Kitaptaki işgal
kuvvetleri lazer ışını teknolojisini kullanarak dünyaya hükmetmeye çalışıyor ve
bayağı bir ilerleme kaydediyor. Kitabın yazıldığı tarih 20.yüzyılın hemen öncesi.
İlk yayınlandığı dönemde böyle bir teknoloji olmamasını bir kenara bırakın, an-
cak 21.yüzyılda belli miktarda kullanılabilir hale geldiğini biliyoruz.
Ve tahmin edileceği gibi teknolojik gelişmede olduğu gibi ilk olarak savaş sa-
nayisinde işe yarayıp yaramadığına bakıldı. Marslıların kullandığı kadar işlevsel
olmasa da bu alanda işe yaradığını kanıtladık. Sanırım bu metinle Wells, bizi,
bize karşı uyarıyordu.
Döneminin çok ötesinde bir öngörüye kitaplarında yer veren yazar, Zaman Ma-
kinesi (1895) isimli kitabında, zamanda daha önce kimsenin gitmediği ve git-
meyeceği kadar ileri gider. Zamanda yolculuk fikrini bildiğimiz anlamda insan
toplumu ve yaşamının yer almadığını düşündüğü bir geleceğe odaklar. 802701
yılına giden ‘zaman yolcusu’ bildiğimiz tüm medeniyet işaretlerinin ortadan
kaybolduğu ve insanoğlunun ilkel kabileler dönemine geri döndüğü bir dünya
ile karşılaşır. Bizlerin bildiği tarih ve deneyimlediği şimdi ile hiçbir benzerliği
olmayan bu gelecek, okura yeni soru işaretleri bırakır. Gezegenin geleceğinde
yerimiz yoksa eğer, hakim tür olma üstünlüğümüz ne zaman sona erecek? Eğer
Wells’in geleceği gerçek olacaksa bunun sebebi ne olacak? Bunu hiçbir zaman
bilemeyeceğiz. Ancak bir şeylerin değişmesi ve yazarın bizi beklediğini düşün-
düğü geleceği değiştirmek mümkün olacak mı, asıl sorulması gereken soru bu.
Kitabın ana karakteri olan zaman yolcusu, hikayenin ilerleyen sayfalarında çok
daha ileriye gider. O aşamada ise dünyadan tamamen yok olduğumuzu ve ge-
zegende hiç var olmamışız gibi bir görüntü işe karşılaşır. Bu haliyle dünya, hak
ettiği huzura kavuşmuş gibi duruyor.
Yazarın bilimsel korku olarak adlandırabileceğimiz tarzını/yaklaşımını illa ki
mümkün gözükmeyen bir gelecek şeklinde okumayız. Yaşadığımız dönemin
dehşet verici bilimsel gelişmelerini çok daha önceden, adeta bir zaman yolcusu
gibi sayfalarına taşımayı hiçbir bırakmadı. Bunu yaparken fizik biliminin sınır-
larında dolaştığı gibi biyolojinin ve Evrim Teorisi’nin nelere sebep olabileceği-
ne de odaklandı. Doktor Moreau’nun Adası (1896), insan ve hayvan genlerinin
karıştırılarak deneysel amaçlara hizmet ettiği bir anlatı olarak karşımıza çıkı-
yor. Kitapta okuduğumuz biyolojik modifikasyonların kapsamı, bu alandaki bi-
limsel çalışmalar ile ilgili etik sınırları çoktan aşmış, tüyler ürpertecek kıvamda
anlatılır. Bugünlerde benzeri çalışmaların her ne kadar yapılamaz denilse de
yürütüldüğünü ve çok geçmeden insan-hayvan melezi canlıların ortaya çıkabi-
leceği bir dünyayı deneyimliyoruz. Öyle ki ortada etik sıkıntılar ya da benzeri
düşüncelerin fısıltısı bile duyulmuyor. Belki de sonumuzu getirecek olan şey sa-
vaş değil, türler arası kafa karışıklığı olacak. Bu olduğunda da insanlık kendisini
nasıl tanımlayacak, merak içerisindeyim.
Yazarın endişelerinin merkezinde daima toplumun varacağı korkutucu bir yarın
düşüncesi yer alıyor. Bilimkurgu, geleceğin huzursuz edici olabileceği düşün-
cesini belki de onun yazdıklarına borçludur. Yazdıklarında bilimsel etiğin dışın-
da toplumsal ahlak ilkeleri üzerine kafa yormayı da ihmal etmez. Görünmez
Adam (1897) adlı kitabın, Wells’in bu düşünce ile kaleme aldığı en başarılı me-
tin olduğu söylenebilir. Birtakım bilimsel deneyler ve girişimlerin sonucunda
kan hücrelerine dek bütün vücudunu görünmez hale getiren bir bilim adamının
kötü olması için nasıl bir gerekçesi vardır? Ya da bu soruyu daha genel anlamda
soralım:
Kimsenin sizi göremediği bir dünyada iyi olmaya devam eder miydiniz? Kitabın
ana karakterinin geçmişi ile ilgili bölümleri okuyunca, kötü adam olmak için
belli bir sebebi varmış gibi duruyor. Bu durum, okura içindeki kötülü körükleyici
bir sebep olarak sunuluyor. Peki ya bunun için hiçbir gerekçesi olmayan -ya da
yokmuş gibi görünen- bizler. Bir durup düşünün, görünmez olma ve bu vesi-
leyle istediğinizi yapabilme düşüncesi ilk aklınıza geldiğinde, kendi çıkarınıza
yönelik olmayan tek bir düşünceniz dahi oldu mu? Ben de öyle düşünmüştüm…
Metinlerinde topluma yönelik endişelerini ya da sosyal hayatın ulaşacağı bu-
nalımları dair tahminlerini sadece bu gibi özel durumlarla anlatmaz. Asıl olarak
daha genel çerçevede ve daha uzun ömürlü korkularını dile getirmeyi tercih
ediyordu. Kurgu dışı eserlerinde sıklıkla bu konuyu ele alan Wells, ilerleyen yıl-
larda patlak verecek olan savaşların ve insanların bunlardan ders çıkaramaya-
cak olduğunun farkındaydı. Savaş karşıtı kimliği ile devlet liderleri ile iletişim
kurma girişimleri sonuçsuz kalınca bunu en iyi bildiği yolla, yazarak yapmayı
seçti. Özgür Bırakılan Dünya (1914) kitabında ve senaryosunu yazdığı Olacak
Şeyler (1935) adlı filmde nükleer enerji ve benzeri silah sanayinin tehlikelerine
yer vermiş, adeta uyarmıştır. Özellikle Macar bilim insanı Leo Szilard’nın Özgür
Bırakılan Dünya’da yer alan bazı bölümlerin gerçek olabileceğini fark etmesi ve
üzerine çalışması bilim ve dünya tarihinde de bir dönüm noktası olarak kabul
edilebilir. Öyle ki Szilard, bu konuda yaptığı çalışmalarını meslektaşı Albert Eins-
tein ile paylaşır ve sonrasında bilim bakalım ne olur? Amerika Birleşik Devletleri
bu teknolojiyi İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya üzerinde denemeye karar verir...
Düşündüğü şeyin gerçek olması gibi bir lanete sahip olan yazarın taarruz tank-
ları hakkında yazdıkları da Birinci Dünya Savaşı’ndan yaklaşık on sene öncesine
tarihlenir. Bu yönüyle yazarın bir nevi savaş fütüristi olduğunu görüyoruz. Rid-
ley Scott’un dediği gibi “1890larda başlayan öngörülerinin hepsi gerçekleşmeye
başladı”1 ve gerçek olmaya da devam edeceğini söylemek mümkün. Bu durum,
herhalde kimsenin sahip olmak istemeyeceği bir “ileri görüşlülük” ya da keha-
net yeteneği olarak nitelendirilebilir.
Geleceğin dünyasında -belki de 802701 yılına dek- yaşamaya devam edeceğiz
gibi görünüyor. Ancak bunun ne şartlarda ve nasıl olacağı konusunda hiçbir fik-
rimiz yok. Bu konulara dair endişelerini kaleme almasıyla Wells, kendisinden
önce eserler vermiş ve bilimkurgu türü için kurucu olarak sayılan bir diğer isim
olan Jules Verne ile tam da bu noktada ayrılıyor. Onun yazdıklarında Verne’in
sahip olduğu macera ve serüven tutkusu yer almaz. Fransız meslektaşı bilim-
sel gelişmelerden ümitliyken, Wells, tam aksine bilimin sebep olacağı korku ve
kötülük fikrini kaleme alır. Onun metinlerinde elektronik devrimler veya cyber-
punk dünyalar karşımıza çıkmaz. Çok daha basit ve ilk akla gelenin tehlikelerini
kitaplarına taşımayı seçmiştir. Bu yönüyle yazdığı her kitabın, genel geçer çerçe-
vede değerlendirilmek yerine her dönemin başucu okuması olması gerektiğini
düşünüyorum.

1 Prophets of Science Fiction, Bölüm 3, 2011.


yuva
Bitki örtüsünün ardından yükselen cırcır böceklerinin sesi, yıkılmış molozların
gölgesinde hareketsizce, onların bir parçasıymış gibi duran ama aslında oraya
ait olmayan devasa metal bedeni kuşatmıştı.
İçi ayrı dışı ayrı bir dünya olan bedenin üstündeki gecenin örtüsü, derinlerinde
yatan bir bebek ağlaması tarafından bastırılıyordu. Neyse ki metal gövdenin
içindeki seslerin dışarıya ulaşmasını engelleyen yalıtıcı çeperi vardı. Bu da
kadının kokpitteki yerinde, oturmakta olduğu yardımcı pilot koltuğunda,
rahatça bebeğini pışpışlamasına olanak veriyordu.
Yine de bebeğin gövde çeperinden yansıyarak geriye dönen ve dakikalardır sü-
regelen feryatlarının çaresini “Atsan!” diye bağırmakta bulmuştu.
Merkezi komuta koltuğunda, önündeki panellerin ardında, tüm bu gürültüye
rağmen uyumaya çalışan adam çaresizce kıpırdandı. “Hı?”
“Koca Oğlan’ı yerinden kaldırarak en azından birkaç blok öteye kadar hareket
ettirir misin lütfen?” Tek eliyle çevresini saran metal hücreyi işaret etti. Diğer
eliyle, feryat figan bağırmakta olan bebeği hoplatıp duruyordu. “Yuva hareket
edince Akar hemen uykuya dalıyor biliyorsun.”
Yuvayı gece vakti hareket ettirmenin tehlikelerini iyi bilen Atsan homurdandı.
Zayıf yüzünde biten ince uzun sakallarını kaşıdı ve el hareketini aşağıya doğru
uzanan keçi sakalını parmak uçlarıyla çekerek tamamladı. Parmakları paneller-
de gezindi, ekranda hafif bir ışık belirdi. Paneller gece modundaydı. “Sadece bir
blok kadar gidebiliriz Yayşe. Alıcılar tehlike göstermiyor ama reseptörlerde arıza
var. Hücre dışındaki sinyallerin geliş mesafesinden emin değilim.” Diliyle, dişine
sıkışmış bir et parçasını çıkartmaya çalıştı. “Kahretsin!” dedi. “Neden geceleri
uyumuyor ki?”
Birkaç düğmeye bastı, ağlayan bebeğin sesi eşliğinde reaktörü ateşledi. İki
yuvarlak noktada, göz çukurlarında beliren hafif bir ışık geceye düştü. Ekrana
kızıl ötesi bir açı kazandırdı. Isı damgası ikinci panele yansıdı.
Sağ elini kontrol koluna yerleştirdi. İleriye doğru itti. Oturduğu yerde hareket-
sizce durmakta olan yuvanın devasa metal eli yerden destek aldı. Diğer eliyle
ikinci kolu kavradı ve ileriye doğru itti. Devasa robot gecenin karanlığında gacır-
tılar çıkararak doğrulurken bebeğin sesi neredeyse anında kesilmişti.
Atsan panelden birkaç tuşa bastı, Koca Oğlan ayağını kaldırdı, çevreyi saran de-
vasa harabelerin arasında ilerlemeye başladı. Sadece bir iki adım bebeğin ağla-
malarını kıkırdamaya dönüştürmeye yetmiş de artmış, annesi de ona bakarak
gülümsemeye başlamış, sıcacık yuvaları yeniden huzur ve mutluluk dolmuştu.
Anne önce bir nota mırıldandı, ardından sevgi dolu bir ninni dudaklarından dö-
küldü, Koca Oğlan’ı sardı.
“Uyusun da büyüsün,
O da bir baba olsun,
Kendi yuvasına konsun,
Ailesini sürsün,
Yeni diyarlara götürsün.
Eeeee eeee,”
Bir damla yaş aktı ve artık gözlerini kapatmaya ve içi geçmeye başlayan bebeğin
yanaklarına kondu.
“Uyusun da büyüsün,
Kendi evladına yuva olsun,
Onu alsın götürsün,
Yaşayabileceği yeni bir dünya kursun.
Eeee eeee eeee e...”
Yuvaları olan Koca Oğlan, artık yere gömülmüş, neredeyse onun bir parçası ol-
muş, asırlık bir gökdelene ait yıkıntıların yanından geçti. Annesi artık uyumuş
olan bebeği ayak bölümüne yerleştirilmiş beşiğe koymak için yerinden kalkar,
merdivenlere doğru yönelirken Atsan yavaşça panele dokundu. Kaşlarını çattı,
ısı izlerinin üzerinden parmağını geçirdi. Kadın duraksadı “Ne oldu Atsan?” diye
sordu.
“Gececi izleri,” dedi adam. Koca Oğlan yerdeki parçalanmış bir iki yüzlü kap-
lanın, daha doğrusu ondan geriye kalanın önünde durmuş, tarayıcıları ile ya-
kaladığı görüntüyü ekrana yansıtmıştı. «Yuvayı bir sokak geriye çekeceğim ve
orada konaklayacağız. Sabah ilk işim önceki gün bulduğum reseptörleri alıcılara
takmak. Artık başka bir yuvayla karşılaşana ve alıcı sistemlerinden anlayan
birisini bulana kadar bekleyemem. Kendi kendime yaparken öğrenebileceğimi
düşünüyorum.”
Yayşe onun omzuna dokundu. “Başarabileceğine eminim kocam!” dedi. “Hele
bir gündüz olsun, uykuya çekilsinler. Rahat rahat dışarıya çıkar, yuvamızı tamir
edersin.”
Aniden gözleri açılan Akar’ın çığlığı devasa robotun metal gövdesi içinde yankı-
landı. Atsan kolu tekrar çeker, Koca Oğlan doğrulurken bir süredir onları izleyen
bir çift kızıl gözün dört ayaklı ve iki kollu sahibi, düşük, parçalanmış çenesi ile
hırıltılar çıkararak ve metali bile parçalayabilecek kadar keskin dişlerini gıcırda-
tarak yıkıntılar arasından fırlamıştı.
Yayşe sarsıldı, yuva hareket ederken bebeğini sıkıca tutarak hızlıca kokpitteki
koltuğuna geriye oturdu. Kemerini gövdesine ve orada yatan oğluna sardı. At-
san, ısı detektörlerinde onu gördüğü gibi Koca Oğlan’a güç verdi. “Bölgelerine
girmiş olmalıyız.” Yuva, yeri inleterek koşmaya başlamıştı. “Diğerleri de
farkımıza varmadan uzaklaşmalıyız.”
Uzanan Yayşe yan yüzeydeki bir çıkıntıya dokundu, kayarak önüne doğru açılan
bir paneli kontrolüne alırken kontrol koluna sıkıca sarıldı. Koca Oğlan inledi, sert
omuz kısmı aralandı, bebek Akar ise feryat figan ağlıyordu.
Mutant yaratık çılgınlar gibi koşuyor, içindeki leziz etlerin sevdasına devasa ro-
botun peşinden gidiyordu. Omuz kısmındaki aralıktan çıkan bir ısı silahı geriye,
arkaya doğru döndü. Gececi çenesini açtı, metali ısırarak parçalamak hevesiyle
atladı.
“Şimdi Yayşe!” diye bağırdı Atsan.
Kadın kolu kendisine doğru çekti, çekirdek ısı yaymaya, silahın ağız kısmında
enerji toplamaya başladı. Kadın önce dudaklarını ısırdı, hedefin doğru noktaya
gelmesini bekledi, ardından kolun tepesindeki düğmeye bastı. Silahtan yayılan
kavurucu ışık Gececi’yi anında kuşattı. Mutant beden erirken Atsan durmadı,
kontrolündeki Koca Oğlan’ı az önceki güvenli noktaya çekmeden de durdurma-
yacaktı.
Dudaklarını kemirmeyi bırakan Yayşe hemen kolu bırakmış, kemerini gevşete-
rek göğsündeki bebeğini kollarına almıştı. Annenin gülümseyen bakışları ve ge-
çip giden tehlikenin ardında, yeniden başlayan ninninin huzurunda rahatlayan
bebek neredeyse anında uykuya dalmıştı.
“Daha iyi bir dünya için,
Bebeğine el ayak olsun,
Onu gecenin yaratıklarından korusun,
Ailesine yuva, onlara ışık, güzel bir gelecek kursun.
Eeee eeee eeee e...
Uyusun da büyüsün eee...”
Neden TÜRKİYE’DE
BİLİMKURGU ÇİZGİ ROMANI ÜRETİLMİYOR?

Aslında yerli bilimkurgu çizgi romanları listesi hazırlamak istemiştik ama Seyfet-
tin Efendi, Yabani Dergi’nin bilimkurgu sayısı ve Galip Tekin’in bazı tuhaf öykü-
leri dışında eser bulamadık. Bu da aklımıza, neden Türkiye’de bilimkurgu çizgi
romanı üretilmiyor, sorusunu getirdi.
Aslında problemin bilimkurguya ilgisi yok. Başka janrdaki çizgi romanları araş-
tırsak da birkaç örnekten fazla bulamayacaktık. Çünkü Türkiye’de çok az çizgi
roman üretiliyor. Bunun sebebi ülkemizde yerleşik bir çizgi roman endüstrisinin
olmaması. Burada kitap satışları bile başka ülkelerin çok gerisindeyken çizgi ro-
man gibi daha küçük kitleye hitap eden bir medyumun halini hayal edebilirsiniz.
Amerika’da korsanın yaygınlığına rağmen şirketler çizgi roman basmaktan vaz
geçmiyor. Hatta DC yakın zamanda küçülmeye gitmesine rağmen ayda bastığı
dergi sayısını arttırdı. Bunun sebebi Amerikan ekonomisinde halkın çizgi roma-
na para verebilecek durumda olması. Böylece şirketler profesyonel yazar ve çi-
zerlere maaş ödeyebiliyor.
Türkiye’de ise durum şöyle. Çizere sayfa başı yaklaşık 300 TL ödemek gerekiyor.
Ortalama 150 sayfalık bir çizgi roman için 45.000 TL yapar. Çizer buna yaklaşık 6
ay harcayacağından hak ettiği bir paradır ama yerli bir çizgi roman üretilip 1.500
tane satılsa bile anca çizer ücretini karşılamaya yeter. Yayınevleri bir yerli çizgi
roman üretimi için çizere ödeyecekleri ücretle üç yabancı cildin telifini alabilir-
ler.
Ayrıca oturmuş bir çizgi roman endüstrisi, yazar ve çizerlerin dışında deneyimli
editör ve yayıncılar gerektirir. Bu editörler önlerine gelen eserler arasından ya-
yınlanmaya değer olanları seçer ve genç yeteneklerin kendilerini geliştirmesini
sağlarlar. Türkiye’de ekonomi çizgi roman yazar/çizerliğinin yalnızca amatör ola-
rak yapılmasına fırsat tanıdığı için ortaya kalitesiz eserler çıkmakta, bunlardan
hasbelkader yayınlanma şans bulanlar da zaten az olan okuyucuyu hayal kırk-
lığına uğratarak yerli çizgi romandan soğutmaktadır. Hatta benzer bir durum
ülkemizdeki kurgu edebiyatı için de geçerlidir.
Sonuç olarak, yukarıda tarif ettiğimiz kısır döngüye hapsolan yerli çizgi roman-
cılığın ekonomi düzelene kadar zincirlerini kırması mümkün görünmüyor. Yine
de ortada iyi eserler yok değil. Hilal, Kötü Kedi Şerafettin, Ustura Kemal gibi
klasiklerin yanında Kebe’nin Gölgesinde, Fenomen ve Kasap gibi başarılı mo-
dern denemelere şans verirsek günün birinde yerli bilimkurgu çizgi romanları
okuyabiliriz.
İyi okumalar!
- Röportaja sizi tanıyarak başlamak sanırım faydalı olacaktır. Doğu Yü-
cel kimdir? Bilimkurgu, Fantastik ve diğer spekülatif kurgu edebiya-
tıyla nasıl tanıştınız?

