Beş Parasızdım Ve Katilimi Arıyordum

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 237

Kırmızı Kedi Yayınevi 311

Kırmızı Kedi Yayınevi: 311


Türk Edebiyatı: 63

Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum


Derviş Şentekin

© Derviş Şentekin, 2014


© Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014

Yayın Yönetmeni: İlknur Özdemir


Son Okuma: Alkım Özalp
Kapak Tasarımı ve Grafik: Yeşim Ercan Aydın

Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın,
hiçbir şekilde kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

Birinci Basım: Nisan 2014, İstanbul


İkinci Basım: Nisan 2014, İstanbul
ISBN: 978-605-4927-27-2
Kırmızı Kedi Sertifika No: 13252

Baskı: Pasifik Ofset Ltd. Şti.


Cihangir Mah. Güvercin Cad. No: 3/1 Baha İş Merkezi A Blok Kat: 2
34310 Haramidere/İSTANBUL
Tel: 0212 412 17 77 Sertifika No: 12027

Kırmızı Kedi Yayınevi


kirmizikedi@kirmizikedikitap.com /wwwirmizikedikitap.com
www.facebook.com/kirmizikedikitap
Ömer Avni M. Emektar S. No: 18 Gümüşsuyu 34427 İSTANBUL
T: 0212 244 89 82 F: 0212 244 09 48
Derviş Şentekin

BEŞ PARASIZDIM
VE
KATİLİMİ ARIYORDUM

ROMAN

Beni büyüten üç güzel kıza;


Sultan’a
Duygu’ya
Şiir’e...
Bu kitapta geçen kişi, kurum ve kuruluşların tümü hayal ürünüdür ve gerçek kişi,
kurum ve kuruluşlarla olası benzerlikler tesadüfidir.
Bu bedbahtlıktan kurtulmak için televizyonu açıyorum.
Hangi kanalın düğmesine bassam, bombalar atılıyor, yü­züme
namlular çevriliyor, haykıran kadınlar, yaralı erkek­ler, kan,
ölü çocuklar, bağırıp çağıran politikacılar ­–bir onu gösteriyor-
lar bir ötekini–, sonra göbek atan kadınlar, tekrar namlular,
tekrar bombalar, sonra yine eller havaya!.. 

Selim İleri, Mel’un


Akıl çağıydı, budalalık çağıydı da. İnanç çağıydı aynı
zamanda inkâr çağıydı da. Bir taraftan aydınlık bir taraftan
karanlık mevsim yaşanıyordu. Umudun baharıydı, umut-
suzluğun kışı. Her şeyimiz vardı ama hiçbir şeyimiz yoktu.
Hepimiz doğruca cennete gidiyorduk ama hepimiz cehenne-
me de gidiyorduk.

Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi


41

“Bu işler satranç oynamaya benzemez”

Sıcaktı... Çok sıcak...


Namlunun ucundan, filmlerdeki gibi bir ateş çıktı mı bil-
miyorum; çünkü uzaklardaki geçit vermez dağların ardından
yükselen güneşin doğaya bin bir can katan o pırıl pırıl ışıkları,
hain gecenin karanlık hükmünün bittiği şu saatlerdeki alaca-
karanlıkla iç içe geçmişti.
Ben sesi duyduğum anda namludan peş peşe fırlayan altı
kurşun, çoktan bedenime saplanmıştı bile. Sağ elinin işaret-
parmağının tetiğe dokunmasıyla birlikte, namussuz silah,
göğsümden göbeğime doğru kan akıtan altı küçük delik açtı.
Namludan alev çıkıp çıkmadığını bilmiyorum ama alçak de-
lik demirden fırlayan ve uçup bana doğru gelen kurşunların
hepsini birden havada gördüğüme yemin edebilirim.
Ancak işini bilen bir usta katil böylesine incelikli yollaya-
bilirdi bu kurşunları. Ne de olsa son yirmi yılın en azılı kati-
liydi o.
Cesedim kurda kuşa yem olacak, kanlar içinde kurumuş
yaralarıma böcekler dolacaktı... Kurtlar, kokuşmuş cesedimin
çürümüş etlerini sıyıra sıyıra yiyecek, kemiklerimi de sırada
bekleyen çakallara bırakacaklardı.
İşte bu renkli katil, öldürdüğü her insanda kendini biraz
12 Derviş Şentekin

daha geliştirmiş, işinde biraz daha ustalaşmıştı.


İlk kurşunu göğsümün tam ortasına doğru göndermişti,
ikincisini onun iki santim altına, diğer dört kurşunu ikişer
santim arayla alt alta sıralamıştı.
Altı kurşun birden saplanınca göğsüme, iki günden beri
bıkıp usanmadan vücudumda kırılmadık kemik bırakma-
mak için çırpınıp duran ayıların, elinde silah olan pezevengin
daha rahat ateş etmesi için beni sürükleyerek getirip diktikle-
ri taş duvara doğru savruldum hızla. Duvarla sırtım arasın-
daki uzaklığı tahmin etmediğim açıktı; kurşunların etkisiyle
önce sırtımı sonra da kafamı duvara çarptım. Kurşunların
yakarak girdiği yerlerin değil, sırtımın ve kafamın acısını his-
settim. Eğer ellerim arkamdan bağlı olmasaydı, göğsümdeki
delikleri değil başımın arkasını tutup ovuşturacağım kesindi.
Kurşunları yiyince ben geriye doğru savrulmamıştım da du-
var öne doğru savrulmuştu sanki.
Yere düşmemek için direndim.
Sağıma doğru hafifçe eğilirken parmaklarımda kalan son
enerjiyle duvarda tutunacak küçücük bir yer aradım, yoktu...
“Bu işlere bulaşmamalıydın harika çocuk” dedi katil. “Bu
işler satranç oynamaya benzemez.”
Haklıydı. Satranç oynamaya benzemiyordu. Ne diyordu
satrancın altın kuralı: Satrancı çok iyi bilmeniz değil hangi
hamleyi ne zaman yapacağınızı iyi bilmeniz önemlidir.
Dün gece, şimdi şuraya dizilmiş dört ayının çıkardığı başa-
rılı iş, yüzümden okunuyordu: Sağ gözüm patlamış (şişen –ve
muhtemelen moraran– gözkapağım gözümü tamamen kapat-
mıştı, kaşımdan süzülen kan kirpiklerimde birikmiş ve kuru-
muştu); sol gözümü de sağ gözüme benzetmişlerdi, patlamıştı
(kapanmıştı kapanmasına ama az da olsa görebiliyordum); bur-
num, bir boksörün burnuna dönmüştü (gece boyunca burnuma
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 13

burnuma inmişti yumruklar, kemiğinin paramparça olduğuna


eminim); üst dudağım alt dudağıma göre daha fazla şişmişti
(alt dudağım nedense patlamamıştı); burnumdan ve dudakla-
rımdan süzülen kan çenemden göğsüme doğru akmış, beyaz
gömleğimde kuruyup siyahlaşmıştı; çenemin kırılıp kırılma-
dığını bilmiyorum, her yumruktan sonra ağzıma dolan kanın
yarısını yutmuş, yarısını da tükürmeye çalışmıştım. Güçlü,
kuvvetli çocuklardı ne de olsa. Haklarını vermek lazımdı, iyi iş
çıkarmışlardı: afferin onlara.
Kurşunlar bedenime saplanınca önce dizlerimin üzerine
düştüm sonra da sağ kolumun üzerine yıkıldım.
Ayıcıklar gece boyunca yaptıkları gibi yapmayacaklardı
ama ben yine de geberip gitmeden önce karnıma gelecek tek-
melerden korunmak için dizlerimi karnıma doğru çekmeye
çalıştım.
Sol gözkapağımı kaldırmaya çalıştım. İçime hafif bir ışık
doldu, sonra yeniden karanlık. Ayak seslerini duyuyordum.
Gözümü açmayı yeniden denedim. İçime yeniden ışık doldu.
Önümde bir çift ayak duruyordu.
“Ne diyorlar sizin oyunda buna, şah-mat mı?” dedi.
Zamanı gelmişti: Ruhum kanlar içindeki bedenimden ay-
rılmış gökyüzüne doğru havalanıyordu. Dünya gençler sat-
ranç şampiyonu olarak girdiğim İstihbarat ’tan, iki yıl önce kı-
çıma tekmeyi vurarak kovmuşlardı beni... Bir tekme de karım
vurmuştu. Benden boşandıktan üç ay sonra yeniden evlenmiş,
kızımı, Elif’imi de alıp Ankara’ya yerleşmişti...

İstanbul’a mis gibi kar yağıyordu...


Bir kadın, bir yıldan beri pineklediğim Cengiz’in 41 adlı
barında beni bulmuş ve kayıp babasını aramam için iki yüz
bin lira teklif etmişti... İşi kabul ettim. Çünkü beş parasızdım
14 Derviş Şentekin

ve kadın çok güzeldi... Üstelik her geçen gün korkaklaşarak


çürümeye başlayan içimdeki adamı da kurtarabilirdim bel-
ki... Yolumun, bir dönemin en azılı katili Bekir Tunç’la kesişe-
ceğini nereden bilirdim ki...

Ayağını, sol yanağıma sertçe bastırdı, yüzümün sağ tarafı


toprağa biraz daha gömüldü.
“Şah-mat, muhallebi çocuğu” dedi.
Üç el silah sesi daha duydum.
Kafama sıkmış olmalıydı.
Hiçbir şey hissetmedim.
Sıcaktı... Çok sıcak...
40

Toprağa değil de yumuşacık bir ele dokunmuştum sanki

Ağzıma, burnuma ve göz çukurlarıma doluşan karıncaları


fark edince içime bir huzur doldu.
Başımı hafifçe oynattım...
Yüzümün sağ tarafı toprağa gömülmüştü. Sol gözümden
içime dolan ışığın damarlarımda dolaşmaya başladığını his-
settiğime göre, yaşıyordum.
Yaşıyordum...
Alçak katil öldürememişti beni.
Derin bir nefes almak için uğraştım ama göğsüme keskin
bir acı saplandı. Kesik kesik soluk aldım. Ciğerlerimdeki zeh-
ri, boğazımı yakan bir acıyla dışarı üfledim. Burnuma ve ağzı-
ma yalnızca karıncalar değil toprak da dolmuştu. Ağzımdaki
kan tadına toprağın tuzu da karışmıştı.

Parmakuçlarımla toprağa dokundum.


Yumuşacıktı...
Sevinçle bir kez daha dokundum...
Toprağa değil de yumuşacık bir ele dokunmuştum sanki.
“Elif’im” diyorum, elimi tutan elin sıcaklığını hissedince.
“Elif’im, canım kızım iyi mi?”
Sol gözümü biraz daha açmak için uğraştım ama dünya-
nın ağırlığını taşıyordu gözkapağım sanki. Yavaşça kapandı.
16 Derviş Şentekin

Her taraf kapkaranlıktı.


Bahar güneşinin tepemizde ışıl ışıl olduğunu biliyordum.
Karanlık...
Karanlık...
Çok karanlık...

Katilin silahından çıkan kurşunlar bir kez daha havada


uçuştu; göğsüme doğru yollanmış altı kurşunu bir kez daha
havada gördüm.
Buz gibi bir karanlığın içinde, anne karnındaki bir bebek-
tim…
Çok soğuktu…
Üşüyordum.

Daha ne istiyorsun, diye bağırdım içimdeki puslu karan-


lığa doğru; yaşıyorsun işte. İçimdeki mutsuzluk dağıldı bir-
denbire. Karnımdaki yılanlar karanlık kuytularına çekilmişti;
milyonlarca renk renk kelebek uçuşuyordu... Hani geberip
gidecektin, kokuşmuş cesedinin çürümüş etlerini sıyıra sıyıra
yiyecekti kurtlar. Çakallar yiyip bitirecekti kurtlardan geriye
kalanları da. Bak, yaşıyorsun işte; elin toprağa değiyor. Bak
elin, diyorum; toprak, diyorum... Bir daha dokun toprağa.
Bak şu karıncaları hissediyorsun. Üstelik toprağın mis gibi
tuzu da ağzında...
Göğsümde altı kurşun vardı, ama mutluydum. Yaşıyor
olmanın mutluluğuydu içimi dolduran. Böylesine güneşli
bir günde ölür müydü ki insan. Ölmek ister miydi? İstese de
ölemezdi. Evet, istese de ölemez, diye bağırdı içimdeki bana
benzeyen. Bak bahar gelmiş; tamam, senin o çok sevdiğin kar
yok ama sen baharları da seversin. Haydi kalk, çiçeklenmiş
ağaçların gölgesi seni bekliyor.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 17

Fakat çok uzun sürmüyor bu mutluluk anı; kara bulutlar


toplanıyor tepeme. Uçurumların ortasındaki karanlıkların
derinliğine düşüyorum yeniden. Bir sonu olsun istiyorum bu
düşmenin. Yere çarpıp durmayı bekliyorum ama bir dip yok;
düşüyorum...

Yumuşacık bir el...


Sanki incecik parmaklar var, cansız elimi avuçlarına alan.
Serin bir çarşaf, bembeyaz.
Sonra yeniden o uçurum ve karanlık; düşüyorum.

Bekir Tunç’un yemyeşil gözlerini görüyorum. Yeşil. Öyle


bir yeşil ki unutulacak gibi değil. Çivi gibi saplanmışlar göz-
lerime. Gözlerimden girip kafamın arkasını parçalayarak çık-
mış iki çivi...
Ahmet Çınar’ı neden aradığımı ve arkamda kimin oldu-
ğunu soruyor. Medet’le görüştüğümü de biliyor.
“Ne anlattı Medet sana? Bekir Tunç gelip babamı alıp gö-
türdü ve öldürdü, demiştir Allah bilir.”
“Onu da anlattı, Yavuz Ziya’yı da” diyorum.
“Vaaay, demek öğrendin Ahmet Çınar’ın kim olduğunu”
diyor, delirmiş yeşil gözleri bu kez tavanda. “Yavuz Ziya” di-
yor, sanki onu orada görüyormuşçasına. “O adı ben taktım
ona. Yıllar önce yanıma geldiğinde gözü kara bir adamdı.
Ermeni teröristlerin kökünü kazıyıp gelmişlerdi Avrupa’dan.
Sırada Kürt teröristler vardı. Onların kökünü de birlikte ka-
zıyacaktık. Sağ kolumdu Yavuz Ziya, hem de on yıl... Sonra
herkes kendi yoluna gitti. Benim sayemde kazandığı parayla
yüzlerce ev aldı. Hatırı sayılır bir işadamı oldu. Sonra birden
onun da götü kalktı. İnsan parayı bulunca her şey değişti sa-
nıyor. Eee, ne oldu? Geçen yıl sıktılar kafasına bir kurşun,
18 Derviş Şentekin

attılar bir çukura.” Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. “Ben


nice Ahmet Çınar’lar gördüm... Hepsini çöpe attım...”
“Ben, seni de çöpe attıklarını sanıyordum” diyorum alayla.
“Beni kimse çöpe atamaz oğlum” diyor burnundan solu-
yarak. Yeşil gözlerini yeniden gözlerime çiviliyor. “Ben eşeği-
mi sağlam kazığa bağladım. Ahmet’lerle Mehmet’lerle karış-
tırma beni. Kimse kılıma bile dokunamaz benim. Yirmi yıldır
benim bildiklerimi bilen biri nasıl sağ kalıyor sanıyorsun.
Öyle belgeler var, öyle belgeler var ki elimde, benim diyen
adamın götü düşer. Bir-iki tane de değil, yüzlerce. Bir tekini,
sadece bir tekini bile açıklasam Hakkari’den Edirne’ye kadar
çöker bu ülke. Beni çöpe atacak adamın amına koyarım.”
Kızgın bir boğaya dönüşmüştü. Bana doğru eğiliyor,
“Siktir et şimdi sen onu bunu. Ne diyorsun teklifime?” diye
bağırıyor. “Bana arkanda kimin olduğunu söyle, ben de senin
hayatını bağışlayayım.”
“Arkamda kimse yok” diyorum.
“Demek söylemeyeceksin amına koyduğumun çocuğu”
diyor yüzüme sert bir tokat savurarak.
Yüzümün sol tarafı alev almış gibi yanıyor.
Yerimden fırlayıp kafamı alnının ortasına çakmak istiyo-
rum. Burnunu beynine gömmek geçiyor içimden ama otur-
duğum yerden kalkamıyorum. Neyi beklediğimi ben de bil-
miyorum.
“Sen beni ne sandın lan orospu çocuğu” diye bağırıyor.
“Kim var arkanda, söyle?”
Yeşil gözleri kararıyor. Göz bebekleri yok oluyor; birer
kara boşluk... Kapıya doğru bakıyor.
Ben de bakıyorum.
“Gençler!” diye bağırıyor.
Dördü birden giriyor içeriye.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 19

Dişlerini sıkıp, vahşi bir hayvan gibi bağırıyor.


Sağ ayağını kaldırıp göğsüme doğru bir tekme savuruyor.
Ani bir refleksle ayağını havada yakalayıp olanca gücümle
geriye doğru savuruyorum. Dengesini kaybedip, önce kol-
tuğa çarpıyor sonra da koltukla birlikte yere yuvarlanıyor.
Ayağa kalkmama fırsat kalmadan dört ayı kıskıvrak yaka-
lıyor beni. Ağır hareketlerle yerden kalkıp işaretparmağını
sertçe sallıyor.
“Alın bu amına koyduğumun çocuğunu götürün.
Arkasında kim varmış öğrenin” diyor bağırarak. “Eğer arka-
sında kim olduğunu söylemezse, yarın sabah erkenden dışa-
rıdaki duvarın önüne dikin bu iti.”
Bütün gücüyle karnıma bir yumruk atıyor.
Göğsümün ortasındaki sancı içimi yakıyor.

