Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 10

See discussions, stats, and author profiles for this publication at: https://www.researchgate.

net/publication/270272249

"Kadının Statüsü ve Doğurganlık"

Chapter · January 1992

CITATIONS READS

6 1,896

1 author:

Ferhunde Ozbay
Bogazici University
22 PUBLICATIONS   99 CITATIONS   

SEE PROFILE

All content following this page was uploaded by Ferhunde Ozbay on 31 December 2014.

The user has requested enhancement of the downloaded file.


Türkiye'de Kadın Olgusu.
Necla Arat (yayına hazırlayan). Say Yayınları. Istanbul. 1992. ss.147-165.

KADININ STATÜSÜ VE DOĞURGANLIK

Ferhunde Özbay
Boğaziçi Üniversitesi

Doğumun kadının bedeninde gerçekleşmesi, toplumsal örgütlenmenin bazı gözlenen


biçimlerinin ve özellikle cinsiyet rolleri farklılaşmasının ve cinsler arası eşit olmayan
ilişkilerin ilk gerekçesi olmuştur. Bu nedenle, kadının statüsünü ve doğurganlığını
birbirinden bağımsız olarak düşünmek olanaksızdır.

Kadının statüsü ve doğurganlığı arasındaki ilişkiler üzerinde çok sayıda çalışma


bulunmaktadır. Ancak birbirleri ile çelişen görüşler arasındaki tartışmalar yıllardır
sürmektedir. Çünkü bu ilişki farklı ideolojiler tarafından yorumlanan politik bir konudur.
Çeşitli görüşlerin ışığı altında kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisinin nasıl ele alındığına
geçmeden önce bu kavramların tanımları üzerinde durmak istiyorum.

Zira sıkca kullanılmakla birlikte, `kadının statüsü' kavramı üzerinde de herkesin anlaştığı
bir tanım yapılamamaktadır. Ayrıca amprik çalışmalarda, ileride göstereceğim gibi, aynı
ölçütler hem kadının statüsünü hem de doğurganlığı açıklamakta kullanılmaktadır.
Tanımlamalarda ortaya çıkan bu sorunlar kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisini
tartışmayı daha da zorlaştırmaktadır.

Kadının Statüsü

Kadının statüsü, temelde erkeğin statüsü ile karşılaştırılarak tanımlanabilir. Diğer bir
deyişle, kadının statüsü esas olarak, cinsiyet ilişkileri içinde belirlenir. Ancak tabii ki diğer
sosyal ilişkiler de cinsiyet ilişkilerinin var olan yapısının yeniden üretilmesinde ve
değişmesinde rol oynar. Örneğin, kadınların kendi aralarındaki ilişkiler, cinsiyet ilişkilerinin
yeniden üretilmesinde önemlidir, ama aynı zamanda, bu ilişkilerin değişmesi açısından da
rolleri vardır. Ayrıca, diğer sosyal ilişkilerin , sözgelimi sınıf ilişkilerinin, cinsiyet ilişkileri ile
birlikte `kadının statüsü' üzerinde katlanan bir etkisi vardır. Yani, kadının statüsü kavramı
kadınların toplumsal statülerini de içerir.

Cinsiyet ilişkileri çok boyutlu (kültürel, sosyal, ekonomik, politik vb. alanlarda) ve
karmaşıktır. Cinsiyet ilişkilerinin karmaşık ve çok boyutlu olması kadının statüsünun
kavramsal ve amprik olarak tanımlanmasını güçleştirmektedir (Mason, 1984:8). Öyle ki
bazı yazarlar kadının statüsünü kavramsal düzeyde tartışılabileceğini, fakat amprik olarak
evrensel bir tanımlama yapmanın anlamsız olacağını ileri sürmektedirler (Whyte, 1978).
Sanday ve arkadaşları (1990) 'kadının statüsü' kavramının kullanılmasına bile karşı
çıkmaktadırlar. Sanday'e göre cinsiyet ilişkilerinin evrensel olarak eşitsiz ilişkiler olarak
tanımlanması, bu ilişkileri biyolojik yapıya indirgiyerek cinsiyet ilişkilerinin asıl toplumsal
nedenleri göz ardı edilmektedir (1990:15). `Kadının statüsü' kavramı da tanımı gereği bir
hiyerarşi içinde kadın ve erkeği iki karşıt taraf olarak ele almaktadır. Oysa, kadın erkek
arasındaki ilişkilerde çatışma ve işbirliği bir aradadır. Cinsiyet ilişkilerinin bu diyalektik
yapısı, toplumların tarihsel deneyimleri içinde bu ilişkilerin yeniden bir başka biçimde
üretilmesini ya da değişmesini mümkün kılmaktadır. Dolayısıyla araştırıcının belirli
toplumsal yapılar içinde bu diyalektik yapıyı gözlemesi gerekmektedir. Evrensel eşitsizlik
varsayımı tanımı gereği tarihi red eder.

