Professional Documents
Culture Documents
Cogito Sayı 104 Hakikat Sonrası YKY
Cogito Sayı 104 Hakikat Sonrası YKY
Cogito’dan
5 • Hakikat-Sonrası
7 • Gaël Curty - Nancy Fraser: “Kapitalizmi, Krizi ve Eleştiriyi Yeniden
Düşünmek”
Dosya
23 • Steve Tesich: Yalanlar Rejimi
29 • Linda M. G. Zerilli: Alternatif Gerçekler Çağında Bilgi Teyidi ve
Hakikat Anlatıcılığı
49 • Klaus Benesch: Hakikat ile Hakikat-Sonrası İlişkisi Modernizm ile
Postmodernizm İlişkisi midir? Heidegger, Beşeri Bilimler ve
Sağduyunun Ölümü
67 • Özgür Emrah Gürel: Hakikat, Hakikatin Zayıflatılması ve
Hakikat-Sonrası – Richard Rorty ve Postmodern Demokratik
Sosyalizm
84 • Bruno Latour: Eleştiri Neden Sıfırı Tüketti? – Olgu Meselelerinden
Endişe Meselelerine
110 • Sebastian Schindler: Hakikat-Sonrası Siyaset Çağında
Eleştirinin Görevi
139 • Zeynep Talay Turner: Hans Blumenberg: Mit, Politik Mit ve
Meşruiyet Retoriği
157 • Özgür Taburoğlu: Hakikat-Sonrasında Bazı Tuhaf Görüngüler
172 • Ömer Faik Anlı: Hakikat-Sonrası Bilim Kavrayış(lar)ı ve
Yeni Bir Kavram Haritası – Post-Modern, Post-Hakikat,
Post-Normal Kesişiminde Bir Kavramsallaştırma Olarak “Bilim”
193 • Güncel Önkal: Bir Yalan-Siyaseti Olarak Sürdürülebilirlik:
Doğanın Hakikati, Eleştiri ve Çevrecilik
207 • Yavuz Yıldırım: Hakikat-Sonrası Döneminde Dostluk Kuran
Yeni Aktivizm
Geçen Sayıdakiler
220 • Komplo Teorileri
221 • Yazarlar Hakkında
Hakikat-Sonrası
Şeyda Öztürk
* “Rethinking Capitalism, Crisis and Critique”, Critical Sociology, C. 46, S. 7-8, 2020. Yazarların
izniyle cogito için Türkçeye çevrilmiştir.
1 Bkz. Fraser, Nancy, “Behind Marx’s Hidden Abode: For An Expanded Conception of Capita-
lism”, New Left Review S. 86 (Mart-Nisan), 2014, s. 55-72.
sınıf ayrımıdır. Bu da ikinci bir önemli özellik olan emek gücünün metalaştı-
rılmasına işaret eder: iki sınıfın birbiriyle ilişki kurduğu, iki tarafın da birbir-
lerinin muhtaç olduğu bir şeyi sunduğu bir bağ olarak emek gücü piyasasının
varlığına. Üçüncü tanımlayıcı özellik, kapitalizmin sonsuz birikim yönelimi,
Marx’ın ifadesiyle “kendi kendini büyüten bir değer olarak sermaye”dir.2 Bu,
basitçe kârın veya fazlanın tamamının daha fazlasını üretmek –kullanılabilir,
tüketilebilir mallar anlamında değil, daha fazla sermaye, daha fazla paraya
çevrilmiş değer anlamında daha fazla servet elde etmek– amacıyla yatırım
olarak kullanılmasıdır.3 Kapitalist ekonominin doğasında bulunan, kapitalizm
öncesi ekonomilerde bulunmayan bir tür “itki” veya yönlülüktür bu. Elbette
kapitalizm öncesi ekonomilerde de piyasa vardı, şu veya bu şekilde ücretli
emek ve hatta üretim araçlarından ayrı düşmüş insanlar vardı, fakat sonsuz
birikim güdüsü münhasıran kapitalist iktisada özgüdür.
Bu son nokta, kapitalist toplumda piyasaların üstlendiği bir diğer özgün
rolle de ilişkilidir: toplumsal karar verme süreçlerinin aracı işlevi görürler.
Kapitalizm, emek gücü (yani insanların, çalışma kapasitesi biçiminde piyasaya
soktukları hususi emtia) piyasası yaratmaya ek olarak, hammadde, enerji, kredi
veya yatırım sermayesi gibi bütün başlıca üretim girdilerini de piyasaya tabi
hale getirir. Bunların tümü piyasada alınıp satılır ve bu piyasaların her biri de
toplumun şeklini belirlemede çok önemli rol oynayan kurumlar haline gelir.
Büyük öneme sahip birçok karar, halkla müzakere üzerinden değil, piyasa
üzerinden verilir. Bir örnek ele alacak olursak, toplumsal fazlaya [surplus]
ne olur? Kapitalizm dinamik bir toplumdur, çok üretkendir, sermayenin ni-
celliği bakımından değer artırdığından şüphe edilemez, başlangıç noktasıyla
karşılaştırıldığında bir fazla üretir. Bu fazlaya ne olur? Demokratik bir toplu-
mun, bunu nasıl kullanacağını belirlemek için siyaset kurumlarını kullanması
beklenebilir. Herkesin çalışma saatlerini azaltıp daha rahat bir yaşam ritmi
tutturmalarını mı istiyoruz? Fazlayı, toplumun enerji altyapısını dönüştürüp
fosil yakıtlardan vazgeçmek için mi, doğayla farklı bir ilişki geliştirmek için
mi kullanmak istiyoruz? Fazlanın pek çok olası kullanımı mevcuttur, fakat bu
soruların hiçbiri siyasetin gündeminde gerçekten yer almaz. Bunun yerine, bu
kararların tamamı piyasa düzenekleri üzerinden, sermayenin ezici gücünün
kendisini genişletme ve çoğaltma sürecinde verilir.
2 Bkz. Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan. Cilt I. İstanbul:
Yordam, s. 158..
3 Bkz. Marx, Karl, “İlksel birikim kavramı”, Kapital, age., s. 686-730.
4 Bkz. Harvey, David, “The ‘new’ imperialism: accumulation by dispossession”, Socialist Register,
S. 40, 2004, s. 63-87.
doğayla insan âlemi arasında kurduğu çok güçlü, şiddetlendirilmiş bir bölünme
ve ayrılmayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum – bir şekilde durağan ve
verili, tarih dışı ve düpedüz maddi anlamda doğayla, tarihsel, manevi ve iktisadi
olduğu tasavvur edilen insan âlemi arasında. İnsan-doğa ayrımı kapitalizme
özgü bir yenilik değildir fakat yoğunlaştırılmış, keskinleştirilmiş ve güçlendi-
rilmiştir. Tekrarlamak gerekirse, insanların değer ve iktisadi üretim alanının
onu mümkün kılan doğal arka plandan keskin bir şekilde ayrılmış olmasının,
kapitalist toplum düzeni yapısının bir parçası olduğunu düşünüyorum.
Üçüncü koşul kamusal iktidardır. Piyasaların ihtiyaç duyduğu düzeni sağ-
layan bir kamusal iktidarın ve arka planda mülkiyet haklarını sağlamlaştıran,
güvence altına alan ve koruyan bir hukuk düzenine duyulan güvenin yokluğun-
da, ön plandaki kapitalist ekonomi düşünülemez. Elbette hukuk sisteminin yanı
sıra baskı aygıtını da – polis, ordu vb.– kapsar bu. İlksel birikimin, kapitalizmin
tesisinin ve onun gerektirdiği insanların şiddet yoluyla mülksüzleştirilmesinin
–ve insanların buna karşı direnişinin– tarihi, kapitalizm açısından aslî olan
zorlayıcı ve baskıcı boyutu örneklemektedir. Bu kamusal iktidarı her şeyden
önce bölgesel devlet [territorial state] düzeyinde düşünebilirsiniz; çoğumuz için
en tanıdık biçimi ve kapitalizmin tarihi boyunca en yaygın olarak örgütlendiği
biçim budur. Bildiğimiz üzere, kapitalizmin tarihiyle modern devletin oluşu-
munun tarihi iç içe geçmiştir çünkü modern devlet, hukuk sistemi üzerinden
piyasa işlemlerinin gerçekleştiği iktisadi alanı oluşturmuş, mutlak öneme sahip
bir başka işlev olan parayı da yaratıp güvence altına almıştır. Ancak, dünya
sistemi teorisi ve jeopolitik veya devletlerarası düzeyin önemi benim çalışma-
larımı oldukça etkilemiş durumda. Jeopolitik düzeyde, uluslararası uzamda
uzlaşma sağlayan ve başından beri kapitalizmin temelinde yer almış sınır
ötesi ekonomik işlemlerle süreçlere müsaade eden kamusal veya en azından
yarı-kamusal güçler de mevcuttur. Dünya sistemi teorisinin vurguladığı gibi,
ilave bir kurumsal bölünme ve ayrım söz konusudur: ekonomi ve yönetim ay-
rımı. Bu, bir bakıma ikisini ayırma amaçlı bir başka kapitalist icattır: mesela
feodalizmde ayrı değildiler. Yerelle uluslararası, merkezle çeper arasındaki
ayrım, modern bölgesel devletin yerleştirildiği, devletin ve sermayenin sınır
ötesinden etkileşime girmesine müsaade eden geniş alanı tahayyül etmenin
farklı yollarıdır.
O halde, ön plandaki kapitalist iktisadın olanaklı olması için arka planda
toplam üç ana koşul vardır: toplumsal yeniden üretim, ekoloji veya doğa ve
kamusal iktidar. Arka plan koşullarının her biri, bir tür kurumsal ayrıma yol
açar: “toplumsal yeniden üretime karşı iktisadi üretim”, “doğaya karşı insan”
ve “yönetime karşı ekonomi”. Makalemde, kapitalist iktisat olarak düşündü-
ğümüz şeyi bu kurumsallaştırılmış olanak koşullarıyla ilgili olarak yeniden
konumlandırmak amacıyla, bu koşulları ve yol açtıkları ayrımları ortaya koy-
maya çalışıyorum.
G. C.: Kapitalizmi bir iktisadi sistem veya etik yaşamın bir biçimi olarak
tasavvur eden kuramsal bakış açılarının aksine, siz iktisatla toplumsal yeniden
üretim, doğayla insan, yönetimle ekonomi ayrımına dayanan, genişletilmiş bir
“kurumsallaştırılmış toplum düzeni” olarak kapitalizm kavrayışı geliştirdiniz.
Bu genişletilmiş kurumsallaştırılmış toplum düzeni olarak kapitalizm kavra-
yışını daha detaylı olarak ortaya koyup bu kavrayışı oluşturmanıza yol açan
ana kuramsal etkiyi açıklayabilir misiniz?
N. F.: Öncelikle, o fikrin bahsettiğiniz diğer kavramlardan, “iktisadi sistem”
ve “etik yaşam biçimi”nden ne şekilde farklı olduğu hakkında bir şey söyleye-
yim. Daha önce söylediğim gibi, argüman kapitalizmi iktisadi bir sistem olarak
tanımlamamızla başlıyor fakat bunun yeterli olmadığını kabul ederek böylesi
bir sistemi neyin mümkün kıldığını ve arka plandaki olanak koşullarının neler
olduğunu sorgulamaya geçiyor. Diğer alanlar da bunun sonucunda ortaya
çıkıyor. Dolayısıyla, kapitalizmi anlamak için onu sadece bir iktisadi sistem
olarak düşünemeyeceğinizi iddia ediyorum: önplanda işleyen bir iktisadi sis-
temle birlikte arkaplanda yer alan ve normalde iktisat dışı kabul edilen olanak
koşullarını hesaba katarak düşünmelisiniz. Kapitalizmin sadece bir iktisadi
sistem olduğu fikrine karşı öne sürülmül bir argümandır bu.
Aynı zamanda, piyasalar hakkında daha önce söylediklerimi de dikkate
alarak, kapitalist toplumun her şeyin giderek daha fazla piyasalaştırıldığı bir
toplum olduğu fikrini de reddetmek istiyorum. Bu açıdan Lukács veya “Frank-
furt Okulu”ndan çok Karl Polanyi’ye yakınım. Her ikisinde de, önplandaki
ekonomi, arkaplanda yer alan bir dizi –bu terimin kapitalizmdeki anlamını
kabul edersek– iktisat dışı koşula ve girdiye bağlıdır. Toplumun piyasalaştı-
rılmış veçhelerinin varoluşunu olanaklı kılan esas faktör, piyasalaştırılmamış
veçheleridir. O halde, kapitalist toplumlarda piyasalar her yerde değildir.
Bu bağlantıyı kurarken bir yandan da, Immanuel Wallerstein gibi kişilerin
kapitalizmin tarihinde “yarı-proleterleşmiş haneler”in önemi hakkındaki ar-
gümanları da var aklımda. Bu gibi hanelerde geçim araçları sadece –hatta
birçok örnekte, öncelikli olarak– ücretten oluşmaz, hane ekonomisinde bizzat
üretilen mamulleri de kapsar. Daha modern refah devleti kapitalizmi bağlam-
badele değerini genişletmeyle vb. ilgili olduğu önplan ekonomisinden çok farklı
bir normatif gramer ve çok farklı bir toplumsal ontoloji olduğunu bilmektir.
Farklı bir normlar ve olasılıklar kümesidir. Her biri birer normatif ontolojik
fikirler kümesini gösteren diğer iki arkaplan koşulu için de aynısı geçerlidir.
Yönetim örneğinde, özellikle de modern çağda, demokratik normlardan, kamu
yetkililerinin karar verme süreçlerinde yeterli temsil ve katılım olması gerektiği
fikrinden bahsedebiliriz. Bu, piyasanın ürettiği her şeyin iyi bir sonuç teşkil
ettiği fikrinden oldukça farklı bir fikirdir. Bunlar iki farklı mantıktır. Tekrarla-
mak gerekirse, pratikte belki de dışlayıcı olabilecek bir şekilde uygulanmıştır:
“bu devlet bizim”, “sen vatandaş değilsin”, “senin sesin önemli değil” vesaire.
Ancak burada esas mesele, normatif ontolojik sosyalliğin farklı gramerlerini
dikkate almaktır. Doğa fikri dahi, doğanın idaresine dair normlar veya insanın
doğayla olan ilişkisi hakkında muhtelif belirli kozmolojik kavramlar üretmeye
meyleder; bu ilişkiler, önplandaki iktisatla ilişkilendireceğimiz türden salt
araçsal ilişkiden oldukça farklıdır.
Kapitalizmi kurumsallaşmış bir toplumsal düzen olarak ele alan genişletil-
miş bir görüşü benimsediğinizde, sınır mücadelelerini de kapsayan toplumsal
mücadeleler hakkında daha geniş bir kavrayışa sahip olmakla kalmaz, insanla-
rın iddialarını ortaya atarken faydalanabileceği çok sayıda toplumsal ontoloji
ve normatiflik hakkında da genişletilmiş bir fikir edinirsiniz. İnsanlar mevcut
sınırlara itiraz ederken veya sınırların farklı bir şekilde çizilmesini savunurken
bakımla ve dayanışmayla, demokratik özerklik ve katılımla ya da doğayla ya-
bancılaşmamış bir ilişki kurmakla alakalı olan bu mefhumlardan yararlanırlar.
G. C.: Kapitalist toplumun karmaşık normatifliği kavrayışınız, öznelerin
kapitalizmi “içeriden” eleştirebileceği ve kapitalizmi eleştirirken yararlandık-
ları normatifliklerin ne onun “dışında” ne de doğası gereği ona karşı olduğu
izlenimini veriyor. Bu argümanları biraz daha geliştirebilir misiniz?
N. F.: Bence bakım, dayanışma, demokratik katılım veya doğayla büyüme
odaklı olmayan bir yönelimle ilişki kurma gibi ideallerden yararlanıyorsanız,
her durumda iktisadi olmayan fikirler ve normları iktisadi olanlarla karşılaş-
tırıyor, fakat bunu yine de kapitalist bir çerçeve içinde kalarak yapıyorsunuz
demektir. Toplumsal yeniden üretim, doğa veya yönetim pratiklerinden gelen
böylesi normların “iktisat-dışı ancak kapitalizm-içi” olduğu söylenebilir. Be-
nim tercih ettiğim formülasyon da budur çünkü kapitalizm derken, bunların
tamamının kapitalizm dahilinde ele alındığı tüm hikâyeyi kastediyorum ama
“genişletilmiş bir kapitalizm görüşü dahilinde iktisat-dışı” diye de formülleş-
Kapitalizmin Krizleri
G. C.: Şimdiki zamanda kapitalizmin yalnızca iktisadi krizlere değil, toplum-
sal, ekolojik ve siyasi olanak koşullarını kapsayan çoklu krizlere maruz kaldığı
teşhisini koyuyorsunuz. Kapitalizmin toplumsal, ekolojik ve siyasi çelişkilerini
tanımlayabilir misiniz?
N. F.: Çok önemli bir nokta bu. Genişletilmiş bir kapitalizm kavrayışı,
aynı zamanda kapitalizmde neyin kriz sayıldığı hususunda da genişletilmiş
bir anlayışı gerektirir. Tekrarlamak gerekirse, kapitalizmin sadece iktisadi
bir sistem olduğu fikrine bağlı kalırsanız krizi ekonomi içindeki çelişkiler ve
tutarsızlıklara dayalıymış gibi görürsünüz, dolayısıyla da aşırı birikim kriz-
leri, yetersiz tüketim krizleri, aşırı üretim krizleri, düşen kâr oranlarından
kaynaklanan krizler vb. görürsünüz. Bunlar, standart Marksçı veya Marx’tan
esinlenen, iktisadi sistemin içinde yerleşik kriz eğilimleri kavramlarıdır. Bu
gibi fikirlere karşı çıkmıyorum ancak böylesi bir kapitalist kriz anlayışının
çok kısıtlı olduğunu, iktisat içinde değil, iktisatla toplum, iktisatla yönetim,
yıflık değil, güç kabul ediyorum. Bence burada ortaya koymaya çalıştığım
genişletilmiş kapitalizm görüşünden doğan eleştirinin de birçok dayanağı
olacağını, fakat Marx’ın kendi eleştirisinden daha da karmaşık ve çok yönlü
olduğunun görüleceğini düşünüyorum. İlk dayanak, krizin kendisinin eleşti-
risidir. Argüman şudur: kapitalist toplumlar, kendi istikrarını derinlemesine
bozan, tesadüfi olmayan dinamiklere sahiptir. Bu eleştirinin bir boyutu, bu
istikrarsızlık kaynaklarının neler olduğunu ve birden fazla istikrarsızlık kayna-
ğının birbirleriyle nasıl ilişki kurup birleşerek yalnızca sektörel krizler –şurada
bir iktisadi kriz, orada bir ekolojik kriz– değil, genel kriz oluşturduklarını
anlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla kriz eleştirisi, sadece iktisadi krizi ön plana
alan bir eleştiri olmayacaktır; aynı zamanda iktisadi krizle diğer kriz eğilimleri
arasındaki ilişkiyi ve bir genel krizde buluşma olasılıklarını da vurgulamalıdır.
İkinci dayanak, tahakküme odaklanan bir normatif eleştiridir. Kapitalizmde
tahakkümün standart Marksçı eleştirisi sınıf tahakkümüyle ilgilenir ve bu
tür bir tahakkümün tesadüfen ortaya çıkmadığını, ön plandaki ekonomisinin
yapısı göz önüne alındığında kapitalizme içkin olduğunu gösterir. Yine bunu
kesinlikle doğru ama yetersiz kabul ediyorum: ilaveten, yapısal olarak yine
kapitalist toplumlarda üretimle yeniden üretim arasındaki ayrıma derinle-
mesine dayalı olan cinsiyet tahakkümünü de dikkate almalıyız. O ayrım nasıl
detaylandırılırsa detaylandırılsın, sınır nereye çizilirse çizilsin, onunla ilişkili
olarak kurulmuş ve erkek tahakkümüyle kadının tabi kılınmasını kapsayan
bir tür cinsiyet sıralaması daima mevcuttur. Karmaşık olsa da, sınıf, ırk ve
diğer fay hatlarıyla kesişse de, yine de özünde var olan bir boyuttur bu. Da-
hası, bana göre, bir tür doğa tahakkümü (bu şekilde bir ifade kullanabilirsek)
daima kapitalist toplumla ilişkili olacaktır. Bu, sınırın farklı şekillerde çizilip
detaylandırıldığı farklı kapitalizm evrelerinde farklı şekillere bürünebilir, fakat
tahakküm eleştirisinin kazara olmayan ayrılmaz bir parçasıdır. Son olarak,
siyasi tahakküm de kapitalizme içkindir. Burada sadece standart bir “devlet
burjuvazinin icra komitesidir” anlatısı veya sınıfın devleti ele geçirmesi anlatı-
sıyla değil –ki bence bunların tamamında güçlü bir gerçeklik payı bulunur– aynı
zamanda jeopolitik alanda merkezle çeperin –sadece merkezdeki demokrasiyle
çeperdeki sömürgeci zaptın bir arada var olduğu sömürgecilik döneminde
değil, sömürgecilik sonrasının siyasi bağlılık ve tahakküm biçimlerinde de–
ilişkisiyle de karşı karşıya kalırız.
O halde, her şey dikkate alındığında siyasi tahakküm, ekolojik tahakküm,
cinsiyete dayalı tahakküm ve tabi kılma biçimleri mevcuttur; bunlar da sınıf
5 Nancy Fraser, Axel Honneth ile fikir teatisinde bu kavramı şu şekilde açıklar: “[…] benim
kavrayışımın normatif merkezi, katılım eşitliği mefhumudur. Bu norma göre adalet, toplu-
mun tüm (yetişkin) fertlerinin birbirleriyle denk olarak etkileşim içinde olmalarını sağlayan
toplumsal düzenlemeler gerektirir” (Fraser ve Honneth, Redistribution or Recognition? A
Political-Philosophical Exchange, s. 36). Nancy Fraser’a göre, böyle bir eşitlik hem nesnel hem
de öznelerarası koşullar gerektirir. Ayrıca bkz. Fraser ,“Rethinking recognition”.
Kaynakça
Fraser, Nancy, “Rethinking recognition”, New Left Review S. 3 (Mayıs-Haziran) 2000, s. 107-120.
------ (2014) “Behind Marx’s hidden abode: for an expanded conception of capitalism”, New Left
Review S. 86 (Mart-Nisan), 2014, s. 55-72.
------- ve Honneth, Axel, Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange. Londra;
New York, NY: Verso, 2003.
Harvey, David, “The ‘new’ imperialism: accumulation by dispossession”, Socialist Register, S. 40,
2004, s. 63-87.
Marx, Karl Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Cilt I, İstanbul:
Yordam, 2011.
2 Sovyet Rusya’da 1930’da kurulan çalışma kamplarına verilen isimdir. (ç. n.)
edebilir. O, bir bakıma çok tutarlı da davrandı. Asıl değişen biziz. Korkutucu
derecede kısa bir süre içinde, onda bir kusur olarak algıladığımız şeyi ulusal
bir külte dönüştürdük. Popülerliğinin nedeni bu. Ve şimdi o bizim adımıza
konuşuyor.
Birkaç ahlaki mutlaklıktan oluşan bir dünya, konforlu bir evrensel çekici-
liğe sahiptir. Sadece sıradanlığı haklı çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda onu
cezalandırır. Ne yaparsak yapalım, kendini toplumun etik birer üyeleri olarak
düşünmekten hoşlanan bizler, ancak böyle bir felsefede teselli bulabiliriz. Bu
durum, her birimize, özellikle katı ahlaki standartlara sahip olmayı siyasi
intihar olarak gören ve bundan dolayı da bulunduğu görevlerde kalmak için
ahlaki intiharlara girişen kamu görevlilerimize, hatta geri kalanımıza, kolay
bir özgüven sunuyor. Kaldı ki bu sayede birlik ve bütünlüğümüzü ölçmek için
esnek bir standardı da elde etmiş oluyoruz. Hepimiz birkaç ahlaki mutlaklıktan
oluşan bir dünyada mutluluk içinde bir arada yaşayabiliriz. Örneğin Başka-
nımız, “çağımızın Hitler’i” dediği Saddam Hüseyin’e karşı savaş ilan edebilir
ama ve aynı zamanda Hitler’den “akıl hocam” diye bahseden Kamboçya’nın
soykırım canavarı Pol Pot’u3 da para ve silahla destekleyebilir.
Tarihimizin en kanlı savaşını, hiç kimsenin rengine bakmadan, o dönem
hakkında pek de konuşmadıkları ahlaki mutlaklık için verdik. Anayasamızda
bahsi geçen çıplak gerçekler, birçoğumuz tarafından ahlaki mutlak değerler
olarak görülmüştür. Bu Anayasayı hazırlayanların gerçek dehası, “tüm bu
gerçeklerin apaçık ortada olduğunu” bilmelerine rağmen, bir başkası adına
endişelenmelerindeydi. Bu değerlerin herkes için aşikâr olduğundan emin
olsalardı, onları hecelemeye gerek duymazlardı. Sanki bu gerçeklerin yerle
yeksan edileceği bir zamanın gelmesinden korkuyor gibiydiler.
Yalnızca birkaç ahlaki mutlaklığı barındıran bu yeni dünya düzeni, Stalin’i
kâhin gibi gösteriyor. Bush, böylesi bir felsefeyi benimseyerek, en iyi ihti-
malle yeniden seçilebilecek biri olmaktan başka hiçbir şeyi temsil etmeyen
bir adam gibi görünüyor. Bir ulusun, herhangi bir ulusun miti müthiş bir
güç kaynağıdır.
Amerika efsanesi yurt içinde ve yurt dışında sayısız jenerasyona ilham
kaynağı oldu çünkü bir halk olarak ilerlediğimize ve devraldığımız mirastan
yararlanırken aynı zamanda eylemlerimizle herkes için daha iyi bir geleceğe
1 Mary Dietz, “Lying as Politics in the Age of Trump: What Hannah Arendt Does, and Does
Not, Anticipate under a Deeply Vicious Presidency,” Public Seminar, 23 Ekim 2018, http://
www.publicseminar.org/2018/10/lying-as-politics-in-the-age-of-trump/. Süregelen sayım için
Washington Post’un “Trump’ın İddiaları Veritabanı”na bakınız: https://www.washingtonpost.
com/graphics/politics/trumpclaims-database/.
yor, hatta yalan söylüyor – ne olmuş yani? Bizi savunuyor.” “Bizi savunmak”
Yüksek Mahkeme’ye muhafazakârları atamak, NAFTA’yı sonlandırmak, Çin
çeliğine gümrük vergisi getirmek, Avrupalıların NATO için “üstlerine düşe-
ni” ödemelerini sağlamak ya da “yanlış” göçmenleri Birleşik Devletler’den
uzak tutmak gibi çeşitli anlamlar üstelenebilir. Bu bakış açısından hakikat
sonrası demokrasilerin sorunu, insanların kendilerine yalan söylendiğini
bilmesi, fakat bunu kabullenmeyi reddetmesidir. Yalana herhangi bir şekilde
kamusal önem atfetmeyi reddederler çünkü yalanı benimsemek, tabiri caiz-
se kazançlıdır. Dolayısıyla, somut çıkarlar hakikate sadakatten ağır basar,
fakat hakikatin kendisi prensipte bilinirliğini korur. Vatandaşların, gözünün
önündekini kabullenmeye ancak somut çıkarları gerçekle aynı hizaya geti-
rilebildiği sürece hazır olacağını varsayar. İdeolojinin klasik meselesi, yani
şeylerin görünüşünün onların gerçek halinin tahrifi olduğu, ancak öznelerin
çıkarlarına uygun olduğu için bu tahrifi benimsemeleri üzerine kafa patlat-
mış herkes, gizemlileştirme ve aldatmaya dair bu görüşe aşinadır. İdeolojik
gizemlileştirme olarak kavranan bu hakikat sonrası izahında, gerçekliğin onu
görmekten çıkar elde eden ve o çıkarın ne olduğunun bilincinde olan herkes
tarafından görülebileceği varsayılır.
Hannah Arendt çıkar temelli bir ideoloji kuramını paylaşmasa da, Nixon
hükümetine ve onun Vietnam Savaşı’nı idare edişine yönelttiği sert eleştiri,
bu kuramın dayandığı hakikat kavrayışını büyük ölçüde sorgulamadan kabul
ediyordu. Arendt’in Crises of the Republic [Cumhuriyetin Krizleri] kitabında yer
alan “Lying and Politics” [Yalancılık ve Siyaset] başlıklı makalesinde, Nixon
hükümetine dair canlı tasvirinde “aldatma, kendini kandırma, imaj oluşturma,
ideolojikleştirme ve olgusuzlaşma [defactualization]” gibi özellikler sıralar;
lakin Arendt, gerçekliğin azametinin her zaman kalıcı olduğunun güvencesini
veriyor gibidir.2 Nihayetinde rezil olan Nixon’ın başına geldiği gibi yalancının
yalancılığı ifşa edilecek ve gerçeklik algımız üstün gelecektir.
Mevcut hakikat sonrası hâlimizi bu şekilde yorumlamak, 2003’te Irak’ın
işgalini gerekçelendirmek için söylenen yalanlara halkın verdiği tepkiyi açık-
layamaz. Geçmiş çalışmalarımda, Downing Street bildirisi adı verilen, Tony
Blair ile Britanya istihbaratı ve savunma güçleri arasında olası bir Irak savaşını
tartışmak için 23 Temmuz 2002 tarihinde gerçekleştirilen gizli bir toplantının
2 Hannah Arendt, “Lying in Politics,” Crises of the Republic içinde (New York: Harcourt Brace
& Co., 1969), s. 44.
3 Linda M. G. Zerilli, “Objectivity, Judgment, and Freedom: Rereading Arendt’s ‘Truth and
Politics,’” A Democratic Theory of Judgment, Bölüm 4 (Chicago: University of Chicago Press,
2016), s. 117-142.
4 Dietz, “Lying as Politics in the Age of Trump”.
5 Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları-3: Totalitarizm, çev. İsmail Serin (İstanbul: İletişim,
2014), s. 306.
6 Hannah Arendt, “Hakikat/Doğruluk ve Siyaset”, Geçmişle Gelecek Arasında: Siyasi Düşünce
Konulu Altı Deneme içinde, çev. Bahadır Sina Şener (İstanbul: İletişim, 2012), s. 310.
7 Age., s. 276.
8 Age., s., 291-292.
9 Age., s., 287.
10 Age., s. 277.
11 Age., s. 285.
12 Bkz. Michel Foucault, The Government of Self and Others: Lectures at the Collège de France,
1982-1983, çev. Graham Burchell (New York: Picador, 2011); Michel Foucault, “Discourse
and Truth,” Discourse and Truth and Parrhesia, ed. Henri-Paul Fruchaud ve Daniele Lorenzini
(Chicago: University of Chicago Press, 2019).
13 Foucault, “Discourse and Truth”, age., s. 63.
14 Age., s. 224.
15 Age., s. 223.
16 Age., s. 224.
17 Age., s. 224.
18 Age., s. 224.
19 Age., s. 224.
Foucault okurları için oldukça cazip olmuştur. Ancak Foucault’nun pek ta-
nıdık bir şey olarak tarif ettiği demokratik siyasete yönelik derin şüphecilik,
kaçınılması değil yüzleşilmesi gereken bir sorundur. Arendt’in ayırt ettiği, Batı
felsefe geleneğinin insan ilişkileri âlemine yönelik horgörüsü, Platon’u siya-
setin olumsallığının hiç bulaşmadığı bir hakikat arayışın itmiştir. Az sayıda
aydınlanmış kişiden oluşan bir çevreyi kalabalıklar içinde yaşamaya tercih
eden Platon, felsefecinin daha sonra ifade özgürlüğü için örnek bir mekân
olacak Akademi’ye bütünüyle çekilmesini isterdi.24 Arendt, bu bütünüyle “yeni
özgürlük kavramı”nın siyasi yaşamın bir özelliği olarak çoğulluğa düşman ol-
duğunu, dolayısıyla “pazar yeri için, polis’te özgürlüğün merkezi mekânı olan
agora için tamamen geçerli bir ikame” olmasının amaçlandığını savunur.25
Ona göre, bu yeni özgürlük yanıltıcıdır. “Az sayıda kişi, kendilerini kalaba-
lıklardan soyutladıkları her seferde –ister akademik kayıtsızlık ister oligarşik
hüküm şeklinde olsun– özellikle de somut eylem gerektiren tüm o müşterek
yaşam meselelerinde, kitlelere bağlı hale gelmiştir.”26 Bugün karşımıza çıkan
durum bu değil midir?
Foucault’nun felsefi parrhesia izahı ve Sokrates’i ona model alması hakikat
anlatıcının siyasetten uzaklaşmasını destekliyor gibi gözükse de, Foucault’nun
Platon’un Yasalar’ında Kiros’un imparatorluğuna dair okuması, felsefecinin
siyaset alanından çekilmesinin bedelinin otokrasiye ortaklık etmek olduğunu
açıkça gösterir. İfade özgürlüğü ve hiyerarşiler boyunca eşit vatandaşlar olarak
değil de dostlar olarak konuşmak, özneleri kendi kendilerine özen gösterme-
ye ve siyasetin bulaşmadığı hakikati aramaya terk eder gibi gözükür.27 Lida
24 Bkz. Hannah Arendt, “Introduction into Politics”, The Promise of Politics içinde, ed. Jerome
Kohn (New York: Shocken, 2005), s. 93-200. Arendt’in Akademi ve onun temsil ettiği dönüşüm
geçirmiş ifade özgürlüğü fikrini şurada ele aldım: Linda M.G. Zerilli, “Critique as a Political
Practice of Freedom”, A Time for Critique içinde, ed. Didier Fassin ve Bernard E. Harcourt
(New York: Columbia University Press, 2019).
25 Arendt, “Introduction into Politics”, s. 131.
26 Arendt, “Introduction into Politics”, s. 133.
27 Foucault, Platon’un Yasalar’da Kiros’un imparatorluğunu tasviri hakkında şu yorumu kaleme
alır: “Parrhesia, Platon’a göre imparatorluğun iyi işleyişini temin eden bütün bir sürecin, yani
hükümdarla diğerleri, hükümdarın maiyetiyle diğer vatandaşlar, subaylarla askerler, kaza-
nanlarla kaybedenler arasında varolabilecek hiyerarşik farklılıkların metin boyunca dostluk
ilişkileri olarak belirtilen ilişkilerin kurulmasıyla bir şekilde hafifletilmesi veya telafi edilmesinin
en açık biçimidir [...]. Metin, bu şekilde tüm imparatorluğun, anayasaya dayalı ortak siyasi
haklar şeklinde değil, fakat ifade özgürlüğü şeklinde ‘eleutheria’ (bir özgürlük) ilkelerine göre
işleyebileceğini söyler [...]. Dolayısıyla bu ifade özgürlüğü, bu parrhesia, otokraside özgürlü-
ğün somut bir biçimidir. Dostluğun –Devlet’in farklı hiyerarşik seviyeleri arasında dostluk– ve
işbirliğinin –tüm imparatorluğun birliğini sağlayan koinonia– temellerini atan bir özgürlüktür
bu.” (Foucault, The Government of Self, s. 203-204).
28 Lida Maxwell, “The Politics and Gender of Truth-Telling in Foucault’s Lectures on Parrhesia,”
Contemporary Political Theory, C. 18, S. 1 (2018), s. 22-42, özellikle s. 26. Etik okuma örnekleri
arasında sayılabilecekler: Nancy Luxon, “Truthfulness, Risk, and Trust in Foucault’s Late
Lectures”, Inquiry C. 47, S. 5 (2004), s. 464-489 ve “Ethics and Subjectivity,” Political Theory
C. 36, S. 3 (2008), s. 377-402; David Owen ve Claire Woodford, “Foucault, Cavell, and the Go-
vernment of Self and Others,” Iridie: filosofia e discussion pubblica C. 25, S. 2 (2012), s. 299-316;
Sergie Prozorov, “Foucault’s Affirmative Biopolitics: Cynic Parrhesia and the Biopower of the
Powerless,” Political Theory C. 45, S. 6 (2017), s. 801-823.
29 Foucault, The Government of Self, s. 155.
30 Age., s. 155.
31 Lida Maxwell, “The Politics and Gender of Truth-Telling in Foucault’s Lectures on Parrhesia”,
s. 23.
mesi olmadığı açık – tam aksine, söyleyecek gerçek bir şeyleri olmayan seçkinler
olarak görülüyor bu insanlar. Bilakis sorun, tarihsel olarak haklarından mah-
rum bırakılmış birey ve grupların sözüne çok daha az itibar etme eğiliminde
olmamızdır. Hakikat (bazıları tarafından) söyleniyor fakat çoğumuz dinlemi-
yoruz. Hem Arendt’in hem de Foucault’nun gün yüzüne çıkardığı indirgenemez
diyalojik parrhesia sorunu budur. Hakikat sonrası tartışmasını bir doğru akıl
yürütme sorunu teşkil ettiği “hakikat analizi”nden bir hakikat anlatıcılığı sorunu
teşkil ettiği “eleştirel geleneğe” taşıma çabası başarılı olacaksa, Foucault’nun
tahlilinin bunun dışında başarılı bir şekilde takip ettiği ana iktidar meselesinin
izini kaybetmemek için, hakikat hiyerarşisi sorunuyla yüzleşmelidir.
4. Hakikat Anlatıcı
Hannah Arendt şöyle der: “Doğruluk hiçbir zaman siyasi erdemler arasın-
da sayılmamıştır, çünkü en meşru siyasi faaliyetler arasında yer alan dün-
yanın ve koşulların değiştirilmesine olan katkısı gerçekten de yok denecek
kadar azdır.”32 Bunlar, hakikatin siyaset karşıtı niteliğine karşı bizi uyaran
Arendt’ten ziyade, hakikatin siyasette ne zaman ve nasıl önem sahibi olabi-
leceğine dikkatimizi çeken düşünürün sözleridir. Onun bakışından, mevcut
durumu belirtmek, sıradanlıkları dolayısıyla bir bakıma görünmez ve güçsüz
olan kelimeler kullanmaktır. Fakat siyasetle uğraşırken sıradan kelimeleri
olgusal hakikatler şeklinde kullanmanın –Almanya Ağustos 1914’te Belçika’yı
işgal etti– bizde bir dünya paylaşma hissi oluşturduğunu gösteren de Arendt’in
kendisiydi. Onun bu izahında, müşterek dünyamızı ayakta tutan şey gerçekler
değildir; gerçekleri ve dolayısıyla müşterek dünyamızı destekleyen – ya da
desteklemeyen biziz.
O halde, hakikat anlatıcılığı ne zaman olağan anlamıyla bir gerçeği belirt-
mekten fazlası olur? “Çıkar ve iktidar güçlerinin bozucu etkilerinden hiçbir
destek almayan doğruluk dediğimiz şey, bir topluluğun sadece belli konularda
değil ilke olarak örgütlü yalana kalkıştığı bir yerde birinci dereceden siyasi
bir etken haline gelebilir ancak. Herkesin önem derecesi ne olursa olsun her
konuda yalan söylediği bir yerde hakikat anlatıcısı farkında olsun olmasın ey-
lemde bulunmaya başlamış [demektir]; o da kendini siyasi işlere kaptırmıştır,
zira hayatta kalması pek mümkün görünmemekle birlikte dünyayı değiştirme
yönünde bir başlangıç yapmıştır.33 O halde hakikat anlatıcı bilgi teyit edici
olabilir, ama her şeyden önce tek başına, bağımsız bir fail değildir
34 Age., s. 303.
35 Agy.
37 Hannah Arendt, The Life of the Mind, ed. Mary McCarthy, Cilt 2: Willing (Harcourt Brace &
Co., 1974), 140.