Toprağı avuçluyorum. Gücümü toplayıp ayağa kalkmak


istiyorum. Karnıma doğru kıvrılmış bacaklarımı hissetmiyo-
rum. Ağzıma, burnuma ve göz çukurlarıma doluşmuş olan
karıncalar azalmış.
Elif’in yüzünü hatırlayamadığımı fark ediyorum. Bir isim-
den ibaretmiş gibi geliyor bana. Sarılıp koklamalara doya-
madığım kızımın yüzü bir türlü gelmiyor gözlerimin önüne.
Benim gibi onun da babasız büyüyecek olması, göğsümdeki
kurşunlardan daha çok acı veriyor bana. Dişlerimi sıkıp doğ-
rulmak için yeniden çabalıyorum. Elif’im için kalkmalıyım.
Onu bir kez daha görmek için. Bir kez daha gördükten sonra
ölebilirim... Bir kez daha...
Önce bembeyaz bir oda sonra kanlar içinde yattığım bir
oda beliriyor zihnimde.
O beyaz odada kalmak istiyorum ama yeniden düşüyo-
rum karanlık uçuruma...
20 Derviş Şentekin

***
“Bak aslanım” diyor dört ayıdan biri. “Patronu duydun.
Arkanda kim var. Niye arıyorsun Ahmet Çınar’ı? Haydi uğ-
raştırma bizi söyle.”
Dördünün yüzüne tek tek bakıyorum. Birinin yüzünde ha-
fif sakalı var. Bir diğeri kısacık saçlarını jöleleyip havaya dik-
miş. Diğer ikisinin bıyıkları dudaklarının kenarından sarkmış.
“Bizim de işimiz gücümüz var” diyor jöleli. “Haydi, şu
ismi söyle, sonra da seni aldığımız yere götürüp bırakalım.
Sen yoluna biz yolumuza.” Sarkık bıyıklı olanlardan daha iri
kıyım olanı gösteriyor. “Bak, bu adama Doktor derler. Buna
neden Doktor dediklerini biliyor musun?”
Doktor bana bakarak sırıtıyor.
Jöleli de sırıtıyor. “Bu bina onun hastanesidir. Özel ame-
liyat isteyen hastalarını alıp buraya getiririz ve Doktor’a
emanet ederiz. O ameliyatını yaparken biz de ona asistanlık
yaparız.” Birden yakama yapışıp burnunu burnuma dayıyor.
“Estetik doktorudur o. Tipini değiştirir adamın lan, tipini.
Yemin ederim şimdi bırakırız seni onun eline bütün dişlerini
çekip, burnunu götüne sokar. Tipini öyle bir değiştirir ki anan
bile tanıyamaz.”
Hafif sakallı olanın cep telefonunun çalması yetişiyor im-
dadıma; jöleli yakamı bırakıp göğsüme bir yumruk vuruyor
sertçe. Yumruğun etkisiyle iki adım geriliyorum.
“Kimmiş lan o?” diye soruyor jöleli.
Hafif sakallı, telefonun ekranına bakıp eliyle sessiz olun
der gibi bir hareket yapıyor. “Patron arıyor.” Telefonu açıp
kulağına dayıyor. Bir süre dinledikten sonra “Tamamdır abi,
anladım” deyip telefonu kapatıyor. Birkaç adım atıp jölelinin
arkasında duruyor. Jöleli hafifçe yana kayınca sakallıyla karşı
karşıya kalıyoruz.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 21

“Bana bak lan yavşak. Patron çok sinirli. Ya o ismi verir


size, ya da yarın sabah ben gelip anasını siker, eşek cennetine
gönderirim onu, diyor.”
“Ne uğraşıyonuz lan” diyor Doktor. “Alın bunu da ame-
liyat odasına. O ismi bize ya söyler ya söyler. Yok, söylemi-
yorsa da keyfi bilir. Ne diye canınızı sıkıyonuz ki.” Hızlı
adımlarla yaklaşıp kocaman eliyle ensemden kavrıyor. “Gel
lan buraya dallama.” Hızla öne doğru itiyor beni. Düşmemek
için çabalıyorum. Başımı usulca çevirip gözlerine bakıyorum.
“N’oldu, erkek olduğun mu geldi aklına, yoksa eski polis ol-
duğun mu?”
Sırtımın ortasına bütün gücüyle bir yumruk atınca nefesim
kesiliyor. Yüzünün ortasına bir tane çakmak geliyor içimden.
Sakin olmalıyım, diyorum. Bu dört ayıyla baş etmen müm-
kün değil oğlum, sakin ol. Ancak akıllı olursan yenebilirsin
bunları. İki kişi olsalardı belki ama dört kişi...
Suskunluğuma da sinirleniyor Doktor. “N’oldu lan ne ba-
kıyon, dövecek misin beni?” diyor alaycı bir sesle. Bileğimi
yakalayıp kolumu belime doğru kıvırıyor. “Yürü yürü. Ben
seni konuşturmasını bilirim.”
Bileğimi biraz daha büküyor. Adımlarına uyarak hızlı hızlı
yürüyorum.
Bir kapının önüne geldiğimizde jöleli kapıyı açıyor ve içeri
girip ışığı yakıyor.
Doktor bütün gücüyle içeriye doğru fırlatıyor beni.
Dengemi kaybedip bir sandalyeye çarparak düşüyorum.
“Kalk kalk kalk” diye bağırıyor. “Numara yapma.”
Saçlarıma yapışıp ayağa kaldırıyor; acıdan gözlerim yaşarıyor.
Jöleli devrilmiş olan sandalyeyi düzeltip duvara dayanmış
olan masanın üzerine oturuyor. Sakallı da gelip yanına otu-
rurken, dördüncü ayı kapıda öylece duruyor.
22 Derviş Şentekin

Tavandan sarkan küçük bir ampulün cansız ışıklar saçtığı


küçücük bir oda. Köşedeki kanepenin yanında küçük bir seh-
panın üzerinde birkaç su şişesi ve küflenmiş ekmek parçası
duruyor. Kanepenin diğer yanında, üstü üste konmuş birkaç
plastik sandalye toz içinde. Etraf gelişigüzel atılmış eşyayla
dolu; giysiler, ezilmiş karton kutular...
“Bana bak lan yavşak” diye bağırıyor Doktor. “Burada
kiminin taşaklarına elektrik verdim, kiminin götüne jop sok-
tum. Şimdiye kadar konuşmadan çıkanı görmedim ama.
Senin gibi nice delikanlı gördü bu oda. Önce dayılık edip
konuşmadılar ama sonra bülbül kesildiler.” Ceketini çıkarıp
duvardaki askıya asıyor. Ceketin yanındaki giysilere bakıyo-
rum. İki eski palto ve birkaç gömleğin yanındaki şey içime
bir serinlik dolduruyor. Daha bir dikkatlice bakınca bu dört
ayının beni alt edemeyeceğini hissediyorum. Kol düğmelerini
açıp gömleğini dirseklerine kadar kıvırıyor. “Ameliyata baş-
layayım mı, yoksa o ismi söyleyecek misin?”
Boğazımı temizliyorum. Babamın sesi yankılanıyor bey-
nimde: Bir planın var mı evlat? Dört yarma birden siliniyor.
Sen, hayat fena halde satranca benzer, deyip durmaz mıydın,
diyorum. Gülüyor babam. Evet, diyor. Hayat fena halde sat-
ranca benzer. Satranç için altın öğütler; madde kaç bilmiyo-
rum ama şöyle der: Her zaman bir planın olsun ve o plana
hep sadık kal. Bir planım var, diyorum. Peki neymiş o pla-
nın? Sesindeki sıcaklık içimi ısıtıyor. Planım, bu ayıların beni
bayıltıncaya kadar dövmeleri, diyorum. Birbirimize gülüyo-
ruz.
“Arkamda kim olduğunu söylerim ama siz tanımazsınız
ki” diyorum sesime yapay bir ciddiyet katarak.
Her birinin yüzüne tek tek bakıyorum dikkatlice. En son
Doktor’a dönüyorum.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 23

“Sen bir deyiver hele. Tanır mıyız, tanımaz mıyız ona biz
karar veririz” diyor.
“Nicholai” diyorum Doktor’un gözlerinin içine bakarak.
“Nicholai Hel.”
“Kim?” diyor şaşkınca. “Bi daha de bakam.”
“Nicholai Hel” diyorum bir kez daha ama biraz hızlıca
söylüyorum. Doktor’u kızdırmak lazım. Planım bayılıncaya
kadar dayak yemek olduğuna göre.
“Nikolayel ne lan? Ne biçim isim o?”
“Nikolayel değil, Nicolai” diyorum Doktor’u küçümser
bir tonda.
Doktor, diğerlerine dönüyor. “Ne diyo lan bu, anlayanınız
var mı?”
Hafif sakallı olanla jöleli birbirlerine bakıyorlar.
Jöleli, ellerini iki yana açıyor. “Mikayil gibi anladım ben”
diyor. Sonra da doğrulatmak için bana bakıyor.
“Mikail değil. Nicholai Hel.”
“Kimmiş lan o?” diyor Doktor.
“Etchebar’da bir şatoda yaşıyor” diyorum kayıtsızca.
Jöleli oturduğu masadan çevik bir hareketle inip yanıma
geliyor. “Lan oğlum adam gibi söylesene sen şunu.”
“Ulan geri zekâlılar, neyi adam gibi söyleyecekmiş. Yavşak
düpedüz dalga geçiyor sizle” diyor kapının önünde duran.
Jöleli ona doğru bakıyor. Sonra burnunu burnuma yaklaş-
tırıyor. “Öyle mi lan? Barzo doğru mu söylüyor, dalga mı ge-
çiyorsun sen bizle.”
“Evet, Barzo doğru söylüyor. Dalga geçiyorum lan danga-
laklar” diyorum mümkün olduğunca yumuşak bir sesle.
“Laaan” demesiyle kafayı sol kaşıma yapıştırması bir olu-
yor.
***
24 Derviş Şentekin

Dört ayıdan üçü birkaç dakika içinde yere sermişlerdi


beni. Kaç yumruk yediğimi hatırlamıyorum. Birkaç yumruk
da ben atmıştım...

“Durun lan durun” diyor masada oturan. “Geberdi galiba


pezevenk.”
“Gebersin!” diyor Doktor bir tekme daha vururken.
“İt oğlu it bayıldı galiba” diyor jöleli.
Kısa bir sessizlik oluyor. Nefes nefeseler.
“Bırakın geberip gidecek pezevenk. Çıkıp birer sigara içe-
lim” diyor Barzo.
“Patrona haber vereyim mi?” diyor masada oturan.
“Ne haberi verecen lan” diyor jöleli. “Sabah gelip kafasına
sıkacak nasılsa. Çekin kapıyı çıkın haydi.”
Sakallı iniyor masadan. “Çevikmiş de lan” diyor gülen bir
sesle. “Barzo yetişmeseydi hacamat edecekti sizi.”
Doktor bir küfür savuruyor sakallıya. “Boş boş konuşma
lan. Hırsımı senden çıkarırım valla.”
Odadan çıkıyorlar. Ayak sesleri uzaklaşınca ağzımdan de-
rin derin nefes alıp veriyorum.
39

Bir duvarın dibinde miyim,


yoksa serin bir odada mı bilemiyorum

Doktor her an dönüp gelebilir.


Birkaç dakika sonra nefesim düzeliyor.
Nefesimi mümkün olduğunca yavaş alıp vermeye çalışı-
yorum.
Her yerim ağrıyor. Kalkmak için acele etmiyorum; istesem
de kalkamayacağımı biliyorum. Önce Doktor’un geri gelmesi
lazım zaten.
Yüzümü yere iyice yerleştirip bir süre daha yatıyorum.
Ayak sesleri yaklaşıyor. Yanılmıyorum. Doktor olmalı bu.
Ayak sesleri gelip kapının önünde duruyor, kilit açılınca koca
gövdesiyle tıslayarak içeriye giriyor ve duvara astığı ceketini
alıyor. Bir küfür daha savurup kapıyı kapatıyor.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum... Sesler duyuyorum.


Kim olduklarını görmek için sol gözümü açmaya çalışıyo-
rum. Gözkapağım hafifçe aralanıyor. Karıncaları görüyorum.
Gözkapağım düşüyor, her yer yeniden kararıyor. Sesleri duy-
maya devam ediyorum. Cengiz, Aslı’ya bir şey soruyor sanki.
Cengiz ve Aslı buradaysa Elif nerede? Peki ya annem?
Elif... Kızım... Elif’imi bir kere daha görmeden ölmeyece-
ğim, diyorum kendi kendime. Ellerimi toprağa bastırıp başı-
mı yerden kaldırıyorum. Kalkabilirim...
26 Derviş Şentekin

***
Haydi, kalk, diyor annem. Annemin sesini duyar duymaz
ağlamaya başlıyorum. Neredesin anne, diye bağırıyorum.
Buradayım oğlum, diyor annem. Hemen yanıma çökmüş;
kokusu burnumda. Buradayım annesinin kuzusu. Ne bu yü-
zünün gözünün hali böyle? Sen karıncayı bile incitmeyen bir
çocuktun, neler yapmışlar sana böyle. Beyaz bir mendille ya-
ralarımı temizliyor. Dudağımın kenarındaki kanı silerken acı-
yıp acımadığını soruyor. Acımıyor, diyorum. Haydi, kalk an-
nesinin bir tanesi, burada kalırsan ölüp gidersin. Ben on dört
yaşımda öldüm anne, dersem onu çok üzmüş olur muyum?
Siz beni bırakıp gittiğiniz gece. O trafik kazasında öldüğünüz
gece, ben de öldüm anne, desem ağlar mı? Beni nasıl da ya-
payalnız bırakıp gittiniz; hiç mi içiniz acımadı beni buralarda
yalnız başıma bırakıp giderken. Hem sen öldün hem de ba-
bam; bari biriniz yaşasaydı. Ya da beni de alsaydınız yanınıza,
ben de sizinle birlikte ölseydim... Ama hiçbirini söyleyemi-
yorum. Biliyorum çok üzülür annem. Çok ağlar... Yumuşacık
sesiyle konuşuyor. Haydi kalk, Elif’imiz seni bekler sonra. Biz
seni yapayalnız bırakıp gittik, sen tatlı kızını bırakıp gitme.
Huzur veren sesinin bütün varlığımı sarmasını istiyorum. Şu
göğsündeki yaraya da bakalım mı? Yok anne. Açma yaramı.
Açma... Dudağında acı bir tebessüm. Üzülme anne. Kalkıp gi-
derim ben şimdi. Sen üzme kendini...
Elimi uzatıyorum yanağına dokunmak için.
Elim boşlukta kalıyor...

Yavaşça sırtüstü dönüyorum. Kaşımdan, burnumdan ve


dudağımdan sızan kanı silmemek için kendimi zor tutuyo-
rum. Sol tarafımdaki kaburgalarıma dokunuyorum. Doğrulup
oturuyorum. Dışarıya kulak kesiliyorum. Zorlanarak da olsa
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 27

ayağa kalkıp Doktor’un ceketini astığı askılığa doğru yavaş


yavaş yürüyorum. Paltoların arasındaki yeleği alıp bakıyo-
rum. Bir dönem polislere dağıtılan tenekelerden biri bu. Çin
malı bir çelik yelek. Polisler kurşun geçirdiği için teneke ye-
lek adını takmışlardı. Eski paltoyu kaldırınca altında iki tane
teneke daha görüyorum. Hangisi daha yenidir diye bakıyo-
rum. Birini gözüme kestirip yere bırakıyorum. Kabanımı ve
gömleğimi çıkarıp tenekeyi giyiyorum hızlıca. Üstüne gömle-
ğimi ve kabanımı giyip az önce uzandığım yere aynı şekilde
yatmaya gayret ederek uzanıyorum. Artık bu saatten sonra
bana acıyacaklarını sanmıyorum. Tek umudum şu teneke...
Kafama sıkmamaları için dua etmekten başka bir şey gelmez
elimden... Hayatı boyunca şansa inanmadığından olacak şan-
sı hiç yaver gitmemiş bir adamın duası ne kadar kabul olursa
artık...

Aklımın bir köşesinde, bembeyaz ışıklı bir odada bir yatak


var. Işıktan rahatsız oluyorum. O yatakta ben mi yatıyorum,
yoksa bir başkası mı bilmiyorum. Sonra birdenbire parlak
beyaz ışık kapanıyor, rahatsız etmeyen bir ışığa dönüşüyor.
Pencereden giren ışık odayı doldurunca içerideki herkese bir
huzur çöküyor. Kim var ki o odada? Gözkapaklarım bir tür-
lü açılmıyor. Üzerimde beyaz bir örtü olduğuna göre yatakta
yatan benim. Sağ tarafımdaki her kimse yumuşacık okşuyor
parmaklarımı. Küçükken ateşim çıkmış da sayıklıyormuşum
ve annem bileklerime anlıma ıslak havlu koyuyormuş gibi.
Aynı kokuyu duyuyorum. Anne, diyorum. Çok üşüyorum
anne, yalvarırım o soğuk havluyu koyma alnıma. Yüzünü
yüzüme yaklaştırıyor annem, kokusunu içime çekiyorum.
Yanağımı, burnumu, gözümü öpüyor.
***
28 Derviş Şentekin

Bir duvarın dibinde miyim, yoksa serin bir odada mı bile-


miyorum...

Sol tarafımda, biri dolanıp duruyor.


Babamdır kesin. Kızıp duruyordur anneme. Niye şu içi-
ne sıçtığımın dünyasında onun ateşi çıkmaz da oğlunun ateşi
çıkar ki hep. Oğlu istemiyorsa o buz gibi havluları koymaya-
caksın bileklerine, alnına. Onun aslan oğlu o havlular, ilaçlar
şunlar bunlar olmadan da iyileşir. Annem hiç umursamıyor
babamın söylediklerini. İki gündür okula gitmiyorum zaten.
Neyse ki bugün cuma da... yarın ateşim düşer pazara da aya-
ğa kalkarım; pazartesi aslanlar gibi okuluma giderim. Ona da
sinirleniyor babam, odanın ortasında dört dönerken. Ben gü-
lümseyince babam da gülümsüyor. Okul dediğin zaten nedir
ki baba, eğlence yeridir. Hem hasta olmanın en güzel tarafı
okula gitmemek değil midir ki zaten; uyuz öğretmenlerin yü-
zünü üç-beş gün görmemiş olurum. Ha, arkadaşlarımı özle-
rim, o ayrı. Aslan oğluyum ben babamın, aslanıyım. İyiyim
babiş, biraz ateşten ne çıkar ki. Kar yağıyor mu hâlâ babiş.
Bu gece ateşim düşerse çıkıp kardan adam yapar mıyız?
Büsbüyük, senin boyunda bir kardan adam yaparız, ne gü-
zel olur değil mi babişim. Annem usulca kalkıyor yanımdan.
Yemin billâh, baba oğul ikimiz de delirmişiz. Annem odadan
çıkınca pencereyi hafifçe aralıyor babam.
İçeriye dolan kokudan, dışarıda mis gibi bir baharın oldu-
ğunu anlıyorum. Babam da kayboluyor zaten. Ben de koca-
man bir adama dönüşüyorum.
Göğsümdeki acıya anlam veremiyorum.

Kapı açılınca içeriye önce Doktor’un girdiğini anlıyorum.


Yanıma gelip diz çöküyor, nefesinde pis bir sigara kokusu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 29

Yüzüme birkaç tokat atıyor. Zamanın geldiğini anlıyorum,


yavaşça gözlerimi açarken. Bileklerimi arkamda birleştirip
bir iple bağlıyor.
“Bunun telefonuyla cüzdanı vardı, ne yaptınız?” diyor.
“Bende” diyor jöleli.
Cüzdanı iç cebime koyacaklarını düşünüp korkuyorum
bir an. Kabanımın düğmelerini açarlarsa çelik yeleği fark et-
memeleri imkânsız.
Doktor, “Ver sen şunları bana” deyince cebinden çıkardı-
ğı cüzdanımı ve telefonumu arkadaşının avcuna bırakıyor.
Elindekilere şöyle bir bakıp “Cüzdanında iş yokmuş da tele-
fonun iyiymiş” diyor ve kabanımın sol cebine önce cüzdanı-
mı sonra da telefonumu koyuyor.

Dışarı çıktığımızda havanın henüz aydınlanmamış oldu-


ğunu fark ediyorum. Beni duvarın dibine dikip geçip karşım-
da duruyorlar.

Birkaç dakika sonra Bekir Tunç belirdi karşımda. Elindeki


silahı bana doğrultmuştu.
“Bu işlere bulaşmamalıydın harika çocuk” diyor. “Bu işler
satranç oynamaya benzemez.”
Namludan art arda çıkan altı kurşun göğsüme doğru uçu-
yor... Göğsüme saplanan kurşunların etkisiyle duvara çarpıp
yavaşça dizlerimin üzerine çöküp sağ kolumun üstüne yere
devriliyorum.
Bekir Tunç’un ayak seslerini duyuyorum. Birkaç saniye
tepemde dikildikten sonra ayağını, sol yanağıma sertçe bastı-
rınca yüzümün sağ tarafı toprağa biraz daha gömülüyor.
“Bunun cebinden çıkan bok püsürünü ne yaptınız?” diye
bağırıyor.
30 Derviş Şentekin

“Cebine koyduk” diye yanıtlıyor Barzo.


“Satranç şampiyonuymuş” diye söyleniyor Bekir Tunç.
“İşiniz gücünüz yok benimle mi uğraşıyorsunuz.” Sonra sesi-
ni yükselterek arkasındaki ayılara sesleniyor. “Şunun bilekle-
rindeki ipi de kesin lan.”
Ayılardan biri koşar adımlarla yanımıza geliyor. Birkaç sa-
niye içinde kesiyor bileklerimdeki ipi.
Tekrar Bekir Tunç’un sesini duyuyorum. “Al o ipi bırakma
orda.”
“Cesedi burada mı bırakacağız?” diye soranın jöleli oldu-
ğunu anlıyorum.
“İstersen eve götürelim” diyor Bekir Tunç, jöleliyi tersle-
yerek.
Tepemde dikilen adamların yavaş yavaş uzaklaştığını du-
yuyorum.
38

İçimi dolduran karanlık uçup gidiyor

“Kâbus görüyor galiba” diyor yumuşacık bir ses.


Gözlerimi aralayınca Aslı’nın kocaman gözlerini görüyorum.
İçimi dolduran karanlık uçup gidiyor...
Kırmızı dudakları yavaşça aralanıp bembeyaz dişleriyle
gülümsüyor.
İncecik parmaklarını avcumun içine alıyorum.

