Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 21

-BÖLÜM 1-

1923 Teşrinievveli’nin 3’ü imsak vaktiydi. Salih Bey, ezandan önce uyanıp abdestini
almış, Kur’anı Kerim okuyordu. Ezanın okunmasıyla Kur’anı Kerim’i kapattı ve ellerini
tanrıya açarak içinden şöyle dua etti “Allah’ım, hamd ve şükür sanadır. Şüphesiz ki
Alîm adınla sen her şeyi en iyi bilensin. Yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca
senden merhamet dileriz. Bu topraklar için yeri geldi gaza edip gavura karşı savaştık,
yeri geldi başımızdaki hainlere baş kaldırıp vatanımızı koruduk. Sen milletimize zeval
verme Allah’ım. Dini mübin adına elimizden geleni yaptık, emanetine namahrem eli
değdirmedik ey Muhammed! sen bizim milletimize ahiret gününde şefaat et. Ya
rabbi! Bilirim, senin işinden sual olunmaz. Fakat bu kulunun dünya malında gözü
yoktur. Tek temennim hayırlı bir evlattır. Vatanına milletine güç verecek, İslam’ı bilen
hayırlı bir evlattır. Sen bu duamı kabul et Allah’ım.” dedi.

Salih Bey, 1883’te Selanik’te doğmuş bir Osmanlı vatandaşıydı. Ailesi Osmanlı’nın
Balkanlar’a yerleştirdiği eski yörüklerden bir aileydi. Çocukluğu çetrefilli yollardan
geçse de ne o zamanlar yaşanan siyasi olaylara, ne de diğer meselelere dahil
olmamış, hayatını kendi çizgisi üzerinde idame ettiren bir insandı. İlk ve orta
öğrenimini Selanik’te tamamlayan Salih, liseyi Mektebi Sultani’de okuyarak öğretmen
olmuş ve 1912 yılında İstanbul’a yerleşmişti. Düşünce yapısı sadece vatanı ve
dininden ibaretti. Beş vakit namazında, ağzı temiz, vatanperver bir insan olarak
hayatına devam ediyordu. Bir kaç sene geçti, Anadolu’da yaşanan toprak kayıpları
-daha doğrusu yöneticilerin toprakları satışları- artık halkın canını bezdirmeye
başlamıştı. Gittiği her toprağa barış ve adalet getirmeyi vaad eden Avrupa
medeniyetleri Anadolu’da terör estiriyor, içler acısı kısım ise saraylarda yaşayan
sözde halife olan padişahın buna tepki göstermemesi, daha doğrusu
gösterememesiydi. Her gün kadınlara tecavüz olayları, sivillerin katledilmesi artık
alışılagelmiş olaylardı. İnsanlar sokağa çıkamaz, sokaklarda çocuk sesleri yerine
artık düşman askerlerin bot sesleri duyuluyordu. Salih Bey bundan çok rahatsızdı,
hele ki 1918 yılında gelen haberden sonra evinde adeta çılgına döndü. Evinin önüne
bırakılan gazetede aynen şöyle yazıyordu “Mondros mütarekesi imzalandı, Osmanlı
ordusu terhis ediliyor.” bunun bir şaka olduğunu düşündü ve gazetenin geri
kalanında yazan antlaşma maddelerini okurken kısık sesle şöyle cümleler geçirdi
içinden “Bu şartlar altında kalmak gerçekten Türk ordusuna yakışmaz fakat Devleti
Âla’nın elinden gelen bu olsa gerek. Allah’ım sen bize yardımcı ol.” diyerek gazeteyi
kapattı. Osmanlı’nın içinde neler olup bittiğinden halkın haberi yoktu. Devleti kimin
nasıl yönettiği, kimlerin kuklası olduğu… her şey apaçık ortadaydı ama kimsenin
bunu dile getirecek kadar cesareti yoktu. Aradan 2 sene geçti. Artık ne Salih Bey
okula gidip eğitim verebiliyordu, ne de halk nefes alabiliyordu. Anadolu boğuluyordu.
Osmanlı zaten bitik bir halde olmasına rağmen son hamlesini de yapmak istedi “Sevr
Antlaşması” ile koltuğunu sağlamlaştırmak isteyenler, Türk’ün demir yumruğuyla
koltuklarından oldu. Salih Bey, Selanik’te yaşarken babasının arkadaşı olan Rıza
Bey’in oğlu Kemal ile çok iyi anlaşırdı. Nitekim bir kaç sene aynı okulda okumuşlardı.
Görüşleri de birbiriyle uyumluydu. Kader onları ayırsa da, birleştirmeyi de bildi.
Kemal büyümüştü. Sarı saçları, mavi gözleriyle ışık saçan Kemal, şimdi o gözleriyle
işgalcilere ateş saçıyordu. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak eline meşalesini aldı
ve “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek hürriyet ateşini yaktı. Anadolu’nun her yerini bu
meşalenin aydınlığı sardı. Halkın kaybedeceği tek şey canıydı ki “Biz, Türk milletiyiz,
canımız vatana fedadır. Ölürsek şehit ,kalırsak gazi oluruz.” düşüncesiyle bu
meşaleyi daha da yükseğe kaldırdı. Salih, gazetelerden durumu takip ediyordu. Her
ne kadar olaylara müdahil olmak istese de olamadı. Fakat Türk milleti, tüm cihanı
karşısına alarak bir destan yazıyordu. 4 sene boyunca olaylar böyle devam etti. Aziz
Türk milleti, Atatürk önderliğinde işgalciler geri püskürtüldü. Türkiye Cumhuriyeti bu
dönemde kuruldu. Salih, Kemal ile bu dönemlerde görüşme fırsatı bulamamıştı, bu
temennisini dualarla tanrısına iletiyor ve kabul olmasını bekliyordu. Salih, 1922’de
Münevver hanımla tanıştı. Türk geleneklerine bağlı bir müslüman olan Münevver
hanımla 6 ay süren görüşmelerinin ardından 1922 ortalarında resmen evlendiler.

Salih, namazını kıldı ve okula doğru yol almaya başladı. Yağmur yağıyordu,
şemsiyesini açıp düşüncelere dalarak yürüdü. Aklında günün konusu olan
“Mezhepler” vardı. “Sahi, neden bu mezheplere bölündük. Türk adı altında
birleşseydik fena mı olurdu? Ne gerek vardı Türklerin kendi arasında savaşmasına?
Ne gerek vardı Safevi-Osmanlı savaşına? Sünni ya da alevi ne farkeder? Hepimiz
aynı dine mensup değil miyiz? Dinden de öte, biz Türk değil miyiz?” düşüncelerine
devam ederken okulun girişine gelmişti. “Allah büyük Salih, en iyisini o bilir.” diyerek
şemsiyesini kapatıp okula girdi. Ders başladı ve konuyu baştan sona anlattı, son
olarak her zaman yaptığı gibi öğretmen sırasına oturdu ve öğrencilerine şu soruyu
sordu “Anladınız mı çocuklar? Kafanıza yatmayan bir şey var mı?” sınıf her ne kadar
anlamamış gibi görünse de kimseden çıt çıkmadı. Salih, iyi bir öğretmendi ve
öğrencilerini tanıyordu. Gülümsedi ve şöyle dedi “Biliyorum sizinde aklınızda mezhep
çatışmalarının altında yatan sebepler saçma geliyor, sonuçta biz Türküz, kardeşiz.
Neden bunlar oldu diye düşünüyorsunuz, değil mi?” dedi. Sınıf kafa sallayarak yanıt
verdi. Salih, “Aslında çocuklar ben bunu size açıklayamam, çünkü cevabını bende
bilmiyorum. Ben de sizin gibi mezhep çatışmalarını pek mantıklı bulmuyorum.
Umarım bir gün herkes Türklüğün ortak paydasında buluşur diyerek dersi bitirmek
istiyorum. Söylemek istediğiniz bir şey var mı?” dedi. Sınıfta bi anda parmaklar kalktı.
Salih yine gülümsedi. Çünkü biliyordu, bizim halkımız yediden yetmişe hep aynıdır.
Eğer düşüncesi karşı tarafta makul bir zeminde destek görmeyeceğini biliyorsa, bu
düşüncesini saklar. Daha doğrusu tartışmaya girmeye üşenir. Salih tüm soruları
yanıtladıktan sonra dersi bitirdi. Öğretmenler odasına geçmeye vakit bulamadan
ikinci ders başladı. Diğer derse nazaran öğrenciler derse olan ilgilerini arttırmış ve
soru sormaktan çekinmiyorlardı. Nihayet bu derste bitince Salih kitaplarını toplayıp
öğretmenler odasına geçti. Salih’e herkes çocuğunun ne zaman doğacağını soruyor,
adı hakkında tavsiyeler veriyordu. Salih, sıkılmadan hepsini birer birer cevapladı ve
teneffüs zili çaldı. Diğer sınıftada aynı dejavüyü yaşadıktan sonra öğle saatlerinde
gelen bir haberle okuldan ayrıldı. Münevver hanımın doğumu başlamıştı. Salih Bey
evine doğru koşmaya başladı. Koşarken elinden düşürmemeye çalıştığı kitapları
sımsıkı tutuyor, diğer yandan da daha da hızlı nasıl giderim diye düşünüyordu.
Eninde sonunda evinin kapısına vardı.