Edebiyata bir okur olarak Jules Verne kitaplarıyla başladım. Daha sonra
Stanislaw Lem, Arthur C. Clarke gibi daha ağır yazarlara geçiş yaptım.
Derken Italo Calvino ve Dino Buzzati gibi İtalyan büyülü gerçekçiliği ya-
zarlarına merak sardım. Bir ara da Poe ve Lovecraft gibi gotik korku
yazarlarıyla kafayı bozdum… 90’ların ortasında Tolkien’in kitapları ba-
sılınca fantastik kurguyla ilgilendim ama Tolkien dışındakiler ne yalan
söyleyeyim beni pek sarmadı. Bir yandan edebiyat ve sinema tutkumu
yaşarken diğer yandan bu dallarda üretmeye de çalıştım. Üniversite
yıllarında bir yarışmada başarı, bir yarışmada ise mansiyon ödü-
lü almam benim için dönüm noktası oldu. İlki Gençlik Kitabevi Öykü
Yarışması’ydı, ikincisi Nostromo Bilimkurgu Öykü Yarışması’ydı. O âna
kadar amatör bir hobi olarak yürütüyordum yazarlığı, ama özellikle
Nostromo jürisindeki Orhan Duru, Müfit Özdeş, Giovanni Scognamillo
gibi örnek aldığım yazarlardan kabul görünce bir gün bu hobinin pro-
fesyonel bir meşgaleye dönüşebileceğini fark ettim. Bu hedefimi ger-
çekleştirme yolundaki ilk adım 2000 yılında Düşler Kabuslar ve Gele-
cek Masalları’nın basılmasıyla atıldı. Şu an üç öykü kitabı, üç romanım
mevcut. Üç sinema filminin de senaryosunu yazdım.

- Geçmişe dönüp baktığımızda ürettiklerinizle edebiyatta önemli nok-


talara ulaştığınızı görebiliyoruz. Geçmiş dönemle karşılaştırdığımızda,
son zamanlarda bilimkurgunun yaşadığı popülerliği nasıl buluyorsu-
nuz?

Teşekkürler. İlk öykü kitabımın dosyasını yayınevlerine gönderdiğimde


bilimkurgu, fantastik ve korku türlerine mesafeyle baktıklarına yakın-
dan şahit oldum. O dönemde fantastik ve bilimkurgu kitapları basarak
öne çıkan 6,45 Yayınları “yerli fantastik basmıyoruz” diye reddetmişti
kitabımı. Ne mutlu ki şu an böyle bir şeyi değil 6,45 gibi alternatif bir
yayınevi, yüksek edebiyat ve klasik edebiyat odaklı bir yayınevi bile söy-
leyemez. Diğer yandan okurların da bu türe ilgisi arttı.
Yine de okurlarda hâlâ biraz yabancı hayranlığı olduğunu fark ediyo-
rum. Bu türde batı edebiyatı elbette bizden ileride, bu ön kabulün se-
beplerini de anlayabiliyorum ama yine de bence Dünya standartlarında
birçok yazarımız mevcut. Ama okurun eli öncelikle yabancı isimlere ve
yerli klasiklere gidiyor.
Bu “ezber güdü”yü hiç anlamıyorum, klasikler önemli elbette ama in-
san kendi zamanını, parçası olduğu hayatı yakınında, onunla birlikte ya-
şayan yazarlardan da okumak ister. Ama herhalde klasikler ya da best-
seller’lar daha çok “like” getiriyor!

- Türkiye’de bilimkurgu yayıncılığını nasıl buluyorsunuz? Bu alanda ge-


lişmesi gereken şeyler olduğunu düşünüyor musunuz?

Türkiye’de bilimkurgu yayıncılığı son zamanlarda çok ilerledi. Sadece


bu dala odaklanan yayınevleri değil, daha önce bilimkurguyla ilgilen-
meyen yayınevlerinin de bu türde kitaplar çıkarması güzel gelişmelerdi.
Ayrıca her yıl yerli yazarların bir araya gelerek en az 3-4 önemli öykü
seçkisini oluşturduklarını görüyoruz. Şu sıra İthaki’den çıkan İlk’i oku-
yorum mesela, yeni ve eski kuşaklardan yazarları bir araya getirmişler,
nefis bir bilimkurgu yelpazesi çıkmış ortaya. Bu alanda gelişmesi gere-
ken bir şey olarak aklıma önce çeviriler geliyor. Sadece korku, fantastik
ve bilimkurgu alanında değil, diğer tüm türlerde de çevirilerin zayıfla-
dığını fark ediyorum. Bunun da çevirmenlere dayatılan deadline’larla
ve bu zahmetli işin adil olmayan ekonomik karşılığıyla ilgili olduğunu
düşünüyorum.

- Gazetecilik ve dergicilik üzerine ciddi bir geçmişiniz var. Biliyorsunuz,


bilimkurgunun ilerlemesinde önemli bir role sahip olan yayım türle-
rinden biri de fanzin. Peki, sizin fanzinlerle yolunuz kesişti mi? Takip
ettiğiniz veya içinde yer aldığınız fanzinler oldu mu?
Benim gençlik dönemimde doğrudan bilimkurguya eğilen düzenli ya-
yımlanan bir dergi olarak sadece Nostromo’yu hatırlıyorum. O da sanı-
rım beşinci sayıyla veda etmişti. Yine de Giovanni Scognamillo editör-
lüğünde yayımlanan Nostromo kısa ömründe oldukça etkili olmuştu. O
derginin öykü yarışmasında dereceye girenler arasında benim dışım-
da, halen daha üreten, hatta yakın zamanda yeni kitapları çıkan Or-
kun Uçar, Levent Şenyürek gibi yazarlar çıktı. Nostromo’nun asıl beyni
Metin Demirhan’dı, onun Beyoğlu Atlas Pasajı’ndaki dükkanları (Önce
Atılgan, sonra Deep Red) okul gibiydi, Metin abi çay ısmarlar ve sev-
diği tuhaf filmlerden sahneler gösterirdi, dışarıdan bakanlar için incir
çekirdeğini doldurmayacak bilimkurgusal mevzular kıyasıya tartışılırdı.
İstanbul’a 2000 yılının sonunda geldiğim için aslında orada yeterince
zaman geçiremedim, daha önce İzmir’deydim. İzmir’de birkaç üniversi-
te fanzininde kalem oynatmıştım. Daha sonra 1999 yılında Non Servi-
am dergisinde yazmaya başladım. Non Serviam, Türkiye’nin ilk fanzini
Laneth’in kadrosunun hazırladığı fanzin ruhlu bir metal dergisiydi, ora-
da müzik dışında korku ve bilimkurgu filmleri üzerine yazıyordum.
- Sizi takip eden insanlar, “Kimdir Bu Mitat Karaman?” isimli romanı-
nızdan bir sinema filmi çekileceğini biliyordur. Peki, gelecekte sinema
perdesinde görmek istediğiniz öykünüz hangisi olurdu?
Evet, bir aksilik olmazsa Kimdir Bu Mitat Karaman?’dan uyarlanan fil-
mi bu sonbaharda izleyebileceğiz. Filmi Suç Unsuru’nun yönetmeni
Süleyman Arda Eminçe çekti, senaryoyu birlikte yazdık, ortaya eğlen-
celi bir kara mizah – polisiye filmi çıktı diyebilirim. Son 3-4 aydır Güneş
Hırsızları’ndaki uzun öyküm Evim Güzel Evim üzerinde de film olması
yönünde başka bir ekiple çalışıyoruz. Bu öykünün de filmleştirilmesini
çok isterim. Yayınlandığından beri Varolmayanlar romanımla ilgilenen
yapımcılar-yönetmenler oldu ama bir sonuç elde edemedik. Onun da
ben sinemada potansiyelinin olacağına inanıyorum. Tabii şunu ekle-
meliyim: Televizyon ve sinema sektörümüzde herhangi bir işi gerçek-
leştirmek oldukça güç. Açıkçası bu sektörde proje seçimleri safhasında
ciddi bir problem olduğunu düşünüyorum. Zaten gerçekleşen işlere
bakıldığında da bu fark ediliyor. Dünyada edebiyat uyarlamalarını sıkça
görüyoruz, burada ise çok az. Yapıldığında da yanlış kitaplar seçiliyor.
Mesela Buket Uzuner’in çok satan ve kurgusuyla-ön araştırmasıyla ku-
sursuz Defne Kaman serisi varken niye Atiye’de olduğu gibi kimsenin
bilmediği ve Kaman’a benzer hikaye örgüsüne sahip bir kitap uyarla-
nıyor, anlayan varsa beri gelsin. Sonra da boş yere intihal davalarıyla
uğraşmak zorunda kalıyorlar.

- Bizlere tavsiye etmek istediğiniz bilimkurgu kitaplarından ve filmle-


rinden üçer tane örnek verir misiniz?

Stanislaw Lem – Gelecekbilim Kongresi aklıma geldi hemen, Lem denil-


diğinde genelde Solaris akla gelir, ki o da benim hayatımı değiştirmiş bir
kitaptır ama Gelecekbilim Kongresi de çok acayip ve ilginç bir şekilde
çok komiktir. Solaris demişken Mehmet Açar’ın Siyah Hatıralar Denizi
aklıma geldi, müthiş bir Lem tribute’udur bana göre. Yerlilerden gitmiş-
ken son olarak Müfit Özdeş – Son Tiryaki’yi ekleyeyim. Beni hem okur
hem yazar olarak çok etkilemiş bir kitaptır, Düşler Kabuslar ve Gelecek
Masalları’ndaki birçok öyküde Özdeş’in minimalist ve ironik üslubu, yer
yer masalsı unsurları sezilebilir. Film olarak, Alex Proyas’ın Dark City’si,
Neill Blomkamp’ın District 9’ı ve bir Philip K. Dick uyarlaması olan Ad-
justment Bureau aklıma geldi. İzlemeyen kaldı mı bilmem. :)

“Ben kimseye ‘Kızına çöp yedirtiyor.’ dedirtmem!” diye bağırdıktan


sonra öfkesini belirtecek şekilde ayağını yere vurarak salonun kapısına kadar
ilerledi yaşlı adam, sonra durdu, arkasını döndü ve oturmaya devam ederek
kendisine “Sen ne dersen de, ben yine de yiyeceğim.” dermişçesine bakan kızı-
na son bir kez haykırdı: “Bu söylediğin aptallıktan ibaret!”

Tahmin edileceği üzere; sonra da salondan çıkıp kendi odasına sığın-


dı, belki adam kendi odasında yalnızdı ama ailesinin yanındaki yalnızlıktan bin
kat daha iyiydi bu yalnızlık çünkü çöp yemek için deniz aşırı ülkelere gitmek
isteyen insanlar yoktu bu odada, salak kafası, salak işte, salak, damadının ne
iş yaptığını da biliyordu ama kızına çöp yedirtmek de neydi, aptal herif, verdin
mi kızını çöp yiyenlere, aptal, salak herif, git odana saklan, haydi lan, bekletme
insanları, pıt, kalp krizi, holde yere yığıldı adam ve ailesi koşarak yanına geldi,
hemen hastaneye gittiler, doktorlar şaşırdı tabii “Bu kaçıncı kalp krizi?” derken,
adamın başına ilk kez gelmemiş, doktorlar bunu nasıl anlıyor bilemem, kalp kri-
zi geçiren kişinin bazen kalp krizi geçirdiğini anlayamadığı gibi bir gerçek de var
ve bu gerçek, insana “Oha, acaba ben de geçirdim mi?” sorusunu sordurtuyor
ama bizim konumuz bu adamın kalbinin güncel durumundan ibaret, bu adamı
üzmemeliyiz, biz derken, okuyucu olan siz değil, 2076 yılında kurulmuş olan
ve “Yedinci Kıta’ya Ölüm” sloganıyla çok saldırganmış gibi görünen ama hiçbir
canlıya zarar verecek yüreği bulunmayan çevreciler tarafından idare edilen bir
organizasyonun “Plastik Kolu” denilen kısmında çalışmak isteyen kızı bu adamı
üzmemeli, biraz daha ısrar ederse adam kalpten gidecek, hatırlatmakta fayda
var ki bu kız plastik yemek istiyor ve babası kalpten gitsin istemiyor, sadece
babası değil, ona sorsanız, kimse kalpten gitmesin, saatler geçiyor hastanede,
baba biraz daha iyi şu an, gözlerini açtı ancak bir gün boyunca hastanede kala-
cak, kızı da orada olacak, biraz kendini suçlu hissettiği için boynu bükük girecek
odaya, özürler dileyecek ve sonra baba-kız odada yalnız kalacaklar, işte, biz de
tam bu esnaya odaklanacağız;

Adam iyice dinlenmiş gibiydi, nefes alıp vermeleri normalleşmiş ve
uykulu gözlerine biraz daha can gelmişti ama yine de yorgundu. Bir müddet
daha karşısındaki duvara baktıktan sonra kızına döndü ve “Anlat bakalım.” dedi,
“Bak, sustum, dinliyorum şimdi…”

“Baba…” dedikten sonra bir tereddüt yaşadı kız, şimdi ısrarcı olup onu
sinirlendirmemesi gerekiyor ama yapmak istediği şeyden de vazgeçmek istemi-
yordu. Başka bir yoldan anlatmalıydı bu durumu, babası pes etmiş ve dinlemeye
hazır hâle gelmişti, şimdi de kendisinin pes etmesi gerekiyordu ve etti de: “Ben
çevreci değilim. Bunu kabul ediyorum ama isteklerim var, dünyayı dolaşmak ve
biraz kilo vermek istiyorum. Tamam mı? Fazla kiloların neler yapabileceğini…”
Babası, istemeden de olsa kızının sözünü kesti ve “Evet, evet… Görü-
yorsun ya, kalp krizi geçirebiliyor insan. Hatırlatmana gerek yok.” dedi.
Bu söz kesmede bir babacan tavır bulunduğu için kız gülümsedi ve ba-
basının elini tuttu, “Onu kast etmek için dememiştim ama… Ne yapacağımı-
zı anlatayım sana, belki sana da mantıklı gelir.” dedi ve akıllı bilekliğini çıkarıp
babasının göbeğine ters olacak şekilde bıraktı, bir hologram belirdi, türlü se-
çenekleri işaretledikten sonra eskilerin “Yedinci Kıta” adını verdiği, Pasifik Ok-
yanusu’nda bulunan o devasa çöp yığınını gösterdi, hologramda anlık olarak
orası gösteriliyordu, sonra görüntüyü okyanusun içine doğru daldırdı ve pis-
lik içerisinde bulunan canlılığı gösterdi, sonra yine görüntü açısını yükseltti, iki
adet uzaklaşan ve iki adet de yakınlaşan yük gemilerini gösterdi, çöp toplama
platformuyla Kuzey Amerika arasında kurulmuş bir hat vardı, bu hat üzerinde
sevkiyatlar devam ediyordu, “Bak, şu anda bile topluyorlar. Her gün bu işlem
devam ediyor…” dedi, görüntüyü hızlıca kaydırdı, Mazatlan (Meksika) kıyı kıs-
mına kadar gitti, devasa bir yapı vardı orada, gemiler kıyıya kadar gelmiyor, top-
ladıkları atıkları başka bir platforma bırakıyordu, “Bu çöplüğü böyle bitirmeye
çalışıyorlar işte… Bu gemilerin ne yakıtı kullandığını söyleyeyim mi, çöp adam
gübresi.”
Bu son esprili yaklaşım babasını güldürmemişti ancak eskisi kadar sinir-
lenmemişti de. Kızı şimdi de başka bir görüntü açtı, sıra sıra masalara oturmuş,
obezite hastalarının küçük küçük kıyılmış plastikleri kaşıkla yediği görülüyordu.
“Bu ayıp bir şey değil, baba. Bu insanlar bir şurup içtikten sonra plastik sindire-
bilir hâle geliyorlar. Günlük hareketlerinde de o istemedikleri yağları kullanmış
oluyorlar, bu insanlar zayıflıyor, baba. Ve… İkinci haftadan sonra o sindirdikleri
plastikler de yakıt olarak kullanılabiliyor. Adamlar bu işi 92 yıldır yapıyor, insan-
lara karşı zararı olsa yaparlar mıydı?”
“Azalmış mı bari o çöp yığını?” diye sordu babası, “Azalmışsa bu bir
zaferdir. Birinci amaç çoğalmasını engellemekti, yıllardır bunu zaten yapıyorlar,
şimdiki aşamada da azalmasını hedeflediler. Belki bir gün çıkıp da ‘Hep birlikte
başardık! Artık böyle bir çöp yığını yok!’ diyecekler.” dedi kız, “Sen gerçekten
bu çöp yığının biteceğine inanmıyorsun yani?” diye sordu babası, “Zayıflayaca-
ğıma, dünyayı dolaşacağıma ve yeni bir dil öğreneceğime inanıyorum.” dedi kız,
“Git o zaman, kızım.” dedi babası, “Hayat zaten pek kısa.”
Yirmi yedi yırtıcı-tip gemi, V-kol tertibinde asteroide yaklaşıyor.
Kızılderili Asteroit Torusunda, 103 milyona yakın asteroid devinmekte iken bu
gemiler insan ayağı değmiş o tek asteroide doğru, kararlı, süzülüyorlar.
Astreo-yapının iç duvarlarına gömülü ses vericileri, yaklaşan uzay gemilerini bil-
dirmek için doğru sesi yayınlamaya başladı. Yapının içinde veriler ve bildiriler
ses ile sağlanır. Görsel iletişim için ise ekran konulmasına gerek görülmemiştir
çünkü yapının tek sakini Taşsı varlığın gözleri yoktur.
Frekansı ve dalga boyunu algılayan Taşsı, o sırada bir koridordaydı ve burada
sadece bir alıcı-verici vardı; yoğun geri-dönüşüm akışı için burası riskliydi. Öte
yandan Taşsı, kritik durumu algılamıştı; acele etmesi gerekiyordu. En kötüyü
hesapladı ve bedenini kullanarak ses çıkardı. Alıcı, sesi makine koduna dö-
nüştürdü: Yapay yerçekimi devre dışı kaldı. Taşsı anında havalandı. İstilacılar
biraz zorlanacaktı. Varlık, kendine has hareketlerle momentumunu değiştirip
koridorda ileriye doğru süzüldü. Koridorları bitirdi. Geniş, yarı mağara yarı usta
eli değmiş bir odanın içine uçtu. Burada, kontrol odasının gölgeli duvarlarının
oyuklarında, kalibrasyonu hassas yüzlerce ses alıcısı, vericisi vardı. Odanın altı-
na ise iyonize-su işlemcisi konmuştu.
Taşsı, beden parçalarını harmoni içinde kullanarak sesler üretti, sesler algıla-
dı. Gemilerin sayısı, x, y, z rotası, silahların aktive durumu hakkında bilgilenen
varlık son kararını verdi ve sesli komutu üretti: Asteroidin dış çeperindeki roket
yuvalarının kapakları açıldı. Roketler yırtıcıların geldiği yöne burunlarını çevirdi.
Uzaktaki mavi-dev yıldızın ışığı, nükleer roketlerin gövdesinden yansıyordu.
Taşsı, astreo-yapıyı savunmak için tüm olasılıkları pratiğe geçirmişti. Kapandı.
Koridorda kazandığı momentum ona, bir anafor kadar yavaş kendi etrafında
dönme hareketi miras bırakmıştı.
İçeriye tok bir ses yayıldı. Sonra, ilk damladan sonra bastıran yağmur benzeri
gürültü arttı. Saldıranlar asteroidi vuruyordu; savunma ise tek bir roket fırla-
tamamıştı. Biraz sonra kara-madde bakterileri için konan sterilizasyonun mor
ışığı söndü. Fakat 20 saniye sonra ışık, göz kırparak geri geldi. Fethedenler taşa
ayak basmıştı.
Astreo-yapıya sızan mühendisler süper iletken mıknatısları çalıştırıp yerçekimi-
ni yine var ettiler. Taşsı yere düştü.
Kontrol odasına siyah astronot kıyafetleri içinde girdiler. Uzun boyluydular; ara-
larındaki erkek çocuk bile... Gemileri gibi V şeklinde dizilmişlerdi. En arkada
H’an ve oğlu duruyordu. H’an küp şeklindeki kaskını çıkardı. Derin bir nefes aldı,
yerdeki Taşsıya şefkatle baktı ve işaret parmağını uzatıp gösterdi:

“Şu varlığa, şekline iyice bakıp inancınızı sağlamlaştırın. Yaratanın ibretidir.”