Platon’un polis’e sırtını dönmesi misali siyasete sırt dönmek olarak tespit ettiği
durumdur, “tabiri caizse bir a-politea, siyasete karşı bir kayıtsızlık”tır.38 Sırtı-
mızı dönmediğimiz ölçüde, çoğumuz bilgi teyidi pratiklerine kendimizi o kadar
kaptırdık ki, hem Foucault’nun hem de Arendt’in görmemizi isteyeceği şekilde,
hakikat anlatıcılarla onları tanıyabilenler arasındaki diyalojik ilişkiyi –statik de-
ğil dinamik olan, daimi bir hakikat anlatıcı sınıfı fikriyle çelişen bir ilişkiyi– de
kapsayan bir hakikat anlatıcılığı sorunu olarak, hakikat sorununu büsbütün es
geçtik. Bu sorunu baştan görmek için hakikat-anlatıcıların ait olduğu eleştirel
geleneğe geri dönmemiz ve kimin hakikat anlatıcısı olabildiğine karar vermek
için kullandığımız, genellikle açıkça ifade edilmese de kesin olan kıstaslara
dikkat etmemiz gerekir. Bir prefigürasyon pratiği olarak hakikat siyaseti, ki-
min hakikat anlatıcısı sayılabildiğini şekillendiren miras alınmış hiyerarşileri
değiştirme çabası içinde olacaktır.
Kaynakça
Arendt, Hannah. “Introduction into Politics.” The Promise of Politics içinde, ed. Jerome Kohn,
93-200. New York: Shocken, 2005.
Arendt, Hannah. “Lying in Politics.” Crises of the Republic içinde, 1-48. New York: Harcourt Brace
& Co., 1969.
Arendt, Hannah. The Life of the Mind, ed. Mary McCarthy. Tek ciltlik baskı. Cilt 2: Willing. New
York: Harcourt Brace & Co., 1974.
Arendt, Hannah. Totalitarizmin Kaynakları-3: Totalitarizm. Çev. İsmail Serin. İstanbul: İletişim,
2014.
Arendt, Hannah. “Hakikat/Doğruluk ve Siyaset.” Geçmişle Gelecek Arasında: Siyasi Düşünce Konulu
Altı Deneme içinde, 271-319. İstanbul: İletişim, 2012.
Boggs, Carl. “Marxism, Prefigurative Politics, and the Problem of Worker’s Control.” Radical
America 11, no. 6 (1977): 99-122.
Breines, Winnie. Community and Organization in the New Left, 1962-1968: The Great Refusal. New
Brunswick, NJ: Rutgers University Press, 1989.
Dietz, Mary. “Lying as Politics in the Age of Trump: What Hannah Arendt Does, and Does Not,
Anticipate under a Deeply Vicious Presidency.” Public Seminar, 23 Ekim 2018. http://www.
publicseminar.org/2018/10/lying-as-politics-inthe-age-of-trump/.
Foucault, Michel. “Discourse and Truth.” Discourse and Truth and Parresia içinde, ed. Henri-Paul
Fruchaud ve Daniele Lorenzini, 39-228. Chicago: University of Chicago Press, 2019. DOI:
https://doi.org/10.7208/chicago/9780226509631.001.0001
Foucault, Michel. The Government of Self and Others: Lectures at the Collège de France, 1982-1983.
Çev. Graham Burchell. New York: Picador, 2011. DOI: https://doi.org/10.1057/9780230274730
Luxon, Nancy. “Ethics and Subjectivity.” Political Theory 36, no. 3 (2008): 377-402. DOI: https://
doi.org/10.1177/0090591708315143
Luxon, Nancy. “Truthfulness, Risk, and Trust in Foucault’s Late Lectures.” Inquiry 47, no. 5 (2004):
464-489. DOI: https://doi.org/10.1080/00201740410004269
Maxwell, Lida. “The Politics and Gender of Truth-Telling in Foucault’s Lectures on Parrhesia.”
Contemporary Political Theory 18, no. 1 (2018): 22-42. DOI: https://doi.org/10.1057/s41296-
018-0224-5
Owen, David ve Claire Woodford. “Foucault, Cavell, and the Government of Self and Others.”
Iridie: filosofia e discussion pubblica 25, no. 2 (2012): 299-316.
Prozorov, Sergie. “Foucault’s Affirmative Biopolitics: Cynic Parrhesia and the Biopower of the Power-
less.” Political Theory 45, no. 6 (2017): 801-823. DOI: https://doi.org/10.1177/0090591715609963
Zerilli, Linda M. G. “Critique as a Political Practice of Freedom.” A Time for Critique içinde, ed.
Didier Fassin ve Bernard E. Harcourt, 36-51. New York: Columbia University Press, 2019.
DOI: https://doi.org/10.7312/harc19126-004
Zerilli, Linda M. G. “Objectivity, Judgment, and Freedom: Rereading Arendt’s ‘Truth and Poli-
tics.’” A Democratic Theory of Judgment içinde, 117-142. Chicago, IL: University of Chicago
Press, 2016.
1. Hakikati Söylemek
İtalyan medya teorisyeni Chiara Cappalletto’nun kısa süre önce belirttiği gibi,
hakikat ve hakikat-sonrası konusundaki bugünkü tartışmanın uzun bir tarihön-
cesi var. 2017 LMU konferansında sunduğu “Alternatif Olgular: Olgu, Kurmaca
ve Siyaset Arasında” adlı çalışmasında Cappalletto “olgusal veriye dayalı gay-
rişahsi hakikat fikri Batı kültüründe nispeten yenidir” diye vurgular.3 Örneğin
1 Krş. Lane ve Riordan, “Trump’s Disdain for Science”; Latour, “Why Has Critique Run out of
Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern”.
2 James, William, “Lecture IV: Pragmatism’s Concept of Truth”, s. 104.
3 Cappelletto, Chiara, Alternative Facts, Fiction, as if, s. 2.
klasik hitabet ve retorikte deneyimin olgusallığı büyük ölçüde hatibin, yani sa-
vını hem akılcı hem olgusal görünecek şekilde sunmaya çabalayan kişinin ikna
gücüne bağlıydı. Üstelik hakikat konuları epistemoloji, dil felsefesi, retorik,
poetika, etik gibi çok geniş bir disiplin yelpazesini ilgilendirir. Bu alanlardaki
akademisyenler hakikati insan müdahalesinin dışında ve ötesinde nesnel bir
gereklik biçimiyle bağlantılandırmaya genellikle meyilli değildir. Ferdinand
de Saussure’ün yapısalcı dil teorisi bile kendi başına bunu göstermeye yeter.
Sözcükler tabiatlarında olan değişmez bir anlam (gösterilen) taşımazlar, nasıl
ve hangi bağlamda kullanıldıklarına göre sözcükler (gösteren) farklı konuşma-
cılar/dinleyiciler için farklı anlamlara gelebilir. O yüzden sözcüklerin “hakiki”
anlamını çözmeye çalışmak aldatıcı bir iştir. Dilbilimcilerin dediğine göre,
insanların dili kullanma şekli “mevcut haliyle” gerçekliği temsil etmekten çok
uzaktır, aksine bu kullanım şekli gerçekliğe dair, dolayısıyla genellikle neyi
doğru neyi yanlış saydığımıza dair mefhumlarımızı şekilendirmede can alıcı
rol oynar.
Platon’dan postyapısalcılığa kadar her yerde hakikat çatışmalı bir mesele
olmuştur. Aynı anda hem epistemolojik, hem ahlaki, hem de sosyal bir yapı
olarak çeşitli anlamları arasında ayrım yapmanın neredeyse imkânsız olduğu
çıkmıştır ortaya. Heidegger’in Varlık ve Zaman’da hakikat ve Varlık konusunu
tartıştığı “Dasein, Açımlanmışlık ve Hakikat” (§ 44) bunun bir örneğidir. Zira
Heidegger burada hakikati dünyada-içinde-varolmakla ilişkilendirir, dolayı-
sıyla önceden var olan, apaçık maddi dünyadan ziyade insanlık durumunda
temellendirir. Heidegger’e göre hakikat, Dasein ve dile çözülmez düğümlerle
bağlıdır. Ontolojik açıdan Dasein’dan, dünya-içinde-varolmamızdan, birinin
“ben” demesinden, birinin zaman ve mekânda var olmasından zaman bakı-
mından önce gelen bir hakikat yoktur. Heidegger’e göre hakikat (Aristote-
les, Parmenides ve diğerlerinde olduğu gibi) sadece mukabillikler teorisiyle
açıklanamaz. Herhangi bir konuşma edimi, insan varoluşunun ölümlülük
ya da yerçekimi gibi inkâr edilemez bir veçhesini yansıtmaktan ibaret bile
olsa, muhatabıyla sayısız farklı yoldan iletişim kurar ki bu yolların hepsi de
olgusal ya da doğrulanabilir değildir. Aynı sebeple Heidegger dilin sezgisel ve
performatif düzeyini öne çıkarır; dünyada-olmamız dilin aşırılıklarına, yani
“lakırtı, merak ve müphemiyet yüzünden tebdil ve kapalılık halinde”4 şeye
dayandığına göre, büyük ölçüde hakikatten ziyade hakikatsizliğe bağlıdır:
“Aslında Dasein, özsel olarak düşkün olduğu için, kendi varlık konstitüsyonu
bakımından ‘hakikatsizlik’ içinde vardır.”5
Heidegger’in hakikat üzerine sözleri karmaşıktır, çünkü olumsuz ifade be-
yanları ve genel gönderim [denotation] sorunu gibi bazı dilbilimsel ve mantıksal
meseleleri de içerir.6 Heidegger’in bu konuya kafa yormasından önce gönde-
rim problemi Bertrand Russell’ın 1905 tarihli meşhur denemesi “Gönderim
Üzerine”de [“On Denoting”] tartışılmıştır. Öncelikle gönderimin matematikteki
ve mantıktaki sonuçlarıyla ilgilenen Russell’ın denemesi önemlidir, çünkü çoğu
durumda doğrudan bilgiyle değil sadece gönderim yoluyla hakikat dediğimiz
şeye eriştiğimizi ileri sürer. “Başka insanların zihinlerinden geçenler hakkın-
da bilgi sahibi olabildiğimize inanmak için hiçbir sebep yoktur,” der Russell,
“çünkü bu zihinleri doğrudan algılamayız; o yüzden başkalarının zihinlerine
dair bilgilerimizi gönderim yoluyla elde ederiz”.7 Bütün düşünme edimleri
doğrudan deneyimle başlamak zorunda olduğundan, “hiçbir tanışıklığımız
olmayan pek çok şey hakkındaki düşünmeyi bu şekilde beceririz.”8 Dolayısıy-
la, Russell’ın da ulaştığı sonuca göre, “madde (fizikte maddenin algılandığı
anlamda) ve başka insanların zihinleri gibi şeyler bizim tarafımızdan ancak
gönderim sözcükleriyle bilinir hale gelir; yani onlarla tanışık değilizdir, ama
şu ve şu özelliklere sahip bir şey olarak biliriz onları”.9 Russell’ın adlandır-
mayla ilgili sözleri ağızdan çıkan söz ile sözün kastettiği nesne arasında mu-
kabillik koyutlayan herhangi bir hakikat teorisiyle ters düşüyor olabilir, fakat
Heidegger’in ontolojik yaklaşımı daha da radikaldir. Varlık ve Zaman’daki daha
önce bahsi geçen “Dasein, açımlanmışlık ve hakikat” bölümünde Heidegger
hakikati söylemenin temelde birbirine zıt iki yoldan gerçekleşebileceğini ileri
sürer: Bunlardan birine göre görünür kılmak ya da keşfetmek (ent-decken)
olabilir; diğerine göre ise Varlık’ı örtmek, “zu-decken” ve “ver-decken” olabilir.
Önemli ama biraz da paradoksal bir biçimde, her ikisi de hakikat ile Dasein
arasındaki ilişkinin anlaşılmasında can alıcı önemdedir ve her ikisi de ayrılmaz
bir şekilde iç içe geçmiştir. Bir nesne ya da şey hakkında hakikati söylemenin,
yani Varlık’ını görünür kılmanın ya da keşfetmenin doğru bir yolu olsa da,
5 Agy.
6 Heidegger’in Varlık ve Zaman’daki hakikat mefhumunun ayrıntılı bir felsefi değerlendirmesi
için bkz. German, Willer, “Der Wahrheitsbegriff in Martin Heideggers Sein und Zeit. Versuch
einer Neubeleuchtung”.
7 Russell, Bertrand, “On Denoting”, s. 480.
8 Agy.
9 Age., s. 492.
Varlık’tan hakikati “söküp alma” fikri hakikat için çaba harcayarak, zahmetlere
katlanarak mücadele etmeye gönderme yapıyor ve günümüzdeki hakikat-son-
rası tartışması ışığında büyük bir önem taşıyor. Muğlaklık ve hakikatsizlik
katmanlarını görünür kılmak için azimle harcanan çabayı akla getirdiği için,
Heidegger’e göre “hakikati söylemek” özel bir tür konuşma faaliyetine girmektir
ve Varlık’ın hakikatini zor yoluyla keşfetme niyeti tarafından yönlendirilir. Öte
yandan Heidegger’in öznel hakikat ya da Varlık’ın hakikatiyle ilgili herhangi bir
tekbenciliği doğrudan reddettiği de dikkatten kaçmamalıdır. Hakikat, ya görü-
nür kılma (“entdeckend”), ya da örtme (“Verdeckung”) olarak, dil ve Varlık’la
sıkı sıkıya ilişkili olsa da, bireysel akılyürütmeden bağımsız olarak var olur.
Bu iki konuşma tarzı Varlık’ın farklı veçhelerini temsil ediyorsa, Heidegger’in
döne döne vurguladığı üzere, birincisi daima ikincisine yeğlenmelidir. Üstelik
görünür kılan söz edimi her bakımdan örten söz ediminden daha arzu edilir
ise, konuşan kişinin çaba göstermesini daima zorunlu kılacaktır, çünkü dilin
kendisinden doğan muğlaklığı aşması gerekecektir. Neticede hakikatin söylen-
mesi sözcükler ile nesneler ya da fikirler arasındaki mukabillikle ilgili bir şey
değildir; daha ziyade konuşmacının –ve hakkında konuşulan şeyin– Varlık’ın
ta kendisinin hakikatini açığa çıkartma kabiliyetini gerektirir.
Heidegger’in Varlık’ın “açımlanmışlık”ı olarak hakikat şeklindeki ontolojik
mefhumu keşfeden ya da görünür kılan söz ediminin performatif veçhelerine
vurgu yaptığına göre, hakikati söylem alanına yerleştiriyor demektir. Önemli
bazı farkları hesaba katmazsak, Heidegger’in buradaki analizi Foucault’nun
parrhesia’ya (hakikati söylemek) ilgisiyle uyuşmaktadır. Parrhesia kavra-
mı Foucault’nun Berkeley, California Üniversitesi’nde verdiği, “Söylem ve
Hakikat”13 başlıklı altı dersin odağında yer alıyordu. Bu derslerin girişinde
işaret ettiği üzere Foucault’nun amacı başlı başına hakikati tanımlamak, yani
verili bir beyanın doğru mu yanlış mı olduğunu insanın nasıl bileceğini gös-
termek değildi. Daha ziyade söylem olarak hakikati-söylemeye, Yunanların
parrhesia adını verdiği kendine göndermeli söz edimine bakıyordu. Foucault
aslında daha geniş kapsamlı ve o kadar teknik olmayan “söz faaaliyeti” karşılı-
ğını kullanır parrhesia için ve sadece “hakikati söylemek” anlamına gelmediğini
açıklamak için de büyük zahmetlere katlanır. Parrhesia sözcüğü birebir çev-
rilirse “her şeyi söylemek”, söyleyeceğin hiçbir şeyi söylemeden geçmemek ve
13 Heideggerci ontoloji ile Foucaultcu soykütük ve söylem analizi arasındaki farklara ve sü-
rekliliklere dair bir tartışma için bkz. Alan Milchman ve Alan Rosenberg, haz., Foucault and
Heidegger: Critical Encounters.
çekici olan Latour’un 2004 tarihli yukarıda bahsi geçen denemesi “Eleştiri
Neden Sıfırı Tüketti”, bilim dünyası ile tesisatçı Joe, yani mavi yakalı Amerika
arasındaki uçurumun zaten genişlemiş olmasına itirazda bulunur. “Apollo
programının Ay’a iniş yaptığını reddetmek üzerine kurulu koca bir endüst-
ri varken eleştirinin başına ne gelmiş olur?”19 diye sorar Latour. “Peki ya,
çareyi otomatik olarak iktidarda, toplumda, söylemde bulan açıklamaların
kullanışlılığı vadesini doldurmuş, bunlar çürüyüp en safdil türden eleştirileri
besleyecek noktaya gelmişse” ne olacak?20 Birinci tür açıklamalar şimdiden
yalan haberlerin ve komplo teorilerinin saldırısından bahsederken, ikinci tür
açıklamalar aslında hiç de eleştirel olmayıp mevcut tüm toplumsal ve kültürel
meselelerde refleks tepkileri (“iktidar, toplum, söylem”) savunan beşeri bilimler
içi eleştirel pratikler konusunda esaslı şüpheleri gündeme getiriyor.
Şurası açık ki, Stephen Bannon ve diğer sağcı stratejistlerin Amerikan hü-
kümetini etkin bir biçimde “yapıbozuma” uğratmak için postyapısalcı jar-
gonu kullanacağını Latour bilemezdi. Fakat daha önce dikkat ettiği üzere,
muhafazakârların küresel ısınmanın bilimsel kanıtlarına ilişkin şüphelerini
gündeme getirmesinde, Latour’un kendi kaleme aldığı bir eleştiri suçortağı
olmuş, bilimsel uzmanlığa eninde sonunda tümden itiraz etmenin yolunu aç-
mıştır. Halbuki kurulmasına destek olduğu bir alan olan bilim çalışmaları açı-
sından “mesele olgulardan uzaklaşmak değil onlara yakınlaşmak, ampirisizmle
mücadele etmek değil bilakis ampirisizmi yenilemek olmuştur hep.”21 Yine de
aksi yönde büyük ölçüde akılcı yaklaşım geliştiren eleştirel bilim çalışması en
korkunç ve tehlikeli aydınlanma karşıtı düşüncelerin taşlarını döşemiştir. “Ben
de dahil olmak üzere,” diye gönülsüzce kabul eder Latour, “hepimizin yaptığı
hata, olgu meselelerini eleştirmenin tek etkin yolunun onlardan uzaklaşmak ve
dikkati onları mümkün kılan koşullara doğru yöneltmek olduğuna inanmaktı.”22
Kimlik politikaları ve ona eşlik eden “konumlu” bilgi23 gibi göreci kavramla-
rın tetiklediği ortak deneyim kaybını gidermek için Latour yeni bir “realist” tavra
dönme çağrısı yapar: Eleştirel düşünce, dolayısıyla daha genel olarak beşeri
bilimler kendini yenileyecek ve böylece bir gelecek sahibi olacaksa, “onu inatçı
realist tavırda” bulacağız ... “ama benim tabirimle olgu meselelerini değil endişe
meselelerini ele alan bir realizmde”.24 Gerçeklik hiçbir şekilde tamamen olgu
meseleleriyle tanımlanamasa da, olgular çoğunlukla endişe meselelerinin ya da
daha kısıtlı bir anlamda “şeylerin durumu”nun siyasi tercümeleri olduklarında
önem kazanırlar. Latour bilim tarihini çevreleyen belli mitlerin foyasını mey-
dana çıkarıp Aydınlanma düşüncesiyle yakından bağlantılı olduğunu gösterme
yönünde kendi çabasını açıkça tarif eder. Fakat Aydınlanma düşünürleri daha
eski, modern-öncesi inanç ve yanılsamaları eleştirmek için ilk başta bilimsel
olguları kullanmışlarsa da, zaman içinde bu olgular aynı zamanda bilimin kendi
bünyevi önyargılarını ve menfaatlerini saklamakta da kullanılmıştır. “Bu sefer
endişe meselelerini ele alan ve ... çürütmekte değil de korumak ve kollamakta
anlam bulan başka bir güçlü betimleyici araç”25 tasarlayıp tasarlayamayaca-
ğımız şimdilik kesinlikle açık değildir. Bir başka deyişle, endişe meseleleri
gerçekliğin birden fazla çatlak versiyonunu kapsayacak şekilde yeniden bir
çerçeveye sokulabilir ve günümüzün hem küreselleşmiş hem de ümitsizce bö-
lünmüş dünyasında güçlü bir yönlendirici kuvvet haline gelebilir mi?
Bu yeni gerçekçilik türü ne getirirse getirsin, mahut “yeni beşeri bilimlerle”
aynı tipten olmamalıdır. New Republic’te “Bilim Düşmanınız Değil” başlığıyla
2013’te yayımladığı tartışmalı makalede bu terimi ortaya atan Harvard’lı psiko-
log Steven Pinker ve onun muhafazakâr eleştirmen dostlarının hayal ettiği alan
idealist tuzaklardan arındırılmış ve öyle bir şekilde yeniden tanımlanmıştır ki
bilimsel yönteme kesinlikle daha açık hale gelmiştir. Ne var ki beşeri bilimleri
bu şekilde “bilimleştirmek” çözüm değil, yumuşak bilimlerin yanı sıra genelde
üniversitenin etkisini azaltma ve kamusal namını itibarsızlaştırma yönünde
yeni bir girişimdir. “Şey” adlı denemesinin son kısmında Heidegger, “Varlık hiç-
bir şekilde gerçeklikle ya da kesinlikle belirlenmiş aktüaliteyle özdeş değildir,”
diye yazar. “Varlık düşüncesinde, sadece aktüel bir şeyin zihinlerimizde temsil
edilip sonra da tek hakikat olarak çıktıya çevrilmesi asla mümkün değildir”.26
Varlık koşullarına dair bu son türden özeleştirel soruşturmalarda eskinin beşeri
bilimleri –ve dürüst olmak gerekirse bütün aydınlanma düşüncesi– gerçekten
iyiydi. Latour beşeri bilimlerin görevinin yeni bir gerçekçilik anlayışına, kaygı
gerçekçiliğine ya da Heidegger’in muhtemel tabiriyle “dinlerken irdeleyen”27
bir gerçekçiliğe dönmesini olduğunu öne sürmekte haklıdır. Böyle bir yol iz-
24 Agy.
25 Agy.
26 Heidegger, Martin, “The Thing”, s. 181.
27 Age., s. 184.
lemenin hem cesaret hem pratik gerektirdiğini Heidegger gayet iyi biliyordu.
Fakat pratik de ustalık gerektirir ve yoldan sapmamak için, Heidegger’in genç
bir öğrenciye yazdığı mektubunda belirttiği üzere, yoldan sapmadan “düşünme
ama hata da yapma ustalığını”28 öğrenmemiz şarttır.
3. Sağduyu
Hakikat-sonrası bir kültürel ortam fikrinin pek anlam ifade etmediği artık
yeterince anlaşılmış olmalıdır. Alan Kirby’nin artık başat hale gelen neolibe-
ral, dijitalleşmiş küresel kapitalizm için kullandığı tabirle “diji-modernizmin”
saldırısında yaşanan anlamlı değişim bildiğimiz haliyle hakikatin gözden kay-
bolması değildir kesinlikle.29 Heidegger’in Varlık ve Zaman’daki terminolojisini
kullanırsak, “örtülen” şey parrhesia’nın, yani tehlike karşısında bile ve konuşan
benlik açısından olumsuz sonuçlar doğuracaksa bile hakikati söylemenin
merkezi rolüne dair kavrayışımız ve anlayışımızdır. Bu da siyaset meselesine
ve sağduyunun telaşlandırıcı yok oluşu konusunda neler yapılabileceği me-
selesine getiriyor beni. Sağduyu terimini burada en geniş ve en demokratik
anlamında, yani ortak gerçeklik deneyimi ve bu gerçekliğe atfettiğimiz ortak
değerler anlamında kullanıyorum.
Profesyonellik karşıtlığı ve uzmanlığın ölümü beşeri bilimlerin ve daha
geniş bir kapsamda genel bilimlerin itibarının azalmasında rol oynarken, geç
(dijital) kapitalizme herhangi bir anlamlı siyasal alternatif ortaya çıkmaması
alenen konuşma ve yeniden –Foucault’daki anlamıyla– parrhesiastes haline gel-
me isteğimizi daha da aşındırmıştır. Bu meseleyi şu an ne kadar acil bulursak
bulalım, Richard Sennett’in de gösterdiği üzere siyasete kamusal müdahale
modern toplumun ta kendisinin doğuşuyla yaşıttır.30 Aslına bakılırsa, siyasal
kararların hem tasarlandığı hem eyleme geçirildiği performatif bir alan olarak
kamusal arenanın aşınması, on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl
başı kadar erken bir tarihte başlamıştır. Bu tarihlerde kamusal alan daha
önceki toplumsal anlamını giderek daha hızlı kaybediyor, boş bir kabuğa dö-
nüşüyordu. Sennett kamusal alanda gerçekleşen bu dönüştürücü değişimleri
kamunun yerine özel benliğin geçirilmesi olarak tasvir eder. Bir başka deyişle,
matbaa ve yeni metropolitan mekânların filizlenmesi sayesinde Aydınlanma
28 Heidegger, Martin, Epilogue to “The Thing”; “A Letter to a Young Student, Freiburg i. Br. 18
Haziran 1950” (184).
29 Diğerlerinin yanı sıra bkz. Alan Kirby’nin 2009 tarihli analizi: Digimodernism: How New Tech-
nologies Dismantle the Postmodern and Reconfigure Our Culture.
30 Krş. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü.
40
vardır zaten”. Aydınlanmanın bilime ve olgusal kanıtlamaya bağımlılığına
rağmen, aynı şey hakikat mefhumu için de söylenebilir. İşte ona eşlik eden
“sağduyu” kavramı bu bağlamda hakikaten önemlidir. Toplu olarak paylaşılan
değerlerin, görevlerin, ahlakın kefili olarak sağduyu –en geniş ve en kapsayıcı
anlamında– modern mahremiyet kültürünün öznel deneyimlerinin labiren-
tinde ve siyasal serpintilerinde (hakikat-sonrasının en son versiyonu da buna
dahildir) bize rehberlik edebilir. Ayrıcalık tanıyıp kutsadığımız gerçeklik türü
üzerinde toplu olarak anlaşmamız, bana kalırsa, artık her zamankinden daha
büyük bir zorunluluktur. Zira sağduyunun ortadan kalkışı hiç hayra alamet
değildir – en azından üniversite, toplum ve bildiğimiz haliyle insanlığın ge-
leceği açısından.
Kaynakça
Anastas, Benjamin, “The Foul Reign of Emerson’s ‘Self-Reliance’”, The New York Times, 2 Aralık
2011.
Cappelletto, Chiara, Alternative Facts, Fiction, as if, Yayınlanmamış çalışma, LMU Graduate School
of Language and Literature, Münih, Kasım 2017, s. 1–5.
Carey, Benedict, “‘Fake News’: Wide Reach but Little Impact, Study Suggests”, The New York
Times, 2 Ocak 2018.
Fish, Stanley, “Anti-Professionalism”, New Literary History, S. 17, s. 89–108.
Foucault, Michel, Discourse and Truth & Parresia, yay. haz. Henri-Paul Fruchaud & Daniele Lo-
renzini, İng. çev. Nancy Luxon, U of Chicago P, 2019.
Gay, Peter, The Enlightenment: The Science of Freedom, Norton, 1969.
Green, Joshua, “No One Cares About Russia in the World Breitbart Made”, The New York Times,
15 Temmuz 2017.
Harraway, Donna, “Situated Knowledges: The Science Question in Feminism and the Privilege
of Partial Perspectives”, Simians, Cyborgs and Women: the Reinvention of Nature, haz. D.
Haraway, Routledge, 1991, s. 183–202.
Heidegger, Martin, “The Thing”, Poetry Language Thought içinde, İngilizceye çev. Albert Hofs-
tadter, Harper,
1971, s. 163–184.
------ Being and Time, İngilizceye çev. John Macquarrie ve Edward Robinson, Blackwell, 1962
(Türkçesi: Varlık ve Zaman, çev. Kaan H. Ökten, İstanbul: Agora, 2006.)
James, William, “Lecture IV: Pragmatism’s Concept of Truth”, Pragmatism, haz. W. James, Har-
vard UP, 1975, s. 95-113.
Kirby, Alan, Digimodernism: How New Technologies Dismantle the Postmodern and Reconfigure
Our Culture, The Continuum International Publishing Company, 2009.
Lane, Neal F., ve Michael Riordan, “Trump’s Disdain for Science”, The New York Times, 4 Ocak
2018.
Latour, Bruno, “Why Has Critique Run out of Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern”,
Critical Inquiry, Kış 2004, s. 225-248.
Nichols, Tom, “The Death of Expertise”, The Federalist, 17 Ocak 2014.
Milchman, Alan ve Alan Rosenberg (yay. haz.), Foucault and Heidegger: Critical Encounters, U of
Minnesota P, 2003.
Paine, Thomas, Common Sense, Prometheus Books, 1995. (Türkçesi: Sağduyu, çev. Çiçek Öztek,
İstanbul: İş Kültür, 2019)
------ The Age of Reason, Prometheus Books, 1984. (Türkçesi: Akıl Çağı, çev. Ali İhsan Dalgıç,
İstanbul: İş Kültür, 2012)
Pinker, Steven, “Science Is Not Your Enemy”, The New Republic, 7 Ağustos 2013.
------ Enlightenment Now: The Case for Reason, Science, Humanism, and Progress, Viking, 2018.
Russell, Bertrand, “On Denoting”, Mind, C. 14, S. 56, Ekim 1905, s. 479-493.
Sennett, Richard, The Fall of Public Man, Knopf, 1977. (Türkçesi: Kamusal İnsanın Çöküşü, çev.
Serpil Durak, Abdullah Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı, 2013.)
Slavik, Angelika, “Das kann ich doch auch”, Süddeutsche Zeitung, S. 26, 30/31 Aralık 2017.
Willer, Malte, “Der Wahrheitsbegriff in Martin Heideggers Sein und Zeit. Versuch einer Neube-
leuchtung”, Philosophisches Jahrbuch, C. 113, S. 1, 2006, s. 78–98.
I
Modernliğin kurucu anlatılarının politik, tarihsel veya kültürel düzlemde istik-
rarsızlaşması hakikat-sonrası (post-truth) bir dönemin oluşumuna ne ölçüde
katkıda bulunuyor? Geçen yüzyılın neredeyse tamamına egemen olan Hakikat
(Truth), mutlak Akıl (absolute Mind) ve nesnellik (Objectivity) eleştirisi ve post-
modernizmin “hakikatlerin çoğulluğu” (multiple-truths) tezi ile hakikat-sonrası
yeni ideolojik söylemler arasında bir ilişki kurmak mümkün olabilir mi? Ay-
dınlanma felsefesinin Hakikat ve politika arasında kurduğu ontolojik bağın 19.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren düzenli olarak zayıflatılması (weakening), bir
başka deyişle “Hakikat”in tarihselleştirilmesi süreci, aynı zamanda hakikat-son-
rası söylemlerin beslendiği bir kaynak olarak da düşünülebilir mi? Postmodern
uğrak, son yıllarda ısrarla vurgulandığı üzere, hakikat-sonrası dönemin atası
mıdır? Arendt ve Adorno, Derrida ve Foucault, Vattimo ve Rorty gibi farklı fel-
sefi geleneklerden beslenen düşünürlerin, geçen yüzyılda Hakikat kavramının
felsefi kazanımlarına kuşkuyla yaklaşmaları ve politik alanda Hakikat fikrinin
sebep olduğu metafizik şiddeti kıyasıya eleştirmeleri, hakikat-sonrası dönemin
1 Bu çalışmanın kaynağını oluşturan bazı düşünceler için bkz. Özgür Emrah Gürel, “Modernite-
nin Krizi ve Parçalanmamış Komünite: Demokrasi, Yurttaşlık, Çoğulculuk,” Yeniden Akdeniz:
Komünite 1: Ağustos-2021. Bu yazının oluşumu sürecinde fikirleri ve yazılarıyla katkılarından
dolayı Umut Kocagöz, Tanıl Bora, Kurtuluş Cengiz, Yeşim Üçdoğruk Gürel, Serdar Tekin,
Burak Özçetin, Kurtul Gülenç ve Şeyda Öztürk’e teşekkür ederim.
2 Bu yazı boyunca hakikat kavramının kullanımı konusunda esinlendiğim iki önemli okuma için
bkz. Richard Rorty, Truth and Progress: Philosophical Papers, Volume 3 (Cambridge: Cambridge
University Press, 1998) ve Gianni Vattimo, A Farewell to Truth, çev. William McCuaig (New
York: Columbia University Press, 2011).
3 Jacques Derrida, Politics of Friendship, çev. George Collins (Londra: Verso, 1997), s. 261.
4 Friedrich Nietzsche, Beyond Good and Evil: Prelude to a Philosophy of the Future, Basic Wri-
tings of Nietzsche içinde, ed. ve çev. Walter Kaufmann (New York: The Modern Library, 1968),
s. 349.
5 Richard Sennett, Beraber, çev. İlkay Özküralpli (İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2012), s. 18-20.
6 Sheldon S. Wolin, Democracy Incorporated: Managed Democracy and The Specter of Inverted
Totalitarianism (Princeton: Princeton University Press, 2008), s. 218.
7 Şeyla Benhabib, Modernizm, Evrensellik ve Birey: Çağdaş Ahlak Felsefesine Katkılar, çev. Mehmet
Küçük (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1999), s. 267-314.
8 Kavramın detaylı bir analizi için bkz. Gianni Vattimo, Nihilism and Emancipation: Ethics,
Politics, & Law çev. William McCuaig (New York: Columbia University Press, 2004).
9 Rorty’nin bu iki kavramı için bkz. Richard Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, çev. Mehmet
Küçük ve Alev Türker (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1995); Richard Rorty, Philosophy and Social
Hope (London: Penguin Books, 1999).
10 Bu ilişki konusunda son dönemde kaleme alınan önemli bir çalışma için bkz. Lee McIntyre,
Post-Truth (Cambridge, Mass.: The MIT Press, Londra [Türkçesi: Hakikat Sonrası, çev. Fah-
rettin Biçici, Tellekt, 2019].
11 Bu farklar konusunda ilham verici bir okuma için bkz. Hannah Arendt, “Hakikat/Doğruluk ve
Siyaset,” Geçmişle Gelecek Arasında içinde, çev. Bahadır Sina Şener, I. Baskı (İstanbul: İletişim
Yayınları, 1996), s. 271-319.
II
Modernliğin krizi olarak tanımlanabilecek tarihsel sürecin son iki yüzyıldır
–Hegel’in erken dönem eserlerinden başlayarak– politika felsefesinin temel
tartışmalarından birini oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öte yandan
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ağırlığını giderek hissettiren gelişmeler,
hem sosyalist tecrübelerin aşırı devletçi ve otoriter tutumları hem de libera-
lizmin merkezine piyasayı alan ekonomist yorumları, “çoklu-hakikatler” ve
“demokratik imgelem” kavramlarının önemini bir kez daha hatırlattı. Aslında
18. yüzyılın ikinci yarısından başlayıp 19. yüzyılın tamamına uzanan süreçte
farklı rasyonalite ağlarının bir birleşimi olarak teknik ve araçsal modernitenin
toplumsal olanı çatallandırdığı ve aynı zamanda Hakikat tartışmasını tarihsel-
leştirdiği veya “tinselleştirdiği” farklı şekillerde ifade edilegelmiştir. Zaten Kant
sonrası Alman İdealizmin en önemli temsilcilerinin, sırasıyla Herder, Schiller,
Hegel veya Marx’ın politik, sosyal ve estetik soruşturmaları öncelikle özgürlük
ve Hakikat soruları bağlamında geliştirilen benzer felsefi tavırlar olarak ortaya
çıkar.12 Şayet modern akıl teknik, araçsal ve faydacı bir toplumsallık anlayışını
önceliyorsa, buna karşılık demokratik etik-yaşam fikrinin oluşturulması önce-
likle felsefi ve politik bir gereklilik olarak kendini gösterecektir. Baumann’ın
ifade ettiği üzere “demokratik imgelem Batı dünyasında mutlak Hakikatin
parçalanması, tarihselleştirilmesi ve çoğullaştırılması üzerine kurulu bir proje
olarak ilerleyecektir.”13 Nitekim 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki büyük
cihan harbi ve totaliter rejimlerin önlenemez yükselişi, 1945 sonrası “Hakikat”
ideasının yeniden tartışılmasında önemli bir faktör olacaktır. Bu açıdan çağdaş
politika felsefesinin Hakikat kavramını ele alırken üç temel eksen üzerinden
hareket ettiğini söylemek mümkün gözüküyor. Bu açıdan Rorty’nin politika
ve felsefi araştırmaları her üç ekseni de kesmesi bakımında dikkat çekici bir
12 Bu konuda ayrıntılı bir tartışma için bkz. Friedrick C. Beiser, Aydınlanma, Devrim ve Roman-
tizm, çev. Aslı Önal, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2018).
13 Zygmunt Baumann, Siyaset Arayışı, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Metis Yayınları, 2000),
s. 126.
14 Richard Rorty, Achieving Our Country: Leftist Thought in Twentieth-Century America (Camb-
ridge, Mass.: Harvard University Press, 1999), s. 134.
15 Richard Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, s. 119.
16 Charles Taylor, Seküler Çağ, çev. Dost Körpe, 3. Baskı, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2019), s. 202.
17 Bu tezin en yetkin örneği için bkz. Friedrich von Hayek, Kölelik Yolu, çev. Turhan Feyzioğlu,
Yıldıray Arsan ve Atilla Yayla, 6. Baskı, (Ankara: Liberte Yayınları, 2015).
unsurları olarak tarif etmesi ve felsefi olarak bu birlikteliğe metafizik bir te-
mellendirme veya dil-dışı bir Hakikat iddiası aramaması bu aşamada özellikle
altı çizilmesi gereken adımlar olarak anlaşılmalıdır. Postmodern felsefenin ve
demokratik politikanın bir sentezi olarak değil, sadece ortak bir zemin arayışı
bağlamında düşünülen bu girişim Rorty’nin Lyotord ve Habermas arasında
kurmayı umduğu bir neo-pragmatist politika söyleminin de ilk şeklini ortaya
çıkarmaya çalışmaktadır.18
Wendy Brown’un Neoliberalizmin Harabelerinde: Batı’da Antidemokratik
Siyasetin Yükselişi adlı çalışmasında vurguladığı gibi, liberalizmin son on yıl-
lara damgasını vuran muhafazakâr-otoriter türevleri ve hakikat-dışına yönelik
bilinçli hamleleri, sosyalizm kavramını ortadan kaldırmak ve hafızalardan
silmek adına öncelikle demokratik imgelem ve kamusal ortaklık fikrine saldır-
mayı tercih etmiştir.19 Beraber eyleyen ve örgütlenen yurttaşların toplumda bir
karmaşaya ve kargaşaya neden olacağı, piyasanın üretkenliğini düşüreceği ve
bireyselleşmenin-otonominin önüne geçeceği iddialarının arkasında her türlü
demokratik eylem fikrine güçlü bir itiraz yükselir.20 Bu itirazın politik bir so-
nucu olarak hakikat-sonrası politik söylemler, bireyin mümkün olduğunca özel
alana itilmesi gerekliliğini özellikle vurgular. Elbette bahsi geçen bu neoliberal
ideolojik hegemonyayı farklı açılardan sosyalist rejimlerde demokratik itiraz
ve sivil toplum fikrinin tamamıyla ortadan kaldırılmasıyla beraber düşünmek
gerektiğini hatırlamalıyız. 20. yüzyılın neredeyse bütün sosyalist tecrübelerini
mutlak Hakikat düşüncesine sarılmak konusunda bir yarış içindeydiler. Öte
yandan, sanki Max Weber’in bir yüzyıl önceki önsezilerini doğrularmışçasına
“büyüsünü kaybeden modern dünyanın” bir büyük demir kafese dönüşmesi,
Hakikat sorusunun bir tikellik veya yokluk sorununa da indirgenmesine yol
açmıştır.21 John Keane’in de belirteceği üzere “sivil toplumu ve demokratik
toplumsallık fikrini bütünüyle ortadan kaldıran otoriter sosyalist rejimlerin,
neoliberalizmin hegemonyasına felsefi açıdan geniş bir alan açtıkları” ayrıca
18 Richard Rorty, “Habermas and Lyotard on postmodernity,” Essays on Heidegger and others:
Philosophical papers 2 (Cambridge: Cambridge University Press, 1991), s. 164-176.