Kadının statüsünün tanımlanması ile ilgili kaygıların bir başka düzeyde, kadın-erkek
ilişkilerinin incelenmesinde sorun alanlarını hep ikili karşıtlık olarak tanımlamasının
doğurduğu sakıncalardan da kaynaklandığını söylemek mümkündür. Cinsiyetler arası
evrensel eşitsiz ilişkiler varsayımı erkeği etkin, kadını edilgen; erkeğin kamu, kadının özel
alanı temsil ettiği, erkeğin üretim, kadının yeniden üretim faaliyetleri ile uğraştığı tezi
üzerinde yoğunlaşmaktadır (Ortner ve Whitehead, 1981).

Türkiye gibi kültürel norm ve yasaların açıkça erkeğin tarafında olduğu toplumlarda bile,
cinsiyet ilişkilerinde bu ikili karşıtlığa uymayan, yani ne siyah ne beyaz diyebileceğimiz
alanların bulunduğunu gösteren çalışmalar vardır. Örneğin, kadınların faaliyetlerinin
üretim-yeniden üretim, özel alan-kamu alanı olarak ayrıştırmanın zorluğu üzerinde benim
daha önce yaptığım çalışmalar bulunmaktadır (1990, 1991). Sirman, kadınların edilgen
değil aksine etkin bireyler olarak kamusal alana yansıyan faaliyetlerini anlatmaktadır
(1990).

Kavramsal olarak kadının statüsünü tanımlamanın önemli olduğunu savunanlar, bu


kavramın kadının toplumdaki genel olarak yerini gösterdiğini ileri sürmektedirler (Safilios-
Rothschild, 1982:17). Burada statü ve güç kavramları ayrıştırılmakta ve statü, kadının
gücünü de içeren daha geniş ve genel bir anlamda ele alınmaktadır. Kadınların bazı
alanlarda, erkeklere kıyasla güç kaynaklarına ulaşmak ve onları kontrol etme açısından
daha avantajlı konumlarda oldukları görülebilmektedir. Ancak, statü kavramı içinde `temel'
ya da `başat' güç kaynaklarının hangi tarafın kontrolü altında olduğu önemli olmaktadır. Bu
anlamda Morsy (1978) Mısır'da kadınların `informal güçlerine' karşılık, erkeklerin `meşru
otoritelerinin' bulunduğuna dikkati çekmektedir.

Kadının statüsünü amprik olarak tanımlayan demografik çalışmaların genel olarak


üzerinde durdukları göstergeler üç boyut altında toplanabilmektedir (Mason, 1984:26):

a) demografik göstergeler, kadın ve erkeklerin ortalama yaşam süreleri, kadınların


ortalama ilk evlenme yaşı, karı-koca arasındaki ortalama yaş farkı, erkek çocuk tercihi gibi
faktörlerdir.

b) Aile ve akrabalık göstergeleri ise daha uzun bir liste oluşturmaktadır: kadının
kapanması, çok eşlilik, kadının miras hakkının olup olmaması, başlık, görücü usulü
evlilikler, bekarete verilen önem, boşanma kuralları, erkeğin beslenme açısından öncelikli
olup olmaması, dul ve boşanmışlara akrabaların destek olup olmaması, kadının aile
içindeki kararlara katılımı gibi.

2
c) Ekonomik göstergelerin başınde kadının eğitim durumu gelmektedir. Bunun yanında,
kadınların çalışma olanakları, isgücüne katılım oranları, belirli mesleklerde ve sektörlerde
yoğunlaşmaları, ücretlerde ve boş zamanlarda cinsiyetler arası eşitsizlik, kadınların
işlerine bağlılığı vb. faktörler de sıralanmaktadır.

Kadının statüsünü tanımlayan bu göstergeleri doğurganlık açısından


değerlendirdiğimizde, kadının kendi bedenini kontrol edebilmesi koşulları üzerinde
odaklanması beklenmelidir. Diğer bir deyişle, kadının kendi bedenini kontrol edebilme
hakkı, fırsatları ve yeteneği, doğurganlık açısından kadının statüsünü belirler. Ayrıca,
toplumda erkeklerin kendi bedenlerini kontrol hakkı, fırsatı ve yeteneği olup olmadığına da
karşılaştırmalı olarak bakmak gerekmektedir.