Sonra kaşları çatıldı ve:
“Hocaz! Bu şeye radyasyon işlemediğini ve yaratığın solumadığını okumuştum?
Ama burada nefes alabiliyorum,” diye sordu.
Uzun sakallı, dazlak Hocaz’da H’an’ına uyup kaskını çıkarmış, koltuk altına al-
mıştı.
“Taşsı yaratık iletişim için ses kullanıyor, ses için hava lazımdır Han’ım. Onu bu-
raya bekçi diye koyanlar yaratığın doğasını iyi analiz etmişler,” diye cevapladı
Hocaz.
H’an birkaç dakika daha bekledi. Sonra muhafızları arkasında, hangarda bek-
leyen mimarların yanına gitti. Hocaz ve H’an’ın oğlu, Taşsının yanında kaldılar.
Hocaz ilim başkanıydı ve veliahdın eğitiminden sorumluydu.
“Taş bir yumurtaya benziyor,” dedi Veliaht.
“Birazdan cihazımı getirecekler. O zaman tepki verecek.”
“45 ışık-günü yolu bu dilsiz için mi teptik? Füzeleri bile ateşleyemediler.”
“Büyük bir doğuma şahitlik edeceksin.”
“İdeal hayata mı geçiyor?” diye bağırdı çocuk.
“Evet. Yoksa fani kozmosun birkaç günahkâr taşı için H’an neden yolculuk etsin?
“Burası bir Tavtan gömüsü değil mi Hocaz? Biliyorum işte öyle bakmayın. Ra-
porları okurken babamın yanında otuyordum. Tavtan bir elmas izotopudur.
Radyasyon altında saklanmalıdır. Yoksa bir zaman sonra tam yarısı kaybolur.
Evrendeki en değerli taştır. Burası On bir Beyliğin gizli hazinesi. Şu taş yaratık
uzayda radyasyon altında yaşayabiliyor. Beylikteki bilim…Eee.. İlim-adamları
Taşsının sırrını kırdılar ve yaratığı buraya Hazinedar atadılar.”
“Ezberin iyi Veliaht… Şimdi sentez zamanıdır. İnanan göz görür: Değersiz iki taş
için buradayız. Birincisi şu mahlûkat… İkincisi ayağımızı bastığımız yer. İdeal ’in
ateşi burada yakılacak.”
Veliaht Taşsıya yaklaştı; eğildi, dokundu.
“Mimarlar! Buraya savaşçılar ile beraber getirildiler.” dedi heyecanla Veliaht.
Hocaz çocuğun arkasından yaklaştı. Dazlak kafası mor ışık altında pıhtılaşmış
kan kırmızısına bürünmüştü.
“Öğrenci... Andromeda’daki asteroitleri gruplandırarak sana ezberletmiştim,
hatırladın mı?”
“İşkenceydi. Sen, dualar hariç ezberi salık vermezsin,” diye cevapladı Veliaht.
“Burası askeri bir üs olacak. Bir kale. H’an’ın dehası somutlaştı. Düşmanlarımız
şehirlerini vuran yırtıcıların yuvalarını asla bulamayacak. Sadece burası de-
ğil. Konumu kritik binlerce asteroit tespit ettik. Beylik gezegenlere yakın ama
gözlerden uzak… Mimarlarımız, uzay işçilerimiz iman dolu dualar eşliğinde bu
şekilsiz asteroitleri kalelere dönüştürecek. Gezegenlere yaklaşan ve uzaklaşan
uçan kaleler… İdeal başlıyor çocuk. Genç gözlerin bunu görecek kadar şanslıy-
mış. Kader inananın oyuncağıdır. Tüm evren Tanrı’nın gölgesine H’an’ın kaleleri
sayesinde kavuşacak!” Hocaz’ın gözlerinden yaşlar akıyordu.
İki asker tekerli bir masayı içeriye iterek getirdi. Masanın üstünde metalden
imal bir cihaz duruyordu. Alev şekilli, sarmaş dolaş üç sarmal metal çubuk…
Hocaz masanın arkasına geçti ve metal çubuklardan birini çekip bıraktı.
Taşsının yüzeyinde çizgiler beliriverdi. Çizgiler taşı dilimlere ayırdı. Çocuk, taş
dilimler arasından parıldayan nöron demetlerini fark edince yaratığa dokundu-
ğu eline kirlenmiş gibi kuşkuyla baktı.
Hocaz vaaz tonunda haykırdı:

“Uyan kale komutanı”


Y
Gebze, TÜBİTAK Yerleşkesi, Gen Mühendisliği ve Biyoteknoloji Enstitüsünde
deney farelerinin tutulduğu laboratuvarlara girebilmek için on üç santimetre
kalınlığında, yekpare çelikten yapılmış, ağır kapılardan geçmek gerekiyordu. Za-
manında, burası henüz aktif bir araştırma merkeziyken bu laboratuvarlarda do-
ğan deney fareleri, hayatları boyunca zemini talaşla kaplı tel kafeslerde yaşıyor
ve antikor elde etmek gibi çeşitli amaçlar için kullanılıyordu. Fare vücudunun
antikor üretmesi için önce hayvana çeşitli hastalıklar aşılanıyor, sonra da öl-
dürülüp dalağı ezilerek gerekli hücreler ayrıştırılıyordu. Buradaki araştırmacı-
lar işlerinde o kadar uzmanlaşmıştı ki kuyruğundan tutup sertçe silkeleyerek
bir farenin boynunu kırmaları en fazla bir iki saniyelerini alıyordu. O zamanlar
burada genetik modifikasyon deneyleri de yapılıyordu ve fare barınaklarında-
ki kapıların bu kadar sağlam yapılmasının sebebi dışarıdan içeriye girilmesini
zorlaştırmak değil, içeriden dışarıya herhangi bir şeyin çıkmasını engellemekti.
Buna rağmen bir yaz gecesinin ilerleyen saatlerinde, son araştırmacı da yorgun
argın evine dönmüş ve kapıdaki güvenlikçi de uyanık tutsun diye demli koyduğu
çayı ince belli bardağında soğurken, telsizinin hafif tıngırtıları eşliğinde tatlı bir
uykuya dalmıştı. Bu sırada çelik kapılardan birisi yavaş yavaş açıldı ve kocaman
iki ayağa ait keskin tırnakların sert zemindeki tıkırtıları yanında upuzun, ağır bir
kuyruğun yerde sürüklenirken çıkardığı hafif ses dışında bir şey duyulmadan
yavaş yavaş kapandı.
Yıllar sonra bir Haziran güneşinin sıcağında, bir tarafında terk edilmiş bir ha-
rabe halindeki eski Gebze yöresi, diğer tarafında Marmara Denizi’ne bağlanan
İzmit Körfezi olan ıssız bir yolda hareketli sadece iki figür görünüyordu. Tasasız-
ca yürüdükleri yol arada sırada, yanmış ve düzinelerce yıl boyunca paslanmış
araçlarla kesiliyordu. Çatlamış asfalttan uzun otlar fışkırıyor, dört bir yandaki yı-
kıntıları örtmüş bitki örtüsünden melodik orman tavuğu ötüşleri duyuluyordu.
Yolculardan birisi şu anda “Konuştu diyorum ya!” diye isyan etmekte olan Ke-
rim’di. Yanındaki, yüzü bir maskenin ardında saklı olan yol arkadaşı uzun adım-
larının ritmini bozmadan yürümeye devam edince Kerim üsteledi. “Dev gibi bir
fare. Çalılarının ardında birden belirdi.” Adamın sesi bıkkın geliyordu ama hay-
ret ki uyumlu davranıp sordu. “Eee? Sonra ne oldu?”
“Sonra konuştu...”
Kerim bu tekinsiz adamla birkaç gün önce karşılaşmıştı. Köyün diğer çocukları-
na eski araştırma merkezlerinin orada gördüğü fareyi anlatırken sırtındaki garip
tüfeği ve botları dışında her yerini saklayan şüpheli kılığıyla çıkagelmişti. Tedir-
gin olmuş çocuklara bir yığın da soru sormuştu. Araştırma merkezi neredeydi,
sağlam bina var mıydı, başka herhangi birisini görmüş müydü, buralarda hiç
sığınak bulunmuş muydu, peki çete tehdidi ne durumdaydı... En sonunda da
Kerim’den kendisini oraya götürmesini istemişti.
Kerim “Geldik sayılır,” dedi. “Tepeye doğru tırmanınca böğürtlen çalıları var,
on dakikalık yol.” Aslında tek başına gezen böyle tiplere güven olmazdı ama
araştırma merkezinin kalıntılarına tekrar gelebilmek için rehberliği kabul etmiş-
ti. Sadece burada hissettiği bir duygunun müptelasıydı o; bir çeşit özgürlük ya
da hayranlık duygusunun. Buradaki kısmen sağlam kalmış binaların arasında
dolanırken eskiden yığınla insanın bir arada, kitaplarda yazılı kurallara uyarak,
uyumlu bir şekilde yaşadığını gözünde canlandırabiliyordu. Sabah çeşitli garip
işlerine giderken nasıl birbirlerine gülümseyerek “Merhaba.‟ dediklerini, ya da
bir markete gidip istediği her şeyi alabildiğini ve bir bilet ile gemiye binerek de-
nizi geçebildiğini hayal ediyordu. Burada, köyün işinden ve yetişkinlerin hışmın-
dan uzakta kendi kendisinin efendisi oluyordu. Ama bu fare işini çözmek lazım-
dı. Namussuzun cüssesi yeterince korkunç değilmiş gibi bir de konuşabiliyordu.
Kerim hayvanı gördüğünden beri her çıtırtıdan ürker olmuştu. Bu yüzden kaç
gündür birlikte seyahat ettiği halde yüzünü bile göstermemiş olan yanındaki
kasvetli adama denk gelmesi aslında iyi olmuştu. Dinsizin hakkından imansız
gelir diye düşünerek memnun memnun gülümsedi.
Tepeye varınca yol arkadaşı sırtındaki tüfeğe uzandı. Kerim silah sandığı şeyin
birbirine iple sıkıca bağlanmış birkaç parçadan oluştuğunu fark etti. Parçalar
birleşince ortaya uzun, ucu çatallı, acayip bir cihaz çıktı. Kerim farkında olma-
dan fısıldamaya başlamıştı. “Abi, nasıl bir tüfek o; nereden buldun onu?” Ada-
mın cevap vermeden toprağa sapladığı cihazdan ritmik sesler gelmeye başladı.
Adam gözle görülür biçimde heyecanlanmıştı. “Medeniyet,” diyordu tekrar tek-
rar. “Elektromanyetik hareketlilik var... kurtulanlar... medeniyet.”
“Abi niye ses çıkartıyor bu; buldun mu fareyi?”
Kerim’i yine umursamayan herif cihazını kaptığı gibi koşmaya başladı. Yapacak
bir şey yok, Kerim de peşinden. Düzenli aralıklarla dikilmiş yüksek çamların ara-
sında, bir zamanlar yeşil boyalı olduğu bile hala az çok belli olan, kalıp beton-
dan bir binanın önünde durdular. Yanındaki bir şeyler mırıldandı ama Kerim
anlamamıştı. Adam çıkardığı sesler iyice tizleşmiş olan cihazını susturdu. “Gen
Mühendisliği,” diye tekrarladı. “Tabelada yazıyor.”
“İçeride midir?” diye fısıldayan Kerim’e dönüp bakmaya bile yeltenmeden bi-
nanın girişine yöneldi.
Dışarıdaki yaz sıcağına rağmen içerisi şaşılacak derecede serindi. Geçen yılların
bile kimyasal kokusunu silemediği koridorlardan ilerlerlediler. Bir anda Kerim
cereyan gibi tüm hücrelerine yayılan bir ürperti hissetti. Bodrum katından ses-
ler geliyordu. Ama dişlerini sıkıp olduğu yerde kaldı. Tarif edilemez biçimde, o
korkunç hayvanı tekrar görmek için güçlü bir ihtiyaç hissediyordu. Yavaşça mer-
divenlerden aşağı indiler. Sesler kalın bir duvarın arkasındaymış gibi boğuktu.
Kaynağına yakınlaştıkça tıkırtılar halinde devam etmekte olan seslerin arasına
çok net bir hırıltı da karıştı. Büyük ciğerlerden çıktığı şüphe götürmeyecek olan,
derin bir hırıltı. Koridorun sonundaki kapıya ulaştılar; kalın, metal bir kapıydı.
İkisi bir an için birbirine baktı ve gözleriyle anlaşıp kapıyı yavaş yavaş ittiler.
Beyaz bir ışık sıra sıra metal kafesleri aydınlatıyordu. Işığın kaynağı geniş odanın
bir köşesindeki, büyük bir ekrandı. Sesler de o taraftan geliyordu. Kerim ekra-
nın önünde kalın tüylerle kaplı, bir insan için fazlaca geniş bir sırtın silüetini gör-
dü. Kendisi ile birlikte yanındaki adamın da donup kaldığını hissetti. Kıllı sırtın
sahibi, ekrandaki bir şeylere tamamen odaklanmış görünüyordu. Kamburunu
çıkartarak eğilmiş, ekrandaki her değişime çabuk çabuk tepki vererek bir şeyler
yapıyor ve uzun, ağır kuyruğunu yavaş yavaş sallıyordu. Yaratık birden irkildi ve
yavaşça onlara doğru döndü. Ekranı uzun bir burun ve sivri dişler kapattı. Bur-
nunun ucundaki bıyıkları titreterek havayı kokladı. O anda yaratığın vücudu bir
yay gibi gerildi ve siyah gözleri büyüdü. Ekrana ait kontrolleri tutan uzun tırnaklı
elleri kasıldı. O kadar çabuk hareket etti ki Kerim bağırmaya bile fırsat bulama-
dan yanlarında bitmişti. Pençeli ellerden birisi kapıyı tuttu ve iki tonluk çeliği
büyük bir gürültüyle duvara çarptırarak tek hamlede açtı. Fare ikisini de itip
düşürerek şeytan görmüş gibi bir hızla koştu ve merdivenlere atlayıp gözden
kayboldu. Merdivenleri çıktıktan sonra bile yukarıdan viklemeleri ve hırıltıları
duyulabiliyordu. Hala taş kesilmiş gibi duran Kerim bu seslerin arasında kelime-
ler seçebildiğine yemin edebilirdi. Evet, heceler tamamen birbirine karışmış ve
çarpıktı ama anlaşılmayacak gibi değildi. Korku içinde kaçan hayvan devamlı
aynı kelimeyi tekrarlıyordu; “Geldiler!”
Tek bir kelime etmeden binadan çıktılar. İkisi de kendi dünyalarına dalmıştı.
Gün batımına doğru tamamen yıkılmamış binalardan birinin çatısına çıkıp otur-
dular ve mor-turuncu gökyüzündeki dağınık bulutları, denizin hem düzenli hem
düzensiz görünen dalgalarını seyrettiler. Sonunda Kerim usul usul “Abi,” dedi.
“Oyun oynuyordu değil mi?”
“Evet,” dedi adam denizden gözlerini ayırmadan. Bir zamanların modern insa-
nının kim bilir hangi sebeple çatıya taşıdığı çakıl taşlarından birini alıp ufka doğ-
ru fırlattı. “Çok eskiden, yıkımdan önce, deney yapmak için hayvanlara oyun
oynatırlarmış.”

c
“Anlayamıyorum, insanların sözleri ardındaki gerçeği göremiyorum.” Elif gözle-
rinden akan yaşları elindeki kâğıt mendille kuruladı ve öfkeyle sıktı. Terapilere
bunun için geliyor olsa da bu şekilde içini dökmek bir türlü kolaylaşmıyordu.
“Bana üstümdeki kıyafetin çok güzel olduğunu söyledi ve nerede bulduğumu
sordu. Ben de teşekkür edip sosyete pazarı denen yerden aldığımı söyledim.
“Çok ilginç, ben de bir göz atmalıyım oraya” dedi ve gitti. Beş dakika sonra kendi
aralarında gülüştüklerini duydum. ”Pazardan almış” dediklerini işitene kadar
benim hakkımda konuştuklarını bile anlamamıştım.”
Psikolog iki saniye kadar duraksadı. Kız, halen kendisine donuk şekilde bakmak-
ta olan gözlerin arkasında düşüncelerin devindiğini hissetti.
“Yeni bir cihaz var, piyasaya çıkalı henüz birkaç hafta oldu ve ancak referans ile
alınabiliyor. Başka bir danışanım sayesinde haberim oldu ve denemek için bir
tane..” -bu sırada ayağa kalkıp köşedeki dolabın çekmecesini açtı- “… almış-
tım ama senin daha çok işine yarayacak gibi duruyor.” Minicik siyah bir kutuyu
özenle kızın ellerine bıraktı.
“Bu çok yeni bir teknoloji. İnsanların belli duygu ve düşünceleri dillendirirken
hep aynı frekansları kullandığını keşfetmişler. Yani yalan söylerken kullandığın
frekansla alay ederken kullandığın birbirinden farklı. Eğer insanların frekansla-
rını deşifre edebilirsen, sözlerinin ardındaki gerçeği görebilirsin.”
Elif ilgiyle dinliyordu. Elindeki şey her neyse hem kızı heyecanlandırmış hem de
böylesi bir şeye gereksinim duyması içini acıtmıştı. “Nasıl kullanacağım?”
“İçinde ayrıntılı bir kullanım kılavuzu var ama basitçe cihaz açıkken duyduğu
frekansları tarıyor. Birini yalan söylerken yakalarsan o frekansı adı ile kaydedip
yalan diye işaretlemen lazım. Sonra o kişi her yalan söylediğinde, yani o frekan-
sı her kullandığında ekranda adıyla beraber yalan ibaresi belirecek.” Psikolog
masanın ardından kalkıp danışanının yanına oturdu. “Gel bir deneme yapalım.
Ben sana yalan ve doğru söylerken frekanslarımı kaydet.”
Elif tamam anlamında başını salladı. Cihazı kutunun içerisinden çıkardı. Kızın
sadece eski filmlerde gördüğü çağrı cihazlarına benziyordu. Çalıştırıp “Hazı-
rım,” dedi.
Psikolog elinden geldiğince doğal davranmaya çalışarak, “Bu işi yapmaktan
nefret ediyorum!” dedi. Ekranda bir frekans belirdi. “Şimdi adımı yazıp yalan
seçeneğine tıklayacaksın.” Kız ile göz göze geldiler. “Elif, yaptığım işi gerçekten
severek yapıyorum, buna güvenebilirsin.”
Elif utanarak başını tekrar önüne eğdi ve söyleneni yaptı. “Peki ama insanlar
bana sizin gibi açıkça söylemeden bu yalanları nasıl yakalayacağım?” diye sor-
du. Psikolog “Sen çok zeki bir kızsın, bir yol bulacağına eminim,” diye cevap
verdi.

***

Sonraki birkaç hafta boyunca Elif ailesinin, sınıfındakilerin ve yakın arkadaşları-


nın frekanslarını toplamakta uğraştı.
“Baba yaptığım tatlı nasıl olmuş?”
“Eline sağlık güzel kızım, mükemmel!” Elif bu frekansı Baba-yalan diye adlan-
dırdı çünkü tatlının berbat olduğunun ve zavallı adamın güçlükle yuttuğunun
farkındaydı. Kalkıp kendi tabağını çöpe döküverdi.
“Anne bu pantolon yakıştı mı bana?”
“Ay hayır, çok sıktı bence, baksana göbeğin fırlamış.” Elif bunu da Anne-doğru
diye işaretledi ve içine zor girdiği eski pantolonu çıkardığı deliğe tıktı.
Kardeşinin gelip “Ne yaptın saçına? Yeni imajın mı bu?” sorusunun frekansını
Kardeş-alay diye kaydetti. Kardeşini “İşine baksana sen,” diye kovaladıktan son-
ra kalkıp saçlarını yıkadı.

