Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 4

Carl Gustav Jung’un Valentine Brooke’a Mektubu

Çeviren: Reha Kuldaşlı

16 Kasım 1959

Sevgili Beyefendi,

Bay Richardson’un açıklamasından[1] öğrendiğiniz üzere, sinir bozucu biriyim. Modern zihinde hem bilinç
hem de bilinçdışı düzeyde şaşkınlık uyandıran şüpheler ve görüşlerle meşgul oluyorum. Herkesin
bamteline dokunuyorum. Bu nedenle, zamanımın büyük bir kısmı, okurun bilmediği gerçekleri ve fikirleri
kasteden sözlerim için özür dilemekle ve açıklama yapmakla geçiyor. Üstelik okur, hakikatin basit olduğu
ve kısa bir cümleyle ifade edilebileceğine ilişkin pozitivist varsayımı nedeniyle yetersiz kalıyor. Yine de
Multatuli’nin dediği gibi “hiçbir şey tamamen doğru değildir, hatta bu da tamamen doğru değildir.”
Zihinsel rahatsızlıkların tedavisiyle ilgilenen bir psikoloğa sözlü ifadelerimizdeki hatalar durmadan
hatırlatılıyor. Ancak yolumda duran tüm engellere rağmen bakış açımı açıklamaya çalışacağım.

Dışarıdan veya içeriden algıladığım her şey, doğru veya yanlış varsayımıma göre, karşılık gelen “gerçek”
bir nesnenin neden olduğu bir temsil veya imgedir. Ancak öznel imgemin nesneyle sadece grosso modo
[kabaca] özdeş olduğunu kabul etmek zorundayım. Her ressam bu sava katılacaktır, fizikçiler ise “renk”
dediklerimizin gerçekte dalga boyları olduğunu ekleyecektir. İmge ile gerçek nesne arasındaki fark, ruhun
[psikenin] bir nesneyi algılarken bazı ayrıntıları ekleyip çıkararak değiştirdiğini gösterir. Dolayısıyla
imgeye bütünüyle nesne neden olmaz; aynı zamanda sadece kısmen düzeltebileceğimiz, önceden var
olan belirli ruhsal koşullardan da etkilenir (ör. renk algısını ortadan kaldıramayız). Dahası, tüm özalgı
edimlerinin, nesneleri önceden var olan algılama örüntülerimizden (ör. nedensellik ön kabulünden)
etkilendiğini tecrübelerimizden biliyoruz. Bu durum, (“normal” denen davranışların abartılı veya
bozulmuş şekilleri olmaları itibarıyla) patolojik vakalarda özellikle belirgindir. İnsanlığın tamamına ait
varsayımlardır bunlar. İnsan zihninin tarihindeki örnekler saymakla bitmez (ör. folklor, masallar, dinsel
sembolizm vs.). Göç teorisi bu paralelliklerin spontane kökenini açıklamada yetersiz kalır. Ben bunlara
arketipler, yani zihinsel işlevin içgüdüsel formları diyorum. Bunlar kalıtsal fikirler değil, zihnen ifade
edilen içgüdülerdir; formdur, içerik değildir.

İmge oluşturma sürecimizi etkilerler. Tecrübenin gösterdiği gibi, arketipler belirli bir enerjiyle
donatılmıştır ve bu enerji olmadan nedenselliğe dayalı etkiler oluşturamazlar. Bu nedenle, “Tanrı”
dediğimiz olgunun bir imgesini oluşturmaya çalıştığımızda bu durum daha belirgindir; zira içeriden
algılanır ve görünür formlarını Tanrı imgemize sunabilecek fiziksel olgulara yönelik gözlemlerden yardım
almaz (ancak bunun gibi pek çok vaka da mevcuttur).

Dolayısıyla “Tanrı” öncelikle içgüdüsel “ruhaniyet” (duygulanıma imge üzerindeki karakteristik özerkliğini
veren duygusal değer) ile donatılmış bir zihinsel imgedir.

Ana savım budur. Doğru düzgün düşünmeye alışık olmayanlar bunun nihai sav olduğunu varsayıyor.
Hiçbir bilimsel sav nihai değildir: Gözlem ve analizin muhtemel bir ifadesidir. Bilimsel savlar ne kadar ileri
gidebilirse o kadar ileri gider. Ancak “Tanrı’nın” ne olduğunu söylemez ve söyleyemez; sadece O’nun
zihnimizde ne olduğunu tanımlayabilir. Zihin ne dünyanın kendi içindeki halidir ne de onun doğru
imgesini yeniden üretir. Bir dünya imgesine sahip olmamız, sadece bir imgenin olduğu ve dünyanın
olmadığı anlamına gelmez. Ancak Tanrı-imgesinden söz ettiğimde, sadece bir imge olduğu gerekçesiyle
Tanrı’nın var olmadığını kastettiğimi varsayanların argümanı tam da budur.

Kural olarak imgelerimiz, bir şeyin imgesidir ve modern psikolojinin açıkça gösterdiği gibi sanrılar dahi
birtakım şeylerin “imgeleridir”. Örneğin, gerçekte var olmayan bir hayvan hayal ettiğimde, atalarımızın
masal yaratıkları ve “iyileştirici hayvanlar” hayal ederken gerçekleştirdikleri çok eski bir faaliyeti takip
ederek mitolojik bir varlığın resmini oluştururum. Bir arketipin çerçevesi içinde çalışırım. Bu durumda
ondan güçlü şekilde etkilenirim. (Arketip, etkinliğe sahiptir.) Ancak fiziksel gerçeklikte böyle bir hayvanın
bulunmadığından gayet emin olabilsek de ejderhanın yaratımını telkin eden gerçek bir neden bulunur.
Ejderha imgesi bunun ifadesidir.
Tanrı imgesi, sınırı affedilmez bir şekilde aşmadıkça entelektüel araçlarla, örneğin bilimsel bilgiyle
erişemeyeceğim, altta yatan bir şey tecrübesinin ifadesidir.

“Bildiğim” için Tanrı’ya inanmaya gerek duymadığımı söylerken, genel ve özel anlamda Tanrı imgelerinin
varlığını bildiğimi kastediyorum. Evrensel bir tecrübeyle ilgili olduğunu biliyorum ve şahsen bir istisna
olmadığım sürece ben de bu tecrübeye sahip olduğumu biliyorum; buna Tanrı diyorum. Bu, irademin
başka ve çoğu zaman daha güçlü bir irade karşısındaki tecrübesidir; görünüşte yıkıcı sonuçlarla sık sık
yoluma çıkan, aklıma tuhaf fikirler getiren, bazen bilgim ve niyetim haricinde yazgımı en nahoş köşelerde
sıkıştıran ya da yazgıma beklenmedik güzel dönüşler getiren bir iradenin tecrübesidir. Bilinçdışı
eğilimlerime karşıt veya bunların lehine hareket eden tuhaf kuvveti çok iyi biliyorum. Bu nedenle şöyle
diyorum: “O’nu biliyorum.” Ancak böyle bir şeye neden “Tanrı” diyesiniz? Şunu sorarım: “Neden
olmasın?” Ona her zaman “Tanrı” dendi. Gerçekten harika ve çok uygun bir isim. Kaderinin ve hayatının
sadece bilinçli planlarının sonucu olduğunu kim samimiyetle söyleyebilir? Dünyanın tam resmine sahip
miyiz? Gerçeklikte milyonlarca koşul kontrolümüzün dışında bulunuyor. Sayısız anda hayatlarımız
tamamen başka bir yola girebilirdi. Kural olarak, yazgısının efendisi olduğuna inananlar kaderin kölesidir.
Hitler veya Mussolini gibiler böyle üst akıllar olduklarına inanabilirler. Respice finem![2] Ben ne
istediğimi bilirim, ama O Şeyin aynı fikirde olduğundan şüphe ve tereddüt duyarım.

Umarım muammayı aydınlatabilmişimdir,

Saygılarımla

C. G. Jung

[1] “Face to Face” serisi kapsamında Jung ile yapılan televizyon röportajına atıftır. Burada Jung’un,
“Tanrıya inanıyor musunuz?” sorusuna verdiği “İnanmama gerek yok, biliyorum.” yanıtı büyük bir
tartışma başlatmıştır. Jung da bu mektubunda aynı konuya değinerek açıklamalarını derinleştiriyor. (ç.n.)
[2] “Sonucuna bak” anlamına gelen Latince ifade. (ç.n.)

You might also like