Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 36

Peygamberimizin 42 Eğitim Metodu

Rasû lullah (s.a.v) bir şeyi emrettiğ inde bunu evvelâ kendisi tatbik eder, ardından insanlar bunu
ö rnek alır ve O’ndan gö rdü kleri gibi yaparlardı. İşte Efendimiz'in (s.a.v.) talim metodları...
Hiç şü phe yok ki, bizzat yaparak ve tatbik ederek ö ğ retmek, sö ylemeye ve anlatmaya gö re daha
çok tesir eder. Bu usû l, mevzû un anlaşılıp ö ğ renilmesinde daha tesirlidir. Ö rnek almayı daha çabuk
sağ lar. Hatıra gelebilecek farklı ihtimalleri ortadan kaldırır. Ayrıca fiilî ve tatbîkî bir şekilde
ö ğ retmek, tabiî ve fıtrî ö ğ retme usû lü dü r.
Allah Rasû lü ’nü n en mü him ve en bü yü k tâ lim metodu da bu idi. Bu husû siyet O’nun, getirdiğ i
dinde doğ ru olduğ unun en bü yü k delilidir. Çü nkü bir emir getirmiş, bunu evvelâ kendisi tutmuş; bir
şeyden nehyetmiş, bundan evvelâ kendisi uzaklaşmış; nasihatta bulunmuş, kendisi de hissedâ r
olmuş; korkutmuş, kendisi ilk korkan olmuş; ü midlendirmiş, ü mid edenlerin ö nderi olmuş…

EFENDİMİZ, SÖ YLEDİĞ İ HAKİKATLERİ BİZZAT YAŞAYARAK TÂ LİM EDERDİ


Fahr-i Kâ inâ t Efendimiz, tebliğ e ilk başladığ ında muhataplarını ikna etmek ü zere birinci delil
olarak “ö rnek hayatını” gö stermiştir. Safâ Tepesi’nde yü ksek bir kayanın ü zerinden Kureyşlilere
seslenerek:
“–Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size
saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” diye sordu. Onlar da hiç
dü şü nmeden:
“–Evet inanırız! Çü nkü şimdiye kadar seni hep doğ ru olarak bulduk. Yalan sö ylediğ ini hiç
duymadık!” dediler. Bunun ü zerine Rasû lullah (s.a.v), kendisinin Allah tarafından gö nderilen
uyarıcı bir peygamber olduğ unu îlâ n etti. Sö zlerine inanıp Allah’ın arzu ettiğ i gibi bir hayat
yaşayanların â hirette son derece gü zel mü kâ fâ tlara nâ il olacaklarını, inkâ rcıların da pek şiddetli bir
azapla karşılaşacaklarını, dolayısıyla bu dü nyadayken o ebedî hayat için çok iyi hazırlanmak
gerektiğ ini heyecanla anlattı. Ancak insanları yanlış inançlarından çevirmek çok zordu. (Bkz.
Buhâ rî, Tefsîr, 26/2; Ahmed, I, 159, 111)
Rasû lullah (s.a.v), İslâ m’a dâ vet ettiğ i insanların, İslâ mî yaşayışı gö rerek fikir ve kanaatlerini ona
gö re tayin etmelerine imkâ n hazırlamıştır. Bedir gazvesinde ele geçirilen esirleri topluca bir yerde
tutmamış, bunları ashâ b-ı kirâ ma birer birer dağ ıtarak misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını
tavsiye buyurmuştur. Allah Rasû lü ’nü n bu uygulaması, esirlerin, sahâ benin yaşadığ ı İslâ mî hayatı
yakından mü şâ hede etmesi, o hayatın gü zelliğ ini gö rmesi ve bö ylece gö nü llerinin Hak yoluna
ısınması gayesine matuftu. (İbn-i Hişam, II, 288)
Aynı şekilde Medine’ye değ işik sebeplerle gelen bazı hey’et mensuplarının, ashâ bın evlerine
dağ ıtılarak misâ fir edilmelerinde de bu maksat gö z ö nü nde bulundurulmuştur. (Ahmed, III, 432)
Tâ if heyeti Medine’ye geldiğ inde, Mü slü manların Kur’â n okuyuşları, namaz kılışları, huşu ve
huzur içinde ibadetleri kalplerini rikkate getirsin diye Efendimiz onları Mescid’de misafir etmiştir.
(Ebû Dâ vû d, İmâ ret, 26)
Hz. Enes’in bildirdiğ ine gö re:
“Rasû lullah (s.a.v), Muhâ cirlerin ve Ensâ r’ın, (namaz erkâ nını) kendisinden yakînen gö rü p
ö ğ renebilmeleri için, hemen peşinde namaza durmalarını isterdi.” (İbn-i Mâ ce, Salâ t, 44)
Mâ lik bin Huveyris (r.a) şö yle anlatıyor:
Yaşça akran beş on kişiyle Rasû lullah (s.a.v)’in yanına gelip yirmi gü n kaldık. Peygamber
Efendimiz, pek merhametli ve şefkatli idi. Â ilemizi ö zlediğ imizi anlayınca geride kimleri
bıraktığ ımızı sordu. Biz de sö yledik. Bunun ü zerine buyurdu ki:
“−Ehlinizin yanına dönünüz ve aralarında bulununuz. Onlara gerekli bilgileri öğretiniz, söylenecek
şeyleri söyleyiniz!”
Daha birçok şeyler buyurdu ki şimdi bunların bir kısmını hâ lâ hatırlıyorum, bir kısmını ise
hatırlayamıyorum. Sonra şö yle devâ m etti:
“−Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız! Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en
yaşlınız da imam olsun!” (Buhâ rî, Ezâ n, 18)
Gö rü ldü ğ ü gibi Peygamber Efendimiz evvelâ bu sahâ bîlerine fiilî bir kıstas olmuş, dînin nasıl
yaşanacağ ını ö ğ retmiş, sonra da kavimlerine dö nerek onların içinde sö z ve davranış cihetiyle
numû ne-i imtisâ l bir hayat sü rmelerini emretmiştir.
Rasû lullah (s.a.v)’e bir bedevi geldi ve O’na abdestin nasıl alınacağ ını sordu. Rasû lullah (s.a.v)
abdestin alınışını, uzuvlarını ü çer defâ yıkayarak gö sterdi, sonra da şö yle buyurdu:
“–Abdest işte böyledir. Kim buna ziyâdede bulunursa kötü bir iş yapmış, haddi aşmış ve de
zulmetmiş olur.” (Nesâ î, Tahâ ret, 105)
Sehl bin Sa’d (r.a) anlatıyor:
Rasû lullah (s.a.v) minber ü zerinde ayağ a kalkarak kıbleye yö neldi, tekbir aldı, insanlar da kalkıp
arkasında namaza durdu… Namazı bitirince insanlara dö ndü ve:
“−Ey insanlar! Bana uymanız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenebilmeniz için böyle yaptım.” buyurdu.
(Buhâ rî, Salâ t, 18; Mü slim, Mesâ cid, 44)
Hac yaptığ ı esnâ da Mü slü manların rahatça gö rü p ö ğ renebilmeleri için, birçok rü knü deve
ü zerinde yapmış ve:
“Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağ ını benden ö ğ reniniz. Bilmiyorum, belki de bu
yılımdan sonra bir daha haccedemem” buyurmuştur. (Ahmed, III, 318; Mü slim, Hacc, 310)

1- ASHAB-I KİRAMIN YAŞAYARAK TALİM ETMESİ


Ebû Mâ lik el-Eş’arî (r.a) kavmini topladı ve:
“–Ey Eş’arîler! Toplanın, kadınlarınızı ve çocuklarınızı da toplayın ki bize Medîne-i Mü nevvere’de
namaz kıldıran Rasû lullah’ın namazını size ö ğ reteyim.” dedi.
Bunun ü zerine kavminin hepsi toplandı, kadınlarını ve çocuklarını da topladılar. Ebû Mâ lik
abdest aldı, abdestin nasıl alınacağ ını onlara gö sterdi ve abdest suyunu â zâ larına iyice ulaştırdı.
Zevalden sonra ö ğ le namazı için kalktı, ezan okudu, erkekleri ö ne saf tutturdu, onların arkasına
(bü lû ğ a ermeyen) erkek çocukları aldı, erkek çocukların arkasına da kadınları saf tutturdu. Sonra
namaz için kâ met getirdi, ö ne geçti… Tâ dil-i erkâ n ü zere namaz kıldırdı. Namazı bitirince kavmine
dö ndü ve şö yle dedi:
“–Namazdaki şu tekbirlerimi, ezberleyin, rü kû ve secdemi ö ğ renin. Çü nkü bu, gü ndü zü n şu
vaktinde bize namaz kıldıran Allah Rasû lü ’nü n namazıdır… (Ahmed, V, 343)

2- DİNÎ HÜKÜMLERİ TEDRÎCÎ BİR SİSTEMLE YAVAŞ YAVAŞ ÖĞRETİRDİ


Muhâ tabın kâ biliyetine gö re tâ lim etmiştir.
Cenâ b-ı Hak kâ inâ ta ve insan tabiatına tedrîcîlik kâ nununu koymuştur. Bir şey birden bire
oluvermez. Yavaş yavaş şartları oluşur ve derece derece meydana gelir. Meselâ insan dokuz ayda
gelişimini tamamlar ve doğ ar. Bunun gibi zihnî melekeler de kademe kademe gelişir ve ilerler.
İnsan bir ilmi birden bire ö ğ renivermez. Evvelâ esas kâ idelerini ö ğ renir, sonra teferruatına girerek
bö lü m bö lü m ö ğ renir ve bö ylece bir bü tü nü tamamlar. Kolaydan zora, kü çü kten bü yü ğ e doğ ru
yavaş yavaş mesafe kat eder. Dînî tâ lim ve terbiyede de bu esasa riâ yet etmelidir. Muhâ taptan bir
anda her şeyi ö ğ renip tatbik etmesini istemek doğ ru değ ildir. Onun zamana ve tedricîliğ e ihtiyacı
olduğ unu bilmek îcâ b eder. Evvelâ îtikâ dî mes’eleleri, sonra mü him ibâ detleri ve muâ melâ tı, daha
sonra da â dâ b ve erkâ nı ö ğ retmelidir.
Bazı haramlar birkaç merhalede tamamen yasaklanmıştır.
Rasû lullah (s.a.v) Muâ z bin Cebel’i Yemen’e gö nderirken ona şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Muhakkak ki sen ehl-i kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına
ve benim Allah’ın resulü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şayet buna itaat ederlerse, Allah’ın
kendilerine bir gündüz ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabul edip itaat
ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere kendilerine zekâtın farz kılındığını haber
ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaktan sakın! Mazlumun
bedduasını almaktan çekin, çünkü onun bedduası ile Allah arasında perde yoktur.” (Buhâ rî, Zekâ t, 41,
63; Mü slim, Îmâ n, 29-31)
Cü ndeb bin Abdullah (r.a) şö yle anlatır:
“Biz, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v)’in yanında bulunan ergenlik çağ ında bir grup genç idik. Kur’â n’ı
ö ğ renmeden evvel imanı ö ğ rendik. Daha sonra Kur’â n’ı ö ğ rendik de onun sayesinde imanımız arttı.”
(İbn-i Mâ ce, Mukaddime, 9)
Ebû Abdurrahman es-Sü lemî de şö yle anlatıyor:
Allah Rasû lü (s.a.v)’in ashâ bından bizlere Kurâ n-ı Kerim tâ lim eden biri vardı. Bize şu haberi
verdi:
“Biz, Peygamber Efendimiz’den on â yet alır, bunlardaki bilgileri ve amelleri ö ğ renmeden diğ er
on â yete geçmezdik. Rasû lullah (s.a.v) bize hem ilim hem de ameli (birlikte) ö ğ retirdi.” (Ahmed, V,
410; Heysemî, I, 165)
Rasû lullah (s.a.v) her seviyedeki ve her yaştaki insanın muallimidir:
Câ hil-â lim, bedevi-ü st zü mre, çocuk-yetişkin…
3- Ö Ğ RETİRKEN ÎTİDALE VE İNSANLARI BIKTIRMAMAYA DİKKAT EDERDİ
Ebû Mû sâ  (r.a) anlatıyor:
“Rasû lullah (s.a.v) ashabından birini herhangi bir iş için gö nderdiğ inde:
«Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız» diye emir buyururdu.”
(Mü slim, Cihâ d, 6; Ebû Dâ vû d, Edeb, 17/4835)
Abdullah bin Mes’û d (r.a) insanlara perşembe gü nleri vaaz ederdi. Bir kimse ona:
“–Ebû Abdurrahman! Keşke bize her gü n vaaz etsen” dedi. İbn-i Mes’û d (r.a) şunları sö yledi:
“–Sizi usandırmamak için her gü n vaaz etmiyorum. Nitekim Rasû lullah (s.a.v) de bıkıp
usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğ umuz gü nleri kollardı.” (Buhâ rî, İlim, 11-12)
İbâ dette dahî o şekilde davranmıştır. Bir sahâ bî namazı çok uzatınca onu “Nefret mi
ettireceksin?” diye îkâ z buyurmuştur.
Muâ z bin Cebel (r.a) kavmine imamlık yapardı. Bir gece namaz kıldırırken Bakara sû resini
okumaya başladı. Bir kişi selam vererek cemaatten ayrıldı, namazını tek başına kılarak çekip gitti.
Ona:
“−Ey filan, nifak mı çıkarıyorsun?” dediler. O da:
“−Vallahi hayır, Rasû lullah (s.a.v)’e gidip (Muâ z’ın yaptığ ını) haber vereceğ im” dedi. Efendimiz’in
yanına vardığ ında:
“–Ey Allah’ın Rasû lü , biz develerle su taşıyan insanlarız. Gü ndü zleri çalışıyoruz. Muâ z bize gelip
Bakara sû resi ile namaz kıldırmaya başladı” dedi.
Rasû lullah Efendimiz, Hz. Muâ z’a yö neldi ve:
“–Ey Muâz, sen fitneci misin? Veşşemsi’yi, Vedduhâ’yı, Velleyli izâ yeğşa’yı, Sebbihisme Rabbikel-
a’lâ’yı oku!” buyurarak ona kısa sû releri okumasını tavsiye etti. (Mü slim, Salâ t, 178; Buhâ rî, Ezâ n,
60, 63, 66)
İbn-i Abbas (r.a) talebeleriyle birlikte oturduğ unda onlara bir mü ddet hadîs-i şerîf nakleder,
sonra:
“–İştahımızı açın! Yâ ni lâ tife yapın, şiir okuyun, muhakkak ki rû h da, bedenlerin usanması gibi
usanır” der ve Arapların darb-ı mesellerini anlatmaya başlardı. Sonra yine derse dö ner ve bunu
ihtiyaç duydukça defalarca tekrarlardı. (Kettâ nî, II, 237)
Bir muallim talebesinin hâ lini simasından anlayacak…
Fuzû lî tekrarlar bıkkınlık verir…
Muallim zil çaldığ ında derse girmeli, zilin çalmasıyla da dersten çıkmalıdır.
4- ŞAHSÎ FARKLILIKLARI GÖ Z Ö NÜ NDE BULUNDURURDU
Peygamber Efendimiz’e farklı kü ltü rlerden, farklı kabîlelerden ve farklı seviyelerde insanlar
gelirdi. Allah Rasû lü (s.a.v), onların anlayacağ ı dille karakter ve ihtiyaçlarına gö re hitâ b ederdi.
Sorularına durumlarına gö re cevap verirdi. Meselâ :
− Amellerin en fazîletlisi hangisidir? sorusuna, muhâ taba ve zamâ na gö re:
“– Allah’a îmân, Allah yolunda cihâd ve hacc-ı mebrûr!” (Buhâ rî, Hacc, 4)
“– Zikrullah!” (Muvatta, Kur’â n, 24)
“– Allah için sevmek!” (Ebû Dâ vû d, Sü nnet, 2)
“– Namaz!” (İbn-i Mâ ce, Tahâ ret, 4)
“– Anne ve babaya hizmet!” (İbn-i Esîr, Üsüdü’l-gâbe, IV, 330)
“– Hicret!” (Nesâ î, Bey’at, 14) şeklinde farklı cevaplar vererek her birine, kendisi için en mü nâ sip
olan ameli tavsiye etmiştir. Zîrâ Efendimiz muhâ tabının ihtiyâ ç, imkâ n ve durumunu çok iyi tahlil
ediyor ve yapması gereken husû su ö ne çıkarıyordu.
− Sadakanın hangisi en fazîletlidir? diye soran ve fakîr bir kimse olan Ebû Hü reyre hazretlerine:
“− Fakir olanın, güç ve kuvvetiyle insanlara yardımda bulunmasıdır.” (Ebû Dâ vû d, Zekâ t, 40)
buyururken, aynı suali soran ve bir kabile reisi olan Sa’d bin Ubâ de’ye:
“− Kuyu kazdırarak su çıkarmaktır.” cevabını vermiştir. (Ebû Dâ vû d, Zekâ t, 41)
Bir kimse Nebî (s.a.v)’e: “Bana ö ğ ü t ver.” dedi. Peygamber Efendimiz de ona:
“–Kızma!” buyurdu. Adam dileğ ini bir kaç kez tekrar etti. Peygamber (s.a.v) de (her defasında
ısrarla): “Kızma!” buyurdu. (Buhâ rî, Edeb, 76)
Ukbe bin  mir (r.a), Peygamber Efendimiz’e:
“–Ya Rasû lallah, kurtuluş nerededir?” diye sorunca Allah Rasû lü (onun hâ let-i rû hiyesine ve
ihtiyacına binaen):
“–Diline sâhip ol, (fitneler ortalığ ı kapladığ ında) evine sığın ve günahlarına gözyaşı
dök.” buyurmuştur. (Tirmizi, Zü hd, 61)
Allah Rasû lü (s.a.v) İbn-i Abbas (r.a)’ya:
“Ey İbn-i Abbas, insanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zira böyle yapman fitneye
düşmelerine sebep olur.” tavsiyesinde bulunmuştur. (Deylemî, V, 359)
“İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri sö yleyin!” (Hz. Ali) (Buharı, İlim, 49)
Muâ z bin Cebel (r.a) şö yle anlatıyor: Ben, merkeb ü zerinde Rasû lullah (s.a.v.)’in terkisinde idim.
Bana:
“–Ey Muâz! Allah’ın kulları üzerinde, kulların da Allah üzerindeki hakkı nedir, bilir
misin?” buyurdu. Ben:
“−Allah ve Rasû lü daha iyi bilir” dedim. Bunun ü zerine Rasû lullah (s.a.v):
“–Allah’ın, kulları üzerindeki hakkı, onların sadece Allah’a kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O’na ortak
koşmamalarıdır. Kulların da Allah üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak tutmayanlara azâb
etmemesidir” buyurdu. Ben hemen:
“–Ey Allah’ın Rasû lü ! Bunu insanlara mü jdeleyeyim mi?” dedim.
“–Müjdeleme, onlar buna güvenip tembellik ederler.” buyurdu. (Buhâ rî, Cihâ d, 46; Mü slim Îmâ n,
48, 49)
İbn-i Abbas (r.a)’dan gelen bir rivayete gö re ashâ b-ı kiram:
“–Ey Allah’ın Rasû lü ! Senden duyduklarımızın hepsini haber verelim mi?” diye sordular.
Efendimiz (s.a.v):
“−Evet, ancak bir topluluğa akıllarının almayacağı bir şeyi anlatmanız hariç. Çünkü bu durum,
bazılarının fitneye düşmelerine yol açar” buyurdu.
Bu uyarıdan sonra İbn-i Abbas hazretleri bir topluluğ a herhangi bir hususu izah ederken bazı
şeyleri imâ lı olarak anlatırdı. (Ali el-Mü ttaki, X, 307)
İbn-i Ebî Mü leyke diyor ki:
Bana bazı şeyleri izah etmesi için İbn-i Abbas’a mektup yazdım. O bazı şeyleri benden saklayıp
yazmıyordu. Gıyabımda:
“O samimi bir evlattır, onun için pek çok şeyi seçip ayırıyorum, bazı şeyleri de ondan gizliyorum.”
demişti. (Mü slim, Mukaddime, 7)
İnsanların tabiat ve konumları farklı farklı olduğ u için her birine sö ylenecek sö zü n, sergilenecek
davranışın ona gö re olması gayet tabiîdir. Bu sebeple tebliğ cinin, insanların rû hî yapısını, istîdâ t ve
karakterini çok iyi tahlil edebilecek bilgi, kü ltü r ve hissiyâ t derinliğ ine sâ hip olması zarû rîdir.