19 Wendy Brown, Neoliberalizmin Harabelerinde: Batı’da Antidemokratik Siyasetin Yükselişi, çev.
Bülent Doğan (İstanbul: Metis Yayınları, 2021), s. 53.
20 Tam da sekiz yıl önce bu zamanlarda bütün ülkeyi harekete geçiren Gezi Parkı eylemlerinin
karşısında dile getirilen saikleri tam da bu bağlam içinde düşünebiliriz. Benzer bir okuma
için bkz. Yücel Göktürk ve Sıla Tanilli, “Alain Badiou’yla Gezi, ‘Hadise’ ve ‘Yeni Komünizm’
Üzerine Söyleşi”, 1+1 Forum, 30.05.2020.
21 Heidegger’in Varlık ve Zaman’ını böylesi bir bağlam içerisinde okumak olanaklı gözükmektedir.
Bu konuyla ilgili tartışma için bkz. Martin Heidegger, Being and Time, çev. Edward Robinson
(San Francisco: Harper & Row Publishers,1962), s. 36-55.
22 John Keane, Demokrasi ve Sivil Toplum: Avrupa Sosyalizminin Açmazları, Toplumsal ve Siyasal
İktidarın Denetlenmesi Sorunu ve Demokrasi Beklentileri Üzerine, çev. Necmi Erdoğan (İstanbul:
Ayrıntı Yayınları, 1994), s. 51.
23 G.W.F. Hegel, Tinin Görüngübilimi, çev. Aziz Yardımlı, 5. Baskı, (İstanbul: İdea Yayınları,
2019), s. 80. Ayrıca bkz. Richard Rorty, “Globalization, the Politics of Identity and Social
Hope”, Philosophy and Social Hope içinde, s. 229-239.
24 Charles Taylor, Modernliğin Sıkıntıları, çev. Uğur Canbilen, 2. Baskı, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
2011), s. 98.
25 Nancy Fraser, “Social Justice in the Age of Identity Politics: Redistribution, Recognition, and
Participation” Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange içinde, ed.
Nancy Fraser & Axel Honneth (Londra: Verso, 2003), s. 31.
bir konuma yerleştiriyor.26 Rorty’nin de sınıf siyasetine geri dönüş olarak ad-
landırdığı bu kavrayış, tamamıyla kimlik ve cemaat tasvirleri üzerine kurulu
politika anlayışlarını açıkça reddeder.27 İlk bakışta teorik ve felsefi bir tartışma
gibi gözüken bu önceliğin, aslında pratiğin alanına nüfuz eden ve hatta orada
olgunlaşan kamusal bir kavrayışın ürünü olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Öyleyse, “demokratik imgelem” fikrinin hangi tür müşterekler, ortaklıklar ve
beraberlikler üzerine yükseleceği, “çoklu-hakikat” kavrayışının böylesi bir
politik kuruluş için neden gerekli olacağı, sınıf siyasetinin demokratik politika
felsefesine nasıl yeniden eklemleneceği ve son olarak yeni toplumsal öznel-
liklerin bu dönüşüme ilişkin konumları tartışmamızın felsefi omurgasını da
oluşturuyor.28 Meselenin asıl olarak düğümlendiği nokta, “Hakikatin zayıfla-
tılması” projesinin öncelikle bir praksis tartışması olduğunu yadsımamaktan
geçmektedir. Richard Bersntein de işaret edeceği üzere, postmodern felsefenin
kendini konumlandırdığı nokta, en azından Derrida ve Rorty için, hakikat
tartışmasının tamamıyla görmezden gelinmesi değil, Platon-Kant geleneğinin
modern dünyadaki izdüşümlerini eleştirisinde aranabilir.29
Farklı bir açıdan bakıldığında, bu kritik tartışma, Axel Honneth’in belirttiği
gibi, “demokratik cumhuriyetçilikten sosyalist bir demokrasiye geçişi de işaret
etmektedir.” Öyleyse, Rorty’nin “postmodern burjuva liberalizmi”30 içerisinde
gördüğü bu imkânları genişleterek ve Hakikat fikrinin zayıflatılmasına katkıda
bulunarak “postmodern demokratik sosyalizm” olarak tanımlanabilecek neo-
pragmatist bir yaklaşımı politika felsefesi içinde gündeme getirebiliriz. Bu
paradigmanın Arendt, Kuhn, Foucault, Derrida, Laclau ve Habermas gibi farklı
kaynaklardan beslenmesi ve hakikatlerin çoğulluğu kavramını gündeminden
düşürmemesi belki de bu yazı bağlamında altı çizilmesi gereken en önemli
nokta olarak öne sürülebilir. Özgürlük fikrinin sadece özel alana veya ahlâka
sıkıştırılmasına itiraz eden postmodern demokratik sosyalizm, kamusallık
anlayışını toplumsal pratiklerin dönüşümündeki “demokratik imgelem” içinde
kurmayı hedefler. O zaman açıktır ki, 21. yüzyılda devrim üzerine yeniden
26 Bu izlek üzerine kapsamlı bir söyleşi için bkz. Volkan Çıdam, Kurtul Gülenç, Özgür Emrah
Gürel ve Zeynep Savaşçın, “Gelenek ile Gelecek Arasında Eleştirel Teori”, Cogito, Sayı: 100,
2020, s. 10-41.
27 Richard Rorty, “Back to Class Politics”, Philosophy and Social Hope içinde, s. 255-261.
28 Son dönemde bu ilişkileri gündeme getiren kapsamlı bir okuma için bkz. Axel Honneth, Sos-
yalizm Fikri: Bir Güncelleme Denemesi, çev. Cem Şentürk, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2016).
29 Richard J. Bernstein, The New Constellations: The Ethical-Political Horizons of Modernity/
Postmodernity (Cambridge, Mass.: The MIT Press, 1992), s. 43.
30 Rorty’nin bu kavramı açtığı kısa bir yazısı için bkz. Richard Rorty, “Postmodernist bourgeois
liberalism”, Objevtivity, Relativism and Truth içinde, s. 197-202.
III
Şimdi, tartışmamızın ikinci aşamasında “çoklu-hakikatler” kavramı açısından
yurttaşlık, dayanışma ve kamusallık temalarının demokratik bir yaşam-formu-
nun oluşturulmasındaki vazgeçilmez öneminden bahsedebiliriz. Demokrasi ve
yurttaşlık arasındaki bağın kamusal yaşamın etrafında örülmesi, kamu fikrinin
hem politik hem de toplumsal olarak ciddiye alınmasıyla yakından ilişkilidir.
Richard Sennett’in ünlü çalışması Kamusal İnsanın Çöküşü’nde gösterdiği
üzere, modern toplumlar kamusal yaşamın erozyona uğratıldığı, yurttaşlık
fikrinin ise askıya alındığı farklı dönemlere işaret ediyor.33 Öyleyse, kamu-
31 Ernst Bloch, Umut İlkesi, Cilt: 1, çev. Tanıl Bora, 3. Baskı, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2013),
s. 338-339.
32 Bu konuda yetkin bir tartışma için bkz. Richard Bernstein, “Rorty’s Inspirational Liberalism,”
Richard Rorty içinde, der. Charles Guignon ve David R. Hiley (Cambridge: Cambridge University
Press, 2003), s. 124-138.
33 Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, çev. Serpil Durak ve Abdullah Yılmaz, 3. Baskı
(İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010), s. 334.
34 Hannah Arendt, Devrim Üzerine, çev. Onur Eylül Kara, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2012),
s. 80-83.
35 Bu konudaki dikkat çekici çalışması için bkz. Richard Rorty, “Justice as a larger loyalty,” Phi-
losophy As Cultural Politics: Philosophical Papers, Volume 4 (Cambridge: Cambridge University
Press, 2007), s. 51.
36 Jürgen Habermas, The Philosophical Discourse of Modernity: Twelve Lectures, çev. Frederick
G. Lawrence, 11. Baskı, (Cambridge, Mass.: The MIT Press, 2000), s. 345.
37 Richard Rorty, “Toward a Postmetaphysical Culture,” Take Care of Freedom and Truth Will Take
Care of Itself: Interviews with Richard Rorty içinde, der. Eduardo Mendieta (Stanford: Stanford
University Press, 2006), s. 52.
38 Bu konuda yetkin bir tartışma için bkz. Richard Rorty, “Universality and Truth,” Rorty and
His Critics, der. Robert B. Brandom (Oxford: Blackwell Publishers, 2000), s. 1-30.
okuyucu kitlesine sahip olan Alain Touraine’in Modernliğin Eleştirisi adlı ünlü
çalışmasındaki uyarısı da Rorty’nin gözlemlerini doğrular niteliktedir: “Mo-
dernliğin bunalımı, toplum ya bir pazar gibi işlediğinde ya da kendisini ancak
bir tarihsel kimlikle tanımladığından dolayı her türlü akılcılaştırma ilkesinden
ayrıldığı ve aktörlerin kültürel, cemaatçi ya da bireysel olanın dışında hiçbir
göndermesi kalmadığı zaman miadını doldurur.”39
IV
Artık, üçüncü ve son uğrak noktamız olan “demokratik imgelem” ve çoğulculuk
arasındaki ilişkiye daha yakından bakabiliriz. Demokratik siyaset kuramcısı
William Connolly’in yakın dönem çalışmalarında ısrarla vurguladığı üzere
“postmodern demokratik bir politika fikrinin fark düşüncesine ve çoğulluk
idealine karşı kendini konumlandırması hayal edilemez.”40 Aksi düşünüldü-
ğünde ortaya aşırı dayanışmacı (solidarist) ve organik (korporatist rejimlerde
görülen) dünya görüşlerinin, eş deyişle, “milletin devletiyle bütünleştiği” hiç
parçalanmamış bir siyasal rejim anlayışının ortaya çıkabileceğini görmek
şaşırtıcı olmayacaktır. Connolly, Vattimo ve Rorty gibi düşünürleri bu post-
modern eksende bir araya getiren en önemli argüman, modernliğin değişen
toplumsal ve politik tarihselliğinin felsefe üzerindeki kurucu etkisini başarıyla
gözlemlemiş olmalarında yatıyor. Her üç düşünürün Derrida’nın metafizik
eleştirisine yaslanan okumaları, modernitenin felsefi söyleminin postmodern
bir uğrakta yeniden kurulurken, aşkınsal ve teleolojik argümanlarını geride
bırakması üzerine kuruludur.41 Korporatist, totaliter veya otoriter-popülist
rejimlerde benzer örneklerine rastladığımız katı modernist tutumun savun-
duğu türden bir mutlak Hakikat anlayışı sadece demokratik imgeleme zarar
vermekle kalmayacak, her türlü fark düşüncesine olan tahammülsüzlüğüne
de açık bir şekilde ifşa edecektir. Bu açıdan modernitenin seküler politika
anlayışı da, Rorty açısından, fazlasıyla metafizik ve anti-demokratik öğelere
sahiptir.42 Şayet demokratik tartışmanın farklı kamusal alanlarda artarak ço-
39 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, 11. Baskı (İstanbul: Yapı
Kredi Kültür Yayınları, 2018), s. 228.
40 William E. Connolly, Political Theory & Modernity, (Ithaca, New York: Cornell University Press,
1993), s. 3.
41 Bu tartışmanın yetkin bir örneği için bkz. Weakening Philosophy: Essays in Honour of Gianni
Vattimo, der. Santiago Zabala (Montreal: McGill–Quenn’s University Press, 2007).
42 Bu konuda son dönemde yazılmış ve postmodern siyaset felsefesini eleştiren alternatif bir
görüş için bkz. Haldun Gülalp, “Eşit ve Özgür Vatandaşlık Projesi Olarak Laiklik,” cogito: 102,
s. 144-166.
V
Rorty’nin “demokratik imgelemi” ve “post-metafizik kültür” anlayışını Hegelci
hermeneutik bir betimleme (Bildung) süreci içerisinde yorumlama girişimi ve
bu çabanın bir sonucu olarak adlandırabileceğimiz “hakikatlerin çoğulluğu”
tezi, Aydınlanma geleneği içerisinde yaklaşık iki yüzyıllık bir tarihsel serüvenin
birbirini tamamlayan iki patikası olarak anlaşılmalıdır.46 Rorty’nin politika fel-
sefesi ne solidarist-cemaatçi (communitarian) bir cumhuriyetçilik anlatısına47
ne de kültüralist yada çok-kültürcü bir etik-yaşam fikrine48 yaslanmaktadır.
Kültürel ve sınıfsal çoğulluğun cumhuriyetin katmanlı kamusallıkları içeri-
sinde yönetilebileceğini öneren Rorty’nin “demokratik imgelem” tartışması,
çoğulluğu reddeden bir halkçılığın aksine, yukarıda ana hatlarıyla tanımlama-
ya çalıştığımız postmodern bir politika teorisinin mutlak Hakikat anlayışına
dayanmayan etik bir savunusunu yapmayı hedefler.49 Rorty’nin en temelde
Deweyci pragmatist gelenek içinde yürüttüğü bu tartışma, Türkiye’nin mo-
dernleşme serüveninin üst-anlatısına ufuk açıcı bir eleştirel katkı olarak kabul
edilebileceği gibi, son 20 yılda tamamıyla yolundan sapmış gözüken cumhu-
riyet fikrinin kurucu önemine ilişkin bir hatırlatma olarak da yorumlanabilir.
Bu kurucu cumhuriyet anlayışının kentli bir yurttaş fikrini, demokratik
tartışma ve eleştirel düşünme biçimlerini ve farklılıklara hoşgörüyle yaklaşabi-
46 Rorty’nin “hermeneutik Hegelciliği” ve Bildung kavramını kullanımı için bkz. Richard Rorty,
Philosophy and the Mirrpr of Nature (Princeton: Princeton University Press, 1979), s. 357-394.
Karşılaştırmalı okumalar için bkz. Axel Honneth, Das Recht Der Freiheit: Grundriss einer demok-
ratischen Sittlichkeit, (Berlin: Suhrkamp, 2011); Tanıl Bora, Hasan Âli Yücel, (İstanbul: İletişim
Yayınları, 2021); Özgür Emrah Gürel, “Habermas’ın Hukuk Felsefesinde Anayasa ve Devrim
İlişkisi: Mahcup Bir Hegelci Olarak Demokratik Cumhuriyeti savunmak mı?” Alacakaranlıkta
Hegel’i Düşünmek: Eleştiri, Özgürlük, Toplumsal Ontoloji, der. Kurtul Gülenç ve Özgür Emrah
Gürel (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2021), s. 179-221.
47 Solidarist-cumhuriyetçi bir politika felsefesinin ayrıntılı bir savunusu için bkz. Charles Tay-
lor, Benliğin Kaynakları: Modern Kimliğin İnşası, çev. Selma Aygül Baş ve Bilal Baş, 2. Basım
(İstanbul: Küre Yayınları 2018). İlgili tartışmanın Türkiye bağlamındaki en yetkin analizi
için bkz. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, haz. Mustafa Koç, Ziya Gökalp: Kitaplar 1 içinde
(İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007), s. 165-233.
48 Kültüralist tez için bkz. Will Kymlicka, Multicultural Citizenship (Oxford: Oxford University
Press, 1996) ve Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi: Makaleler 4, haz. Mümtaz’er Türköne ve
Tuncay Önder, 15. Baskı, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2005).
49 Modernleşme kuramlarına yaklaşımları açısından Rorty’nin Türk modernleşmesinin tarihsel
analizini Habermas’ın sosyal ve eleştirel felsefesiyle beraber düşünmek bu çalışmanın kapsam
alanını aşmaktadır. Şimdilik böyle bir okumanın farklı yorum imkânlarını açabileceğini not
etmekle yetinelim. Demokratik kamusallığın ayrıntılı bir incelemesi için ayrıca bkz. Richard
Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, s. 77-110; Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal
Dönüşünü, çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar, 4. Baskı, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002) ve
Jürgen Habermas, Between Facts and Norms: Contributions a Discourse Theory of Law and
Democracy, çev. William Rehg, 3. Baskı, (Cambridge, Mass.: The MIT Press, 1999).
50 Ernesto Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, çev. Ertuğrul Başer (İstanbul: Birikim
Yayınları, 2000), Gianni Vattimo & Santiago Zabala, Hermeneutik Komünizm: Heidegger’den
Marx’a, çev. Erhan Kuçlu (İstanbul: Monokl Yayınları, 2019) ve Axel Honneth, Sosyalizm Fikri:
Bir Güncelleme Fikri, çev. Cem Şentürk (İstanbul: İletişim Yayınları, 2016).
Savaş. Bolca savaş. İçeride ve dışarıda. Kültür savaşları, bilim savaşları, te-
rörizme karşı savaş. Yoksulluğa karşı savaş, yoksullara karşı savaş. Cehalete
karşı savaş, cehaletten doğan savaşlar. Sorum basit: Bizler, bilim insanları,
entelektüeller de savaşta olmalı mıyız? Yıkıntı sahalarına yenilerini eklemek
gibi bir vazifemiz var mı sahiden? Beşeri bilimlerin görevi gerçekten, yıkıma
bir de yapısökümü, ikonakırıcılığa ikonakırıcılık eklemek midir? Eleştirel ruha
ne oldu böyle? Sıfırı tüketti mi yoksa?
Açıkçası endişem, eleştirinin hedefine doğru şeyleri koymuyor olabileceği-
dir. Zamanın metaforik atmosferi içinde kalarak ifade etmek gerekirse, askeri
uzmanlar stratejik doktrinlerini, acil eylem planlarını, toplarının, bombala-
rının, füzelerinin boyutunu, doğrultusunu ve teknolojisini durmadan gözden
geçirirken, bizim, yalnızca bizim bu tür gözden geçirmelerden neden muaf ka-
labildiğimizi merak ediyorum. Akademide kendimizi yeni tehditler, tehlikelere
karşı ve hedeflere yönelik hazırlamakta onlar kadar hızlı davranamadığımızı
düşünüyorum. Etrafındaki her şey değişirken durmadan aynı el kol hareketleri-
ni yapan mekanik oyuncaklara benzemiyor muyuz biraz? Genç çocuklara –evet
acemi askerlere, genç subaylara– artık mümkün olmayan savaşlarda çoktan
* “Why Has Critique Run out of Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern”, Critical
Inquiry, S. 30, 2004, s. 225-248.
** Graham Harman’a. Bu metin, 7 Nisan 2003’te, Stanford Üniversitesi Beşeri Bilimler Merkezi’nde
yapılan rektörlük dersi için hazırlanmıştır. Bütün dönem boyunca metinde geçen konulara
dair fikir teatisinde bulunduğum Harvard Üniversitesi Bilim Çalışmaları doktora öğrencilerine
içten teşekkürlerimle.
1 Avangarda ve genel olarak eleştiriye ne olduğuna dair bkz. Iconoclash: Beyond the Image Wars
in Science, Religion, and Art, ed. Bruno Latour ve Peter Weibel (Cambridge, Mass., 2002). Bu
makalede büyük ölçüde, imaj savaşlarının ötesindeki ihtimaller araştırılır.
2 “Environmental Word Games”, New York Times, 15 Mart 2003, s. A16. Luntz oldukça başarılı
olmuş gibidir, sonrasında Wall Street Journal’da okuduğum bir başyazıdan:
Daha iyi bir yol var [işletmeleri kısıtlayan bir yasa geçirmekten], bu da değerler için dövüşmeye
devam etmektir. Sera gazlarının dünyanın ılımlı küresel ısınma dalgasına neden olduğuna, dair
bilim alanında bir konsensus bulunmadığı gibi, bu ısınmanın faydadan çok zarar getireceğine
veya bu ısınmayı engellemek için elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine dair hiçbir bilimsel kanıt
bulunmamaktadır.
Cumhuriyetçiler, sera gazlarının kontrol altına alınmasını kabullenirse, ekonomiye zarar ve-
recek düzenlemeleri onaylamaları da an meselesi olacaktır. İlkesel davranıp kamuyu eğitmeye
çalışmak da her zaman bir yoldur. [“A Republican Kyoto,” Wall Street Journal, 8 Nisan 2003,
s. A14.]
3 Brownlash: Paul ve Anne Ehrlich’in türettiği, bilimsel verilerin çevre sorunlarının vahametini
azaltmak amacıyla kötüye kullanılması veya yanlış aktarılması olgusu için kullanılan terim
(ed. n.)
4 Paul R. ve Anne H. Ehrlich, Betrayal of Science and Reason: How Anti-Environmental Rhetoric
Threatens Our Future (Washington,D.C., 1997), s. 1.
düşmanı” dediği, Stanley Fish gibi mümtaz bir şahsiyet, fizik kanunlarını beyz-
bol kurallarıyla kıyaslayarak bilim çalışmalarını, benim alanımı savunduğuna
kani olduğunda eleştirinin başına ne gelmiş olur?8 Apollo programının Ay’a
iniş yaptığını reddetmek üzerine kurulu koca bir endüstri varken eleştirinin
başına ne gelmiş olur? İleri Savunma Araştırma Projeleri Ajansı (DARPA),
Bütünsel Enformasyon Farkındalığı projesi için Baconcu Scientia est potentia
sloganını kullandığında eleştiriye ne olur? Bunu Foucault’da bir yerlerde de
okumamış mıydım ben? Bilgi-tire-iktidar’a Ulusal Güvenlik Teşkilatı tarafından
mı el koyulmuştur artık? Hapishanenin Doğuşu Bay Ridge’in başucu kitabı mı
oldu yoksa? (Şekil 1)
(Şekil 1)
8 Bkz. Lindsay Waters, Enemy of Promises (yakında); ayrıca bkz. Nick Paumgarten, “Dept. of
Super Slo-Mo: No Flag on the Play,” The New Yorker, 20 Ocak 2003, s. 32.
oluşan bir tablo çizmekten hoşlanıyor olsa da, ilk şüphe anı ile ardından gelen,
alttaki derin karanlıktan çıkan nedensel açıklamalar çarkından oluşan açıklama
yapısında tedirgin edici bir benzerlik görüyorum ben. Peki ya, çareyi otoma-
tik olarak iktidarda, toplumda, söylemde bulan açıklamaların kullanışlılığı
vadesini doldurmuş, bunlar çürüyüp en safdil türden eleştirileri besleyecek
noktaya gelmişse?9 Belki de komplo teorilerini fazla ciddiye alıyorumdur
ama o tepkisel şüphelerden, aşırı titiz kanıt taleplerinden ve toplumsal düşler
ülkesinden gelen güçlü açıklamaların serbestçe kullanımından oluşan çılgın
karışımların içinde toplumsal eleştirinin silahlarının pek çoğunu tespit etmek
beni endişelendiriyor. Şüphesiz komplo teorileri, bizim kendi argümanları-
mızın absürtlük derecesinde çarpıtılmış halleridir ama sınırdan geçirilirken
hatların karışmasıyla yanlış tarafın eline geçen silahlar olarak, yine de bizim
silahlarımızdır hepsi. Bütün çarpıtmalara rağmen, çeliğine kakılmış alameti-
farikamız kolayca seçilir: Eleştiri Diyarı Mamûlüdür.
Neden endişelendiğimi görüyorsunuz, değil mi? Tehditler o kadar değişti
ki, biz bütün cephaneliğimizi doğuya ya da batıya yöneltirken düşman belki
de bambaşka bir istikamette hareket etti. Ne de olsa, esas sorumuz değişip
kendimizi maket bıçağı ve kirli bombalarla donanmış militanlara karşı nasıl
koruyacağımız şeklini aldığında, yığınla atom bombası bir avuç çöpten faz-
lası olmaz, değil mi? Aynısı bizim yapısöküm nötron bombalarından, söylem
analizi füzelerinden oluşan eleştirel cephaneliğimizin başına neden gelmesin
ki? Belki de eleştiri de bilgisayarlar gibi küçülmüştür. Büyük çabalarla elde
edilen, devasa odaları dolduran, Nietzsche ve Benjamin gibi insanlara hayli
zahmete ve paraya mal olan şeylerin, şimdi bedavaya elde edilebiliyor olma-
sı hep ilgimi çekmiştir, tıpkı kocaman salonları dolduran, büyük miktarda
elektrik ve ısı sarf eden 1950’lerin süper bilgisayarlarının şimdi sudan ucuza
ve tırnağımdan küçük boyutlarda erişilebilir olması gibi. Yeni bir Hollywood
filminin afişinde ilan edildiği üzere, “Herkes şüpheli... Herkesin bir fiyatı var...
Ve hiçbir şey göründüğü gibi değil.”
Sana ne oluyor, diyebilirsiniz. Orta yaş krizinde miyim yoksa? Ne yazık
ki orta yaşı geçeli epey oldu. Eleştirinin popülerleştirilmesine karşı soylu bir
garez mi yoksa bu? Eleştiri dediğin, elitlere mahsus, dağ tırmanışı ya da yat
9 Popülerleştirilmiş versiyonları kadar ciddi versiyonlarının da kusuru, toplumu muhtemel
bir sonuç olarak değil de halihazırda var olan bir neden olarak ele almaktır. Gabriel Tarde’ın
Durkheim’ı eleştirdiği yer de her zaman buydu. Muhtemelen eleştirinin güçsüzleştirilmesinden
sorumlu olan toplumsal ve toplum kavramlarının kendisidir. Şurada göstermeye çalışmıştım:
Latour, “Gabriel Tarde and the End of the Social”, The Social in Question: New Bearings in
History and the Social Sciences, ed. Patrick Joyce (Londra, 2002), s. 117–132.
yarışı gibi zor ve çetin bir şey olarak mı kalmalı, herkes üç otuz paraya ya-
pabiliyorsa çekilen zahmete değmeyecek bir şey mi yoksa? Eleştirinin halka
inmesinde ne kötülük var? Doğallaştırılmış olgulara kanan safdil yığınlardan
bu kadar yakınmışken, aynı yığınları şimdi, nasıl söyleyeyim, safdil eleştirellik-
lerinden dolayı itibarsızlaştırmak pek adilmiş gibi durmuyor. Yoksa devrimin
kendi evlatlarını yemesi gibi radikalizmin balatayı sıyırmasının bir örneği mi
bu? Eleştiri virüsünün laboratuvarlarının sınırlarından çıkmasına müsaade
etmiş, şimdi de zararlı etkilerini kısıtlamak için elinden hiçbir şey gelmeyen
çılgın bilim insanları gibi davrandık da, eleştiri şimdi mutasyon geçirip içinde
tutulduğu kaplar da dahil olmak üzere her şeyi çiğneyip tükürüyor mu yoksa?
Kapitalizmin kendisini imha etmeye koyulan her şeyi dönüştürmeye yönelik
ünlü gücüne bir başka örnek mi bu da? Luc Boltanski ve Eve Chiapello’nun söy-
lediği üzere, kapitalizmin yeni ruhu, kendisini imha etmeyi amaçlayan sanatsal
eleştiriyi kendi lehine çevirebilmişti.10 Kalın kafalı ve ahlakçı, ağzı purolu gerici
burjuvazi kendini serbest salınan agnostik bir boheme çevirmişse, kanaatleri,
sermayeyi, ağları gezegenin bir ucundan öteki ucuna hiçbir bağ olmadan taşı-
yorsa, yapısökümün, toplumsal inşanın, söylem analizinin, postmodernizmin,
postolojinin en gelişkin araçlarını soğurma yetisinden neden yoksun olsun ki?
Böyle konuştuğuma bakmayın, istikametimi değiştirmeye, gerici olmaya,
nedamet getirmeye ya da bir daha konstrüktivistlik yapmayacağıma yemin
etmeye falan çalışıyor değilim. Her rütbeli iyi askerin belirli aralıklarla yapa-
cağı şeyi yapmak istiyorum sadece: Karşısına çıkan yeni tehditler arasındaki
bağlantıları, bunlara karşı koymak için elindeki teçhizatı ve talimleri gözden
geçirmek ve gerektiği takdirde bütün alet edevatı en baştan yeniden düzenle-
mek. Bu, ne bizim ne de subayın yanılmış olduğu anlamına gelir, sadece, tarih
hızla değişmektedir ve mevcut dönemin zorlukları karşısına eski dönemin
teçhizatıyla çıkmaktan daha büyük bir entelektüel suç düşünülemez. Ne olursa
olsun, bizim eleştirel teçhizatımız da en az Pentagon bütçesi kadar eleştirel
titizliği hak eder.
Benim iddiam eleştirel ruhun belli bir biçiminin bizi yanlış düşmanlarla
savaşmaya cesaretlendiren, en kötüsü de asli hedefinin tanımındaki ufak bir
hatadan dolayı yanlış insanlar tarafından dost görünmemize neden olan yanlış
yola sevk ettiği yönünde. Mesele olgulardan uzaklaşmak değil onlara yakın-
laşmak, ampirisizmle mücadele etmek değil bilakis ampirisizmi yenilemek
olmuştur hep.
10 Bkz. Luc Boltanski ve Eve Chiapello, Le Nouvel Esprit du capitalisme (Paris, 1999).
Eleştirel akıl eğer kendini yenilemek ve oyuna tekrar katılmak istiyorsa onu
–William James gibi konuşacak olursak– inatçı realist tavırda bulacağımızı iddia
edeceğim, ama benim tabirimle olgu meselelerini [matters of fact] değil endişe
meselelerini [matters of concern], yani endişeye yol açan meseleleri ele alan bir
realizmde. Ben de dahil olmak üzere hepimizin yaptığı hata, olgu meselelerini
eleştirmenin tek etkin yolunun onlardan uzaklaşmak ve dikkati onları mümkün
kılan koşullara doğru yöneltmek olduğuna inanmaktı. Olgu meselelerinin ne
olduğunu fazlasıyla eleştirel olmayan şekilde kabullenmemiz sonucunu doğurdu
bu da. Immanuel Kant’ın felsefesinden miras kalan talihsiz bir çözüme fazlaca
sadık kalmış olduk. Eleştiri, bütün ağrısına kaşıntısına rağmen yeterince eleş-
tirel olmamıştı. Gerçekliği tayin eden olgu meseleleri değildir. Olgu meseleleri,
deneyimlediğimiz yegâne şey değildir. Olgu meseleleri, endişe meselelerinin
son derece kısmi ve iddia edeceğim üzere son derece tartışmalı, son derece
siyasal çıktılarından, şeylerin durumu diyebileceğimiz şeyin bir altkümesinden
başka bir şey değildir. Eleştirel akıl sahiplerinin önüne bir sonraki görev olarak
koyacağım şey işte bu ikinci ampirisizm, realist tavra bu geri dönüştür.
Argümanın nereye gittiğine işaret etmek adına, Aydınlanma’nın pek çok
inancı, iktidarı, yanılsamayı çürütmek için oldukça güçlü bir betimleyici araç
olan olgu meselelerinin tasarrufundan fayda sağlamış olsa da, olgu meseleleri
aynı çürütme gücü tarafından haklandığında sudan çıkmış balığa dönmüş oldu-
ğunu gösterme amacındayım. Bir baktık ki Aydınlanma’nın ışıkları yavaş yavaş
sönmekte ve kampüslerimizin üstüne bir tür karanlık çökmekte. Sorum şu: Bu
sefer endişe meselelerini ele alan ve Donna Haraway’in diyeceği gibi, çürütmekte
değil de korumak ve kollamakta anlam bulan başka bir güçlü betimleyici araç
tasarlayabilir miyiz? Eleştirel dürtünün ethosunu olgu meselelerinden gerçeklik
çıkarmak değil onlara gerçeklik eklemek üzere dönüştürmemizin bir yolu var
mı? Bir başka deyişle, yapısöküm ile konstrüktivizm arasındaki fark nedir?
“Şimdiye kadar pek de ümit vaat ediyormuş gibi durmuyor ve siz, Mösyö
Latour, daha nazik başka eleştirmenler, o zamana kadar olgu meselelerine ve
bilimin kendisine en azından saygı gösterirken hayatını bunları çürüterek geçi-
ren siz, bu vaatte bulunacak son kişi değil misiniz?” diyerek itiraz edebilirsiniz.
“İstediğiniz kadar elinizi yıkayıp işin içinden çıkmaya çalışın, eleştiri kurdunun
kara postu her zaman açık edecektir sizi; yapısökümcü dişlerinizi nice masum
laboratuvarımıza –aman pardon kuzumuza!–11 geçirerek keskinleştirmediniz
11 Yazar burada lamb [kuzu] ile lab [laboratuvar] kelimeleri arasındaki ses benzerliğinden ya-
rarlanarak kelime oyununa başvuruyor. (ç. n.)
mi ki size inanalım?” İşte, bakın esas sorun da bu: Bilim ve teknolojinin, sa-
natın, dinin, yakın zamanda da hukukun nesnelerine saygı uyandırmak için,
hatta bazı insanlara göre onları fazlaca eleştirel olmayan biçimde yücelttiğim
bir düzine kitap yazdım, her seferinde de onların toplumsal olarak açıklanma-
sının tümüyle mantıksız olacağını gösterdim ama okurun aklında kalan tek
ses, kurt dişlerinin çatırtısı olmuş. Sorunu çözmenin, olgu-dilinden değil de
endişe-meselesi-dilinden yazmanın gerçekten hiç imkânı yok mu?12
Bütün filozofların bildiği üzere Martin Heidegger, şey [thing/ das Ding]
kelimesinin kadim etimolojisi üstüne çokça kafa yormuştur. Rusça da dahil
olmak üzere bütün Avrupa dillerinde şey için kullanılan kelimeler ile yargı
organı benzeri meclislere karşılık gelen kelimeler arasında güçlü bir bağlantı
olduğunu artık biliyoruz. İzlandalılar Althing denilen dünyanın en eski parla-
mentosuna sahip oldukları için böbürlenirken, pek çok İskandinav ülkesinde
Ding ya da Thing adı verilen meclis alanlarını hâlâ ziyaret edebilirsiniz. Orada
bir yerlerde var olanı, şüphesiz ki bütün çekişmelerin, dilin dışında duran şeyi
adlandırmak için kullandığımız bu alelade kelimenini atalarımızın pazarlığa
oturduğu, çekişmelerini karara bağlamaya çalıştığı en eski mahalleri adlandır-
mak için kullandığımız en eski kelimeyle aynı olması harikulade değil mi?13
Bir şey bir anlamıyla orada bir yerlerdeki bir nesneyken, başka bir anlamda
tam da oranın içindeki bir mesele, daha doğrusu bir toplaşmadır. Daha önce
kullandığım kavramı biraz daha açmam gerekirse, şey hem olgu meselelerine
hem de endişe meselelerine işaret eder.
Bu etimolojiyi uzun uzadıya geliştirmiş olsa da Heidegger’in girdiği yolun
bu olmadığını söylememe gerek yok. Aksine bütün yazılarında bir tarafta nes-
neler, Gegenstand ile diğer tarafta kutlu Şey arasında olabildiğince keskin bir
ayrıma gitmeyi amaçlamıştır. El yapımı bir testi bir şey olabilirken, endüstriyel
olarak imal edilen bir kola kutusu ancak bir nesne olabilir. İkincisi bilim ve
teknolojinin boş ustalığına teslim edilmişken, ancak sanatın, zanaatkârlığın
ve şiirin saygıdeğer lehçeleri içinde korunup beslenmiş olan ilki, zengin bağ-
lantılarını geliştirip bir araya toplayabilir.14 Kant üzerine olan kitabında kati
surette olmak üzere, bu çatallaşmanın üstünde pek çok kez durmuştur.
12 Büyük romancı Richard Powers’ın başarısı da burada yatar, hikâyeleri bana kalırsa, bu yeni
“realizm”e yönelik özenli ve ustaca soruşturmalardır. Özellikle bu makaleyle alakalı olarak
bkz. Richard Powers, Plowing the Dark (New York, 2000).
13 Olağanüstü bir Fransız Roma hukuku uzmanının malumatlı çalışması için bkz. Yan Thomas,
“Res, chose et patrimoine (note sur le rapport sujet-objet en droit romain)”, Archives de philo-
sophie du droit 25 (1980), s. 413–426.
14 Bkz. Graham Harman, Tool-Being: Heidegger and the Metaphysics of Objects (Chicago, 2002).
15 Martin Heidegger, What Is a Thing? çev.W. B. Barton, Jr., ve Vera Deutsch (Chicago, 1967), s. 95.
16 Fleck, bilim çalışmalarının kurucusu olsa da çalışması etkisini gelecekte gösterecektir çünkü
Thomas Kuhn tarafından son derece yanlış kavranmıştır; bkz. Thomas Kuhn, Önsöz Ludwik
Fleck, Genesis and Development of a Scientific Fact (1935; Chicago, 1979), s. vii–xi.
17 Bkz. Ian Hacking, The Social Construction of What? (Cambridge, Mass., 1999), özellikle de son
bölümü.
fazla etraflı ele almış olması değil, Gegenstand ve Şey arasında, ancak en
kaba önyargılarla haklı çıkarılabilecek bir ikiliğin izini sürmesidir.
Seneler önce, bilim tarihine çok daha yakın ama bu sefer de eleştiriye olabil-
diğince uzak olan başka bir Fransız filozof, Michel Serres, bilimin nesnelerini
ciddi bir antropolojik ve ontolojik usulle ele almanın ne anlama gelebileceği
üstüne kafa yormuştu. Bir filozofun, hem tarihsel hem de ilgi çekici olan
bilimsel bir nesneye yakınlaştığı her seferinde felsefesinin değişmesi, realist
tutuma dair tayinlerin bir çırpıda, basmakalıp veya sıkıcı nesnelerle uğraşan
sözümona realist bilim felsefesinden tamamıyla farklı ve daha zorlayıcı bir hal
alması ilginç bir noktadır. 2003’ün başında Serres’in Statues kitabında Chal-
lenger faciası üstüne yazdıklarını okurken bir başka mekik, Columbia benim
için bir nesnenin şeye dönüşmesinin trajik bir örneği olarak önüme çıkmıştı.18
Eksiksiz bir ustalıkla yapılmış, kusursuz biçimde kavranmış, medyanın
basbayağı unuttuğu, kanıksanmış bu olgu cihetinden roketin bir anda binlerce
insanın yağmurda çamurda kurtarma yapmaya, hukuki bilimsel tahkikatta
kullanılmak üzere devasa bir salonda bir araya getirmeye çalıştığı, ABD’nin
üstüne düşen bir enkaz yığınına dönüşmesine başka ne diyebilirsiniz ki? Nesne
burada bir çırpıda bir şey haline dönüşmüş, bir olgu büyük bir endişe meselesi
olarak görülmeye başlanmıştır. Eğer şey, Heidegger’in dediği gibi bir toplanma
ise, onun bir anda dağılmasına tanıklık etmek de bir o kadar çarpıcıdır. Eğer
“şeyin şeylemesi”, “yeryüzü ve gökyüzünden, tanrılar ve ölümlülerden oluşan
dörtlüyü kendiliğinden birleşmiş dörtlünün tekliği içinde”19 birbirine bağla-
yan bir toplaşma ise, bu yapım ve bozuma binlerce katmanını kat kat açan
bu felaketten daha iyi bir örnek olur mu? Başkanınız talihsiz felaketzedelerin
arkasından yaptığı konuşmada “Columbia’nın mürettebatı Dünya’ya sağ sa-
lim dönemedi ama selametle evlerine dönmüş olmaları için dua edebiliriz”20
demişken bunu nasıl normal bir teknoloji kazası olarak görebiliriz? Sanki
mekikler uzayda değil de cennette hareket ediyormuş gibi.
