Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 10

Nedim KULA*

BOILEAU’NUN ŞİİR SANATI’NDA


KLASİSİZM AKIMININ İLKELERİ
RESUME

Les Principes du Classicisme dans l’Art poétique de Boileau

L’Art poétique, paru en 1674, est une oeuvre didactique et satirique découpée en quatre chants. Dans le
premier chant, Boileau essaie de refléter, en forme de vers, les règles générales de l’art de bien écrire. Le deuxième
chant est consacré à faire connaitre les genres mineurs tels que ballade, élégie, épigramme, idylle, madrigal, ode,
rondeau, satire, sonnet et vaudeville. Dans le troisième chant, le critique prend en main les grands genres contribuant
à la création des chefs-d’oeuvre éternels comme tragédie, épopée et comédie. Dans le dernier chant, faisant l’éloge du
grand roi Louis XIV, Boileau, théoricien du Classicisme sous l’inspiration de Horace, insiste sur la nécessité d’avoir
la vocation poétique. Selon lui, ce qui est important pour l’artiste, c’est d’être conscient de son vrai talent et de suivre
toujours la raison pour guide.
Mots-clés: Classicisme, Art poétique, Artiste, Création littéraire, Raison, Genres littéraires, Critique
Anahtar Sözcükler: Klasisizm, Şiir Sanatı, Sanatçı, Edebi Yaratım, Akıl, Edebi Türler, Eleştiri

XVII.Yüzyıl Fransız Edebiyatı dendiğinde ilk akla gelen Klasisizm(Classicisme)


akımı olur. Güneş Kral XIV. Louis’nin 1661’de, Kardinal Mazarin’in ölümünün
ardından ülkeyi tek başına yönetme olanağını eline geçirmesi, bu yazınsal oluşumun
biçimlenmesini sağlar. Mutlak monarşinin bütün kurumlarıyla baskın kılındığı ülkede,
soyluların, din adamlarının denetim altında tutularak, devlet için sakınca doğuracak
aşırılıkların giderilmesi, sanatçı konumundaki kişilerin sarayca desteklenip güvence
altına alınması, toplumsal yaşamda karşılıklı güven, dayanışma duygusunu öne çıkarır.
Kurulu düzenin, iyice belirginlik kazanan sınıflar arasındaki farklılıklardan ortaya
çıkacak olumsuzlukları olanaklar ölçüsünde gidermek amacıyla yerleşik hale getirdiği
kurallar, edebiyat dünyasına da yansır. Yazınsal türler kesinleşen yeni çizgileriyle
işlevsel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Benimseyip uygulamaya koydukları ilkelerle
dönem edebiyatına ulusal kimlik kazandırarak uluslararası ölçekte tanınmasını sağlayan,
onu evrensel boyuta taşıyan yazarların başında Boileau gelir. 1674’te kaleme aldığı Şiir
Sanatı(Art Poétique) kitabıyla, ilkçağ yunan düşüncesinin aydınlık yüzü Aristoteles’in
Poietika’sıyla yüzyıllardır yüklendiği öncü işlevin benzerini, gecikmeli de olsa, yerine
getirir. Boileau’nun kitabı, bazı aydınların değerlendirirken yaptıkları yanlış saptamanın
günümüze kadar geçerliliğini korumasına da kaynaklık eder. Bu değerli çalışmanın,
Klasisizm denilen yazınsal hareketin doğmasına yol açan temel bildirge olarak ele
alınması, yazarların yaratılarını gün ışığına çıkarırken yararlandıkları vazgeçilmez, en
önemli yapıt sayılması, doğru yaklaşım biçimi olmasa gerektir. Bu söz konusu kitabın
yazılış tarihi dikkate alınırsa, o zaman dilimine kadar çoğu başyapıtın çoktan
yayımlanıp, edebiyat tarihinde ses getirdiği açıkça görülecektir. Daha XVI. Yüzyılda,
İtalya’dan esen Rönesans rüzgârının etkisiyle Fransız edebiyatına canlılık getiren
Rabelais, Montaigne gibi yazarların; başını Ronsard, Du Bellay gibi şairlerin çektiği,
dili zenginleştirme uğraşılarının bütün aşırılıklarına rağmen Pléiade Okulu’nun;
çağının önemli çevirmenleri Amyot’nun, La Boétie’nin; dille ilgili çalışmalarıyla
düşünen kafaları besleyen Budé’nin, Estienne’in özverilerini anımsamak gerekir.
Özellikle, XVII. Yüzyıl başında, şiirin yapısını tamamen değiştirecek ilkeleriyle dile,
edebiyata yadsınmaz katkılarda bulunmuş, IV.Henri döneminde saray şairliğine kadar
yükselerek akımın öncüsü olmayı hak etmiş Malherbe’in, onun izinde giden Maynard’la
Racan’ın, değerli devlet adamı Richelieu’nün kurduğu Akademi’nin(1634) yaptıkları
göz önüne alındığında, Boileau’nun çok tanınan kitabının akımın doğuşunu hazırlayan
* Prof.Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Fransız Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı
bildirge değil,temel özelliklerini yıllar sonra yansıtan özet çalışma olduğu anlaşılacaktır.
Gerekli gördüğümüz bu saptamayı yaptıktan sonra, sadece Fransız edebiyatında
değil, dünya yazın tarihinde önemini koruyan, ilerde de koruyacak olan bu kitabı
incelemeye başlayalım. Boileau’nun dört bölümden oluşan yapıtının birinci kısmı şairin
öğüdüyle açılır. Yunan söylencesinde Apollon’la birlikte esin perileri Musa’lara
ayrılmış Parnassos dağında olmak, şiir sanatında zirveye ulaşmak için yetmez. Daha
dünyaya gelirken, kader yıldızının onu şairlere özgü yetilerle donatması, içine tanrısal
esini yerleştirmesi gerekir. Sanatçı olacak kişi, gizemli bu tür donanımdan yoksunsa,
kendi sınırlı dünyasında tutsak yaşayacak; ne sanat tanrısı Apollon’u, ne de gerçek
şairlerin yoldaşı kanatlı at Pegasus’u gerektiği gibi değerlendiremeyecektir. İçinde
yaratıcılığın kutsal ateşi yanan, mesleğin bütün güçlüklerine katlanmayı göze alan kişi,
kısır dizelerle kendini tüketmemeli, uyak düşürmeyi de beceri olarak görmemelidir. Bu
öğüdün hemen ardından, Boileau, uyağın şiir içindeki işlevini yansıtmaya çalışır:

“İşlenen herhangi bir konuda, eğlenceli ya da yüce,/Uyum içinde olmalı her zaman
sağduyu, uyakla:/Birbirinden nefret eder görünürler boş yere;/Köledir uyak ve boyun
eğmelidir yalnızca.”(Quelque sujet qu’on traite, ou plaisant, ou sublime,/Que toujours
le bon sens s’accorde avec la rime:/L’un l’autre vainement ils semblent se hair;/La rime
est une esclave, et ne doit qu’obéir.) (Boileau, 2003: 29)

Uyak, şiirin yapısal sorunlarından birini oluşturur. Yaklaşım biçimlerinden


dolayı şairler arasında tartışmalara, hatta bölünmelere neden olduğu görülmüştür.
Yüklendiği işlevin kulak mı yoksa göz için mi olduğu konusunda yapılan sayısız yorum,
Verlaine’in bu “kof inci”sini yerli yerine oturtmaktan uzaktır. Boileau’nun önerisi ise,
zekâyı, uygun uyağı bulmaya alıştırmaktır. Bulunan da, aklın boyunduruğuna hiç
zorlanmadan girmelidir. Yerleştiği yeri zenginleştirmesi için özen göstermeli, anlamı
arkasından koşmak zorunda bırakmamalıdır. Bunu gerçekleştirecek kişinin, doğanın
paylaştırdığı yeteneklere, hepsinden önemlisi yetkin zekâya sahip olması gerekir. Bu
yetisi sayesinde, övünmeyi alışkanlık haline getirmeyecek, sınırlarının farkında biri
olarak, uyağın aldatıcı tuzaklarına düşmeyecektir. O halde, sanatçıdan beklenen şudur:

“Öyleyse aklı sevin: yazılarınız tek/Ondan alsın ışıltısını ve değerini hep.”(Aimez donc
la raison: que toujours vos écrits/Empruntent d’elle seule et leur lustre et leur prix.)
(Boileau, 2003: 31)

Her türlü aşırılıktan, sahte parıltılardan kaçınmak için sağduyuya yönelmek en


iyisidir. Ona giden yol güçlüklerle doludur. Yaratıcı konumundaki kişinin önünde
uzanan yol kaygan olup, ayakta durulması zordur. Ya karşısına çıkarılan engellere hiç
aldırmadan, aklın sonu doğruya, güzele açılan o tek yolunu izleyecek, ya da, sıradan biri
kimliğine bürünerek sanat dünyasında kaybolup gidecektir. Yapıtını işe yaramayan
ayrıntılarla dolduran yazarın “kısır bolluğu”na(l’abondance stérile) kapılarını kapatmalı,
kendini sınırlamayı bilmeyenin bıktırıcı söyleminden uzaklaşmalıdır. Okuyucuyu
uyutmamak için, tek biçimli söyleyişi bırakmalı, sert tondan yumuşağa, eğlenceli
konudan ağırbaşlı olana geçmesini bilmelidir. Ne yazarsa yazsın, kaba güldürünün
çekici bayağılığına kapılmamalı, soylu deyişin arkasında durmalıdır. Yoksa, ortalığı
bulaşıcı hastalık gibi saran bu yapmacık tür yüzünden, Parnassos’un seçkin varlıkları
sebze halinde konuşulan dille söyleşecek; sanatın koruyucu tanrısı Apollon’un, dönemin
ünlü kaba güldürü oyuncusu Tabarin’den farkı kalmayacaktır. Yazar, kolaycı söyleyişe
aldanıp yapıtını asla kirletmemeli, Marot’nun incelikli şakasına öykünmelidir. Sanata
sadelik, yücelik, gereksiz süslerinden kurtulmuş güzellik hakim olmalıdır. Dizelerde
kullanılan sözcüklerin ses değerleri ölçülmeli,kulağa hoş gelmeyen sesler çıkarılmalıdır.
Sözcükler arasındaki uyuma önem verilmelidir. Boileau’ya göre, ilk zamanlarda sanatın
kurallarını belirleyen, sanatçının duyguları, öznel yaklaşımıdır. Sözcükler, ölçüsüzce
yan yana dizilmekte; uyak ise, süs, durak işlevi görmektedir. Villon, sanattaki
bulanıklığı durultmayı başaran ilk kişidir. Ardından, balad, triole, maskarad, rondo gibi
şiir türlerini yeniden ele alıp yenileyen Marot gelir. Onu izleyen Ronsard ise, ana
dilinden çok Yunancayı, Latinceyi benimseyen esin perisinin etkisi altında, sonradan
yaldızlı süsleri dökülen büyük sözlerle yetinir. Yükseklerden düşmüş bu gururlu şairin
öğrencisi sayılabilecek Bertaut’yu, Desportes’u ondan daha dayanıklı bulur. Sonunda

“Malherbe geldi ve Fransa’da ilk o,/Hissettirdi dizelerde eksiksiz bir uyumu,/Yerine


oturtulmuş bir sözcüğün gücünü öğretti,/Esin perisini, işin kurallarına indirgeyiverdi.”
(Malherbe vint, et, le premier en France,/Fit sentir dans les vers une juste cadence,/
D’un mot mis en sa place enseigna le pouvoir,/Et réduisit la muse aux règles du devoir.)
(Boileau, 2003: 37)

Şaire göre, Malherbe, dili onarmayı başaran, kendisinden sonra gelen yazın
adamlarına yol gösteren bilge yazardır. Biçemindeki arılığa, anlatışındaki aydınlığa,
kolay anlaşılırlığa öykünmek daha faydalıdır. Düşünceleri kalın bulutlarla kaplı,
aydınlık akılla bile kapalılığını koruyan yazarlardan olunmamasını ister. Ö halde, yazma
eylemine geçmeden önce düşünmeyi öğrenmek, en önemli uğraş sayılmalıdır.
Düşünceyi karanlığın ya da aydınlığın ele geçirmesine bağlı olarak ifade şekil kazanır.
Sözlerde uyumsuzluk, anlatımda hatalar varsa, bunu bağışlanmaz barbarlık sayar. Dili
iyi kullanamayan yazarı, başkalarına tanrısal görünse bile, kötü sıfatıyla nitelendirir.
Yapıtı ortaya koyarken rahat çalışmak esastır, acelecilikten kaçınmak başarıya götüren
yoldur. Çamurlu zemin üzerinde hızla akan taşkın sel olmaktansa, çiçeklerle bezenmiş
çayırda yavaşça akan dereyi, daha faydalı, göze daha hoş göründüğü için yeğler. Önerisi

“Yavaşça acele edin ve cesaretinizi yitirmeden/Eserinizi yirmi kez yeniden yeniden


koyun tezgâha:/Onu durmadan bir daha bir daha düzeltin/Ekleyin bazen, ama genellikle
silin.”(Hâtez-vous lentement, et, sans perdre courage,/Vingt fois sur le métier remettez
votre ouvrage:/Polissez-le sans cesse et le repolissez;/Ajoutez quelquefois, et souvent
effacez.)(Boileau, 2003: 39)

Birbirleriyle uyumlu parçaların bütün oluşturduğu incelikli sanat yapıtında giriş,


gelişme, sonuç bölümleri de yerli yerinde, tutarlı şekilde düzenlenmelidirler. Konunun
akışında kopukluk hissedilmemeli; yazar, çalışmasının karşısında kendini titiz, acımasız
eleştirmen olarak görmeli ya da yazdıklarını hiç çekinmeden, nesnel bakış açısıyla
yorumlayacak dostlar edinmelidir. Sanatında başarıya ulaşabilmek için, dalkavukla
dostu ayırt etmeyi bilmelidir. Kitabı hakkında yapılan eleştirilere düşünmeden karşı
çıkmayı alışkanlık haline getirmiş, kandıracağı budalaların arayışı içinde olan yazardan
uzak kalınmalıdır. Boileau’ya göre, bu tür kafa yapısına sahip yazarın aptal hayranlarına
sadece halkın arasında değil, soyluların içinde de rastlamak olasıdır. Şair, kitabının ilk
bölümünü, La Fontaine’e özgü biçemle, saraylılarla alay ederek şöyle sonlandırır:

“Saraylılar nezdinde, en yavan eser bile/Çılgın taraftarlar bulmuştur her zaman;/Ve


sonlandırmak için bir tutam yergiyle ilk bölümü, diyelim:/Budala, her zaman bulur,
kendine hayran daha da budala birini.”(L’ouvrage le plus plat a, chez les courtisans,/
De tout temps rencontré de zélés partisans;/Et, pour finir enfin par un trait de satire,/
Un sot trouve toujours un plus sot qui l’admire.) (Boileau, 2003: 43)
İkinci bölümde, Boileau, yazınsal türlerin özellikleri üzerinde durur. İlk olarak, konusu
kırsal yaşamda aşk olan idil(idylle) denilen kısa şiir biçimine değinir. Onu, en güzel bayram
gününde, değerli taşlar yerine çayırdaki çiçekleri başına süs yapan çoban kızına benzetir. İdil
de, bu çoban kızı gibi, görünüşü sevimli, sade ama zarif olmalıdır. Yalın anlatımında gösterişe
yer yoktur. Dize, yumuşaklığıyla okşamalı, hoşa gitmeli, uygunsuz sözcükleriyle kulağı
tırmalamamalıdır. Çoğu zaman, şair,sadece uyak derdine, idile benzer şiir olan, onun gibi kırsal
yaşamı yansıtan eglogda(églogue) içsel yapıyı karmaşık hale getiriverir. Flüt, obua, trompet
çalgılarının aynı anda çalınışından çıkan gürültüyü andıran ses dizeyi kapladığında, ne Arkadya
çobanlarının keçi kılıklı tanrısı Pan kalır ortada, ne de Zeus’un narin kızları su perileri
Nemfalar. Şiirde kaybolan doğal hava, önce, bu sanatı besleyen varlıkları kaçırır. Kimi zaman
da, şair, çobanları bize gösterir; onları, köyde nasılsa öyle konuşturmaya çalışır. Kaba
konuşmalarıyla bu insanlar, birden, pantomimlerin beyaz giysili, yüzü una bulanmış kişisi
Pierrot’ya dönüşüverirler. Boileau, şairlerin izlediği bu iki yolu da aşırılıklarla yüklü bulur.
Doğru yolu bulmak için, idil tarzı şiirin gelişmesinde katkısı bulunan yunan şairi Theokritus’la,
“bucolique, géorgique” denilen şiirleriyle edebiyat dünyasında tanınmış, Aeneas destanı
sayesinde ölümsüzleşmiş Latin şairi Vergilius’un örnek alınmasını ister. Sanatçı, bayağılığa
düşmeden nasıl yazması gerektiğini, onların bilgelik içeren dizelerinden öğrenmelidir. Çiçekler
tanrıçası Flora’yla meyve bahçelerinin tanrısı Pomon’dan söz etmeyi, flüt çalmada iki çobanı
yarıştırmayı, aşk zevkinin çekiciliğini övmeyi, Narsis’i çiçeğe dönüştürmeyi, Dafne’yi ağaç
kabuğuyla sarmayı, konsül konumundaki idareciyi eglog içine uyumlu yerleştirmeyi, şiirin
gücü, inceliği sayar. Esin perilerinin zoraki yönlendirmesiyle, uyak derdine, aşıkları soğuk
varlıklar haline getiren; akılla anlamı karşı karşıya koyan şairlerden hiç hoşlanmaz. Eleji(élégie)
denilen şiirde ise, konuşan, sadece yürek olmalıdır. Aşk, eskiden nasıl Latin şairi Tibullus’a
yanık dizeler söyletiyor, Ovidius’un tatlı sesine canlılık katıyorsa, aynı özelliğini bu dönemde
de korumalıdır. Boileau, daha sonra, od olarak bilinen şiir türüne geçer. Ona göre, bu şiirin
enerjisi de, parıltısı da daha fazladır. Aniden gökyüzüne yükselip, tanrılarla konuşan havası
vardır. Uğraşılarından başarıyla çıkmış savaşçılara ya da sporculara türküler düzer.
Dolaşmadık çiçek bırakmayan arıya benzetilen odu daha belirgin kılmak için, Boileau,
ölçülülüğün şairi Horatius’un dizelerine başvurur. Ayrı önem verdiği soneyi ise şu şekilde
tanımlar:

“Bu konuda denir ki, şu garip tanrı bir gün/Bütün Fransız uyakçılarını baştan çıkarmak
için/keşfetmiş kurallarını sonenin;/Eşit ölçülü iki dörtlükte, iki sesli uyağın/Kulağa sekiz kez
çarpmasını istemiş;/Ve ardından sanatçıya yaraşır biçimde düzenlenmiş/Altı dize, üçlüler
halinde anlamı paylaşsın, demiş.”(On dit, à ce propos, qu’un jour ce dieu bizarre,/Voulant
pousser à bout tous les rimeurs françois,/Inventa du sonnet les rigoureuses lois;/Voulut qu’en
deux quatrains de mesure pareille/La rime avec deux sons frappât huit fois l’oreille;/Et
qu’ensuite six vers artistement rangés/Fussent en deux tercets par le sens partagés.) (Boileau,
2003: 49)

Boileau’nun garip tanrı olarak nitelendirdiği, Apollon’dan başkası değildir. Sone


tarzıyla başıbozukluğu şiirden kovmuş, uyumu, ahengi öne çıkarmıştır. Şiire güçsüz dizenin
girmesini engellemiş, sözcük yinelenmesini yasaklamıştır. Kısacası, yüce güzellikle onu
zenginleştirmiştir. Şaire göre, kusursuz sone, tek başına, uzun şiire bedeldir. Masal kuşu
Anka’ya benzettiği bu türün yetkinine rastlamak neredeyse olanaksızdır. Gombaut, Maynard,
Malleville gibi dönemin ünlü şairlerinin yazdıkları binlerce şiir arasından beğenilecek iki ya da
üç tanesi zor çıkar. Bu isimlere, çok eser vermiş ama anlatımda olgunluğa ulaşamamış yazar
Pelletier’yi de ekler. Hepsi de, belirli çerçevede anlamı yansıtabilmek için ölçüyü ayarlamakta
yetersiz kalmışlardır. Sıra, epigram(épigramme) denilen şiir türüne geldiğinde, onu, anlatımda
özgürlüğün artışıyla birlikte sınırları daralan, iki uyaklı, süslü biçim olarak tanımlar.
Boileau’nun burada vurgulamak istediği, Fransız yazarlarının yabancısı olduğu nüktenin
edebiyata girmesidir. Halkın gösterdiği ilgi artınca, başta madrigal olmak üzere, sone, trajedi,
eleji gibi türler de nükteyle bezenmeye başlarlar. Sahnedeki kahramanlar, aşık çobanlar,
duygularını ifade ederken nükteye tutunurlar. Böylece, her sözcük farklı iki yüze bürünür. Bu
tutum sadece şiirde değil, düzyazıda da görülür. Saraydaki avukat, kürsüde konuşan bilim
adamı sözlerini onunla süsler. Sonunda, hiçe sayılan akıl, onu, ciddi söylemlerden çıkarır,
düşük tarafını çeşitli yazılarda vurgular durur. Sözcüklerde değil, düşüncelerde gezinmesi
şartıyla nüktenin epigramda kalmasına göz yumar. Şaire göre

“Her şiir kendi güzelliğiyle parıldar./Fransa’da doğan rondonun kendine özgü saflığı
vardır,/Eski özdeyişlere kul olmuş balad/Uyakların kaprisine borçludur tüm ününü./ Daha
basit, daha soylu madrigal’e gelince/Yumuşaklık, şefkat ve aşkı alıp verir soluğunda.”(Tout
poème est brillant de sa propre beauté./Le rondeau, né gaulois, a la naiveté./La ballade,
asservie à ses vieilles maximes,/Souvent doit tout son lustre au caprice des rimes./Le madrigal,
plus simple et plus noble en son tour,/Respire la douceur, la tendresse et l’amour.) (Boileau,
2003: 53)

Kendini gösterme isteğinin baskın olmasıyla, şiirin gerçekliği yergiyle donatılır. Latin
yergi şairi Lucilius, bu alanda öne çıkan ilk isim olur. Romalıların kusurlarına ayna tutarak,
zenginleşen sınıftan, alçakgönüllü erdemin intikamını alır. Horatius ise, ortaya çıkan bu sert
biçeme neşesini katar. Hiç ölçünün dışına çıkmadan, aptalın, kendini beğenmişin cezasını sanat
yoluyla verir. Stoacılardan esinlenerek özlü yergiler kaleme alan Latin yazar Perseus, sözcükten
çok anlama önem vermesiyle tanınır. Bu tür üzerinde çalışan şair Juvenalis, iğnelemeyi aşırılığa
vardırır. Yapıtları korkunç gerçeklerle dolu da olsa, yine, yüce güzellikler barındırır. Bazen,
Roma imparatoru Tiberius’un Kapri adasından yolladığı fermanın etkisi altında, idarenin çok
tutulan bakanını eleştiri yazılarıyla yerin dibine geçirse de; imparator Claudius’un eşi
Messalina’yı, şehvetin kokusu sinmiş davranışlarından dolayı Roma’nın hamallarına satsa da,
şairin ateş dolu yazıları her yerde gözlere çarpar. Boileau, Latin yazarların başını çektiği yergi
dalında, kendi ulusundan sadece Régnier’yi okuyucuya anımsatır. Onu, tek tek adını verdiği bu
yabancı yetkin sanatçıların becerikli öğrencisi olarak görür. Bu Fransız yazarının eleştiri
başarısını yabancıların etkisine bağlasa da, iki ulusun bakış açısındaki farklılığı yakalar:

“Latin yazar hiçe sayar sözcüklerde namusu:/Ama Fransız okuyucu saygı görmek ister; /Eğer
sözcüklerin terbiyesi imgeyi yumuşatmazsa/Uygunsuz en küçük anlamın özgürlüğü dokunur
ona./Yergide temiz yürekli bir ruh isterim ben./”(Le latin, dans les mots, brave
l’honnêteté:/Mais le lecteur français veut être respecté;/Du moindre sens impur la liberté
l’outrage,/Si la pudeur des mots n’en adoucit l’image./Je veux dans la satire un esprit de
candeur.) (Boileau, 2003: 55)

Boileau, bu çarpıcı ayrıma işaret ettikten sonra, sanatçılara öğütlerini sürdürür. Onlara,
alaylarında tehlikeli boyutlara ulaşmaktan kaçınmalarını önerir. Tanrı, şaka konusu
yapılmamalıdır. Tanrıtanımazlığın sınırlarında aşırıya kaçılan eleştiri, yapan kişiyi ölüm
cezasıyla karşı karşıya bırakabilir. Şarkılarda bile sağduyunun, sanatın ağırlığı olmalıdır.
Şarabın, rastlantının esinlediği kaba şiirin verdiği mutluluğa aldanıp, yazan kişi boş gurura
kapılmamalıdır. Küçük de olsa şarkı ortaya çıkardığı için kendini beğenip şair sayan, sonra
sınırını bilmeyip soneler, oyunlar yazmaya kalkan, ardından kitap çıkarıp defne yapraklarıyla
süslü resmini yerleştiren sözde sanatçıyı kınayarak kitabının ikinci bölümünü sonlandırır.
Boileau’nun sağduyuyu,aklı yücelten; sıradan, bayağı olanı aşağılayan bu eleştirilerini göz
önüne alıp, şairin varmak istediği noktayı sorgulamaya kalktığımızda, Sainte-Beuve’ün şu
yorumu konuya açıklık getirecektir:
“Boileau’nun yapacağı iş artık bir hayli uzaklarda kalan Malherbe’e dönmek değil,
Pascal’ın nesirde yaptığı benzer bir inkılâbı Fransız nazmına tatbik etmekti.(…)Birkaç isim
müstesna başıboş dolaşan ve çökmekte olan Fransız şiirini, aralarındaki hududu ve farkı tam
olarak muhafaza etmek şartıyla, Provinciales’lerle tesbit edilen nesrin seviyesine doğru
götürmek ve yükseltmek.(…)Boileau için gaye, Pascal’ların bile şiire saygı göstermelerini
temin etmek, hükümlerinde isabetli olan bir insanın reddedebileceği hiçbir şeyi bırakmamaktı.”
(Sainte-Beuve, 1952: 365)

Boileau, kitabının üçüncü bölümünde, sahne oyunlarıyla ilgili eleştirilerde bulunur.


Sanatın, öykünme yoluyla, en iğrenç varlığı bile gözlerimize güzel göstermeyi başarabilme
gücünü vurgulayarak konuya girer. Şairin deyişiyle, gözü yaşlı trajedi de Oidipus’un acılarını,
baba katili Orestes’in endişelerini dile getirerek,bizi kendine çeker; ağlatarak eğlenmemizi
sağlar. Oyun yazarı, çok sayıda seyircinin gelip alkışlamasını, sahneye koyduğu yapıtın
seyredildikçe güzelleşmesini arzu ediyorsa, izleyenlerin yüreğini heyecan dolu tutkuyla
kaplamasını bilmelidir. İzlenen oyun, tatlı öfkeyle, hoş aşırı korkuyla, sevimli acımayla
doldurmuyorsa seyircinin içini, ne söz söyleme sanatı, ne soğuk akıl yürütmeler ilgiyi uyanık
tutmaya yetmeyecektir. Önemli olan, etkilemek, hoşa gitmektir. Eğlenceyi, sıkıntıya
dönüştürmekten kaçınmaktır. Konu tam zamanında açıklanmalı, olayın yeri sabit, belirli
olmalıdır. Boileau’nun o çok bilinen söylemiyle

“Tek bir yerde, tek bir günde, tek bir olay olsun/Tiyatroyu sonuna dek dopdolu tutsun.” (Qu’en
un lieu, qu’en un jour, un seul fait accompli/Tienne jusqu’à la fin le théâtre rempli.) (Boileau,
2003: 61)

Seyirciye sunulacak olan, inandırıcılığını korumalıdır. Asla görülemeyecek gerçek,


olaylar sergilendikçe anlaşılır duruma gelmelidir.Yetkin sanat, kulağa sunulması gerekenle,
gözden kaçırılması isteneni ayırt edebilmeli, sahne sahne artırdığı açmaza, son noktada çıkış
yolunu göstermelidir. Aklın şiddetle çarpıldığı an, beklenmedik anda düğümün birden
çözülmeye başladığı zamandır. Boileau, trajedinin İlkçağ’daki konumu hakkında da
bilgilendirmeyi gerekli görür. Tiyatronun bu sanat dalı başlangıçta biçimsiz olup kabadır. Şarap
tanrısı Dionysos’a övgüler düzen, gerektiğinde çeşitli beden hareketleri sergileyen basit korosu
vardır. Yunan trajedisinin yaratıcısı sayılan Thespis, kötü süslenmiş oyuncularıyla, şehir
meydanında gelip geçenleri eğlendirir. Bu edebi türün diğer değerli ustası Aeskhylos ise,
koroyu daha düzenli hale getirir. Yükseğe kurduğu sahnesine, yüzlerine uygun maskeler,
ayaklarına çok büyük ökçeli ayakkabılar geçirmiş oyuncular çıkartır.Sophokles’le birlikte
sahnede hem görkem hem uyum görülür. Dizeler, tanrısal yücelik kazanır. Boileau’ya göre,
dindar yurttaşlarının tiksinti duyması yüzünden, Fransa’da tiyatronun zevkine daha geç varılır.
Hacılardan oluşmuş kaba saba topluluğun, Paris’te ilk kez seyirci karşısında sahneye çıkıp
Meryem’i, Aziz-Azize konumundaki kutsal varlıkları canlandırmasıyla başlar.
Sonunda,sağduyu duruma hakim olur; kilise yerine sahnede vaaz vermeyi oyunculuk sanan bu
kişileri uzaklaştırır. Gerçek oyuncular, yenilik adına maskeyi çıkarırlar, koro eski özelliğini
yitirir, keman en aranılan müzik aleti olur. İzleyicinin yüreğini etkilemek için, en büyük tutku
aşk, duygusal anlatımda yerini alır. Boileau,yazarlardan aşk kahramanları yaratmalarını ister,
yumuşak huylu çobanlarla karşılaşmayı arzu etmez. Vicdan azabıyla çatışan aşk, erdem değil,
zayıflık sayılmalıdır. İlyada destanının renkli kahramanı Akhilleus’a gönderme yaparak, büyük
yüreklere küçük zayıflıklar verilmesini, böylesine yüce varlığın hakaret karşısında gözyaşı
dökecek hale getirilmesini uygun bulduğunu söyler. Bu küçük kusurlar, doğallık düşüncesini
akla getirecektir. Yazarlar, kişinin karakterini değişikliğe uğratmamalı, yaratma aşamasından
önce, konunun geçeceği dönemler, ülkeler, o yerin gelenekleri üzerine incelemeler
yapmalıdırlar. Boileau’nun, iklimlere göre mizaçların farklılık göstereceğini anımsatması, bu
çarpıcı düşüncenin Montesquieu’den, Mme de Stael’den çok önce dile getirilmesi ilginçtir.
Ardından, çağdaşı Scudéry’i olumsuz örnek vererek uyarıda bulunur. Bu yazarın, Clélie adlı
yapıtında yaptığı gibi, eski İtalya’ya Fransızlara özgü havayla yaklaşmaktan, tanınmış
Romalıları anlatırken aslında kendini yansıtıyor olmaktan yazarın kaçınması gerekir.
Canlandırılacak kişiyi şöyle tanımlar:

“Yeni bir kişi mi yaratacaksınız?/Her şeyle kendisi arasında uyumlu olsun,/Ve sonuna değin
ilk görüldüğü gibi kalsın.”(D’un nouveau personnage inventez-vous l’idée?/ Qu’en tout avec
soi-même il se montre d’accord,/Et qu’il soit jusqu’au bout tel qu’on l’a vu d’abord.) (Boileau,
2003: 67)
Şaire göre, kendini beğenmiş yazar, yarattığı kahramanları da şahsına benzetir, çağdaşı
olan ünlü romancı, oyun yazarı La Calprenède’i bu tür edebiyatçılar arasına koyar. Her tutku
ayrı dilde konuşmalı, yüce öfke sıradan, abartılı sözcüklerle dile getirilmemelidir. Kişi, acı
karşısında alçalmalı, gerektiğinde ağlatabilmek için önce kendi gözyaşı dökmelidir. Büyük
sözler yürekte yaşamalı, sonra ağızdan çıkmalıdır. Bu yüzden oyun yazarlığı, önüne engeller
çıkaracak eleştirmeni çok olduğundan, kolay başarı kazanılacak alan değildir. Trajedi yazarken,
dizelerinde olağanüstüye erişmeli, yazılan akılda kalıcı olup, okuyucuda ya da seyircide uzun
süren anı bırakmalıdır. Trajediden daha kapsamlı olan destan ise, varlığını öyküye, düşsel
yaratıma borçludur. Bizi büyülemeyi amaç edinen bu yazınsal türde erdem, tanrısal görünüme
bürünür. Yazar, sürekli hoşa gitmek istiyorsa, ele aldığı kahraman değerli, erdemli özellikleri
üzerinde toplamalı, yaptığı hata bile kahramanca görülmelidir. Başka deyişle, Sezar, İskender
ya da XIV.Louis gibi olmalı, Oidipus’un oğullarına benzememelidir. İşlenen konu rastlantılarla
yüklü hale getirilmemeli,çokluğa aldanıp yoksulluğa düşülmemelidir. Sadece Akhilleus’un
öfkesi bile, yetkin sanatla Ilyada’yı işlemeye yeter. Yeter ki, anlatımlar canlı, betimlemeler
görkemli olsun. Yazar, daha yapıtının başında yalın, yapmacıksız söylemi benimsemelidir.
Boileau’nun bu önerileri dikkate alındığında üç kavramın öne çıktığı görülür: Şiir, estetik,
denge. Cemil Meriç’in de vurguladığı gibi

“Estetik olarak dengenin sere serpe geliştiği alan: şiir. Belki hiçbir edebiyat dönemi on
yedinci asır kadar elverişli olmamıştır şiire. Ama bu şiir de bir denge işidir; göze batan
süslerden, şaşırtıcı mecazlardan, karışık bir nahivden, şatafatlı kelimelerden hoşlanmaz.
Zekâya hitap eden dille, hayâle veya hisse hitap eden dil dengelidir.” (Cemil Meriç, 1980: 41)

Boileau, kitabının bu bölümünde Homeros’a ayrı önem verir. Hoşa gitmek için doğayı
örnek alan bu şairi, dokunduğu her nesneyi altına çeviren simyacıya benzetir. Onu, ele aldığı
her konuya çekicilik katmasını bilen, eğlendiren ama hiç bıktırmayan biri olarak över.
Söylemindeki mutluluk veren sıcaklığa işaret eder. İçten gelen sevgiyle onun yazdıklarını
sevmenin, onun biçemine bağlanmanın, yazarların yararına olacağını söyler. Ardından, güldürü
denilen yazınsal türü tanımlamaya girişir. Onun, Atina’da, trajedinin başarısından doğduğunu
belirtir. Aristofanes’in güldürüsünden yola çıkarak aksayan tarafları irdelemeye çalışır.
Oyunlarda gerçek isimler, yüzler hiç saklanmadan açıkça yansıtıldığı için hoş olmayan
görüntüler ortaya çıkar. Yazarın oyununda geçen Sokrates gibi saygın düşünürler bile seyirci
tarafından yuhalanırlar. Akıl, bilgelik, onur gibi yüce değerler ağırlıklarını yitirirler. Daha
sonra, isimleri açığa vurmak yasalarla yasaklanır, yazarlar, kırgınlığa, kin duygusuna yol
açmadan güldürmeyi öğrenirler. Menandros, yeni beğeninin oluşmasına katkıda bulunmuş
oyun yazarı olarak selâmlanır. Seyirci, kendini başkası sanarak zevkle izler oyunu. Güldürünün
onurunu savunan yazarların yönelmeleri gereken tek kaynak doğadır. Karakterlerin izleyicinin
gözünde canlanıp kalıcı olabilmeleri için, en özgün olanlarının bulunup, canlı renklerle
sunulmaları gerekir. Oyuncuları rasgele konuşturmamak önemlidir. Yaşlı genç gibi, genç de
yaşlı ağzıyla söylemekten kaçınmalıdır. Yazar, sarayı incelemeli, yaşadığı yerleşim yerini
tanımalıdır. Boileau, Molière’in başarısının bu özelliğinde yattığını bize anımsatır. Ünlü
komedi yazarının betimlemelerini bilgece bulmasına rağmen, kişilerini soytarı konumuna
düşürmesini eleştirir. Güldürü öğesini artırmak için hoş, ince olanı önemsemez tutumunu kınar.
Güldürü denilen yazınsal türün amacı, kullanılan düşük sözcüklerle kalabalıklara yakın
görünmek olmamalıdır. Oyunculara sahnede yaptırılan şakalar soylu havaya bürünmeli,
yumuşak biçemle şekil almış düğüm kolayca çözüme kavuşmalıdır. Özenli şekilde işlenmiş
tutkularla dolu olan sahneler birbirine bağlanmalı, sahneler arasında kopukluk hissi
yaşanmamalıdır. Yapıtlarında ruhsal çözümlemeye önem vermiş Latin yazarı Terentius’un
abartısız biçemi örnek verilerek, baba, oğul, aşık işlevini yüklenmiş kişilerin gerçekçi
söylemlerine dikkat edilmesi önerilir. Boileau, güldürü yazarında aradığı şu nitelikleri
belirterek üçüncü bölümü sonlandırır:

“Tiyatroda, seyircinin gözünde kendini küçültmeden/Tek, akılla ama asla seyirciyi şaşırtmadan
hoşa giden,/İyi bir yazarı severim./Ama kaba kelime oyunlarıyla Oyalayan/ Beni eğlendirmek
için rezillikten başka bir şeyi olmayan,/ Mascarade’larıyla , zevzeklikleriyle/O, Yeni
Köprü’deki uşakları güldürsün,/Eğlendirmez beni, isterse ipte yürüsün.”(J’aime sur le théâtre
un agréable auteur/Qui, sans se diffamer aux yeux du spectateur,/Plaît par la raison seule, et
jamais ne la choque./Mais pour un faux plaisant à grossière équivoque,/Qui, pour me divertir
n’a que la saleté,/Qu’il s’en aille, s’il veut, sur deux tréteaux monté,/Amusant le pont Neuf de
ses sornettes fades,/Aux laquais assemblés jouer ses mascarades.) (Boileau, 2003: 87)

Kitabın sonunu belirleyen dördüncü bölüm, Boileau’nun çok bilinen önerisiyle başlar.
Yazar ya da şair olacak kişi edebiyat alanında mutlaka yetenekli olmalıdır. Sanatçının, diğer
mesleklerdeki uygulamanın tersine, yetkinlik açısından sınıflandırması yapılamaz. Ortaya
çıkardığı yapıt değerlendirildiğinde ya iyidir ya da kötü, sıradanlığa yer yoktur. Boyer,
Pinchêne, Rampale, Mesnardière, Mangon, du Souhait, Corbin,La Morlière, Motin, Gombaud
gibi dönem yazarlarının, bu olumsuz özelliklerinden dolayı, artık okunmadıklarına işaret edilir.
Çeşitli yetilerle donanmış yazın adamı, eleştirilmeyi sevmeli, yaptığı yanlışı düzeltmeye
çalışmalıdır. Ama ışıktan yoksun sıradan akıllının da sözlerinin altında ezilmemek gerekir.
Yazarın seçeceği eleştirmen saygıdeğer biri olmalı, sağlam kalemiyle kuşkuları gidermelidir.
Katı kurallardan sanatın hangi türüyle nasıl kurtulmak gerektiğini o öğretecektir. Yazar,
yapıtında eğlenceyi olduğu kadar yararlılığı da öne çıkarmalıdır. Akıllı okuyucu-seyirci,
yararsız, boş eğlenceden kaçmak isteyecektir. Boileau, namus kavramını önemsiz gören,
erdemi hiçe sayan yazarlardan hoşlanmaz, ama namus uğruna aşktan uzaklaşmayı
benimsemeyen Rodrigue, Chimène gibi Corneille kahramanlarına da öfkeyle bakmaz. Namusu
eksik aşk, dürüstçe, içten ifade edilmişse, onu utanılacak davranıştan saymaz. Erdem sevilmeli,
insanın ruhu onunla beslenmelidir. Yazarın-şairin görevi sadece yazmak değildir; dostluğu
geliştirmek, güvenilir kişi olmak da önemlidir. Yaşamayı bilmek gerekir. Yeteneğini yayıncıya
satıp, tanrısal sanatını kazanca dönüştürme yolunda gidenleri küçümser. Akıl, ses olup insanları
eğitmeden, yasaları öğretmeden önce, hukukun yerine kaba güç toplumda baskındır. Söylemin
etkisiyle düzensizlik yerini düzene bırakır; güçsüz, yasaların korumasına sığınır. Sanatın
doğuşunu hazırlayan bu ortamdır. Boileau’nun deyişiyle, o günden bu yana, gök buyruğunu
şiirle verir; Apollon, içimizdeki korkuyu şiirle çekip alır; Homeros, eski zaman kahramanlarını
bu edebi tür sayesinde ortaya çıkarır; Hesiodos’un bilgeliği onun aracılığıyla ölümlülere
yansıtılır. Ama sonunda, yoksulluk aşağılık olana yol açınca, çıkar kaygısı düşünen kafalara
baskı yapınca, ticarete dönüşür sanat, kirlenir yazı. Böyle durumda, Boileau şu çarpıcı uyarıda
bulunur:
“Böyle alçakça bir kusura kapılmayın sakın./Eğer sizin için tek şaşmaz çekiciliği olan
altınsa,/Permesse’in suladığı bu güzelim yerlerden çıkın:/Onun kıyılarında barınmaz
zenginlik,/En büyük savaşçılara da, en bilge yazarlara da/Apollon’un verdiği söz, yalnızca şan
ve defne dalıdır.”(Ne vous flétrissez point par un vice si bas./Si l’or seul a pour vous
d’invincibles appas,/Fuyez ces lieux charmants qu’arrose le Permesse:/Ce n’est point sur ses
bords qu’habite la richesse,/Aux plus savants auteurs, comme aux plus grands
guerriers,/Apollon ne promet qu’un nom et des lauriers.) (Boileau, 2003: 99)
Boileau, sanatçılara, ölçünün, dengenin şairi Horatius’u örnek verir.Bu şair,
Dionysos’un kadınları Bakhalarla karşılaştığında zevkinden içer, akşam yemeğini yiyebilme
uğruna sonesini bitirmeyi aklına bile getirmez, buna gereksinimi yoktur. Oysa, Richelieu’nün
koruması altında bulunan şair Colletey, maddi kaygılarından dolayı, Horatius’un yaşam tarzına
yabancıdır. Bu endişeler içinde sanat yapmaya kalkanlara Boileau iyimser yaklaşır. Artık, XIV.
Louis dönemidir. Güzel sanatların üzerinde parıldayan yıldız vardır. Bu aydınlık kafaya sahip
yöneticinin sayesinde, değerli olan sanatçı hiç yoksulluk çekmeyecektir. O yaşadığı sürece
sanatçının korkmasına gerek yoktur, kralının maddi-manevi güvencesi altında olduğunu
bilmelidir. Corneille’in, Racine’in, Benserade’ın, Segrais’nin sanat dünyasında yıldızlarının
parlamasında hep aynı büyük adamın etkisi görülmelidir. Onun, ülkenin iç-dış düşmanlarına
karşı kazandığı zaferleri kitaplarda ölümsüzleştirmek, sanatçıların başlıca görevidir. Onların
ilgisini bayağı konular değil, kahramanlık çekmelidir. Boileau, bölümün sonunda, eleştirmen
olarak yüklendiği işlevi son kez açıklığa kavuşturmayı zorunluluk sayar. Parnassos’taki esin
tanrıçasından aldığı güçle, Horatius’tan öğrendiklerini yazarlara-şairlere aktarmanın eşsiz
çabası içindedir. Duyarlı yüreklere ateş vermiş, düşünen kafaları kızıştırmıştır. Sanat
dünyasında attıkları her adımın sadık gözlemcisi olarak, sahteyi gerçeğinden ayırmaya özen
göstermiş, yapılan hatalara göz yummamıştır. Ona göre, kınarken öfkelidir eleştirmen, ama yine
de gereklidir. Boileau, bu yol gösterici kimliğiyle, 1701’de toplu olarak yayımlanan yapıtlarına
yazdığı önsözde, klasik sanatın tanımını şu birkaç sözcükle yapmayı başarabilmiş; karmaşık
görünen kavramı bütün açıklığıyla basite indirgeyebilmiştir:

“Bir yapıt, hoş bir şeyle ve insanların genel beğenisine uygun bir tatla dolu değilse, az
sayıda bilen kişice beğenilse de boşunadır, hiçbir zaman iyi bir yapıt sayılmayacaktır; sonunda
ise, bilen kişilerin kendileri, onu beğenmekle yanıldıklarını açıklamak zorunda kalacaklardır.
Bu hoş şey, bu tat nedir diye bana sorulursa, yanıtım şudur ki, bu, anlatılmaktan çok duyulan,
ne olduğunu bilmediğim bir şeydir. Bununla birlikte, bana göre bu tat, gerçekte, okura ancak
doğru düşünceler ve yerinde deyimler sunmaktan doğmaktadır.(…)Herkesin usundan geçen bir
düşünce ancak canlı, ince ve yeni bir biçimde söylenirse değeri olan bir düşüncedir.” (Türk
Dili, 1981: 37)

Boileau’nun Şiir Sanatı kitabını incelerken vurguladığımız gibi, yazılış tarihi (1674)
dikkate alındığında, o zaman dilimine kadar Klasisizm akımının genel ilkeleri çerçevesi içinde
kaleme alınmış, başyapıt sayılacak eserler zaten vardır. Yeniden Uyanış hareketinin etkisiyle,
eski yunan-latin kültürünün ikliminde beslenen Fransız yazarları- şairleri, Antik Çağ’da
yazılmış o görkemli yazınsal yaratıların farkındadırlar. Aristo’dan başlayarak o döneme
gelinceye kadar şiir sanatı üzerine yazılmış çok sayıda kuramsal kitap bilinmektedir. Malherbe,
akımı hazırlayan kuralları, daha yüzyılın başında saptayıp dile getirmiştir. Boileau’nun katkısı,
eleştirmen sıfatıyla ortaya çıkması, tanınmış salonlarda konuşarak yıllarca ileriye sürdüğü
düşüncelerini, eski kazanımlarını kitabın boyutları içinde somutlaştırıp okuyucuya sunmasıdır.
Yapıtının birinci bölümünde, sanatsal yaratının klasik sayılabilmesi için nasıl yazılıp nelere
dikkat edilmesi üzerinde durur. Villon, Marot, Racan, Malherbe, eleştirmenin saygı duyduğu
Fransız edebiyatçılardır. İkinci bölümde, alt tür olarak nitelendirdiği balad, rondo, madrigal,
epigram, od, eglog, satir, sone denilen şiirlerin özelliklerine değinir. Örnek verdiği kişiler
Theokritus, Vergilius, Tibullus, Ovidius, Horatius, Lucilius, Perseus, Juvenalis gibi eski yunan-
latin edebiyatlarının şairleridir. Kendi ülkesinden sadece Régnier’nin ismini anar. Üçüncü
bölümde, destan, trajedi, komedi denilen büyük türleri bize tanıtır. Kitabın en can alıcı kısmı
burasıdır. Thespis, Aeskhylos, Sophokles, Vergilius, Menandros, Terentius, eleştirmenin
övgüsünü kazanan yazarlardır. Antik dönemden iki yazara isim verilmeden olumsuz gönderme
yapılsa da, onların Seneca, Aristofanes oldukları anlaşılır. İtalyan edebiyatından Tasso, Ariosto,
eleştirmenin olumsuz değerlendirmesi içinde yer alırlar. Fransız edebiyatından sadece üç
yazarın adı geçer. Bunlardan Scudéry, ismi verilmeden kınanır; La Calprenède, sert eleştirinin
hedefi olur; Molière ise, hem olumlu hem olumsuz görünüm sunar. Dördüncü bölüm, yazarlara
verilen öğütleri kapsar. Antik dönemden Vergilius, dolaylı da olsa, yine eleştirmenin beğenisini
kazanan sanat adamı olarak karşımıza çıkar. Fransız edebiyatından ise, Colletey, Corneille,
Racine, Benserade, Segrais, eserlerinden övgüyle söz edilen yazarlar olurlar. Dikkat edilirse,
Boileau’nun en çok etkilendiği, saygı duyduğu sanatçı Horatius’dur. Yazınsal türlerin
özellikleri hakkında bu latin şairinden, kendinden daha kapsamlı çalışma yapmış, düşünen
kafalara günümüze kadar seslenmeyi başarabilmiş büyük düşünür Aristoteles’in adını kitabında
hiç anmaz. Onun

“En inandırıcı ozanlar, aynı doğaya sahip oldukları için kendilerini duygulanımların
içine sokabilenlerdir; korkmuş olan kişi korkuyu, öfkelenmiş olan da öfkeyi en gerçekçi biçimde
verir. Bu nedenle şiir sanatı ya yetenekli kişilerin ya da coşkulu kişilerin işidir; birinciler iyi
biçimlendirme, ikinciler ise kendilerinden geçme yeteneğine sahiptir.” (Aristoteles, 2012: 61)

görüşüne tamamen katılsa da, asıl kaynağa göndermede bulunmaz; sessizliğini korur. Boileau,
Sainte-Beuve’ün Klâsik Nedir başlıklı denemesinde de vurguladığı gibi, klâsik kavramının
kendinden sonraki yazarlarca somut şekilde tanımlanmasını sağlamış yazın adamıdır. Klâsik
yazar, evrensel aklın ışığında ortaya koyduğu edebi yaratılarıyla insanın iç dünyasının
gelişmesine katkıda bulunarak iç alemini zenginleştiren; insan yüreğine çarpan sorunu, kendine
özgü ama herkesin anlayacağı bir biçemle ele alıp, ölçülülüğün, yalınlığın sınırlarında kalarak
çözümleyip yansıtmayı başaran; kısacası, her dönem kolayca anlaşılacak yazma becerisi
geliştirerek, akıp giden yüzyılların ardından ölümsüzlüğünü haykıran sanatçıdır. XIV.
Louis’nin sağduyusundan gücünü alan Boileau, kitabının başından sonuna kadar somut hale
getirip övgüsünü yaptığı evrensel akla; zekâ, deha, erdem, sanat, zevk gibi yüce değerleri
bağımlı kılan yol gösterici kimliğiyle, asırlar ötesinden düşünce hayatımıza renk katmayı
sürdürmektedir.

KAYNAKÇA

1- Aristoteles, Poietika, Çev: Nazile Kalaycı, Pharmakon Yayınevi, Ankara, 2012.


2- Boileau, Nicolas, Şiir Sanatı, Çev: Mustafa Durak, Multilingual, İstanbul, 2003.
3- Meriç, Cemil, Kırk Ambar, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1980.
4- Sainte-Beuve, Pazartesi Konuşmaları I, Çev.: Fehmi Baldaş, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1952.
5- Yazın Akımları Özel Sayısı, Türk Dili Dergisi, Sayı: 349, Ankara, 1981.

You might also like