5- KARŞILIKLI KONUŞMA VE SORU-CEVAP METODUNU KULLANIRDI


Allah Rasû lü (s.a.v)’in en mü him tâ lim metodlarından biri de, dinleyenlerin dikkatlerini
toplamak, vereceğ i cevâ ba teksîf etmek ve bilgiyi kalıcı hâ le getirmek için karşılıklı konuşması ve
sual sormasıydı.
Ebû Hü reyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğ ine gö re, Rasû lullah (s.a.v):
“–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashâ b:
“–Bizim aramızda mü flis, parası va malı olmayan kimsedir” dediler. Rasû lullah (s.a.v):
“–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna
sövüp, buna zina isnâd ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu
sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak
sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir” buyurdular. (Mü slim,
Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâ met 2)
Birgü n Rasû lullah (s.a.v):
“–Ne dersiniz? Birinizin kapısının önünde bir nehir olsa da, o kimse her gün bu nehirde beş defa
yıkansa, kirinden bir şey kalır mı?” diye sordu. Sahâ bîler:
“–O kimsenin kirinden hiçbir şey kalmaz.” dediler. Rasû l-i Ekrem:
“–Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Allah beş vakit namazla günahları silip yok eder” buyurdular.
(Buhâ rî, Mevâ kît 6; Mü slim, Mesâ cid 283)
TALİM TERBİYEDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER
Ebu Damdam misali… Cibrîl Hadîsi…
Cibrîl Hadîsi tâ lim, terbiye ve tezkiye faaliyetlerinde dikkat edilmesi lâ zım gelen pek ehemmiyetli
esaslar ihtiva etmektedir. Bunları şö yle izah edebiliriz:
1) Â limin soru soran kimseye şefkatle yaklaşması ve onu yakınına getirmesi gerekir. Bö yle
davrandığ ı takdirde talebe korkmadan ve sıkılmadan suallerini sorabilir.
2) Kişi suallerini nâ zik, kibar ve edepli bir ü slupla sormalıdır.
3) Bir â limin meclisine gelen kimse, oradakilerin ihtiyacı olup da soramadıkları bir hususu fark
ederse bunu sormalıdır. Bö ylece alacağ ı cevap herkese faydalı olacaktır.
4) Sual sorup onun cevâ bını almak suretiyle meseleler daha dikkatli dinlenilmekte ve daha iyi
anlaşılmaktadır.
6- MUHATABINI AKLÎ VE MANTIKÎ İZAHLARLA İKNÂ EDERDİ
Kur’â n-ı Kerîm, tefekkü rü geliştirmek için dâ imâ misaller verir ve aklı kullanmaya teşvik eder.
Rasû lullah (s.a.v), ö ğ retmek istediklerini sadece tebliğ le kalmaz, muhatabın durumuna gö re aklî
ve mantıkî delillerle onu iknâ ederdi. Efendimiz bu usulle, yanlış olan bir şeyi doğ ru zanneden
kimsenin kalbinden bâ tılı sö kü p atmayı hedeflerdi.
A) Ay tutulması - Hz. İbrahim’in vefatı
B) Her mü neccim yalancıdır.
C) İbrahim’in yıldızlara bakıp “Ben batanları sevmem” demesi…
Ebû Hü reyre (r.a) anlatıyor:
“Rasû lullah’ın sağ lığ ında Kudâ a kabilesinin Beliyy boyuna mensup iki zâ t birlikte İslâ m’a
girmişlerdi. Bilâ hare birisi şehid dü şmü ş, diğ eri de bir sene daha yaşayıp ö yle ö lmü ştü . Talha bin
Ubeydullah, «Rü yamda, bir sene sonra vefâ t edenin şehid dü şenden daha ö nce cennete girdiğ ini
gö rdü m ve hayret ettim!» diye anlattı. Sabah olunca Talhâ ’nın bu rü yâ sı Efendimiz’e anlatıldı.
Rü yâ yı dinleyen Allah Rasû lü (s.a.v), başta namaz olmak ü zere, bü tü n ibâ detlerin mü kâ fatını
gö steren şu cevâ bı verdi:
«–O, şehid olan kardeşinden sonra Ramazan orucunu tutmadı mı, bir senede altı bin şu kadar rekât
namaz kılmadı mı? (O halde ikisi arasında bu kadar fark tabiî ki olacak!)»” (Ahmed, II, 333)
Ebû Vâ il der ki:
“Bir gü n biz Urve bin Muhammed bin es-Sa’dî’nin yanına gitmiştik. Orada bir kişi, bazı sö zler
sö yleyip Urve’yi kızdırdı. Bunun ü zerine Urve kalktı, abdest aldı, sonra abdestli olarak yanımıza
gelip Rasû lullah (s.a.v)’in şö yle buyurduğ unu nakletti:
“Öfke şeytandandır. Şeytan ise ateşten yaratılmıştır. Ateş su ile söndürülür. O hâlde biriniz
öfkelendiğinde abdest alsın!” (Ebû Dâ vû d, Edeb, 3/4784; Ahmed, IV, 226)
Zina etmeyi dü şü nen bir gence bö yle bir şeyi kendi akrabaları için isteyip istemeyeceğ ini sordu.
Genç:
«–Allah beni senin yoluna kurban etsin, hayır, vallahi istemem yâ Rasû lallah!» cevâ bını verince:
«–Diğer insanlar da böyle bir şeyi istemezler» buyurdu.
Daha sonra Rasû lullah (s.a.v) mü bâ rek elini gencin ü zerine koyup:
«Allah’ım, bunun günahlarını affet, kalbini temizle ve iffetini muhâfaza eyle!» diye duâ etti. Genç
bundan sonra bö yle bir şeye hiç tenezzü l etmedi.” (Ahmed, V, 256-257; Heysemî, I, 129)
7- ZEKÂ LARINI AÇMAK VE BİLGİ SEVİYELERİNİ Ö LÇMEK İÇİN SUALLER SORARDI
Hz. Mevlâ nâ bu hâ li ne gü zel ifade eder:
“Körler çarşısında ayna satma, sağırlar arasında gazel atma!”
Peygamber Efendimiz’e bir kimseden bahsedildiğ i zaman: Aklı nasıldır?” diye sorardı.
İbn-i Ö mer (r.a) anlatır: Rasû lullah (s.a.v)’in yanındaydık:
“–Söyleyin bakalım, müslüman kişiye benzeyen ağaç hangisidir. O ağaç yeşildir, yaprağını hiç
dökmez, o şöyle şöyledir (diye o ağ acın gü zel vasıflarını saydı. Sonra da:) «Rabbinin izniyle her an
meyvesini verip durur»[2]“ buyurdu.
Gö nlü me o ağ acın hurma olduğ u geldi. Ancak baktım Hz. Ebû Bekir ve Ö mer konuşmuyorlar, ben
de konuşmayı uygun gö rmedim. İnsanlar (isabetli) bir cevap veremeyince Rasû lullah (s.a.v)
“–O hurma ağacıdır” buyurdu. Oradan ayrıldığ ımızda babam Hz. Ö mer’e:
“–Babacığ ım, vallahi gö nlü me o ağ acın hurma olduğ u geldi” dedim.
“–Peki niçin sö ylemedin?” dedi.
“–Siz konuşmayınca ben de bir şey sö ylemeyi uygun bulmadım” dedim. Babam şö yle dedi:
“–Sen onu sö ylemiş olsaydın, bu benim için şundan şundan daha sevimli olurdu.” (Buhâ rî, Tefsîr,
14/1)
8- TEŞBİH, TEMSİL ve MUKAYESELER YAPARDI
Allah Rasû lü (s.a.v), mü cerred mes’eleleri mü şahhas misallerle kolaylaştırarak anlatmıştır.
Kur’â n-ı Kerim’de ö lü mden sonra tekrar diriliş için pekçok misaller verilir.
Fetih sû resinin son â yetindeki misâ l:
“Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâ firlere karşı çetin, kendi aralarında
merhametlidirler. Onları rü kû ya varırken, secde ederken gö rü rsü n. Allah’tan lü tuf ve rıza isterler.
Onların nişanları yü zlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat’taki vasıflarıdır. İncil’deki vasıfları da
şö yledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gö vdesi ü zerine
dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah bö ylece onları çoğ altıp
kuvvetlendirmekle kâ firleri ö fkelendirir. Allah onlardan iman edip sâ lih ameller işleyenlere
mağ firet ve bü yü k mü kâ fat vâ detmiştir.” (Fetih, 29)
Rasû lullah (s.a.v) şö yle buyurmuştur:
“Mü’min bal arısına benzer. Arı; dâimâ temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz
yerlere konar ve nâzik davrandığı için konduğu yere zarar vermez, orayı kırıp bozmaz. Düştüğünde ise
kırılmaz, bozulmaz.” [3]
Rasû lullah (s.a.v) şö yle buyurmuştur:
“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler
(gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar.
Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben,
ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için
koşuyorsunuz!” (Buhâ rî, Rikâ k, 26. Ayrıca bkz. Mü slim, Edep, 82; Ahmed, II, 244)
Bir rivâ yette de:
“Siz hemen elimden kurtulup ateşe atılıyorsunuz” buyrulmaktadır. (Suyû ti, el-Câ mi, h.no: 8168; er-
Râ mehurmü zî, 22; Aynî, XXIII, 76)
Rasû lullah (s.a.v):
“–Cennet bahçelerine uğradığınızda (meyvelerinden bol bol) yiyiniz” buyurur.
Ebû  Hü reyre (r.a):
“–Cennet bahçeleri nedir yâ Rasû lallah?” diye sorar. Allah Rasû lü (s.a.v):
“–Mescidler” diye cevap verir.
Yine Ebû Hü reyre (r.a):
“–Meyvelerinden yemek nasıl olur yâ Rasû lallah?” diye sorar. Rasû lullah (s.a.v) de:
“–Sübhânallah, Elhamdülillah, Lâ ilâhe illallah ve Allahu ekber’dir” diye cevap verir. (Tirmizî,
Deavâ t, 82/3509)
Enes (r.a):
“–Cennet bahçeleri nedir, yâ Rasû lallah?” diye sorar. Rasû lullah (s.a.v):
“–Zikir halkaları” diye cevap verir. (Tirmizî, Deavâ t, 82/3510)
İbn-i Abbâ s -radıyallahu anhü mâ - anlatıyor:
Bir kimse Rasû lullah (s.a.v)’e gelerek:
“–Yâ Rasû lallah! Annem vefat etti, ü zerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına borcunu
ö deyeyim mi?” dedi. Rasû lullah (s.a.v):
“–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödeyivermez miydin?” diye sordu.
“–Evet, ö derdim!” deyince, Aleyhissalâ tu vesselâ m:
“–Allah’ın borcu ödenmeye daha lâyıktır!” buyurdu. (Mü slim, Sıyâ m, 155)
Diğ er bir rivâ yette Allah Rasû lü :
“–Annenin üzerinde borç olsaydı da sen ödeyiverseydin, bu borç onun yerine ödenmiş olur
muydu?” diye sordu. Muhâ tabı:
“–Evet!” deyince de:
“–Öyleyse annene bedel oruç tut!” buyurdu. (Mü slim, Sıyâ m, 156)
Ebû Rezin el-Ukaylî (r.a) anlatıyor: Bir gü n:
“−Ey Allah’ın Resulü ! Allah, mahlû katı yeniden nasıl diriltir? Bunun dü nyadaki misali nedir?”
diye sordum.
Efendimiz (s.a.v):
“−Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın
yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular. Ben:
“−Elbette!” deyince, Allah Rasû lü (s.a.v):
“−İşte bu, Allah’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular.
(Ahmed, IV, 11)
Nebî (s.a.v) şö yle buyurdu:
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye
binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt
katına yerleşmişlerdi. Altta oturanlar su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı.
Onlar:
«−Hissemize düşen yerden bir delik açsak da, üsttekileri rahatsız edip durmasak» dediler.
Şayet üstte oturanlar, alttakileri bu isteklerini yerine getirmek hususunda serbest bırakırlarsa,
hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları
kurtarmış olurlar.” (Buhâ rî, Şirket, 6; Tirmizî, Fiten, 12)
Cemiyetteki gü nah ve kö tü lü klere bigâ ne kalmak da aynen bunun gibi helak sebebidir. İnsan fert
olarak kendisini muhafaza etse bile, diğ er insanları irşad etme mes’uliyetini îfâ edememenin
cezasını hem dü nyada hem de â hirette çeker. Kö tü lü ğ ü n yaygın olduğ u toplumda dü nyaya gelen
nesiller de kendilerini o akıntıya kaptırırlar. Fesat, bozulma ve dü zensizlik artar; katlanarak bü yü r.
Buna bir noktada dur demek gerekir. Zira iyiliğ i emredip kö tü lü kten sakındırmak mü slü manların
en mü him vazifelerinden biridir. Bu hakikati Efendimiz (s.a.v) gü zel bir misalle daha anlaşılır hâ le
getirmiştir.
Mü ’min toplumun gidişinden mes’û ldü r.
Rasû lullah (s.a.v)’in şu hadîs-i şerîfi teşbih ve temsiller açısından ne kadar zengindir:
“…Yahya (a.s) insanları Beytu’l-Makdis’te topladı. Mescid ağzına kadar doldu. Mahfillere de
oturdular. (Söz alıp):
“–Allâh bana beş kelime gönderdi ve onlarla amel etmemi ve size de amel etmenizi emretmemi
bana emretti:
Bunlardan birincisi Allâh’a ibadet etmeniz, ona hiçbir ortak koşmamanızdır. Allâh’a ortak
koşanın misali şudur: Bir adam, kendi öz malından altın veya gümüş mukabilinde bir köle satın alır ve:
«Bu benim evim, bu da işim. (Çalış kazandığını) bana öde!» der. Köle çalışır, fakat kazancını
efendisinden başkasına öder. Kölenin böyle yapmasına hanginiz razı olur? Aynen bunun gibi, Allâh da
size namazı emretti. Namaz kılarken (sağa-sola) bakınmayın. Zira Allâh yüzünü, sağa sola bakmadığı
müddetçe namazda bulunan kulunun yüzüne çevirir.
Allâh size orucu emretti. Bunun misali şu insanın misaline benzer; O bir grup
içerisindedir. Beraberinde bir çıkın içinde misk var. Herkes onun kokusundan hoşlanmaktadır.
Oruçlunun (ağzında hâsıl olan) koku, Allâh indinde miskin kokusundan daha hoştur.
Allâh size sadakayı emretti. Bunun misali de şu adamın misaline benzer: Düşmanlar onu esir
edip ellerini boynuna bağlamışlar ve boynunu vurmaları için cellâtlara teslim etmişlerdir. Adam: «Ben
az veya çok (malımı) vererek kendimi fidye mukabilinde kurtarmak istiyorum» der ve nefsini fidye
ödeyerek kurtarır.
Allah Teâlâ size, kendisini çokça zikretmenizi de emretti. Bunun misali de şudur: Bir kişi düşünün,
düşmanları peşinden süratle geliyor ve onu yakalamak istiyorlar. O zât ancak sağlam bir kaleye
sığınınca kendisini onlardan koruyabiliyor. Kul da böyledir. Kendisini şeytandan ancak Allah’ın zikri
ile koruyabilir.”
Rasû lullâ h (s.a.v) devamla dedi ki:
“Ben de size beş şeyi emrediyorum: Allâh onları bana emretti. Dinlemek, itaat etmek, cihâd, hicret
ve cemaat. Zira, kim cemaatten bir karışcık ayrılırsa boynundaki İslam bağını çıkarıp atmıştır, geri
dönen hariç. Kim de cahiliye davası güderse o cehennem yakıtlarından biridir!” (Tirmizi, Edeb
78/2863; Ahmed, IV, 130, 202)
Ahmed bin Hanbel’in rivâ yetinde zikir ile alâ kalı kısım şö yle biter:
“Kul Allah’ı zikretmeye devam ederse şeytana karşı, bu adamdan daha iyi korunmuş, daha muhkem
bir yere sığınmış olur.” (Ahmed, IV, 130, 202)
9- MEVZÛ YU İZAH ETMEK İÇİN ŞEKİLLER ÇİZERDİ
Abdullah bin Mes’ud (r.a) şö yle haber vermektedir:
Peygamber (s.a.v) yere bir dö rtgen çizdi. Dö rtgenin ortasına, onu bir kenarından keserek dışarı
çıkan bir çizgi çekti. Ortadaki bu çizginin iki yanından ona doğ ru birtakım kü çü k çizgiler daha çizdi.
Sonra çizgileri gö stererek şö yle buyurdu:
“Şu insan, şu da onu kuşatmış olan ecelidir. Dörtgeni keserek dışarı çıkan, insanın arzularıdır.
Ortadaki çizgiye yönelik küçük çizgiler, dert ve ıstıraplardır. İnsan bu dertlerin birinden kurtulsa, öteki
gelip çarpar. Şundan kurtulsa, beriki gelip yakalar.” (Buhâ rî, Rikak, 4)
Hz. Câ bir (r.a) anlatıyor:
Rasû lullah (s.a.v)’in yanında otururken ö nü ne bir çizgi çizdi ve:
“−Bu Allah Teâlâ’nın dosdoğru yoludur.” buyurdu.
Sonra sö z konusu çizginin sağ ına ve soluna ikişer çizgi daha çizdi ve:
“−Bunlar da şeytanın yollarıdır.” buyurdu.
Daha sonra mü barek ellerini ortadaki çizginin ü zerine koydu ve şu â yet-i kerimeyi kıraat
buyurdu:
“Şü phesiz bu, Ben’im dosdoğ ru yolumdur; ö yle ise ona tabi olun. Sizi Allah’ın yolundan ayıracak
başka yollara uymayın. Takvaya erişesiniz diye Allah bunları size emretti.” (el-Enâ m 6/153)
(Ahmed, III, 397)
Rasû lullah (s.a.v) biri uzağ a, diğ eri de yakına olmak ü zere iki çakıl taşı atar ve:
“–Bunun ve şunun misâli neye benzer bilir misiniz?” diye sorar.
Orada bulunan sahâ bîler:
“–Allah ve Rasû lü bilir” derler. Rasû lullah (s.a.v):
“–Şu (uzağa düşen taş) emel, bu (yakına düşen taş) da eceldir.” buyurur. (Tirmizî, Edeb, 82)