Türkiye'de, bu tanım çerçevesinde baktığımızda, çoğunlukla kadınların statülerinin düşük


olduğunu söylemek mümkündür. Yasalar ve normlar erkeğin kendi bedenini kontrol
etmesine büyük ölçüde izin verirken, kadınlara bedenlerini (dolayısıyla doğurganlıklarını)
kontrol etme hakkını bütünüyle vermemektedir. Erkeğin, ailenin, tıp sisteminin ve devletin
değişen ölçülerde kadının bedenini kontrol etme hakkları bulunmaktadır. Bununla birlikte,
kendi bedenlerini kontrol edebilenler de yok değildir. Toplumun çok az bir kesimi bile olsa
bu kadınlar, yasa ve normlara karşı gelerek bedenlerini kontrol edebilmektedir. Hatta
erkekler, aile, tıp ve devlet ile çatışma ve işbirliği içinde bunu gerçekleştirebilmektedirler.
Örneğin, Türkiye'de kadınlar evlilik dışı çocuk edinmekte, kocalarına, ailelerine haber
vermeden kürtaj yaptırmakta ya da gebeliği önleyici yöntem kullanmaktadır. Meşru
olmayan yollarla bedenlerini kontrol edebilen bu kadınların, genellikle toplumsal
statülerinin daha yüksek olabileceği beklenir, ancak kadın olarak statülerinin yüksek
olduğundan söz edilebilir mi? Yoksa bu kadınların bu alandaki informal güçlerinden mi
bahsetmek yerinde olur? Doğurganlık açısından kadının statüsünü tanımlamaya
çalışmanın zorluğu burada da ortaya çıkmaktadır.

Bu aşamada `kadının statüsü' kavramını bir yana bırakıp, `doğurganlık' kavramı üzerinde
durmak yerinde olacaktır. Çünkü, amprik olarak kadının statüsünü tanımlayan göstergeler
olarak sıralanan faktörler aynı zamanda doğurganlık düzeyinin alçak ya da yüksek
olduğunu da göstermektedir. Kadının statüsü kısmen doğurganlığı ile ölçülmektedir. Bu
durumda ikisi arasında bulunan yüksek korelasyonun istatistiksel anlamı kalmamaktadır.

Doğurganlık

Doğurganlık, temelde biyolojik bir olay olması nedeni ile kadının statüsünden daha kolay
tanımlanabilir. Ancak yine de doğurganlığı farklı açılardan tanımlamaktan doğan çelişkiler
vardır. Söz gelimi, doğurganlık kapasitesi, hamilelik sayısı, gerçek doğurganlık gibi.
Ayrıca, doğurganlığı doğrudan etkileyen faktörlerin (evlenme, düşük, gebeliği önleyici
yöntem kullanma, emzirme) toplumsal davranışlar olmaları nedeni ile, esas olarak
üzerinde durulması gereken, kadının statüsü ile bu ara değişkenler arasındaki ilişkilerdir.

Doğurabilme kapasitesi ile gerçek doğurganlık arasındaki farkın ayrıştırılması önemlidir.


Zira, kadının statüsü açısından bu iki kavramın ayrı anlamları vardır. Doğurabilme
kapasitesi kadınların yalnızca belirli bir yaş dönemi içinde sahip oldukları bir özelliktir. Bu
yaş dönemi, genellikle 15-49 yaşları olarak tanımlanmaktadır. Ayrıca, bu dönem içinde
kadının yumurtalıklarının düzenli çalışması da, yani kısır olmaması da gerekmektedir.
Kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisini inceleyenler, doğurabilme kapasitesi olan ve

3
olmayan kadınlar üzerinde durduklarında yaşam döngüsü içinde kadının statüsünün nasıl
değiştiği sorusuna yönelirler.

Gerçek doğurganlık ise doğurabilme kapasitesi olan kadınların çocuk yapıp


yapmadıklarına, kaç çocuk doğurduklarına ilişkindir. Doğurganlık düzeyine ilişkin yapılan
hesaplamalarda dikkat edilmesi gereken iki önemli husus vardır. Birincisi, doğurganlık
tahminlerine ölü doğum, düşük, kürtaj gibi canlı doğumla sonuçlanmayan hamilelikler dahil
edilmez. İkinci husus, herhangi bir kadın 20 çocuk da doğurmuş olabilir. Ancak o toplumda
evli olsun ya da olmasın, kadınların doğurganlık çağları boyunca (yani kabaca 15-49
yaşları arasında) ortalama doğurdukları canlı doğum sayısı hesap edilmektedir. Her
toplumda çiftlerin bir kısmı kısırdır, evlenmemiş ya da genç yaşta dul kalmış, boşanmış
kadınlar bulunabilir. Bütün bu kadınlar da ortalama hesaplamalarına dahil edilmektedirler.