Cengiz’in adımı söylediğini duyuyorum. Birkaç kez tek-


rarlıyor. Kendisini duyup duymadığımı soruyor.
Zorla yutkunup boğazımı temizliyorum. “Adımı mı ezberli-
yorsun oğlum. Duyuyorum seni” diyorum, kısık bir sesle.
Gülümsemeye çabalıyorum. Burnumun üzerindeki ban-
daj ve dudaklarımdaki yaraların izin verdiği kadar. Sağ gö-
züm tamamen kapalı. Biraz çabalayınca aralanıyor.
Aslı tırnaklarını geçiriyor elime. “Allah’ım sana şükürler
olsun. Dualarım kabul oldu.” Yüzünün rengi gömleğinin be-
yazlığıyla bir.
“Anladım” diyorum Aslı’nın ağlamaktan şişmiş gözlerine
bakarak. “Ben öldüm ve başıma bir melekle bir zebani diktiler.”
Kocaman gözleriyle gülüyor Cengiz. “Of be, of be. Offf beee...
Çok şükür be kardeşim.” Ellerini dua eder gibi iki yana açıyor.
“Sen tut postu deldir. Biz üç günden beri burada delirelim,
32 Derviş Şentekin

uyanır uyanmaz bize saydır bakalım beyefendi.” Yanıma yak-


laşıp bir kez daha kocaman gülüyor. “İyisin değil mi?”
“Ne o” diyorum yine kısık bir sesle. “Üç-beş kurşunla öle-
ceğimi mi düşündünüz yoksa?”
“Tam altı kurşun” diyor Cengiz. İşaretparmağını göğsüne
saplamaya çalışıyor. “Kurşunların dördü çelik yelekte kalmış
ama ikisi içeriye girivermiş. Yüzüne bayağı iyi çalışılmış. Seni
ameliyat eden doktorun dediğine göre bir boks karşılaşma-
sında bile bu kadar yumruk yenmezmiş. Ama senin kafa mer-
merden olduğu için burun kemiğinde birkaç çatlak varmış,
ucuz atlatmışsın yani.” Birden ciddileşiyor. “Neler oldu, kim
öldürmek istedi seni?”
Gülümsemeye çalışıyorum. “Hepsini anlatırım Cengiz’im”
diyorum.
“Çok yormayalım istersen” diyor Aslı.
“İyiyim, iyiyim” diyorum Aslı’ya bakarak.
“Kurşunları hemen çıkardılar da çok kan kaybetmişsin.”
Gergin yüzü birden değişip yumuşuyor ve sağ eliyle göğsüne
pat pat dokunarak konuşuyor. “Neyse ki kardeşin buradaydı
da kan verdi sana.”
“Sonunda kan kardeş de olduk desene” diyorum dudağım-
da minik bir tebessümle. Konuşmaya devam etmek istiyorum
ama kocaman bir ağırlık gelip çöküyor gözkapaklarıma. Elif’im
nerede demek için dilimi ve dudaklarımı kımıldattığımı biliyo-
rum ama Aslı’nın beni duyup duymadığını bilmiyorum.
“Uyandığını doktora haber verse miydik?” diye usulca so-
ruyor Aslı.
“Sevinçten unuttuk gitti” diyor Cengiz. “Ama sanırım ye-
niden daldı.”
Huzurlu bir uykunun buluttan yumuşaklığına bırakıyo-
rum kendimi...
37

“Bekir Tunç mu?” diyor Cengiz şaşırarak

Gözlerimi açınca loş bir ışık karşılıyor beni.


“Saat kaç?” diyorum kısık bir sesle.
Kendimi daha iyi hissediyorum. Dört ayının saldırısına
uğrayıp, şerefsiz bir katil tarafından kurşuna dizildikten son-
ra o duvarın dibinden kurtulup, şu yumuşacık yatakta yatı-
yor olmak bulunmaz bir nimet.
“Sana kaç lazımdı?” diyor Cengiz uykulu ama neşeli bir
sesle. “Sabahın beşi, bu saat sana uyar mı?” Yatağın solundaki
koltuktan kalkıp yanıma geliyor.
“Aslı nerede?” diyorum.
“Gitti” diyor yumuşak bir sesle. “Gitmesi için zor ikna et-
tim. Kaç günden beri buralarda çok yoruldu, yazık.”
“Çok özür dilerim be Cengiz’im” diyorum elimle yanımdaki
koltuğa oturmasını işaret ederken. “Sizi de perişan ettim.”
Gelip usulca oturuyor.
“Saçmalama be” diyor yalancıktan kızarak. “Sen bir iyileş
hepsinin acısını çıkarırız nasıl olsa.”
“Hastanede olduğumdan kimlerin haberi var?”
“Bir ben, bir de Aslı. Başka da bilen yok.”
“Doktorlar?” diyorum kuşkulu bir sesle. “Doktorlara ne
dediniz?”
“Aslı’nın annesi bu hastanede ameliyat olmuş bir yıl önce
34 Derviş Şentekin

mi ne. Doktorlardan birini tanıyordu. Senin için komiser ve ni-


şanlım deyince başka da soru sormadılar zaten.” Birden durup
yüzüme daha bir dikkatli baktı. “Gerçekten iyi misin?”
Başımı hafifçe sallayarak iyi olduğumu belirttim.
“İçecek bir şeyler var mıdır?” diyorum. Burnuma çay ko-
kusu geliyor.
“Çantamda viski var” diyor sırıtarak. “Manyak mısın sen,
ne içeceği?”
“Kırkından sonra barcı olursan olacağı bu. İçecek deyince
aklına alkolden başka bir şey gelmiyor.”
Gülümsüyor. “Sazan gibi atladım valla. Doğru söylüyor-
sun, kırkından sonra barcı olunca öyle olduk.” Ayağa kalkıp
kollarını iki yana açarak geriniyor. “Hastane değil yedi yıl-
dızlı otel burası. Ne içersin?” Tam dönüp gidecekken birden
duruyor. “Tüh! Hastamız uyanınca beni çağırın, demişti hem-
şire; dur, onu çağırayım. Ne içebileceğini ona sorarız. Ben vis-
ki teklif ettim ama kabul etmedi derim.” Yatağın sol tarafına
geçip, “Galiba şu düğmeye basıyorduk” diyor.

Bir dakika sonra içeriye güler yüzlü bir hemşire girip ba-
şıyla Cengiz’i selamlarken duvardaki düğmeye dokunuyor.
İçerisi yavaş yavaş daha parlak bir ışıkla dolarken “Günaydın
Mehmet Bey” diyor.
Mehmet Bey mi? Gözlerim Cengiz’in gözlerini arayıp bu-
luyor; dudaklarında şeytani bir tebessüm var.
Göğsündeki isimliğe bakıp “Size de günaydın Berrin
Hanım” diyorum.
Elindeki sayfaları kontrol edip “Ağrınız sızınız var mı?”
diye soruyor.
“Yok gibi. Kendimi çok iyi hissediyorum.”
“Çok iyi” diyor yine gülen bir yüzle. “Bundan sonra fazla
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 35

bir ağrınız olmayacaktır zaten. Çabuk iyileşiyorsunuz...”


Durumu çabuk anladım; Berrin Hemşire, beni neden ça-
ğırdınız, demek istiyordu.
“Çay, kahve bir şeyler içmek istiyorum. Sanırım biraz da
acıktım” diyorum.
Berrin Hemşire’nin dudakları aralanıyor, yüzüne keyifli
bir tebessüm yerleşiyor. “Söyledim size, çabuk iyileşiyorsu-
nuz.” Kapıya doğru yürürken Cengiz’e bakıyor. “Siz bir şey-
ler ister misiniz?”
“Zahmet olmazsa çay isterim” diyor Cengiz kibarca.
Hemşire çıkınca, “Bu yatağın arkası biraz yükseliyor mu
acaba Cengiz’im” diyorum.
“Bana ne soruyorsun” diyor Cengiz sırıtarak. “Sorsaydın
ya Berrin Hanım’a.”
“Hemşire hanım mı deseydim; kibar adamım ben, senin
gibi kazma mıyım?”
Yatağımın sol tarafına gelip şöyle bir bakıyor. “Kazma olduk
tabii şimdi. Beyefendiye kan veren biz, kaç günden beri şura-
larda perişan olan biz ama kazma olan yine biz.” Yatağımın sırt
kısmı hafifçe yükselmeye başlıyor. “İyi mi böyle?”
“İyi” diyorum biraz daha toparlanıp oturmaya çalışırken.
“E, neler dönüyor burada? Berrin Hanım niye Mehmet Bey
diyor bana?”
Yüzündeki gülümseme büyüyor. “Ya ben yıllarca gazete-
cilik yaptım, feleğin çemberinden geçtiğimi her bir boku bil-
diğimi sanıyordum ama ohooo, Aslı’nın maşallahı varmış. E
tabii, İngiltere’de okumuş kız. Bizim gibi kıytırık üniversite-
lerde okumamış ya.”
“Cengiz” diyorum tepemdeki serum şişesini göstere-
rek. “Vaktim az; bak, ne kadar yaşayacağım belli değil be
yavrum.” Elif’le lafı uzatanlar için söylediğimiz bir sözü
36 Derviş Şentekin

fısıldıyorum Cengiz’e: “Sen şu kuşu cama bir çarptır, sonra


ben merak edersem ayrıntısını sorarım... Kuş, cama çarpsın
lütfen.”
Koltuğa oturup bacak bacak üstüne atıyor. “Seni ameliyat-
tayken bize de bir form doldurttular. Benim elim ayağım tut-
muyordu, formu Aslı’ya doldurttum. Bir baktım senin isim
değişmiş, Mehmet Eryiğit olmuşsun.”
“Yani şimdi ben, Aslı’nın nişanlısı Komiser Mehmet’im
öyle mi?”
“Aynen öyle” diyor sırıtarak. Sonra birden ciddileşiyor.
“Bırak sen bunları da seni kim vurdu, neler oldu? Ben sana
Medet’e birlikte gidelim diye yalvarmıştım, hatırlarsan. Anlat
bakalım.”
“Anlatırım” diyorum sakince. “Anlatırım. Aslında anlata-
cak pek bir şey de yok. Geberip gidiyorduk, şans eseri kurtul-
duk işte...”
Kapı tıklatılınca susuyorum. Berrin Hemşire elinde bir tep-
siyle içeriye giriyor. Şöyle etrafa bir bakıp tepsiyi, üzeri gaze-
telerle dolu sehpaya bırakıyor. Yatağın yanına gelip küçük bir
hareketle önüme minik bir masa hazırlıyor. Sehpadaki tepsiyi
getirip önümdeki masanın üzerine bırakıyor.
“Çay ve bisküvi getirdim size” diyor. “Yatağınızın arkasını
biraz daha yükseltmemi ister misiniz?”
Elimle iyi olduğunu işaret ediyorum.
Cengiz kalkıp sehpadaki fincanlardan birini alıyor. Benim
neler yaşadığımı anlatmam için hemşirenin bir an önce çık-
masını beklediğini anlıyorum.
“Tabaklardan biri size” diyor Cengiz’e. “Afiyet olsun.”
“Teşekkürler Berrin Hanım” diyorum. Cengiz’e bakarak.
Kadın çıkınca rahat bir nefes alıyor Cengiz. Bisküvi tabak-
larından birini alıp koltuğa oturuyor. “Sonra?”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 37

“Sonra, ne?” diyorum elimdeki bisküviyi çaya daldırıp ağ-


zıma atarken. “Sonrası, iyilik sağlık.”
“Sen delirtmek mi istiyorsun beni?” diyor.
“Anlatacak bir şey yok Cengiz’im.”
“Şimdi sana öyle bir küfür ederim ki hiçbir kitapta bula-
mazsın.” Çayından bir yudum alıyor.
Cengiz’e her şeyi uzun uzun anlatmanın bir anlamı yok
diye düşünüyorum. Fakat Cengiz kadar meraklı bir adamın
da ayrıntı sormadan duracağını hiç sanmıyorum.
“Medet’le konuştuktan sonra Kadıköy’e geldim” diye an-
latmaya başlıyorum. “Deniz kenarındaki banklardan birine
oturdum. Amacım deniz kenarında şöyle biraz oturup Aslı’ya
ne söyleyeceğimi düşünmekti. Derken birdenbire dört ayıcık
belirdi. Beni patronlarına götürmek istediklerini söyleyip ara-
baya bindirdiler. Kafama torba geçirdiler, bir süre sakin bir
yolculuk yaptık. Ahmet Çınar’ı neden aradığımı sorup durdu-
lar. Kızının bu iş için bana yüklüce bir çek yazdığını söylemem
onlara inandırıcı gelmedi.” Durup soluklandım. Çayımdan bir
yudum aldım. “Eski bir depo gibi bir yere götürdüler. Orda da
aynı şeyi sorup durdular. Sonra dört ayı tipimi bu hale getirdi-
ler.” Anlatırken o anlar yeniden gözümün önüne gelince içim
sıkıldı. “Uzun lafın kısası, dört ayıcık sabahın köründe beni
patronlarının karşısına diktiler, o da bastı tetiğe.”
“Kimmiş patronları? Kim öldürmek istedi seni?”
Elimdeki fincanı bir kez daha dudaklarıma götürdüm.
Mutluluk, bisküvinin üzerine içilen bir yudum çaydı şu an.
“Bir dönem Oğuz Sipahi’yle peşine düştüğümüz biri. Bir
katil” dedim.
Bakışlarında yüzlerce soru vardı ama benim bu sorularına
yanıt vermeyeceğimi anlamıştı.
“İşte bütün hikâye bu Cengiz’im.”
38 Derviş Şentekin

“Peki, o çelik yeleği nereden buldun?”


“Valla şans mı dersin, kader mi dersin orasını bilmem.”
Cengiz’in gözlerine bakarak gülümsüyorum. “Bu dünyada
yiyecek bisküvimiz varmış daha demek ki...” Bir heykel gibi
duran Cengiz’in çelik yelek kısmına takıldığını anlıyorum. “Bu
dört ayı, beni orada bir odaya kapattılar.” Doktor, jöleli, sakallı
ve Barzo’nun yüzleri geliyor gözlerimin önüne bu kez. “Bunlar
bana girişmeden önce duvardaki askıda o çelik yeleği görünce
oh dedim. Neyse, epeyce bir işkenceden sonra beni odada bıra-
kıp çıktıklarında çelik yeleği giyiverdim.” Sonra beni duvarın
önüne dikmeleri ve Bekir Tunç’un gözleri geliyor aklıma. Ve
havada uçan altı kurşunun göğsüme doğru uçması... O anı bir
kez daha yaşarmışçasına yavaş yavaş anlatıyorum Cengiz’e.
“O duvarın dibinden ayağa kalkıp ana yola nasıl yürüdü-
ğümü, Aslı’yı nasıl aradığımı hayal meyal hatırlıyorum” diyo-
rum. “Beş-altı yıl önce, istihbarattayken yani, narkotik ekipleri
bir çatışmaya girmişlerdi. Üzerinde çelik yeleği olan bir narko-
tikçi üç kurşun yemişti. Onun yeleği benim giydiğim gibi tene-
keden de değil, gerçek çelik yelek üstelik. Oğuz Sipahi’yle ben
olay yeri yakınlarındaydık. İstihbaratı biz yapmıştık. Neyse,
vurulan polisi hastaneye götürmek için bizim arabaya aldık.
Oğuz Sipahi kontrol etti, kurşunlar çelik yelekte kalmış ama
adam kurşun göğsüne saplanmış gibi acı çekiyor. Sonradan
öğrendik ki tam o anda bir tür travma yaşanıyormuş. Sanırım
ben de öylesi bir travma yaşadım. Kurşunları yiyince öldüğü-
mü düşündüm. Hatta duvarın dibinde bir süre ölmeyi bekle-
dim. Fakat kendimi biraz yoklayınca kurşunların birkaçının
tenekede kaldığını anladım. Baktım göğsümde bir kanama var
ama ilk şoku atlatmıştım. Oflaya tıslaya yola indim. Karşıma
çıkan ilk arabayı durdurup arabadaki adama polis olduğumu
ve beni acilen hastaneye götürmesini söyledim. Dedim ya ilk
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 39

şoku atlatınca kafam birdenbire daha çok çalışmaya başlamış-


tı, adamdan telefonunu isteyip Aslı’yı aradım.”
“Senin telefonun da cebindeymiş. Hastaneye gelince ce-
binden çıkanları bize teslim ettiler, telefon ve cüzdanını ver-
diler” diye sözümü kesti Cengiz.
“Ama ne yazık ki şarjı bitmişti telefonumun” dedim. Bunu
söyler söylemez de o duvarın dibine bir kez daha döndüm.
Cebimden telefonu bir umutla çıkarıp bakmıştım.
“Aslı akıllılık etmiş” dedi Cengiz.
“Seni mi aradı?” dedim meraklı gözlerle.
“Sabahın köründe telefonum çalınca biraz korktum işin
doğrusu. Aslı’nın aradığını görünce de hemen açtım. Senin
vurulduğunu söyledi. Ben nerede vurulmuş, kim vurmuş,
yaralı mıymış falan diye sorular sıralayınca Aslı, Cengiz ken-
dine gel, diye bağırdı. Nasıl bağırmak ama... Neyse boş ver
şimdi benim hikâyemi sen devam et.”
“Aslı’yı aradıktan sonra adama, beni en yakın hastaneye
götür dedim. Adam, buralarda hastane yok ama şurada sağlık
ocağı gibi bir şey var, dedi. Birkaç dakika sonra sağlık ocağı-
nın önüne gelmiştik ki adamın telefonu çaldı. Adam, Aslı’ya
sağlık ocağının adını söyledi, onu duydum ama sonrasını
hatırlamıyorum. Uyandığımda başımda zebani gibi dikilmiş
duruyordun işte” deyip tabağımdan bir bisküvi daha aldım.

Beni duymamış gibi konuşmaya başladı Cengiz. “Aslı


bana, seni almaya geliyorum, dedi ama kızcağızı duyan kim?
Neredeymiş, sen gelinceye kadar ben atlayıp bir taksiye gidebi-
lir miyim ve daha ne sorular bende. Aslı, senin hastanede oldu-
ğunu, durumunun iyi olduğunu, sakin olmamı falan söylüyor
ama ben dinlemiyorum ki. Neyse, Aslı beni almaya gelinceye
kadar içim içimi yedi. Arabaya bindiğimde, sağlık ocağında ilk
40 Derviş Şentekin

müdahale yapıldı şimdi hastaneye götürüyorlar, deyince biraz


rahatladım. Sonra buraya nasıl geldik bilmiyorum. Biz geldiği-
mizde ameliyata almışlardı seni. Kurşunların dördü çelik ye-
lekte kalmış, birinin ucu saplanmış göğsüne, biri de biraz daha
derine. O derine giren birkaç santim sola kaysaymış tam kalbi-
ne saplanacakmış. Neyse ki” deyip birden durdu. “Kimmiş bu
katil dediğin adam? Ne ilgisi varmış Ahmet Çınar’la?”
“O katil” dedim ve soluklandım. O ismi Cengiz’e söyleyip
söylememekte tereddüt ettim ama isim dudaklarımdan ken-
diliğinden dökülüverdi: “Bekir Tunç.”
“Bekir Tunç mu?” dedi Cengiz şaşırarak. “Emin misin oğ-
lum, öldürülmemiş miydi o?”
“Kötüler kolay ölmez” dedim.

Camdan dışarıya baktım. Güneşin ilk ışıkları sabahın ala-


cakaranlığını dağıtmak üzereydi.
“Cengiz” dedim yumuşacık bir sesle. Bekir Tunç konusu-
na devam edeceğimi düşünerek baktı yüzüme. “Telefonum
buralarda mı?”
“Burada. Telefonun ve cüzdanın çantamda” dedi. “Bekir
Tunç’u arayacaksan benim telefonu vereyim, senin telefonun
şarjı bitmiş.” Pis pis sırıttı.
Tebessümle yüzüne baktım. Hayatı çok ciddiye almama-
sını, her şeyle dalga geçebilmesini de seviyordum Cengiz’in.
“Telefona bir şarj bul ve Elif’e bir mesaj yaz.”
“Olur, ne yazayım?”
“Yurtdışına gidiyorum, telefonum bir süre çekmeyecek.
Döner dönmez de Ankara’ya geleceğim.”
“Tamam yazarım.”

Yorulmuştum, geriye yaslanıp gözlerimi kapattım…


36

Yaşam dediğimiz şey durmadan,


usanmadan savaşmak değil miydi zaten?