10- SÖ ZLE BERABER JEST VE MİMİKLERİNİ DE KULLANIRDI


Bir gü n Rasû l-i Ekrem (s.a.v), Muâ z bin Cebel’in soruları ü zerine ona bazı tâ limatlar verdi. Ancak
bunlarla kalmayıp daha ileri gitmesini isteyerek ona daha hayırlı şeyler tavsiye etti. Bir mü ddet
bö yle devam ettikten sonra Peygamber Efendimiz fem-i saâdetlerine işaret buyurarak:
“–İnsan hep hayır konuşmalı, hayır konuşmayacaksa susmalı” buyurdu. Muâ z (r.a):
“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâ ba mı çekileceğ iz?” diye sordu. Bunun ü zerine Rasûlullah
(s.a.v), Muâz’ın dizine vurdu ve ona şunları söyledi:
“–Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden
başka nedir ki? Kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı
söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra
kavuşunuz.” (Hâ kim, IV, 319/7774)
Rasû lullah (s.a.v) şö yle buyurdu:
“Güneş, kıyamet gününde insanlara bir mil mesâfe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”
Hadisin râ vîsi Sü leym şö yle der:
“Allah’a yemin ederim ki, Rasû lullah mil ile yeryü zü ndeki mesafe ö lçü sü nü mü yoksa gö ze sü rme
çekmek için kullanılan mili mi kastetti bilmiyorum.”
Rasû l-i Ekrem:
“–İnsanlar, işledikleri kötü amelleri kadar tere batarlar. Onlardan bir kısmı topuklarına, bir kısmı
dizlerine, bazıları kuşak yerlerine kadar ter içinde kalır; bazılarının da ter âdeta ağızlarına gem
vurur” buyurarak eliyle ağ zına işaret etti. (Mü slim, Cennet 62. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyamet 6)
Rasû lullah (s.a.v) birgü n:
“Mü’min diğer mü’min için parçaları birbirini perçinleyen binâ gibidir.” buyurmuş, ardında (bunu
açıklamak için) parmaklarını birbirine kenetlemiştir. (Buhâ rî, Mezâ lim, 5)
Yine, “Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben, cennette şu ikisi gibiyiz” buyurup, işaret ve orta
parmağ ını gö stermiştir. (Buhâ rî, Edeb, 24)
11- HAKKINDA BİLGİ VERMEK İSTEDİĞ İ ŞEYİ YUKARI KALDIRIP GÖ STERİRDİ
Bö ylece bir şeyi hem sö zle ifade etmiş, hem de mü şâ hede edilip gö rü lmesini temin etmiştir. Bu
ise kalplerin daha iyi kavramasını, mes’elenin daha iyi anlaşılmasını sağ lar.
Efendimiz (s.a.v), altın kullanmanın erkeklere haram kılınışını tebliğ ederken parmağ ındaki altın
yü zü ğ ü cemaata gö stermiş:
“–Ben bu yüzüğü takıyor ve kaşını da elimin içine çeviriyordum.” dedikten sonra onu çıkarıp atmış
ve:
“–Vallahî bir daha onu takmayacağım!” buyurmuştur. (Buhâ rî, Eymâ n, 6)
Hz. Ali (r.a) şö yle der:
Rasû lullah (s.a.v) sol eline ipek, sağ eline de altın aldı. Sonra ikisini elleriyle yukarı kaldırdı ve:
“–Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır, kadınlarına ise helâldir” buyurdu. (İbn-i Mâ ce, Libâ s,
19; Ebû Dâ vû d, Libâ s, 11)
Efendimiz (s.a.v), Veda Hutbesi’nin sonunda:
“–Tebliğ ettim mi?” diye sordu. “Evet, tebliğ ettin!” cevabını alınca elini semaya kaldırıp:
“Şâhid ol yâ Rabbî! Şâhid ol yâ Rabbî! Şâhid ol yâ Rabbî!” dedi.
12- SUÂ L SORULMADIĞ I HÂ LDE SÖ ZE BAŞLAYARAK MÜ HİM BİR MES’ELEYİ ANLATIRLARDI
Efendimiz (s.a.v), soruları ve ihtiyaçları, kişinin hâ linden ve sîmâ sından teşhis ederdi. Bu,
hocanın firâ setine bağ lı bir keyfiyettir.
Bu metod, daha sonra ortaya çıkabilecek mes’ele ve şü pheleri baştan bertaraf etmeyi sağ lar.
Huzeyfe (r.a) anlatıyor:
“Rasû lullah (s.a.v) bir hutbe îrâ d ederek o gü nden kıyamete kadar olacak her şeyden bahsetti.
Onu belleyen belledi ve unutan da unuttu. Rasû lullah’ın haber verdiğ i ve fakat unutmuş olduğ um o
şeylerden biri vukua gelince, ö ylesine canlı hatırlıyorum ki, tıpkı, kişinin gö rdü ğ ü bir şahsın yü zü nü ,
o şahıs yokken hatırlamadığ ı halde bilahare karşılaşınca hemen tanıyıvermesi gibi.” (Buharî, Kader
4; Mü slim, Fiten 23; Ebû Dâ vû d, Fiten 1/4240)
Rasû lullah (s.a.v) birgü n şö yle buyurmuşlardı:
“Şeytan sizden birine gelir ve «Şunu kim yarattı?» diye sorar. (Sorularını devam ettirir ve) sonunda
«Rabbini kim yarattı?» diye sorar. İş bu noktaya gelince kişi hemen Allah’a sığınsın ve bu tür
düşüncelerden vazgeçsin.” (Buhâ rî, Bed’ü ’l-halk, 11; Mü slim, Îman, 232; Ebû Dâ vud, Sü nnet: 19,
(4721, 4722).)
İnsan, şeytanın dinini ve aklını bu tü r vesveselerle bozmak istediğ ini bilmeli, bö yle durumlarda
tekbir getirip Allah’ın azametini dü şü nmeli ve başka şeylerle meşgul olarak bu şeytanın ilkâ ettiğ i
dü şü nceleri kesip atmalıdır.
13- MUHATABININ SORUSUNA NE EKSİK NE FAZLA TAM CEVAP VERİRDİ
Bu şekilde dikkatlerin dağ ılmasına mâ ni olurdu. Nevvâ s bin Sem’â n (r.a) şö yle anlatıyor:
Rasû lullah (s.a.v)’in yanında Medine’de bir sene (misafir) kaldım… Efendimiz’e bir defasında
iyilik ve gü nahın ne olduğ unu sorduğ umda şö yle buyurdular:
“−İyilik ahlak güzelliğidir. Günah ise içine sinmeyen ve insanların bilmesini istemediğin
şeydir.” (Mü slim, Birr, 14-15)
Sehl-i mü mtenî: İfadesi kolay fakat becerebilmesi zor…
14- İHTİYACA BİNAEN SORUYA FAZLASIYLA CEVAP VERDİĞ İ DE OLURDU
Allah Rasû lü (s.a.v) îcâ b ettiğ inde şü phe bırakmayacak şekilde etraflı açıklamalarda
bulunmuştur.
Rasû lullah (s.a.v) Ravhâ  denilen yerde bir grupla karşılaştı:
“–Siz kimlersiniz?” diye sordu. Onlar:
“–Biz mü slü manlarız, peki sen kimsin?” dediler. Hz. Peygamber:
“–Ben Allah’ın Rasûlüyüm” buyurdu. Bunun ü zerine içlerinden bir kadın, (kucağ ındaki) kü çü k bir
çocuğ u Peygamber’e doğ ru havaya kaldırarak:
“–Bunun için de hac var mı?” diye sordu. Rasû l-i Ekrem:
“–Evet, ona hac, sana da sevap vardır” buyurdu. (Mü slim, Hac 409, 410, 411)
Rasû lullah (s.a.v), kadına sorduğ undan daha fazla cevap vermiştir.
15- BAZEN MUHATABINI, SORDUĞ U ŞEYDEN DAHA MÜ HİM BİR HUSUSA YÖ NLENDİRİRDİ
Bu şekilde muhâ tabın ufkunu daha ö telere gö tü rmü ş, lü zumsuz şeylerle meşgul olmayı bırakıp
kendisine faydalı şeylere zaman harcamasını tembih etmiştir.
Ashab-ı kiram bazen Peygamber Efendimiz’e bir mevzu hakkında sual sorar, Efendimiz ise
muhtelif sebep ve hikmetlerle onu başka bir istikamete yö nlendirirdi. Mevzuun, sual sorana daha
ziyade fayda sağ layacak yö nlerine temas ederdi. Yâ ni gayeye daha uygun ve faydalı olduğ u için
muhatabın beklemediğ i ve sualiyle talep etmediğ i yö nde cevap verirdi. Buna belâ gatta “uslû b-i
hakîm” denmektedir. Bunun bir misâ lini şu hâ disede gö rmekteyiz:
Ashab-ı kirâ m:
“−Ey Allah’ın Rasû lü , hilâ li gö rü yoruz ip gibi ince doğ uyor, sonra artarak bü yü yor,
yuvarlaklaşıyor, sonra tekrar eksilmeye başlayıp ilk başladığ ı gibi incecik oluyor. Neden bir hâ lde
durmuyor?” diye sormuşlardı.
Cenâ b-ı Hak şu â yet ile cevap verdi:
“Sana hilallerden sorarlar. De ki: «Onlar, insanlar ve hac için vakit ö lçü leridir».” (Bakara, 189)
(Vâ hidî, s. 56)
Sahabenin hilal ile ilgili olarak sorduğ u soru hilalin fizikî yapısı ile ilgili iken â yet-i kerime onun
insan hayatındaki fonksiyonuna dikkat çekti. İnsanların kendilerini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul
olmayıp faydalı şeylere yö nelmesi gerektiğ ine işaret edildi.
Bir kişi Allah Rasû lü (s.a.v)’e gelip:
“−Yâ Rasû lallah! Kıyâ met ne zaman kopacak?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz:
“−Ona ne hazırladın?” diye karşılık verdi. Sahâ bî:
“−Kıyâ met için fazlaca namaz, oruç ve sadaka hazırlayamadım, ancak Allah ve Rasû lü ’nü çok
seviyorum” dedi. Bunun ü zerine Rasû l-i Ekrem Efendimiz:
“−Sen sevdiklerinle beraber olacaksın!” buyurdu. (Buhâ rî, Ashâ bu’n-Nebi, 6)
Rasû l-i Muhterem Efendimiz, bu suali soran sahabisini, Allah Teâ lâ ’nın kimseye bildirmediğ i
kıyâ metin ne zaman kopacağ ı meçhû lü nü aramaktan kurtarıp, kendisine çok daha faydalı olan
â hiret için sâ lih ameller hazırlamaya yö nlendirmiş, dikkatini bu noktaya teksif etmiştir.
Allah Rasû lü -sallâ llahu aleyhi ve sellem- aynı zamanda ü mmetini kö tü insanlarla arkadaşlık
yapmaktan da sakındırmış olmaktadır. İnsan sevdiğ iyle beraber olacağ ına gö re kö tü insanları
arkadaş edinen kimse de onlarla birlikte olacaktır. Dolayısıyla â hirette kö tü bir duruma dü şmek
istemeyen kişi, kö tü lere muhabbet beslememeli ve onlarla beraberlikten sakınmalıdır.
Bir kimse Rasû lullah -sallâ llahu aleyhi ve sellem-’e:
“–Yâ Rasû lallah! İhramlı ne giyebilir?” diye sordu. Â lemlerin Efendisi ona şö yle cevap verdi:
“–Gömlek, sarık, don, bornoz, keza vers (Yemen safranı) veya zâferanla boyanmış elbise giyemez.
Nalin bulamazsa mest giysin lâkin onları topuklarına kadar kessin.” (Buhâ rî, İlim, 53; Hacc 21;
Cezâ u’s-Sayd 13, 15; Sâ lâ t 9; Mü slim, Hacc 1)
Sorunun cevabı çok uzun ve kapalı olacağ ından, Efendimiz soru soranın işini kolaylaştırmak ve
mevzuyu daha iyi anlamasını sağ lamak için farklı yö nden cevap vermiştir.
Rasû l-i Ekrem Efendimiz’e bir bedevi gelip:
“–Şeref ve şan kazanmak, ö vü lmek, ganimet elde etmek veya gö steriş için çarpışan kimse
hakkında ne buyurursun?” diye sordu.
Başka birisi de:
“–Yâ Rasû lallah! Allah yolunda çarpışmak nedir? Kimi kızarak, kimi hamiyetinden dolayı
çarpışıyor” diye sordu.
Fahr-i Kâ inâ t Efendimiz:
“– Kim yalnızca Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye çarpışırsa işte onunki Allah
yolundadır!” buyurdu. (Buhâ rî, İlim, 45; Mü slim, İmâ re, 149-150)
Mevzuya hâ kim olan hoca, bu metodu kullanarak talebesini daha kolay ve daha gü zel yetiştirir.
Onu lü zumsuz şeylerle meşgul olmaktan kurtarır ve hedefe, yorulmadan ulaşmasını sağ lar.
16- BAZEN KENDİSİNE YÖ NELTİLEN SORUYU TEKRARLATIRDI
Kur’â n-ı Kerim’de pek çok â yet tekrarlanır.
Mü rselâ t sû resinde: “O gü n yalanlayanların vay hâ line!” â yeti on defa tekrar edilmektedir.
Rahman sû resinde: “O hâ lde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilir siniz?” â yeti otuz
bir defa tekrarlanmaktadır.
Hz. Â dem’e İblis’in secde etmemesi birçok defa takrar edilir. Aynı hâ dise farklı yö nlerine vurgu
yapılarak, siyak ve sibak itibariyle farklı mâ nâ lar yü klenerek nakledilir. O hâ dise birçok vakıalarda
tedâ î hâ linde olur ve zihne devamlı telkinde bulunur.
Allah Rasû lü (s.a.v), muhâ tabın bilgisini artırmak, verdiğ i cevaba ilâ vede bulunmak, verdiğ i
cevabı açıklamak ve dikkatleri çekmek için de bu metoda mü racaat ederdi.
Rasû lullah (s.a.v) ashâ b arasında ayağ a kalktı ve “Allah yolunda cihad ve Allah’a iman etmek
amellerin en faziletlisidir” diye hatırlattı. Bunun ü zerine bir kişi ayağ a kalkıp:
“–Yâ Rasû lallah! Şayet Allah yolunda ö ldü rü lü rsem, bu benim gü nahlarıma kefâ ret olur mu?”
diye sordu. Rasû lullah (s.a.v) ona:
“–Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana
karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur” buyurdu. Sonra Rasû lullah (s.a.v):
“–Nasıl demiştin?” diye sordu. Sahâ bî:
“–Şayet ben Allah yolunda ö ldü rü lü rsem gü nahlarıma kefâ ret olur mu?” diye sö zü nü tekrarladı.
Rasû lullah (s.a.v) ona:
“–Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah’tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana
karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır.
Bunu bana Cibrîl söyledi” buyurdu. (Mü slim, İmâ re 117. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâ d 32)
17- MUHATABIN ALDIĞ I CEVABI TEKRAR ETMESİNİ İSTERDİ
Bö ylece Efendimiz’in verdiğ i cevap iyice yerleşir, unutulmaz ve yanlış anlamaların ö nü ne
geçilmiş olurdu.
18- MUHÂ TABI İMTİHAN EDER, DOĞ RU CEVAP VERDİĞ İNDE ONU TAKDİR EDERDİ
İmam Mâ lik’in babası bu metodu tatbik etmiştir. Her hadis ezberlediğ inde ona mü kâ fat vermiş,
bir mü ddet sonra İmâ m Mâ lik o hâ le gelmiş ki babası mü kâ fâ t vermese bile seve seve hadis
ezberlemeye devam etmiştir.
Takdir muhâ tabın şevk ve gayretini artırır.
Ü beyy bin Ka’b (r.a) şö yle anlatmaktadır: Rasû lullah (s.a.v) bir gü n bana:
“−Ey Ebü’l-Münzir! Allah’ın Kitabı’ndan ezberinde olan hangi âyet daha büyüktür?” diye sordu.
Ben:
“−Allah ve Rasû lü daha iyi bilir” dedim. Efendimiz tekrar:
“−Ey Ebu’l-Münzir! Allah’ın Kitabı’ndan ezberinde olan hangi âyet daha büyüktür, biliyor
musun?” deyince, ben bunun:
“Allah O’dur ki, kendisinden başka ilah yoktur. O’nu ne uyuklama ne de uyku tutar. O
Hayy (dâ imî bir hayat sahibi), Kayyû m (bü tü n mevcû dâ t kendisiyle kâ im) olandır.’ (Bakara, 255)
â yeti (yani Â yetü ’l-Kü rsî) olduğ unu sö yledim. Bunun ü zerine Allah Rasû lü (s.a.v) gö ğ sü me eliyle
dokunarak:
“−İlim sana mübârek olsun, ey Ebü’l-Münzir!” buyurdu. (Mü slim, Mü sâ firîn, 258)
Allah Rasû lü (s.a.v), bir gü n sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaate dö nü p:
“−Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir:
“−Ben giderim yâ Rasû lallah” dedi. Efendimiz sustu, ona cevap vermedi.
“−Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye tekrar sordu. Bu kez Hz. Ö mer kalkıp:
“−Ben giderim yâ Rasû lallah” dedi. Peygamberimiz yine sustu, ona da cevap vermedi. Sonra:
“−Ey Muhâcir ve Ensâr! Yemen’e hanginiz gider?” diye ü çü ncü kez sorunca, bu kez de Muaz bin
Cebel (r.a) kalkıp:
“−Ben giderim yâ Rasû lallah!” dedi. Allah Rasû lü (s.a.v):
“−Ey Muaz, bu vazife senindir!” dedi. Sonra Bilâ l’e dö nü p:
“−Ey Bilal! Bana sarığımı getir.” buyurdu. Sarık getirilince, onu Muaz’ın başına sardı ve:
“−Sana bir dâva geldiğinde nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu. Muaz (r.a):
“−Allah’ın Kitâ bı’na gö re hü kü m veririm” dedi. Efendimiz (s.a.v):
“−Eğer Allah’ın Kitâbı’nda aradığın hükmü bulamazsan neye göre hüküm verirsin?” diye sordu.
Muaz:
“−Rasû lullah’ın o husû staki sü nnetine gö re hü kü m veririm” dedi. Efendimiz:
“−Eğer Allah’ın Rasûlü’nün sünnetinde de bir hüküm bulamazsan ne yaparsın?” diye sorunca Muaz
(r.a):
“−O zaman ben de kendi içtihadımla hü kü m veririm” dedi. Bunun ü zerine Allah Rasû lü (s.a.v),
elini Muaz bin Cebel’in gö ğ sü ne koyarak:
“−Rasûlü’nün elçisini, Rasûlü’nün hoşnut olacağı şeye muvaffak kılan Allah’a hamd
olsun.” buyurdu. (Ahmed, V, 230; İbn-i Sa’d, III, 584; Diyarbekrî, II, 142)
19- KÂ BİLİYETLERİ KEŞFEDİP GELİŞTİRİRDİ
Bazen ashâ bını geliştirmek için kendisine tevcih edilen sualin cevabını onlara havâ le ederdi.
İbn-i Abbas (r.a) anlatıyor: “Bir adam Rasû lullah (s.a.v)’e gelerek şu rü yayı anlattı:
Bu gece rü yamda buluta benzer bir şey gö rdü m, ondan yağ ve bal yağ ıyordu. İnsanlar da ellerini
açıp bu yağ murdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen de. Derken arzdan
semaya kadar uzanan bir ip gö rdü m. Siz o ipe yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutundu ve o
da çıktı. Sonra bir diğ eri yü kseldi, sonra bir diğ eri daha ipe tutundu, lâ kin ip koptu. Ancak onun için
ipi eklediler, o da yü kseldi.
Hz. Ebu Bekir (r.a) atılarak:
«–Ey Allah’ın Rasû lü , Annem babam sana kurban olsun, mü sâ ade buyursanız ben tâ bir edeyim!»
dedi. Rasû lullah da:
«–Pekala, tâbir et!» buyurdu. Hz. Ebu Bekir şunları sö yledi:
«–O bulutumsu gö lgelik, İslâ m bulutudur. Ondan yağ an bal ve yağ Kur’â n’dır. Kur’â n’ın (bal gibi)
halâ veti ve (yağ gibi) yumuşaklığ ıdır. Bundan bazı insanların az, bazılarının da çok alması,
Kur’â n’dan kiminin çok, kiminin az istifade etmesidir. Arzdan semaya inen ip ise, senin getirdiğ in
hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni yü celtecektir. Senden sonra bir adam daha
ona yapışacak ve onunla yü celecek, ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yü celecek. Ondan sonra
biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip bağ lanır, o da yapışıp yü kselir. Ey Allah’ın
Rasû lü , annem babam sana fedâ olsun, doğ ru te’vil edip etmediğ imi haber ver!»
Rasû lullah (s.a.v):
«–Bazı te’vilinde isabet ettin, bazı te’vilinde de hata ettin» buyurdu.” (Buharî, Ta’bir 11, 47;
Mü slim, Rü ’ya 17; Tirmizî, Rü ’ya 10/2294; Ebu Dâ vud, Sü nnet, 9/4632; İbn-i Mâ ce, Rü ’ya, 10)
Ukbe bin  mir (r.a) anlatıyor:
İki kişi gelip dâ vâ larını Peygamberimize arzettiler. Efendimiz bana:
“−Kalk ey Ukbe! İkisi arasında hüküm ver!” buyurdu. Ben:
“−Yâ Rasû lallah! Siz buna benden daha layıksınız” dedim.
Allah Rasû lü (s.a.v):
“−Öyle olsa da ikisi arasında sen hüküm ver. Bütün çabanı sarfederek doğru karar verdiğinde on
sevap, bütün çabanı sarfederek karar verip yanıldığında ise bir sevap vardır.” buyurdu. (Ahmed, IV,
205)
Sorunun cevabını bilen bir talebeye havale etmek, hem dersi canlandırır hem de ö ğ renmeye
teşvik mahiyetinde olur.
Enes (r.a)’dan:
Peygamber (s.a.v) bir bedevinin yanından geçti. O namazında şö yle dua ediyordu:
“Ey gö zlerin gö remediğ i, zanların karışamadığ ı, vasfedenlerin anlatamadığ ı, hâ diselerin
değ iştiremediğ i, belâ lardan korkmayan! Ey dağ ların ağ ırlığ ını, denizlerin ö lçü sü nü , yağ mur
damlalarının ve ağ aç yapraklarının sayısını bilen! Ey gecenin ö rttü ğ ü , gü ndü zü n aydınlattığ ı
eşyanın sayısını bilen! Ey semâ nın ö tesindeki semâ ları, yerin ö tesindeki yerleri, denizlerin
diplerindeki ve dağ ların kö klerindeki valıkları bilen Allah’ım! Ö mrü mü n en hayırlı kısmını son
kısmı, amelimin en hayırlı kısmını neticeleri kıl! En hayırlı gü nü mü de sana kavuşacağ ım gü n kıl!”
Allah Rasû lü bir kimseyi vazifelendirip dedi ki:
“–Namazını bitirince bu kimseyi bana getir!”
Namazı kılınca geldi. Efendimiz ona, kendisine hediye edilmiş olan bir altını vererek sordu:
“–Sen kimlerdensin?”
“–Â mir bin Sa’saa oğ ullarındanım yâ Rasû lallah!”
“–Sana bu altını neden verdim biliyor musun?”
“–Aramızda akrabalık olduğ u için ey Allah’ın Rasû lü !”
“–Evet akrabalığın da bir hakkı vardır fakat ben bunu sana sırf Allah’a karşı güzel bir senâda
bulunduğun için verdim” buyurdu. (Heysemî, X, 157-158)
Rasû lullah (s.a.v) şö yle buyurmuştur:
“Bir kimse bazen benden birşey ister de onu yerine getirmeyi geciktiririm ki siz ona şefaat ederek
ihtiyacının karşılanmasına yardımcı olasınız da ecir kazanasınız.
Muhtâcın ihtiyâcını karşılamak üzere şefaatçi olun ki ecir kazanasınız.” (Nesâ î, Zekâ t, 65)
20- HUZURUNDA VUKÛ BULAN BİR HÂ DİSE KARŞISINDA SÜ KÛ TU TERCİH EDERDİ (İKRÂ R)
Bazı mes’eleleri lü zû muna gö re muhâ tabın anlayışına bırakmıştır.
İkrâ r, Hz. Peygamber’in, huzurunda sö ylenen bir sö zü veya yapılan bir fiili, bir hareketi veyahut
gıyabında sö ylenen ve yapılan sö z ve hareketleri işittikten sonra, onları reddetmeksizin sü kû t
etmesidir. Bu sü kû t, sö ylenen sö zlerin, yapılan işlerin mubah ve caiz olduğ unu gö sterir. Çü nkü
peygamberin bâ tıl ve İslâ m’ın kabul etmediğ i şey karşısında sessiz kalması dü şü nü lemez.
Bu mevzuya, Rasû lullah (s.a.v)’in bulû ğ çağ ına yaklaşmış çocukların Mescidde kısa mızraklarla
oyun oynamalarına ses çıkarmaması misal verilebilir.
Aynı şekilde, Hz. Peygamber’in, su bulunmadığ ı için teyemmü mle namaz kılıp, namazını eda
ettikten sonra su bulunduğ u halde namazını iade etmeyen kimsenin bu hareketine ses çıkarmaması
da misal verilebilir. Peygamberin bu hareketleri karşısında ses çıkarmaması onları tasvib ettiğ i
anlamına gelmektedir.
Vehb bin Abdullah (r.a) şö yle der:
Rasû lullah (s.a.v), Hazret-i Selmâ n ile Ebu’d-Derdâ  (r.a)’ı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selmâ n,
Ebu’d-Derdâ ’yı ziyâ ret ederdi. Bir ziyâ ret esnasında onun hanımı Ü mmü ’d-Derdâ ’yı oldukça eskimiş
elbiseler içinde gö rdü . Ona:
“–Bu halin ne?” diye sorunca, kadın:
“–Kardeşin Ebu’d-Derdâ dü nya malı ve zevklerine ö nem vermez.” dedi. O esnâ da Ebu’d-Derdâ
eve geldi ve hazırlattığ ı yemeğ i Selmâ n’a ikram edip:
“–Buyurun, yemeğ inizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selmâ n:
“–Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun ü zerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup
yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccü d namazı kılmaya hazırlandı. Selmâ n ona:
“–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu. Bir mü ddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmâ n yine:
“–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğ ru Selmâ n:
“–Şimdi kalk!” dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selmâ n, Ebu’d-Derdâ ’ya şö yle dedi:
“–Senin ü zerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, â ilenin hakkı vardır. Her hak
sahibine hakkını ver.”
Ebu’d-Derdâ (r.a), Hz. Peygamber (s.a.v)’e gidip olup biteni anlattı. Fahr-i Kâ inâ t Efendimiz:
“–Selmân doğru söylemiş.” buyurdu. (Buhâ rî, Savm 51, Edeb 86)
Burada da Rasû lullah’ın, Selmâ n’ın sö ylediklerine dair bir takriri sö z konusudur.