Acaba kadınlar doğurganlık çağları boyunca en çok kaç çocuk doğurabilirler? Ya da bir
toplumda kadın başına en fazla kaç çocuk doğmaktadır? Demograflar bu sorunun yanıtını
alabilmek için doğurganlığın çok önemsendiği toplumları, toplulukları incelemişlerdir.
Dünyada en yüksek ortalama canlı doğuma küçük bir topluluk olan Hutterite'larda
rastlanmiştir: kadın başına 14-15 doğum. Bu sayı doğal doğurganlık düzeyi olarak kabul
edilmiştir (Bongaards, 1978).

Bugün kimi ülkelerde gözlenen `yüksek' doğurganlık düzeyi aslında bu sayının çok
altındadır (6-7 çocuk). Çünkü her toplumda var olan bir takım tabular, adet ve gelenekler,
çeşitli yaşam biçimleri, çiftler isteseler dahi çok sayıda çocuk yapmalarını engellemektedir.
Örneğin, toplumun uygun gördüğü evlenme yaşı, evlilik oranları, dul kalma ve boşanma
sıklığı gibi olaylar toplumdan topluma doğurganlık farklılaşmasına neden olabilmektedir.
Söz gelimi, yirminci yüzyılın ilk yarısında İrlanda'da kadınların ortalama ilk evlenme yaşı
30 olarak hesaplanmiştır. Türkiye'de 1988'de ortalama ilk evlenme yaşı ise 18.2 olarak
hesaplanmiştir (HNEE, 1989). O halde İrlanda ile karşılaştırıldığında Türkiye'deki kadınlar
ortalama 12 yıl daha fazla doğurma riski altındadırlar. Ortalama ilk evlenme yaşı bir yıl bile
değişse doğurganlık düzeyini etkileyebilmektedir. Özetle, her kadının erken yaşta
evlenmesi ve doğurganlık çağı boyunca evli kalması toplumun doğurganlık düzeyini
arttırıcı bir etki yapar. Evlilikle ilgili bu değişkenler, kadının statüsünü tanımlamak için de
kullanılmaktadır. Bu durumda kadının statüsü ve doğurganlık kavramları içiçe girmiş
olmaktadır.

Doğurganlığı etkileyen bir başka faktör de kadınların bebeklerini ortalama emzirme


süresidir. Zira emzirme süresince ek gıda verilmediği taktirde annelerde geçici kısırlık hali
gözlenir. Uzun süre emzirme adetlerinin yaygın olduğu toplumlarda doğurganlık düzeyi
görece daha düşüktür. O halde bir toplumda kadınlar bebeklerini daha kısa süre
emzirmeye başladıklarında daha uzun süre doğurma riski altında kalırlar. Halk arasında
bu biyolojik olay bilinir; kadınlar doğumdan sonra bir süre hamile kalmamalarını "sütüm
koruyor" diye açıklarlar. En yüksek ortalama emzirme süresi 1960'larda Bengladeş'te
gözlenmiştir: 19 ay. Türkiye'de uzun zamandır emzirme süresi ile ilgili ülke çapında bilgi
elde edilememiştir. Son bilinen ortalama 1968 yılına aittir: 8.5. ay (Özbay, 1979). Demek ki
1960'larda Bengladeş'li kadınlar Türkiye' dekilere göre ortalama 10 ay daha az doğurma
riskine sahipmişler. Ancak hem o zamanlar hem de Ÿimdi, Bengladeş'in doğurganlık
düzeyi Türkiye'ninkinden daha yüksektir (World Bank, 1984). Bunun nedeni Türkiye'de
Bengladeş'e göre daha fazla çiftin bilinçli olarak doğurganlıklarını kontrol etmeleridir;
ortalama ilk evlenme yaşının Türkiye'de daha yüksek oluşudur. Emzirme süresi kısaldığı
taktirde Bengladeş'te doğurganlık düzeyinin daha da artması beklenir.

4
Çiftler bilinçli olarak doğurganlıklarını denetlemek istemeseler bile evlenme ve emzirme
adetleri toplumlar arasında farklı doğurganlık düzeylerinin oluşmasına neden olmaktadır.
O halde kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisi tartışılırken bu husus dikkate alınmalıdır.

Doğurganlık davranışını bilinçli olarak kontrol etmek isteyen çiftler gebeliği önleyici yöntem
kullanır ya da kadınlar kürtaj olur, düşük yaparlar. Gebeliği önleyici yöntemlerin bir kısmı
erkeklere yöneliktir: "geri çekme" ve prezarvatif gibi. Ayrıca kadınlar gibi erkekler de
kısırlaştırma ameliyatı olabilirler. Bununla birlikte, "modern" gebeliği önleyici yöntemlerin
büyük çoğunluğu; örneğin, ağızdan alınan haplar, rahim içi araç, diyafram, kadınlara
yöneliktir. Genellikle doğum kontrolünü kadınların yapmaları beklenir, onların yaptıkları
varsayılır. Kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisi incelenirken yalnız gebeliği önleyici
yöntem kullananların sıklığına değil, hangi yöntemlerin kullanıldığına da bakmak gerekir.
Ayrıca düşük, kürtaj oranlarında kadınların kendi çabaları ile çocuk düşürmeye mi
çalıştıkları yoksa kürtaj mı yaptırdıkları da kadının statüsü tartışmalarında önemli
olmaktadır.