Mahallede seferberlik vardı. Kadın komşular doğuma yardım ederek, erkekler sıcak
su taşıyarak, çocuklar ise yeni arkadaşlarının cinsiyetini merak ederek kapıda
bekliyorlardı. Salih kapıdan girdiği gibi çocuğun doğumu gerçekleşti. Odadan bir
ağlama sesi yükseldi ve o sesle Salih Bey de gözyaşlarına hakim olamadı. Mutluluk
gözyaşları dökerek şükür etmeye başladı. Çocuğunu eline aldığında ise gerçekten
mutluluk hissine eriştiğini hissetti. Çocuk erkekti. Sarışın, buğday tenli ve mavi gözlü
olduğunu farketmesi geç oldu ama aklına direkt olarak çocukluk arkadaşı olan Kemal
geldi. Hemen çocuğu getiren kadına teslim edip şükür namazını kılmaya gitti.
Gelince tebrikleri kabul etti .Karısıyla isim konusunda bir karar vermeleri gerekti.
Salih ve Münevver çifti Türkçe bir isim seçmek konusunda mutabakata varmıştı.
Salih, Tarih öğretmeniydi ve bir kaç hükümdara hayranlığı bariz olarak vardı. Bunlar:
Cengiz Han, Mete Han, Çağatay Han, Emir Timur, Hz. Ali, Hz. Ömer ve Yavuz Sultan
Selim idi. Münevver hanıma bu isimleri sunduğunda Türkçe olmayanları elediler.
Cengiz, Mete, Timur ve Çağatay isimleri kaldı. Bunları kağıtlara yazıp kura
yöntemiyle seçmeyi düşünüp uyguladılar. Münevver de Salih de birer kağıt çekti.
İkiside aynı ismi çektiler, Çağatay. Bu vesileyle Salih Bey, mahallenin imamını çağırıp
kulağına adını okuttu. Çağatay’ın doğması üzerinden üç gün geçmişti. Salih Bey bu
sürede ailesine haber verdi, arada bulduğu fırsattan istifade çocukluk arkadaşı
Kemal Bey’e de telgraf çekme fırsatını kaçırmadı. Çocuğunun doğduğunu, ona
benzediğini ve İstanbul’a ziyaretinde evinde misafir ederek eski günleri yad etmek
istediğini belirtti. Bir süre sonra gelen cevapta olumlu yanıt alan Salih Bey, umutla
beklemeye başladı. Bu süre zarfında çocuğunun geleceği hakkındaki düşüncelerle
meşgul olup babalık vazifelerini yerine getirmek için çabalamak tek gayesi olmuştu.
Öyle ki Çağatay’ın hatalarından ders almayı öğrenmesi bile ufak yaşlarda
başlayacaktı.
-BÖLÜM 2-

1927 Ekim ayının son Salı günüydü. Çağatay 4 yaşına basmıştı. 4 yaşına rağmen
kelime haznesi ve konuşma becerisi gerçekten herkesi şaşırtıyordu. Annesine
sorduğu soruları annesi bazen çaresizlikten babasına yönlendiriyor, babası ise
soruları cevaplarken hem zorlanıyor hem de mutlu oluyordu. “4 yaşında bir çocuk
yahu nasıl böyle olabilir ki?” diyordu. Her gün bir öncekinden farklı sorularla gelen
Çağatay, bu defa babasına özel bi soru sormak istediğini söyledi. Babası da
şaşkınlığını gizlemeye çalışarak cevap verdi:

-Evet oğlum, dinliyorum seni.


-Baba, sen Mustafa Kemal’i biliyor musun?
-Evet oğlum, bilmemek mümkün mü?
-Bana anlatır mısın? Nasıl birisi o?
-Ah oğlum, ah evladım tam yerine geldin. (gülümser)
-Nasıl yani babacığım? Biraz daha açık konuşursan mesut olurum.
-Dedenlerin evinin nerede olduğunu hatırlıyor musun?
-Evet, Selanik diye bir şehirdi
-Hah, tam da orası işte. Ben senin yaşındayken Mustafa Kemal ile tıpkı sizin gibi
sokaklarda oyun oynardım.
-Ne!? Nasıl yani? Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?
-Dedenin arkadaşı rahmetli Rıza Bey’in oğludur kendisi. Çocukken okulun birkaç
senesini de beraber okumuştuk.
-Baba bana anlatır mısın? Lütfen, çok merak ediyorum!
-Sana sevineceğin bir haber vereyim. Kemal Bey’e sen doğduğunda haber
yollamıştım. Muhtemelen önümüzdeki ay evimize misafir olacak.
-Babacığım, umarım şaka yapmıyorsunuzdur. Şaka da günah biliyorsunuz.
-Ee, ne demişler? Sabreden derviş, muradına ermiş.

Çağatay her güne Kemal Paşa, Kemal Paşa diye uyanıp, geceye kadar babasına
sorular soruyordu. Babası sabırla geçiştirip onun heyecanına heyecan katıyordu.
İçten içe o da heyecanlıydı. Sokakta oyunlar oynadığı, beraber koşup terlediği Kemal
yerine karşısına Türkiye Cumhurbaşkanı, Başkomutan, Başöğretmen Gazi Mustafa
Kemal Atatürk gelecekti. Nihayet yeni bir ileti Salih Bey’e ulaştı. İletiye göre Mustafa
Kemal’in bu hafta pazar günü Salih Bey ve ailesini ziyaret edeceği yazıyordu. Sessiz
sade bir karşılama ile arkadaşı Kemal’i karşılayacak ve geçmişi yad edip yanına da
bir iki duble rakı içeriz diye planladı. O gün geldi Mustafa Kemal tek arabayla akşam
ezanı vaktinde Salih Bey’in 2 katlı, kırmızı-beyaz boyalı, geniş bahçeli evinin önünde
indi. Salih Bey ve ailesi kapıda Mustafa Kemal’i karşılamak için bekliyorlardı. Kemal
Bey, şoförüne ufak bir hareketle gelmek ister misin demeye çalıştı. Şoför teşekkür
babında kafasını sallayarak nazikçe reddetti. İyi bakalım diyip bahçeden içeri girdi.
Mustafa Kemal, sanki aradan onlarca sene geçmemiş gibi bir samimiyetle Salih
Bey’e sarıldı ve selamlaştı. Salih Bey böyle bir şey beklememesine rağmen mutlu
olup bozmadan devam etti. O sırada annesinin yanında dimdik durup Mustafa
Kemal’i inceleyen Çağatay’ın gözleri parlıyordu. Hayal ettiği şeyleri teker teker
sormak için can atıyordu, çünkü annesi ona Mustafa Kemal’i çok anlatmıştı. Mustafa
Kemal Münevver hanımla da selamlaştıktan sonra sıra Çağatay’a geldi. Çağatay’ın
mutluluğu gözlerinden okunuyordu ama Mustafa Kemal’in tek hareketi tüm ev
halkına garip hissettirecekti. Mustafa kemal, dizlerinin üzerine çöküp Çağatay’la
sohbet etmeye başladı.

-Söyle bakalım, adın ne senin?


-Çağatay efendim.
-Çağatay ne demek biliyor musun?
-Evet, Cengiz Han’ın oğlu, Çağatay Hanlığı’nın kurucusuymuş, babam öyle öğretti.
-Baban çocukken tarihi çok severdi, yakışmış adın. Adınla büyü.
-Sağolun efendim, teşekkür ederim.

Salih Bey’in içinden “Fransa’ya Ayıntap’ta diz çöktüren, İngiliz’e Anadolu’yu dar
eden, İtalya’ya kök söktüren, Yunanistan’ı denize gömen Mustafa Kemal, bizim
oğlanın önünde diz çöktü ve ben de bunu gördüm ya, artık gözüm açık gitmez”
diyordu. Daha sonra Kemal Bey’in sesiyle irkildi,

-Yahu Salih, sen çocuğu bebekken bana benzediğini söylemiştin ya.


-Evet, evet hatırlıyorum
-Çağatay benim çocukluğumun aynısı olmuş, sadece benden biraz daha yakışıklı.

Gülüşmeler içinde yemek masasına geçildi yemekler yenirken Salih ve Kemal


adeta çocukluklarına döndüler. Her an başka bir haylazlıkları akıllarına geliyor
sofrada neşe eksik olmuyordu. Öte yandan Çağatay olanı biteni şaşkınlıkla izliyor,
çocukluk kahramanı olan babasının ülkenin babası olarak görülen Mustafa kemal ile
konuşması ve samimiyeti onu hayrete düşürüyor ve çok mutlu ediyordu. Yemekler
yendi, sofra kaldırıldı, oturma odasına geçildi. Mustafa Kemal, Çağatay’ı da sohbete
dahil etmek istedi ve artık Çağatay içini boşaltmaya hazırdı.