Miskin bir kedi gibi yavaş yavaş uyanan İstanbul, günün bü-
yük koşuşturmacasına hazırdı anlaşılan. Kıymeti bilinmemiş,
Bizans eskisi bu kentle iki ay boyunca keyfince dalgasını geçen
kar, bu korkunç dev harabeye gelecek yıl uğrar mıydı bilinmez.
Fincandaki kahvenin kokusunu içime çektim ve Boğaz’ın
nefis manzarasına hâkim geniş terasa çıkıp, köpüre köpüre
bahar havasına karışan denizin büyüsüne bıraktım kendimi.
Balıkçı motorları, peşine taktıkları martılar eşliğinde, rengi
lacivertten maviye dönüşen denizin yüzeyinde çizgiler bıra-
karak pat pat ilerliyor; gökyüzündeki beyaz bulutlar yüzyıl-
larca yerlerinde kalacakmış gibi hallerinden memnun; terasın
altındaki sahil yolundan ağır ağır giden araçlardaki insanlar-
sa büyük ihtimalle günün bu saatinde bir yerlere yetişecek
olmanın huzursuzluğuyla doluydu.
Büyükçe bir yudum aldıktan sonra fincanımı masanın
üzerine bırakıp sağ tarafımda iki kıtayı birleştiren köprüyü
seyrettim bir süre... Yaşamak gerçekten güzel şeydi. Hem de
çok güzel. Derin derin nefesler aldım... Bir hafta kaldığım
hastaneden üç gün önce çıkmış olmama rağmen kendimi çok
iyi hissediyorum. Bunu söylediğimde, “Şansın yaver gitme-
seydi şimdi ölüp gitmiş olacaktın ama yaşıyorsun işte; onun
mutluluğudur içini dolduran” demişti Cengiz.
42 Derviş Şentekin

Haklıydı...
Birkaç günden beri içimden fışkıran yaşam mutluluğu, ba-
har dallarının çiçeklerine karışıyordu.

Karım Nilgün’ün Elif’imi de alıp beni terk etmesi, Emniyet


İstihbarat’tan atılmam, işsiz güçsüz kalıp çaresiz bir adama
dönüşmem iki yılımı mahvetmişti; günbegün çürüyen bir ce-
sede çevirmişti beni. Göğsüme yediğim kurşunlarla kendime
gelebilmiştim ne yazık ki...
Hayat hem çok garip, hem de sürprizlerle doluydu...
Cengiz’in barı 41’de her gün biraz daha çürüyerek geçirip
gidecektim günlerimi.
Aslı’nın karşıma çıkması sürpriz değil de neydi peki? Dört
ay önce nasıl da pat diye çıkıvermişti karşıma. Bir yıl önce or-
tadan kaybolan babama ne olduğunu araştırmanı istiyorum,
deyip iki yüz bin liralık bir de çek yazmıştı... Cengiz’in de
ısrarıyla işi kabul etmiştim... Aslı’nın babası Ahmet Çınar’ı
ararken Bekir Tunç’a toslamıştım.

Sandalyelerden birine oturdum. Üç günlük yalnızlık, şap-


kamı önüme koyup iyice düşünmeme neden olmuştu...
Yaşam dediğimiz şey durmadan, usanmadan savaşmak
değil miydi zaten. Oysa ben, Aslı’nın babasını arama işini
kabul ettiğimde bunu hepten unutmuştum. Katil, benden
daha akıllı çıkmıştı ve attığım her adımdan haberi olmuştu
belli ki. Bunun nedenini, istihbarattaki reflekslerimi kaybet-
meme ve bomboş geçen iki yıla bağlamam aptallıktan başka
bir şey değildi. Sen kalk Ahmet Çınar gibi birinin peşine düş
ama öyle ihtiyatsız davran ki, diye kızıp duruyordum ken-
dime. Teklifi kabul etmemin hemen ardından 41’e gönderi-
len mesaj beni heyecanlandırmış ama dikkate almamıştım.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 43

Karşılığını da canımla ödemekten son anda kurtulmuştum.


Kahvemden bir yudum daha aldım.
Sinirden avuçlarım terlemişti.
Kabul edemiyordum bu aptallığı, bu salaklığı, bu geri
zekâlılığı... Fakat Ahmet Çınar’ı ararken yolumun Bekir
Tunç’la kesişeceğini nereden bilebilirdim ki? Tamam, işin
içinde Oğuz Sipahi olduğu için bir çapanoğlu aramalıydım
ama... Yok, aması maması yok bu işin...
Evet. Hayat sürprizlerle doluydu...
Bekir Tunç’un bir gün karşıma çıkacağını rüyamda görsem
inanmazdım. O, bir dönem Güneydoğu’da kim bilir kaç insa-
nın canını almış, devletin kullandığı tetikçilerin önde gideni,
eli bayraklısıydı. Hep korunmuş, kollanmıştı... Sonra da orta-
dan kaybolmuştu. Öldürüldüğünü söyleyen de vardı, Suriye
ya da Irak’a kaçtığını söyleyen de. Ben Aslı’nın babasını arar-
ken meğerse aynı zamanda Bekir Tunç’un da peşine düşmü-
şüm bilmeden... Peki Aslı, babamı ara derken karşıma Bekir
Tunç’un çıkacağını biliyor muydu?
Evet. Hayat garipti...

Tüm bunları düşünürken kapanmış olan gözlerimi açıp


Boğaz’ın güzelliğine bakıyorum yeniden. Boğazımdaki yum-
ruk, göğsümdeki yaradan daha çok acıtıyor canımı.
Aslı, diyorum fısıltıyla... Aslı…
Cengiz haklıydı. Kendime itiraf edemiyordum ama Aslı
aklımı başımdan almıştı. Onun bana gösterdiği sıcak ilgi, ka-
nımın damarlarımda daha yavaş dolaşmasına neden olmuştu,
onu gördüğüm zaman küt küt atan kalbimin taş olması için
çırpınıp durmuştum. İşte bu bocalama içinde aklım başımdan
gitmiş, bir zamanların satranç şampiyonu, istihbaratın strateji
dehası, bir silah karşısında fıs diye sönüvermişti.
44 Derviş Şentekin

Bir silah mı, diye karşı çıktım kendime. Karşındaki adam


bu ülkenin bir dönemine damgasını vurmuş, devletin karan-
lık köşelerinde girip çıkmadığı delik kalmamış, uyuşturucu-
dan silah kaçakçılığına her bir haltı yemiş; bu devranın kendi-
si için yavaş yavaş bittiğini anlayınca da ortadan kaybolmuş,
devletin tüm birimleri peşine düşmüş ama bir türlü buluna-
mamış bir adam. Bir dönem ortaklık ettiği karanlık adamların
kendisine en küçük bir tehlikede sırtını döneceğini bir tilki
hissiyle anlamış biriydi Bekir Tunç.
“Bekir Tunç” dedim kendimin de duyabileceği bir sesle.

Fakat benim için her şey yeni başlıyordu. Evet ben bir za-
manların satranç şampiyonu, çok değil daha birkaç yıl önce
istihbaratın strateji dehası, kaybettiğim bir savaş sonrası bay-
raklarımı toplayıp sandıklara tıkamaya niyetli değildim. Asıl
savaş şimdi başlayacaktı. Ne pahasına olursa olsun, o alçak
katilden intikamımı alacaktım. İçimde bir parça bile korku
yoktu. Hem ben ölmemiş miydim? Ölmüş eşek kurttan kor-
kar mı hiç? Cengiz’in yardımıyla, üç gazetede birden çıkmış-
tı ölüm haberim: Tuzla yakınlarında göğsünde altı kurşunla
ölen kişinin kim olduğu araştırılıyor.
Eğer o duvarın dibinde geberip gitseydim bok yoluna
gitmiş olacaktım yani... Oysa elinde kılıcınla ölmüyorsan o
ömrü boşa yaşamışsın demektir... Hayat, sadece ve sadece
düşmanların yol gösterdiği bir çatışma ve mücadele alanıydı
ama ben, Ahmet Çınar’ı ararken karşıma azılı bir katilin çıka-
cağını tahmin bile edememiştim. Yuh bana, yuhlar bana.
Göğsümün bir körük gibi inip kalktığını, dişlerimi ve
yumruklarımı sıktığımı fark edince sandalyeden kalktım. İki
yıldan beri çürüyüp giden içimdeki o kokuşmuş pespayeliğe
açmalıydım ilk savaşı... Değil mi ki hayat fena halde satranca
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 45

benziyordu ve ben bu oyunda bir hata yapmıştım ama pes


etmeye niyetim yoktu. Hem ne diyordu satrancın altın kura-
lı? Hata yaparsan, savaşmaktan vazgeçme. Rakip avantaj elde
ettikten sonra gevşeyip, senin kurtulmana yol açabilir.
Bekir Tunç beni öldürdüğünü düşünüyordu.
İki elimle teras demirini kavrayıp sıktım.
Bir süre denizin yüzeyinde kayıp giden sabah vapurlarına
baktım...
Evet, öleceksem elimde kılıcımla ölmeliydim...

Birdenbire ortaya çıkan kırlangıç sürüsünün gökyüzünü


kaplaması eşsiz bir huzurla doldurdu içimi. Yüzlerce kırlan-
gıç telaşla kanat çırparken türlü oyunlar oynamayı da ihmal
etmeden tepemden geçip gitti. Mavi gökyüzüne bakakalmış-
tım.
Yaşamak güzel şeydi...
35

Dünyayı ikimizden ibaret sandım bir an

İçeri girip anneanneden kalma beyaz kadranı sarıya dö-


nüşmüş saate baktım; yedi buçuktu.
Cengiz neredeyse damlardı.
Hayat garip tesadüflerle doluydu... Şu koca ev, Aslı’nın
anneannesinden kalmaydı. Günün birinde, hiç tanımadığım
birinin evinde saklanacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.
Hastanedeyken, “Buradan çıkınca yalnızca üçümüzün bi-
leceği bir yerde kalmalıyım bir süre” dediğimde sakince gü-
lümsemişti Aslı.
“Hiç merak etme” demişti. “Ben onu hallettim. Buradan
çıkınca anneannemin Arnavutköy’deki evinde kalırsın.
Anneannem uzun süre orada yalnız yaşadı. O öldükten
sonra evdeki eşyaları atmaya gönlüm razı olmayınca evin
satılmamasını istedim, babam ve annem de kabul etti. Ben
İngiltere’den geldikten sonra bazı günler gidip orada kalıyor-
dum. Sessiz sakin bir apartmanın en üst katı; nefis de bir tera-
sı var. Boğaz manzarasına da bayılacaksın.”
Küçük odadaki, eskiden kendisinin olan elbise dolabını
tişörtler, gömlekler, pantolonlar ve montlarla doldurmuştu
Aslı.
Dün elbise dolabını gösterdiğimde “Bu kız sana âşık diyo-
rum da inanmıyorsun bana. Bak giyeceğin dona kadar düşün-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 47

müş kızcağız. Aldığı şu kıyafetlere bak, senin gibi bir zevksi-


ze bunca masrafa değer miydi bilmem” demişti Cengiz.

Mutfağa girip anneanneden kalma çinko çaydanlığa su


doldurdum ve ocağı yaktım. Aslı, buzdolabını da sebze,
meyve, konserveler, sütler ve meyve sularıyla tıka basa dol-
durtmuştu. Kahvaltılıkları çıkarıp terastaki masaya taşımaya
başlamıştım ki kapının tıklatıldığını duydum. Sessiz adım-
larla kapıya doğru yürüyüp gözetleme deliğinden baktım.
Cengiz’di. Kapıyı açıp onu içeri aldım
“Günaydın” dedi gülerek. Gülünce gözlerinin içi gülenler-
dendi Cengiz. “Nasılsın? Daha iyi gördüm seni.”
“İyiyim” dedim elindeki poşeti alırken. “Öyle bir iyiyim ki
kendimi eşek gibi hissediyorum.”
Soru dolu gözlerle yüzüme baktı.
“Eşek gibi olmama mı takıldın?” dedim.
“Eh, biraz. Aslan gibiyim ya da bomba gibiyim, denir ge-
nelde.”
“Eşekten daha güzel bir hayvan var mı oğlum şu dünya-
da. Çalışkan, cefakâr ve dünyanın en güzel gözlü hayvanı üs-
telik.”
“Anlaşılan sabaha kadar belgesel izledin.” Salondan terasa
doğru yürürken birden durdu ve ayaklarına baktı. “Ya böy-
le ayakkabılarla şu güzelim halının üzerinde gezdikçe insan
kendini kötü hissediyor be kardeşim.” Döndü, giriş kapısına
doğru yürüdü. “Ben böyle rahat edemiyorum, çıkaracağım
bu ayakkabıları. Terlik falan var mı acaba?”
Elimle kapının yanındaki dolabı gösterdim. “Aç bakalım,
varsa oradadır” dedim.
Cengiz dolaptan bir çift terlik bulup ayağına geçirdi. “Oh
be” dedi yeniden terasa doğru yürürken. “Şu manzaraya bak,
48 Derviş Şentekin

şu güzelliğe bak. Ömrü uzar insanın şu görüntü karşısında be.”


“Bırak şimdi manzarayı falan da gel kahvaltı hazırlamama
yardım et” diye seslendim.
“Ohooo, biz buraya kahvaltıya mı davet edildik, kahvaltı
hazırlamaya mı. Bu ne be?” Terliklerini sürüye sürüye geldi.
“E, n’oldu? Dinleyebildin mi kafanı?”
“Hem de nasıl” dedim keyifle. “Gördün işte manzarayı.”
“Domatesleri ben doğrarım” dedi buzdolabının kapısını
açarken. “Sen şimdi kabuğuyla doğrarsın.”
Kapının tıklatıldığını duyunca susması için Cengiz’e elim-
le işaret ettim.
“Birini mi bekliyordun?” dedi kısık bir sesle.
Başımı iki yana salladım.
Kocaman gülümseyince bir hinlik olduğunu anladım.
Ellerimi iki yana açtım. “N’oluyor?”
“Aslı’dır” dedi. “Sana küçük bir sürpriz yapmak istedim.
Kızmadın ya?”
Kapıyı açmak için bir iki adım atmıştı ki omzuna dokun-
dum. Durdu. “Sen mutfakta kal, ben açarım” dedim kısık bir
sesle. “İçine sıçtığımın hayatı sürprizlerle dolu çünkü.”
Kapıya yaklaşıp gözetleme deliğinden baktım. Aslı’ydı.
Kapıyı açtım. O da gülümseyerek girdi içeriye.
Kapattığı kapıya sırtını dayayıp beni tepeden tırnağa süz-
dü. Ayağında spor bir ayakkabı, bacağında kot pantolon üs-
tünde de beyaz bir tişört vardı. Omzuna astığı siyah çantayı
bu eve alışkın olmanın rahatlığıyla kolundan çıkarıp yere bı-
raktı.
Gözleri her zamanki gibi ışıl ışıl bakıyordu. “Hani kese-
cektin sakallarını?”
“Bilmem” dedim küçük bir çocuk gibi utanarak. “Tembellik
ettim biraz.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 49

“Kesme” dedi tatlı bir ifadeyle. “Çok yakışıyor sana.”


İncecik kollarını boynuma doladı. Ben de sarıldım. Odayı
dolduran deniz kokusuna karıştı parfümünün kokusu.
Boynumdaki ılık nefesini hissedince biraz daha sıkı sarıldım.
“Günaydın Aslı, hoş geldin” diye seslendi Cengiz mutfak
kapısından.
Yanağıma minik bir öpücük kondurup kollarını indirdi.
Elimi tuttu.
“Günaydın Cengiz” dedi yumuşacık bir sesle. “Nasılsın?”
“Ne olsun, beyefendi bizi kahvaltıya davet etti ama ortada
hazır bir şey yok. Kendi kahvaltımızı kendimiz hazırlıyoruz”
dedi elindeki tabaklarla terasa çıkarken.
“Senin ne işin var küçük hanım” dedim yalandan kızmış
gibi yaparak.
Omuzlarını silkti. “Dün gece Cengiz sana kahvaltıya gele-
ceğini söyleyince ben de gelmek istedim” dedi. Elimi iki eli-
nin arasına alıp dudaklarına götürdü ve öptü. “Kızdın mı?”
Suçlu bir çocuk gibi başını eğip ayaklarına baktı.
“Geç hadi geç” dedim. “Madem izinsiz geldin cezanı çeke-
ceksin, git Cengiz’e yardım et.”
Yüzünü yüzüme yaklaştırıp bir süre gözlerimin içine bak-
tı.
“Siz orada öylece dikilip duracak mısınız, yoksa gelip
bana yardım edecek misiniz?” diye seslendi Cengiz.
“Akşam Elif iki kere aradı açamadım” dedi fısıldayarak.
“Sen konuştun mu?”
Başımı iki yana salladım. “Yine ararsa, yurt dışında oldu-
ğumu söyle.”
Mutfağa doğru yürüdü...

Kahvaltımızı bitirince ikisi birden sigaralara sarıldılar.


50 Derviş Şentekin

Dudaklarının arasına sigarasını yerleştirirken “Yak bir


tane” dedi Cengiz. “İzin veriyorum, yanımda içebilirsin ço-
cuğum.”
Sigaradan Aslı’nın anneannesine, bir zamanlar bu apart-
manda yaşayanların yaş ortalamasının altmış beş olduğun-
dan manzaranın güzelliğine, lise anılarından bu yaz sıcaklık-
ların otuz derecenin üzerinde olacağına, kahvaltı ile akşam
yemekleri arasındaki lezzet ve mutluluk farkına kadar pek
çok konudan konuştuk. Daha doğrusu Aslı ve Cengiz anlat-
mış ben keyifle dinlemiştim. Konunun dönüp dolaşıp benim
vurulmama geleceğini biliyordum.
“Kimdi seni vuran adam? Babamla ilgisi var mı vurulma-
nın?” diye sordu Aslı. Yüzünde kaygılı bir ifade belirmişti.
Beni vuranın Bekir Tunç olduğunu Cengiz’e söylemiştim
ama Aslı’yla bu konuyu konuşmamıştık. Medet’in ve Bekir
Tunç’un bana anlattıklarını anlatamazdım ona.
Ne diyecektim ki?
Baban, Güneydoğu’da bir dönem binlerce insanın korku
içinde yaşamasına, yüzlercesinin işkence edilerek öldürülme-
sine neden olan alçak katillere yardım eden bir piyondu; o dö-
nem bir korku imparatorluğu yaratanlara uşaklık ediyordu
diyemeyecektim... Ne diyebilirdim ki? O kan içici alçak güru-
hun ellerine silahlar verilerek, açlık ve sefalet içinde yaşayan
insanların kapılarına dayanıp “Siz de teröristsiniz” diyerek
nice masum insanı öldürenlerin içinde senin baban da var-
dı mı diyeceğim. Babamın bir mezarı olsaydı da gidip taşına
sarılarak ağlasaydım, diyen birine tüm bunları nasıl söyleye-
bilirdim... Ne diyecektim? Baban; anneni, kardeşini ve seni
kandırmış, size yalanlar söylemiş; kocaman bir yalan üzerine
kurmuş hayatını. Zavallı annen. Masum bir adam sanıyor ba-
banı. Yıllarca çalışıp didindi, bize rahat bir hayat yaşatmak
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 51

için gecesini gündüzüne kattı, diye iki gözü iki çeşme ağlayıp
duran o zavallı anneni bile kandırmış. Eli kanlı bir köpeğin,
Bekir Tunç’un sağ koluydu sizin masum bildiğiniz o adam.
Senin, ‘canım babam’ dediğin, uğruna günler geceler boyu
gözyaşı döktüğün o adam, Medet gibi nice delikanlıyı baba-
sız bırakmış bir katildi… Tüm bunları düşünürken nefesimin
daraldığını hissediyorum. Bunların hiçbirini söyleyemeyece-
ğimi biliyorum. Ben anlatmak istesem bile sözcüklerin boğa-
zıma tıkanacağını biliyorum. Aslı’ya Cengiz’e güvendiğim
kadar güvenmiyorum üstelik.
“İyi misin?” diyen Aslı’nın sesiyle kendime geliyorum.
“Canın yanıyor mu?”
Elimi göğsüme götürüyorum istemsizce. “İyiyim, iyiyim.”
“Canın yanıyormuş gibi geldi de bir an.” Şefkatli bir anne-
nin sesiyle konuşmuştu.
“Yok, yok” dedim başımı hafifçe sallayarak. “Yaram ka-
pandı gibi. Ağrı sızı da yok.” İşi şakaya vurup Cengiz’e bak-
tım. “Sabah Cengiz’e de söyledim, eşek gibiyim maşallah.”
Parmaklarının arasındaki kibrit kutusunu çevirip duran
Cengiz’in yüzünde bir gülümseme belirdi. “Domuz da güzel
bir hayvandır bak.” Kibrit kutusunu masanın üzerine bıraktı.
“Bundan sonra nasılsın diye soranlara domuz gibiyim diye-
ceğim ben de.”

Kısa süren bir sessizlikten sonra “Evet” diyor Aslı. Bakışla-


rından çıkan alev yüzümü yakıyor. “Kimmiş seni vuran? Ne
istiyormuş senden? Babamla bir ilgisi var herhalde. Çünkü
seni götürdükleri gece, Medet’le görüşmeye gitmiştin.”
Aslı’nın alevli bakışlarından kurtulmak için kaçamak bir
bakış atıyorum Cengiz’e. Durumu anlıyor.
“Bu muhabbet kahvesiz olmaz canım” diyor.
52 Derviş Şentekin

Aslı, önce Cengiz’e sonra bana bakıyor. Bakışlarındaki


alev sönmüş. “Kahveyi ben yaparım. Anneannemin antika
fincanlarında birer kahve içelim öyleyse” diyor.
Aslı kalkıp mutfağa gidince “Anlatacak mısın?” diye fısıl-
dayarak soruyor Cengiz.
“Anlatacağım” diyorum çatalın ucuyla kayısı reçelinden
bir parça daha alıp ağzıma atarken. “Anlatacağım ama gerçeği
değil.”
Masanın üzerindeki paketten bir sigara daha çekip, du-
daklarının arasına yerleştiriyor. Kibritten bir çöp çıkarıp yakı-
yor, çöpün ucunda beliren aleve bir süre baktıktan sonra siga-
rasının ucuna yaklaştırıyor. Yüzü gözü duman içinde kalınca,
elini yelpaze gibi sallayarak dumanı dağıtıyor. Dirseklerini
masaya dayayıp, “Şaşırıyorum doğrusu” diyor.
Neye şaşırdığını merak etmiştim. Ne de olsa adam eski
gazeteciydi. Önce ilginç bir başlık söylerdi konuşmaya baş-
lamadan önce ve ister istemez dinletirdi kendini. Tebessüm
ederek baktım yüzüne.
“Çok düşündüm ama çözemedim.”
Ben de dirseklerimi masaya dayadım.
“Sen ne biçim polissin yahu” diyor sigarasının dumanını
yüzüme doğru üfleyerek. “Polis dediğin günde iki paket siga-
ra içer.”
“Ben hiç polis olmadım Cengiz’im. Bunu sana en az
bin kere söylemişimdir diye hatırlıyorum. Ben Emniyet
İstihbarat’ta bir süre görev yaptım. Sonra da kıçıma tekmeyi
yapıştırdılar. Hem ne ilgisi var polislikle sigaranın.”
“Ne bileyim oğlum, tipine bakınca günde iki-üç paket si-
gara içtiğini düşünür insan.”
Sakallarımı sıvazlayıp saçlarımı düzeltiyorum. “Saçım sa-
kalım birbirine karıştı ya ondandır.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 53

***
Yerine oturup kahvesinden bir yudum alır almaz gözlerini
yeniden gözlerime dikiyor Aslı. “Evet, dinliyorum. Kimmiş
şu seni vuran hayvan?”
Ben de kahvemden bir yudum aldım. “Konunun babanla
hiçbir ilgisi olmadığını peşinen söyleyeyim. Bu, benim beş-
altı yıl önce yakalattığım bir suçlu.”
“Suçu neydi?” diye sözümü kesti Aslı.
“Uyuşturucu işi falan yapıyorlardı bunlar. Elimize geçen
bir istihbaratı iyi değerlendirip narkotikle birlikte sıkı bir bas-
kın yapmıştık bunlara. İş üstünde yakalanmışlardı hem de.
İşte bu adam da, sanırım birkaç yıl yattıktan sonra bir yolunu
bulup hapishaneden çıkmış. Uyuşturucu işi yapanlar çok yat-
mazlar bu ülkede, adamını bulup hop dışarı çıkarlar. Bu da ye-
memiş içmemiş benim peşime düşmüş. O gece ben Medet’le
görüştükten sonra sahilde biraz oturup kafamı dinlemek is-
tedim.” Yalanı daha fazla uzatamayacaktım. Kahvemden bir
yudum aldım, “Sonrasını biliyorsun Aslı’cığım.”
“Takip mi ediyorlarmış seni?” Uzanıp paketten bir sigara
alıp yaktı.
“Büyük ihtimalle takip ediyorlardı” dedim sakince.
“Neyse, her şey geçti gitti.”
İnanmamış gözlerle baktı.
“Peki bundan sonrası?”
“Bundan sonrası” dedim Cengiz’e bakarak. “Bu ev bana
iyi geldi, kendimi bir güzel dinledim ve bundan sonrasın-
da ne yapacağıma karar verdim. Sanırım doğru da bir karar
verdim.” Bir vapurun düdüğü uzun uzun çaldı. Derin bir
nefes aldım. “Kaçıp gideceğim buralardan. Muğla’ya yerleş-
meye karar verdim. Çünkü bu adamların ne yapacağı belli
olmaz.”
54 Derviş Şentekin

“Adamlar seni öldü biliyorlar” dedi Aslı. “Gazetelerde ha-


berler çıktı.”
“Olsun” dedim. “Şimdi ben buralarda kalırsam olmaz.
Bunlar şeytanın yattığı yeri bilir. Tamam, beni öldü diye bı-
raktılar ama yarın bir gün yine karşıma çıkmayacaklarının
garantisi de yok. İyisi mi onlar beni öldü sanırken ben de
bunu kabul edip, bundan sonraki hayatımı kafama göre yaşa-
yayım. Onun için de gidip Muğla’ya yerleşeceğim.”
“Sen ciddi misin?” Soru Cengiz’den gelmişti. Şaşırmıştı.
Yüzüne sığmayan gözleri daha da büyümüştü.
“Çok ciddiyim. Bunda şaşıracak bir şey yok Cengiz’im.
İkinci hayatımı daha sakin geçirmek hakkım sanırım.”
“Haklısın, seni buraya bağlayan ne var ki. Kızın zaten
Ankara’da, arada bir görüyorsun. Ha İstanbul’dan gitmişsin
Ankara’ya ha Muğla’dan. En iyisini yaparsın valla” dedi.
Derin bir sessizlik çöktü masaya.
Kahvelerimizden birer yudum aldık.
Sessizliği bozan Aslı oldu. “Ne zaman gitmeyi düşünüyor-
sun peki?”
“En kısa sürede.”

Yeniden ağır bir sessizlik çöküyor.


“Üzülmeyin o kadar be” diyorum şakacı bir sesle. “Birkaç
ayda bir ben gelirim, birkaç ayda bir siz gelirsiniz.”
“Benim için hava hoş” diyor Cengiz yerinden kalkarken.
“Madem Muğla’ya yerleşeceksin yaz tatillerini bedavaya geti-
ririm.” Eliyle masayı işaret ediyor. “Toplayayım mı, siz halleder
misiniz?”
“Nereye gidiyorsun?” diyorum.
“Taksim’e doğru uzuyorum ben. Barda yapacak işlerim
var gidip onları halledeyim. Sen uğramazsın herhalde.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 55

Başımı hayır anlamında sallıyorum. “Akşam gel istersen.”


“Bugün günlerden ne?” diyor kolundaki saate bakarak.
“Cumartesi” diyorum. “Bu akşam bar kalabalık olur, ge-
lemezsin.”
“Yarın akşam gelirim ama.” Aslı’nın omuzuna dokunuyor.
“Yarın akşam sen de gel Aslı’cığım, rakı balık yapalım şu te-
rasta. Olmaz mı?”
“Bayılırım” diyor Aslı.
“O halde anlaştık. Yarın nevaleyi alıp geliyorum.” Sağ eli-
nin parmakuçlarını dudaklarına götürüp öpüyor. “Haydi, ey-
vallah, öptüm ikinizi de.”
“Yolcu edeyim Cengiz Bey sizi” diyorum. “Ne de olsa mi-
safirim sayılırsınız.”
Yine kocaman gülümsüyor. “Gerek yok beyefendi. Yolu bi-
liyorum.” Terliklerini sürükleyerek uzaklaşıyor.
Cengiz’in dış kapıyı kapatmasının sesinden başka ses çıkmı-
yor.
Bir süre birbirimize bakarak oturuyoruz Aslı’yla.
“Masayı toplayalım mı” diyorum gülümseyerek.
“Sonra toplarız” diyor. “Biraz oturalım böyle.”

Masanın üzerindeki ekmek kırıntılarını toplayıp tabağına


bırakıyor sonra da bir peçete alıp incecik parmaklarını siliyor.
Başını hafifçe sağa çevirip denize bakıyor. Mermer bir heyke-
le dönüşüyor.
Aslı’nın öylece oturmasını seyretmek derin bir mutluluk
yayıyor ruhuma.
“Galiba ben sana âşık oldum” diyor fısıltıyla.
Kulaklarıma inanamadığım bu cümle beni bir hayalete
dönüştürüyor birdenbire. Her kelime kafamda birkaç kez
yankılandıktan sonra sanki bana âşık olduğunu söylemesini
56 Derviş Şentekin

bekliyormuşum gibi sakin karşılıyorum bu sözü. Ne boğazım


kuruyor ne de kalbim küt küt çarpmaya başlıyor. Ne demem
gerektiğini bulamıyorum. Benden herhangi bir yanıt bekle-
mediğini de biliyorum.
Hafifçe esen rüzgâr saçlarını okşayıp geçerken küçücük
bir tutam uçuşuyor. “Bu, kötü bir şey mi sence?” diyor.
Sorusuna yanıt bekleyip beklemediğini tam çıkaramıyo-
rum. Zaten ne yanıt verebilirim ki. Ben hayatımda bir kez âşık
olmuştum; o da on yıl dayanabildi bana. Sonra çekip gitti. Beni
yalnızlıkların, karanlıkların ortasına bırakıp gitti hem de.
Aslı gözlerime baktığında boğazım kurumaya başlamıştı.
Hafif rüzgârda küçük küçük kıpırtılarla havalanıp sonra ye-
niden bir çocuğun omuzları kadar küçük omuzlarına dökülen
saçlarına baktım. Onu 41’de ilk gördüğüm gün geldi aklıma.
Karşımdaki koltuğa oturduğu an İstanbul baharlarına özgü
rüzgârların, o uzak ağaçlardan koparıp pencerelerin tülleri­ni
savurarak evlere doldurduğu kokuya benzer bir koku yayıl-
mıştı ve ben o kokuyu yavaşça içime çekmiş sonra da nefesimi
bir süre tutmuştum. O kokuyu yeniden hissettim. Aslı’ya belli
etmeden derin bir nefes aldım. Bal rengi kocaman gözleri daha
da büyümüş, gözbebeklerine açık bir mavi karışmıştı.
Parmaklarım istemsizce alnıma gidip kaşınmamasına rağ-
men sağ kaşımın üzerinde iyileşmiş olan yaranın üzerinde
gezindiler. Durumun saçmalığını çabucak fark edip parmak-
larımı çeneme doğru kaydırıp uzamış sakallarımla oynamaya
başlarken gülümsedim.
‘Ben sana âşık oldum galiba’nın devamını getirmesini isti-
yordum. Durup dururken neden bana âşık oldun diye sorma-
mın bir anlamı yoktu. Aşk tam da böyle bir şey değil miydi
zaten? Binlerce nedeni, binlerce anlamı olmasına rağmen ne-
densiz ve anlamsız değil midir aşk?
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 57

Ben sana âşık oldum... Ne güzel bir cümleydi. Böylesi bir


cümleyi genç, güzel ve zeki bir kadından duymak ise bana
gurur vermişti. Sadece gurur mu? Hissettiğim tedirginlik? Ne
tedirginliği, içimi yakıp geçmeye başlayan şu korkuya ne de-
meli? Evet, bir yandan Aslı’nın bana tatlı sözler söylemesini
istiyordum ama bir yandan da içimde bir yerlerde başlayan,
göğsümü daraltıp boğazımı tıkayarak yükselen şu acının te-
pemden çıkmasını istiyordum.
Tüm bunları uzun uzun mu yoksa parmaklarımı kaşımda-
ki yaradan çenemdeki sakallarıma götürdüğüm o kısa anda
mı düşünmüştüm, bilemedim.
“Ne gülüyorsun” dedi Aslı kocaman gözleriyle. “Komik
bir şey mi söyledim. Galiba sana âşık oluyorum, dedim. Bir
şey demeyecek misin?”
“Ölümden döndüğüm ve bunun nedeninin de sen oldu-
ğunu düşündüğün için böyle hissediyor olabilirsin. İçindeki
bu derin his ve bence hiç de doğru olmayan o suçluluk duy-
gusu bana bir şefkat duymana neden olmuş olabilir.”
Sözümü tamamlamama fırsat vermedi. “Değil, değil, hiç-
biri değil. Asla. Ben tüm bunları ayırt edebilecek yaştayım,
inan bana. Bunun senin vurulmuş olmanla, ölümden dönmüş
olmanla bir ilgisi yok.” Oturduğu yerden kalktı, Cengiz’in
sandalyesini alıp yanıma çekti ve kendini usulca sandalyeye
bıraktı. Çenemdeki sakallarla oynayan sağ elimi tutup iki eli-
nin arasına aldı. “Neredeyse bir aydan beri içimdeki bu hissi
sorgulayıp duruyorum.”
Aslı’nın gözlerine bakmaktan korkmaya başlamıştım.
Gözlerimi gözlerinden kaçırıp denizin üzerinde süzüle süzü-
le giden gemilere baktım.
Başını omzuma yasladı ve bir süre, bir çift heykel gibi dur-
duk.
58 Derviş Şentekin

Dünya, ikimizden ibaret sandım bir an. Yalnızca ikimiz.


Mutluydum. Öyle mutluydum ki bu anın gerçek olabilece-
ğine ihtimal vermiyordum. Sonra birdenbire bir resme ba-
kıyormuşum duygusu belirdi içimde. Saçı sakalı birbirine
karışmış bir adamın omuzlarında dağılmıştı genç bir kızın
saçları. Önlerindeki masada kahvaltı tabakları, çatallar, ikisi
aynı marka üç paket sigara, metal renkli bir çakmak, içi izma-
ritle dolu kül tablasının yanına atılmış kibrit, masadan hafifçe
uzaklaştırılıp bırakılmış bir sandalye ve az ileride siyaha bo-
yanmış teras demirleri...

Elimi saran incecik parmakları hissedince gözümün önün-


deki resim yok oldu. Kocaman bir mavilik belirdi. Bulutsuz
gökyüzünün derinliklerine doğru akıp gitmişti bakışlarım.
34

Benim bile tanıyamayacağım birine dönüşmek istiyordum

Binanın merdivenlerini bir hayalet gibi inip sokağa çıkı-


yorum. Yaz akşamlarının o tatlı ıhlamur kokusuyla, derin bir
uykuya dalmak için çırpınıp duran denizin kokusu birbirine
karışmış. Bahçe duvarının dibinden, yolun karşısında balık
tutanları seyreden iki kediden biri beni fark eder etmez önce
kısa bir şaşkınlık geçirip ardından şık bir atlayışla duvarı aşıp
gözden kayboluyor. Diğerinin keyfi yerinde, insanlara daha
alışık gibi, benden korkmuyor. Durup dikkatlice etrafa bakı-
yorum. Takip edilme korkusunun en berbat duygulardan biri
olduğunu biliyorum. Korkmuyorum, dedim kendi kendime.
Korku değil bu, sadece artık daha dikkatli olmalısın.
Korkuyu değil, ruhunu sarıp seni böylesine şımarıkça ha-
yata katan o mutluluğu düşün, dedi içimdeki ses bu kez.
Utangaç bir sevişmenin ardından pişmanlık dolu o küçü-
cük yatakta uyuyakalmıştık Aslı’yla. “Neredeyse bir aydan
beri sorgulayıp duruyorum” dediği o duyguyu ben iki aydan
hatta belki de onu ilk gördüğüm andan itibaren taşıyıp du-
ruyordum içimde. Alevlenmek için ikimizden birinden bir
kıvılcım bekle­yen, o adını koyamadığımız şeyin başlamasına
ne Aslı ne de ben izin vermiştik.
Oysa bu sabah o terasta ne olmuşsa olmuş, Aslı elim-
den tutup beni o küçük odaya sürüklemiş, dudaklarıma
60 Derviş Şentekin

kondurduğu tutkulu öpücüklerle hem ruhumu hem de bede-


nimi alevler içinde bırakmıştı. “Ben aşka inanmıyorum Aslı”
derken o “Ben inanıyorum” demişti; “Ben sana âşık olamam”
dediğimde “Ben sana âşık oldum bile” demişti gözlerini ka-
patıp incecik boynunu öpmem için saçlarını toplarken. Araba
kornaları, balıkçıların bağırışları ve vapur düdükleri karış-
mıştı sevişme iniltilerimizin arasına.
İncecik çarşafı üzerimize çekip “Sonsuza kadar böyle kal-
mak istiyorum” demişti mutluluk dolu bir sesle.
Bense pişmanlıkla doluydum.
Suçlulukla.
Sonra benim de gözlerim kapanmıştı...

Uyandığımızda “Benim gitmem gerekiyor” diye fırlamıştı


yataktan. “Saat üç olmuş. Nesli ve annemle buluşacaktım.”
O, telaşla elbiselerini giymeye çalışırken ben mutlulukla
seyretmiştim çıplaklığını.
“Gece gelirim” demişti.
“Gelme” dedim. Yüzüme baktı şaşkınca. “Kırk Bir’de bu-
luşalım.”
“Emin misin?”
“Eminim. Özledim Kırk Bir’i.”
Yumuşacık yastığa başımı gömüp gözlerimi kapatmıştım.

Giriş kapısının yanındaki duvarda kocaman harflerle Vira


Vira yazan restoranın yanından geçip daha ışıklı olan caddeye
çıktım. Yan yana dizilmiş birkaç balıkçı restoranı yavaş yavaş
dolmaya başlamıştı; bu günün cumartesi olduğu geldi aklı-
ma. Bir berber dükkânı bulurum umuduyla etrafa bakındım.
Karanlık bir ara sokağa girip yürürken arkamdan gelen iki
adamdan çekinip bir apartmanın üst katlarına bakıyormuş
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 61

gibi yaptım. Onların Barzo’yla Doktor olma ihtimali sırtımın


ürpermesine yol açtı.

Bir başka ara sokağa girip birkaç dakika yürüdükten sonra


camında Meftun Berber Salonu yazan dükkânı gördüm. Açık
kapısından girip “İyi akşamlar, kolay gelsin” dedim.
Cama yakın olan koltukta oturan müşterinin yüzünün ya-
rısını usturayla kazımış olan kalfa sevecen bir tebessümle hoş
geldin der gibi başını salladı.
Duvar dibindeki boş koltuklardan birini gözüme kestirip
oturdum. Ortadaki koltukta oturan adama bir şeyler anlatan
kırk beş-elli yaşlarında, akları çoğalmış saçlarını özenle geri-
ye doğru taramış, muhtemelen dükkânın sahibi olan Ayhan
Işık bıyıklı, kısa boylu berber, elindeki makasın ucunu bir an
için havaya dikip onuruma içilecek kadeh gibi yavaşça kaldı-
rarak “Hoş geldiniz, biraz bekleteceğim” dedi.
“Hoş bulduk” dedim, böylesi bir sahneyi hangi filmde
gördüğümü düşünerek.
Bulamadım.
Belki bir romanda okumuştum.
O romanı da hatırlayamadım...
Ortalıkta ne yaptığını bilmezce dolaşan bir çırağı boşuna
aradı gözlerim. Çırak yoktu... Karşılıklı duvarları kaplayan
aynalarda yansımaları çoğalan beş kişiydik...

Karşımdaki aynaya baktım. Ön tarafı her geçen gün daha


da seyrekleşen saçlarım yine darmadağınıktı. Sakallarım ilk
kez bu kadar uzamıştı. Parmaklarım çenemdeki sakalları-
ma gidince Aslı’yla sevişmemiz geldi aklıma, aynadaki yü-
züm bulanıklaştı ve yavaşça yok oldu. Terastaki sandalyeden
kalkıp, elimden tutarak odaya doğru sürükleyen Aslı’nın
62 Derviş Şentekin

peşinden gittim... Uzandığımız yatakta Aslı’nın dudakları


dudaklarıma değince, önce Bekir Tunç’un gözleri ardından
da aynadaki kendi gözlerimle karşılaştım. Hastanede gözle-
rimi açtığım günden beri içimi kemiren şüphe daha da büyü-
müş ama aşk denilen belanın girdabına kapılmış, bunu benim
bir kuruntu haline getirdiğimi düşünmüştüm.
Bu sabah Aslı bana o cümleyi söylemeseydi belki de, hayır
belkisi falan yok kesinlikle o soruyu ona soracaktım. Kimsin
sen ve benden ne istiyorsun? Belki de yüksek sesle, hatta ba-
ğıra bağıra. Boğazımı yırtarcasına bağıracaktım: Kimsin sen
ve benden ne istiyorsun?
Sonra kafama bin bir soru üşüşecekti. Bir kumpasın içine
mi düşmüştüm? Birkaç ay önce 41’e gelip babasını aramam
için önüme iki yüz bin liralık bir çek bıraktığında, yolumun
Bekir Tunç’la kesişeceğini biliyor muydu? Beni 41’de bulabi-
leceğini ve kendisine yardım edebileceğimi söyleyen kişinin
Oğuz Sipahi olması bir tesadüf olabilir miydi yoksa işin için-
de başka bir çapanoğlu mu vardı? Göğsümde kurşunlarla gir-
diğim hastaneden hiç kimseye hesap vermeden çıkıp gitme-
mize ne demeli. Oysa böylesi bir durumda ortalık polis kay-
nardı. Mehmet Eryiğit ismi nereden gelmişti Aslı’nın aklına?
Komisermişim de nişanlıymışız da falanmış da filanmış…
Aklımı bir kedinin oynadığı yün yumağına çeviren sorular-
dan kurtulamıyordum. Aslı her şeyi nasıl olmuştu da bu ka-
dar kolay halletmişti. Ben o duvarın dibinden kurtulup bir te-
lefon buluyorum, onu arıyorum ve anında her şey çözülüyor.
Ayhan Işık bıyıklı berberin kibar sesiyle bir kâbustan uya-
nır gibi uyanmıştım.
“Buyrun, sıra sizde.”
Yerimden kalkıp montumu çıkardım, asacak bir yer ara-
mama fırsat vermeden elimden aldı.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 63

“Buyrun, oturun” diyerek gösterdiği koltuğa oturdum.


Az önce bir şeyler anlatarak tıraş ettiği adamın ne zaman
gittiğini bile fark edemeyecek kadar dalmıştım demek ki.
“Yorucu bir haftaydı galiba” dedi. Montumu asmış, tepe-
me dikilmiş, benimle değil aynadaki görüntümle konuşuyor-
du. Küçücük ayrıntılardan bile insan karakteri tahlilleri yapa-
bilen berberler tanımıştım. “Öyle dalmıştınız ki, size bir çay
bile ikram edemedim.”
Aynadaki gözlerine bakarak yanıtladım.
“Zor bir haftaydı.”
Eğilip dolaptan lacivert bir örtü çıkardı. “Ne yapalım?
Saç? Sakal?”
“Sakalları keselim, saçları da üç numara yapalım.”
Söylediklerime inanmamışçasına baktı yüzüme. “Hem
saçı hem de sakalı kesersek sizin bile tanıyamayacağınız biri-
ne dönüşürsünüz” dedi şakacı bir sesle. “Uzun süre aynalara
bakamazsınız, benden söylemesi.”
“Olsun” dedim
Benim bile tanıyamayacağım birine dönüşmek istiyor-
dum...
33

Derin bir nefes çektim, 41 içime doldu

Berberden çıkıp, köşedeki köftecide karnımı doyurduktan


sonra bir taksiye atlayıp Taksim’e çıktım. Artık yıkılmaya terk
edilmiş olan Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde taksiden
inip İstiklal Caddesi’ne doğru yürüdüm. İstiklal her cumarte-
si olduğu gibi hınca hınç dolmuş bir insan kalabalığına ev sa-
hipliği yapıyordu. Sanki yıllardır bu kalabalıktan uzak kalmış
gibiydim, İstanbul’a ilk geldiğim günün kokusu geliyordu
burnuma... Fransız Konsolosluğu’nu geçtikten sonra İstiklal’i
ve kalabalığını değil 41’i özlediğimi fark edince Tünel’e kadar
yürüyüp geri dönme fikrinden vazgeçtim.

Soğuk bir gün­de keşfetmiştim 41’i. İstiklal’in kalabalığının


içinde uzun süre avare avare dolaşmış, izlemek için sevebi-
leceğim bir film bulamamış, bir yerde oturup sıcak bir şeyler
içebilmek umuduyla ara sokaklardan birine sapmıştım. So-
ğuktan ayak parmaklarım bile sızlamaya başla­mıştı. Önüme
çıkan bir başka ara sokağa dalıp, üç katlı eski bir binanın giriş
katındaki camekânın önünde durup burnumu cama dayaya-
rak içerisini görmeye çalışmıştım. İçeride loş bir karanlık var-
dı, bir şey görünmüyordu. Birkaç adım geri çekilip kapısını
aramış, az ileri­de bir giriş olduğunu görmüştüm. Üzerinde 41
yazan cam kapıyı ya­vaşça itip içeri süzülmüştüm, bomboştu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 65

Sekiz-on masa, her masanın etrafına dizilmiş üçer koltuk. Ne-


reden geldiğini tam çıkaramadığım bir ses, “Saat dörtte açılı-
yoruz” demişti. Cam kapıyı kapatıp, sekiz-on metre ilerideki
bara doğru sanki ora­da biri varmış gibi konuşmuştum: “Bir
kahve içmek istiyorum ama...”
Barın yanındaki bölümü boydan boya kaplayan John
Lennon’ın yüzü yavaşça ikiye bölünmüş, Lennon’ın burnuyla
ağzının olması gereken yerde orta boylu, zayıfça biri sırıtarak
bana bakmıştı. Dev fotoğrafın iki kanatlı bir kapıya yapıştırıl-
dığını ben şaşkınlıkla izlerken, “Dörtte açıyoruz de­dim ama
dörde de kalmış şurada yarım saat. Buyrun bir masa se­çin ve
oturun. Türk kahvesi mi istiyorsunuz?” demişti.
41’in olduğu sokağa gelince durup bir soluklandım. Kapı-
nın önünde dört-beş kişi birer karartı olarak dikiliyordu. Yan-
larına yaklaşınca o karaltıların sigara içmek için kapının önü-
ne çıkmış müşteriler olduğunu anladım. Cuma ve cumartesi
geceleri içeride sigara içilmesine izin vermiyordu Cengiz. “Bu
laf dinlemez gazeteciler yüzünden iki kez ceza yedim” diye
söylenip durmuştu bir keresinde. Kapının önüne geldiğimde
içlerinde tanıdığım var mı diye gözucuyla baktım.
Cam kapıyı itip içeri girdim. Derin bir nefes çektim, 41 içi-
me doldu...
John Lennon’la göz göze gelip küçücük gözlüklerinin
daha da biçimlendirdiği hüzünlü yüzüne dikkatlice baktım.
Uzun süre ayrı kaldığım evime dönmüş gibiydim. Hemen
sağımdaki duvarda asılı duran Cengiz’in fırçasından çıkma
futbolcu resimlerine baktım. Düz saçlarını alnına düşürmüş
Cruyyf, bir İtalyan mafya filminde oynasa hiç sırıtmayacak-
mış gibi duran Ardiles, çıkık elmacıkkemiklerinin hemen al-
tından başlayan seyrek sakallarıyla Sokrates ve Cengiz’in o
gerçek bir efsaneydi dediği Sabri Dino...
66 Derviş Şentekin

Cam kenarındaki masalardan ikisi doluydu. Birinde iki, di-


ğerinde dört kişi oturuyordu. Benim hep oturduğum masa ise
henüz boştu. Daha ilerideki masada kalabalık bir grup gittikçe
yükselen seslerle koyu bir muhabbetin içerisindeydi. Önünde
altı tane yüksek taburenin durduğu bara doğru yürüdüm.
Cengiz ve dünyalar tatlısı yardımcısı Hüdaverdi ortalıkta
görünmüyordu.
John Lennon’ın yüzü ikiye bölündü ve aradan, spor ayak-
kabısı, kotu ve tişörtü siyah bir genç kız, elinde birkaç tabak-
la dışarı çıktı. Simsiyah rimeliyle daha da büyüttüğü gözleri
hafifçe kısıldı, “Hoş geldiniz” dedi. Demek yeni bir eleman
almıştı Cengiz.
Başımla selamlayıp yüksek taburelerden birine tırmandım.
Barın arkasındaki duvara yan yana üç kadın çizmişti Cengiz.
Her resme daha bir dikkatli baktım. Bunlar siyah-beyaz değil-
di ama renkli de sayılmazdı. Kadınların hüzün dolu yüzlerin-
deki dudak­larında belli belirsiz bir kırmızı vardı. Cengiz’in
tanıdığı biriydi bu kadın, tanıdığı ve çok önem verdiği. Hafı-
zamın çekmeceleri bir bir açılmaya, içerisindeki klasörler bir
bir ortaya dökülmeye başladı. Cengiz’in önem verdiği hiçbir
yüzle eşleştiremedim. Cengiz’e sormuş muydum bu kadını?
Sormamıştım galiba.
Uzaktaki duvara baktım. Cengiz sadece siyah boya kulla-
narak kocaman bir orman çizmişti, gri gökyüzünde ilk bakış-
ta birer leke gibi duran kuşlar uçuyordu.
Cengiz’le ilk tanıştığımızda, “Eğer keyfim yerindeyse” de-
miş, sonra da hınzırca gülerek, “yok yanlış söyledim benim
keyfim hep yerindedir, havamdaysam ormana birkaç dal ve
birkaç karga daha çizerim” demişti.
Benim uğramadığım süre boyunca hem ağaçlar, hem dal-
lar, hem de kargalar artmıştı...
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 67

Tepeden tırnağa simsiyah kız, tabakları bırakıp barın ar-


kasına geçmiş, elindeki bardağa fıçıdan bira dolduruyordu.
Yeniden göz göze geldik.
“Bir şey ister misiniz?”
“Bir bira ve Cengiz Bey’i istiyorum” dedim kibar sorusuna
kibarca yanıt vermeye çalışarak.
“Biranızı ben verebilirim ama Cengiz Bey konusunda pek
yardımcı olamayacağım” dedi doldurduğu bardağı bana
doğru uzatırken. Yeni bir bardak alıp fıçının musluğuna da-
yadı, eliyle John Lennon’ı gösterdi. “Mutfakta patateslerle
boğuşuyor.” Bunu söylerken hafifçe gülümsemiş ardından
hemen ciddileşmişti. “Cengiz Bey’i çağırmamı ister misiniz?”
Başımı iki yana salladım.
“Acelem yok, gece uzun nasılsa.” Biramdan küçük bir yu-
dum aldım. “Yeni mi başladın?”
“Bu, ikinci haftam. Haftada üç gün çalışıyorum. Beşinci
gün aslında.”
“Emre gibi yani” dedim.
Yüzünde hafif bir tebessüm belirip kayboldu. Bizim
Hüdaverdi’yi daha uzun bir süredir tanıyordu anlaşılan.
“Hüdaverdi’yi de göremedim ortalarda, gelmedi mi bu-
gün?” Oltayı atmıştım. Emre’nin lakabının Hüdaverdi oldu-
ğunu bilip bilmediğini öğrenecektim.
Daha bir dikkatli baktı yüzüme. Bir şey söyleyip söyleme-
mekte tereddüt etti. Az önce Cengiz’i sorduğumda yaptığı
hareketi tekrarladı, John Lennon’ı gösterdi. “Cengiz Bey’e
yardım ediyor.”
“Haftada üç gün geldiğine göre sen de öğrencisin” dedim
ve biramdan küçük bir yudum daha aldım.
“Felsefe okuyorum, son sınıftayım” dedi. Doldurduğu
bardakları tepsiye dizip “İzninizle” diyerek barın arkasından
68 Derviş Şentekin

çıktı ve kalabalık masaya doğru yürüdü.


Felsefe okuyabilmek için barda çalışıp üç-beş kuruş para
kazanmaya çalışan gencecik bir kızın durumu içimi acıttı. Şu
memlekette o kadar çok şey vardı ki küfredilecek.
Şöyle bir kez daha bakım etrafa; eşyalara ve mekânlara
bağlılığı olmayan biriydim ama 41’i bir hayli özlemiştim.
Kalabalık masa gürültünün dozunu iyice artırmıştı.
İçlerinde tanıdık kimse var mı diye gözucuyla baktım.
Birkaç dakika sonra John Lennon’ın yüzü yeniden ikiye ay-
rıldı, önde Emre arkasından Cengiz ellerinde tabaklarla çıkıp
kalabalık masaya doğru yürüdüler. Cengiz’le bir an göz göze
geldik ama yüzüme pek dikkatli bakmamıştı anlaşılan. Her iki-
si de ellerindeki tabakları gürültücü tayfanın masasına bıraktı.
“Cengiz oğlum, balık da istiyoruz” dedi içlerinden biri.
“Meyhane mi oğlum burası” diye tersledi Cengiz. “Balık
yiyecekseniz meyhaneye, Cavit’in oraya gideceksiniz.”
“Ohooo, bilseydik Sek Sek’e giderdik” dedi bir başkası.
Emre yanımdan hızlıca geçip mutfağa girdi.
Siyahlı kız, seri bir hareketle fıçının başına geçmiş bardak-
lara bira dolduruyordu.
“Tuzlu fıstığınız var mı acaba?” dedim.
Doldurduğu bardağı tepsinin üzerine bırakıp küçük bir
tabak aldı ve tuzlu fıstık dolu kutuya daldırdı. Bir-iki tanesini
ağzına attıktan sonra tabağı bankonun üzerine, bira bardağı-
mın yanına bıraktı.
“Zor mu okul?”
“Pek değil. Bu yıl biter, uzamaz yani.”
“İki bira ver. Sonra da masaya büyük bir kovayla buz gö-
türün” dedi Cengiz. Barın bankosuna kollarını dayayıp ken-
di kendine söylendi. “Rakı mı içiyorlar, buz mu yiyorlar belli
değil.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 69

Cümlenin yarısında dönüp yüzüme baktı. Gülümsedim.


Gözlerini büyüterek daha bir dikkatli baktı. “Lan oğlum, ta-
nıyamadım yemin ederim. Ne zaman geldin sen?”
“Beşinci biramı içiyorum” dedim önümdeki bardağı gös-
tererek.
“Eeee?”
“Ne var, çıkıp iki bira içemez miyim?”
“Onu sormuyorum. Bu ne hal? Saç sakal gitmiş. Sokakta
görsem tanıyamazdım şerefsizim.” O her zamanki kocaman gü-
lümseme belirdi yüzünde. “Neyse mağara adamı gibi dolaşıp
duruyordun, adama benzemişsin biraz.” Kolumu sıkıp bıraktı.
Siyahlı kız mutfağa girince “Yeni eleman almışsın” dedim.
“Sezen Aksu mu?” dedi gülerek. “Hüdaverdi efendinin
arkadaşı. Çok çalışkan bir kız, bizimki gibi uyuşuk değil.”
Uzanıp bankodan bir peçete alıp alnında birikmiş olan küçü-
cük ter damlalarını sildi. “Aslı nerede?”
Dudaklarımı büktüm. “Bekçisi miyim ben Aslı’nın.”
Önce gözleri sonra dudakları güldü. Cengiz’in o hınzırca,
hadi hadi ben bilirim gülüşlerinden biriydi bu.
“Kahvaltıdan sonra boşuna mı fırlayıp çıktım ben? Şöyle
biraz baş başa kalın istedim.”
“Anlayışlı adamsın Cengiz’im.”
Yüzü birdenbire ciddileşti. Öne doğru eğilip burnuma
doğru fısıldadı. “Sen niye çıktın evden? Biraz ortalarda gö-
rünmesen daha iyi olmaz mı?”
“Saklanarak bu iş olmaz Cengiz’im” dedim kendimden
emin bir sesle. “Hem ne demişler: Bir şeyi gizlemek istiyor-
san herkesin göreceği bir yere bırak. Ben de şimdi herkesin
görebileceği bir yerdeyim işte.”
“Güzel lafmış” dedi. “Ortalarda dolaşarak saklanabilece-
ğine emin misin peki?”
70 Derviş Şentekin

“Eminim.”
“Ne diyeyim, istihbaratın gözbebeğiydin bir zamanlar.
Vardır bir bildiğin.” Elindeki peçeteyi alnında bir kez daha
gezdirdi. “Evet?” dedi.
“Evet” dedim. “Soru neydi?”
“Aslı’yı sormuştum.”
“Yanıtını verdim.” Sırıtarak söylemiştim. “Senin ardından
o da çıktı. Annesi ve kız kardeşiyle buluşacakmış. Akşam
Kırk Bir’e gel, dedim. Bakalım, belki gelir.”
İnanmamış gözlerle baktı yüzüme.
“O kız sana âşık oğlum” dedi John Lennon’ın yüzüne doğ-
ru yürürken. “Boş boş oturma orada öyle, bardağını al mutfağa
gel.”
32

“Oğuz Amca seni neden öldürtmek istesin ki?”

Cengiz’in peşinden mutfağa girdiğimde Hüdaverdi bu-


laşık makinesinin başında, dalmış gözlerle bardakları seyre-
diyordu. Elimdeki bira bardağını tezgâhın üzerine bıraktım.
Ağır bir yağ kokusu doldurmuştu içeriyi. Beni fark edince
önce Cengiz’e sonra bana bir daha baktı.
“Hayrola Emre” dedim. Saçı sakalı kesince o da Cengiz
gibi beni tanıyamamıştı anlaşılan.
Gülümsedi. “Ne yapmışsın sen öyle be abi” dedi samimi
bir ses tonuyla. “Yolda görsem tanımam valla.” Yürüyüp ya-
nıma geldi elini uzattı, tokalaştık. “Bu ne radikal değişiklik
söyle. Saç-sakal gitmiş. Kot pantolon, şık ceket, ohooo, sen
gencecik bir adammışsın be abi.” Cengiz’e baktı. “Patrona
seni sorup durdum ama nerede olduğunu ben de bilmiyo-
rum, belki Ankara’ya kızını görmeye gitmiştir, bugün-yarın
gelir, deyip durdu. Ee, nerelerdesin?”
“Ankara mankara dolaşıp durdum. Senin patrona kalsa
sabah Kırk Bir’e gel, gece git yapacak tüm hayatımızı. Biraz
hava almak için buralardan uzaklaştım.”
“Gevezelik etmeyin de bana yardım edin” dedi Cengiz.
“Sen de çık o kıza yardım et biraz Hüdaverdi efendi.”
“Bulaşık makinesini boşaltıyorum.”
“Makineyi çok sevgili abin boşaltır, sen içeriye bir bakıver.”
72 Derviş Şentekin

Başımı salladım. “Ben hallederim sen çık.” Emre’ye göz


kırpıp “Hem Sezen’i yalnız bırakma” dedim.
Utangaçça güldü. “Siz bilirsiniz” diyerek mutfaktan çıktı.
“Bana yüklenip duruyorsun, Hüdaverdi’yle Sezen’e bak-
sana sen. Yakışıyorlar da birbirlerine.”
Elini salladı Cengiz. “Yok, daha henüz başlamadılar ama
eli kulağındadır. Hem sevgili olsalar ne olacak? Bu kız, bizim
uyuşuğa altı ay tahammül ederse ben de bir şey bilmiyorum.”
“Çocuğu kendine benzettin sonunda” dedim alaycı bir
sesle. “Yasemin de sana tahammül edemedi.”
Naylon poşeti yırtıp donmuş patatesleri ocaktaki tavaya
boşalttı. “Ne olmuş Yasemin’e? Aslanlar gibi sevgiliyiz işte.
Daha dün beraberdik.”
“Hani gazeteci gazeteciyle sevgili olmazdı?”
Keyifle güldü. “Beni de gazeteci mi sayıyorsun sen? Emekli
oldum ben gazetecilikten, unuttun mu?”
“Yasemin’le devam yani, öyle mi?”
“Devam, devam.” Sapından tuttuğu tavayı şöyle bir sal-
ladı. “Ama bizim aramızda aşk yok.” Birden döndü, ellerini
beline koydu. “Sen tepemde böyle dikilip car car konuşup
duracak mısın? Hani makineyi boşaltacaktın.”
“Anlaşılan çalıştıracaksın sen beni. Ama benim yevmiyem
şu çocuklarınki gibi olmaz, biraz pahalıya patlarım sana.”
“Olur, olur” dedi. Patatesleri karıştırdı. “Unutmadan, şu
senin parayı ne yapayım? Yüz doksan bankada öylece duru-
yor.”
Aslı’nın babasını aramam için verdiği iki yüz bin liralık
çeki Cengiz bozdurmuş, içinden on bin lirasını alıp bana ge-
tirmiş, kalanı da kendi hesabına yatırmıştı.
“Yarı yarıya paylaşırız” dedim.
“Yarı yarıya falan deyip hasta etme adamı. Yarın hepsini
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 73

çekip sana getiriyorum, ne yaparsan yap.”


“Yarın çekemezsin?” dedim alayla.
“Niye çekemiyormuşum?”
“Yarın günlerden pazar da ondan” dedim gülerek.
“Ben ciddiyim. İstemem o parayı. Hem bu konuyu konuş-
muştuk seninle. Elif’in okulu için harcarım, demiştin.”
Hassas yerimden yakalamıştı beni Cengiz. Elif’imin, ca-
nım kızımın gülüşünü düşünmem bile içimi rengârenk çi-
çeklerle doldurmuştu. “Haklısın Cengiz’im” dedim. Kızıma
olan özlemim sesime de yansımıştı. “Haklısın. Öyle çok öz-
ledim ki Elif’i, hemen şimdi kuş olup Ankara’ya kadar uça-
sım var.” Bulaşık makinesinin başında öylece kalakalmıştım.
“Bardakları şu tepsiye dizsem olur mu?”
Başıyla onayladı. “Önce ceketini çıkar istersen, yağ kokusu
sinmesin.” Tavadaki kızarmış patatesleri çıkarıp genişçe bir
tabağa boşaltı. Kızgın yağa yeni patatesleri boşalttı. Tezgâhın
üzerindeki domateslerden bir tanesini aldı ve tahtanın üze-
rine bıraktı. Tezgâhın üzerinde bir şey arandı. Büyükçe bir
bıçağı eline alıp temiz mi diye baktı. Tahtanın üzerindeki do-
matesi ikiye böldü. “Ben anlamadım ki seni.” Devamında ne
söyleyeceğini, beni neden anlamadığını anlatmasını sabırla
bekledim. Dilimlediği domatesleri servis tabağına özenle yer-
leştirdi. “Bir Muğla’ya yerleşeceğim, diyorsun, bir kızımı çok
özledim kuş olmak istiyorum, diyorsun.” Yeni bir domates
alıp dilimlemeye başladı. “Evet... Planın ne, ne yapacaksın?”
“Yedi aylık mısın sen?” dedim sırıtarak.
“Yedi aylığım, n’olmuş.”
“Biraz sonra Aslı da gelince size tüm planlarımı anlataca-
ğım” dedim kendimden emin bir sesle.
Domateslerin yanına iki salatalık dilimledi, birkaç biberi
ikiye bölüp tabağın kenarına yerleştirdi, küçük bir şişedeki
74 Derviş Şentekin

zeytinyağını üzerlerine gezdirdi, yeniden bıçağı alıp bir limo-


nu dörde böldü iki dilimini tabağa koydu. “İyi” dedi. “Aslı
da gelsin öyle anlat.” Patates tabağını da alıp kapıya doğru
yürüdü. “O patatesler yanmasın, dikkat et.”
Ceketimi çıkarıp, dört binanın arasına sıkışıp kalmış kü-
çük bir bahçeye bakan açık pencerenin önündeki masaya ar-
kadaşlık eden sandalyelerden birine giydirdim. Hüdaverdi
haklıydı, şık ceketti. Aslı zevkli kızdı...
Ocağın başına geçtim. Kızaran patatesleri tahta kaşıkla ha-
fifçe karıştırdım.
Cengiz’in sorusu kafamda yankılanıp duruyordu: Planın
ne, ne yapacaksın? Elbette ki bir planım vardı ama bunu ne
Cengiz’e ne de Aslı’ya söyleyecektim.
Bekir Tunç’tan ne yapıp edip intikamımı alacaktım.
Kurulduğu günden beri iyilerle kötülerin savaş alanıydı
şu dünya, biliyordum. İyiler hep kaybediyor, kazanan hep
kötüler oluyordu. Fakat kaybedenlerin yüzü suyu hürmetine
dönüyordu şu kahpe dünya. Ama karanlık odalarda alçakça
kumpaslar kuran kötülere kalmayacaktı.
Tüm bunları düşünürken boğazım kurumuştu. Tezgâhın
üzerinde duran bardağımı alıp kafama diktim.
Korkmak, sinip bir köşeye çekilmek niyetinde değildim.
Kendisi gibilerle, bir dönem kocaman bir ülkeyi esir almış
olan bir katilden mi korkacaktım. İşte, öldürememişti beni.
Öfkeli miydim? Evet, öfke doluydum ama bu öfkemin gözle-
rimi kör etmesine de izin vermeyecektim. Bekir Tunç’un beni
bir duvarın dibine dikip göğsüme altı kurşun sıkmış olması
tamamıyla benim hatamdı.

Mutfakta bir saate yakın yalandan çalışmıştım.


Cengiz’in ağzı kulaklarına vararak “Seninki geliyor” de-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 75

mesinden yarım saat sonra da Aslı mutfağa girmiş, yeni tipi-


me o da şaşırmış, başka biriymişim gibi suratıma uzun süre
dikkatlice bakmış, “İnsan bir süre alışamıyor ama yakışmış
sana” diyerek yüzümü avuçlarının arasına alıp durmuş; sa-
bahki sevişmemizin verdiği utangaçlıkla gözlerini gözlerim-
den kaçırmış; saat bir buçuğa doğru da Hüdaverdi ve Sezen
bize iyi geceler dilemiş, Cengiz “Kaldık üçümüz, iyice de ha-
valandırdım ön tarafa geçelim mi artık” demiş, bir yıl boyun-
ca pineklediğim masama kurulmuştuk.
Bir süre sessizce oturduk. “Bu çalan ne?” dedim Cengiz’e.
Bir saat önce gürültünün doldurduğu boşluğu, bir orkestra-
dan yayılan müzik doldurmaya başlamıştı.
Hınzırca gülümsedi. “Best of Vivaldi.”
Ruhumu viyolonselin büyülü sesine bırakmak için gözle-
rimi kapattım.
Sessizliği bozan Aslı oldu. “Seni ilk bu masada gördüğüm
günü hatırlıyor musun?” dedi.
Benden önce Cengiz atıldı. “O, yaşadığı her şeyi saniye sa-
niye hatırlar.”
“Hatırlıyorum, dışarıda kar yağıyordu...” dedim. “Kurt-
larla kadınların akraba olduklarını iddia eden bir kitabı oku-
yordum. Kitap beni öyle bir etkilemişti ki, kapı açılıp sen içeri
girince, rüzgârın savurduğu kar taneleriyle birlikte içeriye bir
kurt girdi sanmıştım.” O an gözümün önünde canlandı. Siyah
bir kurt... Kar fırtınasından göz gözü görmez olmuş bir orma-
nın derinliklerindeki, yalnızca bir dişi kurdun hisleriyle bu­
labileceği, sonu hiçliğe dönüşmüş bir patikadan fırlayıp, 41’in
ka­pısından içeri girmişti.
Masanın üzerindeki viski bardağını alıp havaya kaldırdı
Cengiz. “O günün şerefine içelim.” Bardakları tokuşturduk.
Üçümüz aynı anda yudumladık. Aslı ve ben bardağımızı
76 Derviş Şentekin

masaya bıraktık, Cengiz ise elinde tutuyordu. “Demek bizi


bırakıp gideceksin ha?”
En başından başlamıştık ama Cengiz konuyu tam da be-
nim istediğim yere getirmişti. Aslı’nın gözlerine baktım.
Gitmemi istemediğini biliyordum; bu fikirden nefret ettiğini
de. Konunun açılmasından rahatsız olduğunu, gözlerini ben-
den kaçırmasından anladım. “Dört ayının saldırısına uğra-
yıp, tesadüfen bulduğun bir yelekle hayatta kalsaydın sen de
kaçıp giderdin” dedim.
“Bu adamlar” dedim Cengiz sigarasını yakarken. Kibritin
kokusu sigaranın kokusunu bastırmıştı. “Boş durmayacaklar-
dır. Onlar beni öldürdüklerini sanıyorlar; beni öldü diye bıra-
kıp gittiler ama cesedin de peşine düşmüş olabilirler, kim bilir
belki de ölmediğimi anladılar. Bir süre buralardan uzaklaş-
mam benim için iyi olacaktır.” Aslı da bir sigara yaktı, duma-
nını yüksek tavana doğru üfledi. Önce bembeyaz, ardından
mavi bir renge büründü duman loş ışıkta.
“İngiltere’ye gidelim” dedi Aslı yumuşacık bir sesle. Sağ
elini dizime koydu, “Çok ciddiyim.”
“Muğla’ya yerleşmeden önce yapmam gereken çok önem-
li bir şey daha var” dedim dikkatlice. Her ikisinin de sonraki
cümlemi merak ettiklerini bile bile sustum. Bardağımı alıp
minik bir yudum içtim.
“Neymiş o çok önemli iş?” diye fısıldadı Cengiz. Bardağını
kafaya dikti döndü, o da Aslı gibi dik dik baktı bana.
Aslı’nın kalp atışlarını duyuyordum. Elini yavaşça çekti
dizimden. Sigarasından derin bir nefes aldı, dumanı yine ta-
vana doğru üfledi.
“Nicholai Hel’i bulacağım” dedim.
Cümlem biter bitmez kıkırdamaya başladı Cengiz. Bana
işkence yapan dört ayının, arkanda kim var, sorusuna yanıt
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 77

olarak Nicholai Hel dememi anlattığım zaman da kahkaha-


larla gülmüştü.
“Nicholai Hel’i mi bulacaksın?”
Konuştuklarımıza bir anlam verememişti Aslı. “Nicholai
Hel mi? Kim ki o?”
Derin bir nefes aldım. “Nicholai Hel... Ya da bizim bildiği-
miz ismiyle Oğuz Sipahi.”
“Tüm bu olanların arkasında Oğuz Sipahi mi var sence?”
diye sordu Cengiz.
“Hepsinin değilse de en azından bir kısmının arkasın-
da o var” dedim Aslı’nın ne tepki vereceğini merak ederek.
“Unutma ki, Aslı’yı buraya gönderen Oğuz Sipahi’ydi.”
“Evet” dedi Aslı suçlu bir sesle. “Seni bulmamı Oğuz
Amca istemişti ama...” Bir süre sustu. “Oğuz Amca seni ne-
den öldürtmek istesin ki?”
“İşte ben de onu bulup bu sorunun yanıtını almak istiyo-
rum” dedim.
“En son kalp krizi geçirmişti ve hastanede yatıyordu” dedi
Cengiz.
“Ölmüş bile olsa mezarından çıkarıp soracağım bunun he-
sabını” dedim. “Ölmüş bile olsa...”
Her ikisi aynı anda birer nefes çekti sigaralarından. Aslı
sigarasını kül tablasına bastırdı.
“Belki de ölmemiştir” dedi Cengiz.
“Umarım ölmemiştir” dedim kızgın bir sesle. “Ben onu
buluncaya kadar ölmese iyi olur, yoksa kazarım o mezarı.”
“Ölmedi” dedi Aslı. “Yaşıyor. Bursa’nın bir köyünde...”
Durup şöyle bir düşündü. “Bursa-Bilecik yolu üzerinde
Yaylacık Köyü yakınlarındaymış bahçesi.”
Oğuz Sipahi’yle konuştuğunu söylemek istiyor ama bir
türlü söyleyemiyordu. Sorsam, yalanlar sıralayacaktı belki
78 Derviş Şentekin

de. Bardağından bir yudum aldı. Oğuz Amca’sını görmeye


gideceğimi biliyordu. Yaylacık Köyü’nden şeftali bahçesine
nasıl gidileceğini bile anlattı.

Viski şişesini alıp önce Cengiz’in ardından da kendi barda-


ğımı doldurdum.
Rahatlamıştım. Aslı’ya sormam gereken soruların hepsi
uçup gitmişti aklımdan. Demek bir köye yerleşmişti Oğuz
Sipahi. Aslı’ya değil gidip bizzat ona sorardım sorularımı.

Bu gece Oğuz Sipahi’nin şerefine içecektim...


İçtim de...
Sarhoş oldukça yumuşadım, Aslı’nın elini tutup yüzünü
okşadım.

Saat gecenin ikisini geçmişti, Aslı aşktan konuşmak istiyor-


du, benimse aklımda tek şey vardı: Evime gidip silahımı almak.

41’den üçümüz birlikte çıktık.


“Herkes kendi evine” dedim.
“Yarın gitmeye kararlı mısın?” dedi Aslı.
“Evet” dedim.
Sımsıkı sarıldı. İki yanağımdan öptü.

Yarım saat sonra evimdeydim. Bir hırsız gibi girmiştim


eve. İki yıldır elimi bile sürmediğim silahımı sakladığım yer-
den çıkarıp sehpanın üzerine bıraktım ve kanepeye uzandım.
Özlemiştim evimi.
“Öğlene kadar uyuyup sonra Bursa yollarına düşerim,”
dedim kendimin de duyabileceği bir sesle.
31

“Elinde silah olan herkesten korkarım”

Dallardaki çiçeklerin kokusu geceye buram buram yayıl-


mıştı. Bulutların arkasına saklana çıka gökyüzünü gezen do-
lunay, ışığını kasabanın üzerine incecik bir tül gibi dökmüştü;
sabah kimseler duymadan çekip alacaktı.
Elimle işaret ederek “Şurada duralım” dedim.
“Tarifinize göre daha yolumuz var gibi” dedi buraları av-
cunun içi gibi bildiğini söyleyen taksici. “Gece gece yürüme-
yin isterseniz.”
“Şuradan, ağaçların arasından yürüyerek giderim. Mis
gibi kokuyor, bunu bir daha nereden bulacağım.”
“Haklısınız” dedi çaresizce.
Parayı uzattım, “Üstü kalsın. Çok teşekkür ederim” de-
dim.
Arabadan indim ve dönüş yapması için bekledim. Daracık
yolda iki küçük manevra yaparak döndü ve camdan elini çı-
kararak bana hoşça kal dedi. Elimi havaya kaldırdım. Gecenin
karanlığında kayboluncaya kadar bekledim...
Yoldan inip karanlığa karışmış şeftali ağaçlarının arası-
na daldım. Ağaçların altı bembeyazdı; çiçek karı yağmıştı.
Birkaç kez üst üste derin nefesler alarak çiçeklerin kokusunu
ciğerlerime doldurdum. Acele etmeden yürürken, şu güzel-
likleri fark edemeden yaşayıp gitmemize üzüldüm. Üzülmek!
80 Derviş Şentekin

Gerçekten üzüldüm mü? Hayır. Hepimizin sıkışıp kaldığımız


o koşuşturmanın içerisinden kendimizi avutmak için söyle-
diği yalanlardan biri değil miydi zaten; ‘şu güzellikleri fark
etmeden yaşayıp gidiyoruz’ lafı. Hangimiz, hangimiz, günün
birinde ya bir sahil kasabasına ya da bir dağ köyüne yerleş-
meyi düşünmüyorduk? Şu işleri bir halledelim; birkaç yıl
sonra çekip gideceğim buralardan, deyip durmuyor muyduk
zaten. Gitmiyorduk oysa hiçbir yere. Üç-beş kuruş maaş aldı-
ğımız işimize, taksitlerle ödeyip başımızı soktuğumuz küçü-
cük evlere, eşyalara ve daha bir sürü şeye yapışıp kalmıştık.
Gerçekleşmesi mümkün olmayacağını bildiğimiz bir hayali
gezdirip duruyorduk içimizde. O sıkışmışlık duygusunun
verdiği çaresizlik bizi, farkında olmadan, vazgeçemediğimiz
o eşya ve şeylere sıkı sıkıya bağlıyordu. İçinde olduğumuz
kuyunun derinliğini bilmeden çırpınıp duruyorduk. O kuyu-
dan kurtulmak istedikçe daha da dibe düşüyor, bunu fark et-
tiğimiz zamanlarda ise işte o sahil kasabasını ya da dağ evini
düşünüyorduk.
Peki, ben şu an nereye ve ne yapmaya gidiyorum öyleyse?
Vazgeçseydim ya aklımdaki şeylerden. Kurtarsaydım ya ken-
dimi, ruhumu kemirip duran şu intikam duygusundan.
Bir ağacın dibinde durdum...
Başımı kaldırıp dalların arasından görünen dolunaya bak-
tım.

Şimdiye kadar varlığını hiç bilmediğim bir pişmanlık bü-


tün bedenimi kapladı ve öylece kaldı. Şu ağaçları geçip gizlice
gireceğim evde yapmak istediğim şeyin bir anlamı yoktu; saç-
malık, hatta aptallıktı.
Yaşadığım her şeyi geride bırakıp, kendimi mutlu hissede-
bileceğim, kimselerin hayatına değip dokunmadan yaşayıp
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 81

gideceğim bir sahil kasabasını ben neden düşlemiyordum ki.