Bu konuşma C-Span 1’de yayınlanıyordu, tam aynı anda, Şubat 2003’ün
başlarında, C-Span 2 ekranlarında bir başka olağanüstü paralel olay vardı. Bu
sefer bir Şey –büyük Ş ile– tek bir karar, tek bir nesne, tek bir kuvvet tasarımı
18 Bkz. Michel Serres, Statues: Le Second Livre des fondations (Paris, 1987). Serres’in hiçbir zaman
eleştirel olmaması üzerine, bkz. Serres&Latour, Conversations on Science, Culture, and Time,
çev. Roxanne Lapidus (Ann Arbor, Mich., 1995).
19 Heidegger, “The Thing,” Poetry, Language, Thought, trans. Albert Hofstadter (New York, 1971),
s. 178.
20 “Bush Talking More about Religion: Faith to Solve the Nation’s Problems”, CNN internet sitesi,
18 Şubat 2003, www.cnn.com/2003/ALLPOLITICS/02/18/bush.faith/
Yeniden İnşa Projesi’nde pek çok insanı İkiz Kuleler’in yerine yapılacak pro-
jenin muhtelif varyasyonu için angaje eden uzun kuyrukları, kızgın mesajları,
ateşli e-postaları, devasa agoraları, uzun başyazıları görmek dokunaklı değil
miydi örneğin? Mimar Daniel Libeskind’in karar alınmadan birkaç gün evvel
söylediği üzere, inşa etmek artık hiç eskisi gibi olmayacaktır.
Gazeteyi açıp daha önce bahsettiğim küresel ısınma örneğinden, menopoz-
da hormon tedavisine, Tim Lenoir’ın çalışmalarına, Linda Fedigan ve Shirley
Strum’un primatlar hakkında yaptıkları araştırmalara ya da dostum Steven
Glickman’ın sırtlanlarına varana kadar tekrar birer şey haline gelmiş bir dizi
nesne sıralayabilirim.21
Nesneler sadece yakın zamanlarda açık biçimde şeyleşmediği gibi, bu top-
laşmalar da yalnızca şimdiki döneme has değildir. Bilim tarihçileri gün be
gün –Mario Biagioli’nin Galileo’sundan, Steven Shapin’in Boyle’una, Simon
Schaffer’ın Newton’una ve Peter Galison’un en son başyapıtında anlattığı Eins-
tein ile Poincaré arasındaki inanılmaz derecedeki girift bağlara kadar– geçmiş
olgu meselelerinin her bir unsurunu gözden geçirerek, hiçbir zaman şu veya bu
bakımdan modern olmadığımızı idrak etmemize yardımcı oluyorlar.22 Şüphe-
siz başka örnekler de verilebilir ama benim için mühim olan nokta, tarihçiler,
filozoflar, hümanistler ve eleştirmenlerin modern ile modern öncesi arasındaki
farkın izini sürmesine olanak sunan şeyin, yani çeşitli olgu meselelerinin apan-
sız ve bir bakıma mucizevi bir şekilde zuhur edişinin şimdi olgu meselelerinin
hayli karmaşık, tarih içinde konumlanmış, son derece çeşitli endişe meseleleri
halini alışıyla birlikte artık şüphe uyandırıcı olmasıdır. Kupalarla, testilerle,
kayalarla, kuğularla, kedilerle, keçelerle yapabileceğiniz şeyi Bern’deki saatlerin
elektriksel eşgüdümünü gerçekleştiren Einstein’ın Patent Bürosu için yapamaz-
sınız. Bir araya toplaşmış şeyler nesneler gibi kafanıza atılamaz.
Ancak bunun yeterli olmadığını çok iyi biliyorum çünkü ne yaparsak yapa-
lım, bilimsel nesneleri auralarına, taçlarına, çağrışım ağlarına tekrar bağlamaya
çalıştığımızda, kendi toplaşmalarına geri dönmeleri için onlara eşlik ettiğimiz-
de, görünüşe bakılırsa gerçeklik iddialarını güçlendirmek bir yana zayıflatırız.
Biliyorum, biliyorum dünyada bizden iyi niyetlisi yoktur, isteğimiz bilimsel
nesnelere gerçeklik katmak ancak, kaçınılmaz olarak, bir tür trajik ayartmay-
21 Serres, şeyler ile nesneler arasında kalan bu aracı evre için—ki kelimeler ile dünyalar arasındaki
bayatlamış ilişkiden daha ilgi çekici bir felsefi sorudur—nesne-benzeri kelimesini önerir. Bilim
insanlarının hayvanlar için geliştirdikleri yeni bakış açısı ve bunun yarattığı tartışmalar için bkz.
Primate Encounters: Models of Science, Gender, and Society, ed. Shirley Strum ve Linda Fedigan
(Chicago, 2000), ve Vinciane Despret, Quand le loup habitera avec l’agneau (Paris, 2002).
22 Bkz. Peter Galison, Einstein’s Clocks, Poincare’s Maps: Empires of Time (New York, 2003).
la her daim ondan biraz bir şeyler koparıyormuşuz gibi duruyor. Eğimli bir
masaya tabakları dizen beceriksiz bir garson gibi, üstüne koyduğumuz her
güzel yemek kayıp yere yapışıyor. Endişe meselelerinin açık biçimde daha ağsı,
daha “şeye benzer” niteliklerini gün yüzüne çıkarırken aynı inatçılığı, aynı katı
realizmi bulmuyor oluşumuzun nedeni nedir? Realistlerin, iştahlarının ancak
olgu meselelerince doyurulabileceği, endişe meselelerinin yeni mutfak [nouvelle
cuisine] gibi olduğu –bakması güzel ama doymak bilmez iştahlar için uygun
olmadığı– yönündeki iddialarına karşı koymamamız nedendir?
Bunun bir sebebi şüphesiz sosyal bilimlerin çoğu dalında nesnelere atanan
konumdur, gülünçlük derecesinde faydasız bir konumdur ki bu, bilimle, tek-
nolojiyle, dinle, hukukla ya da edebiyatla uğraşırken azıcık da olsa kullanılsa,
nesnelliğe –yani “şeye benzerliğe”– dair herhangi ciddi bir mülahazayı mutlak
surette imkânsız kılar. Niye peki? Müsaadenizle eleştirel manzarayı en alelade
ve rutin haliyle tasvir etmeye çalışayım.23
Güncel eleştirel sahanın tahminen yüzde 90’ını nesneyi yalnızca iki ko-
numa sabitleyen bir dizi diyagramı takip ederek özetleyebiliriz, ben bunlara
olgu konumu ile masal konumu diyorum. Bu ikisi arasında, burada üstünde
durmayacağım etimolojik bir ilişki de var.24 Masal konumu, eleştirelliği anti-
fetişizmle ilişkilendiren pek çok sosyal bilimci tarafından iyi bilinir ve tekrar
tekrar kullanılır. Eleştirmenin buradaki rolü, naif inançlıların nesneye yaptık-
ları şeyin basitçe, kendi başına hiçbir etkisi olmayan maddi bir varlığa kendi
isteklerini yansıtmak olduğunu kanıtlamaktır. Kendi dar görüşlü kahinliklerini
ateş püskürerek “ağızları olup konuşmayan, kulakları olup duymayan” putlara
yöneltmiş olsalar da, bu kehaneti naif inançlıların oldukça şiddetli biçimde
sarıldıkları inanç nesnelerinin kendisini –tanrıları, modayı, şiiri, sporu, arzuları
ve diğer pek çok şeyi– yerin dibine batırmak için kullanırlar.25 Böylece bir tek
kendisi farkında ve tetikle olan, asla uykuya dalmayan gözüpek eleştirmenimiz,
bu düzmece nesneleri toplumun, tahakkümün, herhangi bir şeyin iktidarının
üzerine yansıdığı boş, beyaz perdelerden başka bir şey olmayan fetişlere çevirir.
Naif inanç sahibi ilk çalımı yemiş olur (Şekil 2).
23 Burada, ikonakırıcı jeste dair yaptığım çok daha geniş soruşturmanın bazı sonuçlarını özetli-
yorum. Latour,We Have Never Been Modern, çev. Catherine Porter (Cambridge, Mass., 1993)
[Biz Hiç Modern Olmadık, çev. İnci Malak Uysal (Norgunk, İstanbul, 2008)] ile Pandora’s Hope:
Essays on the Reality of Science Studies (Cambridge, Mass., 1999) ve tabii ki “Iconoclash”.
24 İng. fact [olgu], fairy [masal] (ç. n.).
25 Bkz. William Pietz, “The Problem of the Fetish, I,” Res 9 (Bahar 1985): 5–17, “The Problem of
the Fetish, II: The Origin of the Fetish” Res 13 (Bahar 1987): 23–45, ve “The Problem of the
Fetish, IIIa: Bosman’s Guinea and the Enlightenment Theory of Fetishism”, Res 16 (Güz 1988):
105–123.
Bekleyin bir çalım daha geliyor, hem de bu sefer olgu kutbundan. Bu sefer
hazırlıksız yakalanan, davranışları su götürmez olgu meselelerinin güçlü etkile-
ri tarafından “açıklanan” zavallının ta kendisidir: “Siz sıradan fetişistler özgür
olduğunuza inanıyorsunuz ama aslında üstünüzdeki kuvvetlerin etkisinin
bilincinde değilsiniz. Baksana şunlara, bak da gör Allah’ın basiretsiz ahmağı”
(sosyal bilimciler hangi gözde olgularla çalışmaktan keyif alıyorsa onları ek-
leyebiliriz buraya: Ekonomik altyapı, söylem sahaları, toplumsal tahakküm,
ırk, sınıf ya da toplumsal cinsiyet olabilir, belki aralara biraz da nörobiyoloji,
evrimsel psikoloji falan serpilir – kökenlerinin, nasıl imal edildiklerinin, gelişim
tarzlarının tetkik edilmeden kalması şartıyla) (Şekil 3).
Eleştirel akla sahip olmanın neden bu kadar iyi hissettirdiğini görüyor-
sunuz, değil mi? Bu kadar muğlak bir pharmakon olan eleştiri, nasıl oldu
da bu denli kuvvetli öfori hapı oluverdi? Ne de olsa, hep haklısın! Naif ina-
nanlar, nesnelerine kuvvetle sarılıp yaptıkları şeylerin sebebinin tanrıları,
şiirleri, üzerine titredikleri nesneleri olduğunu iddia ettiklerinde, bütün bu
bağları bir yığın fetişe çevirebilir, bunların, sizden başka kimsenin göre-
(Şekil 4)
cesaretini kırmış olması o kadar şaşırtıcı mı? Eleştiri Zeus’u mutlak olarak
hükmeder şüphesiz ama aslında bir çöldür hükmettiği.
Okurlar olarak hiçbirimizin, üstüne titrediğimiz nesnelerimize böyle mua-
mele edilmesini görmek istemeyeceği açıktır. İster şiirle, ister robotlarla, kök
hücrelerle, kara deliklerle ya da empresyonizmle uğraşıyor, ister vatansever,
devrimci, isterse avukat olalım, ister Tanrı’ya niyaz ediyor isterse de umudu-
muzu nörobilime bağlamış olalım, nesnelerimizin toplumsal bakımdan açıkla-
nacağının fikri bile korkuyla irkilmemize yeter. Bilimi endişe meseleleri olarak
resmetmeye çalışanlarımız için ikna konusunda bu kadar başarısız olmamızın
sebebi de budur kanımca; okurlar, önceki olgu meselelerine uyguladığımız
muameleyi sosyolojinin, kültürel çalışmaların, vb. ellerinde gadre uğramış
nesnelerin kaderiyle karıştırır. Doğrusu, onları da suçlayamam. Sosyal bilim-
cilerin en gözde nesnelere yaptıkları o kadar korkunçtur ki, yakınımızdan bile
geçmelerini istemeyiz. “Lütfen” diye feryat ederiz, “onlara dokunmayın bari!
Açıklamaya çalışmayın!” Ya da daha kibarca şöyle önerilerde bulunuruz: “Niye
koridorun sonundaki şu departmana gitmiyorsunuz? Açıklama getirecekleri
berbat nesneler var onlarda; niye onları değil de bizimkileri açıklıyorsunuz?”
Saygı, muteberlik, inatçılık, dayanıklılık istediğimiz zaman, çok iyi bilinen
bütün marazlarına rağmen hepimizin olgu meseleleri diline sadık kalıyor
oluşumuzun nedeni de budur.
Tek yol bu değildir, nesnelerin, benim eleştirel barbarlık diyeceğim şeyin
elinde gördüğü bu zalim muameleyi tersine çevirmek çok da zor değildir çünkü.
Eleştirel barbar bu kadar güçlü görünüyorsa, çizdiğim iki mekanizmanın hiçbir
zaman tek bir diyagramda bir araya getirilmemiş olmasındandır (Şekil 5).
Antifetişistler inanmadıkları nesneleri, insanların üretme ve yansıtma kuvvet-
lerini göstererek alaşağı eder; sonra da nedensel ya da mekanist açıklamalara
başvurmak için, hiçbir bağlantı kurmadan inandıkları nesneleri işe koşar ve
tasvip etmedikleri insanların bilinç kapasitelerini alaşağı ederler. Her ne kadar
biz kıymetlilerimizi o alçak tefecilerin eline bırakmayacak olsak da, eleştirinin
sürüp gitmesini sağlayan bütün numara, olgu konumundaki ve masal konu-
mundaki iki sıra nesne arasında bir köprü kurulmamış olmasıdır. Bu yüzden
hiçbir çelişki hissetmeden aynı anda şu üç konumda birden bulunabilirsiniz:
(1) inanmadığınız her şeyin –çoğu zaman dinin, popüler kültürün, siyasetin,
vb.– antifetişisti; (2) inandığınız bütün bilimlerin –sosyoloji, ekonomi, komplo
teorisi, genetik, evrimsel biyoloji, semiyotik, tercih ettiğiniz alanı siz söyleyin–
nedamet getirmeyen pozitivisti; (3) üstüne titrediğiniz her şeyin sağlıklı gürbüz
realisti –bu elbette eleştiri de olabilir, resim de, kuş gözlemi, Shakespeare,
babunlar, proteinler ya da başka bir şey de.
Eleştiri sahasına dair çizdiğim kısmen kasvetli resimle abarttığımı düşünü-
yorsanız bunun sebebi, şimdiye kadar bu üç çelişkili repertuvarın –antifetişizm,
26 Çarpıcı bir örnek için bkz. Jean-Jacques Kupiec ve Pierre Sonigo, Ni Dieu ni ge`ne: Pour une
autre the´orie de l’he´re´dite´ (Paris, 2000); ayrıca bkz. Evelyn Fox-Keller, The Century of the
Gene (Cambridge, Mass., 2000).
27 Yakın zamanda bu argümanı en zor varlıklardan ikisi için kullanmaya çalıştım, Hıristiyan
ilahiyatı (Latour, Jubiler ou les tourments de la parole religieuse [Paris, 2002]) ve hukuk (Latour,
La Fabrique du droit: Une Ethnographie du Conseil d’E´tat [Paris, 2002]).
28 Karlsruhe, Almanya’daki ”Iconoclash” sergisi, maskara haline gelmiş tahribatı telafi etmek
için yapılan gecikmiş bir ritüel niteliğindeydi.
mez. Parçalamak zorunda olduğumuz şey yalnızca sosyal teori olsaydı oldukça
kolay bir iş olurdu bu; bu büyük bütünlüklerin, tıpkı Sovyet imparatorluğu
gibi görünmeyen zaafları bulunur. Buradaki esas zorluk çok daha eski bir
felsefenin üstüne inşa edildikleri gerçeğinde yatar, bu yüzden ne zaman olgu
meselelerinin yerine endişe meselelerini koymaya kalksak, bir şey elimizden
kayıp gidiyor gibidir. Danaidlerin mitik fıçısını doldurmaya benzer bu iş, ne
kadar koyarsak koyalım realizm seviyesi asla artmaz. Sızdıran yerleri kapat-
madığımız müddetçe realist tavır her zaman bölünmüşlüğünü koruyacak; olgu
meseleleri en iyi yerleri kaparken, endişe meseleleri zengin ama özünde boş ve
yersiz bir tarihle sınırlı kalacaktır. Daha fazlası hep daha az gibi görünecektir
göze. Bu makaleyi kısa tutmak istiyordum ama bu çatallaşmanın üstesinden
gelmek için birkaç sayfaya daha ihtiyacım olacak.
Alfred North Whitehead’in ünlü sözünü hatırlayalım, “Metafiziğe başvur-
mak baruthanede kibrit çakmak gibidir. Bütün meydanı havaya uçurur.”29
Silah sistemleri, patlamalar, ikonakırıcılık ve meydanlardan o kadar çok bah-
settim ki bunu kafamdan atamıyorum. Olgu meselelerinin üstesinden gelmeye
çalışan bütün modern felsefeciler arasında Whitehead, eleştiri yolunu seçmek
ve dikkatini olgulardan uzaklaştırıp Kant’ın yaptığı gibi onları mümkün kılan
koşullara yöneltmek; Husserl’in yaptığı gibi olguların kuru kemikleri üstü-
ne bir şeyler eklemek; Heidegger’in elinden geldiğince yaptığı gibi onların
hâkimiyetini, Gestell’ini [çerçeve] kader olmaktan çıkarmak yerine, onlara
yaklaşmaya, daha doğrusu yeni ve saygılı bir realist tavrı zorunlu kılan gerçek-
liğe olguların içinden bakmaya çalışan yegâne kişidir. Whitehead, kelimenin
her anlamıyla, eleştirellikten yana kimseden altta kalmaz, başkasına yönelik
tek kışkırtmanın hedefinde bir başka W.’nin, kanımca hatalı bir biçimde 20.
yüzyılın en büyük filozofu olarak görülen kişinin –hayır, Bush’un W.’si değil
tabii ki bahsettiğim– Wittgenstein’ın olması da son derece gülünçtür.
Isabelle Stengers’in Whitehead’in felsefesi üstüne kaleme aldığı önemli
kitapta yakın zamanda gösterdiği üzere, Whitehead’i başkalarından tamamen
ayıran ve tam bizim yolumuza çıkaran şey, olgu meselelerini deneyimde verili
şeylerin oldukça zayıf tercümeleri olarak, “Nedir?” sorusunu “Nasıl biliriz?”
sorusuyla karman çorman eden şey olarak görmesidir.30 Şimdilerde onun
29 Alfred North Whitehead, The Concept of Nature (Cambridge, 1920), s. 29 [Doğa Kavramı, çev.
Sercan Çalcı ve Songül Köse (Alfa, İstanbul, 2017]; bundan sonra CN kısaltması kullanılacak.
30 Isabelle Stengers, Penser avec Whitehead: Une Libre et sauvage cre´ation de concepts (Paris,
2002), kitap Whitehead’in bilime yaklaşımı kadar Tanrı teorisini de ciddi biçimde ele almak
için büyük bir olanak açar.
31 Oldukça ender ve karmaşık deneyim çıktılarını temsil eden bu olgu meselelerini etkili biçimde
berraklaştıran pek çok yazar vardır; bu tarihin etkileyici kesitleri için bkz. Christian Licoppe,
bir o kadar sağlam olabilir.35 Kolektifi bir yanda duran sağlam olgu mesele-
leri ve diğer yandaki olmasa da olur kalabalıklar arasında bölmek bütünüyle
hatalıdır. Arkhimedes, “Bana sabit bir nokta verin, Dünya’yı yerinden oyna-
tayım” dediğinde bütün bir geleneğin sesi olmuştu, ben de çıkıp “Bana bir
endişe meselesi verin, size onu yerinde tutmak için toplaşmak zorunda olan
bütün yeryüzü ve gökyüzü kuvvetlerini göstereyim” desem daha az prestijli
ama bir o kadar saygıdeğer başka bir geleneğin mi sesi olmuş olurum? Bana
göre realist dağarcığı yalnızca ilki için elde tutmak anlamsızdır. Eleştirmen,
alaşağı eden değil toplayandır. Eleştirmen, naif inanç sahiplerinin ayağının
altındaki halıyı çekmez, iştirakçilere toplaşabilecekleri meydanlar sunar.
Eleştirmen, Goya’nın sarhoş ikonakırıcısı gibi antifetişizm ile pozitivizm
arasında gelişigüzel salınıp durmaz, onun için eğer bir şey inşa edilmişse o
şey kırılgandır ve bakıma, ihtimama ihtiyacı vardır. Bu argümanın özüne
inebilmek için konstrüktivist olmanın anlamını da yeniden değerlendirmemiz
gerektiğinin farkındayım ama eleştirinin istikametine dair yeterince konuş-
tum: toplaşmadan, Şey’den öteye değil, toplaşmaya, Şey’e doğru.36 Mersin’e
değil tersine de denebilir.37
Yeni bir güzergâh belirlemeye çalıştığımız takdirde karşımıza çıkacak pra-
tik sorun, eleştirellik kelimesini bir dizi yeni, olumlu metaforla, jestle, tavırla,
refleksle, düşünce adetiyle bir araya getirmektir. Bir başka eleştiri tanımını
da, en alışılmadık kaynaklardan birinden, Alan Turing’in düşünen makineler
üstüne yazdığı orijinal makaleden çıkaracağım.38 İyi de bir sebebim var bunun
için: biçimciliğe dair özgün bir makaledir, antifetişist bir klişeyi kullanmamız
gerekirse, zamanımızın ikonlarından biri olan bilgisayarın kaynağı buradadır
ve makaleyi okursanız göreceksiniz, o kadar süslü, o kadar kitsch’tir, hayret
verici miktarda metaforu, varlığı, hipotezi, kinayeyi bir araya getirir ki, bugün
35 Peter Weibel’le küratörlüğünü yaptığım Karlsruhe’deki yeni serginin önünde duran zorluk da
bu. 2004 yılında gerçekleşmesi beklenen serginin geçici başlığı “Making Things Public” [Şeyleri
Kamusallaştırmak. “Iconoclash”ta yalnızca işaret edilen şey, yani imaj savaşları bu sergide
detaylandırılacak.
36 Bu makale başka bir makalenin eşlikçisi niteliğinde: “The Promises of Constructivism,” içinde
Chasing Technoscience: Matrix for Materiality, ed. Don Ihde & Evan Selinger (Bloomington,
Ind., 2003), s. 27–46.
37 Thomas Zengotita’nın“Common Ground: Finding OurWay Back to the Enlightenment”, Harper’s
306 (Ocak 2003): 35–45, bütün endişelerini paylaşsam da, atılacak adımın istikametini geleceğe
dönüş şeklinde çizmekle tamamıyla yanılmaktadır; “doğal” tavra dönüş nostalji alametidir.
38 Bkz. A.M. Turing, “Computing Machinery and Intelligence,” Mind 59 (Ekim 1950): 433–60;
bundan sonra “CM” kısaltması kullanılacak. Ayrıca bkz. Powers’ın bu makaleyi Galatea 2.2 (New
York, 1995)’deki ele alışı; kelimenin en zengin anlamıyla eleştiri budur. Makalenin bağlamı
için bkz. Andrew Hodges, Alan Turing: The Enigma (New York, 1983).
herhangi bir dergi tarafından kabul edilmesinin imkânı yoktur. Social Text bile,
yine başka bir şaka girişimi olduğunu düşünüp anında reddederdi bu maka-
leyi! “Aman” derlerdi “sütten ağzımız yanmış zaten.” Müslüman kadınlardan,
çocukların cezalandırılmasından, duyu ötesi algılardan bahsettikten sonra
şunu ortaya koyan bir makaleyi kim ciddiye alır: “Böyle makineler inşa etme-
ye çalışırken, çocuklarla nesli devam ettirmenin ötesine geçerek [Tanrı’nın]
ruh yaratma gücünü saygısızca gasp etmeye çalışmamalıyız. Her halükârda,
yarattığı ruhlar için konaklar sunan O’nun iradesinin vasıtalarından başka bir
şey değiliz.” (“CM,” s. 443).
Bir sürü tanrı, hep de makinelerin içinde. Bush’un Columbia mürettebatını,
dünyadaki değil ama cennetteki evlerine ulaştılar diye nasıl sitayişle andığını
hatırladınız mı? Turing de burada, bu ustalıkla yapılmış makineden, kendi
icat ettiği bilgisayardan bahsederken Tanrı’nın yaratım gücünden bahsetmek-
ten kendini alamaz. Vurgusu tam da burayadır. Bilgisayar hayret verici bir
şeydir içine koyduğunuzdan çok daha fazlasını alırsınız. Turing’in makalesi
en dramatik biçimde, bütün nesnelerin doğan şeyler olduklarını, bütün olgu
meselelerinin var olabilmek için şaşırtıcı çeşitlilikte endişe meselesine ihti-
yaç duyduğunu bir kez daha kanıtlıyor.39 Hayret verici olansa, kendi imal
ettiğimiz şeyin, eleştirinin bu tanımının nesnesi üstünde hâkimiyetimizin
olmaması.40
39 Biçimci olmayan bir biçimcilik önerisi için bkz. Brian Rotman, Ad Infinitum: The Ghost in
Turing’s Machine: Taking God out of Mathematics and Putting the Body Back In (Stanford,
Calif., 1993).
40 Turing ilk ve en iyi programcı olarak kabul edilebileceği için, makineleri girdileri ve çıktıları
üzerinden tanımlayanların şu itirafı üzerine düşünmeleri gerekir:
Makineler sıklıkla beni gafil avlarlar. Bunun büyük ölçüde sebebi, onların yapmasını beklediğim
şeyleri tayin etmek için yeterince hesaplama yapmamış olmam ya da bir hesaplaşma yapmış
olsam bile bunu aceleci, yarım yamalak biçimde, riskler alarak yapıyor olmamdır. Kendime
şöyle dediğim olur: “Buradaki voltaj şuradaki aynı olsa gerek: öyle farz edelim gitsin.” Doğal
olarak çokça haksız çıkarım ve sonuç benim için sürpriz olur çünkü deney tamamlandığında
bu varsayımlar unutulmuştur. Bu itiraflar, kusurlu metodumu açık etse de, deneyimlediğim
sürprizlere tanıklık edince güvenirliliğim üstünde hiçbir şüphe uyandırmaz. [“CM,” s. 450-51]
Bilgisayarların biçimci olmayan bir tanımı için bkz. Brian Cantwell Smith, On the Origin of
Objects (Cambridge, Mass., 1997).
başka benzetme de kritik [eleştirel]41 büyüklükten daha küçük olan atom reak-
törüyle kurulabilir; burada enjekte edilen fikir reaktöre dışarıdan giren nötrona
denk düşecektir. Her bir nötron, nihayetinde yitip gidecek olan belli bir kargaşa
yaratır. Reaktörün boyutu yeterince büyütülürse, içeri giren nötronun yaratacağı
kargaşa büyük ihtimalle sürüp gidecek ve sonunda bütün reaktör imha olacaktır.
Zihinlerimiz ve makineler için de buna denk düşen bir fenomenden bahsedebilir
miyiz? İnsan zihni için bir tane olduğunu söyleyebiliriz. Kritik altı boyuttaki
reaktörler analojisini sürdürürsek, insanların çoğunluğunun ‘kritik-altı’ durumda
olduğu söylenebilir. Böylesi bir zihne sunulan bir fikir, karşılığında ortalama
olarak birden daha az fikir doğuracaktır. Çok ufak bir kısımsa süper-kritiktir.
Bu türden bir zihne sunulan bir fikir, ikincil, üçüncül, hatta daha ileri seviyeler-
deki fikirleri içeren bütün bir ‘teorinin’ doğmasına neden olabilir. Hayvanların
zihninin de mutlak surette kritik-altı olduğu söylenebilir. Bu analojiye sadık
kalarak soracağımız soru şudur: ‘Süper-kritik olacak bir makine yapılabilir mi?’
[“CM,” s. 454]
41 İng. critical, hem eleştirel hem kritik olarak çevrilebilirken, buradaki teknik anlamıyla kritik,
bir şeyin vuku bulması için gereken eşiği ifade eder. Latour’un yapmaya çalıştığı, Turing’in
“kritik-altı” atom reaktörleri ile insan zihni arasında yaptığı analojiyi, kelimenin taşıdığı “eleş-
tirel” anlamına doğru genişletmektir (ç. n.).
Giriş
İdeoloji, bilgi ve iktidar üzerine eleştirel çalışmaların son dönemdeki siyasi
gelişmelerden nasıl etkilendiği konusunda biraz karmaşa var. Eleştirel araş-
tırma doğallaşmış, verili sayılan inançları sorgulama yeteneğiyle gurur duysa
da, eleştirisi artık alelade hale gelmiş görünüyor. Daha da kötüsü, görünüşe
bakılırsa popülist ve milliyetçi siyasetçiler –Donald Trump ve benzerleri– eleş-
tirinin temel öncüllerinden gayet memnunlar ve bunları kendi amaçları için
kullanıyorlar. Her olgunun alternatifinin bulunduğunu iddia edenler ve ikti-
dar yoluyla inşa edilmiş bilgiyi eleştirenler ideologların ta kendileri. Dünyaya
dair sahte ve manipüle edici perspektifi “anaakım” medyanın gücü dayatıyor
onlara bakarsak. Anlaşılan ideoloji eleştirisinin ta kendisi çağdaş ideolojinin
dile getiriliş biçimlerinin başlıca dayanağı haline gelmiş durumda. Peki bu
koşullarda, günümüzde eleştirel araştırmanın görevi nedir? Hakikat iddiala-
rına yönelttiği eleştiri daha radikal, hatta yapıbozucu eleştiri haline gelmeli
mi? Yoksa tam tersine geri çekilmek mi gerekiyor? Hakikat-sonrası siyaset
döneminde eleştirinin ana görevi hakikati savunmak değil mi?
Okuyacağınız makale bu karmaşaya biraz berraklık getirmeye çalışıyor.
Bana kalırsa bu sorun göründüğü kadar yeni değil. Bilginin iktidar üzerin-
den inşa edildiği şeklindeki radikal eleştiri zaten yirminci yüzyıl otoriter ve
totaliter ideolojilerinin ayrılmaz bir parçasıydı. Asıl sorun pek çok eleştirel
* “The Task of Critique in Times of Post-Truth Politics”, Review of International Studies, 46: 3,
2020, 376–394. Yazarın izniyle cogito için Türkçeye çevrilmiştir.
özselleştirici vs.), diğer yanda ise aranan ve savunulan bir bilgi (dönüşlü, tota-
liter olmayan, şiddet içermeyen, özsellikten arındıran vs.) hep vardır.4 Teori ile
ideoloji arasındaki ayrım bugün göreceleştirme ile doğallaştırma arasında bir
ayrım olarak görülse de, hakikat-sonrası denen fenomen bu ikiliğin sorunsal-
laştırılması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Bilginin tarihten, iktidardan ve
perspektiften “tamamen” bağımsız olduğu iddiası (yani bu makalede kullandı-
ğım anlamıyla “doğallaştırma”) en az karşıtı kadar, yani bilginin “salt” tarihin,
iktidarın ve perspektifin ürünü olduğu iddiası (“göreceleştirme”) kadar akla
uzaktır.5 Hakiki bilgi asla “salt” nesnel” ya da “sadece” öznel değildir, daima
aynı anda ikisidir.
Doğallaştırma/göreceleştirme ikiliğinin eleştirisi salt akademik ve teorik
bir uğraş değildir. Pratik ve politik açıdan zorunludur. En başta Bruno Latour
gibi önde gelen bazı teorisyenler mevcut hakim eleştiri stratejilerinde bir sorun
olduğunu daha çok erken dönemde kabul etmiştir. Eleştiri “sıfırı tüketmiştir”,
der Latour önemli bir makalesinde, çünkü göreceleştirici olgularda suçortağıdır
ve bu yüzden de iklim değişikliği ya da evrim gibi olgulara yönelik siyaseten
zehirli şüphecilikle yüzleşmeyi başaramaz.6 Ne var ki, Latour sadece hakim
ideoloji anlayışı salt doğallaştırma problemine odaklandığı ölçüde haklıdır.
Latour’un ve eleştirel bilgi teorilerinde suç bulan başka pek çok gözlemcinin
aksine ben eleştirinin krizden sorumlu olmadığını ileri sürüyorum. Hakikat-
sonrası siyaset ile yirminci yüzyılın daha önceki ideolojileri arasında derin ve
rahatsız edici benzerlikler vardır. Bu daha önceki ideolojiler gibi hakikat-son-
rası söylemi de göreceleştirme ile doğallaştırmayı birleştirir. Sadece hakikati
4 Bu durum örneğin şurada gayet açıktır: Steve Smith, “Singing our world into existence: Inter-
national Relations theory and September 11”, International Studies Quarterly, 48:3 (2004), s.
499–515.
5 Doğallaştırma pek çok eleştirel teorinin, özellikle de feminist ve post-kolonyal teorilerin
kullandığı bir terimdir – “(gerçekte) tarihsel olarak üretilen şeyi” doğal görmek anlamına gelir.
Sanja Seth, “Postcolonial theory and the critique of International Relations”, Millennium, 40:1
(2011), s. 168. Marksist teorilerde buna tekabül eden terim, aynı zamanda konstrüktivist teor-
inin de merkezi bir kavramı olan “şeyleşme”dir. Alexander Wendt, “Anarchy is what states make
of it: The social construction of power politics”, International Organization, 46:2 (1992), s. 410.
Tam tersine, tüm bilgiyi salt tarihsel gören perspektife de yaygın olarak “göreci” denir – benim
“göreceleştirme” tabirim de buna dayanıyor. Göreceleştirme münhasıran “tarihselleştirmeye”
dayanır ve bu da Matthew Fluck’un sözleriyle “düşünümsel IR’nin doğallıktan-arındırmaya ve
bağlama oturtmaya hizmet eden en basit ama en etkili stratejilerinden biridir.” Matthew Fluck,
“Theory, “truthers”, and transparency: Reflecting on knowledge in the twenty-first century”,
Review of International Studies, 42 (2016), s. 55. “Sadece”, “tümüyle” ya da “salt” gibi tabirleri
kullanmaktaki amacım hem doğallaştırmanın, hem göreceleştirmenin aşırı ve ideolojik kara-
kterini ifade etmektir.
6 Bruno Latour, “Why has critique run out of steam? From matters of fact to matters of concern”,
Critical Inquiry, 30 (Kış 2004), s. 225–248 “Eleştiri Neden Sıfırı Tüketti?”, bu sayıda, s. 84-109
7 Robert Cox, “Social forces, states and world orders: Beyond International Relations theory”,
Millennium, 10:2 (1981), s. 126–55.
8 Max Horkheimer, “Traditional and critical theory”, Critical Theory: Selected Essays içinde,
İngilizceye çev. Matthew J. O’Connell ve diğ. (New York: Continuum, 2002), s. 188–243.
9 Beate Jahn, “One step forward, two steps back: Critical theory as the latest edition of liberal
idealism”, Millennium, 27:3 (1998), s. 616–617.
10 Nicholas Rengger ve Ben Thirkell-White, “Still critical after all these years? The past, present
and future of critical theory in International Relations”, Review of International Studies, 33:1
(2007), s. 3–24.
11 Benzer şekilde Ashley, Uluslararası İlişkiler teorisinde eleştirel kafaya sahip belli bir tür araş-
tırmanın –özgürleştirici çıkarlar doğrultusunda araştırmanın– şimdiye dek ast rolü oynadığını
öne sürmek için Habermas’ın üç “bilgi-kurucu çıkar” (Erkenntnisinteressen) arasında yaptığı
ayrımı kullanmıştır. Cox’un aksine Ashley bu özgürleştirici, eleştirel araştırma çıkarını başat
gerçekçi teorinin dışından ziyade içinde aramış, başta John Herz’in eserlerinin çeşitli veçhele-
rinde de bu eleştirel ruhu keşfetmiştir. Richard Ashley, “Political realism and human interests”,
International Studies Quarterly, 25:2 (1981), s. 204–36.
12 Cox, “Social forces, states and world orders”, s. 128.
13 Agy.
14 Agy.
15 Agy.
16 Age. s. 129.
bir duruş noktasından öteye geçen bir perspektife, yani “perspektifler üzerine
perspektife ulaşılmıştır. Eleştirel teorinin ayırt edici niteliği sadece bilginin
tarihselliğini kabul etmesi değil, aynı zamanda tarihselliğin ötesine geçerek
nesnelliğe yaklaşmasıdır. Ne var ki, Cox bu temel noktayı kabul etmekle beraber
–onu takip eden pek çok düşünürle birlikte– ideolojinin eleştirisine uygula-
mamıştır. Cox ve takipçileri sadece doğallaştırmayı eleştirmeye devam etmiş,
ama eleştirilerini göreceliliğe kadar genişletmeyi başaramamıştır. Eleştiriyi
giderek radikalleştiren, doğallaştırma/göreceleştirme ikiliğinde örtük olarak
bulunan ve giderek yükselme potansiyeline sahip bir dinamiği tetikleyen şey
bu ihmalin ta kendisidir.
Eleştirinin radikalleşmesi
Eleştirel Uluslararası İlişkiler öyle geniş ve çeşitli bir araştırma alanı haline
geldi ki gelişimi tek bir eğilime indirgenemez. Bu çeşitliliğin genel olarak
üzerinden geçmek yerine savunucularının onun tarihine dair yazdıklarına
odaklanacağım. Yukarıda bahsi geçen Review of International Studies özel
sayısının eleştirel Uluslararası İlişkilerin 25. yıldönümünü değerlendirme gi-
rişimi bu açıdan ideal bir başlangıç noktası olacak. Cox ve Asley’nin 1981’deki
makelelerinden sonraki 25 yıl boyunca Uluslararası İlişkilerde eleştirel araştır-
manın tarihi üzerine düşünmeleri katılımcılardan açıkça istenmişti.26 Tepkileri
birbirinden farklı oldu elbette. Yine de, Cox ve Asley’nin önemli bir itici güç
sağlamasına rağmen, alanın yola devam ettiği ve ilk eleştirel projeyi en azından
kısmen aştığı konusunda geniş çaplı bir fikir birliği varıldı. Peki ama alanın
ne anlamda yola devam ettiği söylenebilir? Katılımcılardan özellikler birinin,
Kimberly Hutchings’in buna verdiği cevabı ayrıntılı olarak ele alacağım.27
Cox’tan bu yana Uluslararası İlişkiler’de eleştirel düşüncenin gelişimini
analiz eden Hutchings zaman ve ilerleme kavramlarına odaklanır. Makale-
sinde bu gelişimin üç aşamasını tespit eder. Birinci aşama Hutchings’e göre
özellikle Batılı bir zaman anlayışı olan Cox ve Asley’nin zamanıdır. Cox ve
Asley’nin zaman anlayışı iki farklı mefhuma dayanıyordu: saat zamanı (za-
33 Age., s. 78.
34 Cox, “Social forces, states and world orders”, s. 128.
35 Jacques Derrida, “Différance”, Alan Bass (haz.), Margins of Philosophy içinde (Chicago: Uni-
versity of Chicago Press, 1982), s. 3–27; Jacques Derrida, Writing and Difference (Chicago:
The University of Chicago Press, 1978), Bölüm 2. (Türkçesi: Yazı ve Fark, çev. Burcu Yalım,
İstanbul: Metis, 2020)
36 Norman Geras, “The view from everywhere”, Review of International Studies, 25:1 (1999),
s. 157–63.
