Professional Documents
Culture Documents
Beş Parasızdım Ve Katilimi Arıyordum
Beş Parasızdım Ve Katilimi Arıyordum
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın,
hiçbir şekilde kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
BEŞ PARASIZDIM
VE
KATİLİMİ ARIYORDUM
ROMAN
***
“Bak aslanım” diyor dört ayıdan biri. “Patronu duydun.
Arkanda kim var. Niye arıyorsun Ahmet Çınar’ı? Haydi uğ-
raştırma bizi söyle.”
Dördünün yüzüne tek tek bakıyorum. Birinin yüzünde ha-
fif sakalı var. Bir diğeri kısacık saçlarını jöleleyip havaya dik-
miş. Diğer ikisinin bıyıkları dudaklarının kenarından sarkmış.
“Bizim de işimiz gücümüz var” diyor jöleli. “Haydi, şu
ismi söyle, sonra da seni aldığımız yere götürüp bırakalım.
Sen yoluna biz yolumuza.” Sarkık bıyıklı olanlardan daha iri
kıyım olanı gösteriyor. “Bak, bu adama Doktor derler. Buna
neden Doktor dediklerini biliyor musun?”
Doktor bana bakarak sırıtıyor.
Jöleli de sırıtıyor. “Bu bina onun hastanesidir. Özel ame-
liyat isteyen hastalarını alıp buraya getiririz ve Doktor’a
emanet ederiz. O ameliyatını yaparken biz de ona asistanlık
yaparız.” Birden yakama yapışıp burnunu burnuma dayıyor.
“Estetik doktorudur o. Tipini değiştirir adamın lan, tipini.
Yemin ederim şimdi bırakırız seni onun eline bütün dişlerini
çekip, burnunu götüne sokar. Tipini öyle bir değiştirir ki anan
bile tanıyamaz.”
Hafif sakallı olanın cep telefonunun çalması yetişiyor im-
dadıma; jöleli yakamı bırakıp göğsüme bir yumruk vuruyor
sertçe. Yumruğun etkisiyle iki adım geriliyorum.
“Kimmiş lan o?” diye soruyor jöleli.
Hafif sakallı, telefonun ekranına bakıp eliyle sessiz olun
der gibi bir hareket yapıyor. “Patron arıyor.” Telefonu açıp
kulağına dayıyor. Bir süre dinledikten sonra “Tamamdır abi,
anladım” deyip telefonu kapatıyor. Birkaç adım atıp jölelinin
arkasında duruyor. Jöleli hafifçe yana kayınca sakallıyla karşı
karşıya kalıyoruz.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 21
“Sen bir deyiver hele. Tanır mıyız, tanımaz mıyız ona biz
karar veririz” diyor.
“Nicholai” diyorum Doktor’un gözlerinin içine bakarak.
“Nicholai Hel.”
“Kim?” diyor şaşkınca. “Bi daha de bakam.”
“Nicholai Hel” diyorum bir kez daha ama biraz hızlıca
söylüyorum. Doktor’u kızdırmak lazım. Planım bayılıncaya
kadar dayak yemek olduğuna göre.
“Nikolayel ne lan? Ne biçim isim o?”
“Nikolayel değil, Nicolai” diyorum Doktor’u küçümser
bir tonda.
Doktor, diğerlerine dönüyor. “Ne diyo lan bu, anlayanınız
var mı?”
Hafif sakallı olanla jöleli birbirlerine bakıyorlar.
Jöleli, ellerini iki yana açıyor. “Mikayil gibi anladım ben”
diyor. Sonra da doğrulatmak için bana bakıyor.
“Mikail değil. Nicholai Hel.”
“Kimmiş lan o?” diyor Doktor.
“Etchebar’da bir şatoda yaşıyor” diyorum kayıtsızca.
Jöleli oturduğu masadan çevik bir hareketle inip yanıma
geliyor. “Lan oğlum adam gibi söylesene sen şunu.”
“Ulan geri zekâlılar, neyi adam gibi söyleyecekmiş. Yavşak
düpedüz dalga geçiyor sizle” diyor kapının önünde duran.