Kadının Statüsü ve Doğurganlık

Kadının statüsü ve doğurganlık düzeyi arasındaki ilişki incelenirken, önce doğurganlığı


doğrudan etkileyen, evlenme, emzirme, gebeliği önleyici yöntem kullanma ve düşük, kürtaj
olaylarının kadının statüsü ile ilişkilerinin sorgulanması gerektir. Ancak bu yolla bile söz
konusu ilişkinin yönü hakkında kesin bir Ÿey söylemek zordur. Örneğin, genel olarak
eğitilmiş kadınlar arasında hiç evlenmeme ya da geç evlenme daha yaygındır (Özbay,
1982). Yine kent kökenli, üst-orta sınıf kadınlar arasında gebeliği önleyici yöntem kullanma
sıklığı daha fazladır (HNEE, 1989). Bu bulgulara bakarak, toplumsal statüsü yüksek
kadınlar doğurma riskine daha az maruzdur demek mümkündür. Ancak "ara değişkenler"
olarak adlandırılan bu dört faktör, devlet politikaları ile de büyük ölçüde
değiştirilebilmektedir. Devlet minumum evlenme yaşını yasalarla belirler, doğum
kontrolünu yasaklar ya da bu konuda eğitim ve hizmet programları hazırlayarak kadınların
kürtaj yapmalarını, gebeliği önleyici yöntem kullanmalarını teşvik edebilir. Hatta Çin'de
olduğu gibi belirli sayıda çocuktan sonra doğum kontolünü zorunlu hale getirebilir. Bu
durumda doğurganlık kadının statüsünden bağımsız olarak da değişebilir.

Kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisi üzerine ileri sürülen farklı görüşlerin bir kısmı
doğurganlığı, kadının statüsüne bağlı bir davranış olarak ele alır. Diğer bir bölümü ise
kadının statüsünün doğurganlığı ile belirlendiğini öne sürer: Doğurganlığın kadının
statüsünü arttırdığını öne sürenler olduğu gibi, aksini, yani doğurganlığın kadının
statüsünü düşürdüğünü ileri sürenler de vardır.

Doğurganlık kadının statüsünü arttırır:

Erkek egemen normların geçerli olduğu toplumlarda kadınların toplumda var olma
nedenleri doğurma kapasitelerine indirgenmiştir. Örneğin, birçok ülkede olduğu gibi
Türkiye'de de kadın ve anne sözcükleri eş anlamda kullanılabilmektedir. Böyle bir kültürel
yapı içinde bir kadın için çocuksuz olmak son derece statü düşürücüdür: çocuksuz kadın
ya "evde kalmıştır" ya da "kısırdır". Her iki deyim de kadını aşağılamak için kullanır. Böyle

5
durumlarda genellikle kadının neden evlenmediği ya da kocasının kısır olup olmama
olsılığı tartışılmaz. Durum adeta açıktır: suçlu KADINdır!

Ancak, yine bu tür toplumlarda kadının annelik mertebesine ulaşması, yani doğurmakla
statü kazanması bir önkoşula bağlıdır: babalığın belirlenmesi. Devlet ve/veya din
kurumlarının vesayeti altında babalığın belirlenmediği koşullarda anne olmak kadına bir
statü kazandırmaz, statü kaybettirir. Hatta bu durumlarda doğan çocuğun "soysuz" olduğu
kabul edilir ve çocuğun da toplumsal hakları büyük ölçüde kısıtlanır. O halde kadınların
doğurarak statü kazanmaları için önce evlenmeleri gerekir. Bununla da kalmaz. Babalığın
kesinlik kazanması için kadının evlilik öncesi hiçbir ilişkiye girmemiş olması, yani "bakire"
olması; evlilik sırasında da kocasından başka hiçbir erkekle ilişkiye girmemesi için son
derece kontrollü bir yaşam sürmesi gerekmektedir.