37 Hutchings, “Happy anniversary!”, s. 88.
38 Age., s. 89, 85.
39 Age., s. 85-8.
40 Fluck’un sözleriyle ifade edersek, “Eleştirel Uluslararası İlişkiler araştırmacılığının büyük bir
kesiminin altında yatan kabul, teorik bir nesnellik kaygısının ve pratikte nesnelliğe yönelmenin
öyle ya da böyle bünyesi gereği araçsal-olmayan siyasal pratiğe ters düştüğüdür”. Hatta, “’nesne’
mefhumunun başlı başına neredeyse tamamen olumsuz çağrışımları vardır; en iyi ihtimalle
naif görünür ama çoğu durumda toplumsal tahakkümle suç ortaklığı olarak algılanır.” Fluck,
“The best there is?”, s. 63, 62. Bu fenomenin dikkate değer örnekleri için bkz. Claudia Aradau
ve Jef Huysmans, “Assembling credibility: Knowledge, method and critique in times of “post-
truth””, Security Dialogue, 50:1 (2019), s. 44–46; Claudia Aradau ve Jef Huysmans, “Critical
methods in International Relations: The politics of techniques, devices and acts”, European
Journal of International Relations, 20:3 (2014), s. 596–619. Aradau ve Huysmans’ın eleştirel
yöntemlere getirdiği anlayışa göre eleştirel yöntemler daima mevcut dünyaları bozmaya ve
alternatiflerini kurmaya hizmet eder; fakat alternatif dünyanın daha nesnel yahut hakikate
daha yakın olduğunu ne bakımdan söyleyebileceğimiz belirsiz kalır. Ne var ki, alternatiflerin
dillendirilmesi kaçınılmaz olarak mevcut bilgimizle bağlantılıdır. İster istemez mevcut bilgiyi
aşacaktır. Bu durum örneğin “şimdinin tarihsel bakımdan daha doğru bir anlayışını kazanma-
mızı” geçmiş alternatiflerle bağlar kurarak sağlayan eleştirel tarihsel yöntemler için geçerlidir.
Richard Devetak, “ ‘The battle is all there is’: Philosophy and history in International Relations
theory”, International Relations, 31:3 (2017), s. 274.
41 Hamati-Ataya, “Reflectivity, reflexivity, reflexivism”, s. 684; Koddenbrock, “Strategies of cri-
tique in IR’”; Schmid, “The poverty of critical theory in International Relations”; Azmanova,
“Crisis?”; Fluck, “The best there is?”; Bargues-Pedreny, “Connolly and the never-ending critiques
of liberal peace”; Lohne, “As the universal breaks”.
42 Latour Bruno, “Eleştiri Neden Sıfırı Tüketti?”, bu sayıda. s. 85. vurgular özgün metindendir.
43 Age., s. 86. vurgular özgün metindendir.
44 Age., s. 87, vurgular özgün metindendir.
45 Arlie Russel Hochschild, Strangers in Their Own Land: Anger and Mourning on the American
Right (New York: The New Press, 2016); Katherine Cramer, The Politics of Resentment: Rural
Consciousness in Wisconsin and the Rise of Scott Walker (Chicago: The University of Chicago
Press, 2016).
46 Fransa örneği için bkz. Didier Eribon, Returning to Reims (Londra: Penguin Books, 2016).
İngiltere örneği için bkz. Hannah Marshall ve Alena Drieschova, “Post-truth politics in the
UK’s Brexit referendum”, New Perspectives, 26:3 (2018), s. 96–9.
47 Alison Flood, ““Post-truth” named word of the year by Oxford Dictionaries”, The Guardian (15
Kasım 2016).
48 Aktaran agy.
49 https://twitter.com/realdonaldtrump/status/265895292191248385, Erişim tarihi: 6 Aralık 2017.
kez beğenildi.50 Trump’ın tweetini ilginç kılan şey sadece onun antropojenik
iklim değişikliği gerçeğini reddetmesi değildir. Onun siyasal yükselişinden çok
önce ABD’de sağcı politikaların destekçileri zaten bunu reddediyordu. Trump’ın
tweetinde ilginç olan şey, bu bilimsel olgunun “uydurulmasının” Trump tarafın-
dan belli bir failin bencilce manevralarına bağlanmasıdır. “Çinliler” der Trump,
ABD imalat sanayisine zarar vermek ve kendi rekabet güçlerini artırmak için
iklim değişikliği kavramını uydurmuşlardır. Böylece bir olgunun varlığı belli
bir aktörün kendi çıkarlarını gözetmesiyle açıklanmış olur; arkasındaki Çin
çıkarları açığa çıkarılarak bir bilgi iddiası göreceleştirilmiştir. Elbette görece-
leştirmenin çok kaba bir biçimidir bu, ama yine de bir tür göreceleştirmedir.
Trump’ın Ocak 2017’deki göreve başlama töreni hakkındaki tartışma ha-
kikat-sonrasının başka bir ibretlik örneğidir. Bu tartışma sırasında Trump’ın
başdanışmanı Kellyanne Conway “alternatif olgular/gerçekler” tabirini ortaya
attı. Niyeti, The New York Times’ta aksi yönde fotoğraflar yayınlamış olmasına
rağmen, törene katılan “insan sayısının daha önceki tüm törenleri gölgede
bıraktığı” iddiasını savunmaktı.51 Conway bunun yalan olmadığını, sadece
gerçekliğe alternatif bir bakış açısını temsil ettiğini belirtiyordu ısrarla. Bu-
nun gerçekten o güne kadarki en büyük kalabalık olduğunu ya da aksini iddia
edenlerin yalancı olduğunu söylemiyordu. Onun yerine bu ifadenin alternatif
bir olgu olduğunu iddia ediyordu. Bir başka deyişle, ona göre bu olgunun ka-
bul edilip edilmemesi sadece insanın benimsediği bakış açısına, bu meseleyi
değerlendirirken nerede durduğuna bağlıydı. “Alternatif olgular” mefhumu
tam da olguların mümkün olduğuna genel bir inançsızlığı ima ediyor. Olgu-
ların alternatifleri varsa, o zaman artık olgu değillerdir, inanç meselesi haline
gelirler, kişinin benimsediği bakış açısına, seçtiği duruş noktasına bağlı olur-
lar. “Daima alternatif bir olgu vardır” – Conway’in ifadelerinden sızan bu bir
sinik tavır aslında ortada olgu filan olmadığı anlamına gelir. Buna göre olgu
ile yalan arasında ayrım yoktur, sadece farklı yarım-hakikatler arasında bir
ayrım vardır. “Hakikat daima görecelidir” – bu tez Conway’in söylediklerinin
derinlerinde yatan anlamı daha iyi ifade edecektir.
Trump dönemi olgusallık-sonrası siyasetin daha az bilinen bir örneği de
Mart 2017’de The New Yorker’da çıkan bir haberde görülebilir. Andrew Ma-
rantz bu haberinde Gateway Pundit adlı Amerikan Orta-Batı’sından bir sağcı
50 Agy.
51 http://edition.cnn.com/2017/01/22/politics/kellyanne-conway-alternative-facts, Erişim tarihi: 6
Aralık 2017.
52 Andrew Marantz, “Is Trump trolling the White House press corps?”, The New Yorker (20 Mart
2017).
53 Latour, “Eleştiri Neden Sıfırı Tüketti?”, bu sayıda, s. 89.
54 Sergio Sismondo, “Post-truth?”, Social Studies of Science, 47:1 (2017), s. 3–6; Steve Fuller, “Is
STS all talk and no walk?”, EASST Review, 36:1 (2017), s. 21–22. Bu kabulü çürüten çalışmalar
için bkz. Rhys Crilley ve Precious Chatterje-Doody, “Security studies in the age of “post-truth”
politics: In defence of poststructuralism”, Critical Studies on Security, 7:2 (2019), s. 166–170;
Aaron Hanlon, “Postmodernism didn’t cause Trump. It explains him”, The Washington Post
(30 Ağustos 2018).
Olgulara dayanarak haber yapmadığı açığa çıksa bile Gateway Pundit gibi
bloglara inanıyorlar, çünkü kurulu düzenin siyasetinden radikal ölçüde şüphe
duyuyor, toplumdaki konumlarını emniyetsiz buluyorlar.59 Mahut anaakım
kanallar üzerinden iletilen yerleşik olgulara aşırı şüpheyle yaklaşmak ve farklı
farklı olayları bir tür karanlık ve manipülatif bir düşmana atfeden tek bir
açıklayıcı anlatının tekrarlanması yirminci yüzyıl ideolojilerinin merkezi
özelliklerinden biri.
Doğallaştırma ile göreceleştirmenin yakından ilişkili olduğunu Arendt’ten
öğreniyoruz. Totaliter hareketler tam da sürekli hareket halinde oldukları,
daima özgül, doğallaştırılmış düşmanla mücadele ettikleri ve bu mücadeleyi
verirken dünyayı da kendi ideolojik inançlarına uyacak şekilde dönüştür-
dükleri için hareket diye adlandırılır. Bu yüzden totaliter mücadele sadece
belli düşmanlara karşı verilen bir mücadele değil, gerçekliğin kendisine karşı,
başkalarıyla paylaştığımız ve insanların çoklukları ve farklılıklarıyla görünür
oldukları alana karşı bir mücadeledir. Totaliter mücadele yoluyla bu alan iki
taraftan baskı altında bırakılır: Bir yanda düşmanın doğallaştırılması tarafın-
dan, diğer yanda doğallaştırılmış mücadelenin mantığıyla çelişen tüm olguların
göreceleştirilmesi tarafından. 1918’deki askeri yenilginin sorumlusunun Alman
ordusu olduğuna inananlar, Nazi ideolojisinin savunucuları tarafından naiflikle
suçlanıyordu: Almanya’yı içerideki solcu grupların “arkadan hançerlediğini”
bilmiyorlar mıydı? Bu göreceleştirme doğallaştırmayla yakından bağlantılı
olarak işler; hareketin kimliğiyle eleştiriden tümüyle bağışık olacak kadar ya-
kından bağlantılı bir iddialar kümesiyle özdeşleşmeyle birleşir.60 Totaliter akıl
son derece çelişkilidir, göreceleştirme ile doğallaştırmayı birleştirir, ama öte
yandan daha derin dışlanmışlık duyguları, incinmişlik ve yansıtma mekaniz-
maları da devrede olduğundan,61 bu çelişki hareket açısından sorun yaratmaz.
Çelişki hiçbir zaman gerçekten kabul edilmez. Aksine bu iki ucun –naifliğin
radikal eleştirisinin ve radikal ölçüde naif inancın– çelişkili bir biçimde bir-
leştirilmesi totaliter ideolojinin ana unsurlarından biridir.
Totaliter ideolojinin çifte karakterinin kökeninde özgül, iyi bilinen bir dü-
şünce tarzına yaslanması vardır ki aynı düşünce tarzı çağdaş hakikat-sonrası
siyasette de büyük rol oynar. Bu düşünce tarzına komplo teorisyenliği diyoruz.
Arendt’in ifadesiyle, totaliter propaganda “her kamusal, elle tutulur olaya gizli
bir anlam vermeye ve her kamusal siyasal eylemin ardından gizli bir niyetten
şüphelenmeye meyillidir”.62 Arendt’e göre ideolojik düşünce bu takıntılı, genel-
leşmiş şüphede kolayca teşhis edilebilir. İdeolojik düşünce ölçeği büyütülmüş
komplocu düşüncedir. Geçmiş, şimdi ve geleceğe “toptan bir açıklama” temin
eder – bu açıklama daima birtakım hain düşmanların gizli niyetlerine işaret
eder.63 Komplo teorisi açıklamaları toptancı olduğundan, tüm çelişkili olgular
göreceleştirilir ve gerçekliğini kaybeder. Totaliter hareketlere katılanların ve
katılmaya meyilli olanların tavırları “kolay kandırılabilme ve sinizm karışımı”
barındırır.64 Komplo teorileri üzerine günümüzdeki çalışmalar yine aynı karı-
şımı farklı bir çerçevede göstermektedir. Komplo teorisi “şüphecilik ile inancın
melezidir”.65 “İki epistemik günahı”, yani “paranoyayı” ve “naifliği” birleştirir.66
Genelleşmiş komplocu düşünceye yem olan insanların körlüğü (doğru
olabilecek ya da olmayabilecek belli komplo teorilerinden bağımsız olarak),
sadece bu iki düşünce işleminin –doğallaştırma ve göreceleştirme– şiddetli
ama kesinlikle kabul edilmeyen bir çelişki içinde olmasına bağlıdır. Bu çifte
ideolojinin sadece bir aptallık biçimi olmadığını görmek önemlidir. Zeka yok-
sunluğunun bir belirtisi olmaktan ziyade özgürlük yoksunluğunun belirtisidir.
İdeolojik inanç sahiplerinin tüm karşıt kanıtlara rağmen “toptan açıklamada”
inat etmeleri gerçekte bir deli gömleğidir. “İnsanın düşünme kapasitesinin
bünyesindeki özgürlüğün yerine, insanın dışsal bir güç tarafından zorlandığı
kadar şiddetle kendini zorlamasını sağlayabilecek bir deli gömleği mantığını”
geçirir.67 İdeolojik düşünce takıntılıdır. Belli bir mantığı –doğallaşmış mü-
cadele mantığını– şiddet kulanarak uygulama takıntısının damgasını taşır.
Şiddet görünürdeki düşmanların her türüne yöneliktir ki bunların da çoğu
masumdur ve en az tehdit oluşturanlardır. Arendt totaliter devletlerde düşman
tanımının keyfiliği karşısında şaşkına dönmüştü. Ama eninde sonunda şiddet
68 Fluck benzer şekilde komplocu düşünceyi özellikle “zorlantının” damga vurduğu modern
öznelliğin kendine has bir ifadesi olarak okur. Fluck, “Theory, “truthers”, and transparency”,
s. 73.
69 Max Horkheimer ve TheodorW. Adorno, Dialectic of Enlightenment: Philosophical Fragments,
İngilizceye çev. Edmund Jephcott (Stanford, CA: Stanford University Press, 2002). Özellikle
antisemitizm izahlarına dair bir tartışma için bkz. König, Elemente des Antisemitismus; ayrıca
bkz. Fluck, “Theory, “truthers”, and transparency”, s. 68–9.
70 Leo Löwenthal ve Norbert Guterman, Prophets of Deceit: A Study of the Techniques of the
American Agitator (Palo Alto: Pacific Books, 1970 [ilk basım 1949]).
71 Würzburg Üniversitesi’nde verdiğim bir seminerde öğrencilerden biri Trump’ın tweetlerini
analiz ederken Löwenthal’in ajitasyon kategorilerini kullandı. Hayret verecek kadar iyi sonuç
aldı.
72 Erich Fromm, Escape from Freedom (New York, NY: Avon Books, 1965 [ilk basım 1941]),
s. 276. (Türkçesi: Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Say, 2017).
73 Age.
74 Ayrıca çağdaş gözlemciler “sahte netlik” arzusu ve “olguların metalaşması” tarafından yön-
lendirilen bir toplumu, komplocu düşüncenin ve hakikat-sonrası siyasetinin yaygınlaşmasının
önşartı olarak tarif ederler. Fluck, “Theory, “truthers”, and transparency”, s. 68–73; Luca
Mavelli, “Neoliberalism as religion: Sacralization of the market and post-truth politics”, In-
ternational Political Sociology, Online First (2019), s. 13.
75 Latour, age., s. 87, 89.
76 Age., s. 89.
meyen bir bilginin varlığını baştan varsayar. İnsanın kendi perspektifi ile
başkasının perspektifini ilişkilendirebileceği aşkın bir bakış açısının varlığını
da baştan kabul eder. Yine de Cox’un “perspektifler üzerine perspektif” diye
tanımladığı bu bakış açısına erişmek, tüm düşünümsel farkındalığı geride
bırakmamızı gerektirmez.83 Perspektifler üzerine bir perspektife tam da baş-
ka perspektiflerle ciddi ve eleştirel mesai harcayarak ulaşılabilir. Böyle bir
perspektif zaman ve mekânda herhangi bir duruş noktasından tamamen ko-
puk olmadığı gibi, bu duruş noktalarından birinde tam olarak çözünmüş de
değildir. Ne tam anlamıyla nesnel, ne de salt özneldir.
kökenlerine geri dönmeyi önerir. Robin Celikates, Critique as Social Practice: Critical Theory
and Social Self-Understanding (Lanham: Rowman & Littlefield, 2018).
87 Hiç şüphesiz önemli farklar vardır. Ne var ki, ideolojik düşüncenin mantıksal sıkışıklığının “ha-
kikat-sonrası siyasetinde çoğunlukla yokmuş gibi göründüğü” şeklindeki Ari-Elmeri Yvönen’in
iddiasına katılmıyorum. Ari-Elmeri Hyvönen, “Careless speech: Conceptualizing post-truth
politics”, New Perspectives, 26:3 (2018), s. 41. Kamusal olayların arkasında açığa vurulmamış
çıkarların bulunduğundan şüphelenilmesindeki takıntı, aşırı komplocu düşünmenin mantıksal
sıkışıklığının çok net bir göstergesidir.
88 Heikki Patomäki ve Colin Wight, “After post-positivism? The promises of critical realism”,
International Studies Quarterly, 44:2 (2000), s. 215.
89 Özne-nesne ilişkilerinin sürekli dinamiğine ilişkin içgörüler önde gelen bazı eleştirel teoris-
yenlerin düşüncelerinde –hatta belki de eleştirinin ta kendisinde– temel önem taşır. Burada
Adorno’nun görüşlerini özetleyen Fluck’un sözleriyle ifade edersek, “özne ve nesne birbirini
“dolayımlar’; insan aklı nesnel koşullarca biçimlendirilir, ama aynı zamanda mevcut anlayı-
şımızın dolayımlamadığı bir şekilde anlayamayız bu nesnel koşulları”. Fluck, “The best there
is?”, s. 67. Örneğin Kant’ın saf aklın eleştirisinde ve özellikle de bütün bilginin iki kökeni olduğu
(düşünsel kategoriler ve duyusal deneyim) şeklindeki temel düşüncesinde de bu fikri görüyoruz.
Immanuel Kant, Critique of Pure Reason (Cambridge: Cambridge University Press, 1998) Ayrıca
fail-yapı problemine ve daha özelde de failler ile yapıların “karşılıklı kurucu olan ama ontolojik
bakımdan ayrı kendilikler” olduğu şeklindeki iddiaya dair Wendt’in izahında da bunu görmek
mümkündür. Alexander Wendt, “The agent-structure problem in International Relations the-
ory”, International Organization, 41:3 (1987), s. 360. “Kolektif olarak yarattığımız ve aynı anda
maruz kaldığımız değişikliklere ve sürekliliklere” içgörüyle bakmamızı sağlayan eleştirel-teorik
diyalektik düşünce mefhumunun bağrında da bu yatar. Christian Heine and Benno Teschke,
“Sleeping Beauty and the dialectical awakening: On the potential of dialectic for International
Relations”, Millennium, 25:2 (1996), s. 400. Bunun anlamı araştırma uygulamalarımızda öznel
olanı anlamak ile nesnel olana yaklaşmak arasındaki –“yaklaşmak” ile “mesafelenmek” ara-
sındaki tercihin sürekli farkında olmamız gerektiğidir. Sebastian Schindler and Tobias Wille,
“How can we criticize international practices?”, International Studies Quarterly, 63:4 (2019), s.
1014–1024. Ne var ki, özne ile nesne zorunlu olarak gerilim ya da çelişki içinde değildir. Burada
gereken tek şey çelişki ve uzlaşma arasında sürekli bir dinamiğin bulunduğunu kabul etmektir.
Düşünümsel, eleştirel düşünce yeteneği olan varlıklar olarak bizim açımızdan zorluk kendimiz
ile dünya, öznel ile nesnel arasında bir ilişki kurmakla zaman zaman uzlaşmaktadır. Bizim
özgül koşullarımıza göre bu görev ancak dünyada yalnız olmadığımız, kendimizi perspektifler
çokluğuyla karşı karşıya bulduğumuz için başarıya ulaşabilir. Bir zamanlar şöyle haykıran
da Immaniel Kant’tı: “Adeta başkalarıyla bir arada düşünüyor olmasaydık nasıl ve ne kadar
doğru düşünebilirdik… !” Immanuel Kant, “What does it mean to orient oneself in thinking”,
Kant, Religion and Rational Theology içinde, haz. ve İngilizceye çev. Allen Wood ve George di
Giovanni (Cambridge: Cambridge University Press, 1996), s. 1–18 (s. 16). Eleştiri ideolojisi bu
durumun bünyesinde bulunan potansiyeli gerçekleştirmenin belli bir yoludur.
90 Fluck, “The best there is?”, s. 67.
91 Fromm, Özgürlükten Kaçış. Bu baskılar ne kadar güçlüyse insanın toplumdaki statüsüne dair
endişesi o kadar güçlü olur. Statü endişesi ile komplocu düşüncenin yaygınlaşması arasındaki
bağlantı şurada ele alınmıştır: Richard Hofstadter, The Paranoid Style and Other Essays (Cam-
bridge: Harvard University Press, 1964), s. 82–86. Piyasa baskıları ve hakikat-sonrası arasındaki
daha genel bağlantıyı ele alan yakın tarihli katkılar için bkz. Mats Hyvönen, “As a matter of
fact: Journalism and scholarship in the post-truth era”, Michael Peters, Sharon Rider, Mats
Hyvönen ve Tina Besley (haz.), Post-Truth, Fake News: Viral Modernity & Higher Education
içinde (Singapore: Springer, 2018), s. 124–125; Mavelli, “Neoliberalism as religion’.
92 “Sesinin duyulmadığını” hissedenler adına konuşma iddiası Trump’ın söylevlerinden eksik
olmaz. Trump bugün pek çok kişinin özdeşleşiyor göründüğü bir karışımın uç örneğini verir:
pervasız egoizm ile masum kurban pozunun karışımı – Arendt’in de zamanımızın krizinin
göstergesi olan iki ana kişilik diye tanımladığı suçlu ile azizin karışımı. Hannah Arendt, The
Human Condition (Chicago: University of Chicago Press, 1958), s. 180. Kurban pozuna girmek,
gerek dünkü gerekse bugünkü faşist ideoloji biçimlerinin merkezi özelliklerinden biridir. Maik
Fielitz ve Holger Marcks, “Digital Fascism: Challenges for the Open Society in Times of Social
Media”, Berkeley Center for Right-Wing Studies Working Paper Series (16 Temmuz 2019), s. 5–8.
93 Dizginsiz rekabet toplumu muazzam miktarda çevrimiçi iletişime rağmen korku, yalnızlık ve
Sonuç
Bu makalede pek çok gözlemcinin “hakikat-sonrası siyaseti” adını verdiği
bir fenomeni netleştirmeye çalıştım. Çağdaş eleştirel düşünce açısından bu
fenomenin sonuçlarını soruşturdum. Günümüzde eleştiriyi münhasıran dü-
şünümsellikle, yani tarihsellik bilinci ve bilginin inşa edilmiş karakteriyle
ilişkilendirme yönünde yaygın bir eğilim var – eleştirel Uluslararası İlişkiler
de bunun bir örneği. Bu eğilimin temelindeki (çoğunlukla örtük kalan) ikili
karşıtlığa göre ideolojiler bilgiyi doğallaştırırken, eleştirel teoriler göreceleştirir.
Doğallaştırma/göreceleştirme ikili karşıtlığının yarattığı kendine has ilerleme
mantığı eleştirel teorileri aşırı göreceleştirmeye iter. Ne var ki, Latour’un
2004 gibi erken bir tarihte belirttiği üzere, görecilik acil bir siyasal sorundur.
Olgulara dair şüpheciliğin aşırıya kaçtığı bir durumda göreceleştiren eleştiri
tam da eleştirel işlevini yitirir.
Latour ve daha pek çok araştırmacı münhasıran bilgiyi göreceleştiren bir
tavrı kınarken haklı olsalar da, mevcut krizden eleştirinin sorumlu olduğu
konusunda yanılıyorlar – yani Latour’un anahtar cümlesini bir kez daha alın-
tılarsak eleştirinin “sınırdan geçirilirken hatların karışmasıyla yanlış tarafın
eline geçen silahlardan” ibaret olduğu yanlıştır.95 Yirminci yüzyıl ideolojileri
üzerine yapılan çalışmalar bu yaygın vargının yanlışlığını gözler önüne seri-
yor. Bu çalışmalarda doğallaştırma ile göreceleştirmeyi çelişkili bir şekilde
izolasyon duygularının damgasını taşır. Zygmunt Bauman, Strangers at Our Doors (Cambrid-
ge: Polity Press, 2016) (Türkçesi: Kapımızdaki Yabancılar, çev. Emre Barca, İstanbul: Ayrıntı,
2021). Azmanova’nın tabiriyle “korku politik iktisadı” toplumudur. Albena Azmanova, “Against
the politics of fear: On deliberation, inclusion, and the political economy of trust”, Philosophy
and Social Criticism, 37:4 (2011), s. 401–412. Yalnızlık ve izolasyon hepimizin ihtiyaç duyduğu
kendi-başınalıkla karıştırılır kimi zaman, ama gerçekte açıkça modern, Batılı ve kapitalist du-
rumun son derece endişe verici ürünleridir. Arendt, The Origins of Totalitarianism, s. 476–478.
94 Fluck, “The best there is?”, s. 77; Matthew Fluck, The Concept of Truth in International Rela-
tions Theory: Critical Thought Beyond Post-Positivism (Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2017),
s. 230.
95 Latour, agy.
birleştiren özel bir ideoloji biçiminin varlığı açıkça ispatlanmıştır: söz konusu
ideolojik tavır bazı olguları (en başta da her yerde komplolar olduğu “olgu-
sunu”) sorgusuz sualsiz kabul ederken, tüm diğer olguları sorgusuz sualsiz
reddeder. Aşırı komplo teorisyenliğinin bir özelliği olan bu naiflik ile sinizm
karışımı yirminci yüzyıl ideolojilerinin ortak bir özelliği olmakla kalmaz, aynı
zamanda günümüzdeki hakikat-sonrası siyasetin de karakteristik özelliğidir.
Eleştirinin görevi mezarından kalkan bu ideolojiyle yüzleşmek ve mücadele
etmektir. Bu görevi yerine getirmek için de iki karşıt anlamda aşırıya kaçan
bu ideolojinin kusurunu son derece açık bir biçimde kavramak gerekir. Bu
ideoloji öznel ile nesnel arasında, ben ile dünya arasında, fail ile yapı arasın-
da bir dengeden yoksundur; onun yerine özne ile nesne arasındaki ilişkiyi ya
bir tarafa ya öbür tarafa doğru çözündürür. Dünyaya dair belli bir “nesnel”
hakikati (her şeyin arkasında komploların olduğunu) sorgusuz sualsiz kabul
ederken, aynı anda her türlü nesnellik iddiasını da sorgusuz sualsiz reddeder
(çünkü ortada “sadece” perspektifler vardır). Bu kusur, günümüzde bireylerin
güçlü konformizm baskılarına maruz kaldığı gibi daha derindeki bir hakikate
işaret eder. Bu da bireylerin tam olarak kontrol edemedikleri bir dünyada
kendi bağımsız rollerini bulmalarını önlemektedir. Bu baskılardan kendimizi
kurtarmamız için her şeyden önce nesnel zorluklar ve öznel farklar karşısında
kolektif eylem kapasitemizi yeniden kazanmamız gerek.
Giriş
Alman filozof Hans Blumenberg (1920-1996) “Moses the Egyptian”da Sigmund
Freud ve Hannah Arendt ile bir diyaloğa girer. Deneme aslında Arendt’in
Eichmann in Jerusalem (1963) kitabının bir eleştirisidir ama Freud’un Moses
and Monotheism (1939) kitabıyla başlar. Blumenberg denemenin en başında
sadece bu iki kitabın içeriklerindeki benzerliklere değil, aynı zamanda yayım-
landıklarındaki “etkilerinin denkliği”ne de dikkat çeker: “Freud nasıl Musa’yı
kendi halkından çaldıysa, Arendt de Eichmann’ı İsrail devletinden çalmıştır.”
Blumenberg bu “çalma”ya karşı öfkesini saklamaz. Neden Blumenberg, Freud
ve Arendt’in Yahudi halkından bir şey çaldığını düşünmektedir? Dahası çal-
dıkları nedir? Kısa cevap şudur: İsrail devletinin kurucusu. Ancak bu “kurucu”
her yıl coşkulu kutlamalarla, meydanlara dikilen heykellerle anılacak bir ulusal
kahraman değil, tam tersine olumsuz bir kahramandır. Olumsuz kahraman,
Blumenberg’e göre, Yahudi halkının bir ulus olma olasılığının koşullarını
yaratan kişidir, ancak, paradoksal bir biçimde, tam da bu koşulları ortadan
kaldırmaya çalışan grubu temsil ettiği için söz konusu koşulların yaratılma-
sını sağlayandır. Arendt ile ilgili olarak Blumenberg şunu iddia etmektedir:
Sadece kurbanlara karşı saygı beslemediği için suçlandığını düşünen Arendt,
Eichmann davasının kamusal ve politik işlevini görmekte başarısız olmuştur.
1 Bu yazı, “Political Legitimacy and Founding Myths” başlığıyla yayımlanan metnin kısaltılarak
Türkçeye çevrilmiş versiyonudur (Interrogating Modernity: Debates with Hans Blumenberg
içinde, Londra: Palgrave, 2020).
Nedir bu işlev? Blumenberg’e göre Eichmann davası İsrail devletine bir kurucu
politik mit ve bir meşruiyet kaynağı sağlamıştır.
Blumenberg’in bu tuhaf iddiasını anlamak için iki kitabına bakmamız
gerek: The Legitimacy of the Modern Age ve Work on Myth. Aslında Blumen-
berg Myth kitabında politik mit tartışmasına girmez ama kullandığı bazı kav-
ramlar kuramsal çerçevenin oluşturulmasında yardımcı olabilir. Örneğin,
Blumenberg’in “mitler anlam [Bedeutsamkeit, significance] yaratır” fikri, politik
mitlerin toplumsal işlevini anlamak için önemlidir. “Anlam” tartışması aynı
zamanda özellikle Legitimacy kitabında derinlemesine tartıştığı “meşruiyet”
fikriyle ilişkilidir.
Blumenberg’e göre modern çağın meşruiyeti insanın kendini-iddia-etmesi
(Selbstbehauptung, self-assertion) fikrine dayanır, ki bu da Blumenberg’in ken-
dini-güçlendirme (Selbstermächtigung, self-empowerment) dediği dürtüden ayırt
edilmelidir. İkincisi, mutlakçı (absolutist) terimlerle düşünmeye ve insanlığın
tanrılaştırılmasına yol açar. İnsanın kendini-iddia-etmesi fikri ise, Orta Çağ’ın
sonunda ortaya çıkmaya başlayan yeni bir bilincin sonucudur: Dünya, üzerin-
de etkide bulunabileceğimiz bir şeydir. Kendini-iddia-etme, bilimi, Hıristiyan
geleneğinden miras kalan mutlakçı tavırla meşrulaştırmamamız gerektiği
anlamına gelir. İnsanların kendi tarihlerini yapan varlıklar olduklarını, dahası
yapmak zorunda olduklarını imleyen varoluşsal bir tavırdır. O halde sorulması
gereken şudur: “Politik mitler” aracılığıyla meşruiyet arayan bir devlet böyle
bir mutlakçı soruyu mu yanıtlamaya çalışmaktadır (kendini-güçlendirme);
yoksa sadece dünyadaki diğer devletlerin arasında kendi yerini mi aramakta-
dır (kendini-iddia-etme)? Blumenberg’in bu soruya verdiği yanıtlar ikna edici
olsun ya da olmasın, terminolojinin kendisi ilginç tartışmalara yol açabilir.
2 Hans Blumenberg, Work on Myth, çev. Robert Wallace, Cambridge; London: MIT Press, 1985,
s. 67.
mutlaklığı ile boğar, yok eder.9 Savunmasız bir yaratık için kendini korumanın
bir aracı olarak mit, insan bilişinin diğer birçok formunun (her türden hikâye,
metafor, din, felsefe, bilim ve teknoloji) yaptığı şeyi yapmaktadır. Başka bir
deyişle, “Mit’in kendisi yüksek karat bir ‘logos’” ürünüdür.10
Kanadalı şair Robert Bringhurst’ün dediği gibi, “miti bilim tarafından
tehdit edilen ve bilimi tehdit eden bir şey ya da bilimin bize ilacını sunacağı
bir tür yanlış bilgi” olarak görmek yanlış bir yorumdur; mit “aslında alternatif
bir bilim türüdür; yani alternatif bir soruşturma türü.”11 Bu “alternatif bilim
türü,” Blumenberg’in felsefi antropolojisi aracılığıyla yürütülür. Yasa ve kül-
tür arasındaki ilişkiden bahsedebilmek için önce bize yasa ve dinin kökeni
hakkında bir anlatı sunan Freud gibi (Moses and Monotheism), Blumenberg
de atalarımızın bu ilkel durumunun “hayali bir yeniden inşası”nı iletme ge-
rekliliğini hisseder çünkü insanın ne’liğini anlama çabasına ancak bir orijin
anlatısından sonra girişilebileceğini düşünür.
“Hikâyeler, bir şeyi öldürmek için anlatılır” der Blumenberg. Mesela zaman
öldürmek için anlatılır hikâye. Ama bazı hikâyeler de vardır ki, daha elzem bir
işleve sahiptirler: Korkuyu öldürmek.12 Mitik düşünce, çaresiz egonun kaygı-
sını (Angst) azaltmak ve onu daha katlanılabilir bir korkuya dönüştürmek için
bir telafi işlevi görür.13 Blumenberg’e göre, korku duygusunun aksine objesi
olmayan kaygı durumu (mood), korkuya rasyonalize edilmelidir ama bu işlem
“deneyim ve bilgi yoluyla değil,” bir yerine-geçme, yerine-ikame etme yoluyla
olmalıdır: Aşina olunmayan aşina olana, açıklanamayan hikâyeye, adlandı-
rılamayan adlandırılana dönüştürülmelidir.14 Mitlerin ne zaman ve kim(ler)
tarafından üretildiğini bilmiyoruz, ama şu işlevini biliyoruz, der Blumenberg:
Mit isim verir ve bilinmeyeni isimlendirmek aynı zamanda ona hükmetmek
demektir. Blumenberg, Yaratılış hikâyesindeki Tanrı’nın adlandırma-yaratım
edimine dikkatimizi çeker: Başlangıçta yeryüzü formsuz ve boşluktu ama Tanrı
‘Işık olsun’ dedi ve ışık vardı.”15 Tanrı isim vererek yaratmıştır ya da Tanrı’nın
isim verme edimi onun yaratma edimiyle bir ve aynıdır. Ancak isim vermek
9 Burada Blumenberg muhtemelen Arnold Gehlen’in eksik bir varlık olarak insan (Mängelwesen)
fikrinden etkilenmiştir: “İnsanlar doğal olarak belirli bir çevreye atanmaz ve bu nedenle diğer
hayvanlara kıyasla eksik varlıklardır. Eksik yapıları nedeniyle bir disiplin sürecinden geçmeleri
gerekir” (Bottici, Political Myth, s. 120-121).
10 Blumenberg, Myth, s.12.
11 Robert Bringhurst, Everywhere Being is Dancing, Berkeley: Counterpoint, 2008, s. 64.
12 Blumenberg, Myth, s. 34.
13 Age., s. 4-5.
14 Age., s. 5.
15 Age., s. 35.
aracılığıyla aşina olmayan bir şeyin aşina olan bir şeye dönüştürülmesi bilimin
de temel özelliklerinden biridir ve bu girişimin arkasında şu vardır: “Şeylerin
uygun isimlendirilmesinin onlarla insan arasındaki düşmanlığı askıya alaca-
ğına ve bu düşmanlığı saf bir hizmet ilişkisine dönüştüreceğine olan inanç.”16
Önce adlandırma olmalıdır ki, hikâye anlatılabilsin. Hikâye anlatılmalı ki,
korku yatıştırılsın ya da kaygı korkuya dönüşsün. Hikâye aracılığıyla korku
dile gelmiştir ama geldiği şekliyle artık katlanılabilir bir korkuya dönüşmüş-
tür, rasyonelleşmiştir. Modern bilim ile mit arasındaki fark aslında bir derece
farkıdır: “Sonunda modern çağ her şeye bir isim bulan çağ” haline gelmiştir.17
Mit aynı zamanda isimsizi isimlendirerek bir konumlandırma ve yönlen-
dirme görevi görür. Mitin ürettiği anlam sayesinde bu konumlandırma ve
yönlendirme başarılır ve gerçekliğin keyfiliği bertaraf edilir. Erich Rothacker’in
“anlam ilkesi”ne gönderme yapan Blumenberg anlam mekanizmasıyla ilgili
şunu iddia eder: En geniş anlamıyla şeyler (nesneler, olgular, olaylar vb.)
insanlığın tarihi kültür dünyasında, bilimler tarafından incelenen şeylerin
nesnel dünyasındakinden daha farklı anlamlara sahiptir. “‘Anlam’ fanilikle
ilişkilidir”18 – başka bir deyişle, mit, dünyada sınırlı bir zamanı olan varlığın
ne demek olduğuna ilişkin soruya cevap vermese de verme girişiminde bulunur
ya da soru daha soru formu almadan bertaraf edilir.19
Örneğin Odysseus iki sebepten dolayı mitik niteliğe ya da anlama sahiptir:
1) eve dönüşü, dünya ve yaşam düzeninin tesadüf ve keyfiliğe karşı galip geldiği
bir anlam restorasyonunu temsil eder; 2) eve dönüşü sadece dış düşmanlara
karşı değil, aynı zamanda iç bölünmeye karşı da başarılır.20 Prometheus’un
eylemleri de önemlidir ve anlam üretir çünkü Zeus’un mutlaklığına ya da
mutlak gücüne karşı, kendini-iddia-etme girişiminde bulunmuştur. Dahası
cüretkardır: İnsanlar için ateşi çalmıştır.21 Nicholls şöyle der: “İnsanların dış
gerçeklik tarafından tehdit edildiği her yerde, anlam potansiyeli vardır.”22
Blumenberg’e göre, “Prometheus hikâyesi, bu örnekte Zeus ile temsil edilen ve
gösterilen ‘gerçekliğin mutlaklığı’ ile uğraşmak zorunda kalan insanın paradig-
16 Age., s. 35.
17 Age., s. 38.
18 Age., s. 67.
19 Blumenberg, anlam fikrini incelerken Simmel’e atıfta bulunur ve Simmel’in Die Philosophie des
Geldes’inden bir pasaj aktarır: “Nesneler değerli oldukları için elde edilmesi zor değildir, ama
onlara sahip olma arzumuza direnen nesnelere değerli deriz. Nesneler, arzu direnç ve hüsrana
uğradığı için, kontrolsüz bir iradenin onlara asla atfetmediği bir anlam kazanır” (Myth, s. 67).
20 Age., s. 76.
21 Nicholls, Myth and the Human Sciences, s. 20.
22 Age., s. 20.
matik bir örneğidir.”23 Tek tanrılı dinlerin mutlak ve her şeyi gören Tanrı’sına
karşın mit çok tanrılı bir yapıya sahip olduğu için mutlak tanrı yoktur, onun
yerine güçler ayrılığı ilkesinin hüküm sürdüğü bir düzen vardır. Bir hikâye
aracılığıyla (örneğin Prometheus) “arkaik korku” (“gerçekliğin mutlaklığı”)
katlanılabilir hale gelmiştir.
Bu noktada şunu belirtmeliyiz: Tek bir mit yoktur ya da bir mitin tek bir
anlatısı yoktur. Birçok Odysseus ya da Prometheus vardır. Mit, farklı kültür
ve zamanlarda taleplere cevap verdiği ölçüde hayatta kalır. Başka bir deyişle,
varlığını sürdüren mitler, kültürlerin farklı ihtiyaçlarına cevap verebilen mit-
lerdir. Tam da bunun için, der Blumenberg, kendisine ihtiyaç olduğu sürece
asla bir miti sonlandıramayız. Müdahale girişimi beyhude bir çabadır. Tam da
bunun için hâlâ Prometheus ve Oedipus’u okuyoruz; sadece Hesiod’un Promet-
heus’unu değil ya da Sofokles’in Oedipus’unu değil, Goethe’nin Prometheus’unu
ve Freud’un Oedipus’unu okuyoruz. Mit, kendini-koruma mekanizmasının
bir aracı olarak, insan bilişinin diğer birçok formunun (her türden hikâye,
metafor, din, felsefe, bilim ve teknoloji) yaptığını yapar dedik; ancak buna şu
da eklenebilir: Kültürel seçilim aracılığıyla varlıklarını sürdüren mitler fikri,
insanın kendini-iddia-etmesi fikriyle de tutarlıdır.