–Ee evladım sen de koskoca adam oldun, yaşın dört olmuş ne olacaksın
büyüyünce?
-Ben öğretmen olmak istiyorum efendim.
-Neden, özel bir nedeni var mı öğretmen olmak istemenin?
-Evet, babam öğretmen olduğu için çok bilgili birisi. Ben de onun gibi bir öğretmen
olmak istiyorum.
-Anladım. Baban senden biraz söz etti sen yokken, bana soracağın çok soru varmış.
-Evet, babam ve siz çocukken nasıl tanıştınız?
-Benim babam devlet memuruydu. Senin dedenle yani babanın babasıyla birlikte
çalışıyorlardı. Evlerimizde yakın olunca rüştiyenin sonuna kadar neredeyse hep
beraberdik diyebiliriz.
-Yunanlar sizi seviyor muydu?
-Neden sevmesinler? O zamanlar biz kardeştik, Osmanlı idik. Fakat siyaset böyledir
evladım, bugün dostun olan yarın düşmanın olabilir.
-Kafanızdaki şey fese benzemiyor ama nedir o?
-Evet evladım, fes değil. Hem fes araplara ait bir gelenektir. Biz Türküz. Kafamdaki
taşıdığım şey karakalpak, Türk milletinin işaretlerindendir.
-Fes ile farkı nedir ki siyah kalpağın?
-Evladım fes takan adamlar bu ülkeyi bozdu. Biz, karakalpak takan adamlar ise
düzeltmeye çalışıyoruz. (gülüşmeler)

Araya Salih Bey girdi


-Hadi babacığım yarın okulun var, yatağına geç bakalım sen. Dedi
–Tamam baba, sizinle tanıştığıma memnun oldum. diyerek elini öpmeye yeltendi
fakat Mustafa Kemal gülümseyip elini sıktı.

Salih Bey, Kemal Bey’i balkona geçirip mutfaktan tepside bir rakı şişesi, bir sürahi su,
2 su bardağı, 2 tane de rakı bardağı getirdi. masayı kurup oturdular ve laflamaya
başladılar. Akşam sefasında Salih İstanbul’da yaşadıklarını ve işgalcilerin yaptıklarını
anlattı, Kemal dinledi. Kemal kurtuluş savaşındaki milletin kahramanlıklarını anlattı,
Salih dinledi. İki arkadaş gerçekten de samimiyetlerinden hiçbir şey
kaybetmemişlerdi.Derken konu döndü, dolaştı ve Çağatay’a geldi. Kemal Bey,
Çağatay’da bir ışık görmüştü ve bunu nasıl söyleyeceğini kafasında kurmaya
çalışıyordu. Sohbet ufak bi boşluğa düşünce Salih rakıya yöneldi. tam o anda Kemal
Bey lafa girdi.

-Salih, Çağatay’ın gözleri çok şey anlatıyor.


-Anlamadım Kemal, ne anlamda söylüyorsun bunu?
-Farklı bir çocuk. İstanbul’a gelmeden neredeyse tüm vilayetleri dolaştım. Birbirinden
özel çocuklar gördüm, tanıdım fakat. Fakat Çağatay gerçekten farklı. Yaşına rağmen
kurduğu cümleler, düşündüğü konular. Dört yaşında bir çocuk için iddialı ve zor
sorular soruyor.
-Farkındayım onun, evet. Bilmiyorum bazen bizde tıkanıyoruz ama özel bir çocuk.
Bunu biliyoruz.
-Devletin böyle gençlere ihtiyacı var. İyi bak çocuğuna.
-O ışığı sen gördüysen vardır sayın Cumhurbaşkanım (gülüşmeler)
-Şaka bir tarafa. Eğer ben ölmezsem, 18 yaşından itibaren yanımda görmek isterim.
Bunun dışında en iyi okullarda en iyi öğretmenlerden ders almasını rica ediyorum
senden.
-Allah gecinden versin Kemal, daha gençsin. Tabii ki, memnuniyet duyarım bundan.
Okul konusunda ise evde sıkıyönetim olacak, önce dersler ve ödevler. Hiç merak
etme. (gülüşmeler)
-Arabada bir kaç kitap var, onları sana vereceğim. Çağatay okuma yazmayı
öğrendikten ve biraz büyüdükten sonra onları okumasını istiyorum.
-Tabi, tabi hatırlatayım çıkarken.
-Ha son olarak, karakalpak ona hediyemdir. Sabah yerime sen takdim edersin.
diyerek kalpağını uzatır.
-Teşekkür ederim, çok sevinecek uyanınca.

Diyerek sohbete son verdiler. Salih Bey’in balkonunda bir yandan rakılarını içip ara
sırada fikir alışverişlerinde bulunmaya devam ettiler. Saat 11 sularında ise Mustafa
Kemal’i yolculayıp bir günün daha sonuna geldiler.

-BÖLÜM 3-

Güneş İstanbul’u aydınlatmış, sabah olmuştu. Çağatay uyandığı gibi elini yüzünü
yıkayıp yemek masasına oturdu. Yemeğini yedikten sonra babası odasına
geçmemesini, ona bir sürprizi olduğunu söyleyince meraktan yemeği önünden
alacaklar gibi yedi. Babasına her lokmasında “Hadi baba, bitti mi baba?” diyerek en
sonunda istediğini aldı, babasını kahvaltıdan kaldırdı. Babası odasından dün gece
Kemal Bey’in bıraktığı karakalpağı almaya geçti. Çağatay bu sırada sürpriz hakkında
düşünmeye başladı “Bir araba mı? Hayır, hayır tayyare. Aslında gemi de olabilir…” o,
bu düşüncelere dalarken babası elinde karakalpakla geldi. Babasıyla gözgöze
geldikten sonra birkaç saniyeliğine zaman durdu, sanki bir film gibiydi her şey.
Babasının elinden karakalpağı almasıyla birlikte yüzündeki tarifsiz sevinç, çocukluk
mutluluğu tarif edilemezdi. Nitekim Çağatay, diğer çocuklar gibi ninnilerle değil savaş
hikayeleriyle büyümüş bir çocuktu. O hikayelerin çoğunun ana karakterinde ise
babasının arkadaşı olan Mustafa Kemal vardı. Çağatay, kalpağı almasıyla birlikte
evin içinde koşuşturarak tüm günü böyle geçirdi. Babasını ise her gördüğünde
teşekkür ediyor, annesine ise “Anne bak, Mustafa Kemal oldum!” diyordu. Bu
günlerce, haftalarca aylarca böyle devam etti. Çağatay bazen bir elinde tahtadan
mavzeri, başında kalpağıyla evin balkonuna çıkıp hayalindeki düşman askerleriyle
savaşıyor. Bazen ise kalpağı başına takıp evlerinin bahçesindeki askerlere emirler
yağdırıyordu. Bu durumdan en memnun olan kişi babası Salih Bey idi. Hanımıyla
arka bahçede oturup çay içerken oğlunu seyre dalar, bazen Münevver hanımın
dediklerini bile duyamazdı. Çünkü o, oğlunun büyük bir insan olacağını daha bu
yaşlarındaki konuşmalarından biliyordu. Hanımı münevver hanıma da sürekli
“Oğlumuz milletine, vatanına ve İslam’a layık bir evlat olacak, onu en yükseklerde
göreceğiz, Allah’ın izniyle onunla beraber Türkiye de yükselecek.” diyordu. Her gece
3 Ekim’de ettiği duayı tekrarlıyor, oğlunun iyiliği içinde en iyi şartları sağlamaya
çalışıyordu. Salih’e göre Çağatay, özel bir çocuk olmalıydı. Diğerleri gibi hayatı oyun
olarak göremezdi. O, Kemal’in varisi olmalıydı. Bir Kemal olamazdı, bunu o da
biliyordu elbette. Ama en az Kemal kadar yiğit, cesur, alim ve vatanperver
olmalıydı…

Aradan 2 sene geçmişti 6 yaşına basan Çağatay, artık savaş oyunlarını bireysel
olarak değil sokaklardaki çocukları kullanarak oynuyordu. Günün 3-4 saatini dışarda
geçiren Çağatay, kalan vakitlerinde ise evde okuma yazma öğreniyordu. Bir gün yine
oyun oynamaya dışarı çıkmıştı ki annesi onun saat sabah on gibi çıkıp bir yahut iki
gibi geleceğine alışmıştı, lakin öyle olmadı. Saat on iki gibi Çağatay ağlayarak eve
geldi. Kapıyı öyle bir çalmıştı ki annesi Çağatay’a kötü bir şey olduğunu düşünmeye
başladı. Mutfaktan koşarak kapıya yöneldi. Kapıyı açmasıyla Çağatay’ın üzerine
düşmesi bir oldu. Münevver Hanım, oğlunun ağlamasına alışık değildi. Nitekim onu
el bebek gül bebek büyütmüşlerdi. O da çok üzülse de Çağatay’a belli etmemesi
gerekiyordu. Hemen gözündeki yaşları silmek için eğildi ve eşarbının ucuyla
Çağatay’ın yüzünü siliyordu. Silerken bir yandan nolduğunu sorsa da Çağatay’dan
herhangi bir cevap alamıyordu.