Toplumsal olarak doğurganlığın kadının statüsünü arttırması için doğan çocuğun cinsiyeti
de önemlidir. Hiç erkek çocuk doğurmamiş bir kadın baba soyunun devamını
sağlayamadığı gerekçesi ile saygınlığını yitirebilir. Bu durumda çocuk doğurmuş olması,
hatta çok çocuk doğurmuş olması, ona yeterince statü sağlamayabilir. Evlenip çocuk
doğurmuş, hele erkek çocuğu olan kadınlar toplumsal olarak ödüllendirilirler: evli olmayan
ve çocuksuz kadınlara göre daha fazla saygı görürler. Yasal ve toplumsal normlar annelik
ve aile ile ilgili sorunlarda evli anneleri diğer kadınlara göre daha fazla korur. Yine bu
kurallara göre, evli anneler gelir getiren bir işte çalişmasalar dahi kendilerinin ve
çocuklarının bakımı, koca ya da onun akrabaları tarafından karŸılanmak zorundadır.
Kısaca bu toplumlarda evlenip çocuk doğurmak kadınların yaşam garantisidir.

Ancak, yukarıda ana hatları ile özetlemeye çaliştığım husus, toplumsal kültürel normlar
çerçevesinde kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisinin nasıl yapılandığı hakkındadır.
Normlara hangi kesimlerin ve neden daha duyarlı olduğunu anlayabilmek için bu konudaki
çalışmalara ve gözlemlere yer vermek gerekecektir. Genel olarak, doğurganlığı
destekleyici, erkek egemen kültürel normların, toplumun sosyal, siyasal ve ekonomik
yapısına uygunluğu ölçüsünde etkili olduğu ileri sürülebilir. Örneğin, emeğe dayalı aile
işletmeleri biçiminde örgütlenmiş tarım toplumlarında doğurganlık ailenin ekonomik
gücünün artmasına yardımcı olur; can ve mal güvenliğinin devlet tarafından korunmadığı
koşullarda kalabalık aile, üyelerinin güvenliğini de daha iyi koruyabilir.

Ayrıca, nüfus artışını öngören milliyetçi ideolojiler de kadınların kimliklerini ve statülerini,


yüksek doğurganlık ile tanımlamalarını teşvik eder. Bu ve benzeri koşullarda doğurganlık
kadınların statülerini arttırır. Ancak doğurganlıkla elde edilen üstünlük, kadını erkekle eşit
bir statüye kavuşturmaz. Sadece, kadınlar arası statü farklılaşmasında etkin olur.

Kadının statüsü arttıkça doğurganlık azalır:

Kadının statüsü ve doğurganlık ilişkisine yönelik tartışmalar dünyada nüfus artışının


hızlandığı dönemde, yani İkinci Dünya Savaşından sonra başlamiştir. Bu tartışmalarda
kadının çocuk doğurup doğurmamasından çok, doğurduğu çocuk sayısı ile statüsü
arasındaki ilişkiler üzerinde durulmuştur. Zira bu tarihlerden sonra pekçok ülkede bir
yandan doğurganlık hızını arttıran koşullar geçerli olmaya, öte yandan yüksek
doğurganlığın ekonomik yararı ortadan kalkmaya başlamiştir. Doğurganlık, ülkeler arası
gelişmişlik düzeyinin bir göstergesi haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, genel olarak
"gelişmiş" ülkelerde doğurganlık düşük, "gelişmekte olan" ülkelerde ise yüksek

6
seyretmeye başlamiştir (World Bank, 1984). Dünya nüfusunun ülkeler arası dengesiz
artışı, bilimsel çevrelerde doğurganlığı etkileyen faktörlerin araştırılmasını teşvik etmiştir.

Bu çalışmaların bir bölümü kapitalistleşme ile toplumun sosyal, siyasal ve ekonomik


yapısının hızla değiştiğini ve bu yapının doğurganlığı destekleyici, erkek egemen kültürel
normlarla çeliştiğini ileri sürmektedir. Dolayısıyla kapitalistleşmenin, doğurganlık ve
kadının statüsü arasında daha önce var olan positif ilişkiyi, (doğurganlık kadının statüsünü
arttırır), tersine döndürdüğü ve yön değiştirdiği, (kadının statüsünün arttıkça doğurganlık
azalır), kabul edilmektedir (Caldwell, 1978). Kapitalist yaşam biçiminde çocuk, ailenin
geçimine katkıda bulunmadığı gibi eğitimi ve yetıştirilmesi oldukça masraflı bir üyedir.
Eğitim ve iş olanaklarına kavuşmuş olan kadın, artık evliliği ve doğurganlığı bir yaşam
garantisi olarak görmemektedir. Bu nedenle eğitimini ve çalişma koşullarını ön planda
tutarak geç evlenir, istediği zaman ve istediği kadar doğurabilmek için doğum kontrolü
yapar.