Bu noktada, Blumenberg’in miti ele alışının –özellikle mitin ilkel bir kor-
kuya dayandığı iddiasının– Adorno ve Horkheimer’ın Aydınlanmanın Diya-
lektiği’ndeki iddialarına benzediğini belirtmekte yarar var. Ancak, Adorno ve
Horkheimer’ın “mit hali hazırda Aydınlanmadır ve Aydınlanma mitolojiye geri
dönüştür”24 veya “insanlar artık bilinmeyen bir şey olmadığında korkudan kur-
tulduklarına inanırlar” veya “Aydınlanma, mitik korkunun radikalleşmesidir”25
ifadeleri mit ve bilim arasında Blumenberg’inken farklı bir ortaklık bulmakta-
dır. Blumenberg, mit ve bilimi birbirine yaklaştırır çünkü her ikisi de aynı so-
nucu isteyen girişimlerdir. Benzerlikleri vardır ama aynı hataları yaptıkları için
değil ya da biri diğerine dönüştüğü için de değil. Adorno ve Horkheimer’a göre,
modern araçsal akıl, kısmen kendini koruma, kısmen de kendini-güçlendirmeyi
arzulayan bir tahakküm mantığı tarafından yönlendirilir. Blumenberg’e göre
ise, hem mit hem de bilim, kendini-iddia-etmenin araçları olarak görülebilir.
Bu ne anlama geliyor?
23 Age., s. 139.
24 Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Dialectic of Enlightenment, Stanford; California: Stanford
University Press, 2002, s. xviii.
25 Age., s. 11.
Kendini-iddia-etme ve Meşruiyet
Blumenberg 1960’larda modern çağın meşruiyetini savunduğunda, modern
zannettiğimiz fikir ve kavramların –özellikle ilerlemeci tarih anlayışı– aslında
Yahudi ve Hıristiyan fikirlerin sekülerleşmiş hali olduğu ve bunun için de
modern çağın ayırt edici başarısı iddiasının aslının olmadığını savunan düşü-
nürlere cevap veriyordu. Blumenberg’in bu düşünürlere yanıtı, sınırsız bilimsel
araştırma ve merakı tam da modern çağın başarısı olarak savunmak olmuştur.
Örneğin Karl Löwith, Meaning in History’de (1949) onsekiz ve ondokuzuncu
yüzyılın ilerlemeci tarih felsefelerinin –Voltaire, Condorcet, Hegel, Marx ve
Proudhon– Yahudi ve Hıristiyan eskatoloji anlayışının sekülerleşmiş bir versi-
yonu olduğunu iddia eder. Blumenberg buna karşı çıkarak, modern ilerlemeci
tarih anlayışlarının bir şey vaat ettiğini ama bu vaat ettikleri şeyin “kurtuluş”
olmadığını, onun yerine “gelişmenin içkin süreci” olduğunu vurgular. Legi-
timacy kitabının Girişinde Robert Wallace’ın yazdığı gibi, “Mesih’in gelişi,
dünyanın sonu, Kıyamet Günü vb. ile karşılaştırılabilecek aşkın bir müdahale
yoktur.”26 Blumenberg’e göre “gelişmenin içkin süreci” teolojik mutlakçılıkla
değil, kendini-iddia-etme anlayışıyla ilişkilidir: “İnsanın varoluşunu tarihsel bir
durumda ortaya koyduğu ve kendisini çevreleyen gerçeklikle nasıl başa çıkaca-
ğını ve kendisine açık olan olasılıklardan ne şekilde yararlanacağını kendisine
belirttiği varoluşsal bir program”dır bu.27 Mutlakçı tavrın gerçekten de modern
eşdeğerleri vardır, ancak bunlar teolojik bir tözün modern eşdeğerine dönüş-
mesiyle değil, bazı modern düşünürlerin “boş bir yanıt konumunu –mutlakçı–
yeniden işgal etmeleri”yle ortaya çıkarlar. Ancak önemli olan diğerlerinin bunu
yapmaması ve dünyayı bizim etki edebileceğimiz bir şey olarak görmeleridir.
Nicholls’un iddia ettiği gibi, geç Orta Çağ döneminin teolojik mutlakçı
anlayışının yeni kılığına bürünerek kendini ifşa eden “gerçekliğin mutlaklığı”
karşısında –dünyayı yaratmış olan ve bu nedenle de dünyayı her an ve sebep-
siz yere yok edebilecek olan sınırsız Tanrı fikrini barındıran rastlantısal tarih
anlayışı– insanların iki seçeneği vardı: “Ya kurtuluş umuduyla gizli ve keyfi bir
Tanrı’ya dua etmeye devam etmek ya da Blumenberg’in ‘içkin kendini iddia
etme’ dediği şeyi üstlenmek”28– ve modern çağ ikinci seçeneği seçti.
Löwith’in kendisi, Yahudi ve Hıristiyan tarih anlayışına (geçmişin gelecekle
bir vaat (kurtuluş) yoluyla ilişkilendiği tarih anlayışının modern ilerlemeci tarih
olarak kendisini ifşa etmesi) karşı çareyi Yunan ve Roma’nın döngüsel zaman
anlayışında bulur. Buna karşılık Blumenberg ise, antik dönemden miras olarak
alınacak şeyin, çok tanrılı güçler ayrılığı ilkesi olduğunu iddia eder. Çünkü
ancak böyle bir güçler ayrılığı ilkesine dayalı kozmolojik yapı, varoluşsal kay-
gılara yol açıp en nihayetinde insanın kendini-güçlendirme arzusunu besleyen
sınırsız ve mutlak tanrı anlayışına bir engel oluşturabilir. Albano bu konuda
şöyle yazar: “İnsanın kendini-iddia-etmesi, teleolojik olarak kavranabilir ve
her zaman keşfedilmeye hazır bir düzen olarak dünyaya açılmaktan ziyade,
yapısal olarak insani... bir düzen olarak dünyaya açılmaktır.”29
Burada şunu vurgulamalıyız: Löwith aslında Blumenberg’in de eleştirdiği
modern kendini-güçlendirme anlayışına cevap vermektedir. Ancak burada
Blumenberg’in iddiasına göre Löwith’in göremediği ve Blumenberg’in Legiti-
macy kitabıyla göstermeye çalıştığı şudur: Aydınlanmanın, bilimi kaçınılmaz
ilerleme fikriyle özdeşleştirmesi, teorik merak kavramının içeriğini değiştir-
miştir ve bilimsel araştırma ve kendini-iddia-etmenin ılımlı hedeflerinin yerini,
modern çağın mutlak bilgi istenci ya da “hakikat istenci” almıştır ve bu da
dünyanın büyüsünün bozulmasıyla sonuçlanmıştır.30 Yani burada suçlanması
gereken modern çağın ilk çıkış ideali olan kendini-iddia-etme tavrı değildir;
bu tavrın daha sonra kendini-güçlendirme tavrına evrilmesidir. İşte tam da
bu hakikat istenci ve mutlak hakikat fikri Blumenberg’in Freud ve Arendt
eleştirisinin arka planıdır.
tirilen bir Yahudi olmadığı; aslında firavun soyundan gelen bir Mısırlı olarak
doğduğu ve tek tanrılı dine inanan Akhnetan’ın tutkulu bir takipçisi olduğudur.
Tek tanrılı dini Mısırlılara oldukça acımasız bir biçimde kabul ettirmeye çalı-
şan Akhnetan öldükten sonra Mısırlılar eski çok tanrılı din anlayışlarına geri
dönmüştür. Bundan dehşete kapılan ve ne olursa olsun tek tanrılı inancı devam
ettirmek isteyen Musa, Yahudileri “seçen” kişidir ama bunu bir yabancı olarak
yapmıştır. Daha sonra Yahudiler Musa’yı öldürmüştür ve dinsel ritüellerinin
orijini de bu öldürme eyleminin kendisidir.
Blumenberg’e göre Freud kitabının politik tarafını görememiştir: Örneğin
kendileri için güç isteyenler, hor görülenlerin potansiyeline güvenirler, ki
hor gördükleri aslında sevemedikleri ama güce ve iyiliğe layık olduklarında
kendilerine sevme sözü verdikleri kişilerdir. Tam da bu nedenle, bir kurtuluş
ideolojisi hem “geçmişin bir sonucu olarak şimdiyi küçümsemeyi hem de
şimdinin bir sonucu olarak geleceğe tutkulu” olmayı içerir. Özgürleştirilenler,
kendilerinin “soyut bir isyan” aracı olarak kullanıldıklarını anlayınca kendi-
lerini özgürleştireni öldürmüşlerdir.33 Sonrasında bu tekil eylemi unutmaları
gerekiyordu, ki böylece geçmişlerine karşı utanç hissetmesinler. İşte bu da
“suçluluktan arınma ritüellerinin” kökenidir.34
Kitap yayınlanmadan önce birkaç kişi kitabı okumuş ve içerikten dolayı
dehşete kapılmıştır. Freud 1938’de Londra’ya vardığında hâlâ kitap üzerine
çalışmaktadır ve kitabı yayınlamaya kararlıdır. Londra’ya vardığında Yahudi
alim Abraham Yahuda Freud’u ziyarete gider ve Freud kendisine kitabı oku-
ması için verir. Yahuda’nın tepkisi nettir: Kitap yayınlanmamalıdır ve Freud’e
kitabı yayınlamaması için yalvarır. Kitap yayınlandı. Yıl 1939. Blumenberg’e
göre, Freud’un 1939 yılını, dövülmüş ve aşağılanmış Yahudilerden Musa’yı
çalmak için tamamen yanlış bir zaman olarak algılamasına engel olan hakikat
istencidir, ki “çalınan” kişi ayı zamanda Yahudilerin tarihe olan inançlarını
kuran kişidir.35 Blumenberg’e göre bu çıplak hakikat Yahudilere özgürlük
getirmediği gibi, onları bu hakikatin ağırlığı ile dünyanın dört bir tarafında
kendi uçurumlarına bakarak yaşamak zorunda bırakmıştır.36
Ama Blumenberg’in daha provokatif iddiası şudur: Kendi hakikat isten-
ci büyüsüne kapılan Arendt’e de 1963 yılı, Eichmann kitabını yayımlamak
için uygunsuz bir zaman olarak görünmemiştir. Bu uygunsuz tarihte kitabı
33 Age., s. 3.
34 Age., s. 3.
35 Age., s. 1.
36 Age., s. 40.
37 Age., s. 8.
38 Age., s. 45.
39 Age., s. 10.
40 Hannah Arendt, “Truth and Politics,” Between Past and Future içinde. London: Penguin, 1977,
s. 227.
41 Age., s. 236.
42 Age.
43 Age.
detaylı bir açıklama girişimine dahi gerek yoktur çünkü zaten herkes tara-
fından da kendisine göründüğü berraklığıyla görünmesi gereken olgusal bir
hakikattir.44 Arendt’e göre Üçüncü Reich döneminde kötülük yapanların kötü
niyetleri yoktu: Düşünme edimini gerçekleştirmeden, kendileriyle Sokratik
diyaloğa girmeden kurallara uymaktan başka bir şey yapmamışlardı. Ama
bu durum onları kötü niyetleri olanlardan daha da tehlike kılmıştı. Başka bir
deyişle, Nazi aygıtı “büyük iblisler” değil, sıradan insanı seçmişti.
Ancak, eğer bu olgusal hakikatse, Blumenberg’in bizi hayrete düşüren
iddiasına göre, Arendt bu hakikat hakkında sessiz kalmalıydı. Blumenberg’e
göre yargılamayla ilgili hakikatin kendisinden ziyade, yargılamanın işlevi an-
lamlıydı: Tıpkı Musa gibi, kendi (Eichmann) yokluğunda doğamayacak olan
bir devletin kalbinde yargılanan ve mahkemenin önüne ancak “tanımlanamaz
olanın fenotipi” olarak çıkabilecek olan bu kişi ancak “yakalanıp öldürüldü-
ğünde tarih yapabilen bir figürün kendi kendini değilleyen hayaleti” haline
gelmiştir. “Bu yüzden bu adamın bir palyaço olduğu asla söylenemezdi... ‘Za-
vallı bir saman adam’ı yakalayıp idam etme”nin45 bir devlet için herhangi bir
anlamı olamazdı. Nicholls’un dediğini hatırlayalım: İnsanların dışsal gerçeklik
tarafından tehdit edildiği yerde, anlam için potansiyel vardır.46 Ancak “zavallı
bir saman adam”ın öldürülmesi herhangi bir anlam yaratamazdı, başka bir
deyişle, “zavallı bir saman adam” İsrail devletinin, ya da herhangi bir devletin,
kurucu olumsuz kahramanı olamazdı.
Politik Mit
Blumenberg Myth kitabını yayımladığında, yirminci yüzyılın politik mitleri
üzerine yazan düşünürlerle direk ya da dolaylı bir diyaloğa girdiği halde ken-
disinin bir politik mit açıklaması ya da analizi vermediği konusunda eleştiril-
miştir. Blumenberg’in politik mit kuramcısı sayılamayacağı doğrudur, ama bu
kısmen Blumenberg’in politik mit üzerine düşüncelerinin Cassirer (The Myth
of the State, 1946) ve diğerlerinin analizlerinden tamamen farklı olmasından
ve bu düşünürlerin analizlerine hiçbir biçimde katılmamasından kaynaklan-
maktadır. Daha açıkça söylersek, Blumenberg’e göre kimi düşünürlerin iddia
ettiğinin aksine politik mit, mitin bir alt-türü değildir; eğer bir politik mitten
söz edeceksek, bu Cassirer’ın tanımladığı anlamda bir politik mit değildir.
44 Hannah Arendt, “Personal Responsibility under Dictatorship,” Responsibility and Judgment
içinde. New York: Shocken Books, 2003, s. 18.
45 Blumenberg, Rigorism of Truth, s. 11.
46 Nicholls, Myth and the Human Sciences, s. 20.
Cassirer şunu iddia eder: Her ne kadar insan bilincinin primitif bir formu
olan mitik zihin bilimsel rasyonellik ile aşılabilecek olsa da ve dahası aşılması
gerekse de, bu ilkel form yeterli ve gerekli koşullar oluştuğunda tekrar ortaya
çıkabilir –geriye dönüş yaşanabilir: “Çaresiz durumlarda insan her zaman
umutsuz araçlara başvuracaktır– ve günümüzün politik mitleri bu umutsuz
araçlar olmuştur.”47 Cassirer’a göre Almanya’da enflasyon ve işsizliğin doruk
noktasına ulaştığı ve tüm akılcı araç ve kaynakların tükendiği bir dönemde
Nasyonal Sosyalist miti kolayca ortaya çıkmıştır: “Bu, politik mitlerin üzerinde
yeşerebileceği ve içinde bol miktarda besin buldukları doğal topraktı.”48 Bu
tam da Blumenberg’in reddettiği şeydir: Nasyonal Sosyalizm hiçbir zaman
bir mit yaratmamıştır ya da kendisi bir mit olmamıştır. Blumenberg’e göre,
Cassirer bu yanlış analizi yapmıştır çünkü miti terminus a quo (çıkış noktası)
perspektifinden ziyade terminus ad quem (sürecin sona erdiği nokta) perspek-
tifinden değerlendirmiştir.49
Blumenberg şöyle yazar: “Mitin sorulara cevap vermesi gerekmez; mit daha
soru akut hale gelmeden bir şeyler uydurur [hikâye anlatır], ve böylece sorunun
kendisi akut hale gelmez.”50 Blumenberg’in kendi kitabında derinlemesine
incelediği mit, savunmasız bir yaratığın kendini koruması ile ilgilidir; kimi
politik, teorik veya toplumsal sorulara cevap vermeye çalışmaz.
Aslında Blumenberg’in Nachlass’ta politik mit ile ilgili yazdığı deneme-
leri mevcuttur. Bu denemelerden biri “Kein Mythos des XX. Jahrhunderts”
(1980lerde ya da 1990larda yazdığı tahmin edilmektedir). Bir başkası da
“Präfiguration: Napoleon und Hitler/Napoleon und Alexander”dır (2014’te
Präfiguration: Arbeit am politischen Mythos’un içinde yayınlanmıştır). Tabii
bir de çok tartışmalı kitap eleştirisi vardır: “Moses the Egyptian.”
“Kein Mythos des XX. Jahrhunderts” bir miti sonlandırabilir miyiz? soru-
suyla başlar – ki bu Blumenberg’in hali hazırda Myth kitabında tartıştığı bir
sorudur. Bu metinde ortaya atılan diğer soru da yirminci yüzyılda herhangi bir
mit üretilip üretilmediğidir ve eğer üretildiyse bu mitin nasıl bir form aldığıdır.
Gördüğümüz üzere Blumenberg Cassirer’ın kullandığı anlamda yirminci yüz-
yılda mit üretildiği fikrine karşıdır, keza zaten Cassirer’ın kendi argümanını
temellendirdiği “mitostan logosa” anlatısına karşıdır. Ama, der Blumenberg,
yirminci yüzyılda kimi mitik modeller (mystische Muster) görürüz, ki bunlar
47 Ernst Cassirer, The Myth of the State, New Haven: Yale University Press, 1946, s. 279.
48 Age., s. 278.
49 Blumenberg, Myth, s. 19.
50 Age., s. 197.
51 Erich Auerbach, “Figura”, Scenes from the drama of European Literature, Minnesota: University
of Minnesota Press, 1984, s. 11-78.
52 Age., s. 29.
53 Age., s. 30.
54 Götz Müller, Work on Myth kitabı üzerine yazdığı incelemede, Blumenberg’i politik mitleri ih-
mal etmekle suçlamıştır. Blumenberg, bu eleştiriye cevaben, kitapta, el yazmasında bulunan ve
yayınlamamaya karar verdiği eksik bir bölüm olduğunu iddia eder. Ayrıca şöyle der: Bu bölüm
“‘Mitik bir sonuç olarak Stalingrad’ olarak adlandırıldı. Bana kitaptaki diğer şeylerin çoğundan
daha fazla işe mal oldu. Sonuç bu şekilde havada kaldı.” (Alıntı Nicholls, Myth and the Human
Sciences, s. 203). Nicholls, Blumenberg’in Nachlass’ında “Mitik Sonuç olarak Stalingrad” diye
bir metin olmadığını, ancak Hitler’in Stalingrad’ı işgal etme kararının mitsel boyutlarını ayrıntılı
bir şekilde tartışan bir metin olduğunu ve bu metnin başlığının “Präfiguration: Napoleon und
Hitler/Napoleoon ve Alexander’” olduğunu söyler.
55 Hans Blumenberg, Präfiguration: Arbeit am politischen Mythos, Berlin: Suhrkamp, 2014, s. 9.
56 Age., s. 10.
mümkün olmayan bir durumda meşruiyet işlevi gördüğünü iddia eder. Tekrar
edilen eylem, sadece tekrar ediminin kendisi aracılığıyla mitik bir programın
bir parçası haline gelir. Karar verme ve diğer partileri ikna etme sürecinde,
tekrar ettiği olaya gönderme yapması dışında –örneğin bir gerekçelendirme
sunma– bir şeye gerek yoktur. Aslında tabii buradaki gerçek bir tekrar değil-
dir –keza ritüeller dışında böyle bir tekrar yoktur– ancak özellikle sonuçları
oldukça muğlak bir eylemi bir tekrar gibi göstererek ona meşruiyet kazan-
dıracak bir model arayışı aynı zamanda o eylemin kendisinin muğlaklığının
ve belirsizliğinin üstünü örtme arayışıdır. Dahası kararın kendisinin yanlış
olduğu anlaşılsa bile, eylem için doğru zamanın seçilmediği suçlaması gün-
deme gelemez.57 Örneğin, Napolyon’un Rusya seferi (Rusya’da Vatanseverlik
Savaşı olarak bilinir (1812), Hitler’in Moskova’yı (1941-42) işgal etmesinde
ve Stalingrad (1942-43) savaşında bir prefigür işlevi görmüştür. Napolyon’un
kendisinin, Mısır’ı işgal etme kararına meşruiyet kazandırmak için Büyük
İskender’in Mısır başarısına gönderme yaptığı söylenir.58 Yani burada Hitler
için çifte bir prefigürasyon söz konusudur.
Blumenberg ısrarla vurgular: Prefigürasyon temelde mitten farklıdır. Prefi-
gürasyon rasyonel bir sürecin sonucu değildir, hatta gerçeklikle ilişkinin kop-
ması demektir; mit ise gerçekliğin mutlaklığının öldürmesine izin vermeden,
onunla yüzleşmemizi sağlar. Kişinin kendisiyle gerçeklik arasına bir mesafe ko-
yar, gerçeklikle başa çıkma konusunda özneye yardımcı olur. Aslında Hitler’in
gerçeklikle bağının koptuğu, kararlarında ve retoriğinde kendisini gösterir.
Blumenberg Goebbels’in günlüğündeki 28 Şubat 1945 tarihli ifadeleri alıntılar:
57 Age.
58 Age., s. 23-24.
59 Age., s. 38.
Sonuç
Bir “politik mit” aracılığıyla meşruiyet arayan bir devletin mutlakçı bir soruyu
yanıtlamaya mı çalıştığı (kendini-güçlendirme) yoksa sadece dünyadaki diğer
devletlerin yanında kendi yerini mi aradığı (kendini-iddia-etme) sorusuyla baş-
ladık. Bu bağlamda, Eichmann davasının, halihazırda var olan ama dünyadaki
yerinin yine de belirsiz olduğu İsrail devleti için hangi işlevi yerine getirdiğini
sorduk. Blumenberg’in, Musa’nın olumsuz bir kültürel kahraman olması gibi
Eichmann’ın da olumsuz bir politik kahraman olarak görülebileceği, yanıtı en
hafif tabirle tartışmalıdır. Hatta Orta Çağ dünya görüşünün çöküşü üzerine
devasa bir kitabın (The Legitimacy of the Modern Age) ve mit üzerine oldukça
titiz ve zengin yazılmış bir kitabın (Work on Myth) siyasetten zar zor bahseden
yazarının, kendi uzmanlık alanının ötesine gittiği söylenebilir (Yahudi devletinin
Yahudileri yok etmeye çalışan biriyle ne yapması gerektiğine dair sorulan soru).
Blumenberg, Eichmann yargılamasını İsrail’in meşruiyeti sorunuyla ilişkilendi-
rerek aşırı yorumlamakla ve tamamen farklı bir bağlamda ve çok farklı amaçlar
için kullandığı bir terminolojiyi dayatmakla suçlanabilir. Bununla birlikte, Le-
gitimacy kitabında kullandığı kendini-iddia-etme tanımını hatırlamakta fayda
var: “İnsanın varoluşunu tarihsel bir durumda ortaya koyduğu ve kendisini
çevreleyen gerçeklikle nasıl başa çıkacağını ve kendisine açık olan olasılıklar-
dan ne şekilde yararlanacağını kendisine belirttiği varoluşsal bir program.”61
Kaynakça
Adorno, Theodor W. ve Max Horkheimer. Dialectic of Enlightenment, çev. Edmund Jephcott,
Stanford; California: Stanford University Press, 2002 (Türkçesi: Aydınlanmanın Diyalektiği,
çev. Nihat Ülner. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2014).
Albano, Peter J. “The cogito, human self-assertion, and the modern world”, Philosophy Today,
C. 44, S. 2, 2000: 184-189.
Arendt, Hannah. “Personal Responsibility under Dictatorship”, Responsibility and Judgment içinde,
der. Jerome Kohn. New York: Shocken Books, 2003 (Türkçesi: Sorumluluk ve Yargı, çev. Müge
Serin. İstanbul: Sel Yayıncılık, 2018).
---------- “Truth and Politics.” Between Past and Future içinde. Londra: Penguin, 1977 (Türkçesi:
Geçmiş ve Gelecek Arasında, çev. Bahadır Sina Şener. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014).
------------ Eichmann in Jerusalem: A report on the Banality of Evil. Middlesex: Penguin, 1964 (Türk-
çesi: Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, çev. Özge Çelik. İstanbul: Metis, 2009).
Auerbach, Erich, Scenes from the Drama of European Literature. Minnesota: University of Minnesota
Press, 1984.
Blumenberg, Hans. Präfiguration: Arbeit am politischen Mythos. Berlin: Suhrkamp, 2014.
------------- Rigorism of Truth: ‘Moses the Egyptian’ and Other Writings on Freud and Arendt, çev. Joe
Paul Kroll. Ithaca; London: Cornell University Press, 2018.
-------------, The Legitimacy of the Modern Age, çev. Robert Wallace. Cambridge; Massachusetts;
Londra: MIT Press, 1983.
------------, Work on Myth, çev. Robert Wallace. Cambridge; Londra: MIT Press, 1985.
Bringhurst, Robert. Everywhere Being is Dancing. Berkeley: Counterpoint, 2008.
Bottici, Chiara. A Philosophy of Political Myth. Cambridge: Cambridge University Press, 2007.
Cassirer, Ernst. The Myth of the State. New Haven: Stanford University Press, 1946 (Türkçesi:
Devlet Efsanesi, çev. Necla Arat. İstanbul: Say Yayınları, 2005).
Dickey, Laurence. “Blumenberg and Secularization: ‘Self-Assertion’ and the Problem of Self-
Realizing Teleology in History,” New German Critique, S. 41,1987: 151-165.
Löwith, Karl. Meaning in History: Theological Implications of the Philosophy of History.
Chicago: The University of Chicago Press, 1949 (Türkçesi: Tarihte Anlam, çev. Caner Turan.
İstanbul: Say Yayınları, 2012).
Nicholls, Angus. Myth and the Human Sciences: Hans Blumenberg’s Theory of Myth. New York:
Routledge, 2015.
Simmel, George. Die Philosophie des Geldes. Münih: Duncker and Humblot, 1920 (Türkçesi:
Paranın Felsefesi, çev. Yavuz Alogan, Öykü Didem Aydın. İstanbul: İthaki Yayınları, 2017).
kendi halinde izler. Bu sayede hakikat-sonrasına ait bazı izlerin varlığını fark
edebilir.
Herhangi bir akademik araştırma, düşünce yapıtı veya gündelik konuşmalar
genelde konu edindiği nesnenin içerisinde yer aldığı büyük resmi görme arzu-
sunu yansıtır. Bu resim yüzeyinde gezinen failler gibi fiilleri de büyüktür; kap-
samlı, kuşatıcı, karmaşık eylemler ortaya koyarlar. Daha çok siyaset dünyasının
seçkinleri bu sahnede yer alırlar. Onlar hakkında yazan, konuşan birçok kişi de
büyük resimler sahasını tasvir etme gayretini taşırlar. “Memleketi kurtarmak”
gibi bir cümleyle kendisini de alaya alan böyle söyleme, yazma veya akıl yürütme
biçimleri içinde, din savaşları, komplolar, türlü ajanlık girişimleri, uluslararası
gündemler, asırlık düşmanlıklar, viral fesatlıklar ve onları kararlı şekilde icra
eden kimseler vardır. Büyük resimli bir dram içerisinde yerel ilgi ve bağlam
kaybolur. Konuşmacı, kendi yakın çevresini, ilişkilerini anlamak ve anlatmaktan
sanki ısrarla uzak durur. Örneğin karşı komşusunun kim olduğu, neyle uğraştı-
ğıyla çok alâkadar görünmeyebilir ama dünyanın çok farklı bir yerinden uzanan
gizli ellerin sezgisiyle, uzak çağlara ve coğrafyalara doğru ilgisi kayabilir.
Büyük resmi anlamak isteyen, bir yandan da uzaklardan kendisine şekil
veren ve bu nedenle kendisini değersiz kılan, etrafında küçük resimler yaratan
belirsiz failler ve onların fiilleriyle zihnini yorar. Küçük gündemi ile uzak bir
zaman ve yerdeki büyük resim arasında derin boşluğun tecrübesinden uzak
bir özgüvenle akıl yürütür. Güncel dertlerinden yola çıkıp, uzak olanlara doğru
uzanan bağıntıları pek fark edemez. Bu ilişkisizlik nedeniyle sadece hayret verici
bazı olayları yorumlama çabası ötesine geçmekte, küçük de olsa kendi eylemini
yaratmakta zorlanır. Uzak bir evrene ilgisiyle gözleri bağlandığından, yer ve
zaman tuttuğu küçük resim, hakikatsiz, üzerinde düşünmeyi hak etmeyen bir
gerçeklik gibi dile gelir. Yerel ve zamansal bağlantılar üzerinden atlayan bir
kimsenin içerisine düştüğü derin boşluk içinden konuşması, dile geleni tuhaf
görüngülere dönüştürür.
Hakikat-sonrası, insan-sonrası, geç-kapitalizm, koloni-sonrası, yapısalcılık-
sonrası, endüstri-sonrası gibi sıfatları olabilen bir zaman parçasında tuhaflık,
biraz da özne ve nesnenin, duyum ve ifadenin, fail ve eylemin hep yanlış za-
manlar ve yerlerde karşılaşması olgusuyla açıklanabilir. Örneğin insan-sonrası
bir zamanda, insanca bir iyelik içinden yeryüzünden, hayvanlardan, başka
canlılardan söz etmek zorlaşır. Belli bir nesneyi arzulayan, onu tarif etmek,
ona sahip olmak isteyen özne, hep ertelenmiş bir uzam ve zamanın içinde
dayanaksız şekilde konuşur, yazar. Çünkü yaşadığı zamanın kendisi de hep
bir başka dönemin ertesi, kendi olmayan bir çağdır, herhangi bir yerdir. Bu
yüzden sözün içeriği ve biçimi bu telafisi olmayan fark içinde tuhaf telaffuzlara
kavuşur. Tuhaf sözcüğünün kendisi de bilgi değerinden yoksun bir işaretle-
menin belirtisidir zaten.
Spinoza gibi söylersek, “sayılamayacak kadar çok olan” ve cehaletle bilgiç-
liğin sarmalandığı böyle tuhaf görüngülerden bazıları üzerine izlenimci bir
bakışla, özellikle şiddet, kötülük ve patolojik yeni durumlarla ilgili değişen bir
sözlük içerisinden düşünmeyi deneyebiliriz. İlk bölümde yeni ve sosyal med-
yada linç olgusunu değerlendirdikten sonra ikinci bölümde Barbie bebeklerin
dönüşümü üzerinden, sadece çocuklarda rastlanmayan ruhsal bir dönüşümü
anlamayı deneyeceğiz. Üçüncü bölümde ise, otizm olgusu üzerinden bedensel
ve zihinsel bir değişimin izlerini takip etmeye çalışacağız.
ifadesinden, eleştirisinden söz etmek daha doğru olur. Sözünü ve hatta küfrünü
kendi varlığıyla imzalayan bir eleştiri sorumluluğu ortaya çıkar. Ahlakçı bir
söyleme meyletmeden şu söylenebilir: Ekranların dışında sükût edip, içindeyken
karakterleri karalayan bir kanaat bildirme tavrı en basit ifadesiyle tutarsızlıktır.
Richard Sennett’in Karakter Aşınması kitabındaki temalardan birisi de böyle
içeride ve dışarıda başka davranışlar sergileyen bir zamanın sakinleri üzerinedir.
Burada sözü edilen yargısız infaz değildir. Yeni medya, çoğu zaman vicdan
mahkemelerinin kurulup bozulduğu bir mizansen açar. Ama bazen yargısız
infaz anlaşılır ve hatta zorunlu da olabilir. Örneğin “kadının beyanı esastır”
söyleminde olduğu gibi, şiddet fiilinin sahibi adamın bu beyanla suçlu ilan
edilmesi karakter suikastı sayılmayabilir. Çünkü “masumiyet karinesi”, birçok
suç isnatında önemli ve zorunlu bir varsayım olsa da, törel ve vicdanî değil,
yasal manzumenin bir ifadesidir. Vicdan mahkemelerinin zemininde, kendi
kimlik savaşını yürütmekte güçlük yaşayanlar için, mağdurun beyanı masu-
miyet karinesine öncelikli sayılabilir. Bu seçim vicdani olanla müesses olan
arasında yaşam bulur. Adalet de zaten aynı ikili arasındaki gerilimde yenilenir.
Yeni ya da eski medyada gezinen ve alanında haklı ya da haksız şöhret sahibi
tiplemeler, çok fazla ortada görünüp, sayısız cümle sarf ettiklerinden, kaçınıl-
maz şekilde belirli bir kimliğin hassasiyet bölgesini, bilerek ya da tesadüfen
ihlâl ederler. Zaten politik olarak doğru ve tüm kimliklerin mayınlı bölgeler gibi
hassasiyetlerine dokunmadan geçecek bir söylem yaratmak imkânsız gibidir.
Böyle istisnai ölçüde kusursuz bir söylem kaygısıyla davranan konuşan, yazan
kimse, neredeyse her sözcüğünü tartarak, sınayarak söyleyen bir retorik ustası
sayılmalıdır. Ama bu yetenekten mahrum olanlarda eylemler ve sözler tereddüt-
le dile gelir. Eleştirinin de sonunu ilan eden bu endişeyle, kimlik savaşlarının
sonucu kaygan hassasiyet zeminlerinde karakter suikastından çekinenler, boş
bir retorikle konuşmaya başlayabilirler. Futbol analojisini sürdürürsek, yan
paslarla orta saha mücadelesine dâhil olmak isterler. Oyuncu, kendisine gelen
pası tekrar karşı tarafa iade eder, inisiyatif kullanmaz. Kimlik savaşlarından
ve karakterine zarar gelmesinden korktuğu için her eylem ve söylemin ihtiyaç
duyduğu akrobasiyi göze alamaz. Ya da tam tersine saldırgan bir söylemle,
hangi kimlikten fertle karşılaştığına önem vermeden ilerler.
Yeni medya sahnesinde gezinen, hazır yargı ve kanaatlere sahip, eylem ha-
lindeki muhabir izleyici, beklemediği bir zamanda karakter suikastının nesnesi
olabilir. Üstelik başına gelen olay viral bir hızda genişleyebilir. Sözgelimi Aralık
2013 yılında Twitter’da yaklaşık 200 takipçisi olan ve halkla ilişkiler müdiresi
bir kadın, Justine Sacco, Güney Afrika’ya uçmadan hemen önce bir twit yazar
ve telefonunu kapatıp on bir saat sürecek yolculuğuna başlar. “Gittiğim yerde
AIDS’e umarım yakalanmam. Ama dert değil çünkü ben beyazım” gibi ölçüsüz
bir paylaşım yapar. Uçaktan indiğinde kendisini trending topics olarak bulur.
Bu süre zarfında dünyanın en çok nefret edilen kişilerinden birisi olur. Bu viral
yayılımın nasıl gerçekleştiği, kadının bunu hak edip etmediği bir yana, aşırı
iletken yeni medyada sadece şöhretler değil, sıradan yurttaşlar da bağışıklık
sistemi kaybolmuş bir medya ağı üzerinde kısa zamanda linç edilebilirler.
Karakter suikastını işleten ve biraz da “ucuz kahramanlık” yapan yeni medya
sakinleri, yersiz sözleri, ifşaatları, cürümleri ortaya çıkanları bir kimlik savaşı-
nın ortasına çekerler. Olağan koşullarda burun kıvrılacak, kulak asılmayacak,
gözlerden uzak kalacak tipler ifşa edilirler. Herhangi bir kimliğe karşı söylem,
suç, fiiliyat içerisinde yakalanan suikastın nesnesi, başına geleni ne ölçüde hak
ettiğinden bağımsız olarak, bir kimliğin ve ona komşu başka kimliklerin üyeleri-
ni topluca karşısına alır. Vegan beslenen insanlara karşı cümleler kuran Canan
Karatay’ın öznesi olduğu bir vaka incelemesi yapabiliriz. Diyet uzmanının sarf
ettiği sözlerin, planlayarak mı, kaza sonucu mu ortaya çıktığı pek önemli değil-
dir. Ama bu telaffuzuyla vegan kimliğinin ve onlara karşıt bir başka kimliğin
sınırlarının daha da belirgin olmasına yardımcı olur. Programlar arasında
koşuşturan, medya tüketicileri için gün boyu ne diyeceğini şaşıran yaşlı bir ka-
dının kurduğu cümleler, vegan kimliğini beklemediği şekilde konsolide etmeye
yardımcı olur. İştahlı medya tüketicilerine gün boyu biraz da sıradışı formül-
ler sunan bu kadın, kendisine kısa bir zap arası bile tahammül etmeyecek bir
kalabalığı karşısına alır. Ama aynı tepki, Karatay’ın, tüm diyet uzmanları gibi,
yeryüzünü sınırsız kaynakların zemini, sağlığımıza zarar vermediği sürece her
istediğimizi yiyip içebileceğimiz şeylere ait reçeteler sunarken ortaya çıkmaz.
Açık ve şüphe götürmez bir lafız olmadan, böyle derin ve daha arkada
işleyen kötülük yorumlanmaya değer görülmez. Bu lafız bir tür küfür gibi
işlev görür. Örneğin herhangi bir zeminde makul bir şekilde kendisini ifade
eden bir kimsenin, bir anda küfretmeye başlaması, söylediklerini gölgeler;
zihinler bu istisnai ana takılır. Benzer şekilde, pederşahi iktidarın sayısız
dolambaçları arasında etrafındaki kadınlara türlü eziyetler eden adamlar, do-
laysız şiddete başvurduklarında fark edilirler. Örneğin bu sırada mobbing adlı
bir görüngü, şiddetin genelleşmiş, incelikli, nezaket kılığında da işleyebilen
halleri gözden kaçabilir. Kadınlar da bazen bu mobbingi ayırt edemeden, ne
olduğuna anlam veremeden iş ortamlarında irtifa kaybederler. Fiziksel şiddet,
1 Virilio, Paul, Hız ve Politika: Dromoloji Üzerine bir Deneme, Çev. Meltem Cansever, Metis:
İstanbul, 1998 s. 120.
etkinliklerini anlatan disipline ise “entropoloji” adını verir. İnsan, yoğun ent-
ropi üreten bir canlı olarak diğer yaşam alanlarını, habitatları bozar.
Bu durumda yazarlar veya sinemacılar, ütopyaların yerine nesneler ve özne-
lerin birbirine ölçüsüzce karıştığı distopyaların sahnesi anlatılarla kendilerini
daha fazla dile getiriyorlar. Karakter çizgileri, mizacı olan varlıkların kozmetik
gerçeğini değil de, karışmanın, iç içe geçmenin kaotik dramını daha sahici
buluyorlar. Çocuklar da artık Barbie’nin pembe dünyasını değil, Monster High
türünden dehşetli bebeklerin evrenini daha çekici buluyorlar. Ama çok farklı
görünseler de her ikisini de Mattel firması üretiyor. Sistem bizim ütopik veya
distopik ilgilerimize fazla takılmadan erkenden böyle meyilleri tasnif edip,
ona uygun nesneler üretmekte gecikmiyor. Kapitalizm demekte ısrar etmemiz
gereken böyle bir sistem kozmos ve kaosu, kozmetik ve kaotik olanı peş peşe
ele geçirmiş görünüyor. Bu karmaşık yapının gizli işleyen görüngübilimi en
öngörülü düşünürün, sanatkârın, edebiyatçınınkinden bile daha dakik işleye-
bilir. Bu atletik üretkenliğin bir sebebi de metabolizmasını kendisine borçlu
bünyelere eşyalar temin etmesinden ileri gelir. Bu sayede sistem kendi yarattığı,
sınırladığı bir iklimde yetişen endemik bedenler ve zihinler için neyin uygun
olduğuna, yakışacağına daha kolay karar verebiliyor.
Bir yandan da böyle bir kültür ikliminde distopyalar içerisinden akıl yürüt-
mek daha çekici görünüyor. Çok kökensel bir dürtü de bunun nedeni olabilir.