Sınıfta işler biraz daha zordu. Tuzaklar kuramayacağı için izleri iyi takip etmesi
gerekiyordu. Finans Hocası “Ödevin nerede?” diye sorduğunda, “Hocam ak-
şam annem rahatsızlandı,” diyen arkadaşının frekansını kolayca yalan olarak
işaretleyebildi. Bütün gece sınıftakilerin sosyal medya hesaplarını kurcalaması
gerekmiş olsa da Elif oğlanın aslında basketbol maçına gittiğini bu sayede öğ-
renebilmişti.
Tombulca bir kızın arkasından gülüp gülüp yüzüne “Bu renk sana çok yakışmış,”
“Saçına yeni bir şey mi yaptın?” “Sen kesinlikle kilo verdin!” dediklerinde bütün
bir grubun alay frekanslarını yakalama fırsatı buldu ama bunun için yarım saat
kadar tuvaletteki kabinde saklanıp dedikodu dinlemek zorunda kalmıştı.
Yakın bir arkadaşı yeni ayrıldığı sevgilisini ne kadar özlediğini anlatıp göz yaşla-
rına boğulduğunda gönül rahatlığıyla doğruyu işaretledi. “Eğer bu bir yalansa
ve kendine bile bu kadar gerçekçi bir yalan söyleyebiliyorsa belki de aslında
bu bir doğrudur,” diye düşünmüştü ama işlerin sarpa saracağını anlayıp mantık
kitaplarını bir süreliğine el altından kaldırdı.
Elif bütün bunlarla uğraşırken aynı zamanda kendini eğittiğinin farkında değil-
di. Daha önce hiç dikkatini çekmeyen ayrıntılar görünür oluyor, içinde bir öfke
birikiyordu. İnsanların ağızlarından çıkan her on cümlenin sekizi doğru değildi.
Elif bir süre sonra ekranda sadece yalan ya da alay ibarelerini görmeye başladı-
ğında bunun mümkün olamayacağına kanaat getirdi.

***

“Bana çok önemli bir işi çıktığı için çalışma grubuna gelemeyeceğini söyledi ve
onun kısmını yapmamı rica etti.”
“Ve bu bir yalan mıydı?” diye sordu psikolog.
“Elbette yalandı. Ama asıl acıtan ödevde onun kısmını da yaptığım için bana
‘Sen tanıdığım en iyi insansın, sana borcumu mutlaka ödeyeceğim,’ demesiydi.
Alay ve yalan ardı ardına yandı. Kim bu kadar kötü olabilir? Bence bu cihaz doğ-
ru düzgün çalışmıyor.”
“Hayır Elif, doğru çalışıyor.” Elif ekranda beliren Psikolog-doğru ibaresine umut-
suzca baktı. Cihazı kadının masasına bırakıp “Bilerek yaşayamam,” dedi. “Gele-
cek hafta görüşürüz,” diyerek odadan sessizce çıkıp gitti.
Çiğdem burgudan çıktığında kusmamak için kendini zor tuttu. Uzay gemisinin
koltuğunun ucunda oturuyordu. Titreyen elleri ile kemerini kontrol edip
motorları çalıştırdı. Kuiper kuşağında Bacıları bulmak için bilgisayara
koordinatları girdi. Bilgisayar asteroitler arasında yolu çizince biraz rahatladı.
Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Kokpitteki karanlık ekranlardan birinde kendini
gördü. Saçları dağılmıştı. Gözünün altındaki kırmızılık mora çalıyordu. Motorla-
rın ivmesi ile koltuğa itildiğinde kaburgasında bıçak batar gibi bir acı onu selam-
ladı. Geminin içinden gelen sesle irkildi.
“Kaçamazsın Çiğdem. Buradan çıkacağım ve yaptığına seni pişman edeceğim.”
Çiğdem gözlerini kapattı. Steven’ın sesi ilk tanıştıklarında ona ne kadar güzel
gelmişti. Oysa ilerleyen zaman onun sesini duyduğunda içinde sadece korku
yaratıyordu.
“Bana bak. Aç kapıyı, bir şey yapmayacağım.”
Steven kamaranın kapısına vurmaya devam ediyordu. Çiğdem kokpitteki ekran-
ları kontrol etti. Başını çevirmeye korkuyordu. Kamaranın kapısını Steven onu
dövüp sızdıktan sonra kilitlemiş, önüne de açılmasın diye engel koymuştu. Tek
yapması gereken Bacılar’ın üssüne ulaşmaktı.
Radar burgudan çıkan bir gemiyi seçtiğinde yarım saattir seyahat ediyordu.
Çiğdem gözlerini kapatıp dua etti. Yıldızların karanlığında yol gösteren Umay
Ana’ya yalvardı. Bebeği karanlık rahimden aydınlığa taşıyan Umay Ana’nın onu
da uzayın karanlığından güvenli bir eve taşımasını diledi. Peşindekiler onu fark
etmiş olmalılar ki hızlarını arttırdılar. Çiğdem de motorların gücünü güvenli sı-
nırların üstüne çıkarttı.
Asteroitler arasındaki boşluklardan bilgisayarın çizdiği rotayı takip etti. Ağzı
korkudan kurumuştu. Soğuk terler sırtından aşağı süzülüyordu. Steven her ko-
nuştuğunda titrese de kumanda kolu üzerindeki eli sabitti. Peşindekiler telsiz
mesafesine geldiklerinde ona geri dönmesini söylediler. Steven’ın arkadaşları
gemiyi istiyorlardı. Çiğdem cevap vermedi.
Atış menziline geldiklerinde ona bir roket fırlattılar. Geminin savunma sistemle-
ri birkaç manevra ile roketin yörüngesinden kaçmayı başardı. Çiğdem ikinciden
kaçamayacağını biliyordu. Telsizden teslim olmasını isteyen sesi duyduğunda
vazgeçmek üzereydi. O anda Umay Ana dualarını duymuş olmalı ki Bacıların
gemisi Halaskar radarda gözüktü.
Çiğdem gemiyi gördüğünde gözleri yaşardı. Halaskar’ın parçacık toplarından
atılan bir mermi peşindekilerin yakınlarında bir asteroidi patlattığında Çiğdem
ağlamaya başladı.
#
Çiğdem Bacı Yuvasına Dysnomia’ya vardığında biraz rahatlamıştı. Hala Steven
kapıya vurduğunda korksa da artık ağlamıyordu. Eris’in soğuk buzullarından
yansıyan ışıkları izledi. Gemiyi Dysnomia’nın yüzeyine indirdiğinde gemiyi
bırakıp uydunun derinliklerine giden bir asansöre bindi. Üsse ulaştığında ona
bir oda gösterdiler. Üstündeki kanlı ve kirli kıyafetlerini değitirebilmesi için
yeni kıyafetler verdiler. Sıcak su ile duş alıp giyindiğinde yeni bir kadın gibi
hissediyordu. Dışarı çıktığında iki kadının onu beklediklerini gördü.
“Hazırsan seni Nil Ana’ya götüreceğiz.”
Ürkekçe başını salladı. Bacıların onun kurtuluşu olduğunu düşünmüştü ama
korkuyordu da. Kuiper Kuşağını haraca bağlamış bu kadınlar hakkında birçok
hikâye duymuştu. Sessizce kadınların arasında yürüdü. Onu büyük bir kapının
önüne getirdiler. Kapının üstünde yüzü görünmeyen, sağ elinde bir güneş tu-
tan, sol elinde ise hançer bulunan bir kadın resmi vardı. Kadının kafasına ne
olduğunu çıkartamadığı bir kuş konmuştu. Kuşun uzun kuyruğu rengarenkti.
İki kanatlı kapı yanlara doğru açıldığında geniş yuvarlak bir odaya girdi. Odanın
etrafında kadınlar yüzleri ona dönük sessizce bekliyorlardı.
Karşısında işlemeli bir taht üzerinde oturan kadın onu çağırdı.
“Gel yolcu. Sen Bacıları aramaya mı geldin buralara?”
Çiğdem kadının önüne kadar ilerledi. Onu izleyen diğerlerine aldırmadan cevap
verdi.
“Evet, Bacılar’a katılmak istiyorum.”
“Sen bilmez misin, bizler karmaşanın gölgesinde yaşarız. Yıldızların karanlığın-
dayızdır. Bize kanunsuz derler.”
“Biliyorum.”
“Peki neden bize katılmak istersin?”
Çiğdem başını kaldırıp onunla konuşan kadının gözlerinin içine baktı.
“Çünkü kendilerine kanun ve düzen sahibi diyenler bana yardım etmedi. Çün-
kü yıllarca dövüldüm, satıldım, kullanıldım ama kimse bana yardım etmedi. Ne
Mars’ın ileri fikirli liderleri, ne Dünya’nın geleneklerine bağlı komutanları beni
dinlemedi.”
“Sana bu kötülükleri gemisini çaldığın adam mı yaptı?”
Çiğdem gözünden süzülen yaşlara aldırmadan cevap verdi.
“Evet ama sadece o değildi. Mars’da Kanyonaltı’nda doğdum ben. Annem ben
daha üç yaşındayken ölmüş. Yaramazlara katıldım ama onlar için çok zayıftım.
Sonra bir adam beni koruyacağını söyledi. On dört yaşındaydım. Güzeldim. O
adama inandım. Bana ilk ihanet eden o oldu. Sonra da kaçamadım.”
Hıçkırıklarını tutamadı. Kasıla kasıla ağlıyordu. Gözyaşları arasında onu izleyen
kadınlara baktı. Yüzlerinde ne şefkat ne kızgınlık. Hiçbir ifade yoktu.
“Buraya yolcu olarak geldin. Kalıp Bacı’mız olmak istersen düşmanlarını yenebi-
leceğini göstermen gerekir.”
Çiğdem gözlerini sildi.
“Evet, yenebilirim.”
“O zaman adamı gönderin.”
Çiğdem onu salona getiren iki kadının yanına gitti.
Steven’ın üstü başı dağınıktı. Saçları dağılmıştı. Gözlerinde hala Çiğdem’in kork-
tuğu delilik parıltısı vardı.
“Evimize geldin, konuş ne istersin?”
Steven odayı saran kadınlara baktı.
“Bana ait olan gemiyi ve şu sürtüğü vermenizi istiyorum.”
Nil Ana sakin bir sesle cevap verdi.
“Seninle yaptığımız bu konuşma dışarıda bekleyen gemilere de yayınlanıyor.
Seni ve gemiyi geri almak isteyen arkadaşların da bu konuştuklarımızı duyuyor.
Anlıyor musun?”
“Evet anlıyorum.”
“Burası Eris’in gölgesindedir. Burada sadece Bacı’ların kanunu geçerlidir.”
Steven başını salladı.
“Eğer senin olanları almak istiyorsan, onları senden alanla dövüşmelisin. Kaza-
nırsan tüm istediklerin senindir. Kaybedersen canın dahil hiçbir hakkın olmaz.
Kabul ediyor musun?”
Steven biran duraksadı.
“Eğer kazanırsam sorgusuz sualsiz şu sürtüğü ve gemimi bana verecek misiniz?”
Nil Ana oturduğu tahtından başını salladı.
“Evet.”
“O zaman kabul ediyorum.”
Steven Çiğdem’e baktı. Gözlerindeki delilik tüm yüzünü sarmıştı. Çiğdem istem-
sizce elini gözündeki morluğa götürdü. Göz yaşları yanaklarından süzülüyordu.
“Geç yolcu ve korkunu yen.”
Çiğdem Nil Ana›nın sözlerini duyunca etrafa bakındı. Steven salonun ortasına
ilerlemişti. Kollarını iki yana salmış, bir sağa bir sola yaylanıyordu. Deli bakışları
onun üzerindeydi. Ne yapacağını düşünürken biri eline bir tabanca tutuşturdu.
Bir başka kadının fısıltısını duydu.
“Gücünü göster ve onu yen.”
Çiğdem eli tetikte salonun ortasına ilerledi.
“Sen o silahı kullanmayı bilmiyorsun Çiğdem. Ver onu bana.”
Steven’ın sesi salonda yankılanmıştı.
Steven’a baktı. Gözleri kenetlendiğinde onun gözündeki deliliği gördü. Steven
ona doğru iki adım atmıştı ki tabancayı kaldırdı.
Steven’ın yüzündeki şaşkınlığa aldırmadan tetiği çekti.
Mermi göğsüne isabet etti. Steven donakalmıştı. Bir daha ateş etti.
İkinci mermi omzuna isabet etti.
Bir daha ateş etti.
Yanına ilerledi ve yere düşmüş Steven’a bir daha ateş etti.
Mermiler bitinceye kadar ateş etti.
Başını kaldırdığında kadınlar ona gülümsüyorlardı.
Nil Ana’nın sesi duyuldu.
“Hoş geldin bacım. Korktuğunun zayıflığını gördün.”
Nil Ana ayağa kalktı.

“Bacılarım, kızında yuva yaptığımız Eris’in koynu zalimdir. Ona fitnenin tanrıçası
diyenler onu anlamayanlardır. Eris anlaşmazlıkları yaratmaz ortaya çıkartır. Ken-
dini bilmeyenin hatasını görmesini sağlar.”
Yüzünde zalim bir gülümseme belirdi.
“Çoğunluğu da hatasını göremeden bu alemi terk eder.”
Nil Ana Çiğdem’in yanına geldi.
“Bizler onların kanunlarından daha büyük bir kanunun takipçileriyiz. Bizler Ku-
iper Bacıları’yız. Karanlığın içinde Umay Ana’mız gibi yol gösterici, Eris Ana’mız
gibi karmaşa yaratanlarız. Artık kim olduğumuzu biliyorsun. Eğer hala istiyorsan
Bacım, gel bize katıl.”
Nil Ana kollarını açmış onu bekliyordu. Çiğdem ona sarıldı. Ağlıyordu. Nil Ana
da ağlıyordu.
Çiğdem içinden sessizce Umay Ana’ya teşekkür etti.

Beş altı yaşlarında sarışın bir kız çocuğu, bir artı sıfır evlerinin ortasında hüngür
hüngür ağlıyordu. Hani şu büyümüş de küçülmüş denilenlerden, boyu küçük
ama aklı büyük olanlardan.
“Babamı çok özledim, anne. Babam nerede?” diye sordu minik Nehir, gözyaşla-
rı tombul yanaklarını ıslatırken.
İşi başından aşkın annesi ise duymazlıktan geldi. Bir yandan ev işleri bir yandan
üç kuruş para için yaptığı internet görevleri yüzünden kafasını kaşıyacak zamanı
yoktu. Kızına kıyamayan Fatma, sakin bir şekilde cevap verdi:
“Baban cennette, yavrum.”
El kadar yavrucağın ağlaması daha da şiddetlendi. Kendisini yerden yere vura-
rak ve sağı solu yumruklayarak:
“Yalan söylüyorsun anne, yalan! Beni kandırıyorsun... Çocuğum ya, hiçbir şey
bilmiyorum sanıyorsun... Babam ölmedi. Sadece uzaklara gitti,” diye karşı çıktı.
Fatma, buz gibi ruhsuz gözlerle kızına baktı:
“Bizim için öldü, canım... Ölüm de bir tür uzaklık meselesidir. Ölürsün ve bir
daha insanların arasına geri dönemeyecek kadar uzaklaşırsın bu hayattan. Ba-
ban olacak adam da benzer şekilde öyle uzaklara gitti ki, bir daha dönemeye-
cek... Bizim için öldü yani.”
Annesinin açıklamasına anlam vermeye çalıştı kız. Ağlamayı kesti. Elinin tersiyle
akan burnunu sildi. Ölüm, uzaklık, cennet gibi kavramlar kafasını karıştırıyordu.
“Anne!”
“...”
“Anne!”
“...”
“ANNE!”
“NE VAR?”
“Babam, Orta Dünya’da değil mi? Öyle demiştin ya sen...”
Fatma’nın tüyleri ürperdi. Ne zaman Orta Dünya lafını duysa sinirleri bozulu-
yordu. Yirmi yıl aynı yastığa baş koyduğu kocası iki yıl önce ailesini terk edip
Orta Dünya’ya göç etmişti.
Bir sabah işe gitmiş ama bir daha geri dönmemişti. Kayıplara karışmıştı. Fatma,
bir hafta boyunca gecesini gündüzüne katarak onu ararken; uzun bir e-posta
göndermekle yetinmişti kocası.
“Hayattaki en büyük arzum, bir gün Orta Dünya’da yaşamaktı. Bu yüzden, ha-
yalimin peşinde koştum ve ne yazık ki kızımla seni yalnız bırakmak zorunda kal-
dım. Lütfen, beni affedin ve beni anlayın! Gerçek Dünya’ya dayanamıyordum. İt
gibi çalışıp yoksulluk içinde yaşamaktan yoruldum... Kızımıza iyi bakacağından
eminim. Gözlerinizden öperim...” Buna benzer bir sürü, ipe sapa gelmez lafla
doluydu e-posta.
“Evet, doğru. Baban olacak herifçioğlu bizi terk etti ve Orta Dünya’ya göç etti.”
“Ama ya vücudu... Vücudu nerede ki?”
“Offf, kızım kaç kere anlattım sana! Bir ada ülkesinde, oyun kapsüllerinin içinde.
Bedeni kapsülde, bilinci oyunda. Yarısı orada yarısı burada...”
“O zaman oraya gidelim ve babamı görelim. Ona sarılmak istiyorum çok.”
Fatma’nın dayanacak gücü kalmamıştı. Her gün kızından gelen aynı sorulardan
ve benzer isteklerden bıkmıştı. Bir anda avazı çıktığı kadar bağırdı:
“Gidemeyiz. Çok uzakta, anlasana beni! Oraya gitmek çok pahalı. Gitsek de
almazlar. Alsalar da ne göreceksin? Sıvı dolu bir kapsülün içindeki hayırsız ba-
banı mı? Kalsın, ben görmek istemiyorum. Sen eğer istersen büyüdüğünde gi-
der görürsün istediğin kadar.”
Nehir, tekrar ağlamaya başladı. Annesinin ağlamasından etkilenmediğini gö-
rünce, ağlamayı bıraktı ve yeni bir öneri sundu:
“İnternetten izleyelim babamı, anne. Orta Dünya sitesinden izleyelim. Geçen
haftaki gibi...”
“Off off, ömrümü yediniz ömrümü. Tamam, yeter ki sus!

Bir buçuk asır önce Yüzüklerin Efendisi’ni yazarken Tolkien’in aklına acaba yaz-
dıklarının bir gün gerçek olacağı gelmiş miydi? Orta Dünya, on yıla yakın bir
süredir gerçekten vardı. On binlerce kişinin içinde yaşadığı sanal bir dünyaydı.
Ama gerçek değil ki, sanalmış diyebilirsiniz. Ancak sanal ile gerçek arasında sa-
nıldığı kadar büyük bir fark yoktur. Yıllar geçtikçe aradaki küçük farklar da yok
olacaktır. İnsana ait hisler, duygular, sevinçler, üzüntüler, korkular, beklentiler,
başarılar, hezimetler ve bir sürü şey her ikisinde de mevcuttur.
Nehir’in babası, Fatma’nın eski kocası Rasim de Orta Dünya’da, Demir Tepe-
lerde yaşıyordu. Çıplak bedeni özel bir kapsülün içinde korunurken, bilinci fan-
tastik diyarlarda gezmekteydi. Nehir ve Fatma kutu gibi küçücük evlerinden
Rasim’i izliyorlardı.
“Aaa, işte babam! Anne, bak sakalı nasıl uzamış. Turuncu turuncu. Çok tatlı...”
“Sakalına tüküreyim onun. Gerçekte köseydi. Çenesinde birkaç kıl ya vardı ya
yoktu.”
Rasim, devasa dağların altındaki derin mi derin maden ocaklarında çalışıyordu.
Yüzlerce cüceyle birlikte durmadan kazma sallıyordu. Cüce dilinde neşeli bir
şarkı söyleyerek tabii ki.
“Tipe bak, memur adam masa başı işini bırakıp madende amelelik yapıyor, kaz-
ma sallıyor. Akıllı adamın yapacağı şey mi bu!”
“Anneee, babama laf söyleme yine. Üzülüyorum ama... Bak, arkadaşlarıyla ne
kadar mutlu!”
“Sorun da burada, evladım. Bizim gibi mutsuz olmalı. Ailesi burada kıt kanaat
geçinirken, o sanal bir dünyada neşe içinde oyun oynuyor.”
Nehir, mutluluk saçan kocaman gözleriyle babasını izliyordu. Babası bir kahra-
mandı. Orta Dünya›da yaşıyor, mücadele ediyor ve savaşıyordu. Kreşteki arka-
daşlarının babaları somurtkan, mutsuz ve öfkeliydi. Babası ise güler yüzlü, hem
madenci hem de savaşçı olan bir cüceydi.
“Annecim, babama biraz coin gönderelim mi? Geçen ayki büyük savaşta çe-
kici kırılmıştı. Yaptırdı ama eskisi kadar iyi olmadı. Bir sonraki savaş yakınmış
diyorlar. Orklar toplanmaya başlamış bile... Madenden çok coin kazanamıyor.
Bizim gönderdiğimiz parayla kendine daha iyi bir çekiç alır.”
Kızının koluna hafif bir çimdik atan Fatma, “Yok daha neler!” dedi. “İşim gücüm
yok, bir de hayırsız babana coin göndereceğim ha! Saf kızım, biz burada yoksul-
luk içinde yaşıyoruz. Bir gün aç, bir gün tokuz. Boğazımıza kadar borç içindeyiz.
Paraya ihtiyacı olan biziz. O değil.”
Kızını bilgisayarın başından kaldırıp içinden Rasim’e uzun mu uzun bir küfür
eden Fatma, yarım kalan işlerine devam etti.
Minik Nehir ise kumbarasında biriktirdiği parayı coin’e çevirip babasına nasıl
gönderebileceğini bulmaya çalışıyordu.

Selamlar,

Sanırım biraz oldu diyeceğim ama baya oldu. Özleyen var mı bilemem ama
yalan yok, ben fanzin çıkarma heyecanını özlemişim. Bu ülkede bir şeyler yap-
mak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Fiyatlar bu olayların en temel sebeple-
rinden sadece biri.

Bu çaresiz ve sebepsiz aralığın sebebi ise sıkılmalar, fırsat bulamamalar diye


ıvır zıvır kendime söylediğim yalanlar olabilir. Hayat birçoğumuzu yorduğu gibi
beni de yordu. Bilimkurgu, edindiğim yeni ve devam eden eski dertlerin ara-
sında adım adım alt sıralara indi. Dönüp bakmasam da, beni darlamaya başla-
dı. Elinizde tuttuğunuz ise tüm darlanmaların ve sıkılmışlıkların sonucu.

Bilimkurgu umuttur! Tüm bu süre zarfında söylemekten bıkmadığım bir cümle


oldu. Okuyun, okutun ve var olun.

Dün, Bugün ve Yarın Bilimkurgu Umuttur!


Durup, uzun uzun dışarıyı seyrediyorum. Ne gördüğümün, ne düşündüğümün
bir önemi yok. Kafamda bir uğultu şeklini alan zaman ve sanal bir birikinti var.
Bu yığın o kadar yoğun ki, yeni bir şeyler kurgulamaya, engel niteliğinde bir sı-
kışma. Reel politik gerçeklerle, seyre dalan benliğim arasında bir yerlerdeyim.
Beynime sızan her veri, her görüntü, her bir ses gri bir sis gibi. Boşluk ve ses-
sizliğin altından değerli olduğu bu çağda herkes, çekim kuvvetine yakalandığı
noktadan tutunuyor hayata. O ise sallanıyor, bir o yana bir bu yana.
Kafasında bu düşünceler geçerken bir yandan da elindeki buz kutucuğuyla
oynuyordu. Ağzındaki sigaralığın şarjı bitmiş ama farkına bile varmamıştı.
Maskeyle dolaşan insanlar, balık istifi doluşan otobüsler ve parklarda köpek
gezdiren robotlar… Boğucu, sıcak havaya rağmen balkonunda bu koşuşturmayı
izlemeye devam ediyordu. Hava o kadar sıcaktı ki, elindeki buz kutucuğu bile
temas ettiği derisinde bir ürperti uyandırmıyordu. 70 derece sıcakta erime
yapmayan bu kutucuk her türlü biyolojik çipi uzun süre saklanabiliyorken,
onca teknolojik gelişme bireyin, kendi gibi kalmasına, sistem çarkları arasında
ezilmesine engel olamıyordu.
Belki de asıl sorun kaynağın kendisindeydi, insandaydı. Her koşulda doğa
karşısında aciz olan ama bunu kendine her itiraf ettiğinde eksildiğini hisseden
karmaşık canlı. “Daha fazlasına” olan arzu bundandı. Her zaman daha büyük,
daha uzak, daha fazla… Hükmetme histerisi aynı zamanda onu tüketen şeydi.
Ama bu sanrı içinde yaşamak iyi hissettiriyordu.
Zilin çalması üzerine adam düşünce bulutu içinden çıkarak kapıya yöneldi,
gelen komşusuydu. Kısa bir selamlaşmadan sonra komşunun gözleri adamın
elindeki buz kutucuğuna ilişti. Gülümseyerek ona bakıyordu.
-Hâlâ yaptırmamışsın?
Kafasını öne eğip buz kutucuğuna baktı.
-Evet, sanırım yaptırmayı da düşünmüyorum. Galiba bu seviyede kalmak be-
nim için daha iyi. Bu halimle bile katlanmakta zorlanıyorum.
Komşusu şaşkın bakışlarla adama baktı ve nereden başlayacağını bilemeden
söze girmeye çalıştı. Bir noktada düşüncelerini toparlayarak:
-Bunda kötü olan ne ki, anlamadım. Bu çiple mevcut hafızan %30 yükselirken,
işletim kapasiten de %45 artış gösterecek. İş dünyasında son 4 yıldır herkes
bunu yaptırıyor ve gerçekten de hatırı sayılır sonuçlar elde ediyorlar. Mesela
benim kuzenim Vestel’de çalışıyor, o yaptırdıktan sonra…
Adam bu arada anlamsız bir noktaya giden muhabbetin bin bir varyasyonunu
aklından geçiriyordu. Her şeyin başarmak, sonuca gitmek, kazanmak üzerine
kurulu olduğu dünyada böylesi yükseltilmiş bir beyin yapısıyla insan ne kadar
insan olabilirdi ki? Zaten sorun, bunun yönetilmesi değil, bu haliyle yaşayabil-
mekti. Sistem ilk önce yapay zeka robotları üreterek insanları çalışma alanla-
rından çıkarmış, sonra da bu kapasite arttırıcı bioçiplerle onlara rekabet şansı
yaratmıştı. Bir lütuf gibi sunulan ve hatırı sayılır rakamlara satılan bu çipler
piyasaya yeni bir denklem getirmişti. İnsanlık gene insanlığın yarattığı robotla-
ra karşı kaybedeceği bir ekmek kavgasına girmişti.
-İyi, güzel diyorsun da bunca bilgi ve ayrıntıyla insan nasıl sağlıklı bir düşünce
yapısına sahip olabilir ki? Mesela bu çipleri kullanan insanların rüyaları hak-
kında yazılanları okudun mu? Başka yaşamlar sen uyurken de bilinçdışı alanda
devam ediyor. Bir lanet gibi hayat sürekli beyninin içinde. Durup yavaşlamak,
kendi metabolik zamanımızda hareket etmek bizlere daha uygunmuş gibi
geliyor bana. Zihinsel stres yüzünden saçları dökülen milyonlarca kişi çok mu
mutlu sence? Sonlu hayatımız içinde az da olsa huzuru hak etmiyor muyuz?
Komşusu donuk bir ifadeyle yüzüne baktı. Adamın tam olarak ne demek is-
tediğini anlamamış olacak ki, kaşlarını havaya kaldırarak dudağını büktü. Ona
göre kazanca götüren her şey beraberinde mutluluğu da getiriyordu. Sahip
olmak, tüketmek ve bunlardan haz almak her koşulda mutluluğun anahtarı
gibiydi. Komşu lafı uzatmadan kalkmak istedi. Adam onu kapıya kadar geçirdi.
Komşusu gittikten sonra adam tekrardan balkona çıkarak karmaşa içindeki
kalabalığı seyre daldı. Anlamsız bir süreçte geçen zamanı ve burada kapladığı
alanı düşündü.
Hiçlik ve tadına doyulmaz boşluktaki anlamsızlık. İşte bu huzurun tek anahtarı.
Her ülkenin bir fanzin tarihi vardır. Bu düşünceden hareketle, acaba SSCB’de ve
Rusya’da durum nasıl diyerek yaptığımız araştırma, bizi aşağıda çevirisini ver-
diğim bir makaleye götürdü. Burada fanzin tarihini meydana getiren insanların
kendi ağızlarından hikayelerini okuyacaksınız. Yazıda bilinçli olarak, değiştirme-
den kullandığım bir kelime var: Fantastika. Wikipedia bu kelimeyi bakın nasıl
açıklıyor: Olması mümkün fantastik unsurlar kullanılarak, gerçeklik ve kabul
görmüş sembol sınırlarını yıkan, alışılmadık şeyleri içeren edebiyat, sinema, re-
sim ve diğer sanat türlerinde kullanılan bir akım ve sanat yöntemi. Bizim bildiği-
miz bilimkurgu kelimesi de ayrıca kullanılıyor Rusça’da. Anlam karışıklığına yer
vermemek için fantastika kelimesini olduğu gibi kullandım, sizler de okurken
yazdığım tanımı hatırlayınız.
ÖNCÜLER
SOVYET-RUS FANZİN TARİHİ
ABD, Fransa, İsveç. Almanya’dan Avusturya’ya kadar bütün ülkelerde bilimkur-
gu sevenlerin çıkardığı amatör dergilere rastlıyoruz. Bunların tirajı öyle büyük
olmuyor, onlarca belki bir kaç yüz adet. Diğer yandan bu dergilerin seviyesi in-
sanı şaşkına çeviriyor. Birbirine kötü iliştirildiği için sayfaları dağılan, kötü kalite
kağıda basılmış amatör yazılar, bazen parlak bir ışık huzmesi gibi karşımızda be-
lirtiyorlar. Şüphesiz zevk sahibi insanların elinden çıkmışlardır ve bilimkurgunun
karanlıklarında bize yol gösteren birer işaret gibidirler.
Stanilsav Lem «Fantastika ve futuroloji »
Söylendiği üzere geleceğe yönelen, kocaman bir ülke olan Sovyetler Birliği’n-
de, hiçbir zaman ve yerde tamamı fantastika’ya adanmış tek bir dergi bile ya-
yınlanmamıştır. Genç fantastika okuyucularının anlamakta zorluk çekeceği bir
gerçekliktir bu. Fantastika yazılırdı ve basılırdı, yükseldiği dönemler de olmuştu,
düşüş yaşadığı dönemler de. Belli bir okuyucu kitlesi vardı, çeşitli ekoller ortaya
çıkmıştı ve her zaman yeni ‘dalga’ yazarlar ortaya çıkmasına ön ayak oldu. An-
cak bunların arasında başlı başına bir dergi göremezdiniz. Tüm bunlar olurken
fantastika’ya olan ilgi gittikçe artmaktaydı. Bu işi sevenlerin işe girişmeleri ve az
sayıda da olsa samizdat (batıya özgü olarak ‘fanzin’ olarak adlandırılan, periyo-
dik amatör yayıncılık) yapmaya başlamaları bir zaman meselesi idi.
1966 yılında Vitaliy Bugrov ‘Kedi Vasiliy’in Guslisi’ (Gusli geleneksel bir Rus mü-
zik enstrümanı) adlı bir dergi çıkarır. Bu dergi yüz sayfadan meydana gelir ve
Bugrov’un daktilosundan çıkar. Bugrov bu şekilde iki dergi çıkarmıştır. İlk yerli
fanzin olarak kabul edilen derginin ilk sayısında, çeşitli makaleler ve İyion Tihiy
genç fantastlar kulübü üyelerinin yazdığı hikayeler yeralır. Bugrov çok geçme-
den ‘Ural Sledopıt’ dergisinde basım yapma imkanına sahip olur ve yirmi yıla
yakın bir süre içinde bu derginin ‘Fantastika’ bölümü Sovyet yazarlar ve bu tü-
rün sevenleri için nefes alınacak bir yer haline gelir. Her yıl fantastika sevenlerin
biraraya geldiği toplantılarda en iyi fantastik kitaba verilen ve SSCB’de bilim-
kurgu dalında verilen ilk ödülü olan Aelita’yı Sverdlovks’ta yaşayanların hayata
geçirmesi tabi ki rastlantı değildir.
Bugrov’un ‘Kedi Vasiliy’in Guslisi’ne benzeyen seçmeler kendiliğinden kah ora-
da, kah burada ortaya çıkmaya başlar. Fantastika sevenler daktiloda yazılmış,
kapak sayfası ile süslenmiş, beş-altı gibi az sayıda basılmış, ancak tıpkı bir kitap
gibi ellerine alabilecekleri, üyelerinin eseri olan ‘kalem denemelerini’ bir araya
toparlamaya çalışmışlardır. Bunlardan hiçbiri eserlerine fanzin adını vermezdi,
bunlar daha çok seçki ya da toplama eserlerdi.
1980’li yılların ortasında çıkan Perestroyka, bilimkurgu türü ile ilgili duruma pek
etki etmez, ancak bu işi sevenleri fanzin düşüncesine yaklaştırır. Böylece dü-
zenli olarak yayınlanacak ve daha geniş kitlelere ulaştırılabilecek eserler ortaya
çıkmaya başlar. İşte bu şekilde, tam 21 yıl önce Rus dilindeki ilk, gerçek fanzin
olan ‘Oversun’ yayınlanır.
İMKANSIZ ÜZERİNDEN ATLAYIŞ
Oversun, Arkadiy ve Boris Strugatskiy kardeşlerin dile kazandırdığı yapay bir
kelimedir. Bu özel bir kosmik manevradır. Güneş’in üzerinden atlamak anlamı-
na gelir. O günlerde ve sonrasında, Strugatskiy kardeşler tarafından uydurulan
fantastik terminolojiyi geniş bir şekilde kullanmışlardır. Bunu, yaptıkları işin fan-
tastika atölyesinden çıktığının altını çizmek için yapıyorlardı.
İlk fanzini yayınlamak için belli bir cesarete sahip olmak gerekiyordu. Zira
1980’li yılların başında SSCB’de fantastika sevenlerin kurduğu kulüplere karşı
baskılar ve ‘samizdat’a karşı uygulamaların sertleştiğini biliyoruz. Mesela, Zodi-
ak adlı kulübün üyesi Aleksandr Koklühin, 1983’te Ulyanovsk Bölgesi’nde bulu-
nan Sengiley şehrinde ‘Büyük Ring’ adlı ilk ve tek fanastik gazeteyi birkaç nüsha
halinde bastığında, çok geçmeden KGB’nin dikkatini çekmiştir.
Tam da bu nedenle Sevastopol kökenli Stalker adlı gurubun üyeleri olan Ser-
gey Berejnoy ve Andrey Çertkov, başlarda geniş fantastika sevenlere yönelik bir
fanzin çıkarmayı ilk başlarda akıllarına bile getirmemişlerdi.
Kendilerini, bu işe iten olaylar, Kerç yakınlarındaki Tuzla Ada’sında düzenlenen
fan-kampı ‘Sivrisinek Kırbacı’na ve Krasnodar yakınlarında düzenlenen ve dev-
let tarafından yasaklanmış olan Novomihaylovskiy-87 konventine yaptıkları se-
yahatlarde yaşanır. Bu etkinlikler sırasında Sovyetler Birliği’nde fanzin çıkarıl-
ması konusu ciddi bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Çertkov buraya getirdiği
Blaster adlı enformasyon bültenini etrafındakilere gösterir. Bu Stalker kulübün-
deki faaliyetlerin anlatıldığı, iki haftada bir yayınlanan bir bülten idi. Bülten 12
daktilo sayfasından oluşuyordu, basım adedi ise bir nüsha idi. Fantastika se-
venlerin olurunu alan Sevaspotopollular çekingenliklerini üzerlerinden atarlar
ve yeni bir kulüp kurarlar. Atlantis adlı klübün kurulmasından sonra Oversun
adlı fanzini çıkarmaya başlarlar. Andrey Çerktov o günleri bakın nasıl hatırlıyor:
‘Fanzini benim Optima, Sergey’in Moskova adlı daktilolarında yazıyorduk. Ebe-
veynlerimiz de dahil herkesten gizli çalışıyorduk. 84 yılıydı, tehlikeli günlerdi,
az bir zaman önce Nikolayev’deki fan faaliyetlerimden dolayı Komsomol’dan
(Genç Komünistler Derneği) atılmıştım. Bir plan dahilinde çalışıyorduk, sürekli
çıkacak bölümleri tespit etmiştik. Redaktör makalesi, fantastika haberleri, fan-
dom (fan dünyası) haberleri, yazarlarla söyleşiler, edebi eleştiriler, sinema ve
hatta bir de reklam bandımız vardı. Çıkacak sayının yazılarını ben, Berejnoy ve
Nikolayev’den Vladimir Şeluhin yazıyorduk.
Daktilodan çıkan ilk sayı 16 nüsha olarak 1988 nisan ayında hazırdı. Leningrad’lı
Polgalaktiki (Galaksinin yarısı) klübünden Sergey Borovikov bu sayının, yüzden
fazla ikinci baskısını yapmıştı. Alfabe-dijital yazıcı cihazına erişimi vardı, fanzini
manyetik banda kaydetmişti. Kağıttan rulo şeklinde bastığı fanzini Sevastopol’a
gönderiyordu. Biz de bunları kesiyor, dikiyor ve fotoğraflı bir kapak ekliyorduk.
Bundan sonra da dağıtım işi başlıyordu. Mesela bu nüshalardan bazıları
Aelita-88 fantastika festivaline gitti ve orada büyük ilgi çekti.’
Sevatopollulara paralel olarak yine 1988 nisan ayında Leningrad’da Andrey Ni-
kolayev ve Leonid Reznik tarafından hazırlanan edebi-sanat fanzini ‘İzmereni-
ye-F’ (Boyut-F) yayın hayatına başlar. Böylece Leningradlılar ve Sevastopollular
uzun bir dönem için memleketteki fanzin faaliyetinin liderleri olarak kalacak-
lardı.
EDEBİYATA YAKINLAŞMAK
Leningradlılar sadece bir fanzin çıkarmak değil, zaman içinde profesyonel
olacak ve büyük trajla basılacak bir dergi hazırlamak istiyorlardı. Bunu ha-
yal etmek için yeterli nedenleri vardı. Ne de olsa şehirde Boris Natanoviç
Strugatskiy’in yönetiminde genç fantast yazar seminerleri düzenleniyordu.
Fanzincilerin hesabı doğru çıkacaktı. Daha sonra ünlü yazarlar haline gelecek
seminer katılımcıları büyük bir istekle el yazmalarını kullanabileceklerini
söylemekteydiler.
İzmereniye-F, MIF-XX adlı Leningrad Fanrastika Sevenler Klübü desteği ile üç
ayda bir yayınlanıyordu. Klübün başkanlığını Aleksandr Sidoroviç yapmaktaydı.
İlk sayıları, olması gerektiği gibi daktiloda yazılmıştı ve sınırlı sayıdaydı.
Daha sonraki sayıları ise fotokopi ile çoğaltılır olmuştu. Toplamda sekiz sayı
çıkarmışlardı. 1990 yılında Leonid Reznik İsrail’e göç etmiştir ve İzmereniye-F
ise çok sayıda basılan bir yayın haline gelmiştir. Ancak edebi sanatsal bir dergi
değil, sadece Komsomol organizasyonunun bir enformasyon bülteni olarak kal-
mıştır. 1990’ların başında 70.000 adet basılır hale gelmişti. Gazete versiyonu-
nun redaktörlüğünü gazeteci Andrey Sorgin yapıyordu ve Andrey Nikolayev’in
fanzininin adını ‘Sizif’ olarak değiştirmesi gerekmiştir. Kendisi bu olayı bakın
nasıl hatırlıyor: ‘İzmereniye-F kendine ana amaç olarak profesyonel bir yayın
haline gelmeyi seçmişti, yani çok sayıda basılacaktı ve kitlesel hale gelecekti.
Sizif’in ise böyle bir amacı yoktu. Dahası bunu istemiyordu. Sizif, fanlar için bir
dergi olarak düşünülmüştü. Bu kesinlikle redaksiyon ekibinin önerilen yazılara
baştan savma, daha az önem veren bir yaklaşım sergileyeceği anlamına gelmi-
yordu, hayır! Ancak yine de okuyucu sayısının fazla olmasını bekliyorduk, yayı-
nımızın sadece profesyonel fanları değil, diğer insanların da ilgisini çekmesini
umuyorduk. Alışıldığın dışında el yazmaları, yeni isimler ve yeni formlar arayı-
şına girmiştik.’
Sizif’i hazırlayanlar fanzinin dar, bilgili bir çevreye hitap ettiğini özelikle belirt-
mekteydiler: Mimeografta basılan fanzinin baskı adedi 100-150’yi aşmıyordu
ve sadece ‘ilgili çevrede’ dağıtılıyordu. Andrey Nikolayev bu konuda cesurca
davrandı ve her yeni sayıya şu ya da bu, bazen de çok spesifik konularda ‘sı-
cak’ tartışma ortamları yaratıp ve bununla da fanzin faaliyetinin altını çizmek
istedi (herhangi bir Sovyet dergisinde basılmak için bir yılla birkaç yıl arasında
geçen zaman içinde beklemek gerektiğini hatırlayalım). Ancak başından itiba-
ren korunan yüksek seviye, fanzini şehrin edebiyat hayatında farkedilebilir bir
olay haline getirir. Çünkü Sizif’te Marianna Alfyorova, Andrey İzmaylov, Leonid
Kudryavtsev, Aleksadnr Türin, Aleksandr Şşogolev gibi Sovyet fantastikasının
ustalarının eserleri yer almaktaydı. Böylece Sizif, 1991 yılında tam anlamıyla
bir edebiyat dergisi haline dönüşür. Ancak basımevinden çıkan 10 bin tirajlı ilk
sayısı aynı zamanda sonuncu sayısı olur. Mali sıkıntılardan dolayı dergi kapatılır.
AMATÖRLER PROFESYONELLEŞİYOR
2 - 3 Şubat 1990 tarihinde, Leningrad Gençlik Sarayı’nda ilk defa fan-haber se-
mineri düzenlenir. Bu her yıl düzenlenen ‘Interpreskon’ adlı konventlerin de
temelidir. Seminere tüm ülkeden gelen altmıştan fazla fanzin üreticisi katılır. O
zaman ülkede en egzotik zevkleri dahi tatmin edebilecek çok ve değişik fanzin-
ler olduğu da bu vesileyle fark edilir.
O günlerde, Moskova’da yılda bir kere çıkan spesifik askeri-fantastik yıllık ‘Bay-
tsovkiy Kot’ (Dövüşçü kedi) ve edebi-sanatsal fanzin ‘Yol Kenarında Piknik’,
Krasnodar’da ‘Kalın’, bir edebi fanzin olan ‘Geya’, Nikolayev’de korku tema-
larını sevenlere hitap eden edebi-enformasyon fanzini ‘Med Lab’, Saratov’da
Strugatskiy kardeşlere adanan enformasyon bülteni ‘ABC-Panorama’, Omsk’ta
parodi-espri fanzini ‘Straj-ptitsa’ (Bekçi Kuş) gibi fanzinler yayınlanır. Seminer
katılımcıları, fanzin faaliyetleri ile ilgili şöyle bir kanıya varır: Sanki çıkarılan her
sayı kısa bir zamanda kaliteye dönüşecek ve amatör dergiler çok sayıda basıla-
rak daha geniş bir kitleye ulaşacak gibidir. Bu öngörü pek de yanlış sayılmaz. Bu
anlamda ilk örnekler kısa sürede ortaya çıkar: ‘Visions’, ‘512’, ‘Zero’, ‘Solyaris’
gibi dergiler, basımvelerinden çıkmaya başlar, ancak ne yazık ki bunun devamı
gelmez. SSCB’nin dağılmasının yol açtığı ekonomik kriz, fiyatların liberalizasyo-
nu benzeri, gelecek vaat eden bir çok projenin de sonu olur.
Ancak söz konusu fanzinleri çıkaranlar kolay kolay teslim olmaz. Sevastopol’dan
Leningrad’a gelen Andrey Çertkov, Nikolay Yütanov’la birlikte ‘Oversun’ı tam
anlamıyla bir dergi haline getirmeyi denerler; düyazı ve çizgi hikayeler ekler-
ler. Çertkov ilk sayının taslağını hazırlamak için bir yıl boyunca uğraşır ancak
bu birinci sayı bir türlü çıkarılamaz. Diğer yandan bu işbirliği, sonraları Terra
Fantastica adlı bir yayınevine dönüşür, ‘Oversun’ ise seri halde çıkan kitapların
markası olarak kullanılır.
Andrey yine aynı dönemde ‘Onterkom’ adlı yeni bir fanzin çıkarmaya başlar. Bu
sadece bilgi amaçlı bir çalışmaydı ve Amerikan Locus’un hemen hemen aynısıy-
dı. 1991’de Nisan ve Ağustos olmak üzere iki sayısı çıkar. Interkom ise başlarda
fotokopi makinasında 300 adet basılırdı ve yayınevlerine, fantastika yazarlarına
ve fanlara dağıtılırdı. Terra Fantastica daha sonraları bu fanzini tipografi kalite-
siyle, 4 bin adet basar ve böylece iki sayı daha çıkar. Ancak zarar eden proje kısa
süre sonra kapatılır.
Interkom 1995’te Moskova’da çıkan fantastika dergisi ‘Yesli’(Eğer)’nin eki ola-
rak üç ayda bir yayınlanmaya başlanır. Eğer Andrey Çertkov’un bu fanzin ara-
cılığı ile siber-punk yazarları Rus okuyucularına tanıttığını, Rus yayınevlerinin
dikkatini Dan Simmons’un büyük bilimkurgu romanı Hiperion’a ve Lois McMas-
ter Bujold’un kitaplarına çektiğini söylersek abartmış olmayız. Aradan çok uzun
yıllar geçmesine rağmen Interkom hala oldukça ilgi çekmektedir ve basılmaya
devam etmektedir. Zira tabiri caizse sevgi ile hazırlanmaktadır ve gerçek bir ga-
zeteceilik eseri haline gelmiştir.
Sergey Berejnoy da fanzin çalışmalarını bırakmaz. ‘Oversun’dan sonra iki fan-
zin daha çıkarır. İnce ve haber içerikli ‘Oversun-İnform’ 1989 – 1991 arasında
düzenli olarak çıkar. Toplam otuz bir sayıdan oluşur. Berejnoy 1990 mayısın-
da fantastika ve fendom sorunlarına yönelik amatör bir dergi olan ‘Fenzor’u
çıkarmaya başlar. Burada asıl tartışılan konular, geçmiş zamanların ve günümü-
zün ‘edebi’ savaşlarıdır.
Toplamda üç sayı çıkar hatta ünlü fantastika yazarı Andrey Lazarçuk’un eserle-
rine adanan ve çok sayıda basılması plananan bir tipografi varyantı hazırlanır.
Nihayetinde bu çalışmalar, Fantastika Almanağı Z.E.T.’nin ‘sıfır’ ve tek sayısında
yayınlanır.
Kısa bir süre sonra Sergey Berejnoy’da tıpkı Çerkov gibi Saint-Peterburg’a ta-
şınır. Bakın Sergey neler diyor: ‘1990 aralığında Andrey Nikolayev ile birlikte
eski arkadaşımız Çertkov’a parodi içerikli bir hediye yaptık: Fanzin ‘Oberham’
(Küstah üstü). Bunu tek sayı olarak çıkardık, ancak daha sonra Aleksandr Sido-
roviç bunu çoğaltmamızı istedi ve böylece yaptığımız yaramazlık halka maloldu.
Ancak, 1994 baharında birden parodi formatını aştığımızı anladık, yeni ve
tartışılacak konular ortaya çıkmıştı. Nikolayev ile yine ciddi bir fanzin çıkarmak
istiyorduk ki bu fantastikayı bilenlere hitap edecekti. Böylece ‘Dvesti’ (İkiyüz)
adlı fanzin düşüncesi doğdu.’
Dvesti adı, tahmin edilen maksimum sayıyı işaret etmekteydi. Dolayısı ile çıka-
cak fanzin sayısı başlığa atıldığı için çıkan sayılara Rus alfabesinden A, B, C vs.
şeklinde sıra numarası verilir. Fanzin 1996 Nisan ayına kadar çıkar, son sayısı ‘J’
olur. Baskı sayısı ise ilk başta düşünülenin iki katı olmuştur ve ana dağıtımı, fan-
zine sponsor olan Moskova’lı Stojar kitabevi aracılığı ile yapılır. Bu yayın daha
uzun yıllar çıkmaya devam edebilirdi, ancak Stojar kapanır, ikinci redaktör And-
rey Nikolayev edebiyat çalışmaları üzerinde yoğunlaşır, Berejnoy ise artık fanzin
yapmak istememektedir. Ancak Dvesti, tamamen ortadan kalkmaz, 1990’lı yıl-
ların son klasik fanzini ‘Anizotrop Şose’nin doğmasına neden olur.
Peterburg’lu iki fantastika sevdalısı Vasiliy Vladimirskiy ve Vyaçeslav Gonça-
rov, Dvesti fanzinini çıkarmaya devam etmeyi planlar. Ancak bunu yaparken,
öncülünden sadece ana yapıyı ve konu başlıklarını alan, yeni bir dergi ortaya
çıkarmaktadırlar. ‘Anizotrop Şose’ adını genç fanzincilere Andrey Çertkov hedi-
ye eder. Çertkov aslında bu adı ülkenin en önemli fanzincisi Boris Zavgorodnıy
ile birlikte çıkarmak istediği, Strugatskiy kardeşlerin ‘Tanrı Olmak Zor İş’ adlı
romanından derleme bir fanzin adı olarak kullanmak istiyordu. Anizotrop şose
sadece tek bir yönde hereket edilebilecek bir yoldur. Bu ad fantastikadaki ye-
niliklere ve genel olarak da edebiyata adanan bir dergiye çok yakışmıştı. Vasi-
liy Vladimirskiy o günleri şöyle hatırlıyor: ‘1998 Şubatından 2000 yılının Mayıs
ayına kadar ilk sayı da dahil on sayı bastık. Tirajımız giderek artıyordu, otuzla
başlamış, yüze varmıştık. Ancak aniden artık gereken sayıda fanzin çıkaramaya-
cağımız bir duruma düştük. Fanzin kapandı. Biz tabii ki, günün birinde, ‘AŞ’ da-
hilinde yeterli deneyim kazandıktan sonra fantastika konulu, kalın bir edebi-ya-
yın dergisi çıkarmayı hedefliyorduk. Ancak yeni yüzyılın başında bunun pek de
aktüel olmadığı anlaşılıyordu.’
Kırılma yılı olan kabul edilen 1991 yılında ortaya çıkan tüm profesyonel fantasti-
ka dergilerinden sadece Minks’te çıkan ‘Fantakrim-MEGA’ (redaktör Yefim Şur)
ve Moskova’da çıkarılan ‘Yesli’ (redaktör Aleksandr Şalganov) hayatta kalmayı
başardı. Minsk’te çıkan dergi, 1995’te kapanır. Geriye sadece ‘Yesli’ kalır ve bu-
gün hala, tüm krizleri aşarak okuyucularını memnun etmeye devam ediyor.
KADRO ATÖLYELERİ
Günümüzde ülkemizde profesyonel fantastika dergileri yayınlanıyor. Bunun ya-
nında, büyük tirajlı dergilerin çıkmaya başlaması ile fanzin tarihinin sona erdi-
ğini de söyleyemeyiz.
Boris Natanoviç Strugatskiy, halihazırda Polden (Öğle) XXI. YY adlı fantastika
dergisinin başındadır. 1990’da tıpkı bir kahin gibi zamanla fanzin sayısının arta-
cağını söylemiş, gün geçtikçe artan dergilerin, bu duruma engel olmayacağını
öngörmüştü. Ona göre amatör yayınlar, uygulamada genç güçlerin kendilerini
denemeleri için ideal platformlardır.
Böylesi amatör dergiler hala daha mevcut ve gelişmeye devam ediyorlar. Tas-
lak ve baskı kalitesi 1990’lı yıllara göre kat be kat yükseldi, bugün herhangi bir
fanzini ele almak bile zevk verici hale geldi. Buralarda yazıları çıkanlar, geniş bir
tanıdık çevresi edinirler mi, okuyucuların beğenisini kazanırlar mı bilemeyiz,
ancak sanatsal potansiyellerini bu tür çalışmalar için harcayan amatörler bu
işi pek bırakacağa benzemiyorlar. Canlı örneği yanı başımızda. Andrey Çertkov
şimdilerde yeni internet projeleri üzerinde kafa yoruyor. Bunlar sinema ile ilgili
olacak ve ‘Strugatskiy Kardeşler Evreni: Öğrencilerin Zamanı’ adı altında topla-
ma çalışmalar içerecek. Sergey Berejnoy ve Aleksandr Sidoroviç büyük yayınlar-
da redaktör olarak çalışıyorlar. Andrey Nikolayev (Andrey Legostayev takma adı
ile) profesyonel bir edebiyatçı oldu. Andrey Golova ise sinema pazarlamacısı.
Vasiliy Vladimirskiy ünlü bir eleştirmen ve FANtastika adlı derginin kurucuların-
dan biridir. Bu öncülerin sayesinde, çağdaş Rus ve Ukrayna düzenli fantastika
yayınları doğdu, gelişti, gelişmeye de devam ediyor. Hatalar ve zaferler üzerin-
den paha biçilmez bir deneyim elde ettiler ki bu ancak profesyonellere özgü bir
özelliktir.
Makale, Fantastika dünyası adlı dergide yayınlanmıştır.
- Evet, sizi dinliyorum. Sorununuz tam olarak nedir, hanımefendi?
- Şey, nasıl desem bilemiyorum ki. Biri var, ismi Arda. Çok iyi bir insan. Dünden
beri ne zaman onu düşünsem nefesim kesiliyor, sanki kalbimin üstünde bir
sürü çocuk tepişiyormuş gibi hissediyorum.
- Korkulacak bir şey yok, sadece âşık olmuşsunuz. Her robotun başına gelebi-
lecek, sıradan bir durum. Bir insanı sevmek, bir robotu sevmek kadar doğal bir
hadisedir.
- Ne yani, aşk böyle bir şey mi? Canım acıyor Doktor Bey! İnsanlarda da mı
böyle oluyor?
- Hem de nasıl! Kalbinde aşk olan birisi karşısındaki için yanmaya hazır olmalı,
gerekirse tüm devrelerini yakacak kadar hem de.
- Ölmekten mi bahsediyorsunuz? Aman Allah’ım! Doktor Bey, bende panik
voltaj var!
- Durun, panik yapmayın, mecazen söyledim. Benim hatam, kusura bakmayın
lütfen.
- Bu durum ne zaman geçer Doktor Bey? Fabrikada görevime devam etmem
gerekiyor ama kendimi sürekli depresif bir hâlde, bir köşede arızalanmış ola-
rak buluyorum.
- Belki yarın, belki de hiçbir zaman. Tamamen kalbinizin elektrik sistemine
bağlı. Yüreğiniz ne zaman o kişi için çarpmayı bırakırsa o zaman sona erer.
Geçmiş olsun.
Bir keresinde bir dergide okumuştum, insanlar âşık olunca sahil kenarına
giderlermiş. Ben de öyle yaptım ve seni sevdiğimi anladığım günün ertesi,
Beşiktaş iskelesine doğru yürümeye başladım. Kalabalığı yarıp geçerken gö-
züm hiçbir şeyi görmüyordu. Bana çarpan omuzları, alt sınıf robot olduğum
için atılan küçümseyici bakışları hatta “Robotlara Ölüm!” diye bağıran boğuk
sesli adamı bile. Hiçbir şeyi umursamadım. Aşk denilen şey ne garip, zihnime
yerleşmiş bir virüs gibi bütün sistemimi alt üst etti! Seni düşünmeden edemi-
yordum, derken küçük bir titreşim sesi hissettim. Doğru ya, aramaları sessize
almış olmalıydım.
- Merhaba, ben x813 isçi sınıfı robotu, adım Sofya. Buyurun?
- Benim, Arda. Dün neden gelmedin resim dersine? Gözlerim seni aradı.
- Belki de artık gelmemem gerekiyordur.
- Neden öyle düşünüyorsun?
Birkaç saniye susup, yutkundum.
- Orada mısın Sofya?
- Buradayım.
- Şu an neredesin? Söyle, yanına geleyim…
- Beşiktaş sahilde, konum atarım.
- Tamamdır, beş on dakikaya yanındayım.
Arda geldiğinde bir kafeye geçip oturduk. Deniz manzaralı bir masa seçtik iki
kişilik, tıpkı aşk gibi, sevda gibi. Şu an tek istediğim zamanın durması. Evet, şu
an zamanın bir program olmasını ve onu kontrol edebilmeyi çok isterdim.
- Evet, Sofya. Anlat bakalım, terapi nasıl gidiyor?
- Bu sabah gittim işte. Biraz garipti.
- Garip derken? Anlatmak ister misin?
- Bilirsin işte, sıradan robotik krizler.
- Bırak artık şunu yapmayı…
- Neyi yapmayı?
- Kendine robot demeyi diyorum!
- Anlamadım, ne diyeyim kendime?
- Psikoloğun daha söylemedi mi sana?
- Neyi söyleyecek Arda? Sen iyi misin?
- Asıl sen iyi misin. Kendini robot yerine koyduğun günden beri terapiye gidi-
yorsun, aylar geçti ve bunun hakkında hâlâ konuşmadınız mı yani?
Aklımdan binbir soru ve düşünce akıp gidiyordu. Bir yandan Arda’nın benimle
dalga geçtiğini, bir yandan da söylediğinin gerçek olması ihtimalini düşünüyor-
dum. Acaba Arda, ona olan ilgimi anladı da beni kendinden soğutmak mı is-
tiyordu? Biraz düşündüm ve sonra aklıma gelen ilk şeyi pat diye söyleyiverdim.
- Tamam, bir saniyeliğine senin haklı olduğunu düşünelim. İşçi robotu olarak
fabrikada çalışıyorum, bunu nasıl açıklayacaksın?
- Feci bir kaza geçirdin ve vücudunun yüzde yetmiş beşi robot parçaları ile
değiştirildi. Sen bir ressamsın Sofya. Seni iyileştirme karşılığında bir robotik
firması ile anlaştık. Sekiz sene fabrikada çalışma şartı koştular. Bak, anlıyorum
seni, bunları duymak senin için çok zor. Aslında şimdiye kadar konuşmuş ol-
manız lazımdı.
- Yalan söylüyorsun!
- Sakin ol lütfen, yalan söylemiyorum. Şimdi terapistini arayalım ve olanları o
anlatsın, tamam mı?
Arda’yı dinlemekten başka çarem yok gibi görünüyordu. Şimdi çekip gidersem
bir daha onu asla göremezdim.
- Tamam, ara öyleyse.
Ellerimi kovuşturdum ve öfke dolu bakışlarla Arda’nın gözlerine doğru baktım.
Paniklemiş gibi bir havası vardı. Hâlâ neler olduğunu anlamaya çalışıyordum.
Bu işin içinde bir bit yeniği var gibi geliyordu.
- Merhaba, ben robot psikoloğunuz Ahmet. Size nasıl yardımcı olabilirim?
- Selam, ben Arda. Hastanız Sofya’nın kocasıyım. Hasta numarası iki, beş, beş,
dokuz, altı.
- Evet, tanıdım sizi. Buyurun Arda Bey.

Kocasıyım mı dedi o? Arda benim kocam mıymış şimdi? Yok, daha neler!
- Sofya kendini işçi robotu olarak görmeye devam ediyor. Aylardır neden Sof-
ya’ya bir şey söylemediniz acaba?
- Bunu sizin ağzınızdan duyması gerekiyordu. Biz söylemeyi denedik fakat ken-
disi defalarca reddetti ve başladığımız yere sürekli geri dönmek durumunda
kaldık.
- Duyuyor musun Sofya? İyi dinle çünkü bunlar gerçekler!
Başıma ağrılar girmeye başladığında gözüm de kararmaya başlamıştı. Oracıkta
düşüp bayılmışım ve gözlerimi açtığımda yanımda Arda vardı.
- Arda, ne oldu bana?
- Sorun yok aşkım, sadece küçük bir sinir krizi geçirdin ve sonra bayıldın. Olan-
ları hatırlıyor musun?
- Neyi aşkım?
- Yok, bir şey yok. Uyu sen biraz daha. Aramıza tekrar hoş geldin.
Bilimkurgu Sözlüğü Elzem mi,
Yoksa Saçmalıyor Muyum?

Başlık gayet açık. Böyle bir üretime/kaynağa ihtiyacımız var mı, yoksa tama-
mıyla zırvalıktan mı ibaret. Bu sorunun cevabını bu yazıda evet/hayır şeklinde
vermeyeceğim. Cevabı sizin vermenizi, fark etmenizi sağlamak istiyorum. Ev-
vela ülkemiz sınırlarındaki bilimkurgu üretimi meselesine biraz değineceğim
ve bildiklerim üzerinden bir takım değerlendirmeler yapacağım. Son olarak da
sözlük meselesinden bahsedip yazıyı sonlandıracak ve sizi özgür bırakacağım.
Hepimizin bildiği gibi çoğunlukla çeviri eserler üzerinden türü takip ediyoruz.
Dünyaca ünlü bilimkurgu yazarlarının (Isaac Asimoz, Philip K. Dick, Arthur C.
Clarke vs.) yanı sıra, az da olsa, adı sanı duyulmamış (Mur Lafferty, Laurent Ge-
nefort vs.) –bu konudan başka bir yazıda bahsedeceğim- ve klasikleşmiş (Olaf
Stapledon, Rosny Aine vs.) isimlerin eserlerini çeviri olarak tüketmek bizde
adettir. Okumalarımızı bu yönde yapıyoruz. Bir yandan da, yerli bilimkurgu
romanları ve hikayeleri üretmeye çalışıyoruz. Her geçen gün yeni eserler okur-
la buluşuyor, dikkate değer üretimlerini sayısı yakın zamanda artmaya başladı
bile diyebiliriz. Ancak çoğu zaman işin sadece kurgu kısmıyla ilgileniyoruz.
Türün kendisi, geçmişi, ekolleri, yazarları, dönüm noktaları gibi konulara yo-
ğunlaşan eserlerde eksiğimiz olduğunu düşünüyorum. 2020-2022 yılları ara-
sında, bilimkurgu edebiyatı ile ilgili yazılmış yerli üretim sayısı –bulabildiğim
kadarıyla- beş. Bilimkurgunun mahiyeti ile ilgilenen, alt türleri hakkında maka-
leler içeren, yerli bilimkurgunun izini süren kitap sayısı sadece beş. Bu sayıya
sinemada bilimkurgu başlığı dahil değil. Kendi yazdığım 25 Kitapta Bilim Kurgu
dahil değil. Sadece bilimkurgu edebiyatına dair ele alınmış eserler dahil. Bun-
dan da şu sonuç çıkıyor: Ne olduğuyla ilgilenmiyoruz, yazıyoruz.
Bu demek değildir ki yerli bilimkurgu üretimlerin hepsi tü, kaka. Değil tabi ki.
Ancak tür, bir kültür olarak yazın ve okuma hayatımızda hala daha yerleşmiş
değil. Yazılan eserlerin çoğunda da bunun izlerini görmek mümkün. Birbiri-
ne benzeyen metinler, “distopya yazıyorum ben” diye bin dokuz yüz seksen
dördün aynısının farklı isimle yayımlananları, robotların hakimiyetine boyun
eğmemizi söyleyen ve aynı yolu izleyen envai çeşit metin ve alelacele yazılmış
hissi veren, anlaşılmayan kitaplar. Bütün yerli bilimkurgu eserleri bu saydıkla-
rıma dahil değil elbette ama, bir kısmı dikkat çekecek ölçüde tam olarak bun-
lardan ibaret. Türün hala daha ciddiye alınmamasının sorumluluğunu da bu ve
benzeri kitapların üreticilerinde ya da merdiven altı matbaalarda görüyorum.
Hele hele editörlük hizmeti için, zaten aldıkları KİTAP BASMA PARASINA ek 3-5
bin lira daha isteyenler var ya. Ne oluyorsa onlar yüzünden oluyor derken içim
çok rahat.
Bilimkurgu okumayı seviyoruz ancak ne olduğu konusunda etraflıca düşünme-
yi sevmiyoruz. Ya da seviyoruz ama kaynak üretmiyoruz. Ne olduğunu, oku-
malarımız esnasında anlıyor ve özümsüyoruz belki ama literatür ve kültürel
geçmişi konusunda eksik kalıyoruz.
Bunu fark eden ya da ilk söyleyen ben değilim muhakkak. İlk olmadığım gibi
son da olmayacağım. Tek dileğim bu sahada daha fazla çalışmaya kavuşabil-
mek, tartışabilmek ve üretebilmek.
Zaman zaman edebiyat dergilerinde dosya konusu olarak bilimkurgu başlığı-
nın seçildiğini görüyoruz. Derginin o ayki sayısından otuz kırk sayfa bu alana
ayrılır, genel geçer şeyler konu edilir, okunacak kitap listeleri sıralanır ve konu
kapanır. Bir daha, başka bir derginin aklına gelene kadar, edebiyat her alanıyla
ilgilendiğini söyleyen/düşündüren dergilerde, bilimkurguya dair bir araştır-
maya, makaleye rastlanmaz. Oysa ki var olan en sosyal tür olan bilimkurgu,
hayatın her anında olduğu gibi bütün bir edebiyat havuzunda önemli bir paya
sahiptir. Ama gel gör ki bu hep böyle olur.
Bu durumdan rahatsız olan insanlar yok mu, tabi ki var. Lagari Bilimkurgu Fan-
zin ekibi bunlardan sadece biri. Sadece bilimkurgu, başka bir şey yok. Türleri
ayırmak mı? Hayır. Bilimkurguya nefes alacak alan yaratmak. Olay bu. Yakın
zamanda benzer bir girişimin, bir derginin daha yayın hayatına başlayacağını
öğrendim, çok mutlu oldum. Okuyorsak bir mecra yaratmalı, üretimi farklı
disiplinlere yaymalıyız.
Benim, bu yazıda, dile getirdiklerim konusunda en büyük şikayetim bir sözlü-
ğün eksikliği. Az da olsa türün ne olduğunu kabataslak anlamanızı sağlayacak
kitap bulabilmeniz mümkün. Hemen hepsi sadece temel bilgiler ile yetiniyor
ama olsun, ortamlarda işe yarar. Buna karşın bir tane bile sözlük çalışması
yapılmamış. “Bu başlık altında yurt dışında kaynak bulabilmek mümkün, ne
gerek var ki” diye düşünülerek yapılmadığını da düşünmüyorum. Üzerine hiç
düşünülmediği konusunda ısrarcıyım. Tamam, sfdictionary.com diye bir site
var ve arşivi bir hayli geniş. Tamam, isteyen Amazon.com’dan Brave New Wor-
lds: The Oxford Dictionary of Science Fiction sipariş edebilir. Tamam, isteyen
archive.org üzerinden PDF olarak yabancı dillerde yayın indirebilir. Tamam
ama neden bir tane yerli üretim yok?
Bir türü anlamak için mümkün olduğunca çok okumak konusunda hemfikirim.
Ancak okurken, yardımcı olacak terminolojik kaynaklara ihtiyaç olduğundan da
eminim. Hele ki üretim yapılmak istendiğinde, benzeri kaynaklar elzem hale
geliyor.
Bir bilimkurgu sözlüğü de, bu türe dair literatürün derlenip toparlanması ve
kaynak araştırması konusunda kolaylık sağlaması gibi sebepler nedeniyle ge-
rekli. İnternette hemen her şeyi bulabiliyor olabiliriz ancak bu tarz metinler el
altında olduğu zaman daha kolay kullanılıyor, kendimden biliyorum.
Böyle bir çalışmanın şimdiye kadar yapılmadığını zaten söyledim. Şimdide ne
denli önemli olduğunda ısrar ettiğim bir metni oluşturmak için kolları sıvadı-
ğımı söylemek istiyorum. Aslında 2020 yılından bu yana “Bilimkurgu Sözlüğü”
adı altında çeşitli üretimler ve paylaşımlar yapıyorum. Evvela sosyal medya da
başladım. Ardından aynı isimli bir internet sitesi açarak hadisenin çapını biraz
daha genişlettim. Son olarak da elle tutulur bir hale getirdim. Daha evvelden,
Lagari fanzinin başka bir sayısında bambaşka bir kitabın sözünü vermiştim. O
konu hala daha taslak aşamasında. Ancak bu türe ait bir sözlük artık fiziksel
dünyada ulaşılabilir durumda. Bilimkurgu Sözlüğü, Zararsız Yayınlar etiketiyle
çıktı. Ne genel geçer şeyler bahsedip konunun mahiyetine saygısızlık yapıldı ne
de kopyala yapıştır yöntemiyle kolaya kaçıldı. Şimdiye kadar okuduğum bilim-
kurgu metinlerinde karşıma çıkan terimleri topladım, açıklamalar yazdım, ör-
nek kitap listesi hazırladım. İşin güzel tarafı da bu işin peşini bırakmayacağım.
Her iki üç yılda bir okuduklarımdan derlediklerimi ekleyecek ve sözlüğü sürekli
olarak güncelleyeceğim. Burada amacım kendi kitabımı pazarlamak değil, yan-
lış anladınız, biliyorum. Tek söylemek istediğim bir şekilde yapılması lazımdı ve
yaptım. Eylemlerim devam edecek.
Yazının en başında da dediğim gibi, şimdi sizi özgür bırakacağım. Ancak son bir
noktayı daha aradan çıkarmak istiyorum. Bu yazı, yaptığım bir şeyi güzellemek
ya da bir ihtiyaç algısı oluşturmak için yazılmadı. Böyle hamlelere kafa yor-
maktan Şeyh Hulud hepimizi korusun. Mevzu bahis sözlük daha evvel yapılmış
olsaydı ilk ben kullanır, dibine kadar sömürürdüm. Ama yoktu, iş başa düştü.
Hem daha yapılmamış bambaşka şeyler daha var, onları da başka zaman konu-
şacağız.
Bilimkurgu umuttur diyoruz, her seferinde. “İyi bilimkurgu, iyi edebiyattır”
demiş Thedore Sturgeon. Bilimkurgu sadece kurgudan ibaret değil diyorum,
ısrarla. Daha fazlası için daima meraklı olun, daha azı yetinemeyiz.
Sırtının ortasından, ekrana doğru iyice eğilmiş ince yapılı genç, kemikli elleri
klavyenin yağlı tuşlarında çalışıyordu. Loş odada parlayan ekran kalın ve kirli
gözlüklerinden yansıyordu.
Ergenlik döneminin ilk günlerinden beri yaşam alanı bu odaydı. 12 yıl önce le-
golarıyla yaptığı son uzay gemisi kitaplıkta, 3 yıldır ardı ardına okuduğu bilim-
kurgu romanlarının önünde duruyordu. Öğrenmeye 6 yıl önce başlayıp 6 yıl
önce bıraktığı elektrogitar yatağının arkasında tozlanıyordu. Biriktirdiği çeşitli
kahraman figürlerini kafasına göre düzenlenmiş ve kümeler halinde yerleştir-
mişti. İlkokul, ortaokul ve lise dönemi arkadaşlarıyla -ki hepsi aynı dört kişi,
üniversitede bilgisayar mühendisliği bölümünden henüz pek arkadaşı yoktu-
fotoğrafları dolabın üstüne bantlanmıştı. Dışarıda yağan hafif yağmurda, kalın
perdelerini açmış ve camı aralamıştı.
Onu işte tam bu haliyle gördükten sonra hakkında yapacağınız tahminlerin çoğu
isabetli olur. Mesela evet, kız arkadaşı yoktur. Boş vaktinin çoğunu bu şekilde,
bilgisayarının başında geçirir. Süper kahraman filmlerini sever. Yabancı müzik
dinler.
Bu noktada yabancıdan kastımın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları hariç herkes
olduğunu da belirteyim çünkü Ömer, yukarıdaki özelliklerinin yanı sıra orta sınıf
bir İstanbul çocuğudur ve bununla birlikte gelen tipik özellikleri de neredeyse
eksiksiz taşır. Mesela Ömer babasıyla bayram namazına gider, askerlik konu-
sunda streslidir ve iskender kebap sever.
Açık camdan dolayı soğumakta olan ensesini unutmuş, vaktinin çoğunu geçir-
diği internet forumundaki tartışmaya kendini kaptırmıştı. Mesajların çoğu kar-
şılıklı küfürler ve alaydan ibaretti. Ancak ilginç bilgiler içerenler de yok değildi.
Bunlardan biri şöyleydi:
“Bir defa götünüzden atmayı kesin cahil sürüsü. Tokyo’da açılan çukur-
lar için metro kazılarından kaynaklı dendi ama kazı mühendisi hatlarla alakası
olmadığını söylüyor. Herif benimle alakası yok diyor neden harikiri yapsın sığır-
lar?”
Ömer’in dikkatini çeken başka bir mesele ise şu mesaja gizlenmişti:
“Şehir altyapılarının doğayı bozması falan diyen çevreci piçler de dam-
lamış. Bütün çukurların şehirde açıldığını ne biliyorsun? Allah’ın ormanındaki
çukuru ayılar mı bildirecek?”
Ömerin hafif merakının bir saplantıya evrilmesini sağlayansa aşağıdaki mesaj
ve sonunda paylaşılan linkten ulaştığı kaynaklardı:
“Şu sözlük ergenleri gitse de rahatlasak bu nedir ya! Konumuza döner-
sek önce Japonya’da sonra dünyanın başka yerlerinde görülen çukurların ortak
noktası kabaca aynı boyutta olmaları; 14 metre çap, 82 metre derinlik. İddia
edildiği gibi çöküntü yerleri olsalar diplerinde düşen şeylerin bulunması lazım,
hiç bir şey yok. Çökme esnasında yoğunluk farklarıyla bir ayrışma olduğunu ve
katmanların yer değiştirdiğini söylüyorlar. Fakat açıp okursanız bu fikre karşı
çıkan jeoloji mühendisleri olduğunu görürsünüz ---> Link.
Ömer saplantılarını ileri boyutlara taşır. O yüzden bu noktadan itibaren çukur-
larla ilgili bulabildiği her bilgiyi şıra gibi içti. Her olayı en ince ayrıntılarıyla not
aldı. Gördüğü herkese çukurlardan bahsetti, çukurları sordu.
9 hafta içerisinde mevzu bahis çukurlarla ilgili 1684Mb’lık bir klasörü oldu. Veri
madenciliği dersinin projesini de bu konuda yapmaya karar verdi. Ayrıca çocuk-
ken bisiklet demiri girmesiyle yanağında bir çukur açılmış -Ömer bunu gamzeye
benzetiyordu- bir kıza aşık oldu. Hayır yanağı çukur olduğu için aşık olmadı,
ama ilk konuşmalarında konu gerçekten de oradan açılmıştı.
Aynı 9 hafta içerisinde dünyanın çeşitli yerlerinde çukurlarla ilgili yeni gelişme-
ler oldu. Özge bunları Ömer’den dinlerken esnedi ve yanağındaki oyuk küçük,
sevimli bir virgül halini aldı. Başı, yaslandığı elinden kalkıp, diğer elindeki kah-
veyle orta noktada buluştu ve yine diğer elin rahatlığına geri döndü.
“Bak Özge, çukurlar artık daha fazla görülüyor. Her gün, onlarcası. Ayrıca gide-
rek küçülüyorlar. Geçen hafta raporlananların tamamı 11 metre çapında. Artık
sıradan bir doğa olayı demiyorlar, sebebini de kimse bilmiyor. Rastgele oluşma-
dıkları düşünülüyor”
Telefonundan üzerinde kırmızı noktalar olan bir dünya haritası gösterdi.
“Uydular sürekli çukur arıyor ve sürekli yenileri ortaya çıkıyor. Ve işte, sanki
giderek yerleşim yerlerine toplanıyorlar.”
Özge, başını bıraktı ve küt diye sıraya düşmesine izin verdi. “Bir tanesi de proje
hocamızı yutsa ya” diye mırıldandı.
On dört hafta geçtiğinde toplum paniklemeye başlamıştı. Artık her gün yüzler-
cesi açılan çukurlar sanki hedef almış gibi odaları yutuyordu. Çapları 6 metreye
düşmüştü. Yetkililer tüm kaynakların bu durumun çözülmesine ayrıldığını söy-
lüyordu ama henüz herhangi bir gelişme yoktu.
Bir yandan da okul devam ediyor, dönem bitiyordu ve Ömer veri madenciliği
dersinde final projesini sunmaya hazırdı. Görünürde alakasız olan verileri prog-
ram vasıtasıyla analiz edip ilişkilendiriyor, örüntüler bulmaya çalışıyorlardı, işin
özü buydu. Sırası geldiğinde terli avucundaki USB’yi projektöre bağlı bilgisaya-
ra taktı ve ilk slayttan başlayarak bulgularını anlatmaya başladı.
İlk önce çukurların konumlarını, derinliklerini, çaplarını ve bulunma zamanlarını
programa girmişti. Bir düzen görememişti. Konumun jeolojik özellikleri, tekto-
nik hareketler, olay anındaki hava durumu veya yer altı suları gibi fiziksel veri-
lerde bir tutarlılık bulunamadığını gösteren araştırmaları okumuştu.
Çıkmaza girdiğini düşünerek farklı bir yaklaşım denemişti; çukurların mağdur-
larıyla ilgili verileri programa dahil etmişti. Dikkate değer bir ilişki yakalamayı
başarmıştı. Tespit edilen ilk 37 çukurda kaybolan 12 insanın tamamı Japonca
konuşuyordu. İlk çukurların çoğu Japonya’da olduğu için bu normal diye dü-
şünülebilirdi ama bu on iki kişiden bir tanesi Venezüella’da, diğeri de Moğolis-
tan’da açılan çukurlarda kaybolmuşlardı.
Sabit bir örüntü yoktu. Çukurlar her seferinde başka bir parametreyi baz ala-
cak şekilde sürekli hedef değiştiriyor gibiydi. 37’inci çukur ile 61’inci çukurlar
arasında kaybolan insanların 3’ü hariç hepsi metal müzik dinliyordu. 61’inci-
den 99’uncuya kadar mağdurlar boşanma sürecindeydi. Bir sonraki grup işe
bisikletle gidiyordu, sonraki protez kullananlardan oluşuyordu ve sonraki çizgi
roman okuyordu.
Ömer’in grafikler, veriler ve haritalarla ilişkilendirdiği bu gruplar tek ortak özel-
likleri hariç karmakarışıktı. İçlerinde çocuklar, gençler, yaşlılar, askerler, spor-
cular, sekreterler, Almanlar, Maleyler, Uruguaylılar vardı. Belki yeterince çok
parametre incelenirse herhangi bir grup insan arasında benzerlikler bulunacağı
savunulabilirdi. Ancak örneğin 7812’inci çukurdan 7887’inciye kadar kaybolan
47 kişinin tamamının 71 kilogram ağırlığında olması fazlasıyla enteresan değil
miydi? Sunumunu bu soruyla bitirdi.
Hoca dahil herkes afallamıştı. Sınıftan bir uğultu yükseldi. Birkaç saniye içinde
tüm sınıf Ömer’i çevrelemişti ve her kafadan bir ses çıkıyordu. Arkalardan hala
yoklama kağıdı tutan elini uzatarak kalabalığı yarmaya çalışan Hoca “Evlat” diye
bağırıyordu: “bu çalışmanı bir rapor haline getirmemiz ve yetkililere iletmemiz
gerektiğini düşünüyorum.”
24’üncü haftada çukurlar hız kesmeden açılmaya devam ediyordu. Ömer’in
bulgusu şüpheye yer bırakmıyordu; Her dalgada farklı bir insan grubu mağdur
oluyordu. Yerkürenin her yerinde binlerce uzman örüntüleri önceden tahmin
eden algoritmalar geliştirmeye çalışıyordu. İş işten geçtikten sonra kurbanların
ortak noktasını bulmaktan başka bir işe yaramıyorlardı. Örüntüler tekrar etmi-
yordu. Mağdur listeleri internette dolaşıyordu.
Bir defa hedeflenen grup artık güvende sayılıyordu. Karmaşaya sürüklenen in-
sanlar listelere göre kendilerini değiştirmeye uğraşıyorlardı.
Artık ünlü olan Ömer yine odasında, bilgisayarının başındaydı. Genç odası kar-
yolasına uzanmış onu dinleyen Özge’ye forumdan bazı mesajlar okuyordu:
“71 ve 77 kilolar yutuldu. Ben tam 77 çekiyorum, artık güvendeyim. Noldu ve-
gan kızlar? Bize obez diyenler yemeye başladılar mı acaba :)”
Şefkatle Özge’ye baktı. Sonra birkaç mesajı sırayla okudu:
“Fıtık var, işe bisikletle gidiyorum ve apandistim iki yıl önce alındı. Gerçi artık
herkes apandistini aldırmaya çalışıyor ama bir sene sonrasına tarih veriliyor-
muş. Ben rahatım yani gençlik, darısı başınıza.”
“Lan topalları yutsa bacağınızı kesip atacaksınız malsınız yeminle.”
“Ne zaman inanacaksınız? Bunlar Allah’ın ikazları. Siz inkar ettikçe devam ede-
cek. Dün çukurlar kimi aldı: ressamları, heykeltraşları. Yaratana ortaklığa soyu-
nanı cehennemde şiddetli gazap beklemektedir.”
“Amin kardeşim. Açıkça şunları yapmayın diye uyarı geliyor. Bu pembe götlü
solcular da gidip özellikle onları yapıyor. Allah akıl fikir versin.”
“Senin dediğini rahip başka, haham bambaşka türlü söylüyor. Hindular veganlar
bize mesaj olarak yutuldu diye cümleten vegan oldu, sizinkiler kurban bayra-
mını inkar edenler cezalandırıldı diyerek ete saldırdı. Hangisi şimdi mesela?”
“Dünya İsviçre peynirine dönmüş siz hala birbirinizi yiyin..”
“Sizi bilmem ama ben 75 kiloyum ve yemeğe abanmaktayım, bisiklet aldım, et
yemiyorum, çalışırken metal müzik açıyorum, yapabildiğim her şeyi yapıyorum
anlayacağınız. Adamlar yok oluyor evladım nereye gittiler belli değil. Başına ge-
lene kadar rahatsın tabii. Şu an karşı binanın köşesi yok. Bir sabah kalktık cerrah
gibi kesmiş çıkarmış çukur. Sessiz sedasız.”
Ömer bir süre daha sayfada aşağı doğru kaydı. Daha sonra koltuğunu geriye
doğru iterek Özge’ye döndü. Aklındakini seslendirmesine gerek kalmadı çünkü
her nasılsa ikisinin de aynı şeyi düşündüğünü biliyordu. Çukurlar her an onları
da alabilirdi. Geleceğin bilinmezliği insana garip bir cesaret veriyordu.
Her şey tek bir akıcı harekette gerçekleşti. Bilgisayar koltuğundan yatağa kaydı.
Özgenin karşısına uzandı ve gözlerini hiç kaçırmadan onu öptü. Bu odada pek
çok anısı olmuştu ama bir kız ile öpüşmek bunlardan biri değildi. Tüm o kahra-
man figürlerinin ortasında. Farklı gruplar halinde dizdiği figürler. Evet!
Çocukken renklerine göre sınıflandırmıştı. Kırmızıları yeşillerle savaştırırdı.
Daha sonra özel güçlerine göre dizmişti. Beyin gücü olanlar bir grup, fiziksel
güçleri olanlar başka, robotlar ise başka bir guruptu. Şu anda ise ait oldukları
evrene göre dizilmişlerdi.
Tüm bu düşünceler aklından ışık hızında geçerken dudakları henüz birbirinden
ayrılmamıştı. Emindi. Bunu yapan bir koleksiyoncuydu. İnsan olmayan bir ko-
leksiyoncu. İnsanların kendilerini nasıl sınıflandırdığını anlamayan ve umursa-
mayan birisi. İnsanlar hakkında bir çok şey bilip bunları anlamlı biçimde sınıf-
landırmakta zorlanan bir varlık.
Hala sarılır haldeyken müthiş bir ivme hissettiler. Ancak belirli bir yöne hızlanır
gibi değil, her yöne doğru, sanki genişliyorlarmış gibiydi. Bir an sonra her şey
bitti. Perdelerden sızan ışık değiştiği için pencereye koştular. İnanılmaz bir man-
zaraya bakıyorlardı.
Az önce geniş ve meşgul bir caddenin olduğu yerde yalnızca boşluk vardı. Kar-
şıda ise şeffaf tüplere dizilmiş başka odaların cephelerini görebiliyorlardı. Kimi
köhne bir kerpiç eve aitti, kimi ahşap bir kuzey Avrupa evine. Çadır bezinden
olan da vardı, çelik ve cam olan da, duvarı olmayan da. Sonsuza kadar gidiyor
gibi görünen raflara dizilmişlerdi. İçlerinde dolaşan, yiyip içen, okuyan veya dı-
şarıya bakan insanlar vardı.
Özge’ye bir şeyler söylemeye çalıştı, beceremedi. Dili tutulmuştu. Pencereyi
açıp dışarı sarkmaya çalıştı ama görünmez bir bariyere tosladı. Sesi duyan ko-
leksiyoncu binlerce dev gözünden birini pencereye yanaştırarak onları merakla
inceledi. Ardından içinde bulundukları tüpü özene bezene etiketledi ve itinayla
raftaki yerine kaldırdı. Daha sonra diğer tüpleri inceleyerek, severek ve okşa-
yarak uzaklaştı. Etikette aynı anda tüm dillerde okunabilen bir yazıyla şunlar
yazıyordu: Anormaller 17: Farkındakiler.
Karanlık bastığında mağarada toplanırdık. Elektriğimiz yoktu, odun yakar, ısı-
nırdık. Eskisi gibi canlı bir şekilde dans etmeyen o alevleri izlerdik. Medeniyete
zorlanan insanlığın, başka çaresinin kalmadığı şu zamanlarda, doğayla kalan
son bağımızı korumaya çalışıyorduk. Çok az eşyamız vardı ve zaten fazlasına
ihtiyacımız da yoktu. Olabildiğince geriye döndük. İleri gidenler kayboldu.