Kadının statüsünü doğurganlıktan bağımsız olarak ele alan bu yaklaşım, ilk olarak
1940larda "Demografik Geçiş Teorisi" olarak bilinen savla ortaya atılmiştir (Davis, 1945).
Demografik Geçiş Teorisi, sanayileşme, kentleşme, eğitim ve ücretli iş olanaklarından
kadınların da yaralanmaya başlaması, toplumun genel gelişmişlik düzeyinin artması gibi
yapısal değişmelerin, doğurganlık düzeyinin düşmesi için gerekli ön koşul olduklarını kabul
eder1.

Bu yaklaşım, kadının, erkekle eş bir statüye gelebilmesi için toplumsal statüsünün ( örn.
eğitiminin) artması gereğini vurgular. Böylece, kapitalistleşmenin yaygınlaşması ile üst ve
orta sınıf kadınları ekonomik bağımsızlıklarını elde edebilecek donanımlara, bedenlerini
kontrol edebilecekleri hak ve fırsatlara kavuşacakları varsayılır. Ancak, tüm kadınların
eğitilmesi ve ücretli işlerde çalışmaları mümkün değildir. Hatta gelişmekte olan ülkelerde
sonuncuların oranı çok yüksektir. Bu kadınlar, toplumsal statüleri yükselmediği ölçüde,
güvencelerini kültürel normların öngördüğü yüksek doğurganlıkta aramaya devam
edeceklerdir. Bu durumda teori, esas sorun olan, gelişmekte olan ülkelerdeki hızlı nüfus
artışına bir çözüm üretememektedir.

Doğurganlığın düşmesi kadının statüsünü arttırır:

İlk halinin sanayileşmiş Batı toplumlarının tarihsel deneyimlerinden yola çıkılarak


oluşturulduğu, oysa bugün "gelişmekte" olan ülkelerin deneyimlerinin farklı olduğu
gerekçesi ile değiştirilen Demografik Geçiş Teorisi, dağılmacı (diffusionist) görüşlere
yaklaşmiştır. Artık doğurganlığın yapısal değişiklikler olmadan, kadının statüsü
yükselmeden de düşebileceği savı öne sürülmektedir (Notestein, 1953). Batı'da geliştirilen
`modern' gebeliği önleyici yöntemlerin "gelişmekte" olan ülkelere ihraç edilmesi ve o
toplumlarda yoğun ve etkili `aile planlaması programları' yapılması ile doğurganlığın
düşürülebileği görüşü 1960larda dünyada oldukça kabul görmüş ve A.B.D.'nin diş
politikasının temel ilkelerinden birini oluşturmuştur. 1990 larda hala bu politika
sürdürülmektedir.

1
Bu yaklaşım 1970 lerde yeniden fakat başkaları tarafından benimsenmiş, teorinin kurucuları ise önceki
savlarını değiştirmişlerdir.

7
Bu yaklaşım, "gelişmekte" olan ülkelerde kadınların düşük statülerinin
değiştirilememesinin en önemli nedeni olarak çok çocuklu olmalarını göstermektedir. Çok
sayıda ve üstüste yapılan doğumlar hem kadının sağlığını bozmakta, hem de çocuklarına
bakmaktan kadın kendisini geliştirmek için yeterli zaman bulamamaktadır. Kadın,
"modern" doğum kontrolü metodlarını kullanarak, doğurmak istediği çocuk sayısını ve
doğumların zamanlamasını kendi ihtiyaçlarına göre ayarlayabilir. Bu taktirde statüsünü
arttırmak için yeterli güce ve zamana da kavuşmuş olacaktır (Germain, 1987).

Bu bakış açısı, doğurganlığın kadının statüsünden bağımsız olarak değişebileceğini


varsaymaktadır. Hatta, yüksek doğurganlığı kadının düşük statüsünün bir sonucu değil bir
nedeni olarak görmektedir. Bu taktirde kadınların doğum kontrolünü kendi rızaları ile
yapmaları bile gerekmemektedir. Kadın, yine başta devletin, tıp sisteminin, ailenin ya da
erkeklerin isteğine uygun olarak çocuk aldırıp, kısırlaştırma ameliyatları yaptırıp, rahim içi
araç ya da hap kullanıp daha az doğum yaptığında gelecekte statüsünün artacağını
umabilecektir!

Başlarken bıraktığım noktaya yeniden döneyim; kadının statüsü ve doğurganlığı arasında


kurulan çeşitli ilişki biçimlerinin herbiri bir ideolojik yaklaşımı temsil etmektedir. Bu ideolojik
yaklaşımların hepsi esas olarak doğurganlığın düzeyi ile ilgilidir; kadınların toplumdaki
yerleri bu bağlamda ele alınmaktadır.