Jöleli ona doğru bakıyor. Sonra burnunu burnuma yaklaş-
tırıyor. “Öyle mi lan? Barzo doğru mu söylüyor, dalga mı ge-
çiyorsun sen bizle.”
“Evet, Barzo doğru söylüyor. Dalga geçiyorum lan danga-
laklar” diyorum mümkün olduğunca yumuşak bir sesle.
“Laaan” demesiyle kafayı sol kaşıma yapıştırması bir olu-
yor.
***
24 Derviş Şentekin
***
Haydi, kalk, diyor annem. Annemin sesini duyar duymaz
ağlamaya başlıyorum. Neredesin anne, diye bağırıyorum.
Buradayım oğlum, diyor annem. Hemen yanıma çökmüş;
kokusu burnumda. Buradayım annesinin kuzusu. Ne bu yü-
zünün gözünün hali böyle? Sen karıncayı bile incitmeyen bir
çocuktun, neler yapmışlar sana böyle. Beyaz bir mendille ya-
ralarımı temizliyor. Dudağımın kenarındaki kanı silerken acı-
yıp acımadığını soruyor. Acımıyor, diyorum. Haydi, kalk an-
nesinin bir tanesi, burada kalırsan ölüp gidersin. Ben on dört
yaşımda öldüm anne, dersem onu çok üzmüş olur muyum?
Siz beni bırakıp gittiğiniz gece. O trafik kazasında öldüğünüz
gece, ben de öldüm anne, desem ağlar mı? Beni nasıl da ya-
payalnız bırakıp gittiniz; hiç mi içiniz acımadı beni buralarda
yalnız başıma bırakıp giderken. Hem sen öldün hem de ba-
bam; bari biriniz yaşasaydı. Ya da beni de alsaydınız yanınıza,
ben de sizinle birlikte ölseydim... Ama hiçbirini söyleyemi-
yorum. Biliyorum çok üzülür annem. Çok ağlar... Yumuşacık
sesiyle konuşuyor. Haydi kalk, Elif’imiz seni bekler sonra. Biz
seni yapayalnız bırakıp gittik, sen tatlı kızını bırakıp gitme.
Huzur veren sesinin bütün varlığımı sarmasını istiyorum. Şu
göğsündeki yaraya da bakalım mı? Yok anne. Açma yaramı.
Açma... Dudağında acı bir tebessüm. Üzülme anne. Kalkıp gi-
derim ben şimdi. Sen üzme kendini...
Elimi uzatıyorum yanağına dokunmak için.
Elim boşlukta kalıyor...
Bir dakika sonra içeriye güler yüzlü bir hemşire girip ba-
şıyla Cengiz’i selamlarken duvardaki düğmeye dokunuyor.
İçerisi yavaş yavaş daha parlak bir ışıkla dolarken “Günaydın
Mehmet Bey” diyor.
Mehmet Bey mi? Gözlerim Cengiz’in gözlerini arayıp bu-
luyor; dudaklarında şeytani bir tebessüm var.
Göğsündeki isimliğe bakıp “Size de günaydın Berrin
Hanım” diyorum.
Elindeki sayfaları kontrol edip “Ağrınız sızınız var mı?”
diye soruyor.
“Yok gibi. Kendimi çok iyi hissediyorum.”
“Çok iyi” diyor yine gülen bir yüzle. “Bundan sonra fazla
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 35
Miskin bir kedi gibi yavaş yavaş uyanan İstanbul, günün bü-
yük koşuşturmacasına hazırdı anlaşılan. Kıymeti bilinmemiş,
Bizans eskisi bu kentle iki ay boyunca keyfince dalgasını geçen
kar, bu korkunç dev harabeye gelecek yıl uğrar mıydı bilinmez.
Fincandaki kahvenin kokusunu içime çektim ve Boğaz’ın
nefis manzarasına hâkim geniş terasa çıkıp, köpüre köpüre
bahar havasına karışan denizin büyüsüne bıraktım kendimi.