Kaza sahnelerini yol kenarında durarak seyretmek, doğal felaket kayıtlarını
heyecanla izlemek, deprem ânına, tsunamiye ekran başından tanıklığın cazibe-
sine kapılmak, suç dizilerine daha fazla ilgi göstermek ve hattâ iş makinelerinin
toprağı altüst eden hareketlerini gösteren hafriyat sahneleriyle büyülenmek
aynı güdüden besleniyor olabilir. Böyle bir zamanda tertip içinde, klasik oran-
lara sahip şeyleri ve hadiseleri seyretmekten ziyade, yerinde duramayanı, değiş-
mekte olanı izleme arzusu hâkim olur. Oyuncak bebek Barbie’lerin kozmolojisi
içerisinde gezinen Şeker Kız Candy veya Heidi’nin yerine yakın zamanlarda
Monster High gibi türlü demonik şekiller alan çizgi film karakterleri da bu
değişimle alâkalı olabilir. Böyle çizgi filmlerin iyiyi ve güzeli değil, şekilsizi,
karmaşayı tembihleyen halleri de benzer bir yere çıkıyordur muhtemelen.
Tenhalaşmış, tüm tertibatların bozulduğu yeryüzünde vahşi hayvanların kent
merkezlerinde gezindiği, binaların bitki örtüsüyle kaplandığı felaket sonrası
manzaralar da benzer bir distopya ilgisini yansıtır.
Bu ilgiyi her zaman olumsuz yorumlamamak gerekir. Distopik sahnenin
okuru, izleyicisi, dinleyicisi, aynı zamanda karşısında yeniden düzen verebi-
leceği bir dağınıklık bulur. Karmaşık ve değişmeye açık bir yer ve zamanda
serbest kalan nesneler arasında kendi ifadesini geliştirmesi daha kolaydır.
Etrafa daha serbestçe yayılmış nesneler, yorumunu, eleştirisini celbeder, irade-
sini kullanması için daha açık bir zemin vaat eder. Oysa tanımı gereği içtihat,
tefsir, ifade kapılarının kapandığı ütopyalar, artık yorumun ötesine geçmiş
klasik ölçüler gibi, kendinden menkul bir ilkeyi vaz’ eder. Bu durumda ütopik
düzen distopik ilkeye karşı despotik bir nitelik edinir. Ütopyalara dönük kuş-
kuda, haklı gerekçeleri de olan yakın zamanlı bu ilgisizlikte, komünizm gibi
ütopyaya benzeyen bazı girişimlerin kötü tecrübeler şeklinde hafızalarda yer
tutmasının da etkileri vardır. Ama bir yandan da ütopyalardaki asude hayat, çe-
kişmelerden uzak manzara, ölçülü dünya tahayyülünün ima ettiği tarihin sonu
tezleri de alıcısına katlanılmaz geliyor olabilir. Değişimin nihayete erdiği bir
dünya resmi, içerikleri bozmaya, biçimleri dağıtmaya, karıştırmaya açık geç-
kapitalist, modern-sonrası eğilime ve onun ifadeci zihniyetine yer bırakmaz.
Her şeyin ertesini işaret eden modern/hakikat/insan-sonrası zamanlarda ço-
cukların veya yetişkinlerin ilgi eşikleri düştükçe, onların etraflarıyla alâkalarını
tekrar tahrik edecek şekilde kültür sanat dünyasının failleri de yeni arayışlar
içerisine girerler. Ama özellikle avangard sanatla birlikte yenilikten çok şok
edici olanı üretmek daha önemli olmaya başlar. Sadece meta üreticileri değil,
sanatkârlar da bir çeşit “adrenalin bağımlılığına” cevap vermek durumunda
kalabilirler. Her seferinde daha yeni ve daha ilginç olanı üretmeye dönük
modern dürtüyü kaybetmemek isterler. Ama ilginç, şok edici temalar ve farklı
şekillerde ortaya çıkan bir ürün, Barbie ve Monster High bebekler gibi temelde
aynı biçimin yeniden üretimi de olabilir. Çünkü ne kadar farklı dünyaları olsa
da iki bebeğin beden ölçülerinin, el ve ayak duruşlarının neredeyse farksız
olduğu görülebilir. Onların daha ütopik veya daha distopik görünen, pembe
veya siyah kozmolojileri arasında çok büyük ayrımlar olmayabilir. Çünkü yay-
gın bir piyasa üretimi için avangard biçimlerin üretimine son vererek sadece
muhtevaya, görünüşte farklılıklara odaklanmak zorunludur. Kitlesel üretim
için avangard moment sonlanmalı, sanatkârın çığır açan hamlesi yok olma-
lıdır. Bu şekilde yeni olanı sadece görünüşlerde arayan bir piyasaya cevaben
tüketicilerin ilgi ve usanma döngüsü de kısalır. Çünkü tüketici hakikat-sonrası
sahnede sahici bir eşyayla, olayla veya deneyimle karşı karşıya olmadığını bilir.
Bu yaratıcılık noksanlığı biraz da modernizm içerisinde biçimlerin üretim ve
tüketiminin çok erkenden tamamlamış olmasından ileri gelir. Modern-sonrası
tahayyül bu biçimsel kısırlığın üzerine yerleşir. Bazen anlatacak ilginç hikâyeleri
olan kültür üreticileri aynı zamanda yeni biçimler yaratmakta zorlanırlar. Tü-
keticinin her alanda bulduğu ama anlam veremediği yavanlığın sebebi de bu
olabilir. Barbie ve Monster High gibi birbirine benzemediğini zannettiğimiz
bebekler aynılaşır bu durumda. Tüm yeni oyuncaklardan hızlıca usanan, arzu
nesnelerinden kısa aralıklarla kurtulan, ilgisini çabuk yitiren bir çocuk için
adrenalin tutkusu çok erkenden başlar. Ona teklif edilen oyuncaklardaki görsel,
işitsel, dokunsal aşırılıklara yetecek zihinsel veya bedensel olgunluk olmadan
önüne çıkanla oynamaya başlar. Sonrasında fazla zaman kaybetmeden yeni
oyuncakların, eğlencelerin arayışı içerisine girer. Bu döngünün olası sonuçları
çok erken yaşta beliren otistik görünümler veya süreğen ergenlik halleri olabilir.
Ergen, arzusu ve nesnesi arasında son bulmayan uyumsuzluktan mustarip bir
tiplemedir. Julia Kristeva bitmeyen ergenliği ve otistik tahayyülü zamanımız
için ayırt edici saydığı “ruhsuzlaşma”nın görünümleri arasında sıralar.2
Diğer yandan değişen, daralan ilgi eşiklerini yakalamak isteyen bir sistem
içinde “erken ayartılma” genelleşir. Monster High türünden varlıkların doldur-
duğu distopik bir kozmolojide küçük yaşlardan itibaren erkenden ayartılan bir
bünye kendine özgü bir benlik ve onunla uyumlu nesne ilişkileri geliştirmekte
zorlanır. Aynı durum Barbie’nin dünyasına maruz kalanlar için de geçerli
olabilir. Kendilik ve nesne ilişkilerindeki hasarın sebebi arzular ve nesneler
arasındaki ilişki noksanlığıdır. Böyle birisi şuurunda ve şuurdışındaki sayısız
kesintiler nedeniyle olgunlaşamaz, ruh sahibi olamaz. Bedenler ve ruhsal
aygıtlar nesnelere çok erkenden yakalanır. Böyle nesnelerle ve kendisiyle ne
yapacağını bilemeyenler için ruhsal travmanın türlü biçimleri yüzeye çıkar.
Beden ve zihnin beraber çalışmasını sağlayan ruhsal aygıt, modern/hakikat/in-
san-sonrası zamanlarda nesne ilişkilerindeki aşırılıklara koşut şekilde çok farklı
isimlerde hastalıklara yakalanır. Kristeva’ya göre bu hastalıkların temel sebebi
genelleşen ruhsuzlaşma olgusudur. Hastalanacak bir ruh olmadığında beden
ve zihin birbirinden ayrı belirtiler vermeye başlar. Onları dolayımlayan bir
ruh olmadığında beden bir otomata, zihin bir muhasebe aracına veya zekâya
indirgenir. Zihin ve beden arasındaki ütopik, mesut beraberlik ihtimali azalır.
Fark ve Patoloji
Osman Müftüoğlu, “Neden modern zaman hastalıkları artıyor?” başlıklı yazı-
sında (Hürriyet, 23 Şubat 2009), zamanımızda vücudumuza giren besinlerin
niteliğinin çok değiştiğini ve bu sebeple genlerimizin “şaşkın duruma” düştü-
2 Julia Kristeva, Ruhun Yeni Hastalıkları, çev. Nilgün Tutal, İstanbul: Ayrıntı, 2017.
tarifine ulaşır. “Neyim var acaba?” gibi bir soruyla gün boyu dolaşanın tafsila-
tıyla tasnif edilen hastalıklar tablosu içinde kendine yer bulmaması güçleşir.
Artık tam olarak neyi yeyip içtiğini bilmeyen hasta adayının ruhsal ve beden-
sel rahatsızlıklarının yelpazesinin genişlemesi olağan bir durum sayılabilir.
Hastalık sayılarının ve nevilerinin artmasının bir başka nedeni de hastalığa ad
konulmasıdır. Yani hastalıklar sözlüğünde yer aldığında artık kişinin ondan
mustarip olması da kolaylaşır. Örneğin otizm konusunda çalışmalar yapan
Tohum Vakfı’nın verilerine göre:
2006 yılında her 150 çocuktan 1’inde otizm görülürken, 2012 yılında her 88
çocuktan 1’inde otizm görülmüştür. 2018 yılında verilen son bilgiye göre de,
her 59 çocuktan 1’inde otizm görülmektedir.3
Yani bu cümleye göre, otizm on iki yıl içinde yaklaşık üç kat artmış görün-
mektedir. Hastalığa neden olabilecek kalıtsal, sosyal, ekonomik gerekçeler
olduğu kadar, hastalığı tanılamaya yardım eden spektrumun genişlemesi ve
bu konuda yaratılmış “farkındalık”, “erken tanı” çabası da aynı artışla alâkalı
görülebilir. Hastalığı tanılamak konusunda o kadar fazla belirti tanımlanır ki,
yakın zamanda herkesin otizm şüphesi altında kalması olasıdır. Yani bir hasta
adayının spektrum içindeki yerini bulgulamak için tanılama, ayırt etme, seçim
biçimleri öylesine ayrıntılanır ki, kişiye özgü farkı belirlemek ile bir patolojiyi
tarif etmek anlamdaş olabilir.
Anne ve babalar da çocuklarına benzer bir spektrumla biçim verdikleri
gözlükler arkasından baktıklarında, onlardaki sapmaları, normal olmayan
tarafları fark ederler. Farklı olmasını ve bu farkı ifade etmesini istedikleri
çocukları bu kapsamda anlamaya çalıştıklarında, onlardaki patolojiyi de
ayırt ederler. Böylece “Kendin gibi ol!” ve “Neden başkaları gibi değilsin?”
tembihleri aynı anda telaffuz edilmiş olur. Bu ikiyüzlü pedagojiye maruz
kalan çocuk da kendi gibi olmasını ve başkaları gibi olmamasını aynı anda
suç sayarak büyümeye çalışır.
Orta sınıf yaşam biçimlerinin ne söylediğine kulak vererek şekil alan eğitim
dünyası, öğrencideki farkın altını çizen, diğerleriyle ortaklığını inkâr eden bir
müfredat ile şekillendiğinde, kendindeki farkı gösterirken patolojik ilginin
nesnesi çocuklar yaratılmasına yardımcı olur. Alerjik bir bünye geliştiren ve
3 Bkz. https://www.tohumotizm.org.tr/
1 Pierre Bourdieu, Genel Sosyoloji College de France Dersleri (1981-1983), (Zuhal Emirosma-
noğlu, Çev.). İletişim Yayınları, İstanbul, 2021, s. 159.
2 Ralph Keyes, Hakikat Sonrası Çağ –Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma–, çev. Deniz
Özçetin, 2. basım, DeliDolu, Ankara, 2019, s. 12.
3 Word of the Year 2016, OxfordLanguages, https://languages.oup.com/word-of-the-year/2016/
Erişim: 20.12.2020.
4 (1)“yalan söylemek yanlıştır, nokta”; (2)“duruma göre değişir”; (3)“iyi bir yalan için söylenecek
çok neden vardır”. Ralph Keyes, age. s. 40.
5 David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, Metis Yay., İstanbul, 2006,
s. 41, 42.
6 Post-modern savların bizatihi teori-karşıtlığı veya en azından büyük anlatı formundaki evren-
sellik iddiasına karşıt-konumu esasında “post-modern teori” kullanımını ironik kılmaktadır.
Bu metinde “post-modern teori” dendiğinde post-modern perspektifler ve konumlar dizisi
kastedilmektedir.
7 Bilimin ayırt edici ve ahistorik (tarih-bağımsız) bir epistemolojik şemasının, algoritmasının,
yönteminin mevcut olduğunu öne süren, özcü, temelci ve evrenselci teoriler.
8 Imre Lakatos’un teorisini de bu sete dahil ediyorum.
9 Vefa Saygın Öğütle, Kurumların Sosyal Gerçekliği –İlişkisel Realist Bir Yaklaşım–. Phoenix
Yayınevi, Ankara, 2019, 88, 89.
10 Bilimin çıktılarının mevcut doğruluk değerinin yüksek kanıt ve sınama standartları ile tesis
edildiğinin kabulü ve ‘kurumsal bilime güvenilmelidir’ imperatifi.
11 Jean-François Lyotard, Postmodern Durum, çev. İsmet Birkan, BilgeSu, Ankara, 2013, s. 26.
12 Vefa Saygın Öğütle, age. s. 68.
13 Karl Mannheim, İdeoloji ve Ütopya, çev. Mehmet Okyayuz, De ki Basım Yayım, Ankara, 2009,
s. 247.
14 Muhammed Asghari; Susan Haack, “From Analytic Philosophy to an Ampler and More Flexible
Pragmatism: Muhammed Asghari talks with Susan Haack”, The Quarterly Journal of Philosop-
hical Investigations, Vol. C. 14, S. 32, 2020, s. 21.
Bilim ve teknoloji hayatımızı daha sağlıklı, daha kolay ve daha konforlu hale getiriyor
Kesinlikle Tümüyle
Ülkeler 2 3 4-5-6 7 8 9
Katılmıyorum katılıyorum
Tüm
3.7 1.5 2.5 24 13.0 17.1 10.9 27.3
Ülkeler
Bilim ve teknoloji sayesinde, gelecek nesiller için daha fazla fırsat olacak.
Tüm
2.6 1.3 2.5 21.7 12.6 17.8 11.6 28.3
Ülkeler
Tüm
13.8 5.6 7.3 32.5 9.9 9.9 5.6 13.1
Ülkeler
Bilimin kötü etkilerinden biri, insanların doğru ve yanlış hakkındaki fikirlerini bozmasıdır.
Tüm
12.7 5.6 7.4 35.3 9.9 9.1 4.7 11.8
Ülkeler
Günlük hayatımda bilim hakkında bilgi sahibi olmak benim için önemli değil
Tüm
21.7 9.1 10.5 30.1 7.8 7.0 3.6 8.5
Ülkeler
Kesinlikle
Yanıt yok Bilmiyorum Katılmıyorum Katılıyorum Kesinlikle Katılıyorum
katılmıyorum
Tüm
1.5 4.3 16.1 32.4 22.4 23.3
Ülkeler
Tablo 1: Dünya Değerler Anketi, Bilim temalı sorular ve yanıtların oranı (Kaynak: Haerpfer,
Inglehart, Moreno, vd., 2020). [Tüm ülkeler: 51 ülke / 76,897 katılımcı].
17 Silvio O. Funtowicz & Jerome R. Ravetz, “Science For a Post-normal Age”, Futures, 25, 1993,
s. 740.
yönetilebilir olan belirsizlik, belirli bir problemin veya problem setinin çözümünün bir
olgu keşfine bağlı olmayıp doğası/yapısı gereği karmaşık bir gerçekliğin kavranması ve
yönetilmesiyle ilgilidir. Karar risk derecesi, problem-durumu ile ilgili tarafların/pay-
daşların çözüm stratejisine bağlı maliyetleri, çıkarları ve değer-bağlılıklarına dair bir
orandır.18 Özellikle, bir problem-durumunun çözümüne ilişkin bilimin (kurumsallığı
ile) fiilen kullanılarak alınacak bir aksiyonun ciddi ve geri dönülemez ‘hasara’ neden
olma ihtimali varsa ve herhangi bir zararın meydana gelmeyeceğine dair bilimsel bir
mutabakatın –henüz– olmadığı durumlar post-normal olarak adlandırılmaktadır. Bu
süreçlerde, yanlış pozitif (İng. False positive) ve yanlış negatif (İng. False negative)
hataları ciddi sonuçlar verir.19 Bu gibi durumlarda, “bilim, politika konularına uygu-
landığında politika önerileri için kesinlik sağlayamaz ve herhangi bir karar sürecindeki
çelişkili değerler, problem çözme işinde bile göz ardı edilemez” hale gelir.20 Tam da
bu noktada, “etkileşimli diyalog” bilim içi ve uzmanlar arası bir yöntem ve iletişim
formu olmaktan öteye geçer ve kamusal zemin(ler)de her katılımcı (ve hatta izleyici)
aktörün kendi zihninde farklı birer bilim kavrayışıyla oturup, aynı kelimeleri kullana-
rak anlaşmaya çalıştıkları bir ‘post-normal’ müzakere masası açığa çıkar. Bu durum,
Shelia Jasanoff’un21 bilimsel bir danışma topluluğunun oluşturulması yoluyla bilimin
meşrulaştırma rolünün kurumsallaştırılmasını ifade eden “düzenleyici bilim” (İng.
Regulatory Science) kavramsallaştırması22 ile de kesişmektedir. Düzenleyici bilimin
amacı, politika geliştirme görevini ilerleten teknikler, süreçler ve ürünler üretmektir.
Üç farklı bilimsel faaliyetin23 toplamı olarak görülebilecek bu tür bilim, bağlamı ve
kısmen de içeriği ile olağan bilimden ayrılmaktadır.24 Bu ayrılma, post-modern veya
post-hakikatten bağımsız olarak bilimin kendisine aittir.
18 Age. s. 744.
19 “Yanlış pozitif”, bilimsel bir hipotezin yanlış olmasına rağmen doğru olarak kabul edildiği ve
bunun üzerine eylem geliştirildiği durumları, “yanlış negatif” ise bilimsel bir hipotezin doğru
olmasına rağmen yanlış kabul edildiği ve bunun üzerine eylem geliştirildiği durumları ifade
etmektedir. Belirtilmelidir ki, temel fizik gibi alanlarda her iki durum da toplumsal çıktı ver-
mezken, örneğin tıp, farmakoloji, genetik mühendisliği, toksikoloji, çevrebilim vb. alanlarda
ciddi kamusal riskler açığa çıkarmaktadır (bkz. Gürol Irzık & Faik Kurtulmuş, “What Is Epis-
temic Public Trust in Science?” British Journal for the Philosophy of Science, 70 (4), 2019).
Bu göreli durum, post-normal bilimin bağlamsallığını göstermektedir.
20 Silvio O. Funtowicz & Jerome R. Ravetz, Age., 744.
21 Sheila Jasanoff, The Fifth Branch: Science Advisors as Policy Makers, Harvard University Press,
Cambridge, MA, 1990.
22 Jasanoff öncesinde bu kavramsallaştırmayı “bilim-ötesi” (İng. Trans-science) ile ilişkili olarak
kullanan Alvin Weinberg’dir (1985).
23 [1] bilgi üretimi, [2] mevcut bilginin sentezlenmesi [değerlendirme, tarama, meta-analiz] ve
[3] öngörü [olağan bilimin kanıt-öngörü bağıntısından daha zayıf bir bağıntıyla belirsizliği
kontrol etmeye çalışan bir öngörü].
24 Sheila Jasanoff, age., s. 77.
Yüksek
Post-normal
Profesyonel
Danışmanlık
Uygulamalı
Bilim
Düşük Yüksek
Sistem Belirsizlikleri
sını olanaklı kılan iki koşul (kanıtlayabildiğim sürece gerçekliğin dediğim gibi
olduğu düşünülebilir ve aynı gönderge tutarsız veya çelişkili birden çok kanıt
sunamaz koşulları) edimselleşemez. Bu da, Bourdieu’nün sosyal bilimlerin en
büyük sorunlarından biri olarak tanımladığı ve Yunanlıların homologein söz-
cüğüyle ve “aynı şeyi söylemek” olgusuyla tanımladığı nesnellik terimine dair
problemi post-normal koşullar altındaki tüm bilime genellemektedir: “Homo-
logein, bir toplumsal onaylama [homologation] biçiminin bilimsel onaylama
ile rekabet halinde olması ölçüsünde önemli bir sözcüktür ve sosyal bilimlerin
en büyük sorunlarından biri de, tutarlı ölçütler konusunda, (…) bilim insanları
arasındaki uzlaşı ile toplumsal uzlaşı arasındaki güç ilişkisidir.”29 Post-normal
durum(lar)daki bu ‘tartışma ortamı’nın ‘olağan’ soruları, olgulara ilişkin ve
bilim diliyle ifade edilebilir olmakla birlikte, toplum ve politika dolayımına
girmeden salt bilimde yanıtlanamayan sorular anlamında bilimsellik-ötesi (İng.
trans-scientific) olarak da adlandırılabilir30 ve bu noktada Bourdieu’nün ifade-
leri edimselleşir: “Epistemolojik meselelerin büyük çoğunluğu aynı zamanda
siyasal meselelerdir” ve “toplumsal dünya hakkındaki hakikat, ister istemez
rakip toplumsal gruplar arasındaki mücadelenin konusudur.”31 Tam da bu
noktada, post-normal bilim, post-modern tartışma ve post-hakikat bir araya
gelmektedir. Diğer taraftan ve eşzamanlı olarak mesele halen epistemolojiktir;
zira her tür “bilim eleştirisi” için geçerli olmak üzere eleştirenler, “nihai bir
maske düşürme hedefinden vazgeçmek istemiyorlar ve eleştirilerini sürdürmek
istiyorlarsa, tüm makul standartların yozlaşmasına ilişkin açıklamaları için en
az bir standardı korumaları gerekir.”32
kerenin açık ya da örtük hedefi halen simgesel iktidarı, yani bilim kavrayışları /
kavramları içerisinde toplumsal dünyadaki meşru temsil biçimi ve otorite olacak
kavrayışı tesis etmektir. Gerek müzakere masasındaki konumlanışların çeşitliliği
gerekse de bunun temelinde yer alan “bilim gerçekliği”nin çok yönlülüğü (Alm.
Vielseitigkeit), yani gerçekliklerin kendilerini kesitler olarak, parça parça sunması
ve toplumsal dünyanın çehrelerinin çokluğu, özellikle kamuoyunu oluşturan
çoğunluğun, gerçekliği bütünüyle kavrayamamasına neden olur. “Toplumsal
özneler şimdiki zaman karşısında ya da daha ziyade toplumsal dünyanın geleceği
karşısında bir şekilde afallamış durumdadırlar” ve bu noktada devreye giren “te-
ori etkisi”, yani “teori kurulduğunda, daha önce farkına varılmamış bazı olgular,
birbirleriyle karıştırılan gerçeklikler ayrıştırılmış olur; yani bu bir nevi sadece
teorisi yapılan şeyi görüyor” olmak34, bu durumu daha da karmaşıklaştırır. Zira
metaforik masada, Foucault, Lyotard, Comte, Popper, Kuhn, Marx, Adorno,
Horkheimer ve diğerleri teori etkisini edimselleştirecek şekilde oturmaktadırlar.
Bir teori, ortodoks ve egemen hale geldiğinde, kolektif bir dünya görüşü halini alır ve bu
kolektif dünya görüşü, dünyanın bizzat kendisi haline gelir. (…) Toplumsal dünya görüşü,
mutabakata dayandığında toplumsal dünyadır, toplumsal dünyayı yapar. Bana mesnet
oluşturacak tüm toplumsal dünya benimle beraberken, düşündüğüm toplumsal dünya ile
olduğu haliyle toplumsal dünya arasında bir uyumsuzluk yoktur. Bu, bir tür ortodoksiye
bulaşma durumudur, simgesel tahakküm için girişilen her mücadelenin amacıdır.35
Post-normal bilimin toplumsal çıktılarının teori etkisi (etkileri) ile birleştiği durumlarda,
“bilime duyulan kamusal güven” tartışma konusuna dönüşmektedir. “Kamu” terimi,
mahkemeler, bakanlıklar, hükümet gibi kamu adına hareket eden kolektif organlar
veya toplumu oluşturan bireylere veya gruplara atıfta bulunabilirken, “bilim”, bilimsel
yöntemlere, bireyler veya topluluk olarak bilim insanlarına veya onların sosyal organizas-
yonları veya kurumlarına gönderim yapabilmektedir. Son olarak “güven”in nesnesi bilim
insanlarınca üretilmiş bilgi olabileceği gibi, daha geniş çerçevede bilimsel etkinliklerin
doğrudan veya dolaylı sonuçları olabilmektedir.36 Belirli bir bilim insanına, muhtelif ne-
denlerle güven veya güvensizlik duymak, belirli bir bilim insanları topluluğuna (örneğin
tıp hekimlerin) güven veya güvensizlik duymak ile bir kurum olarak bilime güven veya
güvensizlik duymanın farklı ölçekler ve bağlamlar olduğu öne sürülebilir. Ancak bura-
daki geçişkenlik veya dolayım görünenin çok ötesindedir: “Kurum olgusunun gizemi,
kendini kurumsallaştıran grubun, bizzat o grubu var eden kurumun temeli olmasıdır.”37
Post-normal bilim süreçleri uygulamalı bilimin ve profesyonel danışmanlığın tam
işlevsel olduğu durumlardan farklı olarak bilime duyulan “pekiştirilmiş güven”in (İng.
Enhanced trust) koşullarını da etkiler. Irzık ve Kurtulmuş’un mantıksal önermeler for-
munda ifade ettikleri bu koşullar şöyledir:
M kamunun bir üyesi; S, bir bilim insanı veya bilim insanları topluluğu ve P, bir
önerme veya önerme grubu olmak üzere,
(K5) Kamu refahı söz konusu olduğunda, S, P’ye göre endüktif risklerin dağılımı-
na ilişkin metodolojik kararlarını, M’nin bu risklere ilişkin değerlendirmeleriyle
uyumlu olarak alır ve
(K6) M’nin Koşul 5’in yerine getirildiğine inanmak için iyi nedenleri vardır.38
40 Steven Best & Douglas Kellner, Postmodern Teori -Eleştirel Soruşturmalar-, (Mehmet Küçük,
Çev.) 2.Baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011, 284.
41 Bu kavram üç boyutlu olarak ele alınmaktadır: (1) Bilimsel olgulara dair malumat (ders kitabı
tipi bilgi), (2) bilimsel süreçlere (bilimsel yönteme) ilişkin kavrayış, (3) bilim ve teknolojinin
topluma etkilerine dair farkındalık. İlgili çalışmalarda bu üç boyutun her birinin ağırlıklı ve
eş-ağırlıklı biraradalıkları ile bilime güven duyma ve buna uygun eylemde bulunma arasında
bir çeşitlenme olduğu belirtilmelidir.
42 John R. Durant; Geoffrey A. Evans; Geoffrey Thomas, “The public understanding of science”,
Nature, 340, 1989.
43 John R. Durant, M. Bauer & G. Evans, “European Public Perceptions of Science”. International
Journal of Public Opinion Research, 6(2), 1994.
44 Nick Allum; Patrick Sturgis; Dimitra Tabourazzi; Ian Brunton-Smith, “Science Knowledge
and Attitudes Across Cultures: A Meta-analysis”, Public Understanding of Science, 17, 2008.
/ Gordon Gauchat, “A Test of Three Theories of Anti-Science Attitudes”. Sociological Focus,
C. 41, S. 4, 2008.
de, çeşitli topluluklar üzerinde tek tip etkilere sahip olmasının muhtemel
olmadığı” gösterilmektedir.45
Toplumun alt gruplarının farklı kültürel perspektiflere sahip olmaları, on-
ların sosyal kurumlarla nasıl ilişkileneceklerine dair sonuçlar doğururken,
teknolojinin toplumsal kullanımları (sosyal medya vb.) hemen hiçbir hiyerar-
şik filtreleme mekanizması olmaksızın bilgi, veri ve fikir yayılımını mümkün
ve mevcut hale getirmiş durumdadır. Böylece de “internette ve onun parçası
olan sosyal medyada ne üretiyoruz, ne tüketiyoruz, neyi paylaşıyoruz ve neden
paylaşıyoruz?” sorularının epistemolojik boyutu ile politik boyutu hızla iç içe
geçer. Öyle ki, Allum, Sturgis ve diğerlerinin, bu bağlamda teknolojinin toplum-
sal kullanımlarını kapsamayan çalışmasında çıkan sonuç, oldukça anlamlıdır.
Önceki çalışmalar, bilim okuryazarlığı ile bilime karşı tutumlar arasındaki ilişkide
ülkeler arasında büyük farklılıklar olduğunu ve bu varyasyonun bir kısmının yerel
ekonomik kalkınma derecesi ile ilgili olduğunu ileri sürmüştür. Sonuçlarımız,
kültürel çeşitlilik olarak yorumlanan şeylerin çoğunun, başlı başına “kültür”den
ziyade, esas olarak, ülkeler içindeki belirli niteliklere sahip bireylerin nispi ora-
nındaki varyasyonla açıklanabileceğini göstermektedir. Analizimiz, bilgi-tutum
korelasyonundaki varyasyonun sadece yüzde 10’unun ülke düzeyindeki süreçler
veya mekanizmalar tarafından açıklanabileceğini gösteriyor.46
Buna bağlı olarak da “bilim”e ilişkin kavrayış kültür endüstrisinin bir parçası
olurken, bu kavrayışın motive ettiği veya koşullandırdığı ya da en azından
etkilediği somut davranış örüntüleri ve bunun bireyselliği aşarak toplumsala
etki eden sonuçları, kısacası bilimin kavramı üzerinden toplumsala etkisi daha
önce görülmemiş bir dolayıma girmektedir.
Kategorem ve Kültürel-Techne
Bu noktada, Bourdieu’nün “sınıflandırma meselesi”ni analiz ederken kullandığı
anlamda kategorem (kategori) devreye girmektedir. Bourdieu’nün Heideggerci
bir ilhamla ifade ettiği üzere, “kategorem, açıkça ve kamusal olarak itham
etmektir.”47 Bourdieu, Heidegger’in kategoria’nın “açık olarak agora’da suçla-
mak” anlamına gelen kata-agorreuein’den geldiği tezini kullanmaktadır. Bu kul-
45 Gordon Gauchat, Age. / Gordon Gauchat, “Politicization of Science in Public Sphere: A Study
of Public Trust in the United States, 1974 to 2010”, American Sociological Review, 77(2), 2012,
182.
46 Nick Allum; Patrick Sturgis; Dimitra Tabourazzi; Ian Brunton-Smith, age., s. 51.
47 Pierre Bourdieu, age., s. 34.
lanım, post-modern durum ister radikal bir dönüşüm isterse de geç kapitalizmin
kültürel mantığı olarak kabul edilsin, içerisinde katı olan her şeyin buharlaştığı
ve agorada, yani pazar yerinde yeniden-değerlendiği bir durum olduğu gerçeğiyle
örtüşmektedir. Kamusal alan kültür endüstrisi ve onun parçası olarak sosyal
medya (ve yer yer de konvansiyonel medya) üzerinden kurulduğu ölçüde, “bilim”
ve “bilim insanı” yol gösterici bir uzmanlık alanı veya epistemolojik bir otorite
sahibi aktör olduğu önceki kategoriden çıkarılarak tekrar bir kategorize etme
meselesinin parçası haline getirilmektedir.
Böylece, “bilim” ve hatta “bilimsellik” bir bilme kaygısından (veya istencin-
den) beslenen kavramsallaştırmalar (kategorizasyonlar) olmanın yanı sıra bir
eylem kaygısı ya da bir güç etkisi yaratma veya dayatma ya da bu etkiyi ortadan
kaldırma kaygısının kavramsallaştırmaları haline dönüşmektedir. Bu dolayım,
teorik yapılanması bilimin işleyen mantığını, epistemolojisini, yapısını ve tözsel
gerçekliğini konu edinmek ve meta-düzeyde modellemek üzere oluşturulmuş
klasik bilim teorilerince fark edilebilir değildir. Çünkü, bu teoriler, ancak mevcut
durumun bilimin ideolojik gölgelenmesi olarak teşhis edilmesi ve epistemolojik
bir ideoloji kritiğinin (bilime ve bilimselliğe ilişkin olguların belirli bir ideoloji
tarafından bozulduğunun, örtüldüğünün ve yanlış kavrandığının açıkça gösteril-
mesinin) bunu aşabileceği varsayımına bağlı olarak işlevsel olacaklardır. Oysa,
“bilim ve politika arasındaki mutlak ayrım”ı esas alan geleneksel bilim ethosu,
en azından 1940’lı yıllardan itibaren hem akademide hem de gündelik yaşamda
çökmüş durumdadır. O kadar ki, bilimin kamusal imajı politik bir şekil alırken,
bilim ve teknoloji çalışmaları (İng. Science and Technology Studies) bilimi politik
bir fenomen olarak inceleme perspektifini repertuarına katmış durumdadır.
Eski anlayış, iyi bilimin hakikati ürettiğini ve hakikat üreticilerinin siyasette özel
bir rolü hak ettiğini varsayıyordu. Yeni anlayış, bilimsel bilgiyi, yalnızca bilim
insanları arasındaki etkileşim yoluyla değil, aynı zamanda araştırma patronları
ve düzenleyici muhalifler tarafından oluşturulan, insan araştırmasının müzakere
edilmiş bir ürünü olarak ele alır. Tüm bilimsel bilgi müzakere edilirse, içeriği
önemli şekillerde müzakere yetkisinin nasıl dağıtıldığına bağlıdır.48
O halde, mevcut durum geniş ve özel (bilim kültürü) anlamı bir arada kullanılmak
kaydıyla kültüreldir ve 21. yüzyılın sembolik (göstergesel) sistemler ile örülü ve
48 Susan E. Cozzens & Edward J. Woodhouse, “Science, Government and the Politics of Know-
ledge”, The Handbook of Science and Technology, (S. Jasanoff, G.E. Markle, J. C. Petersen, ed.
T. Binch), Sage Publications, CA, 1995, s. 534.
örtülü kültürel ilişkiler ağını analiz edebilecek bir teorik çerçeveye ihtiyaç duy-
maktadır. Geniş anlamıyla kültür derken, “dünyanın, kendilerine has kültürleri
olan toplumlardan kompozisyonundan oluştuğu” yönlü –eskimiş– makro anlam
kastedilmemektedir. Burada Sally Haslanger’in49 vurgusuyla “kültür kavramı
analitik bir araç olarak” kullanılmakta ve eylem / sosyal pratik üzerinde –tüm
diğer etkilerin yanı sıra ve onlarla etkileşim içerisinde– yer alan göstergesel (İng.
Semiotic) etkileri (yine Haslanger’in kullanımı ile kültürel-tekhne [İng. Cultural
techne]50 etkisini) analiz edebilmeyi sağlamaktadır. Kültürel-tekhne kamusal
anlamlı eylem için bir çerçeve ve araçlar (kamusal anlamlar) sunar:
örülü teorisine yakın bir konum olsa da toplumsal rasyonalitenin kurucu koşul-
larından olan “daha iyi argümanın gücüne teslim olma” ve “rasyonel konsesüsü
kabul etme” koşullarının hızla erozyona uğramasını da dikkate almaktadır. Bunu
yaparken de bir tür Habermascı idealleştirilmiş konsensüs kavramının, özelde
“bilim”in ne olduğuna ve gerçeklik ile ilişkilenmedeki toplumsal konumlanışı-
na ilişkin konsensüsün iktidarı, otoriterliği maskelediği (örneğin Foucault’nun
tezlerini), farklılığın baskılanması veya görmezden gelinmesi ile özünde bizzat
özgürlüğe ve bilime ve/veya bilimselliğe zararlı olduğu (örneğin Feyerabend’in ve
kısmen de Lyotard’ın tezlerinin) ya da evrenselcilik ve yarı-temelciliğin devrinin
geçtiği (örneğin Rorty’nin tezlerini) düşüncesini içermemektedir. Aksine, gerçek-
likle epistemolojik bir ilişki olarak bilimselliğin ve onun ürünü olan kurumsallaş-
mış bilimin ne’liği üzerine rasyonel bir konsensüsün zorunluluğu üzerinde ısrar
edilmektedir. Esasında, temel problem de tam bu noktadır: Konsensüs neden
sağlanamıyor ve nasıl sağlanabilir? Daha açık sorulursa, post-normal bilimin (ve
benzer anlamıyla düzenleyici bilimin) ağırlık kazandığı durumla post-hakikat
koşullarının çakışmasının potansiyel çıktıları ne olacaktır?
Diğer taraftan, bu yaklaşım bizleri genelde toplumsal gerçeklik bölgeleri
arasında, özelde ise bilim felsefesi (bilimin kavramsal, teorik, metodolojik man-
tığı), tarihi (bilimin geçmişi) ve sosyolojisi (epistemik toplulukların yapısı ve
dinamiği) arasında net ve geçişsiz sınırlar tesis eden akademik iş bölümünün
ketleyici eskimişliğinden uzaklaştırabilir. Zira söz konusu olan bireyselden top-
lumsala, gündelik yaşamdan bilim politikalarına uzanan ‘soyut bilim kavrayışı’
ile ‘somut bilim etkinliği’ arasındaki ara halkaların (dolayımların) araştırılma-
sıdır. Kuhn’un ünlü cümlesine53 atıfla, nasıl ki “tarih yalnızca bir zamandizimi
ve anlatı deposu olarak görülmediği takdirde, şu anda bize egemen olan bilim
imgesinde esaslı bir dönüşüme yol açabilir”se “bilim imgesi” de yalnızca bir tali
çıktı veya eksik/hatalı görünüş (kavrayış) olarak görülmediği takdirde bilimin
özüyle görünüşleri ve kavranışları arasındaki uyuşmazlığı ve bunun somut
bilime etkilerini açıklayıcı bir unsura dönüşebilir.
Bu anlamda, çok-boyutlu bir bilim teorisi, birer araştırma nesnesi (konusu)
olarak bilimin her bir boyutunun özerkliğini kabul etmekle birlikte, bunların nasıl
olup da birbirleriyle etkileşime girdikleri (bu makale bağlamında bilim imgesi ve
bilim gerçekliği arasındaki etkileşim) konusundaki indirgeyici cevaplara alternatif
oluşturma iddiasında olmalıdır. Bu, bir boyutuyla da aydınlanmanın doğruluk
53 Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, 9. Baskı, Kırmızı Yayınları,
İstanbul, 2014, s. 68.
(hakikat) konusunda meşru hak iddia eden ve daha üstün bilgi ve akıl yürütme
kapasitesine sahip kurumların totaliter iktidarına, bürokratik, teknokratik bir
tahakküm düzenine dönüştüğü eleştirisiyle (örneğin Adorno ve Horkheimer’ın
tezleri), henüz tamamlanmamış bir proje olduğu savunusu (Habemasçı savunu)
arasındaki boşluğu, Habermas’a yakın durarak doldurabilecek bir hat oluşturmak-
tadır. Foucault’nun “ortak bir sorunun varlığını hiçbir şey bu soruna yaklaşmanın
iki benzer yolundan daha iyi gizleyemez”54 tespitinde bir revizyonla, farklı (uzlaş-
maz görünen) konumlanışların kesişim gösterilebildiğini ve bu kesişimde “bilim
problemi”nin gerçekliğini ve çok boyutluluğunu aydınlattığını öne sürüyorum.
Kaynaklar
Allum, Nick; Sturgis, Patrick; Tabourazzi, Dimitra; Brunton-Smith Ian, “Science Knowledge and
Attitudes Across Cultures: A Meta-analysis”, Public Understanding of Science, 17: 35-54, 2008.
Asghari, Muhammed; Haack, Susan, “From Analytic Philosophy to an Ampler and More Flexible
Pragmatism: Muhammed Asghari talks with Susan Haack”, The Quarterly Journal of Philosophical
Investigations, Vol. 14, Issue 32, pp. 21-28, 2020.