Biz, başta buraya gelmeye zorlandık. Kovulduk. Bunun kurtuluşumuz olduğunu


ise sonradan fark ettik. Artık her şeyi daha net görebiliyoruz. Bizi buraya ko-
valayanlar ne yaptıklarını bilmiyorlardı. Artık onları suçlamıyoruz, başta bizde
onların tarafındaydık. Bazen, gerçeği görmek çok daha zordur. Onlar da gö-
remiyorlar. Zamanı geldiğinde, herkesin gözleri açıldığında çok geç olmaması
için uğraşacağız fakat biliyorum ki asla yetişemeyeceğiz. Komün her geçen gün
daha da güçleniyor olsa da kaybettiğimiz çok belli. Ateşe baktıkça görüyoruz.
Ateş, dans etmiyor artık. Kuru odunlar çatırdayarak can çekişiyorlar ve geri
bıraktıkları dumanla bizi terk ediyorlar. Kendimizi ve dünyamızı yüzüstü bırak-
tık. Gerçek olanı hayallere tercih ettik, hayallerimizi sattık. Kendimizden, var
olmayan bir gelecek için uzaklaştık. Geri dönmek isteyenlerimiz ise toplumun
kara koyunları oldu. Hatırladıkları tekrar unutturuldu. Nefes almak isteyenler
göç etti. Nefes vermek isteyenlerse savaşı kaybetti. Aslında hepimiz kaybettik
ancak bu bir son değil. Kurtarılmış bir dünya hayal değil. Bir gün hepsi arabala-
rından inip yürümeyi hatırlayacak.

Sabah ışıklarında doğanın bir parçası olarak yola çıkacağız. Savaşmak artık
medeniyetin bir parçası oldu. Kendimizi koruyacağız ama savaşmayacağız. Sa-
vaşmadan nasıl koruyacağız kendimizi? “Ben” olarak. Çünkü bu medeniyetin
istediği bir şey varsa o da kendin olmaman, kendinle olamamandır. Başkaları-
na ihtiyaç duyma zorunluluğu yaratmak, asla bir bütün olamamak. Komünü-
müzün her bir bireyi, anarşist bir grubun parçası olarak değil, başlı başına bir
anarş olarak anılacaktır. Sadece bir insan da değil. Dünyadan göç eden tüm
kurtlar, kelebekler, timsahlar ve karıncalar olacaktırlar. Hepsinin içinde tek bir
bir…
Göçün sonlarına geliyoruz artık. Her ne kadar medeniyetten uzak kalmaya
çalışsak da onlardan kaçmaya devam ettikçe, kaçacak bir yerimiz kalmayacak.
Bu, eskiden her yeri ormanlarla bezeli, uçsuz bucaksız diyarın yeniden hayat
bulması için var olacağız.

Göçten önceki hayat çok uzak artık. Ailemi hatırlıyorum, bir apartman dai-
resinde küçük bir evimiz olduğunu… O zamanlar günler sadece geçiyordu.
Her şey tekrar ediyordu. Haftalık çemberler içinde yinelenen dinsel ritüeller
gibiydi. Her şeyin saati belliydi. Kişiler her zaman nerede olacaklarını biliyorlar,
döngüyü takip ediyorlardı. Mutlu değillerdi, fakat onlara öğretildiği üzere ha-
yatta kalmak bundan ibaretti. Çok eski geleneklerle birleştirilen manipülasyon
taktikleri... Esasında şuan ki halimizden, mağarada olmaktan farksızdı. Ekran-
lara yansıtılan o ruhsuz ateşleri izlerdik. Aradaki tek fark, artık o ateşin neden
eskisi gibi yanmadığını biliyoruz.

Bir şeyler olduğu belliydi aslında. Fakat kimse işinden kafasını kaldırıp bakma-
dı. Kafasını kaldıranlar kovuldu. Kovulanlar ezildi. Ezilenler yalnız kaldı. Yalnız
kalmayı bilmedikleri için öldüler. Hazırlıksız yakalandılar. Dünyada, medyanın
gösterdiği, çok daha “önemli” olaylar yaşanırken biz yanıyorduk. Başka geze-
genlerde kolonileşmek için üretilen teknolojiler artarken, dünyada bize neden
başka gezegenlere gitmemiz gerektiği anlatılıyordu. Mars’ta en çok ihtiyacımız
olacak şeylerden bahsederlerken, sanki yaşadıkları dünyada tüm bunlara ihti-
yaçları yokmuş gibi davranıyorlardı. Mars’ta su bulunmasını kutlarken, susuz-
luktan ölen insanları görmüyorlardı. Başka gezegenlerde kullanmak için enerji
yöntemleri ararken, bizi tüketiyorlardı. Bir atmosfere ihtiyaçları vardı ve sanı-
yorum ki bunun sağlanması için de önce bizimkinin yok olması gerekiyordu.

Çok güçlü ve çok hazırlıklılardı. Onları durdurmak istediysek de yetişemedik.


Zaman içinde hastalıklar arttı, sevdiklerimize dokunamadık. Bazı ülkeler açlık-
tan kırılıyordu, karanlık bir duman, dünyanın üstünü kaplamaya başlamıştı. Ne
yazık ki yaşatmak öldürmekten çok daha zordu. Ölüm kolay paraydı. Çok kısa
bir sürede, binlerce yıldır yaşadığımız diyar gözlerimizin önünde kül oldu. Bir
süreliğine sadece panik hüküm sürdü. Çünkü yapılacak başka bir şey yoktu.
Buradan dönüş yoktu artık. Ne hastaneler ne de okullar açıktı. Zaten okulla-
rın da çocukları hazırlayabileceği bir gelecek kalmamıştı. Bu noktadan sonra
yaşama dönmek, sadece daha çok acı demekti. Her yeri saran panik hali de-
vam etse belki de insanlar suçluları aramaya başlayacaktı, kim bilir. Belki son
zamanlarda yaşadıklarından sonra kendilerine bir bakacak ve ne yaptıklarını
soracaklardı. Kim olduklarını... Ama plan bir saat gibi işliyordu. Bu soruyu sor-
ma vakti geldiğinde dünya tarihinde her zaman olduğu gibi yeni bir din doğdu.
Ama bu sefer peygamberini, tanrı göndermemişti. Hepsi insan yapımıydı; pey-
gamberler de, mucizeleri de... “Hepinizi kurtarabilirim” dedi peygamber, fakat
ondan öncekiler gibi koşulları vardı. Bedavadan kurtuluş hiçbir zaman yoktu
ki. İnsanlıktan, onun mucizeleri için yaşamasını istedi. İtaat edenler kurtula-
caktı. Onlara cenneti vaat etti ve cennet artık dünyadaydı. Senelerdir üzerine
çalışılıyor, inşa ediliyordu. İnsanlar sadece bu makinadan çıkan cennetin gelişi-
ni görememişlerdi. Hepsi çok iyi seyirciydiler...

Cennete göç başladığında benim gibi bir grup insan iplerin arkasındakini me-
rak etmişti ve dolayısıyla cennetten kovulmuştu. Kendimizden başka hiçbir
şeyimiz kalmadığında, yavaşça öğrendik yaşamayı. Gerçekten yaşıyor olmayı.
Var olmayı. Var olduğumu hissettiğim ilk gün cennette olmadığıma şükrettim.
Aynı zamanda bu dünyayı cennete kaybetmek de istemedim.

Başlarda çok daha vahşiydik. Bir grup kaplan olduk. Gökyüzünden son hız
dalışa geçen kartal, sığ sularda pusu kuran timsahlar olduk. Medeniyetin
gözündeki zalim canavarlar olan bizler, aslında sadece yaşam alanımızı savu-
nuyorduk. Yarattıkları ahlaki değerler ile bizim insan olmadığımızı anlatmaya
çalışıyorlardı. Dinlemedik. Çaldık, soyduk, öldürdük. Onların istediği gibi savaş-
tığımızı sonradan fark ettik. Köşeye sıkışan bir canlı gibi davrandığımızı… Ama
doğa sadece canlılardan ibaret değildi. Biz de buhar olduk, su olduk. Var olma-
yı öğrendikçe onların istediği gibi savaşmayı bıraktık. Mağaralarımıza çekildik.
Seneler süren gecenin ardından gelecek sabahı beklemeye koyulduk. Şimdi,
sabah olmasına az kaldı. Güneş, çok yavaş doğacak bunu biliyoruz. Bazen bu-
lutlar örtecek üstünü, bazen yağmur yağacak. Önemli olan şu ki biz, güneşin
orada olduğunu biliyoruz. O bulutların arkasında kalan güneşi başkalarına da
anlatacağız. Anlatacağız ki onlar da savaşmasınlar.

İnsanlığın bu son savaşını savaşmayarak kazanacağız. Medeniyetle, toplumla,


doğayla, kendimizle savaşmayarak. Yarın sabah olduğunda biz de göç edece-
ğiz. Yenileceğiz ama kazanacağız da. Cennetin en üstüne çıkıp güneşi görece-
ğiz, göreceğiz ki yarattıkları arafta kalan herkese yeniden hatırlatalım onun
nasıl olduğunu. Dört bin yıldır yapmaları gereken şeyi söyleyelim onlara.

“Öldürün Peygamberlerinizi, dönün mağaralarınıza.”


Var olanın bozulması ve bozulan düzenin parçalarından yeni bir düzen, yeni
bir şey yaratılması ya da bu yaratı sürecine tanık olmak oldukça keyifli olsa ge-
rek. Kitsch’in sanat camiasında ve sanatçıların arasında elbet birçok tanımı var
ama kendi tanımımı söylemek istiyorum. Kitsch, var olanı yani algının varlığını
kıran bir sanat türü ya da akımı veya benzer bir şeye işaret ediyor. İşte hem
arka kapakta hem de burada gördüğünüz eserde tam olarak bu bozulmanın
ve/veya kırılan algının şahane bir temsili. 1982 yılında Gülsün Karamustafa’nın
yaptığı bu resim, ilk gördüğümden günden beri hem gülümsetiyor hem de
oldukça düşündürtüyor. Bilimkurgu camiası ile “hay levıl” sanat camiasının -en
azından ülkemizde- ciddi yakınlaşmalarını pek sık görmesek bile eserlerin böy-
le basit birliktelikleri yepyeni düşüncüler yaratıyor.
Peki bu eser nasıl ortaya çıktı derseniz, sanatçının Sanat Dünyamız dergisinin
153. Sayısında çok güzel röportajı var. Orada şöyle bahsediyor: “Önce bu kadı-
nın hikayesinden başlayalım, Star Wars’tan. 80’lerin başında biz Marmaris’in
Turunç köyü denilen, el değmemiş bir koyunda yaz tatilleri geçirirdik. Bu köy
14 haneli, hiçbir şekilde değiştirilmemiş bir köydü. Bizim de çok dikkatle koru-
maya çalıştığımız bir alandı, ama şu anda korkunç bir turizm kasabası haline
dönüşmüş durumda; bütün bu güzel köylüler kapitalizmin nasıl çalıştığını çok
iyi öğrenip, kendilerini denizden koparıp kara taşımacılığına adadılar. İnanıl-
maz paralar kazanıp pansiyonculuk yoluyla daha farklı statüler elde ettiler
ve tanınmaz kişiler haline dönüştüler. Ama belki bunda bizim de kabahatimiz
var, yani oraya hiç el atmasaydık belki bunlar olmazdı diyeceğim; ama öyle
bir şey de yoktu, çünkü oralara herkes el attı ve bizim de yapabileceğimiz bir
şey olmadı sonrasında. Star Wars tişörtünü taşıyan kadın, Marmaris’in Turunç
köylüsü. Dönüşümün başlarıydı, her şeyin birdenbire farklılaştığı dönemde
pazarlarda satılan ve üzerlerinde ne yazılı olduğu her zaman meçhul, hiçbir
şekilde giyen tarafından anlaşılamayacak, ama sadece rengiyle ve formuyla
seçilebilecek tişörtler çok modaydı. Ve bunları da sevimli bir biçimde giyen
sevgili Turunç köylülerimiz vardı. Onlardan bir tanesi karşıma gelip bu Star
Wars baskılı tişörtle durduğu zaman beni çok etkilemişti, o resim öyle bir
anda ortaya çıktı.”
Bu röportaj bir hayli dikkatimi çekti. Neden derseniz, aslında klasik kahraman
ile tanışma gibi bir durum söz konusu. Hem bu röportaj hem de resim aslında
iki farklı sanat eseri gibi geldi bana. Birincisi sanatçının köyü anlatışı ve köylüye
bakışında üstünlük havası ki böyle olmasa bile anlatımdaki havadan bu kanıya
vardım, kusuruma bakmasın.
Aydın kesimin tatillerini geçirdiği
köylünün döneme ve değişime büyük
ihtimalle mecburi ayak uydurması
ve değişimin getirilerini bir şekilde
kalkınmaya dönüştürüp kar elde edip,
aydın kesimin ucuza aldığı rahatlığı-
nın bedelini arttırması beni oldukça
eğlendirdi. Burada köylüye şark kur-
nazlığı gibi bir açıdan bile bakabiliriz.
Belki de eldeki verileri değerlendir-
mek daha mantıklı geldi.
Tüm bunların üstüne, üstüne giydiğini
köylüye yakıştıramama ve “hiçbir şe-
kilde giyen tarafından anlaşılamaya-
cak” gibi üst bir bakış açısıyla keskin
bir yargıya varması sanatçıya bakış
açımı oldukça düşündürdü. Elbette
Gülsün Karamustafa hakkında ne
okudum, izledim ve gördüm ve tabi
ki hakkında büyük ihtimalle hiçbir şey
bilmiyorum. Ancak ne olursa olsun, (İLK ESKİZ)
bu röportajı talihsizlik nitelendiriyo-
rum.
İkinci olarak sanatçıyı kenara bırakıp
sanata bakarsak oldukça naif bir eser
görüyoruz. Tabi ki bir yıkımın göster-
gesi bu ama her zaman devrimden
ve yıkımdan rahatsız olanlar vardır.
Bunlar çoğu zaman muhafazakar ke-
simdir ve tabi ki aydın kesim içinden GÖRSEL ARKA KAPAKTA
de çıkabilir. Resmin en dikkat çekici
kısmı bence tarihi. 1982 yılında Star
Wars’ın gündemde olduğu bir dö-
nemde bunu bir “köylünün” üstünde
görmek beni ziyadesiyle mutlu etti.
Ülkenin birçok yerinde, bilerek veya
bilmeyerek belki sadece tişörtün
rengine ya da üstündeki yıldıza bile
aldanıp giyen her kimse, Star Wars’ın
nasıl başarılı olduğunun çok minik
ama güzel göstergesidir.

You might also like