Balıkçı motorları, peşine taktıkları martılar eşliğinde, rengi
lacivertten maviye dönüşen denizin yüzeyinde çizgiler bıra-
karak pat pat ilerliyor; gökyüzündeki beyaz bulutlar yüzyıl-
larca yerlerinde kalacakmış gibi hallerinden memnun; terasın
altındaki sahil yolundan ağır ağır giden araçlardaki insanlar-
sa büyük ihtimalle günün bu saatinde bir yerlere yetişecek
olmanın huzursuzluğuyla doluydu.
Büyükçe bir yudum aldıktan sonra fincanımı masanın
üzerine bırakıp sağ tarafımda iki kıtayı birleştiren köprüyü
seyrettim bir süre... Yaşamak gerçekten güzel şeydi. Hem de
çok güzel. Derin derin nefesler aldım... Bir hafta kaldığım
hastaneden üç gün önce çıkmış olmama rağmen kendimi çok
iyi hissediyorum. Bunu söylediğimde, “Şansın yaver gitme-
seydi şimdi ölüp gitmiş olacaktın ama yaşıyorsun işte; onun
mutluluğudur içini dolduran” demişti Cengiz.
42 Derviş Şentekin
Haklıydı...
Birkaç günden beri içimden fışkıran yaşam mutluluğu, ba-
har dallarının çiçeklerine karışıyordu.
Fakat benim için her şey yeni başlıyordu. Evet ben bir za-
manların satranç şampiyonu, çok değil daha birkaç yıl önce
istihbaratın strateji dehası, kaybettiğim bir savaş sonrası bay-
raklarımı toplayıp sandıklara tıkamaya niyetli değildim. Asıl
savaş şimdi başlayacaktı. Ne pahasına olursa olsun, o alçak
katilden intikamımı alacaktım. İçimde bir parça bile korku
yoktu. Hem ben ölmemiş miydim? Ölmüş eşek kurttan kor-
kar mı hiç? Cengiz’in yardımıyla, üç gazetede birden çıkmış-
tı ölüm haberim: Tuzla yakınlarında göğsünde altı kurşunla
ölen kişinin kim olduğu araştırılıyor.
Eğer o duvarın dibinde geberip gitseydim bok yoluna
gitmiş olacaktım yani... Oysa elinde kılıcınla ölmüyorsan o
ömrü boşa yaşamışsın demektir... Hayat, sadece ve sadece
düşmanların yol gösterdiği bir çatışma ve mücadele alanıydı
ama ben, Ahmet Çınar’ı ararken karşıma azılı bir katilin çıka-
cağını tahmin bile edememiştim. Yuh bana, yuhlar bana.
Göğsümün bir körük gibi inip kalktığını, dişlerimi ve
yumruklarımı sıktığımı fark edince sandalyeden kalktım. İki
yıldan beri çürüyüp giden içimdeki o kokuşmuş pespayeliğe
açmalıydım ilk savaşı... Değil mi ki hayat fena halde satranca
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 45
için gecesini gündüzüne kattı, diye iki gözü iki çeşme ağlayıp
duran o zavallı anneni bile kandırmış. Eli kanlı bir köpeğin,
Bekir Tunç’un sağ koluydu sizin masum bildiğiniz o adam.
Senin, ‘canım babam’ dediğin, uğruna günler geceler boyu
gözyaşı döktüğün o adam, Medet gibi nice delikanlıyı baba-
sız bırakmış bir katildi… Tüm bunları düşünürken nefesimin
daraldığını hissediyorum. Bunların hiçbirini söyleyemeyece-
ğimi biliyorum. Ben anlatmak istesem bile sözcüklerin boğa-
zıma tıkanacağını biliyorum. Aslı’ya Cengiz’e güvendiğim
kadar güvenmiyorum üstelik.
“İyi misin?” diyen Aslı’nın sesiyle kendime geliyorum.
“Canın yanıyor mu?”
Elimi göğsüme götürüyorum istemsizce. “İyiyim, iyiyim.”