-Noldu yavrum sana ne bu hal?


-...
-Konuşsana yavrum noldu sana?
-...
-Bak, artık sinirlenmeye başlıyorum!
-Anneciğim ben kötü bir şey yaptım, özür dilerim. Dedi ağlayarak.
-Noldu yavrum? Anlat çözebilirim belki.
-B-ben kalpağımı kaybettim anne, nerede olduğunu bilmiyorum.
-Ah be evladım, ah be yavrum. Altı üstü bi kalpak neden ağladın bu kadar harap ettin
kendini?
-Hayır! O sıradan bir kalpak değil, komutanın emaneti o bana! Lütfen bulalım anne
onu lütfen! Babam öğrenirse bana çok kızar.

Münevver Hanım her ne kadar içinden gelmese de üzerini giyip Çağatay ile
sokaklarda dolaşmaya, kalpağı aramaya başladı. Annesi için her ne kadar kalpak
sadece bir başlıktan ibaret olsa da, Çağatay için kalpağının önemi ve manevi değeri
hayatındaki her şeyden daha da önemliydi. Zira Kemal Bey bir daha onları ziyarete
gelirse, ona verdiği emanetini hala muhafaza ettiğini görmek ister diye düşünüyordu.
Çağatay, hazırlanıp bir an önce aramaya başlamak istiyordu. Münevver Hanım ise
Çağatay’ın heyecanına sakin ve soğukkanlı bir tavırla üzerini giydi, motifli şalını
omuzlarına atıp dışarıya çıktı. Çağatay’a düş önüme der gibi bir jest kullanarak
aramaya koyuldular.

Yorulmadan sokak sokak dolaştılar, annesi yolda sormadık insan, Çağatay ise
altına bakılmamış taş bırakmadı. Ama nafileydi. Koskoca İstanbul. Kayıp mı yoksa
çalındı mı belli değil. Bir başlarına öğlen kırk yaşlarında orta yaşlı bir kadın ve altı
yaşında bir çocuk pervane gibi İstanbul’da dönüp dolaşıyordu. Saat 2-3’e doğru
gidiyordu. Artık güneş yavaş yavaş İstanbul’un üzerinden kızıl güzelliğini çekerken
Çağatay, elinden tuttuğu Münevver Hanım’ı bir o sokağa bir o arsaya sürüklüyordu.
Münevver hanım içten içe sıkılmaya başlamıştı. Onun için sorun, Çağatay’ın
kalpağını kaybetmesi veya onu aramak için saatlerini vermesi değildi. Çağatay onu
gezdiği ve oyun oynadığı her sokağa götürüyordu. Münevver Hanım kırk yaşındaydı.
İstanbul’da yirmi-yirmi beş senedir yaşasa da Çağatay’ın gezdiği sokakları ömrü
hayatında kendisi gezmemişti. Onu sinirlendiren ve yoran şey çocuğunun bu
sokaklarda başına bir şey gelmesinden korkmasıydı. Dakikalar geçtikçe Çağatay’ın
komutanlık yaptığı cepheler (sokaklar) artıyor, aynı şekilde annesinin de sinir
katsayıları ikişer üçer arıyordu. Çağatay’ın komutanlık görevinin dışında henüz beş
yaşında olmasına rağmen esnaflar da tanıyordu. Her sokakta illaki bir dükkana girip
içerdeki zanaatkârlara da kalpağını soruyordu. Annesi artık kaybolmadığı
düşüncesinden çıkıp çalındığını düşünmeye başlamıştı. Artık Münevver Hanım
sıkılmış, Çağatay ise yorulmuştu. Çağatay, zeki bir çocuktu. Nerede ısrar edip
nerede etmemesi gerektiğini iyi biliyordu. Annesinin temiz ve narin yüzündeki o hafif
çatılmış kaşları ve sıkılmış gözlerin farkındaydı. Artık gezmedik sokak, bakılmadık
yer kalmamıştı. Annesine başı eğik bir şekilde sarılan çocuk, bu halde eve
dönüyordu. Kalpak aslında basit bir şeydi. Nedir ki siyah koyun postundan yapılma
bir başlık. Çağatay için ise bir devrim, çocukluğunun kahramanı her şeyden öte
kendisine verilen bir emanetti… Saat dörde yaklaşınca annesiyle yolu neredeyse
yarılamışlardı. Derken hiç umulmadık bir şey oldu. Birkaç çocuk ellerinde bir şapkayı
almış “Benim, hayır benim” diyerek kavga ediyorlardı. Çağatay’ın annesine
parmağıyla orayı göstermesiyle koşması bir oldu. Koşa koşa çocukların arasına dalıp
o da kavgaya karıştı. Ama zekasını kullanarak bir iki çırpıda kalpağı çıkardı. Çıkardı
çıkarmasına ama kalpak onun kalpağı değildi. Kalpağı aldığı çocuklara doğru yere
bırakıp tekrar gözleri yaşlı bir şekilde annesine doğru yürüdü. Annesi olduğu yerde
donup kalmıştı. Çünkü tüm bu hadiseler toplamda yirmi küsür saniyede
gerçekleşmişti. Yol boyunca oğlunu teselli ede ede eve vardılar. Çağatay eve girdiği
gibi ikinci kattaki yatağına çıkıp uyumak istiyordu. Zira babasından bu yaşına kadar
herhangi bir ağır söz veyahut sert bir azar işitmemişti, bunun öyle devam etmesini
istiyordu, çareyi ise yatağı ve yastığında uyuyarak bulmuştu. Saat beş buçuk gibi
güneşin batışıyla beraber Salih Bey’in kapıyı çalmasıyla Çağatay’a göre kendisinin
imtihanı başlamıştı. Salih Bey normalde saat altıdan önce gelmeyeceğini söylemişti,
acaba kalpağın kaybolduğunu mu öğrenmişti? Fakat nasıl olur ki? evden okulu
arayamazlar veya babasına haber salmak için birisini gönderemezlerdi. Görev
yaptığı okul Fatih’te kendilerinin evi ise Sultanahmet Meydanı civarındaydı. O
zamanlar yolları da pek düzgün olmadığından dolayı, dönüş için en az bir saatlik yolu
vardı. Bunları düşündükçe kalp atışı hızlanıyordu. Çağatay yatağında kapının sesiyle
doğrulmuş bunları düşünürken annesinden geldiğini tahmin ettiği hafif bir kahkaha ile
irkildi. Annesi çok güler yüzlü bir kadındı ama öyle sesli gülmezdi. “Eyvah, babamı
yumuşatmak için gülüyor” herhalde diye düşündü ve tekrar yatağına sokuldu. Kalbi
yerinde duramıyordu, değil uyumak, gözleri kapalıyken nefes dahi alamaz haldeydi.
Yorganı üzerine çekecekken babasının aşağıdan kendisini çağırmasıyla bu kalp hızı
gerçekten çok farklı bir seviyeye ulaşmıştı. Dokunsalar bayılacak gibiydi. Fakat ecele
çare yoktu. Yavaş ve pişman adımlarla odasından çıkıp merdivenlerden inmeye
başladı. O kadar pişmandı ki kafasını bile kaldıramıyordu. Sonunda her birini inmesi
bir sene süren merdivenleri indi. Oturma odasına doğru yürüdü ve kapıyı çalıp girdi.
Annesi ve babası kapının karşısındaki tekli koltuklarına oturmuş ve onu bekliyorlardı.
Ne diyeceğini bilmiyordu. Başı eğik şekilde beklemeyi tercih etti. İçinde fırtınalar
kopsa da kelimelerle ifade edebileceği hiçbir şey yoktu. Babası alaycı bir tavırla lafa
girdi.

-Ee Çağatay Bey, nasılsınız? Haliniz vaktiniz yerindedir umarım.


-...
-Biz, sana verilen emanete sahip çıkılır diye öğretmemiş miydik çocuğum?

Kekeleyecek gibi oldu ama cevap veremedi. Gözleri dolmuştu. Babası ise gayet
ciddi bir şekilde onunla dalga geçiyordu. Fakat Çağatay babasının yüzüne bakmak
yerine yerdeki Kayseri halısının motifleriyle bakışıyordu. Babası ayağa kalktı.
Çağatay, arkadaşlarının babalarından gördüğü şeylerden olan kötü söz ve şiddeti
çok duymuştu. Fakat bu yaşına kadar ne bi fiske yemişti, ne de bi tokat. Fiskeyi
babası dedikleriyle vurmuştu, geriye tokat kalmıştı. Çağatay korkmuştu ama bir
yandan da pişmandı. Bu yüzden tokatta atsa, azarlasa da kabul edip oturacaktı.
Salih Bey yavaş yavaş Çağatay’a doğru yürüdü. Her adımında Çağatay’ın nefes alışı
biraz daha hızlanıyor, bir yandan da pişmanlık duygusu yüzüne çarpıyordu. Sonunda
babası yanına geldi. Çağatay, her şeye razıydı. Gözlerini kapattı. Babası karşısında
dizlerinin üzerine çökerek onun boyuna indi. Çağatay’ın gözleri hala kapalıydı.
Babası omuzlarına ellerini koydu. Çağatay’ın bayılmasına ramak kalmıştı.
Ceketindeki bozkurt simgeli mendile elini atıp Çağatay’ın saçlarını okşadı,
gözyaşlarını sildi. Çağatay bunun farkında olsa da onun için önemli olan babasının
merhameti değil, kalpağıydı. Gözlerini açmadan tavrını sürdürdü. Babası yine bir
reaksiyon alamayınca bu defa kahkaha atmaya başladı. Çağatay irkilerek gözlerini
açtı ve babasına baktı. Olayı kavrayamamıştı. “Acaba bir rüya mı? Yoksa babam
benim üzülmemem için mi böyle yapıyor” diye düşünüyordu. Babası yine gülerek lafa
girdi.

-Ah be çocuğum, ah be evladım.


-B-baba iyi misin?
-İyiyim evladım iyiyim, asıl sen iyi misin?

Çağatay anlamayan gözlerle annesine bakıyordu. Annesi de gülümsüyordu. Artık


emindi. Bu bir rüyaydı. Derken babası ayağa kalktı ve çantasını getirdi. İçinden
karakalpağı çıkardı. Çağatay, donup kalmıştı. Tüm gün aradığı kalpak meğerse
babasındaymış. Babası bir tarih öğretmeni olduğundan, konu da cumhuriyete
geldiğinden babası örneklemek için kalpağını ödünç almıştı. Çağatay her şeyi
sessizce seyretmekten başka bir şey yapamıyordu. Annesi bir yandan, babasıysa
diğer yandan Çağatay’a gülüyorlardı. Çağatay, kalpağı almaya yeltendi fakat babası
alaycı bir tavırla “Aman Çağatay Bey kaybetmeyesiniz.” dedi. Onlar gülmeye devam
ederken Çağatay, eline aldığı karakalpağa sarılıp ağlamaya başlamıştı bile. O gün
yemeğini bitirip hemen odasına çıkıp uyumaya koyuldu. Karakalpağı masasının
başına değil kollarının arasına almıştı. O kadar mutluydu ki gözüne uyku girmiyordu.
Bir günlük bile olsa, cephelere gidip askerlerini komuta edememek onu üzmüştü.
Ama hiçbir şey şuanki mutluluğuna gölge düşüremezdi. Karakalpak onun
ellerindeydi.

-BÖLÜM 4-

Yıllar çabuk geçiyor, Çağatay her gün büyüyordu. İlkokula başlamıştı, içindeki
küçük komutanla günlerini sokaklarda geçirmeye alışan Çağatay’ın okuldaki durumu
da en az komutanlığı kadar başarılıydı. Henüz 1 sene önce ilan edilen harf inkılabı
ile birlikte öğrenim hayatına başlayan Çağatay, akranlarına göre bu alfabeyi çok
rahat öğrenmişti. Çünkü babası Osmanlıca ve Arapça bildiği kadar Fransızca’ya da
hakimdi. Babası kendisine bu yaşına kadar hem Osmanlı’dan destanlar, hem islamî
kıssalar hem de Batı’dan getirdiği kısa yazıları okumuştu. Çağatay’ın meraklı ve
öğrenme aşkına sahip karakterini bilen Salih Bey, o altı yaşındayken bu merakını
doğru yönlendirip harf inkılabıyla birlikte latin alfabesini bire bir Çağatay’a öğretmişti.
Çağatay, Latin alfabesinde ara sıra hata ufak hatalar yapsa da kısa yazıları çok rahat
şekilde yazabiliyordu. Hitabet ve diksiyon konusunda da akranlarıyla
yarıştırılamayacak kadar öndeydi. Bazen öğretmenleri bile onun yedi yaşında bir
çocuk olduğuna inanmıyordu. Nitekim Mustafa Kemal bile aynı düşüncelere sahipti.
O özeldi, özelliğini kaybetmemeliydi. İlkokul zamanları su gibi geçmiş ve Çağatay
ortaokula başlamıştı. Çağatay, 12 Yaşına bastığında takvimler 1935’in Ocak ayını
gösteriyordu. Daha yeni çıkan Soyad Kanunu’na göre herkes bir soyadı almak
zorundaydı. Salih Bey’in dedeleri yörük olduğu ve Oğuzların Karaevli boyundan
gelmesinden ötürü “Karaevli” soyadını istemiş ancak uzun olmasından dolayı “Kara”
soyadını almıştı.Böylece Çağatay’ın tam adı “Çağatay Kara” olmuştu.
Matematik hariç hiç bir derste sıkıntısı yoktu. Ah o matematikteki sayılar, eksiler,
artılar… Çağatay’a “keşke ilkokul hiç bitmeseydi” hissi veriyordu. Diğer yandan ise
derslerinde herhangi bi sorun yaşamıyordu. Öğretmenleriyle arasını iyi tutup,
derslerini ihmal etmeyen bir öğrenciydi. Eh, nasıl olsa Salih Bey gibi mülayim ve
çalışkan birisinin oğluydu. Çağatay, 228 numarasıyla ortaokuluna devam ederken,
Salih Bey ise 53 yaşında hala bir şeyler öğretme ve öğrenme çabasındaydı. Eve her
gün yeni kitaplarla gelir ve ilk iş oturma odasında çay eşliğinde onları okumaya
koyulurdu. Bitirdiği kitapları Çağatay’ın odasının önündeki rafa bırakır, ertesi
günlerde yenisini alırdı.O da bu kitaplara göz atıp ilgisini çekenleri odasına koyar ve
zamanı olunca okur, ilgisini çekmeyenleri ise annesine verir, Münevver Hanım da
sevdiği kitaplarla vakit geçirirdi. Kalan kitapları ise Salih Bey öğrencilerine hediye
ederdi.Herkesin kazandığı ve mutlu olduğu bir döngüydü bu. Hem iyilik, hem aile
hem de bilgi kazanıyordu. Mevzu böyle olunca kitaplara giden para Salih Bey hariç
kimsenin aklına gelmiyordu. Gerçi o da kitaplara verdiği paradan asla gocunmayacak
kadar kitap aşığı bir insandı. Zira eline ne geçerse okurdu. Yaşına rağmen bundan
hiç bıkmıyordu. Felsefe, tarih, ve dini metinler ilgisini çekiyordu. Çağatay’a ise daha
çok batı klasiklerinden, modern edebiyattan ve tarihle ilgili araştırmaların bulunduğu
kitaplar alınıyordu ama Çağatay’ın sevdiği kitaplar genelde romantikler ve şiir
kitapları oluyordu. Fakat armut dibine düşmüş olacak ki Çağatay da kitapları adeta
nimet olarak gördüğünden ona hiç farketmiyordu. Osmanlıca ya da Türkçe olması
şuanlık yeterliydi. Çağatay, böylelikle akranlarının aksine çocukluk yıllarını kara
kalpakla birlikte geride bırakmış, artık kara kalpağı bile bir oyuncak değil de sembol
olarak görmeye başlamıştı. Hal böyle olunca karakalpağı kitaplığının en üzerine
kaldırmıştı, her sabah ona bakarak uyanıyordu. Artık büyümüştü ve oyunlar onu
tatmin etmiyordu. Gerçekleri aramak istiyordu fakat ne başkalarının ne de toplumun
gerçeğini. Sadece öz ve saf gerçeği aramak istiyordu. Bunu nasıl sağlayacağının
ikilemindeydi. Günleri de çocukluğu kadar hızlı geçiyordu. Her ne kadar günlük rutini
okul-ev-yemek-ders olsa da ailesine de zaman ayırmaya çalışıyordu. Zira aile
önemliydi. Babasından öğrendiği en büyük şey buydu. Aile her şey idi. Paran olmasa
da olurdu, kredi çekebilirdin. Evin olmasa da olurdu, Üsküdar’da sahildeki banklara
uzandığında kaşen yorganın, bank yatağın, şapkan yastığın, Kız Kulesi ise ev
arkadaşın olabilirdi. Herhangi bir şeyin olmayabilir fakat aile… ailen olmazsa
olmazındır. Ailen varsa maddiyat düşünmen gerekmez. Her şey maneviyattadır.
Maddiyatını unuttuğun yer ise manevi evindir. Bu evin de illa dört duvar ve bir
çatıdan oluşacak değil. Anne-baba- kardeşten oluşmak zorunda da değil. Yeri gelir
bir insan yumruk kadar kalbiyle bile sana aile olabilir ve hatta gözleriyse pek âlâ ev
olabilir. Her şey bakış açısındadır. Tanrı, iyi düşünmeyene iyiliğini göstermez.

Çağatay, akşamları dersten kalan vakitleri babasıyla ve annesiyle sohbet ederek


geçiriyordu. Çoğu zaman gelecek üzerine, bazen de gündeme özel konuşuyorlardı.
Bugünün konusu ise SSCB’ydi. Salih Bey’in anlattıklarına göre SSCB 1917’de
Rusya’da çıkan bir isyanla kurulmuş bir devletti. Bir milletleri yoktu, sosyalizm denen
bir yönetim şeklini benimsiyorlardı. Tekilleştirme yoluyla her şeyi, herkesi tek şekle
sokup yönetmeye çalışıyorlardı. Atatürk’e göre SSCB dost bir ülke idi. Tabii ki siyasi
şartlar çerçevesinde. SSCB ve düşünce yapısı Orta-Asya Türkleri’ne ve
Kafkaslardaki Türk-Müslümanlarla uyuşmuyordu lakin onlar da SSCB toprakları
içindeydi. Şanslı olanlar kaçmış, diğerleri ise ya sisteme boyun eğene kadar işkence
edilmiş ve sonunda silikleştirilmiş, kalanlar ise isyan ederek dağlara çıkıp cihat
mücadelesi vermiş. Kimisi bunu dini uğruna yaparken, kimisi de milleti, ailesi, yuvası
için yapmış. Salih Bey’e göre SSCB’nin yaptığı politikaların katliamdan başka bir şey
olmadığı kesindi fakat Çağatay farklı düşünüyordu. Ona göre SSCB bir yandan çok
mantıklı bir hareket yapıyordu. Tek çeşit insan, tek çeşit binalar, tek çeşit inanış o da
sosyalizm. İnsan yönetimini çok kolaylaştıracak hamlelerdi. Türkiye Cumhuriyeti
içinde o zamanlar özellikle İstanbul’da yabancı yahut gayri müslüm insanlar ve
çocukları da yaşıyordu. Çağatay’ın sınıfında Rum, Ermeni gibi kökenlerden gelen
çocuklar vardı. Aslında Türkiye Türkleri ile bu etnik kökenlere sahip insanlar arasında
çok fark yoktu. Dinlerine bağlı, hoşgörülü, saygılı insanlardı. Aşırı milliyetçi yapıya
sahip olanlar haricinde Türk-Yunan veya Türk-Ermeni gerilimi kolay kolay sokaklarda
veya okullarda yaşanmazdı. Ama ya sosyalist bir yönetimle yönetilseydik diye geçirdi
içinden. Yunanların konstantinapol aşkı biter miydi? veya Ermenilerin Doğu Anadolu
merakı? Tek bir sisteme itaat zorunlu, cesareti olan itaat etmeyebilir, sonuçları da
bellidir. Böylece daha büyük bir devlet olmaz mıydık? Zira SSCB gibi çok geniş
topraklara hükmedebilirdik. Bunu daha açıcı ve meraklı bi dille babasına anlattı ve
babasından duyduğu bir cümle tüm düşüncelerini aklından silip attı. “Taş kırılır, tunç
erir, ama Türklük ebedidir.” Bahsi geçen sistem devlete yararlı olabilirdi, hatta belki
halktan çok devlete yarayacağı için çok büyük bir devlette olabilirdik fakat Türk iki
şeyden vazgeçemezdi: Milleti ve dini. Din ve millet kavramlarıyla kurulan bir
cumhuriyetten Türklüğü ve İslamı çıkartırsan geriye ne kalırdı ki? Daha bir de
üzerine dini tanımayan ve milletsizlik üzerine işleyen bir sistem. Şüphesiz bu bazı
Türk halklarının üzerinde işe yarasa da Türkiye Cumhuriyeti’nde sadece kan ve
kavgaya sebep olurdu. “Biz ne Türklükten ne de İslam’dan ödün vermeliyiz” diyerek
bu mevzuyu bitirdiler. Babasının Türkçü-İslamcı fikirlerini kendinde harmanlayıp
yenileyen Çağatay, siyasi konulara çok merak sarıyordu. Yaşı 15 olduğunda siyasi
mecmuaları takip etmeye başlamış, global dünya fikirleriyle ilgilenmeyi benimsemişti.
Her fikri okuyup hangisinin kendisine daha fazla yarar sağlayacağını görmek
istiyordu.Okumak onun için bir hevesten öteydi, okuyarak yaşıyordu. Hatta bazen
babasına şakayla karışık Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefesini
kendisine uyarlayıp “Okuyorum, öyleyse varım.” diyordu. Babası, oğlunun bu haline
bir yandan çok şaşırıyor bir yandan da gururlanıyordu. Ama Çağatay bunun farkında
olsa bile mağrur görünemezdi. Zira padişahlara dedikleri gibi “Mağrur olma
padişahım, senden büyük Allah var!” cümlesini .çok iyi biliyordu. O, başarılarına ve
yaptıklarına rağmen gururlanıp bir şeylere üstten bakamazdı. O, Kemal’in mavisine,
kafasındaki kalpağına ve en önemlisi onun zekasına sahipti. Nerede, nasıl
davranacağını da bildiğinden böyle sorunlar yaşamıyordu.
Ortaokulun neredeyse bitirmişti. Sınıf arkadaşlarıyla iyi anlaşan, ,öğretmenlere
saygılı, zeki ve örnek bir öğrenciydi. Arkadaşları onu her ne kadar sevmese de
yüzüne gülüp onunla konuşuyorlar, arkasını dönünce de onun hakkında
konuşuyorlardı. Çağatay’ın bu olaylardan haberi hiç olmuyordu, varsa yoksa dersler
ve kitaplarıydı. Onun için dünya bunlardan ibaretti. Hedefleri olmalıydı, bir şeyler
yapmalıydı. Zira diğerleri gibi har vurup harman savurur gibi gençliğini
harcayamazdı.Okulunun son senesinde babası ve annesiyle oturup gelecek planını
kurmak istiyordu. Bu öyle dildeki kadar basit bir şey değildi ve Türkiye şartlarında her
zamanki gibi yaşamak pek kolay değildi. Babası devlet memuruydu, annesi ise ev
hanımı. 3 kişilik bir aile için devlet memuru maaşı hayli hayli yetmesi lazımdı fakat
ülke yeni yeni savaştan çıkmış, yaralarını sarıyordu. Bu durumda memurların
yapabileceği tek şey milletin yaralarını sarmaya yardımcı olmaktı. Aksi
düşünülemezdi. Bu vaziyet içinde evden erken uçması gereken bir kuş olabilirdi.
Fakat buna ne annesinin ne de babasının gönlü vardı. Onlar çocuklarının yanlarında
büyümesini istiyor zira tek çocuk olduğundan gözlerinden sakınıyorlardı. Ama
Mustafa Kemal’in istekleri babasının aklından çıkmıyordu. İyi okullar, en iyi
öğretmenler… dönemin şartlarında bu tanıma uyan liseler arasında en çok bu
tanıma uyan Galatasaray Lisesi vardı. Eski adıyla Mekteb-i Sultani olan bu lise, 1481
yılında II. Bayezid tarafından kurulmuştu. Nice devlet adamları ve askerleri burada
eğitim almış ve çok yüksek mevkilere gelmişti. Çağatay’ın da gönlündeki eğitim
hayatı buradan geçiyordu. Lakin bir sorun vardı. Bu lise Beyoğlu’nda, kendilerinin evi
ise Sultanahmet’teydi. Her gün 2 saat gidiş geliş yolu pekte mantıklı değildi. Bunun
yerine yatılı kalmak en mantıklısıydı. Babası biraz daha ılımlı yaklaşsa da Münevver
hanımdaki anne yüreği buna el vermiyordu. Fakat sene 1938 yılıydı, Çağatay 15
yaşındaydı ve liseye gitme yaşı gelmişti. Annesinin de gönlünü edip bu liseye gitmeyi
kafasına koymuştu. Bir olay yaşanmasa, her şey daha güzel olacaktı.

Her zamanki gibi sabah namazına kalkıp namazını kılıp kıraatını yapan Salih Bey,
günlük rutinini yerine getirmişti. Havalar iyi olmadığından o gün okula gitmemişti,
Çağatay’ı da göndermemişti. Saat 10’a doğru dışarıdan gelen sesler Çağatay’ı
uyandırmıştı, herkes sokaklarda bir yere yürüyordu. Çağatay camdan bakmakla
yetindi. Aşağıya inip elini yüzünü yıkadıktan sonra oturma odasına geçecekti ki
beklemediği bir ses duydu. Bu sesin geldiği yer oturma odasıydı birisi ölmüştü ama
kendisine söylenmemesi konusunda babası annesini ikaz ediyordu. Çağatay, bu tür
merasimleri sevmeyen bir çocuktu. Ne cenaze ne de düğün. Gereksiz buluyordu.
Ama bu farklıydı. İçeri girmesiyle herkes buz kesildi. Çağatay artık çocuk değildi, bir
şeylerin farkındaydı. “Neler oluyor?” diyen gözlerle etrafına baktı. Annesi camı
babası ise yerdeki halının desenleriyle ilgileniyordu. Verebilecek en kolay cevap “Hiç
bir şey” olacaktı ama Çağatay büyümüştü. Hem babasından öğrenmezse daha da
kötü olabilirdi. Babasının ağzından şu kelimeler döküldü “Başımız sağolsun, Kemal’i
kaybettik.”. Sonrasında Çağatay ayakta donup kaldı. Sabah uyandığı tantana demek
bu yüzdendi. Tüm anıları kalpak, savaşları, Kemal hakkında duydukları, okudukları…
teker teker film şeridi gibi gözlerinini önünden geçti. Sessizce odasına geçip uyumayı
tercih etti. Salih bey ise sessizlik içinde bir hafta geçirdi. Sadece Kuranı Kerim
okurken sesi çıkıyordu. Aylar hızlı geçti, Kemal’in cenaze merasimine ailecek
katıldılar. Salih, Çağatay’ın üç sene sonra Kemal’in yanında olmasını hayal
ediyorken Kemal vefat etmişti. Çağatay’ın bu durumdan haberi yoktu, dolayısıyla
içinde bir nebze de olsa rahatlık vardı. Çünkü Çağatay bunu bilse ne yapacağını
bilemezdi. Daha önce böyle bi durumla karşılaşmamıştı. Babası bile ne yapacağını
tahmin edemezdi. Kemal gömüldü, dualar edildi ve ülkede yas havası bir süre daha
devam etti. Gazetelerin sepya renkli manşetlerinden birisi o zamanlardaki durumu
çok iyi açıklıyordu.

BABAMIZI KAYBETTİK.

“Büyük şefimiz Atatürk,dün sabah hayata gözlerini yumdu.”

-BÖLÜM 5-

Çağatay, lise hedefini gerçekleştirmişti. Her ne kadar bu, Atatürk’ün ölümünün


arifesinde yaşansa bile bir şekilde bu hedefine ulaşmıştı . Buruk bir mutluluğu vardı
ama birkaç ay sonra da liseye başlayacaktı. Ailesiyle son günlerini geçirirken bir
yandan da okuluna kaydını yaptırmıştı. Giriş sınavına son dakikada yetişse de giriş
puanının üstünde bir puanla liseye girmişti. Bunun mutluluğunu yasından ötürü
yaşayamasa da okula gittiğinde bu puanın öğretmenler gözündeki değerini
anlayacaktı. Kağıt işleri hallolduktan sonra geriye sadece bavulları toplayıp götürmek
kalmıştı. Bavulların çoğu kitaplardan ve kıyafetlerden oluşuyordu. Geri kalanında ise
günlük ihtiyaçları karşılayacak havlu, jilet ve bir miktar para vardı. Annesiyle
vedalaşıp ikinci kata çıktı. Odasına girdiğinde farkettiği, geride bıraktığı şeyler ise bu
bavullardan çok fazlaydı. Fotoğrafları, evi, tahta mavzeri, çocukluğu… her şey
burada kalacaktı. Kafasında tek bir ikilem vardı, kara kalpak. Götürseydi acaba
başına kötü bir şey gelir miydi veya çalınır mıydı? Götürmese evde bir şeyler olur
muydu? bu ikilem arasında gidip gelirken babasının sesiyle kendine geldi.

-Hadi evlat! yola koyulma vakti.

-Baba kafamı meşgul eden bir soru var ama…


-Hayır olsun evladım n’oldu?

-Ya Kemal Bey’in hediyes…

-Hay aklınla bin yaşa evlat! Rahmetli sana bir şeyler daha bırakmıştı. Bekle burada
geliyorum

Kendi odalarına geçip üç tane kitap getirdi.

-Baba, bunlar nedir?

-Kemal Bey’in ziyaretinde sana bıraktıklarının birkaçını yaşın gelince vermemi


söylemişti, bugüne nasipmiş evlat.

-Anlamadım ama neyse, bir bildiği vardır elbet…

-Allah rahmet eylesin yavrum, öyledir elbet…

-Yahu babacığım benim sana diyeceğim şey başkaydı. Benim kalpağı sana emanet
edebilir miyim? Malumunuz yatılı gideceğim yerin tekinliği, eminliği hakkında bir
bilgim yok. Bu yüzden evde kalması daha eftal.

-Evladım ben o kitapları tam 10 senedir taşıyorum, ağırlığı belimi büktü yeteri kadar.
Rahmetlinin emaneti sana emanet.

-Haklısın babacığım ama şimdi gidip yatılıda başına kötü bir şey gelse daha mı iyi
olacak?

Bu soruyla birlikte dışarıda bekleyen faytonun atlarının huzursuz kişnemeleriyle


arabacının sesini duydular. “Haydi efendi! İşimiz gücümüz var!”. Bununla birlikte
Salih Bey, kafasını sallayıp mecbur kabul etti. Arabaya binip yola koyuldular.
Yol boyunca kafası bavullardaki üç kitapta olan Çağatay’ın babası ve arabacının boş
laflamalarını duymazdan gelmekten başka çaresi yoktu. Çağatay, boş konuşmaları
sevmez, bundan ötürü de bazı insanlarla mesafeli olurdu. Gülmek için ise bu tür
konuşmaları seven insanlarla muhabbet edip eğlenirdi. Fakat şuan kafası sadece
kitaplardaydı. Üç kitabın üçünün de adına bile bakamamıştı. Dışarıyı seyrederken bir
yandan da bunu düşünüyordu. Derken arabacının atlara “Höst!” demesiyle araba
durdu. Fener feribotuna bineceklerdi. Bavulları yüklenen Çağatay’a babası yardım
etmek istese de “Yaşlandın be baba!” diyerek güldü ve kendisi aldı. Gerçi olaya bir
de Salih Bey açısından bakmak gerekti. 30 yaşından beri istediği evliliği 40 yaşında
yapabilmiş, vatanına milletine hayırlı bir evlat duası ise evlendikten 3 ay sonra kabul
olmuştu. Şimdi ise el bebek-gül bebek büyüttüğü, bazen de terbiye etmek için sert
davrandığı Çağatay’ın, İstanbul’un ve ülkenin en güzide okullarından birine gitmesini
izliyordu. Adeta Allah dularını kabul etmiş gibiydi. Ama o da bir babaydı, hem de
baba olmayı çok istemiş bir baba. Bunları düşünürken faytoncu parayı istemek için
yalandan bir boğazını temizledi. Salih Bey de düşüncelerinden ayrılıp ücreti uzattı.
“Eyvallah abi!” diyerek arabasına binip atlarını dehledi. Çağatay ile beraber feribota
yürümeye başladılar. Yanındaki Çağatay’ı göz ucuyla izlerken içinden “Ne çabuk da
büyüdü eşek sıpası..” diyordu. Yürürken sanki yanındaki Çağatay’ın bebekliğini
görüyor, yavaş yavaş emekliyor sonra ise ayağa kalkıp düşüşünü görüyordu.
Yürürken ayaklarını bir anda feribota bastı, gözlerini kaldırıp Çağatay’a baktı,
gülümsedi. Feribottayken Çağatay’ın gözleri dört dönüyordu, Salih Bey nedenini çok
iyi bilse de sormadan edemezdi. “Noldu oğlum?” dedi. Gözleriyle bavulları gösterince
“Merak etmen normal, ben 10 senedir açıp bakmadım. Ben senden de meraklıyım.”
dedi gülerek. Çağatay’ın merakı bu defa katlanmıştı. Salih Bey ise feribotun keyfini
çıkarmakla meşguldü. Masmavi deniz, sabahın güzelliği… böyle bir anda aklına
gelebilecek en kötü şey geldi. “18’ine bastığında yanımda görmek istiyorum.”
Çağatay’ın bunları bilmesi gerekli miydi? O gece onun özelinde çok şey
konuşulmuştu. Kendi çocuğuna bunu söylemesi onu hırslandırır mıydı yoksa daha
da üzer miydi? Bu ikilemi de oğlundan sonra babası yaşıyordu. Bozuntuya vermeden
Allah’tan yardımını diledi ve susmayı tercih etti. Manzarayı izlemeye devam etti. Zira
insanın gözleri yalan söylemez. Bu yüzden en büyük sığınağımız neresi olduğunu
bile bilmeden gözlerimizi ayırmadan daldığımız ufuklar, uzaklardır.

Feribot durunca Salih Bey ve Çağatay inip buradan da bir arabacı bularak
Beyoğlu’na sürdü. Beyoğlu’nda inince biraz uğraşmaları sonucu bir rahibin tarifiyle
liseyi buldular. Oldukça büyük bir yerdi, kapısı bile ayrı bir ihtişamlıydı. Babasının
omzuna elini atmasıyla kapıyı açıp içeri girdiler. Gerçekten büyük bir yerdi ama zor
da olsa müdürün odasını buldular. Çağatay ile beraber odaya girdiler. Müdür
kendilerini çok güler yüzlü bir şekilde karşıladı ve çay ikram etti.

-Hoşgeldiniz beyefendi, sizi ve evladınızı burada gördüğümüze çok sevindik. Yalnız


evladım sen çıkıp biraz okulu dolaş, alış.Kapıda Naim Efendi var seni gezdirecek
selamımı söyle.
Çağatay heyecanla teşekkür edip odadan çıktı ve Naim Efendi’yle karşılaştı. Pek
huysuz birisi gibi duruyordu. 50 yaşlarında saçında saç kelimesine dair bir esame
kalmamış, çatık kaşlı bir herifti. Selam vermeye pek yanaşamadı ama yapacak bir
şey de yoktu. Yaklaştı ve selam verdi

-Buyur evlat ne istemiştin?

-Müdürün selamı var Naim Efendi

-E aleyküm selam deyip arkasını dönüp yürüdü

-Naim Efendi! Ben yeni öğrenciyim, okulu gezdirecekmişsin!

Ufak bir irkilmeyle az önceki korkunç adamın yüzü güldü

-Evladım öyle desene! ben de diyorum ne istiyor bu çocuk.

-Ziyanı yok efendim, ziyanı yok. dedi gülerek

Hemen Çağatay’la birlikte bahçeye çıktılar. Bir yandan gezip, bir yandan
laflıyorlardı. Çağatay, başta önyargılı yaklaştığı bu adama hayran kalmıştı. 20
senedir burada hademe olan Naim Efendi, hiç evlenmemişti. Okuldaki çocukları
evladı gibi gördüğünden de çocuk hasreti hiç yoktu. Çocukları çok severdi, akrabası
olmadığı sürece. Bunların dışında çok düzgün bir Türkçe’ye sahipti. Aslen
Diyarbekir’den geldiğini söylediğinde Çağatay çok şaşırmıştı.Çünkü mahallesindeki
Doğu Anadolu’dan gelen arkadaşları, hiç Naim Efendi gibi konuşmuyordu. Onu en
çok şaşırtan buydu. Diğerleri gibi soru eki kullanmamazlık etmiyordu. Çağatay ise
mahalledeki arkadaşlarından “Dışarı geliyorsun?” veya “Oyun oynarsın?” tarzında
bozuk sorular işittiğinden buna hakkı var gibiydi. Bunun dışında ise Naim, acayip bir
tarih bilgisine sahipti. “Babamla yarışır herhalde…” diyordu içinden. Bu özelliklere
rağmen Naim, okulu okuma-yazma öğrendikten sonra bırakmıştı. Bildiği tek yazı dili
Osmanlıca’ydı. Osmanlı çökünce, yeni yazı diline adapte olamamıştı. Zira Naim,
Doğu Cephesi’nde de bulunmuş, orduların terhis edilmesine rağmen gazi olana
kadar savaşmıştı. Acayip bir birikimdi, Çağatay’ın ondan faydalanması Allah’ın emri
gibiydi. Lafladıkça Çağatay hayran oluyor o ise anlatıyordu. Yaşlı adam her ne kadar
çocukları sevse de buradaki çocukların hepsi aile baskısıyla çalışan, dünyaya at
gözlüğüyle bakan, Naim Efendi’ye de okuldaki saygınlığından ve konumundan ötürü
konuşuyorlardı. Naim Efendi’yi normal günde 400 kişiyle selamlaşır, tek kişiyle
konuşmazdı. Kimse onun ne düşündüğünü, neler bildiğini bilmez, açıkçası o da
onların bilmesini istemezdi. Çok farklı bir kişiliğe ve karaktere sahipti…

Öte yanda ise müdürle yalnız kalan Salih Bey, çayını yudumlarken bir yandan da
müdürle konuşuyordu.
-Hocam meslektaşmışız bildiğim kadarıyla, branşınız da tarihmiş.

-Öyle, evet ama bu bilgi size nereden geldi hocam?

-Salih hocam yaşça senden büyüğüm, adınla hitap etmemin bi sakıncası yoktur
umarım.

-Yok hocam estağfurullah, buyurun tabi.

-Bak Salih, senin bu oğlanın bizim sınava girdiğinden emin misin?

-Nasıl yani? Anlayamadım?

-Yani yerine başka birisi veyahut siz girmediniz, değil mi?

-Hocam neler söylüyorsunuz siz iyi misiniz? Ben abdestimde namazımda bir
öğretmenim, kul hakkına girmem!

-Vallahi Salih, karşımda başka bir insan olsa inanmazdım ama gerçekten dedikleri
kadar varmış senin oğlan!

-Hocam az önce neler diyordunuz şimdi övüyorsunuz. Halinizden şüphe etmeli


miyim?

Müdür gülümsedi, sözüne devam etti

-Aslında Çağatay’ın geleceğini geçen sene öğrendik Salih.

-Fesüphanallah. Hocam, açık konuşun lütfen.

-Geçen sene Haziran’ın 14’üncü günüydü. Bir mektup geldi. Buyurun okuyunuz.

Salih kağıdı okumak için uzanıp aldı ve açıp okumaya başladı


Öncelikle lisenizin işleyişinde ve durumunda bir sorun olmadığından size
teşekkürlerimi iletiyorum. Kurtuluş Savaşı’nda okul olarak yaptığınız
fedakârlıklar ne şahsımca, ne de milletimce unutulmayacaktır. Size yazma
gayem ve amacım sizlere bir cevheri hediye etmektir. Ruhlarının şad olmasını
dilediğimiz talebelerinizin arasından da böyle cevherler elbette mevcuttur fakat
eminim ki onlar, hakkın yanında en ala mertebeye yükselmişlerdir. Benim size
hediye edeceğim cevheri iyi muhafaza ediniz. Zira Ben, Kemal Paşa’nın size
verebileceği en değerli şey odur. Şuan zannımca on beş yaşlarında olması
gereken Çağatay Kara, yaşının üzerinde bir zekaya, dehaya sahiptir. Yine
kesinlik kaydı olmamakla birlikte zannımca İstanbul’da hatrı sayılır ve tarihi ile
en eski lise olan Mekteb-i Sultani’ye, yani Galatasaray Lisesi’ne, başvuru
sağlayacağını düşünüyorum. Bunun sağlanması için mevzu bahis öğrencinin
öğretmenlerine gerekli talimatlar verilmiş ve lisenize yönlendirilmiştir. Mustafa
Kemal’in size desteği hayatta olduğu sürece madden ve manen, öldükten
sonra ise ruhen devam edecektir. Sarı saçlı, mavi gözlü Çağatay’dan da bu
ülkede bir Mustafa Kemal çıkabilir. Zira başına bir felaket gelmediği sürece,
öyle de olacaktır. Savaşını silahla yapması en son isteğimdir. Bu yüzden siz
değerli öğretmen ve müdür bey, Çağatay öncelikle tanrıya sonra ise size
emanettir. Bu sene içinde gelip öğrenimine başlaması an meselesidir. Geleceği
siz öğretmenler hayal edecek, öğrencileriniz ise kuracaktır. Çağatay’ın bu
ülkeye kazandıracağı her zerrenin içinde sizin emeğiniz unutulmayacaktır.
Sağlıcakla kalın.

Sevgilerle, Mustafa Kemal

Görünen o ki mektup, müdürün tavrı ve kendisine olan mutluluğu açıklanıyordu.


Salih Bey, bu mektuba çok duygulanmasına rağmen gözlerini sıkıp birkaç damla yaş
ile acısını dağlamıştı. Bir yandan da mutluydu. Çünkü Mustafa Kemal, onun
üzerinden büyük bir yükü almıştı ama bir o kadar da büyük bir yükü Çağatay’a
yüklemişti.

-Ee Salih, ne düşünüyorsun? Büyük bir gurur olsa gerek.

-Öyle fakat keşke aramızda olsaydı da burada görüşseydik…

-Aman efendim, koskoca cumhur reisi, nasıl gelsin?

-O koskoca reis, benle aşık atamazdı küçükken.


Yüreğinde mutlu bir özlem oluştu, müdür Kemal Bey’le Salih Bey’in yakınlığını
bilmiyordu. O da pek üzülmüştü ama olan olmuştu bir kere. Salih Bey, tekrar
uğrayacağını söyleyip odadan ayrıldı. Koridorda yürürken cebine mektubu almıştı.
İçinden neler geçiyordu, bir o bir de Allah biliyordu. Ama yazarınız diline düşenlerden
bir kaç kelimeyi koparabilmişti. “Ah ulan Kemal, sen küçükken de böyleydin. Her
yaptığın işi sonradan öğrenirdim, sonra da cezasını beraber çekerdik. Eskiden en
azından beraber çekiyordur şimdi bir başıma kaldım dımdızlak.” Okuldan Çağatay’a
görünmeden çıkmak istese de Naim Efendi babasının gittiğini söyleyince Çağatay
yetişip vedalaştı. Böyle şeyleri de sevmezdi ama babasına olan sevgisi, prensiplerini
ezerdi. Sarılıp duygulandılar. birbirlerini Allah’a Ismarlayıp ayrıldılar. Çağatay biraz
daha okulu gezdi, saatler akşamı bulunca da yurda geçti. Selam verip direkt
yatağına uzandı. Olduğu yeri garipsemeyip bir anda uykuya dalmıştı. Bu durum
öğrencilerin pek alışık olduğu bir şey değildi. Naim Efendi’ye sorduklarında 2 saat yol
.çektiğini, iki vasıtayla geldiğini öğrendiklerinde ise uykusunu yol yorgunluğuna
yordular. Çağatay için bu uykuyla yeni bir hayat başlamıştı.

You might also like