21- ZUHÛ R EDEN İMKÂ N VE FIRSATLARI EĞ İTİM İÇİN DEĞ ERLENDİRİRDİ


Hz. Peygamber (s.a.v) bu şekilde gayret ve şevkleri artırmıştır.
Rasû lullah (s.a.v) ashâ bına mü him şeyleri iyice ö ğ retebilmek için her fırsatı değ erlendirmiş,
onların zihinlerine İslâ m’ın gü zelliklerini iyice yerleştirmiştir.
Berâ  (r.a) anlatıyor:
“Biz Rasû lullah Efendimiz (s.a.v) ile bir cenâ ze teşyîinde bulunmuştuk. Efendimiz (s.a.v), kabrin
kenarına oturup ağ ladılar, ö yle ki gö zyaşlarıyla toprak ıslandı. Sonra da:
«–Kardeşlerim! İşte asıl böylesine mühim bir yer için hazırlık yapın!» buyurdular.” (İbn-i Mâ ce,
Zü hd, 19)
Ö mer bin Hattâ b (r.a) şö yle anlatır:
Bir keresinde Allah Rasû lü ’ne bir grup esir getirdiler. İçlerinde (ayrı dü ştü ğ ü ) çocuğ una duyduğ u
hasretten dolayı rastladığ ı her çocuğ u kucaklayan, gö ğ sü ne bastırıp emziren bir kadın da vardı.
Efendimiz çevresindekilere (o kadını işaretle):
“−Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu.
“−Aslâ , atmaz” dedik. Bunun ü zerine Şefkat Peygamberi Efendimiz:
“−İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha merhametlidir.” buyurdu.
(Buhâ rî, Edeb, 18; Mü slim, Tevbe, 22)
İnsanları duygulandıran bu manzara, bakışı ibret olan Efendimiz’e Allah’ın kullarına olan şefkâ t
ve merhametini hatırlatmıştı. Bunu gü zel bir fırsat bilerek, Allah’ın merhameti gibi mü cerret bir
mevzû u ashâ bına canlı bir şekilde ö ğ retmiş oldu.
Bu hadiste, duyularla idrâ k edilen bir şey, duyularla idrâ k edilemeyen bir konuya misâ l olarak
verilmiştir. Her ne kadar Allah’ın rahmetinin hakîkati idrak edilemese de, burada ö ğ retilmek
istenen şeyin doğ ru bir şekilde anlaşılması murâ d edilmiştir. Allah Rasû lü (s.a.v), bu misalle Allah’ın
şefkâ t ve merhametini idraklere yaklaştırmış olmaktadır.
Başka bir gü n Rasû lullah (s.a.v), Ebû Hü reyre’yi ağ aç dikerken gö rmü ştü :
“−Ebû Hüreyre ne dikiyorsun?” diye sordu. O da:
“−Kendim için bir fidan dikiyorum” cevabını verdi. O zaman Allah Rasû lü (s.a.v):
“−Sana bundan daha hayırlı bir fidanı haber vereyim mi?” diye sordu. Ebû Hü reyre:
“−Evet yâ Rasû lallah” diyerek ne buyuracağ ını merakla beklemeye başladı. Peygamber -
aleyhisselâ m-:
“−«Sübhânallahi ve’l-hamdü lillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber» de! Bu sözlerin her birine
karşılık cennette sana bir ağaç dikilir.” buyurdu. (İbn-i Mâ ce, Edeb, 56)
Ashâ bını devamlı ağ aç dikmeye teşvik eden Rasû l-i Ekrem Efendimiz, bu alışkanlığ ı kazanmış
olan Ebû Hü reyre hazretlerine ilâ ve bir amel daha bildirmiş ve onun mâ nen terakkî ederek daha
fazîletli bir kimse olmasını istemiştir. Bunu yaparken de, meşgul olduğ u şeye teşbihte bulunarak,
mü cerred mefhumların anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Efendimiz (s.a.v) aynı zamanda, bir insanın
kıyâ mette en çok muhtaç olacağ ı sevâ bı nasıl elde edebileceğ ini ö ğ retmiş ve zikrin en
fazîletlilerinden birine dikkat çekmiştir.

22- LATİFE VE ŞAKA YOLUYLA Ö Ğ RETTİĞ İ ŞEYLER DE OLURDU


Rasû lullah (s.a.v), lâ tîfe ve şakanın muhâ tabın rû hunu okşayıcı mâ hiyette olmasına îtinâ
gö stermiştir.
Allah Rasû lü (s.a.v) bazı zamanlar ashâ bıyla şakalaşır, onlara lâ tîfe yapardı. Ancak O bu
lâ tîfelerinde dahi doğ ru sö zden başkasını sö ylemezdi.
Enes (r.a) der ki: Rasû lullah (s.a.v) ahlâ k bakımından insanların en gü zeli idi. Benim Ebû Umeyr
adında sü tten kesilmiş bir kardeşim vardı. Peygamberimiz bize geldiğ inde:
“−Ey Ebû Umeyr! Ne yaptı Nuğayr!” derdi.
Nuğ ayr, kardeşimin oynayıp durduğ u bir kuş idi. Bazen Efendimiz (s.a.v) bizdeyken namaz vakti
gelirdi. O hemen altındaki yaygının sü pü rü lü p ü zerine su serpilmesini emrederdi. Sonra namaza
durur, biz de arkasında saf bağ lardık ve bize namaz kıldırırdı.[4] (Buhâ rî, Edeb, 112)
Hoş lâ tîfeler insanı rahatlatır, yoğ unluğ un verdiğ i ağ ırlıktan uzaklaştırır. Ayrıca insan, gü ler
yü zlü ve mü tebessim iken asık suratlı olduğ u zamanlardakinden daha çok ve kolay ö ğ renir. Sü rekli
ciddî durmak zihni yorar, fikri durgunlaştırır. Zaman zaman yapılan hoş ve faydalı mizah, insanı
tekrar dinçleştirir ve dikkatini toplar.
Efendimiz’in, içine hiçbir zaman yalan karışmayan ve incitici olmayan gü zel, nezih ve ö ğ retici
şakalarından bir kaçını şö yle zikredebiliriz:
Safça bir adam bir gü n Rasû lullah’tan binmek için bir hayvan istemişti. Efendimiz (s.a.v):
“−Peki, seni bir dişi deve yavrusuna bindirelim.” buyurdu. Adam ise hayretle:
“−Yâ Rasû lallah! Ben dişi deve yavrusunu ne yapayım, o beni nasıl taşır!” diyerek şaşkınlığ ını
ifâ de edince Lâ tifler Lâ tifi Efendimiz:
“−Devenin küçüğü de büyüğü de muhakkak bir dişi deveden doğmamış mıdır?” diye latîfede
bulundu. (Tirmizî, Birr, 57)
Bu hâ diseden şu dersi çıkarabiliriz:
Bir sö z duyunca ö nce bir dü şü nmeli, hemen reddetme yoluna gitmemelidir. Bu, hakikaten
mü him bir ahlâ ktır. Talebe bunu kendisine dü stur edindiğ inde muvaffak olur.
Şaka doğ ru olmalıdır, kesinlikle yalan sö ylenmemelidir.
İnsan zihni ince mâ nâ ları anlamaya yö nlendirilmelidir.
Bir defâ sında ihtiyar bir kadın Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“−Yâ Rasû lallah! Cennete girmem için Allah’a dua et!” dedi. Efendimiz (s.a.v):
“−Cennete yaşlı kadınlar giremez!” buyurdu. Verilen cevabın nü ktesini anlayamayan kadıncağ ız
ü zü ldü ve ağ lamaya başladı. Bunun ü zerine  lemlere Rahmet Efendimiz durumu ona şö yle îzah etti:
“−Yaşlı kadınlar cennete o hâlleriyle değil, genç ve güzel olarak girerler. Zîra Allah Teâlâ Kur’ân-ı
Kerîm’de; «Biz (cennete giren kadınları) defterleri sağ dan verilenler için yeniden yaratmışızdır;
onları eşlerine dü şkü n ve yaşıt bâ kireler kılmışızdır.» (el-Vâ kıa 56/35-38) buyuruyor.” (Heysemî, X,
419; Tirmizî, Şemâil, s. 91-92)
23- Ö Ğ RETTİĞ İ HUSUSU BAZEN YEMİNLE TEKİT EDERDİ
Bunu ifâ denin gü ç kazanması ve mes’elenin ehemmiyetini gö stermek için yapardı. Bu metodla
aynı zamanda dikkatleri de sö yleyeceğ i sö ze çekmiş olurdu.
Ebû  Hü reyre (r.a)’den rivâ yet edildiğ ine gö re Peygamber -aleyhisselâ m-:
“–Vallahi imân etmiş olmaz. Vallahi imân etmiş olmaz. Vallahi imân etmiş olmaz!” buyurdu.
Sahâ bîler:
“–Kim imâ n etmiş olmaz, yâ Rasû lallah?” diye sordular. Efendimiz:
“–Yapacağı fenalıklardan komşusu emniyette içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhâ rî, Edeb 29;
Mü slim, Îmâ n 73; Tirmizî, Kıyâ met 60)
Rasû lullah (s.a.v) bir defasında şö yle buyurdular:
“Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allah’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının
bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallahi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan
bazı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha
fazladır. Allah Teâla hazretleri, Ehl-i Kitab’ın evlerine izinsiz girmenizi helal kılmamıştır. Kadınlarını
dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helal kılmamıştır.”  (Ebû
Dâ vû d, Harâ c 31-33/3050)
Rasû lullah (s.a.v) şö yle buyurmuştur:
“Ben sizin görmediğinizi görürüm ve sizin işitmediğinizi işitirim. Semâ çatırdamaktadır. Onun
çatırdaması da hakkıdır. Zira dört parmaklık bir boşluk yoktur ki, orada muhakkak Allah’a secde
etmek için alnını yere koymuş bir melek olmasın. Vallâhi siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok
ağlardınız. Zevcelerinizle meşgul olamaz, yollara dökülür, çöllere düşer, yüksek sesle Allah’tan yardım
isterdiniz.”
Hadîsin râ vîsi Ebû Zer der ki:
“Kesilen bir ağ aç olmayı ne kadar isterdim!” (Tirmizî, Zü hd, 9/2312)
24- EHEMMİYETİNE BİNAEN SÖ ZÜ NÜ Ü Ç KERE TEKRAR EDERDİ
Telkîne devâ m etmek bilgiyi ve mevzuyu perçinleştirir. Zikirdeki adet, zikrin kalpte daha gü çlü
yerleşmesine vesîle olur. Fâ tiha Sû resi’nin her rekâ tta tekrar edilmesinin sebeplerinden biri de -
Allahu a’lem- budur.
Bir gü n Rasû lullah (s.a.v):
“–Yalan yeminiyle müslüman bir kişinin hakkını alan kimseye Allah -celle celâlühû- cenneti haram
eder ve cehennemi farz kılar.” buyurmuştu.
“–Az bir şey olsa da mı ya Rasû lallah?” diye sordular. Rasû lullah (s.a.v):
“–Erak ağacından bir çubuk da olsa!” buyurdu ve bu sö zü nü  ü ç defa tekrarladı. (Mü slim, Îman,
218; Muvatta’, Akdiye, 11)
Enes (r.a) şö yle anlatır:
Vefatı esnâ sında Peygamber Efendimiz’in yanındaydık. Bize ü ç defâ :
“–Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!” buyurdu ve sö zlerine şö yle devam etti:
“–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkunuz, iki zayıf hakkında Allah’tan korkunuz:
Onlar dul kadın ve yetim çocuktur. Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!..”
Rasû lullah (s.a.v) daha sonra, “Namaz, namaz…” diye tekrar etmeye başladı. (Mü bâ rek lisanı
sö yleyemez olunca bile) rû h-i pâ ki Refîk-i A’lâ ya yü kselinceye kadar bunu içten içe tekrar edip
durdu. (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Rasû lullah (s.a.v) şö yle buyurdu:
“…Dikkat edin! Cennete götüren ameller, sarp ve engebeli bir yol gibi meşakkatlidir. (Efendimiz
[s.a.v] bu sö zü ü ç defâ tekrarladı.) Cehenneme götüren ameller ise, düz ve pürüzsüz bir yol gibi
kolaydır…” (Ahmed, I, 327)
Rasû lullah (s.a.v) kavmini İslâ m’a davet etti ve bunu da o kadar tekrarladı ve ısrarla yaptı ki ileri
gelen mü şrikler:
“–Ey Muhammed, senin yanında bir melek gö nderilse, insanlara senin peygamber olarak
gö nderildiğ ini sö ylese ve seninle birlikte gö rü nse ya!” dediler.
Bunun ü zerine Allah Tealâ bu â yet-i kerimeleri indirdi:
“Muhammed’e (gö rebileceğ imiz) bir melek indirilseydi ya! dediler. Eğ er biz ö yle bir melek
indirseydik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine gö z bile açtırılmazdı. Eğ er peygamberi bir
melek kılsaydık muhakkak ki onu insan sû retine sokar onları yine dü şmekte oldukları şü pheye
dü şü rü rdü k.” (En’â m, 8-9) (İbn Hişâ m, Sîretü’n-Nebî, I, 423)
25- MESELENİN EHEMMİYETİNİ GÖ STERMEK İÇİN OTURUŞUNU ve DURUŞUNU DEĞ İŞTİRİRDİ
Bö ylece mes’elenin zihinlerde perçinleşmesi için ashâ bının dikkatini çekerdi. Nü fey bin
Hâ ris (r.a) şö yle rivayet eder:
Rasû lullah (s.a.v) bir gü n:
“–Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?” diye ü ç defa sordu. Biz de:
“–Evet, yâ Rasû lallah.” dedik. Rasû l-i Ekrem Efendimiz:
“–Allah’a şirk koşmak, ana babaya itaatsizlik etmek!” buyurduktan sonra, yaslandığ ı yerden
doğ rulup oturdu ve “İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!” buyurdu. Bu sö zü
o kadar çok tekrar etti ki daha fazla ü zü lmesini istemediğ imiz için, keşke sü kû t buyursalar da
yorulmasalar, diye arzu ettik. (Buhâ rî, Şehâ dâ t 10, Edeb 6, İsti’zâ n 35, İstitâ be 1; Mü slim, Îmâ n 143)
26- BAZEN CEVABI TEHİR EDEREK TEKRAR TEKRAR SESLENİRDİ
Bö ylece dikkatleri teksîf eder, anlattığ ı şeyin iyice kavranmasını temin ederdi.
Muâ z bin Cebel (r.a) anlatıyor:
Hz. Peygamber (s.a.v)’in terkisinde idim. Aramızda semerin arka çıkıntısından başka bir şey
yoktu. Rasû lullah (s.a.v):
“–Ey Muâz!” buyurdu.
“–Buyurun yâ Rasû lallah! Emrinize â mâ deyim” dedim. Biraz gitti ve tekrar:
“–Ey Muâz!” diye seslendi. Ben de:
“–Buyurun yâ Rasû lallah! Emrinize â mâ deyim” dedim. Biraz gitti ve yine:
“–Ey Muâz!” buyurdu.
“–Buyurun yâ Rasû lallah! Emrinize â mâ deyim” dedim. Sonra:
“–Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” buyurdu. Ben:
“–Allah ve Rasû lü daha iyi bilir” dedim.
“–Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na ibâdet etmeleri ve kendisine hiçbir şeyi ortak
koşmamalarıdır” buyurdu.
Bir mü ddet ilerledikten sonra tekrar:
“–Ey Muâz bin Cebel!” diye seslendi. Ben de:
“–Buyurun yâ Rasû lallah! Emrinize â mâ deyim” dedim. Efendimiz:
“–Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir, biliyor musun?” diye sordu. Ben:
“–Allah ve Rasû lü daha iyi bilir” dedim. Bunun ü zerine Allah Rasû lü (s.a.v):
“–Kulların Allah üzerindeki hakkı onlara azâb etmemesidir” buyurdu. (Buhâ rî, Libâ s, 101)
27- SÖ ZLERİNİN KALICI OLMASI İÇİN MUHÂ TABIN OMZUNU VEYA ELİNİ TUTARDI
Efendimiz (s.a.v), ashâ bıyla samîmiyet kurmuş ve mevzû u iltifatla takviye ederek anlatmıştır.
Allah Rasû lü ’nden bu iltifat ve samimiyeti gö ren kişi daha çok dikkat kesilir, sö ylenene ehemmiyet
verir ve duyduğ u şeyi bir daha unutmazdı.
Abdullah bin Mes’ud (r.a) anlatıyor:
“Nebiyy-i Muhterem (s.a.v), ellerim onun avuçları arasında olduğ u halde, Kur’â n’dan bir sû re
ö ğ retir gibi bana teşehhü dü (Tahiyyat duâ sını) ö ğ retti.” (Buhâ rî, İstîzâ n, 28)
Abdullah bin Ö mer (r.a) diyor ki: Peygamber Efendimiz bir gü n omzumdan tutarak bana:
“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol. Kendini kabir ehlinden say!” buyurdu. (Buhâ rî,
Rikâ k, 3)
Bu rivayetlerden, muallimin, daha zeki olan veya ileride kendisinden hayır ü mid ettiğ i, başarılı
ve bü yü k bir şahsiyet olacağ ını dü şü ndü ğ ü talebeyle hususî bir şekilde ilgilenmesinin iyi olacağ ı
anlaşılmaktadır.
Ebû Hü reyre (r.a) şö yle anlatır:
Bir gü n Rasû lullah (s.a.v) ashâ bına:
“–Şu kelimeleri kim benden alıp onlarla amel edecek veya onlarla amel edecek kişilere
öğretecek?” buyurdu. Ben hemen atılıp:
“–Ben, ey Allah’ın Rasû lü !” dedim. Rasû lullah (s.a.v) elimden tuttu ve şu beş şeyi saydı:
“Haramlardan sakınırsan, Allah’ın en âbid kulu olursun.
Allah’ın sana olan taksîmâtına rızâ gösterirsen, insanların en zengini olursun.
Komşuna ihsanda bulun (güzel muâmele et) ki, (kâmil bir) mü’min olasın.
Kendin için istediğini başkaları için de iste ki, (kâmil bir) müslüman olasın.
Fazla gülme! Çünkü fazla gülmek kalbi öldürür.” (Tirmizî, Zü hd, 2/2305; İbn-i Mâ ce, Zü hd, 24)
28- Ö NCE VECİZ BİR ŞEKİLDE SÖ YLER SONRA TAFSİLAT VERİRDİ
Bu usû l, mevzû un hafızalarda daha iyi yer etmesini veya ezberlenmesini sağ lar. Ö nce dikkatler
teksîf edilerek muhâ taplar teferruata hazır hâ le getirilir.
Bu metodla muhâ tab soru sormaya teşvik edilmiş olur. Bö ylece anlatılan husus muhatapların
gö nlü nde daha tesirli olur ve iyice anlaşılıp yerleşir.
Rasû lullah (s.a.v)’in yanından bir cenâ ze geçmişti. Efendimiz:
“–Rahata ermiş ve kendisinden rahata erilmiş” buyurdular.
Ashâ b-ı kiram merakla sordular:
“–Yâ Rasû lallah! Bu «rahata ermiş ve kendisinden rahata erilmiş»in mâ nâ sı nedir?”
Fahr-i Kâ inâ t (s.a.v) Efendimiz şö yle îzâ h ettiler:
“–Mü’min kul dünyanın yorgunluğundan, meşakkat ve çilelerinden kurtulup Allah’ın rahmetine nâil
olarak rahata erer. Fâcir kuldan ise, insanlar, memleketler, ağaçlar ve hayvanlar kurtulup rahata
kavuşurlar.” (Mü slim, Cenâ iz, 61)
Bir sahâ bî Rasû lullah -sallâ llahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Yâ Rasû lallah! Hangi amel Allah katında daha sevimlidir?” diye sordu. Habîb-i Ekrem
Efendimiz:
“–Hâl ve mürtehil(in ameli).” cevâ bını verdi. Sahâ bî:
“–Peki hâ l ve mü rtehil kimdir?” diye sorunca Efendimiz:
“–Kur’ân’ı başından sonuna kadar okuyan ve her bitirdiğinde hemen başa dönüp yeniden
başlayandır” buyurdu. (Tirmizî, Kırâ â t, 11/2948)
Hatim dualarında İhlâ s, Felâ k ve Nâ s sû relerinden sonra Fâ tiha ve Bakara sû resinin ilk beş
â yetinin okunması, bu sü nnete binaendir.
Rasû lullah (s.a.v):
“–Her sorhoşluk verici şey haramdır. Allah -azze ve celle-’nin, sarhoşluk verici şey içene «Tînetü’l-
Habâl» içireceğine dâir ahdi vardır” buyurdu.
Oradakiler:
“–Ey Allah’ın Rasû lü , «Tînetü ’l-Habâ l» nedir?” diye sordular.
Rasû lullah (s.a.v):
“–Cehennem ehlinin teridir veya cehennem ehlinin usâresidir (kan ve irinidir)” buyurdu. (Mü slim,
Eşribe, 72; Ebû Dâ vû d, Eşribe, 5)
Bir defâ sında Rasû lullah (s.a.v), ehl-i zikrin fazîletini beyâ n sadedinde:
“–Müferridler öne geçti” buyurmuşlardı. Sahâ bîler:
“–Mü ferridler ne demektir, yâ Rasû lallah?” diye sordular.
Rasû l-i Ekrem Efendimiz de:
“–Allah’ı çok zikreden erkeklerle kadınlardır” buyurdu. (Mü slim, Zikir 4. Ayrıca bkz. Tirmizî,
Deavâ t, 128/3596)
Diğ er rivâ yette ise şu ilâ ve vardır:
“–Müferridler Allah’ı zikretmeye düşkün olan kimselerdir. Zikir onların sırtlarındaki günah
yüklerini indirdiği için kıyamet günü hafiflemiş olarak gelirler.” (Tirmizî, Deavâ t, 128/3596)
29- BAZEN KONUYU MADDELEŞTİRİRDİ
Bu metod dinleyen kişinin daha iyi ezberlemesini ve ö ğ renmesini sağ lar.
Hz. Peygamber (s.a.v) bir kişiye ö ğ ü t verirken ona şö yle buyurdular:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyi ganimet bil! İhtiyarlığından evvel gençliğini, hastalığından evvel
sıhhatini, fakirliğinden evvel zenginliğini, meşguliyetlerinden evvel boş vakitlerini ve vefâtından evvel
hayatını.” (Hâ kim, IV, 341/7846)
Peygamber (s.a.v) şö yle buyurmuşlardır:
“Kadın dört sebepten biri için alınır: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen (diğerlerini geç), dindar
olanı seç. (Aksi halde) sıkıntıya düşersin.” (Buhâ rî, Nikâ h 15, Mü slim, Radâ 53)

30- VAAZ VE NASİHAT EDERDİ


Muhataba pırlanta kelimelerle hitab etmek icab eder.
Kelimeler kalpten çıkarsa kalbe girer, ağ ızdan çıkarsa kulağ a gider.
Hz. Peygamber’in en mü him ve en başta gelen eğ itim metodlarından birisi de Kur’â n’ın emrine
tâ bî olarak vaaz etmesi ve ö ğ ü t vermesidir:
“Sen ö ğ ü t verip hatırlat. Çü nkü hatırlatmak mü minlere fayda verir.” (Zariyâ t, 55)
“Esâ sen Sen sâ dece bir ö ğ ü t vericisin.” (Ğ â şiye, 21)
Rasû lullah (s.a.v) pek çok şeyi umû mî vaaz ve hutbelerinde ö ğ retmiştir.
Efendimiz (s.a.v), misallerle zenginleştirilmiş sohbet metodunu kullanmıştır.
İrbâ z bin Sâ riye radıyallahu anh şö yle anlatır:
“Rasû lullah (s.a.v) bize çok tesirli bir ö ğ ü t verdi. Bu ö ğ ü tten dolayı kalpler ü rperdi, gö zler
yaşardı. Bizler:
“–Ey Allah’ın Rasû lü ! Bu ö ğ ü t, sanki ayrılmak ü zere olan birinin ö ğ ü dü ne benziyor, bari bize bir
tavsiyede bulun” dedik. Bunun ü zerine:
“–Size, Allah’a çok saygı duymanızı, başınıza bir Habeşli köle bile emir olsa, onu dinleyip itaat
etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler pek çok ihtilaflar
görecekler. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-yi
Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış
bid’atlardan şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır” buyurdular. (Ebû Dâ vû d,
Sü nnet 5; Tirmizi, İlim 16; İbn-i Mâ ce, Mukaddime 6)
Câ bir radıyallahu anh şö yle dedi:
Rasû lullah (s.a.v) hutbe irad ettiğ i zaman gö zleri kızarır, sesi yü kselir, “Dü şman sabah ve akşam
ü zerinize hü cum edecek, kendinizi koruyunuz” diye ordusunu uyaran kumandan gibi ö fkesi artar
ve şehadet parmağ ı ile orta parmağ ını bir araya getirerek:
“–Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak
gönderildim” derdi. Sonra da sö zlerine şö yle devam ederdi:
“–Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı
Muhammed (s.a.v)’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her
bid’at dalâlettir, sapıklıktır.”
Sonra da şö yle buyurdu:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o
mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak
da benim vazîfemdir.” (Mü slim, Cuma 43; İbn-i Mâ ce, Mukaddime 7)
İnsanlara vaaz edip nasihatta bulunan kişi, onların şevkini artırır, amel-i sâ lihlere teşvik eder ve
bunun için en gü zel ifadeleri tercih eder. Mevzuyu derinlemesine anlatmak, kâ idelerini ve
mâ nilerini ortaya koymakla uğ raşmaz. Bunun yerine olabildiğ ince tesirli konuşur, Allah’ın
vaadlerinden, elem verici azabından bahseder, gü zelliklere teşvik eder, çirkinliklerden sakındırır,
iyilikleri emreder, kö tü lü klerden nehyeder. Lâ kin bunların ayrıntılarına girmez.
Rasû lullah (s.a.v) sâ dece muallim ve hü kü m koyan değ il, aynı zamanda ö ğ ü t veren bir
nasihatçidir. Bu sebeple insanları sâ lih amellere en iyi yö nlendirecek ve tembellikten uzak tutacak
tarzda vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur.
31- BİR ŞEYİ BÜ TÜ NÜ YLE EMREDER VEYA BÜ TÜ NÜ YLE YASAKLARDI
Rasû lullah (s.a.v) bir şeyi emrederken veya ondan nehyederken bunu bü tü nü yle yapmış,
herhangi bir sınıflandırmaya girmemiştir. Şunu emrediyorum ama bu emir içinde şu yok, şundan
nehyediyorum ama onun içinden bunu yaparsan bir beis yok gibi şevki kaybettirici bir metod
izlememiştir. Zâ ten Allah Teâ lâ da:
“Peygamber size her ne emir verirse tutun, sizi neden menederse ondan geri
durun!” buyurmaktadır. (el-Haşr, 7)
En doğ ru ve en sağ lam yol da budur.
Ashâ b-ı kirâ m, kendilerine bir şey emredildiğ inde onu bü tü n teferruatıyla yerine getiriyor, bir
şeyden nehyedildiklerinde de ondan tamamen kaçınıyorlardı. Onların bu emir ve yasağ ı
sınıflandırmak, taksimatını tedkik etmek gibi bir dertleri yoktu.
Şayet Peygamber Efendimiz (s.a.v), bö yle taksimata girseydi “ö ğ ü t vericilik” makamı kaybolurdu.
Dinin istekleriyle amel edilmek de zorlaşırdı. Çü nkü vaaz ve nasihate bö yle taksim etme gayreti ve
cedel girdiğ inde azimler gevşer ve onunla amel etme imkâ nı ortadan kaybolur.
Bu sebeple Allah Rasû lü (s.a.v) bir şeyi emrederken, insanların bunu tamamen yerine getirmesi
ve Allah’ın rızâ sını kazanmaları için mutlak ve sâ de ifadeler kullanırdı. Meselâ  “Kim namazı terk
ederse küfre girer” buyurmuştur. (Tirmizî, İman, 9/2621; Ahmed, V, 355)
Meselâ , “Kim namazı terk ederse kâ firlerin yaptığ ı bir şeyi yapmış olur”, “Kim namazı helal
gö rerek terk ederse kü fre girer”, “Kim namazı terk ederse kü fre yaklaşır” dememiştir. Bö yle bir
ifade kullanmış olsaydı “namazı terk etmekten son derece sakındırma” maksadı gerçekleşmezdi.
Hem bö yle bir sö zü n îcâ bınca amel de edilmezdi. Bu sebeple â limler bu hadîsin tevil edilip çeşitli
şekillerde yorumlanmasını hoş gö rmezlerdi.
Ayrıca yapılması istenilen şey hulâ saten ve teferruatına girmeden sö ylendiğ inde, insan onu
yerine getirmek için bü tü n kuvvet ve tâ katini sarfeder. Lâ kin ayrıntıya girildiğ inde insanda
gevşeklik zuhû r eder.
Velhâ sıl, Rasû lullah (s.a.v) biz ü mmetine bir şey emrettiğ inde, mü mkü n olabildiğ ince, gü ç
yettiğ ince onun bü tü n kısımları ile yerine getirilmesini, geriye hiçbir şey bırakılmamasını ister
gibidir. Nehyettikleri şeyler de bunun gibidir. Bu sebeple bey’at alırken “gücünüz
yettiğince” buyururdu. (Keşmîrî, Feyzu’l-Bârî fî şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I, 280)
32- TERGÎB VE TERHÎB METODUNU KULLANIRDI
Hem teşvik ve sevindirme hem de korkutma ve sakındırma, insan hâ let-i rû hiyesini hayra
yö nlendirme ve şerden sakındırma hususunda mü him bir tesire sahiptir. Bu sebeple, insanı bu
psikoloji ü zere yaratan Yü ce Rabbimiz, Kur’â n-ı Kerim’de; Rasû lullah (s.a.v) de hadîs-i şeriflerinde
terğ îb ve terhîbi muvâ zeneli bir şekilde kullanmışlardır.
Rasû lullah (s.a.v), etrafındaki insanları bazen mü jdeler bazen de korkuturdu. Sâ dece korkutarak
nefret ettirmezdi. Keza sâ dece teşvik ederek insanların tembelleşip ameli terk etmesine fırsat
vermezdi.
Efendimiz (s.a.v), tebliğ ve dâ vete ilk defâ başlarken:
“Sizi «Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh» diyerek şehadet getirmeye dâvet ediyorum! Ben de
O’nun kulu ve resûlüyüm! Bunu böylece kabul ve ikrar ettiğiniz takdirde, cennete gireceğinize kefil
olurum!” (Belâ zurî, I, 119-120)
“Üzerinde bulunduğum şeyde bana yardımcı ve kardeşim olmayı, böylece cennet kazanmayı
hanginiz kabul eder?” diyerek insanları cennetle mü jdelemişti. (İbn-i Sa’d, I, 187)
Bunun yanında yine tebliğ e ilk başladığ ı gü nlerde Hâ şimoğ ulları’na şö yle hitâ b etmiştir:
“−Siz, kıyâmet günü sâlih amellerinizle değil de dünyayı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde
gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm. O zaman siz bana; «Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise, şöyle
yaparım.” buyurdu.
Allah Resû lü  “Şöyle yaparım” buyururken, yü zü nü onlardan başka tarafa çevirdi ve bunu ikince
kez tekrar etti. (İbn-i İshak, III, 128; Ya’kû bî, II, 27)
Hz. Hamza’nın mü slü man olmasında da aynı durumu gö rmekteyiz. Hamza (r.a) îmâ n etme
husû sunda birçok tereddü tler yaşayıp geceyi uykusuz geçirdikten sonra sabah erkenden
Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Uykusunu kaçıran şü phe ve tereddü tleri ona bir bir anlattı:
“–Ey kardeşimin oğ lu! Ben ö yle bir çâ resizlik içine dü ştü m ki çıkış yolu bulamıyorum. Ne olur
bana bir şeyler sö yle, bir çıkış yolu gö ster” dedi. Bunun ü zerine Efendimiz ona vaaz u nasihatta
bulundu. Â hiret azâ bını ve nimetlerini anlatarak onu azab ile korkuttu ve cennet ile sevindirdi.
Efendimiz’in bu nasihatleri sonucunda, Hz. Hamza îmâ n etti ve yakîne erişti. (Hâ kim, III, 213; İbn-i
Kesîr, el-Bidâye, III, 84)
Ebû Hü reyre Hazretleri şö yle ifâ de eder:
(Ashâ b-ı kirâ m arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâ met gü nü nde bir kişinin yakasına, hiç
tanımadığ ı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak:
“–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!” der.
Yakasına yapışan kişi ise:
“–Dü nyada iken beni hatâ ve çirkin işler ü zerinde gö rü rdü n de, îkâ z etmez, beni o kö tü lü klerden
alıkoymazdın.” diyerek ondan dâ vâ cı olur.[5]
Ebu Said el-Hudrî (r.a) şö yle demiştir: Rasû lullah (s.a.v):
“Kıyamet günü ölüm alacalı bir koç gibi getirilir ve cennet ve cehennem arasına konulur. Sonra “Ey
cennet halkı! Bunu tanıyor musunuz?” denilir. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar: “Evet bu ölümdür”
derler. Sonra “Ey cehennem halkı bunu tanıyor musunuz?” denilir. Onlar da başlarını uzatıp bakarlar:
“Evet bu ölümdür” derler. Arkasından emir verilir, koç kesilir bundan sonra da: “Ey cennet halkı
sonsuzluk üzeresiniz, artık ölüm yoktur. Ey cehennem halkı, sonsuzluk üzeresiniz artık ölüm yoktur.”
denilir.” buyurdu. Sonra da Rasû lullah (s.a.v):
“Onları pişmanlık ve ü zü ntü gü nü ne karşı uyar! Çü nkü gaflet içerisinde ve iman etmemiş halde
iken iş olup bitmiş olur.” (Meryem, 39) â yetini okudu.
Rasû lullah (s.a.v), gaflet içerisinde olanları gö stermek için eliyle dü nyaya işaret etti. (Mü slim,
Cennet, 40)
Efendimiz sevabını zikredip sağ layacağ ı faydalara dikkat çekerek hayırlı amellere teşvikte
bulunur, cezasını zikredip zararlarını beyan ederek de şerlerden sakındırırdı. Nitekim bir gü n şö yle
buyurmuştur:
“Kul, Allah’ın hoşnut olduğu bir sözü söyler, fakat onunla Allah’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına
gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyamet gününe kadar o kimseden hoşnut
olur.
Yine bir kul da Allah’ın gazabını gerektiren bir söz söyler fakat o sözün kendisini Allah’ın gazabına
çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle kendisine kavuşacağı kıyamet
gününe kadar gazap eder.” (Tirmizî, Zü hd, 12; İbn-i Mâ ce, Fiten, 12)
Bu hadis-i şerif terğ ib ve terhib ü slubunu kullanarak konuşmanın en mü him edep kâ idelerinden
birini ö ğ retmekte, dikkatsizce veya ö nemsenmeden sö yleniverecek basit gibi gö zü ken bir sö zü n,
aslında Allah katında çok bü yü k neticelere sebep olacağ ını açıkça ortaya koymaktadır.
Rasulullah (s.a.v) şö yle buyurmuşlardır:
“Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hemde halk tarafından zayıf
görüldükleri için kimsenin önemsemediği, fakat şöyle olacak diye yemin etseler, isteklerini Allah’ın
gerçekleştireceği kimselerdir.
Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalbli, kaba, cimri ve kurularak
yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhâ rî, Eymâ n, 9; Edeb, 61)
Burada Resû l-i Ekrem Efendimiz, cennet ve cehennem ehlinin kimler olduğ unu aynı anda
bildirmek suretiyle, hem gereken amelleri yaparak cennet ehli olmaya teşvik etmiş hem de azâ bı
gerektirecek mezmû m hal ve davranışlardan uzak kalmayı ö ğ ü tlemiştir.
İnsan tabiatı tek dü ze bir telkine karşı bir mü ddet sonra alakasız kalır. Bu sebeple tâ lim ve
terbiyede tek dü zelik ve monotonluktan uzak durulmalıdır. Bunu yaparken diğ er bir kısım
unsurların yanı sıra ü mitlendirme ve korkutma usullerine de dengeli bir şekilde yer verilmelidir. Ne
devamlı korkutmalı, ne de devamlı ü mit vermelidir.
33- Ö NCEKİ İNSANLARA DAİR KISSA VE HABERLER NAKLEDERDİ
Bö ylece ü mmetini, geçmişlerden ibret alarak aynı hatalara dü şmekten sakındırmıştır.
Allah’ın Rasû lü (s.a.v), Mekke devrinin çileli gü nlerinde insanları İslâ m’a dâ vet ederken bu usû lü
de kullanmıştır. O gü nlerde Allah Rasû lü (s.a.v) bir mecliste oturur, oradakileri Allah’a çağ ırır,
onlara Kur’â n okur ve onları, geçmiş ü mmetlerin başına gelenlerden sakındırırdı. Oradan kalkıp
gittiğ inde hemen peşinden Kureyş’in şeytanlarından biri olan Nadr bin Hâ ris gelir,
onlara Rü stem’den, İsfendiyar’dan ve Pers krallarından hikâ yeler anlatırdı…(İbn Hişâ m, Sîretü’n-
Nebî, I, 381)
İnsanların Efendimiz’i dinlemesine mâ nî olmak için bö yle davranırdı. “Ben size daha gü zel
hikâ yeler anlatırım” derdi. Hâ lbuki Rasû lullah (s.a.v) hikmet dolu ve ibretli kıssalar anlatır ve
insanları uyarırdı. Nadr ise boş ve anlamsız hikâ yelerle insanları eğ lendirmek isterdi. Ancak bu
yolla herhangi bir neticeye varamadı. Çü nkü Efendimiz’in yaptığ ıyla onun yaptığ ı aynı şeyler
değ ildi.
Abdullah bin Amr bin  s (r.a) şö yle der:
“Rasû lullah (s.a.v) bize (bazen) sabah oluncaya kadar Benî İsrail kıssası anlatırdı. Anlatmaya
ancak farz namaz için kalkınca ara erirdi.” (Ebu Davud, İlm 11/3663)
Konuları kıssa ve hâ diseler misallendirmek, anlatımı kolaylaştırdığ ı gibi anlamayı da hızlandırır.
Çü nkü bu misaller konuyu açar, canlandırır ve insanların zihnine ve kalbine iyice yerleştirir.
Anlatıma ve yazıya akıcılık kazandırmak sû retiyle dinlemeyi ve okumayı kolaylaştırır. Mevlâ nâ
Hazretleri ve emsalleri en çok bu usû lden istifade etmişlerdir. Kıssa içerisinde yeri geldikçe
mesajlarını en gü zel şekilde verip muhataplarını sıkmadan terbiye etmişlerdir.
Diğ er taraftan, kıssa ve haberlerde, dinleyenlere yö nelik bir emir veya yasaklama olmadığ ından,
bu usul kalblere ve kulaklara daha hoş gelir, insanları gayret ve iştiyaka getirir. Kişi, etkilenmediğ ini
zannettiğ i bir anda kendini hâ disenin içinde buluverir. Mevzuyla alâ kalı araştırmalar da dolaylı
anlatımın bir nevi bilinç dışı telkin kuvvetine sahip olduğ unu gö stermiştir.
Rasû lullah (s.a.v), mü ’minlerdeki merhametin ne kadar şü mullü olması gerektiğ ini şu misalle ne
gü zel anlatmıştır:
“Vaktiyle bir adam yolda giderken çok susadı. Bir kuyu buldu, içine indi su içti ve dışarı çıktı. Bir de
ne görsün; bir köpek, dili bir karış dışarıda soluyor ve susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu.
Adam kendi kendine:
«–Bu köpek de tıpkı benim gibi pek susamış!» deyip kendi içinde bir vicdan muhâsebesi yaptı.
Hemen kuyuya indi, ayakkabısını su ile doldurdu, onu ağzına alarak yukarıya çıktı ve köpeği suladı.
Adamın bu hareketinden Allah Teâlâ hoşnud oldu ve onu bağışladı.”
Sahâ bîler:
“–Ey Allah’ın Rasû lü ! Bizim için hayvanlardan dolayı da sevap var mı?” dediler. Rasû l-i Ekrem
Efendimiz:
“–Her canlı sebebiyle sevap vardır.” buyurdu. (Buhâ rî, Şü rb, 9; Mü slim, Selâ m, 153)
Rasû lullah (s.a.v), ilâ hî cezayı hak eden bir toplumdaki bozulmanın, tebliğ ve dâ vet vazifesini
terk etmekle başladığ ını, İsrâ iloğ ulları’ndan bir misâ lle şö yle anlatmıştır:
“İsrâîloğulları’ndaki ilk bozulma şöyle başlamıştır. Bir kişi, kötülük yapan birini görünce:
«Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye
uyarırdı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüğünde onunla birlikte yiyip içmek ve yanında
oturabilmek için bir daha îkaz etmezdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.”
Sonra Rasû lullah (s.a.v) şu â yet-i kerimeleri tilâ vet buyurdu:
“İsrâ iloğ ulları’ndan kâ fir olanlar, Dâ vud ve Meryem oğ lu İsa diliyle lâ netlenmişlerdir. Bunun
sebebi, sö z dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kö tü lü kten birbirlerini
vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kö tü dü r! Onlardan çoğ unun, inkâ r edenlerle
dostluk ettiklerini gö rü rsü n. Kendileri için (â hirete) hazırladıkları şey ne kö tü dü r: Allah onlara
gazâ b etmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcıdırlar! Eğ er onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona
indirilene iman etmiş olsalardı kâ firleri dost edinmezlerdi; fakat onların çoğ u yoldan çıkmış
kimselerdir.” (Mâ ide 5/78-81)
Rasû lullah (s.a.v) bundan sonra sö zlerini şö yle tamamladı:
“Ya siz de birbirinize iyi şeyleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî
olursunuz ya da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de
lânet eder.” (Bkz. Ebû Dâ vû d, Melâ him 17/4336; Tirmizî, Tefsir 5/6, 7; Beyhakî, es-Sünenü’l-
kübrâ, X, 93)
Bir gü n Allah Rasû lü (s.a.v) ashâ bına, İsrâ iloğ ulları’ndan bir kişiyi anlatmıştı. (Şem’û n-i
Gâ zî isimli) bu zâ t, bin ay Allah yolunda silâ h kuşanarak cihâ d etmiş, gecelerini de ibadetle
geçirmişti. Mü slü manlar hayretler içinde kalarak ona gıpta ettiler.
Bunun ü zerine Allah Tealâ , ü mmet-i Muhammed’e olan lû tuf ve merhametini beyan etmek ü zere
Kadir Sû resi’ni indirdi:
“Biz o (Kur’â n’ı) Kadir Gecesi indirdik. Kadir Gecesi nedir, bilir misin sen? Kadir Gecesi bin aydan
daha hayırlıdır. Melekler ve Rû h o gece Rab’lerinin izniyle her iş için iner de iner. O gece, tâ fecrin
doğ uşuna kadar tam bir esenlik ve selâ mettir.” (Kadîr, 1-5) (Bkz. Vâ hidî, s. 486)
34- HAYÂ EDİLEN MESELELERİ Ö Ğ RETİRKEN NÂ ZİK BİR GİRİŞ YAPARDI
İnsanın zîneti ve sü sü olan hayâ duygusu, farz olan ilimleri ö ğ renirken sâ hibine mâ nî
olmamalıdır. Hayâ sebebiyle, edebi ve zarû rî bilgileri ö ğ retmekten çekinmemelidir. Â yet-i
kerîmede:
“Allah, hakkı sö ylemekten çekinmez (hayâ etmez).” buyrulur. (Ahzâ b, 53)
Peygamber Efendimiz, hayâ edilecek meseleleri anlatmaya başlarken bu â yet-i kerîmeyi
okurlardı. Yine Ashâ b-ı kirâ m da, guslü gerektiren hususlar gibi insanın hayâ ettiğ i mevzû ları
soracaklarında, evvelâ bu â yet-i kerîmeyi okur, sonra da Allah Rasû lü (s.a.v) Efendimiz’e suallerini
tevcih ederlerdi. Hz. Â işe (r.a) şö yle der:
“Ensar kadınları ne iyi kadınlardır. Hayâ ları onları dînî meseleleri derinlemesine ö ğ renmekten
alıkoymamıştır.” (Mü slim, Hayz, 61)
Bir hoca da bu tü r mevzû ları anlatacağ ında ashâ b-ı kirâ mın yaptığ ı gibi bir giriş yapmalı,
konunun ehemmiyetine binâ en ve daha iyi anlaşılması için biraz açık konuşacağ ını ifade ettikten
sonra mevzuyu herkesin anlayacağ ı açıklıkta izah etmelidir.
Meselâ Peygamber Efendimiz, bir defasında evvelâ :
“Şu bir gerçek ki ben sizin babanız mesâbesindeyim, sizi terbiye ve tezkiye eder, ihtiyaç duyduğunuz
bilgileri öğretirim…” (Ebû Dâ vû d, Tahâ ret, 4) buyurmuş, bu girişten sonra tuvalet â dâ bını teferruatlı
bir şekilde anlatmıştır.
Hz. Peygamber bir sahâ bîsine, “İnfâka önce kendinden ve geçindirmekle yükümlü olduğun
kimselerden başla” buyurmuştur. (Mü slim, Zekâ t, 97)
Allah Teâ lâ da Rasû lullah (s.a.v)’in mü ’minlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğ unu
bildirmiştir. (Ahzâ b, 6)
Bir mü ’min kendi hakkıyla Peygamber Efendimiz’in hakkı arasında kaldığ ında en kuvvetli ve en
ö ncelikli hak Allah Rasû lü ’nü n hakkıdır. Allah Rasû lü ’nü n bizim ü zerimizdeki hakkı anne-
babamızınkinden ve bü tü n mahlû kâ tınkinden çok daha fazladır. Anne babamız bizi dü nyaya
getirmiş lâ kin Rasû lullah (s.a.v) hem bizi hem de anne babamızı cehennemden kurtarmış,
gü zellikler ve nimetler yurduna girmemize sebep olmuştur.
 hireti hedefleyerek ilim ö ğ reten ve yol gö steren muallimin durumu da buna benzer.
Diğ er taraftan, mahrem konuları ö ğ retirken, konuyu kapalı bırakmamak şartıyla- kinâ yeli
konuşmaya da dikkat etmelidir. Erkeklerle ilgili meseleleri erkeklerin, kadınlarla ilgili meseleleri de
kadınların anlatması daha mü nâ siptir.
Nitekim kadınlar, hayâ ettikleri bazı meselelerini her zaman rahatlıkla Efendimiz’e
soramamışlardır. Fahr-i Kâ inâ t (s.a.v) zaman zaman onlara da sohbet etmiş ise de bunun erkeklerle
beraberliğ i kadar olmayacağ ı muhakkaktır. Bu sebeple hanım sahabîler, pek çok hususî
meselelerinin çö zü mü nde Peygamber Efendimiz’in zevcelerini elçi olarak kullanmışlardır. Bizzat
sordukları bazı suallere Allah Rasû lü engin hayâ sı sebebiyle kinayeli cevaplar verdiğ inde, geniş
açıklamayı yine vâ lidelerimizden almışlardır. (Buhâ rî, Hayz, 13, 14; Mü slim, Hayz, 60; Ebû Dâ vud,
Tahâ ret, 107; Darimî, Vudû , 75; Nesaî, Gusl, 21; Muvatta, Taharet, 105)
Hayâ edilen meselelerde soru soranı bizzat konunun içine dâ hil etmeden cevap vermek gerekir.
“Sizden biri… İnsanlar şö yle yapmalıdır…” gibi.
Bir defâ sında Allah Rasû lü (s.a.v) ashabıyla otururken, cemaatten biri sesli bir şekilde
yellenmişti. Ancak kimin olduğ u belli değ ildi. Deve etinden yapılmış yemeklerini yedikten sonra
namaz vakti geldi. Allah Rasû lü (s.a.v) abdesti bozulan sahabînin abdest almaya kalktığ ında
bilinmesine mâ ni olmak için yanındakilere:
“–Deve eti yiyen herkes abdest alsın” buyurdu. Bö ylece sesli bir şekilde yellenen kişinin gizli
kalmasını temin ederek onu utandırmadı.
Buna benzer bir nezâ ket ve inceliğ i şu hâ disede de gö rü yoruz:
Hazret-i Ö mer t bir evde insanlarla birlikte bulunuyordu. İçlerinde Cerîr bin Abdullah t da vardı.
O esnâ da Hazret-i Ö mer bir koku duydu. Oradakilere:
“–Bu kokunun sahibi hemen kalkıp abdest alsın!” dedi.
Cerîr:
“–Ey Mü ’minlerin Emîri! Buradaki herkes abdest alsa daha iyi olmaz mı?!” dedi.
Bu ince anlayışa hayran kalan Hazret-i Ö mer t ona:
“–Allah sana rahmet eylesin! Sen câ hiliye devrinde ne gü zel bir efendiydin, İslâ m dö neminde de
ne gü zel bir efendisin!” buyurdu. (Ali el-Mü ttakî, Kenz, no: 8608)
Rasû lullah Efendimiz (s.a.v), bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile onu rencide etmemek için -
â detâ - belirsiz hâ le getirir ve o kusurdan bü tü n topluluğ u sakındırırlardı. Bazen de muhâ taplarının
hatâ sını onlara yakıştıramadığ ını hissettirmek maksadıyla:
“−Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum.”[6] buyurarak, kendilerine â detâ galat-ı ru’yet (yanlış
gö rme) izâ fe ederlerdi.
Allah Rasû lü (s.a.v) Efendimiz’e bir adamdan menfi bir sö z ulaştığ ında: “Falan niye bö yle
sö ylemiş?” demezdi. Lâ kin:
“İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?” derdi.” (Ebu Davud, Edeb 5/4788)
35- KADINLARA Ö Ğ RETMEYİ VE NASİHAT ETMEYİ DE İHMAL ETMEZDİ
Allah Rasû lü (s.a.v), kendisi ile beraber Hz. Â ile vâ lidemiz ve diğ er ezvâ c-ı tâ hirâ tı da kadınlara
dinlerini ö ğ retmeleri için vazîfelendirmiştir.
Bir kadın Rasû lullah (s.a.v)’e geldi ve:
“−Ey Allah’ın Rasû lü ! Senin sö zlerinden hep erkekler istifade ediyor. Biz kadınlara da bir gü n
ayırsan, o gü n toplansak ve Allah’ın sana ö ğ rettiklerinden bize de ö ğ retsen!” dedi.
Allah Rasû lü (s.a.v):
“−Peki, şu gün şurada toplanınız!” buyurdu.
Kadınlar toplandılar. Nebî (s.a.v) de gidip Allah’ın kendisine bildirdiklerinden onlara ö ğ retti.
(Buhâ rî, İ’tisam 9; Mü slim, Birr, 152)
Rasû lullah (s.a.v)’e Kur’â n inzâ l buyrulduğ unda onu ö nce erkeklere, daha sonra da kadınlara
okurdu. (İbn-i İshâ k, s. 128)
Câ bir (r.a) anlatıyor:
Rasû lullah (s.a.v) ile birlikte bayram namazına katıldım. Efendimiz hutbeden ö nce, ezansız ve
ikâ metsiz namaza başladı. Sonra Bilâ l (r.a)’e dayanarak kalktı. Allah’tan korkmayı ve O’na itâ ati
emretti. İnsanlara vaaz edip (ö lü mü , â hireti, cenneti, cehennemi) hatırlattı. Sonra kadınlar
bö lü mü ne geçti. Onlara da aynı şekilde vaaz etti, hatırlatmalarda bulundu ve:
“–Allah için tasadduk edin, zira sizin ekseriyetiniz cehennem odunusunuz!” buyurdu. Yanakları
kararmış itibarlı kadınlardan biri kalkarak:
“−Niçin ey Allah’ın Rasû lü ? (niye cehennem odunlarıyız?)” dedi. Rasû lullah (s.a.v) ise şö yle
buyurdu:
“–Zira siz kadınlar çok şikâyette bulunuyor, kocalarınıza nankörlük ediyorsunuz.”
Bunun ü zerine kadınlar zînet eşyalarından tasadduk etmeye başladılar... (Mü slim, Îdeyn, 4)
Hanım sahâ bîler bir taraftan Hz. Peygamber’in vaazları ve konuşmaları yoluyla İslâ m’ın
ahkâ mını ö ğ renmeye çalışırken diğ er taraftan karşılaştıkları problemlerin çö zü mü ve akıllarına
gelen soruların cevabını alabilmek için her zaman Rasû lullah’a başvurma imkâ nına sahiptiler.
Efendimiz de bunlara değ er verir ve sorularına mukabelede bulunur, problemleriyle ilgilenirdi.
(Mü slim, Fezâ il 76; Ebû Dâ vû d, Edeb 12)
Rasû lullâ h (s.a.v):
“(Mescid’in bu kapısını kadınlara ayırsak!” buyurmuşlardı.
Nâ fi (r.a) der ki: “İbn-i Ö mer (r.a), bundan sonra ö lü nceye kadar o kapıdan hiç girmedi.” (Ebû
Dâ vû d, Salâ t, 53/571)
İbn-i Cü reyc hocası Atâ bin Ebî Rebâ h’a sorar:
“–Bugü n imâ mın hutbesini bitirdikten sonra kadınların yanına varıp va’z u nasihatta
bulunmasını onun bir vazifesi olarak gö rü yor musunuz?”
Atâ , şu cevabı verir:
“–Evet, hayâ tıma and olsun ki bu onların îfâ etmeleri gereken bir vazifedir. Neden bunu yerine
getirmezler bilmem!” (Mü slim, Salâ tü ’l-Iydeyn, 3)
36- TEMÂ YÜ LLERİ HAYRA YÖ NLENDİRİRDİ
Bu metot bilhassa yeni yetişmekte olan çocukların terbiyesinde bü yü k bir ehemmiyet
arzetmektedir. Çü nkü çocuklar gö rdü kleri ve duydukları her şeyi merak etmekte, bunların doğ ru
veya yanlış olduklarını dü şü nmeden hemen taklide yö nelmektedirler. Onları bu rastgele
temayü llerden vazgeçirmek, “Evladım! Bö yle yapma, şö yle yapma!” demekten ziyade, “Bö yle
yapma, fakat şö yle yap!” “Şunu yeme, fakat bunu ye!”, “Bu oyunu oynama, fakat şunu
oynayabilirsin!” şeklinde alternatifler sunmak suretiyle daha kolay sağ lanabilmektedir.
Râ fî bin Amr (r.a) şö yle anlatır:
Ben çocukken Ensâ r’ın hurma ağ açlarını taşlardım. Bu sebeple beni tutup Peygamber
Efendimiz’e gö tü rdü ler.
Allah Rasû lü (s.a.v) bana:
“–Yavrucuğum! Hurma ağaçlarını niçin taşlıyorsun?” diye sordu. Ben:
“–Yâ Rasû lallah! (Açtım) yemek için taşladım.” dedim.
Fahr-i Kâ inâ t (s.a.v):
“–Bir daha taşlama! Altlarına düşenlerden al, ye!” buyurdu ve başımı sıvazladı. Daha sonra da:
“Allah’ım! Onun karnını doyur” diye bana dua etti. (Ebû Dâ vû d, Cihâ d, 85/2622; İbn-i Mâ ce,
Ticâ râ t, 67)
Gö rü ldü ğ ü ü zere Rasû lullah (s.a.v) çocuğ a sâ dece “Hurma ağacını taşlama” diye yasak koymakla
kalmamış, bü yü k bir şefkâ t ve muhabbetle başını sıvazlayarak “Yavrucuğum! Altlarına düşenlerden
al, ye!” demek sû retiyle onu doğ ruya yö nlendirmiştir. Bö ylece hem çocuğ un arzusuna cevap vermiş
hem de yere dü şen hurmaları zâ yi olmaktan kurtarmıştır.
Hz. Enes (r.a) anlatıyor:
Rasû lullah (s.a.v) Medine’ye geldiğ inde Medinelilerin iki (bayram) gü nleri vardı. O gü nlerde
oynayıp eğ lenirlerdi.
“−Bu iki gün(ü n mâ nâ ve ehemmiyeti) nedir?” diye sordu. Onlar:
“−Biz cahiliye devrinde bu gü nlerde eğ lenirdik!” dediler. Efendimiz (s.a.v):
“−Allah, bu iki bayramınızı onlardan daha hayırlı diğer iki günle değiştirdi: Kurban bayramı ve
Fıtır (Ramazan) bayramı” buyurdu... (Ebû Dâ vû d, Salat 239; Nesâ î, Iydeyn, 1)
Bir gü n Peygamber Efendimiz, mü ’minleri yollara oturmaktan men edince onlar:
“−Biz buna mecbû ruz, meselelerimizi orada konuşuyoruz” diye izin istediler. Rasû lullah (s.a.v):
“–Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz o halde yolun hakkını verin!” buyurdu ve harama
bakmamalarını, gelip geçenleri incitmemelerini, selâ m almalarını, mâ rufu emredip mü nkerden
nehyetmelerini istedi. (Buhâ rî, Mezâ lim, 22; Mü slim, Libâ s, 114)
37- DEVAMLI HAYIRLI ŞEYLERİ TELKİN EDERDİ
Rasû lullah (s.a.v), her fırsatta ashâ bını tasaddukta bulunmaya, hayır ve iyilikler yapmaya teşvik
eder, devamlı bu yö nde telkinlerde bulunurdu.
Saʻd bin Ebî Vakkâ s (r.a) Vedâ Haccı’nda Mekke’de hastalanmıştı. Rasû lullah (s.a.v) Efendimiz
onu ziyâ ret etti. Saʻd (r.a):
“‒Yâ Rasû lallah! Ben burada vefâ t edip arkadaşlarımdan geri mi kalacağ ım?” diye hicretinin
yarım kalmasından endişe duyduğ unu ifâ de edince Efendimiz (s.a.v):
“‒Hayır, sen burada kalmayacaksın. Daha nice sâlih ameller işleyecek ve bu vesîleyle derecen ve
makâmın yükselecek! Allah’tan öyle ümîd ediyorum ki, daha nice yıllar yaşayacaksın ve kimi insanlar
(mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir. Allâh’ım! Ashâbımın (Mekke’den
Medine’ye) hicretini tamamla! Onları geri döndürüp hicretlerini yarım bırakma!” buyurdu. (Buhâ rî,
Cenâ iz 36, Vesâ yâ 2, Nefekâ t 1, Merdâ 16, Deavâ t 43, Ferâ iz 6; Mü slim, Vasıyyet 5)
Câ bir (r.a) şö yle anlatır:
“Teyzemi kocası ü ç talâ kla boşamıştı. Teyzem daha sonra hurmalarının meyvesini devşirmek
istedi. Ancak bir kişi, (iddet mü ddeti bitmediğ i için) onun evden çıkmasına mâ nî oldu. Teyzem
hemen Peygamber Efendimiz’e gelip durumu arzetti. Rasû lullah (s.a.v) cevaben şö yle buyurdu:
“–Evet, hurmalarını devşir, belki onlardan tasaddukta bulunur veya herhangi bir iyilik
yaparsın!” (Mü slim, Talâ k, 55; Ebû Dâ vud, Talâ k, 39-41/2297; Nesâ î, Talâ k, 70; İbn-i Mâ ce, Talâ k, 9)
Rasû lullah (s.a.v), kendisine gelerek muhtelif sorular soran bir sahâ bîye en sonunda:
“Hayır işlemen, her zaman senin için daha hayırlıdır” buyurmuştur. (Ebû Dâ vud, Bü yû ’, 60/3476)
Allah Rasû lü ’nü n bir hastayı ziyarete gidince yapılmasını tavsiye ettiğ i şu dua da, onun sü rekli
hayır telkîninde bulunduğ unu gö steren gü zel bir misâ ldir:
«Allah’ım, bu kuluna şifâ ver! İyileştiğinde senin rızân için düşmana karşı gazâda bulunup onlara
zarar verir veya rızâ-yı şerifin için cenâze teşyîinde bulunur (veya cemaatle namaz için câmilere
yürür).” (Ebû Dâ vû d, Cenâ iz, 8/3107; Ahmed, II, 172; Hâ kim, I, 495/1273)
Rasû lullah (s.a.v), bu şekilde dua ederek hastaya, sıhhate kavuştuğ unda, cihâ da ve cenâ zeye
katılmak ve cemaatle namaza devam etmek gibi faziletli amelleri işlemesini telkîn etmektedir.
Bö ylece hasta olan mü ’min, sıhhatin kıymetini idrâ k ederek ü zerindeki nimetleri â hireti kazanma
yolunda kullanması gerektiğ ini anlar. İyileştiğ inde daha bü yü k bir heyecanla hayırlı işlere koşmaya
başlar.
İbn-i Ö mer (r.a) anlatıyor: “Ben bir seriyyeye katılmıştım. Askerlerden bir kısmı bir firâ r ettiler,
ben de onlar arasında idim. Oradan uzaklaşınca:
«–Şimdi ne yapacağ ız, cihâ ddan kaçtık, Allah’ın gazabıyla dö nü yoruz.» diye mü zâ kere ettik.
Sonunda:
«Medine’ye girelim, bizi kimse gö rmez» diye dü şü ndü k. Ancak Medine’ye varınca:
«–Rasû lullah (a.s)’a gidip, kendimizi arz edelim, bizim için bir tevbe imkâ nı varsa onu yerine
getirelim, yoksa geri dö nelim” diye kararlaştırdık. Sabah namazından ö nce mescide varıp
beklemeye başladık. Allah Rasû lü mescide geldiğ inde ayağ a kalktık ve:
«–Biz firâ rîleriz!» dedik. Bize yö nelerek:
«–Hayır siz, firârîler değil, devlet başkanına yardım etmek için gelen ve savaşa tekrar dönmek üzere
manevra yapmış kişilersiniz!» buyurdu. Kendisine yaklaştık, mü barek ellerinden ö ptü k. Bize:
«–Ben müslümanların ilticâgâhıyım.» buyurdu.” (Ebû Dâ vû d, Cihâ d, 96/2647; Tirmizî, Cihâ d,
36/1716)
Bazen de insanları hayra teşvik için sual sorardı:
Abdurrahman bin Ebû Bekir şö yle anlatır:
Rasû lullah (s.a.v) sabah namazını kıldıktan sonra ashâ bına dö nü p:
“–İçinizde bugün oruçlu olan var mı?” buyurdu.
Hz. Ö mer (r.a):
“–Yâ Rasû lallah! Dü n gece oruç tutmak aklıma gelmedi, onun için şimdi oruçlu değ ilim” dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a):
“–Dü n gece ben oruç tutmayı dü şü ndü m ve sabaha oruçlu olarak çıktım” dedi.
Rasû lullah (s.a.v):
“–İçinizde bugün bir hasta ziyâretinde bulunan var mı?” buyurdu.
Hz. Ö mer (r.a):
“–Yâ Rasû lallah! Sabah namazını kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık, nasıl hasta ziyâ ret
edebilelim ki?” dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a):
“–Duydum ki kardeşim Abdurrahman bin Avf rahatsızlanmış. Mescide doğ ru çıktığ ımda, bakayım
durumu nasıl olmuş diye yolumu o tarafa uğ rattım” dedi.
Rasû lullah (s.a.v):
“–İçinizde bugün bir yoksulu doyuran var mı?” buyurdu.
Hz. Ö mer (r.a):
“–Yâ Rasû lallah! Namaz kıldık ve yerimizden hiç ayrılmadık?!” dedi.
Hz. Ebû Bekir (r.a) ise:
“–Mescide girdiğ imde, ihtiyâ cını arzeden birini gö rdü m. Oğ lum Abdurrahman’ın elinde bir parça
arpa ekmeğ i vardı. Hemen onu alıp yoksula verdim” dedi.
Bunun ü zerine Rasû lullah (s.a.v):
“–Seni cennetle müjdelerim” buyurdu.
Hz. Ö mer bir iç çekti ve:
“–Â h cennet!” dedi. Rasû lullah (s.a.v) Hz. Ö mer’i memnun edecek bir sö z sö yledi:
“–Allah Ömer’e rahmet eylesin, Allah Ömer’e rahmet eylesin! Ne zaman bir hayır yapmak istese Ebû
Bekir muhakkak onu geçer.” buyurdu. (Heysemî, III, 163-164. Ayrıca bkz. Ebû Dâ vû d, Zekâ t,
36/1670; Hâ kim, I, 571/1501)
38- BAZI MÜ HİM HATALARI HEMEN DÜ ZELTİRDİ
Rasû lullah (s.a.v) son derece affedici, şefkâ tli, mü lâ yim ve mü sâ mahakâ r olmakla birlikte mü him
hataları derhal dü zeltme yoluna giderdi. Bunlar daha ziyade itikat, ibadet ve haramlarla ilgili
konulardır.
Tâ if’te oturan Sakîf kabilesi temsilcileri, Peygamberimiz ile kendi aralarında gerçekleşen
anlaşmayla ilgili barış ve yazı işleri tamamlandığ ı zaman, orada bulunan Rabbe (Lâ t) putunun ü ç
sene mü ddetle yıkılmayıp bırakılmasını Efendimiz’den talep ettiler. Peygamberimiz onların bu
dileklerini kabul etmedi. Sakif temsilcileri:
“−İki sene tehir et” dediler. Allah Rasulü (s.a.v) yine kabul etmedi.
“−Bir sene tehir et” dediler. Efendimiz yine kabul etmedi.
“−Tâ if’e vardıktan bir ay sonraya tehir et!” dediler. Peygamberimiz Rabbe’yi yıkmak için bir vakit
tayinine yanaşmadı.
Temsilcilerin bö yle yıkım işinin geri bırakılmasını ısrarla istemeleri, Sakîf halkının bazı
mutaassıp kimselerinden korktukları içindi. Onlar, kavimlerini mü slü man oluncaya kadar Rabbe
(Lâ t) putunun yıkımıyla heyecana ve korkuya dü şü rmeyi uygun gö rmü yorlardı. Çaresiz kalınca,
putlarını hiç olmazsa kendi elleri ile yıkmaktan affedilmelerini istediler. Allah Rasulü (s.a.v):
“−Olur, ben onu kırmayı ashâbıma emrederim. Putunuzu kendi elinizle yıkmaktan sizi
affediyoruz” buyurdu. (İbn-i Hişam, IV, 197; Vâ kıdî, III, 967-968)
Allah Rasû lü (s.a.v)’e bir topluluk geldi. Aralarından bir adamı “Abdü lhacer” yani “Taşın kulu”
diye çağ ırdıklarını duydu. O adama ismini sordu:
“−Abdü lhacer” deyince:
“−Hayır, sen Abdullah’sın!” buyurdu. (Buhari, Edebü’l-Müfred, Hadis no: 812)
Rasulullah (s.a.v), bir gü n elinde asası olduğ u halde Mescid’e geldi. Adamın biri (sadaka olarak)
içinde çü rü kleri bulunan bir hurma salkımı asmış idi. Efendimiz değ neğ i ile salkımı dü rtü yor ve:
“−Bu sadakanın sâhibi, keşke daha iyisini tasadduk etseydi. Bu sadakanın sâhibi, kıyamet günü
mutlaka çürük hurma yiyecek!” buyuruyordu. (Ebu Dâ vud, Zekâ t, 17; Nesâ î, Zekâ t, 27)
İbn-i Abbas (r.a)’ın anlattığ ına gö re Rasû lullah (s.a.v) bir adamın elinde altından yapılmış bir
yü zü k gö rdü . Onu derhal çıkarıp attı ve:
“−Biriniz tutup ateşten bir parçayı alarak eline takıyor!” buyurdu. Rasû lullah Efendimiz gidince
adama:
“−Yü zü ğ ü nü al (başka sû rette) ondan faydalan!” dediler. O:
“−Hayır! Vallahi ebediyen almayacağ ım, onu Rasû lullah attı” dedi. (Mü slim, Libâ s, 52)
Ebu’l-Mü leyh, bir adamdan naklen demiştir ki:
“Ben Rasû lullah (s.a.v)’in terkisinde idim. Hayvanın ayağ ı kaydı. Ben, “Kö r şeytan!” demiş
bulundum. Bana:
“Böyle söyleme, zira böyle söylersen o büyür, hatta ev kadar olur ve «kendi gücümle onu yere
attım!» der. Fakat sen: «Bismillah!» de, zira böyle söylersen o küçülür ve sinek kadar olur.” (Ebu
Davud, Edeb 77/4982)
Rasû lullah (s.a.v), uygun olmayan insan ve yer isimlerini değ iştirirdi. Bir rivâ yette şö yle
buyrulur:
“Rasû lullah (s.a.v) Â si, Azîz, Atele (şiddet, sertlik), Şeytan, Hakem, Gurâ b (karga) Habbâ b, Şihâ b
isimlerini değ iştirdi. Şihâ b’ı Hişâ m, Harb’i Silm (sulh), Muzdaci’ı (yatan) Mü nbais (kalkan) yaptı.
Afire (çorak) adını taşıyan bir araziyi de Hadire (yeşillik) diye, Şi’bu’d-Dalâ let’i (sapıklık geçidi)
Şi’bu’l-Hü dâ diye isimlendirdi. Benu’z-Zinye’yi (Zinâ oğ ulları) Benu’r-Rişde (Sahih nikâ h oğ ulları),
Benû Muğ viye’yi de Benû Rişde olarak değ iştirdi.” (Ebu Davud, Edeb, 62/4956)
39- AZ DA OLSA ÎCÂ B ETTİĞ İNDE KIZARDI
Ancak onun paylaması ve kızması da merhametle ve ü mmetinin selameti için olurdu.
Efendimiz (s.a.v), kendine â it hususlarda dâ imâ affedici davranmıştır. Lâ kin â mmeye â it hatâ ları
gö rdü ğ ü nde, hakkı tevzî edinceye kadar kızgınlığ ı geçmemiş, hakkı yerine getirme gayreti içinde
bulunmuştur.
Diğ er taraftan, Ö ğ renen kimse haddi aşar da sorulmayacak şeyi sorar, içine girilmemesi gereken
bir konuya dalarsa Allah Rasû lü (s.a.v) son derece kızardı.
Ebû Mes’û d el-Ensâ rî (r.a) şö yle buyurur:
“Bir kişi Rasû lullâ h -sallallâ hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelip:
«‒Yâ Rasû lâ llâ h, filâ nca bize (namaz kıldırırken) o kadar uzatıyor ki â detâ namazı terkedecek
gibi oluyorum!» dedi.
Nebiyy-i Mü kerrem (s.a.v) Efendimiz’i hiçbir vaazında o gü nkü kadar gazablı gö rmedim.
Buyurdu ki:
«Ey insanlar! Siz insanları nefret ettiriyorsunuz. Kim insanlara namaz kıldırırsa hafif tutsun! Çünkü
cemâatin içinde hastası var, zayıfı var, iş-güç sâhibi olan var!».” (Buhâ rî, İlim, 28)
Zeyd bin Hâ lid el-Cü henî (r.a) şö yle buyurur:
“Biri, Nebiyy-i Ekrem -sallallâ hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den lukatayı, (yâ ni yitik malı) sordu.
Efendimiz (s.a.v):
«‒Bağını, yâhud kabını ve kılıfını iyice belle, sonra insanlara bir sene boyunca îlân ve tarif et!
Ondan sonra onu kullan. (Daha sonra) sâhibi çıkarsa malını kendisine verirsin!»
O zâ t:
«‒Yitik deve de (bö yle mi?)» diye sordu.
Rasû lullâ h -sallallâ hu aleyhi ve sellem- Efendimiz o kadar gazab etti ki mü bâ rek yanakları, yâ hud
yü zü kızardı. Ve:
«‒Ondan sana ne? O, su tulumunu ve ayakkabısını berâberinde taşır. (Muhtâc oldukca) su başlarını
bulur, ağaç (yapraklarından) otlar. Onu, sâhibi buluncaya kadar kendi hâline bırak!» buyurdu.
Sahâ bî:
«‒Ya, yitik davara ne buyurursun?" dedi.
Efendimiz (s.a.v):
«‒O ya senindir, ya kardeşinindir, ya kurdundur.» buyurdu.” (Buhâ rî, İlim, 28)
Bir kimse bir yerde yitik bir mikdar para veya eşya bulsa, bunu sahibine vermek ü zere, oradan
alıp kaldırabilir. Fakat kendisi için alıp kaldıramaz, bu bir hırsızlık sayılır, haramdır.
Gö rü ldü ğ ü yerde alınmayıp bırakıldığ ı zaman zâ yi olmasından korkulmayan bir yitiğ i alıp
kaldırmak mubahtır.
Alınmayıp bırakıldığ ı takdirde zâ yi olmak ihtimali bulunan bir yitiğ i almak ve sahibi için
saklamak mendubdur.
Zâ yi olacağ ı anlaşılan bir yitiğ i almak ve saklamak vâ cibdir.
Yitikleri hü kü mete teslim etmek de caizdir. Hele gayrimü slimlere ait olduğ u anlaşılan yitikler,
devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri çıkarsa, aynen kendilerine verilir, eğ er satılmışlarsa,
bedelleri ö denir. Sahibleri çıkmazsa, toplumun ihtiyaçlarına harcanır.
Yitiğ i bulan, kendisindeki yitiğ i uygun bir şekilde ilan eder ve yitiğ in kıymetine gö re uygun bir
mü ddet bekler. Sahibi çıkmazsa onu fakirlere tasadduk eder, kendisi fakir ise bundan
faydalanabilir. Fakat sonradan sahibi çıkarsa bedelini borçlanır.
Sahibinin aramayacağ ı belli olan pek cü z’î şeylerde ise, bir mü ddet beklemeye lü zum yoktur. Bir
kuruş, bir meyve, basit bir mendil gibi...
Ebû Mû sâ el-Eşʻarî (r.a) şö yle anlatır:
“(Bir defâ sında) Nebiyy-i Ekrem -sallallâ hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hoşlanmadığ ı bâ zı
şeyler soruldu. (Bu gibi) suâ ller çoğ alınca Efendimiz (s.a.v) gazaplandı. Ondan sonra:
«‒Bana istediğinizi sorunuz!» buyurdu. Birisi (kalkıp):
«‒Benim babam kimdir?» dedi.
Allah Rasû lü (s.a.v):
«‒Baban Huzâfe’dir.» buyurdu. Bir diğ eri kalkıp:
«‒Yâ Rasû lâ llâ h, ya benim babam kimdir?» dedi.
«‒Şeybe’nin âzâtlısı Sâlim’dir.» buyurdu.
Hz. Ö mer (r.a) Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in mü bâ rek yü zlerindeki gazap alâ metlerini gö rü nce:
«‒Yâ Rasû lâ llâ h, Azîz ve Celîl olan Allâ h’a tevbe ediyoruz.» dedi.” (Buhâ rî, İlim, 28)
Diğ er rivâ yette:
“Efendimiz (s.a.v): «Ne istiyorsanız sorunuz!» diye defâ larca tekrâ r edince Hz. Ö mer (r.a) dizleri
ü zerine çö kerek:
«‒Allah’ın Rabbimiz olduğ una, İslâ m’ın dînimiz olduğ una, Muhammed -sallallâ hu aleyhi ve
sellem- Efendimiz’in peygamberimiz olduğ una râ zı olduk yâ Rasû lallâ h!» dedi.
Bunun ü zerine gazapları zâ il olup sü kû t buyurdular.
Ebû Hü reyre (r.a) anlatıyor:
“Biz, kader hususunda mü nâ kaşa ederken Rasû lullah (s.a.v) çıkageldi. Ö ylesine kızdı ki, ö fkenin
hâ sıl ettiğ i kızıllıktan, yü zü nde sanki nar taneleri ortaya çıkmıştı. Bize şö yle çıkıştı:
«–Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim. Bilin ki, sizden öncekileri,
dinî meselelerdeki münâkaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilâfları helâk
etmiştir.»” (Tirmizî, Kader 1/2134; İbn-i Mâ ce, Mukaddime 10)
Peygamber Efendimiz’in bu kızgınlığ ı, ashâ bını bü yü k bir tehlikeden muhâ faza etmek içindi.
Hz. Â işe (r.a) anlatıyor:
Fahr-i Kâ inâ t (s.a.v) ruhsatı tercih ederek bir amelde bulunmuştu. Bazılarının bundan
kaçındıklarını işittiğ inde buna fevkalâ de ö fkelendi ve insanlara şö yle hitâ b etti:
“−Allah için söyleyin, bazıları benim yaptığım şeyi beğenmeyip kaçınıyorlarmış, doğru mudur bu?
Allah’a yeminle söylüyorum, ben Allah’ı onlardan çok daha iyi biliyorum. Allah’tan haşyetim de
onlarınkinden çok daha fazladır.” (Buhâ rî, Edeb, 72; Mü slim, Fedâ il, 127, 128)
Allah Rasû lü (s.a.v)’in aynı şekilde haksız yere cana kıyan kimselere de cevabı hep sert olmuştur.
Savaşta “Lâ ilâ he illallah” dediğ i halde birini ö ldü ren Ü sâ me bin Zeyd’e (Buhari, Diyat, 2) ve yine
benzeri bir durumla karşılaşan Hâ lid bin Velid’e, yaptıklarına pişman edecek bir ü slupla mukâ bele
etmiştir. Hatta
“Yâ Rabbi, ben Hâlid’in yaptıklarından Sana sığınırım.” buyurmuştur. (Buhari, Ahkam, 35)

40- TÂLİM VE TEBLİĞDE YAZIYI KULLANIRDI


Rasû lullah (s.a.v), okuma ve yazmanın yaygın olmadığ ı bir cemiyet içinde zuhû r etmiş ü mmî bir
peygamberdi. Kur’â n-ı Kerim’in ifadesiyle daha ö nce ne bir kitap okumuş ne de herhangi bir yazı
yazmıştı. (Ankebû t, 48) Fakat nü bü vvet vazifesi başlayıp “Rabbının adıyla oku!” (Alak,
1), “O (Allah) kalemle ö ğ retendir” (Alak, 4), “Nun; kalem ve onunla yazılanlara andolsun” (Kalem, 1)
â yetleriyle ilmin ö nemi ve yazı ile kaydedilmesine dikkat çekildikten sonra İslâ m ü mmeti içinde son
derece hızlı bir okuma yazma seferberliğ i başlamıştır.
Rasû lullah (s.a.v), ilk olarak, inen Kur’â n-ı Kerim vahiylerini yazdırmıştır. Peygamberimiz için
yazı, başka hiçbir hizmet gö rmese bile, sırf Kur’â n-ı Kerim’in hıfzı ve yayılması için zaruri derecede
lü zumlu idi. Bu sebeple Allah Rasû lü , yazının ü mmet çapında yayılması için zaman kaybetmeden
gerekli bü tü n tedbirleri almıştı. Nitekim vahiy kâ tibi olarak vazife yapan ve isimleri bilinen zevâ tın
sayısı altmış beş civarındadır.
Fahr-i Kâ inâ t Efendimiz, tâ lim, terbiye ve tezkiye faaliyetlerinde de yazıdan istifade etmiştir.
Kur’â n’la karışma tehlikesi olduğ u ve bu sebeple yasaklandığ ı dö nemi istisna edersek, hadislerin
yazılması da Allah Rasû lü tarafından teşvik edilmiştir.
Abdullah bin Amr bin el-As (r.a) anlatıyor:
Rasû lullah (s.a.v)’den duyduğ um her şeyi ezberlemek için yazıyordum. Kureyş beni bundan men
etti ve
“−Allah Rasû lü hem kızgınlık hem de sukû net hallerinde konuşurken sen ondan işittiğ in her şeyi
yazıyor musun?” dediler.
Bunun ü zerine yazmayı bıraktım. Bilâ hare durumu Peygamberimize arzettiğ imde, eliyle
mü bâ rek ağ ızlarını işaret ederek şö yle buyurdular:
“−Yaz, nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz.”
(Ebû Dâ vû d, İlim, 3)
Ebû Hü reyre (r.a) şö yle buyurur:
“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ashâ bı arasında benden daha çok hadis rivâ yet eden kimse
yoktur. Ancak Abdullah bin Amr (r.a) hâ riç! Zira o yazardı, ben yazmazdım.” (Buhâ rî, İlim, 39)
Ebû Kubeyl şö yle anlatıyor:
Abdullâ h bin Amr bin  s’ın yanında idik. Kendisine Kostantiniyye ve Rû miyye’den hangisinin
ö nce fethedileceğ i soruldu. Abdullah, halkaları olan eski bir sandık getirtti. İçinden bir yazı çıkardı
ve şö yle dedi:
Rasûlullâh (s.a.v)’in çevresinde toplanmış mübârek hadislerini yazdığımız bir esnâda ona:
“–Hangi şehir ö nce fethedilecek, Kostantiniyye mi yoksa Rû miyye mi?” diye soruldu. Allâ h Rasû lü
(s.a.v) şu cevabı verdi:
“–Hiraklin şehri önce fethedilecek!” Efendimiz bu sö zü yle Kostantiniyye’yi kastediyordu. (Ahmed,
II, 176)
Ensar’dan bir adam Rasû lullah Efendimiz’in yanına oturup kendisinden hadis dinliyor, bundan
hoşlanıyor, fakat belleyemiyordu. Bu durumu Peygamberimize şikâ yet etti. Efendimiz de eliyle
yazıya işaret ederek:
“−Sağ elinden yardım iste!” buyurdu. (Tirmizi, İlim, 12)
Peygamber (s.a.v) Mekke’yi fethedince insanların arasında ayağ a kalktı. Allah Teâ lâ ’ya hamd ü
senâ dan sonra şö yle buyurdu:
“Şüphesiz Allah Fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoymuş, Rasûlü’nü ve mü’minleri ise buna
muzaffer kılmıştır. Mekke benden sonra hiç kimseye helal değildir. Mekke’nin avı ürkütülmez, dikeni
kesilmez, bulan kimsenin, sâhibini araması için alması hariç, kaybolan eşyası helal olmaz. Bir kimsenin
yakını öldürülürse iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet ya da kısas.”
Bunun ü zerine Hz. Abbâ s:
“−İzhir (otunun koparılması) mü stesnâ olsun. Çü nkü kabirlerimiz ve evlerimizde onu
kullanıyoruz” dedi. Peygamberimiz:
“−İzhir müstesna” buyurdu. Ardından Yemenli olan Ebû Şâ h ayağ a kalktı ve:
“−Bunu bana yazar mısınız ey Allah’ın Rasû lü ” dedi.
Peygamber Efendimiz de, sö zlerinin Ebu Şâ h için yazılmasını emir buyurdu. (Buhâ rî, Lukata, 7)
Enes bin Mâ lik (r.a), Mahmud bin Rebî (r.a)’den şö yle nakleder:
Medine’ye geldim. Az sonra İtbâ n bin Mâ lik (r.a)’e rastladım. Ona:
“‒Senden kulağ ıma bir hadis geldi?” dedim, İtbâ n (r.a) şunları anlattı:
“‒Gö zü me bir şey â rız oldu da Rasulullah (s.a.v)’e haber yolladım. Bana kadar gelerek evimde
namaz kılmasını, bunu mü teakib o namaz kıldığ ı yeri namazgâ h yapmayı arzu ettiğ imi sö yledim.
Bunun ü zerine Peygamber (s.a.v) Allah’ın dilediğ i ashâ biyle birlikte geldi ve içeri girdi. O evimde
namaz kılıyor; ashabı da aralarında konuşuyor, (mü nâ fıklardan karşılaştıkları kö tü lü klerden
bahsediyor)lardı. Sonra mevzu-i bahs olan şeylerin en çoğ unu ve en bü yü ğ ü nü Mâ lik bin Dü hşum’a
isnâ d ettiler. Peygamber (s.a.v)’in ona beddua etmesini ve bu sebeble onun helak olmasını
dilediklerini, onun başına bir belâ gelmesini arzu ettiklerini sö ylediler. Derken Peygamber (s.a.v)
namazını bitirdi ve:
«‒Bu adam Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet etmiyor
mu?» buyurdu. Ashâ b:
«‒Evet, amma o bunu kalbinde olmadığ ı halde sö ylü yor» dediler. Rasulullah (s.a.v):
«‒Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim de Rasûlullah olduğuma şehâdet getiren hiç bir kimse
yoktur ki (cehennem) ateşine girsin yahud onu tatsın.» buyurdular.”
Enes (r.a) şö yle der:
“Bu hadis benim hoşuma gitti, de oğluma: «‒Bunu yaz!» dedim. O da yazdı.” (Mü slim, Îmâ n, 54)
Rasû lullah (s.a.v), çevresindeki krallara, hü kü mdarlara ve yö neticilere, elçi ile beraber dâ vet
mektubları gö ndermiştir.
Muhammed Hamîdullah’ın el-Vesâiku’s-Siyâsiyye isimli eserinde, Efendimiz’den gelen yazılı
vesikalar ü ç yü ze yaklaşmaktadır.
Ö mer bin Abdilaziz (r.a) (Medine valisi) Ebû Bekr bin Hazm’a şö yle yazmıştır:
“Bak, Rasû lullah (s.a.v)’in hadislerinden ne varsa yaz. Zira ben, ilmin kaybolmasından ve
ulemanın gitmesinden korkuyorum. Rasû lullah (s.a.v)’in hadislerinden başka bir şey kabul etme!
 limler ilmi yaysınlar, ilim için (herkese açık yerlerde) halkalar teşkil etsinler, ta ki bilmeyenler de
bö ylece ö ğ rensin. Zira ilim, gizli kalmazsa yok olmaz.” (Buhâ rî, İlm 34)[7]
41- YABANCI DİLLERİ Ö Ğ RENMESİ İÇİN BAZI SAHABELERİ VAZİFELENDİRİRDİ
Peygamber Efendimiz’e herkesten olduğ u gibi Yahudilerden de Sü ryanice mektuplar geliyordu.
Bunlara cevap vermek de gerekiyordu. Rasû lullah (s.a.v) bir gü n Zeyd bin Sâ bit’i çağ ırıp, yahû dilere
gü venmediğ ini, onların dili olan Sü ryanice’yi ö ğ renmesini istedi.
Zeyd bin Sâ bit (r.a) şö yle anlatır:
“Rasû lullah (s.a.v) Medîne’ye geldiğ inde beni huzû runa gö tü rdü ler. Rasû lullah (s.a.v) beni sevdi
ve beğ endi. Oradakiler:
«–Yâ Rasû lallah! Bu Neccâ roğ ulları’ndan bir gençtir. Allah’ın sana inzâ l buyurduğ u sû relerden on
yedi tanesini ezbere biliyor» dediler.
Bu durum Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in çok hoşuna gitti. Bana:
«–Zeyd, benim için yahûdilerin diliyle yazmayı öğreniver. Vallahi ben yazı husûsunda yahûdilere
güvenmiyorum» buyurdu.
On beş gü n geçmeden onların yazısını ö ğ rendim, hattâ bu konuda epeyce mahâ ret kazandım.
Artık yahû diler Rasû lullah (s.a.v)’e mektup yazdıklarında onu kendisine okuyuveriyordum.
Efendimiz (s.a.v) bu mektuplara cevap yazdırmak istediğ inde de onun adına yazıveriyordum.”
(Ahmed, V, 186. Bkz. Buhâ rî, Ahkâ m, 40; Ebû Dâ vû d, İlim, 3/3645; Tirmizî, İstizan, 22/2715)
Zeyd (r.a) 20 gü n kadar bir sü rede de İbrâ nîce’yi ö ğ rendi.
42- Ü MMETİNİN TERBİYE VE TEZKİYESİ İÇİN DUA EDERDİ
 lemlere rahmet ve bü tü n insanlara hidayet olan Sevgili Peygamberimiz, ü mmetinin tezkiyesi,
tâ lim ve terbiyesi yolunda bü tü n imkâ nlarını seferber etmiştir. Onların hidayete ermesi ve sâ lih
kimselerden olmaları için gece gü ndü z gayret gö stermiştir. Gıyaplarında ve yü zlerine karşı onlar
için hayırlı dualarını eksik etmemiştir.
Rasû lullah (s.a.v), ü mmetinin hidâ yeti için pek çok duâ lar etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a),
annesi Ü mmü ’l-Hayr Selmâ ’nın hidayete gelmesi için Peygamberimize:
“–Yâ Rasû lallah! Şu annem çocuklarına karşı çok şefkatli bir annedir. Sen çok mü bâ reksin. Onun
için Allah’a dua et ve İslâ m’a davet buyur. Belki Allah senin hü rmetine onu cehennem ateşinden
kurtarır” dedi.
Bunun ü zerine Efendimiz Hz. Ebû Bekir’in annesine dua etti ve İslâ m’a çağ ırdı, o da Mü slü man
oldu. (İbn-i Esir, Üsüdü’l-gâbe, VII, 326)
Devs kabilesinden Tufeyl bin Amr, kabilesini İslâ m’a davet eder, ancak onlar kabul etmezlerdi.
Bunun ü zerine Mekke’ye, Rasû lullah’ın yanına varıp:
“–Ey Allah’ın Peygamberi! Devs kabilesi bana gâ lip geldi, İslâ m’dan uzak durup â si oldular. Onlar
aleyhinde Allah’a dua et!” diye talepte bulundu. Rasû lullah (s.a.v) ise:
“Allah’ım! Devs’e hidayet et!” diyerek dua etti ve Tufeyl’e:
“–Kavminin yanına dön! Onları İslâm’a davete devam et ve kendilerine yumuşak davran!” buyurdu.
Tufeyl kavminin yanına dö ndü . Rasû lullah Medine’ye hicret edinceye kadar, onları İslâ m’a davet
etti. (Buhâ rî, Megâ zî, 75; Ahmed, II, 243; İbn-i Sa’d, IV, 239)
Beldelerinden kendisini taşlayarak ve tü rlü hakâ retlerle çıkaran, hicrî dokuzuncu yıla kadar da
şiddetle direnerek mü slü manlara pek çok zâ yiâ t verdiren Tâ ifliler hakkında:
“Allah’ım! Sakîf’e hidâyet nasîb et ve onları bize getir” diye duâ buyurdu.
Neticede bu duâ nın bereketiyle kısa bir mü ddet sonra Sakîfliler mü slü man olmak için Allah
Rasû lü ’ne geldiler. (İbn-i Hişâ m, IV, 134; Tirmizî, Menâ kıb, 73/3942)
Yemen halkının hidâ yeti için:
“Allah’ım! Onların kalblerini bize yönelt!” şeklinde duâ da bulunmuştur. (Tirmizî, Menâ kıb,
71/3934)
Câ bir (r.a) şö yle anlatır:
Rasû lullah (s.a.v) minberin ü zerinde Yemen tarafına baktı ve:
“Allah’ım, kalblerini dînine yönelt!” buyurdu.
Irak tarafına baktı aynı duâ yı yaptı, ufkun her tarafına baktı ve aynı şeyleri sö yledi. Sonra da:
“Allah’ım, bizi arzın hazînelerinden rızıklandır, müdd’ümüze ve sa’ımıza bereket ver (ölçeklerimizi
bereketlendir)” buyurdu. (Buhâ rî, el-Edebü’l-müfred, s. 243, no: 482)
Fahr-i Kâ inâ t Efendimiz (s.a.v), Hz. Ali’yi Yemen’e kadı olarak gö nderirken, ü zerine aldığ ı
vazîfenin mes’û liyetinden endişe eden yeğ eninin gö ğ sü ü zerine elini koyup şu duâ yı yapmıştır:
“Allah’ım! Bunun kalbini doğruya hidâyet eyle, lisânını hak üzere sâbit kıl.”
Hz. Ali (r.a) diyor ki:
“Bu duâ dan sonra iki kişi arasında hü kü m verirken hiçbir tereddü t geçirmedim.” (İbn-i Mâ ce,
Ahkâ m, 1)
Rasû l-i Ekrem Efendimiz’in bir kısım dualarını da ashabını manevî hastalıklardan temizlemeye
tahsis ettiğ ini gö rmekteyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hutbesinde:
“−Ey insanlar! Nefsinden korkan varsa, ayağa kalksın da, kendisi için dua edeyim!” buyurdu. Bunun
ü zerine, bir kişi ayağ a kalktı:
“–Yâ Rasû lallah! Ben çok cimriyim, korkağ ım ve de uykucuyum. Allah’a dua et de, benden bunları
gidersin!” dedi. Allah Rasulü ona dua etti. Sonra bir kişi daha ayağ a kalktı ve:
“–Yâ Rasû lallah! Ben çok yalancıyım. Çirkin sö zlü , çirkin işliyim. Hem de uykucuyum” dedi. Allah
Resû lü :
“–Ey Allah’ım! Ona doğru sözlülük ve iman olgunluğu nasip et. Uyumak istedikçe kendisinden
uykuyu gider!” diye dua etti. Ardından Mescid’in kadınlar kısmından bir kadın ayağ a kalkıp:
“–Bende şö yle şö yle haller var. Allah’a dua et de benden bu halleri gidersin!” dedi. Efendimiz
(s.a.v) ona:
“–Sen Âişe’nin evine git!” buyurdu. Sonra minberden indi. Hz. Â işe’nin evine dö nü nce kadının
başına asâ sını koydu ve ona dua etti. (İbn-i Sa’d, II, 255)
[1] Muhibbuddin et-Taberî, Hulâsatü siyeri Seyyidi’l-beşer, s. 19; Kastallâ nî, el-Mevâhibü’l-
Ledünniyye, Mısır 1281, I, 385.
[2] İbrahim, 25.
[3] Bkz. Ahmed, II, 199; Hâ kim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Suyû tî, el-Câmi, no: 8147.
[4] Muhtemelen bu namaz sö z konusu vakitten ö nce kılınan sü nnet namazdır. Rasû lullah -
sallâ llahu aleyhi ve sellem-’in nafile namazları teberrü ken cemaatle kıldırdığ ı da olmuştur. (Mü slim,
Mesâ cid, 266-271)
[5] Mü nzirî, et-Terğîb ve’t-terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudâ nî, Cem’u’l-fevâid, trc. Naim
Erdoğ an, İstanbul ts., V, 384.
[6] Bkz. Buhâ rî, Menâ kıb, 25; Mü slim, Salâ t, 119.
[7] Hadislerin ilk gü nlerden îtibâ ren yazılması husû sunda bkz. Halil İbrâ him
Mollahâ tır, Mekânetü’s-sahâbe, Medîne-i Mü nevvere 1431, s. 630-640.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, İlmi Araştırmalar Merkezi (İLAM)

You might also like