Bugünkü teknolojik düzeyde ve doğurganlığın yüksek ya da alçak oluşu ailenin ve devletin


çıkarları ile doğrudan ilgili olduğu sürece, kadınların kendi bedenlerini kontrol hakları hep
kısıtlanacağa benzemektedir. Zira toplumun doğurganlık düzeyini kontrol etmek,
kadınların bedenlerini kontrol etmekle mümkün olur. O halde, doğurganlığın düzeyi
hakkında bir devlet politikası bulunduğu sürece, kadının statüsü ile doğurganlığının az ya
da çok oluşu hakkında bir ilişki aramak anlamlı gözükmemektedir.

Bunun yerine, kadınların bedenlerini (dolayısıyla doğurganlıklarını) kendilerinin kontrol


edebilmelerini sağlamak için başvurdukları yolları, direnme biçimlerini incelemenin ve
farklı toplumsal statülere sahip kadınlar arasında bu açıdan ortaya çıkan benzerlik ve
farklılıklara eğilmenin zamanı gelmiştir. Böyle bir yaklaşımda kadınların hem
doğurganlıklarını kısıtlamak hem de doğum yapabilmek için başvurdukları yollar birlikte
ele alınabilir. Dolayısıyla odak, çocuk sayısından, doğurganlığın kadınların psikolojik ve
fizyolojik sağlıkları açısından anlamına kaymiş olacaktır. Ancak bu tür çalişmalarla
devletin, doğurganlıkla ilgili politikalarını kadın hakları ve kadın sağlığını temel alacak
biçimde yeniden düzenlemesinin gereği vurgulanabilir.

Kaynaklar:

Bongaards, John (1978) "A Framework for Analyzing the Proximate Determinants of
Fertility". Population and Development Review. 4(1).
Caldwell, John (1978)" A Theory of Fertility: From high Plateau to Destabilization"
Population and Development Review. 4(4).
Davis, Kingsley (1945) "The World Demographic Transition". Annals of the American
Academy of Political and Social Science. 237.
Germain, Adrienne (1987) "Reproductive Health and Dignity: Choices by Third World
Women". Technical Background Paper

8
for the International Conference on Better Health for Women
and Children Through Family Planning, Nairobi, Kenya.
HNEE (Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü) (1989) 1988 Turkish Population and Health
Survey. Hacettepe šniversitesi. Ankara.
Mason, Karen Oppenheim (1984) Status of Women. The Rockefeller Foundation. New
York.
Morsy, Soheir (1978) "Sex Roles, Power, and Illness in an Egyptian Village" American
Ethnologist. 5(1).
Notestein, Frank (1953) "Economic problems of Population Change". Proceedings of the
Eigth International Conference of Agricultural Economists. Oxford University Press:
New York.
Ortner, Sherry & Harriet Whitehead (1981) "Introduction: Accounting for Sexual Meanings"
in Sexual Meanings. Ortner & Whitehead (eds.). Cambridge University Press:
Cambridge.
Özbay, Ferhunde (1979) "Doğurganlığı Etkileyen Ara Değişkenler" 1973 Türkiye Nüfus
Araştırması. Hacettepe Üniversitesi. Ankara.
Özbay, Ferhunde (1982) "Türkiye'de Kırsal/Kentsel Kesimde Eğitimin Kadınlar Üzerine
Etkisi" Türk Toplumunda Kadın. Nermin Abadan-Unat (der.). Türk Sosyal Bilimler
Derneği ve İletışim Yayınları: İstanbul. (İkinci baskı).
Özbay, Ferhunde (1990) "Kadınların Eviçi ve Ev dışı Faaliyetleri" Kadın Bakış Açısından
1980ler Türkiye'sinde Kadın. Şirin Tekeli (der.). İletışim Yayınları: İstanbul.
Özbay, Ferhunde (1991) "Kadın ve Çocuk Emeği" Toplum ve Bilim. 23(3).
Safilios-Rothschild, Constantina (1982) "Female Power, Authonomy and Demographic
Change in the Third World". Women's Roles and Population Trends in the Third
World. R. Anker, M Buvinic and N. Youssef (eds.). Croom Helm: London.
Sanday, Peggy R. (1990) "Introduction". in Beyond the Second Sex. Sanday and
Goodenough (eds). University of Pennsylvania Press. Philadelphia.
Sanday, Peggy R.& G. Goodenough (eds). (1990) Beyond the Second Sex. University of
Pennsylvania Press. Philadelphia.
Sirman, Nükhet (1990) "Köy Kadının Aile ve Evlilikte Güçlenme Mücadelesi". Kadın Bakiş
Açısından 1980ler Türkiye'sinde Kadın. Şirin Tekeli (der.). İletışim Yayınları:
İstanbul.
Whyte, Martin King (1978) The Status of Women in Preindustrial Societies. Princeton
University: Princeton.
World Bank (1984) World Development Report. Washington, D.C.

View publication stats

You might also like