“Canın yanıyormuş gibi geldi de bir an.” Şefkatli bir anne-
nin sesiyle konuşmuştu.
“Yok, yok” dedim başımı hafifçe sallayarak. “Yaram ka-
pandı gibi. Ağrı sızı da yok.” İşi şakaya vurup Cengiz’e bak-
tım. “Sabah Cengiz’e de söyledim, eşek gibiyim maşallah.”
Parmaklarının arasındaki kibrit kutusunu çevirip duran
Cengiz’in yüzünde bir gülümseme belirdi. “Domuz da güzel
bir hayvandır bak.” Kibrit kutusunu masanın üzerine bıraktı.
“Bundan sonra nasılsın diye soranlara domuz gibiyim diye-
ceğim ben de.”
***
Yerine oturup kahvesinden bir yudum alır almaz gözlerini
yeniden gözlerime dikiyor Aslı. “Evet, dinliyorum. Kimmiş
şu seni vuran hayvan?”
Ben de kahvemden bir yudum aldım. “Konunun babanla
hiçbir ilgisi olmadığını peşinen söyleyeyim. Bu, benim beş-
altı yıl önce yakalattığım bir suçlu.”
“Suçu neydi?” diye sözümü kesti Aslı.
“Uyuşturucu işi falan yapıyorlardı bunlar. Elimize geçen
bir istihbaratı iyi değerlendirip narkotikle birlikte sıkı bir bas-
kın yapmıştık bunlara. İş üstünde yakalanmışlardı hem de.
İşte bu adam da, sanırım birkaç yıl yattıktan sonra bir yolunu
bulup hapishaneden çıkmış. Uyuşturucu işi yapanlar çok yat-
mazlar bu ülkede, adamını bulup hop dışarı çıkarlar. Bu da ye-
memiş içmemiş benim peşime düşmüş. O gece ben Medet’le
görüştükten sonra sahilde biraz oturup kafamı dinlemek is-
tedim.” Yalanı daha fazla uzatamayacaktım. Kahvemden bir
yudum aldım, “Sonrasını biliyorsun Aslı’cığım.”
“Takip mi ediyorlarmış seni?” Uzanıp paketten bir sigara
alıp yaktı.
“Büyük ihtimalle takip ediyorlardı” dedim sakince.
“Neyse, her şey geçti gitti.”
İnanmamış gözlerle baktı.
“Peki bundan sonrası?”
“Bundan sonrası” dedim Cengiz’e bakarak. “Bu ev bana
iyi geldi, kendimi bir güzel dinledim ve bundan sonrasın-
da ne yapacağıma karar verdim. Sanırım doğru da bir karar
verdim.” Bir vapurun düdüğü uzun uzun çaldı. Derin bir
nefes aldım. “Kaçıp gideceğim buralardan. Muğla’ya yerleş-
meye karar verdim. Çünkü bu adamların ne yapacağı belli
olmaz.”
54 Derviş Şentekin
“Eminim.”
“Ne diyeyim, istihbaratın gözbebeğiydin bir zamanlar.
Vardır bir bildiğin.” Elindeki peçeteyi alnında bir kez daha
gezdirdi. “Evet?” dedi.
“Evet” dedim. “Soru neydi?”
“Aslı’yı sormuştum.”
“Yanıtını verdim.” Sırıtarak söylemiştim. “Senin ardından
o da çıktı. Annesi ve kız kardeşiyle buluşacakmış. Akşam
Kırk Bir’e gel, dedim. Bakalım, belki gelir.”
İnanmamış gözlerle baktı yüzüme.
“O kız sana âşık oğlum” dedi John Lennon’ın yüzüne doğ-
ru yürürken. “Boş boş oturma orada öyle, bardağını al mutfağa
gel.”
32
Onu ilk gördüğüm gün bir yerlerden uçup geldi, bir ağrı
olarak mideme yerleşti. Karnımda dayanılmaz bir acı hisset-
tim. Sanki bin yıl önceydi ama öylesine net hatırlıyordum ki.
Dünya Gençler Satranç Şampiyonu olduğum gündü. Lacivert
bir takım elbise, bembeyaz bir gömlek, kan kırmızısı kravatı
vardı. Vücuduna göre biraz büyükçe bir baş, kırlaşmış kısacık
saçlar, tertemiz bir yüz, insanın içine doğru bakan ama o yüze
ait değilmiş gibi duran kahverengi gözler, gülünce ortaya çı-
kan tavşan dişler, geniş omuzlar...
Oysa şimdi kalbine doğrultulmuş bir namlu, üstelik be-
nim elimden olmasını istediği bir ölümle arasında birkaç
metre vardı ve bu durum onu çaresiz, bitkin ve yaşlı birine
dönüştürmüştü.
“Ne yapıyorsunuz siz böyle?” diye bağıran Burcu’nun
sesiyle irkildim. Gözlerimi açınca, yuvalarından fırlayacak-
mış gibi duran gözleriyle karşılaştım. Seri bir hareketle Oğuz
Sipahi’yle benim arama girmişti. Az önce Oğuz Sipahi’ye
doğrulttuğum silahımın namlusu Burcu’nun alnını işaret edi-
yordu.
Kolum yanıma düştü sertçe.
“Lütfen koy o silahı beline” dedi Burcu, Oğuz Abi’sinden
çok bana acıyan bir sesle.
Silahın emniyetini kapatıp kemerime soktum.
Elini uzattı. “Gel hadi.” Yerimden kıpırdamadığımı görün-
ce, birkaç adım atıp yanıma geldi. Gözlerime değil de içime
bakıyordu. Tebessümü kocaman bir gülümsemeye dönüştü.
“İnsan, Oğuz Abi’ye silah çeker mi hiç?” Koluma girdi, birlik-
te çardağa doğru yürüdük...
Oğuz Abi’yle karşı karşıya gelince kolumu bıraktı Burcu.
“Haydi bakalım öpüşüp barışın, ben de şarapları doldurayım.”
Elini uzattı Oğuz Abi. Saçları bembeyaz olmuştu. Hüzün
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 89
Oğuz’un yanında iki aylık bir staj yap. Sosyoloji dediğin in-
san bilimi, bana göre Oğuz’un işi de insan bilimi. İki aylık sta-
jın sonunda, sen de seversen, bak sen de seversen diyorum,
oturup Oğuz’la şartları konuşursunuz. İşin seni huylandıran
kısmının polislik olduğunu biliyorum. Yeminle söylüyorum,
yirmi yıllık kocam, ben tanıştığımda bu işi yapıyordu, bu-
güne kadar bir kez bile polis olarak görmedim Oğuz’u. Sen
istihbaratçı falan da değilsin, tam bir dedektifsin, diyorum
Oğuz’a. Bazı günler Sherlock Holmes diye takılırım.”
Parmaklarımı birbirine kenetledim. Ağzımda acı bir tat
vardı... Genzimi yakan bir koku...
“Zeynep Yenge’nin hastalığını bana neden söylemedin?”
dedim kızgın bir sesle. “Hani ben sizin oğlunuz sayılırdım?”
İrkilerek bana baktı. “Ne söylesen haklısın” dedi. Uzanıp
kadehini aldı, bir yudum içti. “Sana neden söylemedik?”
İçkisini bitirip kadehi masaya bıraktı. “Zeynep Yenge’n, kim-
selere bir şey söylemememi istedi, insanlar öğrenip de ne ola-
cak ki, üzülmekten başka ne gelir ki ellerinden, deyip durdu.
Hastalığını sana anlatacağımı söylediğimde, senin buna hak-
kın olduğunu, durumunu bilmen gerektiğini ama senin de
elinden acımaktan ve üzülmekten başka bir şey gelmeyeceği-
ni söyleyip beni ikna etti. Dedim ya, o aralar siz de Nilgün’le
tartışıp duruyordunuz, boşanmanızın eli kulağındaydı.
Sakın, dedi Zeynep, sakın çocukların kulağına gitmesin.”
Durdu, masanın üzerinde bir şey aradı. Birbirinden farklı
boylardaki pipolardan birini alıp şöyle bir baktı, Burcu’nun
önündeki sigara paketini işaret etti.
“Oğuz Abi hani sen sigarayı bırakmıştın?” dedi Burcu.
“Haydi, doldur bir pipo da güzel güzel kokutsun etrafı.”
Burcu’nun söylediklerini duymamış gibiydi. Onun istek-
sizce uzattığı paketi aldı, içinden bir tane çıkarıp dudaklarının
94 Derviş Şentekin
her şeye üzülüp isyan ederek hiçbir şeyi çözemeyiz ki. Hem
Oğuz Abi de çok üzülüyor. O, böyle olsun ister miydi? Bak
dört gündür şuradayım, sabahtan akşama kadar seni anlatı-
yor. Yaptıklarına bin pişman. Hayat dediğimiz yaşadıkları-
mızdan başka nedir ki zaten.” Elini omzuma koydu. “Haydi
gel, dönelim. İzin ver içini iyice boşaltsın Oğuz Abi. Sana her
şeyi bir bir anlatmazsa gözü açık gider şu dünyadan.” Elini
omzumdan çekti. “Hepimiz neler neler yaşıyoruz şu dünya-
da. İçimizde ne büyük kavgalar var, yenilip durduğumuz.
Pes etmek, hayattan vazgeçmek en kolay olanı, önemli olan
savaşmak, hiç durmadan mücadele etmek değil mi? Senin
bunu benden daha iyi bildiğini de çok iyi biliyorum. Haydi
dönelim. Bırak anlatsın Oğuz Abi. İkiniz de rahatlayacaksı-
nız. İkinizin de içindeki sizi yiyip bitiren o yara biraz olsun
iyileşsin. Haydi.” Dönüp yine küçük adımlarla yürümeye
başladı. “Sence tüm bunlar neden hep bizim başımıza geli-
yor?” dedi.
“Bilmem” dedim. “İyi olmanın cezasını çekiyor olabilir
miyiz?” Onun yanıtının ne olduğunu merak ettim. “Sence?”
Döndü, gümüş gümüş güldü, eliyle gel işareti yaptı.
“Senin yanıtın çok daha güzelmiş” dedi. “Doğru söylüyor-
sun, iyi biri olmanın cezasını çekiyoruz hepimiz.”
Peşi sıra yürüdüm.
26
“Peki seni merak eden hiç kimse yok mu?” dedim dudak-
larımdan dökülen kelimelere ben de hayret ederek.
Durdu. Sol elini havaya kaldırıp parmaklarını şaklat-
tı. “Tipik bir istihbaratçı sorusuyla karşı karşıyayım galiba”
dedi. “Bir cinayetçi olsaydın, sevgilin var mı diye sorar-
dın.” Döndü. Gülüyordu. Parmaklarının arasındaki sigarayı
134 Derviş Şentekin
***
Yine Burcu önde ben arkadaydım.
“Popoma bakmayı bırak” dedi.
“Bakmıyorum” dedim. Bakıyordum... Utangaç bakışlarla ba-
kıyordum ama... “Önümde yürüyorsun, başka nerene bakabili-
rim ki?”
“Çok komiiiiik” dedi.
dedi. Bir süre sustu. “İyi o halde, ben şimdi okulu arayıp Elif’i
senin alacağını söylüyorum. Elif’in yanında telefonu da var.
Okuldan çıkınca açar, onu da ararsın. Numarası var mı sen-
de?”
“Var” diyorum. “Var, var. Ararım.”
“İyi o halde akşam görüşürüz” diyor. “Elif’i bırakırken yu-
karı çıkarsın herhalde. Yamaç’ı da görürsün hem.”
Çıkarım, dememi bekliyor Nilgün.
“Bakarız” diyorum.
Burcu gelip yanımdaki sandalyeye oturdu.
“Haydi hoşçakal” diyor Nilgün. Benim bakarız dememin
anlamını en iyi o biliyor, bu nedenle de sesi biraz düşüyor
hoşçakal derken.
“Hoşçakal” deyip telefonu kapattım.
“Günaydın” dedim.
“Günaydın... Ben de seni arayacaktım” dedi Burcu. “On
bir uçağıyla gidiyoruz. Yarım saat sonra aşağıda ol.”
“Tamam.”
“Öptüm, görüşürüz.”
***
Otelin önüne çıktığımda arabanın yanında durmuş, siga-
rasını tüttürüyordu Burcu. Gözünde güneş gözlüğü vardı.
Açık mavi gömleği, kot pantolonu ve beyaz spor ayakkabıla-
rına yakışmıştı.
Beni görünce kocaman gülümsedi. Bordomsu bir rujla du-
daklarını daha da kalınlaştırmıştı. Gözlüğünü çıkarıp sigara-
sını attı, iki yanağımdan öptü.
Elimdeki poşeti göstererek sordu: “Ne var onda?”
“Kirliler, yıkarsın diye getirdim.”
“Çok komik” dedi.
“Biz sizin gibi değiliz ki” dedim “Siz iki gün kalacağınız
bir yere bile gitseniz iki valiz hazırlarsınız.”
“Kadınlar tedbirlidir” dedi. “Bagajda bir tane sırt çantası
olacaktı bak bakalım duruyor mu?”
Bagajı açtım, çantayı alıp poşettekileri doldurdum.
“Geç sen kullan” dedi.
“Ben Ankara’yı bilmem ki!”
“Araba biliyor” dedi hınzırca sırıtarak. “Sen tabelaları ta-
kip et o bizi götürür.”
“Çok komikmiş” dedim yalancıktan yüzümü buruştura-
rak.
Odalarımıza girdik.
“Ben hazırım.”
Sesin geldiği tarafa baktım.
Burcu’yu görür görmez kendimi daha iyi hissettiğimi fark
ettim.
Elindeki sırt çantasını yanımdaki koltuğun üzerine bırakıp
karşımdaki koltuğa oturdu. Beyaz tişört, siyah kottu bu kez.
Makyaj yapmamıştı.
Sehpadaki şişeyi alıp bardağa su doldurdu, içti.
“Çıkalım mı?” dedi.
“Olur.”
“Önden buyur.”
Kapıya doğru yürürken “O çantayı neden aldın ki?” de-
dim.
“Makyaj malzemelerim, lazım olabilir diye pedlerim,
n’olur n’olmaz diye yedek bir tişört, bilgisayarım var çantam-
da” dedi. “Bir de silahımı attım çantama, senin gibi belimde
taşıyamazdım ya.”
Elimi belime attım. “Çok mu belli oluyor?”
“Evet.”
“E, o zaman bunu da atalım çantaya” dedim... Çantayı
açtı, silahımı bıraktım. “Nereye gidiyoruz?”
“Sülüklü Han diye bir yer varmış. Hem çok serin oluyor-
muş hem de şarapları nefismiş.”
Otelin bahçesinden çıkıp yol kenarında taksi beklerken
“Gidip şu Doktor’u alsak mı?” diye sordum Burcu’ya.
“Benim de aklımdan geçti, onun için odadayken Oğuz
Abi’yi aradım.”
“Ne dedi?”
196 Derviş Şentekin
Hasanpaşa’dan çıktık.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Otele döneriz diye konuştuk Oğuz Abi’yle. Hava çok sı-
cak. Hem akşam için bir plan yaparız.”
“Olur. Şuradan bir taksiye binelim o zaman.”
Elindeki anahtarı salladı Burcu. “Muhsin arabasını bize bı-
raktı” dedi. “Nereye park etmiştiniz?”
214 Derviş Şentekin
Oğuz Abi’yle bense evi tam karşıdan gören bir tarlaya park
etmiştik arabayı. Ağzımızdan tek kelime çıkmadan bekledik.
Sen yine de bir ara uğra benim mezarıma, olur mu, dedi.
Şöyle bir etrafa baktı.
Burcu’nun bahsettiği ev mi bu?
Evet.
Güzelmiş, dedi. Güzelmiş...