Bauer, M., Durant, J., & Evans, G., “European Public Perceptions of Science”. International Journal
of Public Opinion Research, 6(2), 163–186. doi:10.1093/ijpor/6.2.163, 1994.
Beck, Ulrich, Risk Society: Towards a New Modernity, Sage, London, UK, 1992.
Best, Steven & Kellner, Douglas, Postmodern Teori –Eleştirel Soruşturmalar–, çev. Mehmet Küçük.
2.Baskı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011
Bourdieu, Pierre, Genel Sosyoloji College de France Dersleri (1981-1983). Çev. Zuhal Emirosmanoğlu.
İstanbul: İletişim Yayınları, İstanbul, 2021.
Cozzens, Susan E. & Woodhouse, Edward J., “Science, Government and the Politics of Knowledge”,
The Handbook of Science and Technology, (ed. S. Jasanoff, G.E. Markle, J. C. Petersen, T. Binch),
pp. 533-553, Sage Publications, CA, 1995.
Durant, John. R., Evans, Geoffrey A. and Thomas, Geoffrey, “The public understanding of science”,
Nature, 340, 11—12, 1989.
Funtowicz, Silvio. O. & Ravetz, Jerome R., “Science For a Post-normal Age”, Futures, 25, s. 739-755, 1993.
Gauchat, Gordon, “A Test of Three Theories of Anti-Science Attitudes”. Sociological Focus, Vol. 41,
No. 4, pp. 337-357 (http://dx.doi.org/10.1080/00380237.2008.10571338), 2008.
Gauchat, Gordon, “Politicization of Science in Public Sphere: A Study of Public Trust in the United
States, 1974 to 2010”, American Sociological Review, 77(2), 167-187, 2012.
Habermas, Jürgen; Levin, Thomas Y., “The entwinement of myth and enlightenment: Re-reading
dialectic of Enlightenment”, New German Critique, 26, 13-30, 1982.
Harvey, David, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, Metis Yay., İstanbul, 2006.
Haslanger, Sally, “Ideology and Critique”. Aristotelian Society Supplementary Volume, V. 91, Issue 1,
Pages 149–173 (https://doi.org/10.1093/arisup/akx001), 2017.
Haerpfer, C., Inglehart, R., Moreno, A., Welzel, C., Kizilova, K., Diez-Medrano J., M. Lagos, P.
Norris, E. Ponarin & B. Puranen et al. (eds.), World Values Survey: Round Seven – Country-
Pooled Datafile. Madrid, Spain & Vienna, Austria: JD Systems Institute & WVSA Secretariat.
(doi:10.14281/18241.13), 2020.
Irzik, Gürol & Kurtulmus, Faik, “Well-ordered science and public trust in science”. Synthese. (https://
doi.org/10.1007/s11229-018-02022-7), 2018.
Irzik, Gürol & Kurtulmus, Faik (2019). What Is Epistemic Public Trust in Science? British Journal for
the Philosophy of Science, 70 (4):1145-1166. (https://doi.org/10.1093/bjps/axy007), 2019.
Jasanoff, Sheila, The Fifth Branch: Science Advisors as Policy Makers. Cambridge, MA: Harvard Uni-
versity Press, MA, 1990.
Jasanoff, Sheila, “The İdiom of Co-Production”, States of Knowledge -The Co-production of Science
and Social Order, (ed. Sheila Jasanoff), s. 1-12, Routledge, New York, 2004.
Keyes, Ralph, Hakikat Sonrası Çağ –Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma–, Çev. Deniz Özçetin,
2. basım, Ankara: DeliDolu, Ankara, 2019.
Kuhn, Thomas S., Bilimsel Devrimlerin Yapısı. çev. Nilüfer Kuyaş. 9. Baskı. Kırmızı Yayınları, İstan-
bul, 2014.
Lyotard, Jean-François, Postmodern Durum. Çev. İsmet Birkan. BilgeSu, Ankara, 2013.
Mannheim, Karl, İdeoloji ve Ütopya. Çev. Mehmet Okyayuz, De ki Basım Yayım, Ankara, 2009.
Öğütle, Vefa Saygın, Kurumların Sosyal Gerçekliği –İlişkisel Realist Bir Yaklaşım–. Phoenix Yayınevi,
Ankara, 2019.
Platon, “Theaitetos”, Diyaloglar. Çev. Macit Gökberg. 20.Baskı. s.451-542. Remzi Kitabevi, İstanbul, 2020.
Rorty, Richard, “Habermas, Lyotard ve Postmodernite”, Modernite versus Postmodernite (Mehmet
Küçük, der.), Çev. Mehmet Küçük, 291-312. İstanbul: Say Yayınları, İstanbul, 2011.
Weinberg, Alvin M., “Science and Trans-Science”, Minerva, C. 10, S. 2, s. 209-222, 1972.
Weinberg, Alvin M., “Science and Its Limits: The Regulator’s Dilemma”, Issues in Science and Tech-
nology, 2(1), s. 59-72, 1985.
Word of the Year 2016, OxfordLanguages, https://languages.oup.com/word-of-the-year/2016/, Erişim:
20.12.2020.
1 Ulf Zackariasson, “Introduction: Engaging Relativism and Post-Truth”, Relativism and Post-
Truth in Contemporary Societies: Possibilities and Challenges. ed. Mikael Stenmark, Steve Fuller,
Ulf Zackariasson Palgrave-Macmillan, 2018, s. 9.
2 Ralph Keyes, Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma. çev. D. Özçetin,
2. Baskı. DeliDolu, Ankara, 2019, s.12.
3 Meliz Ergin, “Ekoeleştiri ve Dolaşıklık Poetikası”, Cogito (93), YKY, İstanbul, 2019, s. 131.
4 Biyoliberalizm olarak da anılan bu düşünce için bkz. Başak Ağın, Posthümanizm: Kavram,
kuram, bilim-kurgu, Siyasal, Ankara, 2020, s. 55-61.
5 Bram Büscher, The Truth About Nature: Environmentalism in the Era of Post-Truth Politics and
Platform Capitalism, University of California Press, 2021, s.20.
6 Güncel Önkal, “Derin Ekoloji”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. A. Cevizci, cilt 4, Ebabil Yayınları,
Ankara, 2006, s. 179-181.
7 Güncel Önkal, Eray Yağanak, “Çevre Etiği”, Felsefe Ansiklopedisi, ed. A. Cevizci, C. 3, Babil
Yayınevi, Ankara, 2005, s. 589-595.
8 Önkal ve Yağanak, age, 2005, s. 592.
9 Güncel Önkal “Thoreau’nun Yaşam Felsefesi ve Çağrıştırdıkları, Nerede ve Ne için Yaşadım,
Henry David Thoreau, ed. Y.Y. Çakmaklı, Notos, İstanbul, 2010, s.146-156.
10 Güncel Önkal, “Doğadan Çevreye Günümüzde Stoa Felsefesini Yeniden Düşünmek”, Özne, 29.
Kitap, Çizgi Yayınevi, 2018, s. 159-168.
11 Dominique Lecourt, İnsan Post İnsan, çev. H.T.Abadan. Epos, Ankara, 2005, s. 30.
13 Büscher, Çevrecilik 2.0 olarak adlandırılan bu durumu bir tür “Çevreci Oyunu” (“Environmental
Gaming”) olarak nitelendirir. Büshcer, age, s. 36.
14 Ulrich Beck, Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, çev. K. Özdoğan- B. Doğan, İthaki,
İstanbul, 2011, s.19-21.
16 George Myerson, Ekoloji ve Postmodernliğin Sonu, çev. E. Kılıç, Everest, İstanbul, 2004, s. 5.
17 Greg Garrard, Ekoeleştiri: Ekoloji ve Çevre Üzerine Kültürel Tartışmalar, çev. E. Genç, Kolektif
Kitap, İstanbul, 2016, s. 16.
farklı olarak felsefi-etik söylemi sürdürmek yerine siyasal olanı etiğin öncesine
koyarak yüzünü küresel dünyanın gerçeklerine döner. Etik söylemin özellikle
birey (özne) temelinde ortaya koyduğu insan-doğa ilişkisi gelinen noktada üze-
rine düşünülmesi gereken bir kaynak sorun olmaktan çıkmıştır. Öyle ki Stoacı
felsefeden başlayarak filozofların doğa karşısında değil onunla uyumlu olmaya
çalışması gereken bireyden bahsetmesi günümüz beşerî ilişki düzleminde
romantik bir söylem olarak kalmaktadır. Eko-eleştiri bundan bir adım daha
ileri giderek insanın birey olarak sınırları ile toplumsal ve siyasal bağlamdaki
etkileşimleri bakımından çevre problemi ile karşı karşıya kaldığının izini sürer.
Dolayısıyla bize Stoa felsefesine göre yaşayan bireyler veya topluluklar değil,
Stoacı devlet politikaları gerekir. Mikro düzeyde etik öznenin dünyasından
makro ve küresel siyasetin aktörlerine doğru bir sıçrayışın gerçekleştirilmesi
ise ancak beşerî kültür dünyasının tüm bileşenlerinin eko-eleştirinin politik
incelemesi içerisinde ele alınması ile olanaklı kılınabilecektir. Doğanın “çevre”
olarak ilanı geri dönülemez bir noktadır; ancak çevrenin kavramsallaştırılması
henüz tamamlanmamıştır. Sözün özü, eko-eleştiri, bu kavramsallaştırmada,
çevre sorunlarını barındıran tüm disiplinlerden örneklerle, eleştiri öncelikli
yaklaşımı söyleme taşırlarsa bireyi aşan boyutlarda da konu soyut olmaktan
çıkacak ve somutlaşacaktır. Reel politikanın karşısında bir eleştiri olarak da
kendini konumlandıran ekoeleştiri böylelikle modernitenin kaleleri ardına
gizlenen kurumsallaşmayı eleştirme gücünü de etkin biçimde gösterebilecektir.
Eko-eleştiride çevre bozulmuştur, onarım beklemektedir. Doğa eksilmiştir,
çevre eksik bir doğadır. Ancak elimizde olan doğa ise çevredir. Doğayı çevre
olarak ilan edenler ise önceki yüzyılda yaşamışlardır. Dolayısıyla çevre prob-
lemleri bizim yaratımız olmaktan çok önceki nesillerden devraldığımız ancak
sistemin iştahı karşısında gelecek nesillere de her geçen gün artan sorunlarla
devredeceğimiz beşerî mirastır. İnsan doğaya egemen olmak isterken onu yok
etmiş elinde kalanı da çevre adıyla gelecek nesillerine bırakmaktadır. Kuşaklar
arası bir problem olarak çevre mirası ve kriz yönetimi kendisini sürdürülebi-
lirlik söylemi içerisinde yeniden yapılandıracaktır.
Doğanın yitirilmesinin hakikatle çelişen yeni bir hakikatmiş gibi kabulü
karşısında “yönelim bozuklukları”nı araştıran Andre Gorz’un tespitiyle kla-
sik siyasetin öngördüğü sosyal hareketlilik ve örgütlü politik mücadele “can
çekişmektedir.”18 Yine Gorz’un Komunist Manifesto’dan hareketle aktardığı
kemikleşmiş, adeta bir “inşaatın tuğlaları” gibi, gerçeklik olarak gördüğü acı
çeken bir dünya manzarasını da beraberinde getirmektedir.21
Böylesine bir dünyanın şekillendirici formu olarak insan iz bıraktığı maddi
değişimlerin yanı sıra adeta tabi olduğu sisteme tabi olmaları koşuluyla manevi
kültür öğelerinde değişimlerin yolunu açmıştır. “Kapitalosen çağ” olarak da
adlandırılan günümüzde bütün yaşam formları yerinden edilmiştir.22 İnsan
tür olarak biyosferdeki ölçülebilir olan ve olmayan değişimi yaratan başat
faktör olarak geri dönülmez bir tahribata yol açmakla kalmamış, sistemli ta-
hakkümüyle insan-insan olmayan ayrımını yaptığı kadar doğada olanla-doğal
olmayan ayrımını da yapmaya başlamıştır. Bu tehlikeli gidişatın bir sonucu
olarak da gezegenimizdeki bakterilerden, uzaydaki keşfedilmemiş yerlere kadar
siyasi arena genişletilmiştir.23
Doğallaştırılan eşitsizlik düşüncesi, ucuz doğa üreten kapitalizmin post-
truth motivasyonu olarak karşımıza çıkar. Doğaya hükmeden insan düşün-
cesinden doğaya bakım ve özen gösteren ancak bir yandan da geri dönülmez
biçimde doğa sonrası hayatını teknolojik konfor alanı yaratarak sanal ağlarda
kuran insanın post-truth dünyası sürdürülebilir gözükmemektedir.
Kaynakça
Ağın, Başak, Posthümanizm: Kavram, kuram, bilim-kurgu, Siyasal, Ankara, 2020.
Beck, Ulrich, Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru, çev. K. Özdoğan- B. Doğan, İthaki,
İstanbul, 2011.
Büscher, Bram, The Truth About Nature: Environmentalism in the Era of Post-Truth Politics and
Platform Capitalism, University of California Press, 2021.
Ergin, Meliz, “Ekoeleştiri ve Dolaşıklık Poetikası”, Cogito (93), 2019, YKY, İstanbul, s.128-136.
Garrard, Greg, Ekoeleştiri: Ekoloji ve Çevre Üzerine Kültürel Tartışmalar, çev. E. Genç, Kolektif
Kitap, İstanbul, 2016.
Gorz, André, Kapitalizm, Sosyalizm, Ekoloji: Yönelim Bozuklukları/Arayışlar, çev. I. Ergüden,
Ayrıntı, İstanbul, 1993.
Karakaş, Öznur, “Antroposen, Kapitolasen ve İnsan Sonrası Düşünce”, Pasajlar, Sayı:7, Enormis,
Ankara, Ocak 2021, s. 145-171.
Keyes, Ralph, Hakikat Sonrası Çağ: Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma. çev. D. Özçetin,
2. Baskı, DeliDolu, Ankara, 2019.
21 Lee McIntyre, Hakikat Sonrası, çev. F. Biçiçi, Tellekt, İstanbul, 2019, s. 17.
22 Jason W. Moore, Anthropocene or Capitalocene? Nature, History, and the Crisis of Capitalism,
Thomson-Shore, Michigan, 2016, s.10.
23 Öznur Karakaş, “Antroposen, Kapitolasen ve İnsan Sonrası Düşünce”, Pasajlar, S. 7, Enormis,
Ankara, Ocak 2021, s. 149.
Lecourt, Dominique, İnsan Post İnsan, çev. H.T.Abadan. Epos, Ankara, 2005.
McIntyre, Lee, Hakikat Sonrası, çev. F. Biçiçi, Tellekt, İstanbul, 2019.
Moore, Jason W., Anthropocene or Capitalocene? Nature, History, and the Crisis of Capitalism,
Thomson-Shore, Michigan, 2016.
Myerson, George, Ekoloji ve Postmodernliğin Sonu, çev. E. Kılıç, Everest, İstanbul, 2004.
Önkal, Güncel, Yağanak, Eray, “Çevre Etiği”, Felsefe Ansiklopedisi, C. 3, ed. A. Cevizci, Babil
Yayınevi, Ankara, 2005, s.589-595.
Önkal, Güncel, “Derin Ekoloji”, Felsefe Ansiklopedisi, C. 4, ed. A. Cevizci, Ebabil Yayınları, Ankara,
2006, s.179-181.
Önkal, Güncel, “Thoreau’nun Yaşam Felsefesi ve Çağrıştırdıkları”, Nerede ve Ne için Yaşadım,
Henry David Thoreau, ed. Y.Y. Çakmaklı, Notos, İstanbul, 2010, s.146-156.
Önkal, Güncel, “Doğadan Çevreye Günümüzde Stoa Felsefesini Yeniden Düşünmek”, Özne, 29.
Kitap, Çizgi Yayınevi, 2018, s. 159-168.
Zackariasson, Ulf, “Introduction: Engaging Relativism and Post-Truth”, Relativism and Post-Truth
in Contemporary Societies: Possibilities and Challenges. ed. Mikael Stenmark, Steve Fuller, Ulf
Zackariasson, Palgrave-Macmillan, 2018.
I
Yeni tartışmaların yarattığı kavramlar ve buna istinaden gelişen mücadeleler,
toplumsal ilişkilerin seyrini etkiler. Mücadeleleri siyasal hale getiren unsur,
kavramların nasıl tanımlanacağına dair güç ilişkilerini de barındırmasıyla iliş-
kilidir. Bu süreçte gelişen uyuşmazlıklar, toplumsal tartışmaların ve dışarıda
bırakılanların sınır bozucu mücadeleleriyle siyaset kurumlarını şekillendirir.
Mücadelelerin türediği toplumsal hayat, gündelik hayattan üretim ilişkilerine
kimlik ve aidiyet tartışmalarından yaşanan mekânların düzenlenmesine kadar
farklı bağlamlardan etkilenir. Ancak bu gelişmelerin uzun vadeli etkileri ço-
ğunlukla, ürettikleri ya da değiştirdikleri kavramsal çerçeveyle bağıdır. Böylece
pratik eylemle teorik kavram arasında bağlar kurulur.
Deleuze ve Guattari’den1 bildiğimiz gibi, bilgi-dostluğu/severliği olarak felse-
fe, kavram yaratır ve bununla dostça bir ilişki kurar. Kavram ve olay arasındaki
bağlantıları sabitleme çabası güç ilişkilerinin göstergelerindendir. Böylece
uzlaşma, uyum, düzen veya sistem kişileri aşan kendiliğinden mekanizmaya
dönüşecektir. Modern dönemde bazen devlet bazen piyasa bu yüksek güce
sahip alan olarak tasavvur edilir. Sınır kurulduktan sonra dışarıda kalanların
mücadelesi şeytanlaştırılarak anormal hale getirilir. Ancak sınır çekme faaliye-
ti, her zaman yeni tartışmalar etrafında farklı özneler tarafından zorlanmış ve
Ranciere’in2 belirttiği gibi sayılamayanların/payını-alamayanların içeridekilere
yönelik baskısı, düzen olarak ilan edilen içeriyi fazlasıyla sarsmıştır. Yeniyi
belirleme ve tanımlama mücadelesi, karşılıklı çekişme alanlarını yaratır. Diğer
deyişle filozofun kavramla kurduğu dostluk, sınır bozan öznelerin kendilikleri-
ni kuran dostluklarıyla beraber ilerler. Kavramın gücünden doğan pratik etki,
bu dostlukların yarattığı dayanışma ilişkileriyle yakından ilgidir.
Bu sarsıntı en çok demokrasiden ne anlaşılacağına dair gittikçe genişleyen
hak ve usül tartışmasında kendini gösterir. Halkın egemenliği fikri, halktan ne
anlaşıldığı, nasıl egemen olacağı, hangi prosedür ve pratikle kendini gösterece-
ğine dair tartışmayla birlikte gelişir. Her bir bireyin gittikçe değer kazanması,
onların müdahalesini olanaklı hale getirirken yine Antik Yunan’dan kalma tar-
tışmayla bu müdahalenin doğru bilgiye dayanıp dayanmadığı soru işareti taşır.
Ancak onca mücadelenin sonrasında geldiğimiz noktada, artık bilginin
değil inancın/kanaatlerin hakim olduğu günümüzün demokrasi ortamında, bu
tartışma neredeyse tamamen geride kaldı. Bugünün kavramsal çerçevesi, haki-
kat-sonrası düzen, bu kez felsefi arayıştan, diğer bir deyişle bilgi-dostluğundan
türemiyor. Tersine soru sormanın ya da doğru dayanak noktaları bulmanın
gereksizliği, bilmeden yapılan eylemleri yüceltiyor. Felsefenin yol göstericiliği
olmayınca, yeni özneler hangi eksene dayandığı belli olmayan, kimi zaman
açıkça yanlış ve yalan olan kurguları gerçeğe dönüştürdükçe, ortak yaşamın
ana eksenlerinden olan demokratik düzen de buna bağlı olarak sarsılıyor.
Hakikat-sonrası düzen modern dönemin sınırlarını yerle bir ederken yerine
yeni bir kuruluşu imkânsız gibi gösteriyor. Geldiğimiz noktada yaşamsal olanı
paramparça hale getiren ilişkileri tersine çevirip herkesin ortak alanı hale geti-
recek yeni müdahaleler ise yine bizzat hakikat-sonrası düzen(sizliğ)in içinden
kurulacak. Çünkü artık bir dışarı fikri yok.3 Özneler, yerleşik düzenin dışında
bırakılmak yerine içeriden bir tanımla konumlandırılıyor. Hakikatin kapsayıcı
sınırları sarsıldıkça dışarı-içeri gerginliği artık yeni bir boyuta evriliyor.
Bu yazıda yerleşik hale gelen düzenin normallerini değiştirecek müda-
halelerin, önceden tanımlı gruplar veya kimlikler tarafından değil hareket
içinde gelişen dinamizmle ilerleyeceğini vurguluyorum. Böylece tersine iş-
leyen demokratik ve siyasal tartışmalar, ortak olanı kurmak değil dağıtmaya
yönelik eylemler, başka bir çizgide gelişme ihtimali bulabilir. Bireyselliğin ve
arayışların kesiştirileceği yaratıcı zeminler, başka bir zaman ve yerde değil,
burada gerçekleşecek. Diğer bir deyişle aktivizm içinde gelişecek yeni ortak
II
Bireyleri bir arada tutacak ortak bağların tarihsel dönemlerde farklı biçimler-
de kurulmaya çalışıldığını biliyoruz. Kimi zaman somut ya da hayali bir yer,
kimi zaman düşünceler ya da duygular… Stoacı kozmopolisten cumhuriyetin
yurttaşına, eşitlik-özgürlük-kardeşlik üçlüsünden anayasal birlikteliğe, evrensel
akıldan işçi sınıfının mücadelesine kadar değişen bağlamlarda ortak hayatı
hangi eksenlerde kurabileceğimize dair arayışlar insanlık tarihinin motorunu
ateşledi. Bu arayışlar her zaman bireysel ile toplumsalı, yerel ile evrenseli
birleştiren hatlar üretti. Bugün özellikle iklim tartışmaları etrafındaki müca-
deleyle bu yönde bir arayışa tanıklık etmekteyiz. İklim meselesi, farklı kesişim
alanlarını bünyesinde toplayabilen kapsayıcı bir alan oluşturmakta. Çünkü
alanlar, sabitlenen yerlere göre daha büyük potansiyelleri kapsar.4
Bu alanın kuracağı yeni ilişkiler, hakikat-sonrası dönemin bozulmuş ve dü-
zeleceğine dair umut önermeyen karamsarlığına karşı farklı bir insani durum/
medeni ilişkiyi kurabilir. Bu öneri, iktidar perspektifini göz ardı etmez, tersine
yaşamın kapsayıcı biçimde köklü şekilde değişmesi için, bireysel ilişkiler ve
gündelik hayattan başlayacak siyasal mücadeleden bahsetmektedir. Siyasalın
alanını genişletecek bu öneriyle birlikte iktidar tartışmasını devre dışı bırakmak
yerine, onu daha somut ve aynı zamanda küresel bir bağlama yerleştirmek
4 M. Dikeç, “Space, Politics, and the Political”, Environment and Planning D: Society and Space C.
23, S. 2, 2005, s. 171-188.
bireylerin yeni ilişki ağları kurması gerekliliği de kendini gösteriyor. Olası yeni
ağlar ve dostlukla birlikte aşılacak dayanışma ilişkileri yeni bilgiyi üretecek
potansiyelleri de barındırıyor.
Hakikat-sonrası dönemin düşmanca ilerleyen bireyselliğine karşı, tarihsel
arka planı yeniden yoklayarak dostluk ve mutluluk arayışıyla temelden bir
sorgulama yapılabileceğini, daha önce başka bir metinde Epiküros üzerinden
inceledim.5 Bilindiği üzere Epikürosçuluk ile Stoacılık, Helenizmin tipik iki
düşünüş tarzını yansıtır; bu akımlar Roma’da yeniden canlandırılarak bireye
dayalı modern düşüncenin de temellerini oluşturacaktır. Helenistik dönemde,
daha önce özellikle Atina’da ikinci plana atılan bireysel hayat ve kendi halin-
delik/durgunluk, erdemli insan olmanın temeli haline gelmişti. Epiküros’un
etkisi, daha sonra Stoacılar eliyle Roma döneminde kısmen dönüştürülerek
devam etse de, asıl olarak duygular ve kendini iyi hissetme arayışıyla birlikte
iyi yaşamın temelini dostluk ve mutluluk prensiplerine dayandırmasıdır.
Genel olarak belirtmek gerekirse acıdan uzak durma, haz ve dostluk kavram-
larıyla Epiküros’un kurmaya çalıştığı yeni dünya, döneminin dalgalanmaların-
dan ve kargaşasından bireyi uzak tutma ve kendini bulma arayışıydı. Mutluluk
ancak, bir arada yaşayacak dostlarla mümkün olabilirdi. Ruhsal dinginlik,
durgunluk, bir tür barış hali ve entelektüel duruluk (ataraksia) sağlarken bu
durum aynı zamanda ulaşılacak en büyük hazzı nitelerdi. Ona göre kendine
yeterli olan doğru yaşam, mutluluğa götürdüğü için en büyük zenginliktir.
Bunu kendinden önceki dönemin polisin kollektiviteye dayalı düşüncesinden
çıkıp farklılıklarla temas eden ve yeni sınırlarla tanışan bireyin mutluluk ara-
yışına geri dönerek yaptı. Siyasetin acı veren mücadeleleri, müdahil olunacak
değil kaçınılması gerektiği bir alandı. Toplumsal hayatın mutsuzluk üreten
deneyimlerden kurtulup yeniyi, mutluluğa dayalı bir topluluğa dayandırmak
istedi. Bu topluluğun kuracağı yeni evrensel, ortak acıda buluşan yurttaşlar
değil ortak mutlulukta buluşan dostlar topluluğunun eseri olacaktı. Kısacası,
hazları ve mutluluğu var olan siyasetin dışında arar ama bu eylem, siyasalın
kuruluşu içinde bireyin yeniden düşünülmesini sağlar.
Dolayısıyla Epiküros’ta sosyal bir ideal olarak görülen dostluk, topluluk
içinde, korkularından kurtulup hazzı aramaya yönelmiş insanları ifade eder.
Birbirlerinin dostu olan kişiler birlikte acı vermeyecek bir yapı kurabilirler.
Bahçe metaforu o açıdan somutlaştırıcı bir alandır. Epiküros’un erdemli insanı
dostlar içinde arayışı, onu siyasal tartışmaların dışına atmaz, tersine köklü ve
farklı bir eleştiriden türeyen siyasalın önünü açar. Dostluğun temeli faydaya
dayanır ve ancak faydaların ortaklığı dostluk değildir; bu dostluğun ön şartı-
dır; faydalarını arayan insanlar bir araya gelecektir. Adalet, acı duymama ve
vermemek üzerine kurulu bir düzende gerçekleşeceğinden karşılıklı ilişkilerin
bir dengeye bağlanması gereklidir.
Yaşadığı döneminin siyasi yapısı mutsuzluk ürettiği için, düşüncesini in-
san mutluluğu üzerine kuran Epiküros’un arayışı, korkularından arınmış bir
insanın kendisinin bilgisine ulaştığında gerçekleşecektir. Bu yönde bir ütopya,
dünyevi ve hümanist ufka doğru yürüyüşün temeli olacaktır. Bu açıdan red-
dettiği siyasetin, geleneksel ve o dönem için yerleşik olan türden olan siyaset
olduğu söylenebilir. En geniş çerçevede, var olan siyasetin eleştirisini siyasetten
kaçmaktan ziyade özelden başlayan başka bir siyasetin kurulması yönünde
arayış olarak görmek mümkündür. Erdemli insan, artık kamusal alandaki
eylemlerinden önce kendi içinde ulaşacağı dengede arandı.
Bireyin yeniden hatırlanması, feodal dönemin hakikati dine ve tanrısal güce
dayandıran normlarını sorgulayan akıl aracılığı ile gerçekleşti. Yönetilmenin
ceza ve geleneğin sorgulanamaz oluşu karşısında yönetmek ve değiştirmek
isteyen bireyin akıl aracılığıyla kurulacak yasalar, tıpkı fiziksel dünyanın ya-
saları gibi herkesi kapsayacak bir düzen ve denge sağlayacaktı. Bu yeni den-
genin özgürlük önerse de eşitlik perspektifine dayanmadığı açıktır. Fransız
Devrimi’nden bu yana buradaki akıl sahibi ana özne, beyaz erkeklerdi. Sosyo-
ekonomik anlamda kentsel hayatı kontrol eden, mülk sahibi, vergi veren bur-
juvazi (o dönemki tabirle üçüncü katman), kurduğu örgütlenme ile öncelikle
piyasa ile eşleşen bir özgürlük yarattı. Bu yeni düzen, önce çalışanlar/emekçiler
tarafından sonra kadınlar tarafından yeniden tartışıldı ve dönüştürüldü. Ancak
toplamda modern akıl, kişileri aşan bir nesnellik arayışıyla ve ikilikler üzerin-
den, dışarıda bırakılacakları belirleyerek ilerleyen bir tarih anlayışına dayandı.
Ulus-devlet ve liberal demokraside yeniden somutlaşan bu dengenin her
zaman sorgulandığını biliyoruz. Monarşilerin aristokratik azınlıklarının kar-
şısında kalabalıkların mücadelesiyle kurulmuş hakikati, yeni bir düzen biçim-
lendirme çabasıydı. Ancak bu, modern dönemde halk/çoğunluk eliyle tesis
edilecek dengede kendini gösterse de hiçbir zaman kendiliğinden bir sabit
haline getirmedi. Bu kez farklı hakikatler, çoğulcu düşünce, yeni neslin yeni
tartışma noktaları ve özgürlük arayışı, uzlaşı noktalarını sorguladı. Çünkü
hakikat olarak anlatılan/kurulan düzen, hâlâ kapsayıcı değildi; Batı’nın şehirli
6 J. Habermas, “Kamusal Alan”, yay. haz. Meral Özbek, Kamusal Alan içinde, 2004, s. 101.
7 M. Foucault, Özne ve İktidar-Seçme Yazılar 2, çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay, Ayrıntı
Yayınları, s. 62.
8 Hardt ve Negri, age., s. 46. Ayrıca bkz. T. Lemke, Biyopolitika, çev. Utku Özmakas, İletişim
Yayınları.
III
Eldeki kavramların yetersizliği, siyasal teorinin yeni kavramlar üretememesi
ya da bunu geçerli hale getirememesi ile birlikte siyaset duyulan güvensizlik
bilime yönelik şüpheyle birleşince, işler gerçekten içinden çıkılmaz bir hal
alıyor. Bu noktada ulaşılacak cevapların mutluluk değil mutsuzluk ürettiğine
şüphe yok. Çünkü bilgi, 20. yüzyıl boyunca güvenlik ve iletişim teknolojilerinin
elinde artan biçimde araçsallaştı. Araçsal ilerlemenin özgürlük yaratmadığı
tespitleri, Frankfurt Okulu’nun modern akla eleştirilerinden beslenerek ilerle-
mişti. Bu tespitlerin özgürlük merkezli yeni bir felsefi arayışa öncülük ettiğini
’68 kuşağından biliyoruz. Ancak yakın dönemde bilgiden uzaklaşan mutluluk
arayışı, felsefe ve siyaset-dışı noktaya evrildi. Mutluluk arayışının tüketim
çılgınlığına evrilmesi, bireysel ile toplumsal arasındaki bağların zedelenme-
sine neden oldu. Esasen tüketim, para ile kurulan bağın yeni hakikat olarak
gerçekliği kuran bir aracı oldu. Değişim aracı para, gerçekliğin zemini haline
geldi. Bilginin tüketilmesi de bu süreci güçlendiren, felsefeden ve kavramlardan
uzaklaştıran önemli eşiklerden biriydi.
Bu noktada postmodernizm içindeki bilime karşı şüphelerin yerleşik düzeni
sorgulamaktan ziyade tamamen reddetmeye evrilen yorumlarıyla ilerlediğini
söyleyebiliriz. Sivil toplum ve benzeri noktalarda siyasete yönelik üretilen
güvensizlikle beraber kamusal önerilerin çözüm üretmeyeceği, yerine kişisel
arayışların öne çıkması gerektiği fikri güçlendi. Devamında kısmen dini yo-
rumlarla iç içe geçen komplo teorileriyle kendi kendini besleyen ama ortak bir
umut vaat etmeyen suçlamalar, rahatlamanın asıl alanına dönüştü. Hakikat-
sonrası tartışması, umudun ortadan kalkması ve her şeyin daha kötüye gide-
ceğini besleyen komplo teorileriyle beslenirken artık eleştiriden çıkıp açıktan
bilime karşı düşmanlık haline gelen analizler, şiddet yolunu en kolay alternatif
haline getirdi. Müdahalenin kavramsal ve kapsayıcı niteliği bozuldukça yok
etmeye yönelik şiddet, tekil araçları ve kaçışları güçlendirdi. Yerleşik siyasal
kurumların çözüm üretemeyeceğine dair kanaatler, kişileri yeniden öne çıkar-
dı; liderlik ve onu ilahlaştırarak sorgusuz sualsiz takip eden kitleler çözümün
değil sorunun kaynağı haline geldi.
IV
Doğrudan eylem, burada önemli bir kavram olarak karşımıza çıkar. Bu kez
iktidarı değiştirmekten önce hayatı değiştirecek eylemler, Thunberg ve yarattığı
etkide görüldüğü gibi, hem somut müdahaleler hem de düşünsel dönüşümü
tetiklemesi açısından etkili olmaktadır. Özne olarak yeni neslin aktif rolü, konu
olarak iklimin kapsayıcı boyutları hareketin çerçevesini çizerken asıl konunun
kapitalizmin kurduğu hakikat olduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Esa-
sen daha önce de küreselleşme-karşıtı dayanışmanın bu çerçevede geliştiğini
biliyoruz. Teorik tartışmalardan önce pratik etkileşimin, ortak tahayyüller
kurmanın etkisini hızla gelişen muhalif ağlarla yaşadık. Ancak süreç bir yer-
de tıkandı. Burada özellikle eski nesil kurumlar aracılığı ile mücadele etmek
ile aktivizmin seyrini daha doğrudan eyleme dönüştürmek isteyen yeni nesil
taktikler arasındaki gerginlik öne çıktı.
2010 sonrası gerçekleşen eylemlerin çoğunda olduğu gibi, dağınık, lidersiz,
belli somut bir talebi olmayan ama genel olarak sisteme tepkili kişilerin bu-
luştuğu ortak mekânlar, heterojen talepleri birbirine yaklaştırdı. Kurumların
ve stratejilerin bu noktada devreye girmesi beklenebilir ki örneğin Hardt ve
Negri’nin son çalışmaları9 da çokluğun çabasının bu yönde örgütlenebileceğine
vurgu yapıyor. Bu süreçte özellikle yeni neslin enerjisinden yararlanmak, inter-
net ve sosyal medya mecralarındaki aktiflik ile sokaktaki mücadeleyi birbirine
yakınlaştırmak önemli bir güzergah olarak karşımıza çıkıyor.
2010’lardan sonra düşüşe geçen ve yakın dönemde salgın gibi deneyimlerle
iyice içe kapanan ve yerelleşen yaşam biçimi ve kaybolan dayanışma ağları-
9 M. Hardt ve A. Negri, Meclis, çev. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, 2019.
iyimser bir saflık yerine gerçek bir siyasal mücadeleye çevirecek şey, herkesin
gündelik hayatından başlayarak kuracağı dayanışma ağlarıdır. Bu şekilde,
değişmeyecek sanılan iktidarların karşısında sınır bozucu direnişleri kurmak
mümkündür. Sonuç olarak siyasetin acı veren ve kaçınılması gerekli yapısını
tersine çevirerek, katılımcıları iyi hissettirecek bu alanları kurabildiğimiz öl-
çüde yeni bir hakikat tasarlamanın yolu açılır. Bu ortak paydaları birleştirecek
müşterek alanlar, çevre, iklim, kent ve en nihayetinde hakikat-sonrası düzeni
kuran küresel bağlamdır.
Kaynakça
Deleuze, G. ve F. Guattari, Felsefe Nedir?, çev. Turhan Ilgaz, YKY, 1993.
Dikeç, M., “Space, Politics, and the Political”, Environment and Planning D: Society and Space,
C. 23, S. 2, 2005, s. 171-188.
Foucault, M., Özne ve İktidar - Seçme Yazılar 2, çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay, Ayrıntı
Yayınları, 2000.
J. Habermas, “Kamusal Alan”, Kamusal Alan, yay. haz. Meral Özbek, Hil Yayınları, 2004 içinde,
s. 95-102.
Hardt M., ve A. Negri, İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001.
Hardt, M. ve A. Negri, Meclis, çev. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, 2019.
Lemke, T., Biyopolitika, çev. Utku Özmakas, İletişim Yayınları.
Ranciere, J., Siyasalın Kıyısında, çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, 2007.
Yıldırım, Y., “Post-Truth Döneminde Epikuros’ta Mutluluk ve Dostluk Kavramlarını Yeniden
Düşünmek”, Fiscaoeconomia, C. 1, S. 3, 2017, s. 108-125.
Parlak & Yağız Alp Tangün: Bir Bilme Hali Olarak Komplo Teorilerinin
Ömer Faik Anlı: Felsefe alanında lisans derecesini 2006 yılında Ankara
Üniversitesi’nden aldı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini yine Felsefe ala-
nında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden sırasıyla 2008’de
Sistematik Felsefe ve Mantık Tezli Yüksek Lisans Programı’ndan ve 2013’te
Bilim Tarihi Doktora Programı’ndan aldı. Doktora öğrenimi sırasında Ankara
Üniversitesi Felsefe Bölümü Bilim Tarihi Anabilim Dalı’nda 2009-2014 yılları
arasında araştırma görevlisi olarak görev yaptı. 2014 yılından bu yana Ankara
Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
Araştırma ilgileri, epistemoloji, bilim felsefesi ve tarihi, post-pozitivizm ve
bilim sosyolojisidir. Bu alanda bilimsel makaleleri yayınlanmış ve ayrıca Bilim
Savaşları –Modern Bilim İmgesinin Dönüşümü– ve Epistemolojik Bir Tartışma:
Pozitivist Olmak ya da Olmamak –Hasan-Âli Yücel ve Nusret Hızır’ın Episte-
molojik Düşünceleri– başlıklı iki telif kitap ve çok sayıda kitap bölümü kaleme
almıştır.
(ed.; 2009); The Power and Politics of the Aesthetic in American Culture (ed.;
2007); Space in America: Theory, History,Culture (ed.; Rodopi, 2005).
Steve Tesich: Sırp asıllı Amerikalı yazar ve senarist. 1979 yılında Breaking
Away filminin senaryosuyla Oscar ödülü kazanmıştır. Pek çok metinde “post-
truth” kavramını güncel bağlamıyla ilk ortaya atan kişi olarak anılmaktadır.
Yavuz Yıldırım: Adana Erkek Lisesi (2000), Hacettepe Üniversitesi Kamu Yö-
netimi Bölümü (2004) mezunu. Radikal demokrasi üzerine teziyle Hacettepe
Üniversitesi’nde yüksek lisansını (2006) tamamladı. Ankara Üniversitesi Siya-
set Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’ndeki doktorasını küreselleşme-karşıtı
hareket ve Sosyal Forumlar üzerine yazdığı tezle bitirdi (2012). Bu çalışma
çeşitli değişikliklerle Sosyal Forum’dan Öfkeliler’e (İletişim Yayınları) adıyla
basıldı. Birikim, Birgün, Radikal İki, bianet gibi mecralarda yazıları yayım-
landı. Ayrıca Adana Futbolu (Mustafa Uçar ile birlikte) ve Mağlubu Anlatmak
(İslam Çupi Seçme Yazıları, cilt 3, Barış Karacasu ile birlikte) kitaplarının
derleyenlerindendir. Halen Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Siyaset Bilimi
ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmaktadır.