Yol Yorgunluğu

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 5

Yol Yorgunluğunun İksiri Marifetullahta Derinleşme

İmanını mârifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Mârifetini aşk u


muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti
Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar.
(Güzellikten Aşka, Beyan)
İman pek değerli bir nazarîdir; fakat, onun da bir inkişaf alanı vardır. O alan sâlih ameldir;
onun derinliği ise ihsan şuuruna ulaşmaktır. İman çok ehemmiyetli olsa da, onun vaadettikleri
ancak amelle bilinir; iman, amel sayesinde inkişaf ettirilmeyince, duyulması lazım gelenler
duyulamaz, sezilmesi gerekenler sezilemez ve imanın hakiki tadına varılamaz. Bu itibarla, önce
iman amelle tafsile ulaştırılmalı, sonra sâlih amelde sebat edilmeli ve derinleşme peşine
düşülmeli; akabinde ise, canlılığın hep korunması ve hiç heyecan yorgunluğu yaşanmaması için o
amele sürekli yenilenmeler, renkler ve farklı desenler katılmalıdır.
Şu kadar var ki, mü’min, iman ve amelde sebat etmelidir; fakat, sebatta bir tür
monotonluk bulunduğunu da unutmamalıdır. Dolayısıyla, o, sebat ve temadisine sürekli
yenilenmeler, farklı renkler ve değişik desenler katmalıdır ki, bıkkınlığa düşmesin, ülfete
yenilmesin, heyecan yorgunluğuna düçar olmasın ve muhataplarını da bıktırmasın.
Bu açıdan, nazarîyi amelîye taşımanın ve amelde temadînin yanı sıra, zamana ve şartlara
göre format değişiklikleri yaparak ve çeşit çeşit aksiyonlar ortaya koyarak hep zinde ve heyecanlı
kalmaya çalışmak da gerekmektedir.
Hâsılı, bir işin semereli olması, önce sağlam bir projeye, sonra inkişaf sevdalısı adanmış
ruhların o projeyi hayata geçirme gayretlerine, akabinde bazen çok uzun sürmesi de muhtemel
olan aksiyon döneminde sebata ve nihayet, amelde devamlı olmanın yanında, format
değişiklikleriyle temadîyi renkli, canlı, cazip tutmaya bağlıdır. (Nazariden Ameliye İlahi Ahlak,
Vuslat Muştusu)
Evet, en çok düşünülmesi ve endişe duyulması gereken istikbal, beş-on yıl sonraki “yakın
gelecek” sayılan günler değil, her an başlaması muhtemel olan âhiret istikbalidir. İnsan,
Cennet’e nâil olma istikbali, Cemalullah’ı müşahede istikbali ve Allah’ın rızasını kazanma istikbali
peşine düşmeli ve her şeyden önce, her beklentiden öte, her arzunun üstünde bunları
düşünmelidir. Nitekim, Nur Müellifi, “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk
olunuyorsun? Dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet
hayatına ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir
Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun.” diyor.. diyor ve nihayet
yetmiş, seksen, doksan sene de yaşasa, insanın ölüp gideceğini ama ötelere sehayate çıkarken
iman gibi bir iksiri azık edinirse tarife gelmez âhiret nimetlerini orada hazır bulacağını
hatırlatıyor.
Şu halde, bu hakikatlerin her zaman hatırlanması, kalbin bunlarla sürekli cilalanması ve
âhiretle alâkalı mülahazaların daima canlı tutulması gerekiyor. “İkbalim, istikbalim, mutlu
geleceğim…” diyen kimselere, “İlle de bir istikbalden bahsedecek ve ona ait meselelerle
dertlenecekseniz, işte size seksen-doksan seneyle de sınırlı olmayan ve hiç sonu gelmeyen bir
istikbal.. nimetleriyle bitip tükenme bilmeyen bir istikbal.. istikbal-i âhiret!..” deyip ölüm ötesine
dikkat çekmek icap ediyor.
Heyhat ki, hususiyle içinde yaşadığımız zaman diliminde ve şartlarda bu duyguyu
tetikleme, ihya etme, diri tutma oldukça zor bir meseledir. Bu önce inanmaya, sonra imanda
derinleşmeye, akabinde marifete yürümeye ve nihayet müzakere meclisleri kurarak, okunması
faydalı eserleri okuyarak, muhavereleri sohbet-i Cânân etrafında örgüleyerek, fikir ve duygu alış-
verişiyle irfan ocağını iyice kızıştırarak, böylece sürekli köpürüp duran bir marifete ulaşarak Allah
aşkını ve O’na iştiyakı yüreklerde canlı tutmaya bağlıdır. Şayet, bu hususta muvaffak olunursa,
işte o zaman insanlar, o ebedî istikbal iştiyakıyla, “Vallahi önümüzde öyle bir gelecek var ki,
dünyevî ikbal ve istikbal olsa da olur, olmasa da!..” diyeceklerdir. Bu mülahazayla, asıl istikbale
im’an-ı nazar edecek ve böylece yoldakilerle oyalanıp gerçek hedefi şaşırma yanlışlığına
düşmekten de kurtulacaklardır.
Şayet, insanlara asıl hedefleri ve varıp ulaşmaları gereken ebedî meskenleri sürekli
hatırlatılmazsa, -hafizanallah- herkesin -aynı o yorgun yolcu gibi- şirin bir gölgeliğe, lezzetli
birkaç meyveye, câzibedâr bir güzelliğe takılıp yolda kalması ve oracığa yığılması muhtemeldir.
Dolayısıyla, her insanın bu mevzuda her yeni gün bir kere daha takviyeye ihtiyacı vardır. Gelecek
kaygısını, âhirete ait istikbal endişesine dönüştürmek ve bu duygunun canlılığını koruyabilmek
ancak müzakere meclisleri oluşturmakla, sohbet-i Cânân vesilesiyle kalbleri yumuşatıp gözleri
yaşartmakla ve gönülleri ihya eden hakikatleri hemen her gün farklı bir üslupla yeniden
mülahazaya almakla mümkündür. (İstikbal Endişesi, Vuslat Muştusu)
İnsan, yüce bir mefkûre uğrunda, bir dönem sürekli faal ve hareketli bir hayat
yaşıyorken, değişik sebep ve sâiklerle, bir anda kendini hareket ve aksiyondan uzak bir ortam
içinde bulabilir. Hatta sanki bir kenara itilmiş, vazifesiz hâle getirilmiş gibi bir hisse kendini
kaptırabilir. Böyle olumsuz bir atmosferden kurtulmak adına insanın bizzat kendisinin
başvuracağı bir kısım çareler olduğu gibi, beraber yol yürüdüğü arkadaşlarının, bir mü’min
olarak yapabileceği vazife ve sorumluluklar da vardır.
Temel bir kaide olarak denilebilir ki, insanın doğru davranıp doğru işler yapması, onun
doğru karar vermesiyle mümkün olur. Evet, inançta sıhhat ve selamet, düşüncede istikamet ve
duruluk varsa tavır ve davranışlar da müstakim bir çizgide cereyan eder. O sebeple, iman ve
insanlığa hizmet yolunda tek bir damla himmet ve gayrete dahi muhtaç olunduğu böyle bir
dönemde kendini tembellik ve miskinliğe, atalet ve uyuşukluğa salan bir insanın, temelde itikad
ve düşünce sahasında yaşadığı bir kıvam problemi var demektir. Çünkü, hakiki mânâda Allah’a
inanmış, mârifetullaha ermiş, din-diyanet adına inanılması gerekli olan esaslara dinin, diyanetin
gerektirdiği, istediği ölçüde iman etmiş bir ferdin yüreğinde, Allah’ı ve O’nun dinini-diyanetini
gönüllere duyurma hususunda karşı konulmaz bir aşk u iştiyak duygusu olur.
O zaman yapılması gereken oturup kalkıp “sohbet-i cânan” deme, bir araya gelip bu
türlü meseleleri müzakere etme ve sürekli bir derinlik ve enginlik peşinde koşmak olmalıdır. Zira
insan iman ve mârifette derinleşince; “Allah’ım Sen varsın ama bu insanlar Seni bilmiyorlar. Ben
nasıl o kapının vefalı kuluyum ki onlar Seni tanımıyorlar fakat ben hâlâ bu mevzuda lâkaydım.
Böyle bir tablo karşısında bana kul denmez; dense dense ‘tembelin, miskinin teki’ denir.”
şeklinde bir muhasebe içine girecek; girecek ve Allah’ı (celle celâluhu) tanıtmak, Resûl-ı Ekrem’i
(sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmak için içten içe ocaklar gibi yanıp deliye dönecektir. Evet,
zannediyorum asıl problem beslenme adına yaya olmamızdan, yaya kalmamızdan
kaynaklanmaktadır.
Evet, bir araya geldiğimizde asıl maksat ve hedef, iman ve imanda derinleşme mevzuları
olmalı, bu istikamette gerekli cehd ve gayret ortaya konduktan sonra, “Hazır bir araya gelmişken
şurada şöyle bir okul açma mevzuu da vardı, bu arada onu da görüşüp karara bağlayalım.”
demeli, neyi, nereye koymamız gerekiyorsa ona göre davranmalı ve programlarımızı bu eksen
etrafında örgülemeliyiz. İşte zannediyorum bu noktada ciddi bir zühûl yaşanıyor. Evet, sanki
meselelerin yeri değişmiş gibi bir durum var. Hatta bazen iman ve Kur’ân’a hizmet mülâhaza ve
niyetiyle bir araya gelinen yerlerde dahi dine-diyanete açılmayı tamamen ihmal ediyor, dünyevî
meselelerle oturup kalkıyor, onların müzakeresini yapıp dağılıyoruz. Asıl üzerinde durulması
gereken mevzular ise arada kaynayıp gidiyor, unutuluyor. Hâlbuki hiçbir zaman aklımızdan
çıkarmamamız gerekir ki, biz unutunca unutuluruz. Kur’ân diyor ki;
‫ –نَ هّٰللا‬Onlar Allah’ı unuttu, kulak ardı ettiler; Allah da onlara kendilerini
َ ُ‫سا ُه ْم َأ ْنف‬
‫س ُه ْم‬ َ ‫سوا َ فََأ ْن‬ ُ
unutturdu.” (Haşr sûresi, 59/19) Böylece kimlik bunalımına girdi, ruhlarını kaybetti, yürüdükleri
yörüngeden çıktı ve başkalaşma sürecine kapılıp gittiler. Öyleyse bir araya geldiğimizde:
“Arkadaş! Buraya geldik, oturduk, birçok meseleden bahis açtık ama bütün o meselelerin özü-
esası, balı-kaymağı olan esrar-ı ulûhiyet ve rububiyete dair meselelerden bahsetmedik. Allah
aşkına, bu, Rabbimize karşı ne büyük bir vefasızlık! Şimdiye kadar hiçbir mü’min Allah’a karşı bu
ölçüde vefasız olmamıştır.” diyerek çok rahatlıkla bu hususları birbirimize hatırlatabilmeliyiz. İşte
bu ruhu koruyabildiğimiz ölçüde aşk u vecd içinde imana ve Kur’ân’a hizmet edecek, yol
yorgunluğuna düşmeyecek, heyecan yorgunluğu yaşamayacak ve Allah’ın izniyle, son nefesimize
kadar küheylanlar gibi şevk u iştiyakla koşturup duracağız. (Heyacan Yorgunluğu ve Diriliş
Hamleleri, Kalb İbresi)
Öncelikle bilinmesi gerekir ki, insanın belli bir dönem elde ettiği mânevî kazanımlarını,
canlılık ve revnaktarlığını bir ömür boyu muhafaza edebilmesi kolay bir iş değildir, hatta onları
ilk defa elde etmekten daha zordur. Evet, ilk duyulduğu an ruhlarda ihtizaz meydana getiren,
şok tesiri hâsıl eden söz ve hâdiselerin, terütaze hissiyatın, metafizik gerilimin bir ömür boyu
devam ettirilmesi zorlardan zor bir meseledir. Onun için hemen her yeni başlangıçta saff-ı evveli
teşkil eden insanlar çok canlı ve dinamik olsalar da daha sonraki dönemlerde aynı canlılığı
devam ettirememişlerdir. Öyle ki, başlangıç itibarıyla inandıkları değerler uğrunda hırz-ı can edip
kahramanlık sergileyen ilklerde bile üzerlerinden geçen zamanla birlikte aşınma ve yorgunluk
emareleri görülmeye başlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna büyük bir nimeti olan zamanın
kendisi aşınmasa da, onun kadr u kıymeti bilinmeyince; bilinmeyip canlılık ve taze kalma adına o
hakkıyla değerlendirilmeyince, her geçen gün, duygu ve düşüncelerdeki taravet, halâvet, canlılık
ve cazibedarlık belli bir aşınma ve yıpranmaya maruz kalmıştır.
Her fert ve toplum için mukadder gibi görünen bu durum karşısında yapılması gereken,
insanın sürekli yenilenme ceht ve gayreti içinde olması, bu şuurla hayatını örgülemesidir. Zira
sizin gözünüz ve gönlünüz bir dönem, belli güzelliklere açılmış olabilir ve siz o güzellikleri samimi
ve yürekten bir şekilde bağrınıza basmış olabilirsiniz. Fakat daha sonra o güzellikleri
soldurmadan, öldürmeden, ruh ve düşünce dünyanızda partallaştırmadan bütün parlaklığıyla
muhafaza edebilmeniz çok ciddi bir ceht ve gayrete vâbestedir.
Ferdî tefekkür, tedebbür ve tezekkürün yanında insanın zirvelerde tutunmasını ve
kazandıklarını kaybetmeksizin yoluna devam etmesini sağlayan önemli bir diğer vesile de
sohbet-i cânandır. Eğer siz Allah’a karşı derin bir kalbî alâka duyuyor, herkesin O’nu tanımasını
arzu ediyor ve O’nu her yâd edişinizde menhelü’l-azbi’l-mevrûd’dan çektiğiniz bir kova suyu
yudumluyor gibi zevk alıyorsanız zaten sohbetlerinizi “Lâilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah”
hakikati etrafında döndürürsünüz.
İnsan, gençlik döneminde çelik çavak ve zinde bir hayat yaşar. Olgunluk dönemine
geldiğinde ise her şey yerli yerine oturur ve o, mantık ve muhakeme insanlarının hayatını
yaşamaya başlar. Fakat bir dönem de gelir ki, duygu ve düşünceler solmaya, sönmeye ve
partallaşmaya başlar. Bu, olgunluk ve ruhta oturaklaşma demek değildir. Aksine bu durum, daha
önce size çok şey ifade eden çizgilerin matlaşması, renk atmasıdır. İşte siz böyle bir durumda
sohbet-i Cânanla veya tefekkür, tedebbür ve tezekkürle oksijen çadırında bir kez daha hayata
uyanabilir, bir kez daha dirilişe yürüyebilir ve böylece ömrünüzün geri kalanını O’nu yâd etmekle
şereflendirir, derinleştirir ve taçlandırabilirsiniz. (Yol Yorgunluğuna Düşmemenin Çaresi,
Yaşatma İdeali)
Şimdi isterseniz, zamanla ortaya çıkan kalb kasvetinin, ülfet ve ünsiyetin bazı saikleri
üzerinde bir nebze duralım. Hemen her yeni ve orijinal şey insanda şöyle böyle bir heyecan
uyarır. Bizim gibi katı kalbli, Hakk’a karşı kapalı insanlarda bile mebdede yeniliğin hâsıl ettiği bir
aşk u heyecan dalgası sineleri sarabilir.  Fakat unutulmaması gerekir ki, insan mazhar olduğu bu
nimete ilerleyen zamanda yeni yeni derinlikler kazandırmaz, bir şerh koymaz, kenarına not
düşmez, yer yer formatıyla oynamaz veya en azından o meselenin izahının formatında
değişikliğe gitmezse hiç farkına varmaksızın ülfet ve ünsiyet ağına düşebilir.
Evet, başta herkeste şöyle böyle, az çok, yenilik ve orijinalitenin getirdiği bir ürperti,
haşyet ve saygı bulunur. Fakat ilerleyen zamanda evrâd u ezkârla, gecenin derinliklerinde eda
edilen ibadet u taatle, muhasebe, murakabe ve tefekkürle sürekli bir yenilenme cehdi içerisinde
olmayan, sürekli bir yenilenme vetiresi yaşamayan; yaşamadığı için de benlik duygularından
sıyrılamayan insanın kaskatı kesilmesi mukadderdir. Dolayısıyla bu şahsın, çiy noktasını
koruması mümkün değildir. Böylesi bir kalb kasvetine maruz kalmamanın yolu ise, mevzuları
sürekli yeni bakış zaviyeleriyle ele alıp onlar üzerinde derinleşmekten geçer. Bir bakın, Kur’ân-ı
Kerim’in indiği ilk asırdan zamanımıza gelinceye kadar ne kadar çok tefsir yazılmış, bu mevzuda
ne kadar çok fikrî ceht ve gayret ortaya konmuştur.
Evet, herkesin, her zaman Kur’ân hakkında yeni bir şeyler söylemesi mümkün olabilir.
Hatta Hz. Pîr gibi, söylediği her şeyi milimi milimine şıp diye yerine oturtan bir insanın sözlerini
dahi zamanın rüzgârı ve yorumunu arkaya alarak ifade ve izah etmek gerekir. Aksi takdirde onun
eserlerini alır, her sabah âdet kabilinden ders yapar veya akşam olunca bir yere derse gider,
gittiğiniz yerde sathî bir nazarla o eserlerden bir yer okur ve böylece vazifenizi yaptığınızı
düşünürseniz onu gerçek derinlik ve zenginliğiyle anlayamazsınız. O hâlde yapılması gereken,
müzakerede bulunarak, yeni yeni terkip ve tahlillerle, okuduğumuz metinden farklı açılımlara
gitmek, yeni tespitlerde bulunmak ve böylece kalb ve vicdan kültürümüze yeni mârifet pınarları
akıtmak olmalıdır.
Hâsılı eğer biz, kalbimizde haşyet duygusunu tetiklemek istiyorsak, sohbet-i cânân
meseleleri etrafında müzakerede bulunmalı; mevzuları bu bakış açısıyla daha engince anlamaya
çalışmalı ve böylece imanımızı sürekli takviye etmeliyiz. Oturduğumuz çay veya yemek faslında
dahi meseleyi evirip çevirip hep Allah’a bağlamalı, her defasında yeni bir mârifet ufkuyla
meseleyi O’nunla irtibatlandırmalı ve O’nunla noktalamalıyız. Aksi takdirde hiç farkına
varmaksızın heyecan ve yol yorgunluğuna düşer, canlılığımızı yitirir ve içten içe kadavralaşırız.
Rabbim hepimizi böyle bir âkıbetten muhafaza buyursun! (Huşu, Haşyet ve Kalb İnceliği,
Yaşatma İdeali)
Şu otuz üç pencereli olan “Otuz Üçüncü Mektub”, îmânı olmayanı inşâallah îmâna getirir.
Îmânı zayıf olanın îmânını kuvvetleştirir. Îmânı kavî ve taklidî olanın îmânını tahkikî yapar. Îmânı
tahkikî olanın îmânını genişlendirir. Îmânı geniş olana bütün kemâlât-ı hakikiyenin medârı ve
esası olan mârifetullahta terakkiyât verir; daha nurânî, daha parlak manzaraları açar. (33. Söz,
İhtar)
Evet, gözler hep zirveleri kollamalı, kanatlar 'daha yukarılar' deyip her zaman gergin
bulunmalı, himmetler 'ulü'l-azmâne' bir çizgi takip etmelidir ki, zirvelere ulaşma, şâhikalarda
dolaşabilme mazhariyeti de gerçekleşebilsin. Yoksa, duraklama ve çözülüp dağılma mukadder
demektir. Kur'ân, kendi eser-i mucizesi sayılan aydınlık çağın o güzidelerden güzide
topluluğuna: "Mü'minlerin kalblerinin, Allah'ı ve O'nun tarafından indirilen hakikatleri duyarak
haşyet hissedip, yumuşayıp daha derin bir dirilişe erme vakti hâlâ gelmedi mi..!" (Hadîd sûresi,
57/16) diyerek onları çerçevesi verilmeye çalışılan böyle bir 'ba'sü ba'del mevt'e çağırmaktadır.
Bu çağrıya uyarak mü'min, canlılığını korumak için her zaman yükselip derinleşme aşk u
heyecanı içinde bulunmalı, mefkûresi adına hep yüksekleri kollamalı ve tamamiyet peşinde
olmalıdır ki sıyanet görsün, devrilmesin ve yaşadığı sürece de hep taze kalabilsin...
Tabiat ve cismâniyetlerine yenik düşenlerin, onca yaşama ve hayattan kâm alma
tutkularına rağmen, eskiyip partallaşmalarına karşılık, bu irade ve azim insanları bütün bir ömür
boyu dipdiri ve canlı kalmasını bilir ve her zaman değişik ölümsüzlük tavırları sergilerler. Okur ve
yorumlarlar eşyâ ve hâdiseleri, görüp değerlendirdiği gibi nebilerin. İrtifadan irtifaa geçerler
takılmadan arzın cazibesine ve sürtünme handikabına. Yürürler Allah'a yürüdükleri gibi ilklerin,
beklentisiz ve pazarlıksız. Doymazlar imandaki neşveye, mârifetteki hazza ve Hakk'a gönül
vermedeki lezzete. Hakk'a ulaşanları duyup görme onları daha bir şahlandırır; dökülüp yolda
kalanları müşâhede ise bunları daha yürekten Allah'a yönlendirir.. yönelirler O'na, gördükleri
hissizler, heyecansızlar karşısında, kulakları teşriî emirlere kapalı sağırlar ve tekvînî emirleri
okuyamayan bahtsızlara rastladıkça.. onların bugünleri pırıl pırıl, talihleri aydınlık ve âkıbetleri
de hep nûrefşândır. (Eskimeme veya Yenilenme Cehdi, SÇ)

You might also like