Bunu yapmamam için hiçbir neden yoktu. Aslında tam da
öyle olmalıydı; asıl ben çekip gitmeliydim.
Sağ elimle ağacın serin gövdesine dokundum. Dolunaydan
dökülüp ağaçların dallarındaki çiçeklerde yansıyan solgun
mavi ışığın altında kendimi çok çaresiz hissettim.
Vazgeçmemeliydim.
Ağacın neredeyse pürüzsüz gövdesinde gezindi parmak-
larım.
Vazgeçersem, şu ağaçtan bir farkım kalmazdı... Boğazım
yırtılırcasına bağırmamak için kendimi zor tuttum.
Çocukluğumda yaptığım gibi ağacın gövdesine sarıldım.
Yanağımı yasladım. Annem ve babamın ölümünden bu yana
yabancısı olduğum, sevemediğim bu dünyada, ben neyin pe-
şindeydim ki... Boğazımı yırtarcasına bağıramıyorsam, delice
koşarım diye geçirdim içimden.
Kızımı, Elif’imi alıp bu hayatın içinden kaçıp kurtulabilir-
dim.
Az ilerimdeki ağacın dibindeki karaltının hışırtısıyla ir-
kildim. Bütün vücudum gerildi, tüylerim diken diken oldu.
Ağacın gövdesine daha bir sıkı sarıldım. Sanki birisi yürür-
ken beni fark etmiş ve o da bir ağacın gövdesine sarılmıştı.
Dikkatlice baktım. Ne ses vardı ne hareket. Buralara kadar do-
lunay altındaki çiçeklenmiş şeftali ağaçlarını izlemeye gelme-
diğim geldi aklıma. Belimden silahımı çıkarıp, emniyetini aç-
tım. Bir süre bekledikten sonra küçük bir hayvanın, bir sincap
ya da tavşanın, hatta belki bir kaplumbağanın gece yürüyü-
şüne çıkmış olabileceğini düşünüp rahatladım. Sakince oldu-
ğum yere, ağacın dibine çöküp sesin geldiği yöne doğru daha
bir dikkatli baktım. Bir süre de çömelmiş olarak bekledikten
sonra kalktım. Ses çıkarmamaya özen göstererek yürüdüm.
82 Derviş Şentekin

Birkaç adım atmıştım ki, bu kez ensemin ürpermesine ne-


den olan bir çıtırtı duydum. Yakınımdaki bir ağacın dibine
çöküp etrafı kolaçan ettim. Ne tavşan ne de kaplumbağaydı,
anlaşılan o ki beni takip eden biri ya da birileri vardı. Hedef
küçültmek için önce boylu boyunca yere uzandım. Ses, yir-
mi-otuz metre ilerideki ağaçların dibinden gelmişti. O sesin
cisimleşip bir karartıya dönmesini beklemekten başka bir şey
yapamazdım.
İnsan korkmaya başlayınca aklı çeşitli oyunlarla daha da
korkmasına neden oluyordu; tam karşımdaki ağacın altında
bir karartı görmüştüm ki arkamdan birinin de yaklaştığını
sandım; sırtım ürpermişti. Üç kişi birden mi takip ediyordu
beni. Ay bulutların arasından birkaç saniyeliğine kurtulup
etrafı mümkün olduğunca ışıttığında, hedefin sol tarafımda
olduğunu anladım. Sekiz-on dakika bekledim; ne o ses bir ka-
rartıya dönüştü ne de ben yerimden kımıldadım. Karşımdaki
her kimse benim bir satranç şampiyonu olduğumu biliyordu
anlaşılan. Sabırlıydı. Beni tehdit eden bir rakip vardı karşım-
da, ya kendi konumumu değiştirecektim ve ben de onu tehdit
edecektim ya da ben de sabırla onun hata yapması bekleye-
cektim.
Ses çıkarmamaya özen göstererek ayakkabılarımı ve ceke-
timi çıkardım. Ağacın gövdesini kendime siper ederek ceke-
timi dallardan birine astım. Beş-altı metre arkamdaki ağacın
yanına ses çıkarmadan gidebilirdim. Sağ elimde tabanca, sol
elimle basacağım yeri kontrol ediyor sonra küçük bir adım
atıyordum. Çıt bile çıkarmadan diğer ağaçlara göre gövdesi
daha kalın olan ağacın dibine uzandım. Ördek adımlarıyla
yürümek yormuştu beni. Ben hamlemi yapmıştım, sıra raki-
bimdeydi.
Birkaç dakika sonra karartının usulca yer değiştirdiğini
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 83

gördüm. Ağacın dalına astığım ceketimi de görmesini isti-


yordum. Yarım saat daha kıpırtısız yattım sonra yerden bir
parça toprak alıp ceketimin asılı olduğu ağacın dibine doğ-
ru savurdum. Yere saçılan toprağın çıkardığı ses benim bile
ürpermeme neden oldu, dikkatlice etrafı dinledim. Hamlem
etkili olmuştu, birkaç dakika sonra karartı, ceketimi astığım
ağacın yanına doğru yürümeye başladı ve birdenbire durdu.
Yine ördek adımlarıyla karartıya doğru yaklaştım.
Sekiz-on metre önümdeydi, silahımı doğrultup “Sakın” de-
dim fısıltıyla. “Beynini dağıtırım.” Simsiyah bir heykel gibi ka-
lakalmıştı. “Ellerini başının üzerine koy ve sakın kımıldama.”
Ellerini yavaşça kaldırıp dediğimi yaptı. Dikkatlice yaklaş-
tım. Siyahlar giyinmiş, ufak tefek bir adamdı. Silahımın nam-
lusunu sırtına dayadım, sol elimle koltuğunun altını kontrol
etmek için vücuduna dokunmamla irkilmem bir oldu. Bir
kadının göğsüne dokunmuştum. Omzundan tutup hızlıca çe-
virdim, yakasına yapışıp silahımı boğazına dayadım. Gözleri
kocaman açılmıştı ve ayışığında ışıl ışıldı.
“Sakin ol şampiyon” dedi kekeleyerek. “Tamam, sen ka-
zandın. Sakin ol lütfen.”
“Kimsin sen?” dedim sertçe.
“Adım Burcu” dedi. Heyecanı biraz yatışmıştı ama hâlâ
korkuyor, kalbi küt küt atıyordu. “Oğuz Abi’nin misafiriyim.”
Elimi belinde gezdirdim. “Silahın nerede?”
“Silahsız geldim ki” dedi şımarık bir çocuk gibi. “Oğuz
Abi’nin anlattığı gibi biri değilmişsin hiç de.”
“Bana bak” dedim sertçe, “en ufak bir numara yapmaya
kalkarsan beynini dağıtırım.”
Ayakkabılarımı giyip, astığım daldan ceketimi aldım.
“Oğuz Abi, iki yıldan beri dünyayla ilişkini kestiğini, ha-
yatla mücadele etmeyi bırakıp her şeyi oluruna bıraktığını,
84 Derviş Şentekin

yenilgiyi kabul ettiğini hatta bu durumdan memnuniyet


duyduğunu söylemişti senin, galiba yanılıyor” dedi önüm
sıra yürürken. “Geldiğimden beri seni öve öve bitiremedi.”
Durdu. O durunca ben de durdum. Ayışığının koyu bir mavi-
ye boyadığı yüzünde dişleri ışıldadı bir kez daha. “Vurulmak
senin aklını başına getirmiş anlaşılan.”
Oğuz Sipahi her şeyi anlatmıştı galiba bu ufak tefek kıza.
“Ne yapıyorsun peki burada?”
“Hay Allah” dedi alaycı bir sesle. “Kötü bir tanışma oldu
ikimiz için de.” Elini uzattı. Elimdeki tabancayı kemerime
soktum, küçük elini tutup sıktım. “Adım Burcu, komiserim.”
“Komiser mi?” dedim şaşkınlıkla.
“Ufak tefek gören Karamürsel sepeti sanıyor ama yaş gel-
di yirmi dokuza.” Yanından geçtiğimiz iki-iki buçuk metrelik
ağacın dallarına dikkatlice baktı. “Bayılıyorum şu çiçeklere.”
Sonra yeniden yavaş yavaş yürüdü. “Aslında biz seni daha
erken bekliyorduk.”
“Geleceğimden haberiniz vardı yani.”
“Vurulduğun günden beri her şeyden haberi varmış Oğuz
Abi’nin.”
İçimde Aslı’ya karşı filizlenen nefretin daha da alevlendi-
ğini hissettim. Haklıydım. Aslı, her şeyi Oğuz Amca’sına ser-
vis ediyordu. Fakat bunu neden yaptığını bir türlü çıkaramı-
yordum. Tek bir bağlantı yolu bile bulamıyordum.
“Ne zamandan beri bekliyorsun burada?” diye sordum.
“Evden arabanın ışığını görünce şansımı denemek iste-
dim” dedi.

Birkaç dakika yürüdükten sonra az ilerideki ışığı gördüm.


Küçük adımlarla önümde yürüyen Burcu’nun omzuna
dokundum.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 85

Eliyle ilerideki ışığı gösterdi. “Geldik işte, şurası.”


Başımı memnuniyetle salladım.
“Komiserim” dedim sevimli olmaya çalışarak, “eğer izin
verirsen Oğuz Abi’ye küçük bir sürpriz yapmak istiyorum.”
Ne yapmak istediğimi kestirmek ister gibi yüzüme baktı. “Ne
yani, madem bana küçük bir oyun oynadınız; beni yollarda
karşılayıp minik bir tuzağa düşürmek, bir güç gösterisinde
bulunmak istediniz ve yenildiniz o halde benim de Oğuz
Abi’ye bir sürpriz yapmam şart.”
“Nasıl bir sürpriz?” dedi tedirginlikle. “Kötü bir sürpriz
yapmana izin veremem.”
“Sence?” dedim bir kez daha sevecen bir sesle.
Ellerini iki yana açtı, “Bilmem” dedi. Sonra da buyur der
gibi eliyle yolu gösterdi. “Ben biraz oyalanıp öyle gelirim o
zaman.” Sağ tarafımızdaki ağaçlara doğru birkaç adım atmış-
tı ki durdu. “Çok fazla oyalanamam ama, karanlıktan korka-
rım çünkü.” Güldüğünü gördüm.
Ses çıkarmamaya özen göstererek eve doğru yürüdüm.
Belimdeki silahı alıp emniyetini kapattım. Evin önündeki çar-
daktan yayılan ışığa yaklaşınca karanlık yerleri seçerek daha
da yavaş adımlarla yürüdüm. Evin az ilerisinde iki araba du-
ruyordu.
İşte oradaydı. Çok da büyük olmayan bir evin önündeki
çardaktaydı. Ağzında bir pipo, büyükçe bir koltuğa oturmuş,
elindeki kitaba dalmıştı. Aramızda sekiz ya da on metre var-
dı. Birkaç adım daha attım.
“Demek pipoya başladın?” dedim silahımı ona doğrulta-
rak.
Başını kitaptan kaldırdı. Ne şaşırmış ne de panik olmuştu.
Önce ağzındaki pipoyu ardından da gözündeki gözlüğü çıka-
rıp önündeki masanın üzerine bıraktı.
86 Derviş Şentekin

“Geç kaldın” dedi.


İki yıldan beri duymadığım sesini duyunca, onu çok mu
özlediğimi yoksa nefretimin milyonlarca kat arttığını mı an-
ladım, bilemedim.
“Elimdeki silahı fark etmedin galiba” dedim, emniyet
düğmesine hafiften dokunarak.
Elindeki kitabı da masanın üzerine bırakıp biraz zorlana-
rak ayağa kalktı. Çardağın çatısından sarkan parlak ışıkta, iki
yılda daha da yaşlanmış yüzünü gördüm. Önündeki ahşap
korkuluğa ellerini koyup omuzlarını düşürdü.
“Fark etmez olur muyum” dedi çatallaşmış sesiyle. “Elinde
silah olan herkesten korkarım ben, hele de o silah bana doğ-
rultulmuşsa.”
30

“Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa”

Silahı tutan elim titriyordu ve beynimden tüm bedeni-


me yayılan soğukta bir buz kalıbına dönüşmek üzereydim.
Üşüyordum. Dişlerim birbirine kenetlenmiş, tetiğe dokunan
parmağım kaskatı kesilmişti. Şakaklarım zonkluyor, kalbim
küt küt atıyordu.
“Neden?” diye bağırdım, “Hayatımı neden mahvettin?”
Bir kurşun... Alnının ortasına tek bir kurşun sıkıp, çekip
gitmek istiyordum.
Ahşap korkuluğu tutan parmakları yavaşça gevşedi, kol-
larını iki yana açtı. “Haydi durma” dedi. Parmağını kalbinin
üzerine koydu. “Tam şurama sık bir kurşun” dedi yorgun
ve bıkkın bir sesle. “Ve tüm hayatını yeniden kazan.” Kolları
yanlara düştü ve öylece durdu bir süre. “Çünkü hayatın sat-
ranca benzediğini ve her ikisinde de kayıpların kazançlardan
daha çok şey öğrettiğini iyi bilirim... Haydi durma çek tetiği.
Çek ki sana yaşattığım onca acın azalsın. Zaten şurada birkaç
yıl daha yaşayıp sonra da geberip gidecektim. Senin elinde
ölmenin mutluluğuyla defolup giderim bu lanet dünyadan.”
Beni durduranın ne olduğunu bilmiyordum. Gözlerimi
sımsıkı kapattım. Çek şu tetiği diyordu içimdeki ses; bir kur-
şun Oğuz Sipahi’nin kalbine, bir kurşun da kendi şakağına.
Haydi çek... çek... çek...
88 Derviş Şentekin

Onu ilk gördüğüm gün bir yerlerden uçup geldi, bir ağrı
olarak mideme yerleşti. Karnımda dayanılmaz bir acı hisset-
tim. Sanki bin yıl önceydi ama öylesine net hatırlıyordum ki.
Dünya Gençler Satranç Şampiyonu olduğum gündü. Lacivert
bir takım elbise, bembeyaz bir gömlek, kan kırmızısı kravatı
vardı. Vücuduna göre biraz büyükçe bir baş, kırlaşmış kısacık
saçlar, tertemiz bir yüz, insanın içine doğru bakan ama o yüze
ait değilmiş gibi duran kahverengi gözler, gü­lünce ortaya çı-
kan tavşan dişler, geniş omuzlar...
Oysa şimdi kalbine doğrultulmuş bir namlu, üstelik be-
nim elimden olmasını istediği bir ölümle arasında birkaç
metre vardı ve bu durum onu çaresiz, bitkin ve yaşlı birine
dönüştürmüştü.
“Ne yapıyorsunuz siz böyle?” diye bağıran Burcu’nun
sesiyle irkildim. Gözlerimi açınca, yuvalarından fırlayacak-
mış gibi duran gözleriyle karşılaştım. Seri bir hareketle Oğuz
Sipahi’yle benim arama girmişti. Az önce Oğuz Sipahi’ye
doğrulttuğum silahımın namlusu Burcu’nun alnını işaret edi-
yordu.
Kolum yanıma düştü sertçe.
“Lütfen koy o silahı beline” dedi Burcu, Oğuz Abi’sinden
çok bana acıyan bir sesle.
Silahın emniyetini kapatıp kemerime soktum.
Elini uzattı. “Gel hadi.” Yerimden kıpırdamadığımı görün-
ce, birkaç adım atıp yanıma geldi. Gözlerime değil de içime
bakıyordu. Tebessümü kocaman bir gülümsemeye dönüştü.
“İnsan, Oğuz Abi’ye silah çeker mi hiç?” Koluma girdi, birlik-
te çardağa doğru yürüdük...
Oğuz Abi’yle karşı karşıya gelince kolumu bıraktı Burcu.
“Haydi bakalım öpüşüp barışın, ben de şarapları doldurayım.”
Elini uzattı Oğuz Abi. Saçları bembeyaz olmuştu. Hüzün
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 89

oturmuş kahverengi gözleri ışıldadı. “İyi misin?” dedi çatlak


bir sesle. Yanıt vermemi bekledi ama söyleyecek bir şey bu-
lamadım, içimdeki buz erimemişti, öylece yüzüne baktım.
“Biliyorum” dedi. “Ben senin yerinde olsam çoktan çekip
vurmuştum Oğuz Sipahi’yi. İki yıl beklemen bile senin bü-
yüklüğünü gösterir.” Uzattığı elini tutmam için biraz daha
yukarı kaldırdı. Elini tuttum. Beni kendine doğru çekip sertçe
sarıldı. “Ama anlatacaklarımı dinleyince sen de hak verecek-
sin bana. Senin düşündüğün kadar iğrenç bir adam olmadım
henüz.” Gözleri dolmuştu.
Burcu’nun şen şakrak sesi böldü gecenin sessizliğini.
“Boşuna ‘Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğa’ dememiş
şair.” İkimiz de Burcu’ya baktık. Elindeki kocaman şarap ka-
dehini havaya kaldırmıştı. “Suskunluğumuzun, mutsuzluğu-
muzun ve buluşmanızın şerefine içelim, haydiiii!”

Onlar daha yarılamadan ben kadehimi bitirmiştim.


“Senin İstanbul’da içtiğin şaraplara benzemez bu,” dedi
Burcu sevecenlikle. Üst üste dizilmiş sekiz on kitabın yanında
duran şişelerden birini alıp kadehimi yeniden doldurdu.

Masadaki mezeleri, bahçeye bakan dört çocuklu Adıyamanlı


bir karı-kocanın hazırladığını, hepsinin nasıl dünya tatlısı in-
sanlar olduğunu, bahçenin alt ucundaki küçük bir evde yaşa-
dıklarını, son beş yıldır yılın dört ayını burada geçirdiklerini
(parmaklarıyla hesap yaparmış gibi mayıs, haziran temmuz,
ağustos diye saymıştı), ilk çocuktan sonra bu doğacak inşallah
erkek olur diyerek tam dört kız dünyaya getirdiklerini, adamın
kızlarıyla kendisinin kardeş gibi olduğunu, en küçüğünün, altı
yaşındaki Rüya’nın nasıl tatlı bir suratı olduğunu, insanın o
yanakları öpmeye doyamadığını, şu şakşukanın ve şu ayranlı
90 Derviş Şentekin

çorbanın tadını hiçbir yerde bulamadığını, peynirleri hemen


şuradaki köyden aldıklarını ve daha bir sürü şeyi cıvıl cıvıl bir
sesle anlattı Burcu.
Kadının adının Havva olduğunu öğrenmiştim, kocasının
adını ise ısrarla söylemedi Burcu, adam deyip duruyordu.
O susunca, tepemizden sarkan parlak ışığın altında otu-
ran üç kişiden ibaretmiş gibi kaldı dünya. Kocaman bir ay ve
milyonlarca ışıltılı yıldızın süslediği koyu lacivert gökyüzü
üzerimizi örten şeffaf bir kubbeye dönüşmüştü.
Şaraplarımızdan küçük yudumlar alarak sustuk bir süre
daha.
“Geleceğimi Aslı’dan mı öğrendiniz?” dedim bıçak gibi
bir sesle.
Burcu kadehinden bir yudum aldı, dirseklerini masaya da-
yayıp kadehi yanağına usulca bastırdı.
“Evet” dedi Oğuz Abi. “Aslı söyledi.”
Aslı’yla ilgili şüphelerimde haklı çıkmıştım. Benden neler
sakladığını içimde yanan alevli bir ateşle merak ettim.
“Vurulduğum gün mü haberleşmeye başladınız?” dedim
gözlerine bakarak.
“Çok daha önce” dedi. Uzanıp kadehini aldı, kafasına di-
kip bitirdi. “İstersen en başından başlayalım.”
“Mümkünse doğruları söyle de nereden başlarsan başla”
dedim.
Kapkara hüzün yeniden gelip oturdu gözlerine.
“Mümkün” dedi. “İki buçuk yıl önce, yani biz istihbarattan
ayrılmadan bir ay önce, bir cuma gecesi aldık o kara haberi.”
Geriye yaslanıp, başını hafifçe sağa döndürdü ve lacivert
boşluğa baktı...
29

“İnsan çaresiz kalınca çareler de çaresiz kalırmış”

“Sen o zamanlar parçalanmaya başlayan evliliğini kur-


tarmak için çırpınıp duruyordun” dedi o boşluğa bakmaya
devam ederek. “Bir hafta on gün hastanelerde testler tahliller
şunlar bunlarla uğraşıp durduk ve sonunda Zeynep’in o illet
hastalığa yakalandığını öğrendik. Haberi aldığımda benim
dünyam yıkıldı, inanmadım, inanmak istemedim. Zeynep
Yenge’nse gayet sakin karşıladı bu haberi. Bilirsin, sakin ka-
dındı; hayatta hiçbir şey şaşırtamazdı onu. İnsanız, dedi; bir
şekilde ölüp gideceğiz, benim de kaderim buymuş, deyip
durdu. Bense asla kabul edemiyordum, öyleyse bile bir ça-
resi olmalı diyordum. Siz daha çok gençsiniz, bilemezsiniz;
Allah kimseye vermesin, kimselere yaşatmasın.” Elinin ter-
siyle nemlenen gözlerini sildi. Derin bir iç çekti. “İnsan çare-
siz kalınca her söylenene inanmaya başlıyor. Bir tanıdığımı-
zın bir tanıdığının tanıdığı bir profesör, Zeynep’in hastalığı
konusunda uzmanmış, ona gidersek o bir çare bulabilirmiş...
Bütün testleri bütün tahlilleri yeniden yaptı. Ben her seferin-
de adamın ağzının içine bakıyorum. Şu hapları kullanırsa ya
da ameliyat ederse iyileşir falan gibi şeyler duymayı bekli-
yorum hâlâ. Yapacak bir şey yok, dedi profesör. Türkiye’de
kendileri tedaviye başlarsa altı ay belki de bir yıl daha yaşa-
yabilirdi Zeynep. Amerika’da bir kanser merkezi olduğunu
92 Derviş Şentekin

söyledi, onlar bu konularda bizden çok daha ilerideler, dedi.


Söylediği diğer şeyleri duymak bile istemedim. Hemen, de-
dim, yarın götürürüm. Çok da geç kalmamamızı, kendisinin
gerekli yazışmaları yapacağını, bunun sonucunun da birkaç
günden önce gerçekleşemeyeceğini söyledi. Tedavinin beş-
altı ay sürebileceğini, hatta belki bir yıl bile sürebileceğini,
bizim hem maddi hem de manevi açıdan hazırlıklı olmamı-
zı falan anlattı. Varımı yoğumu satmaya hazırdım, yeter ki
Zeynep’im, ömrümün yarısı yaşasın... Size, yıllık izne çıkıyo-
ruz, Zeynep’le biraz kafa dinleyeceğiz yalanını söyleyip, he-
men vize işlemlerine falan başladım.”
Zihnim beni yıllar önceye götürüp Oğuz Sipahi ve Zeynep
Yenge’yle Beşiktaş’taki o satranç kulübünde bir masaya oturt-
tu. Üniversitenin son sınıfındaydım ve Oğuz Sipahi birlikte
çalışmamızı istiyordu. Gel benim yardımcım ol, deyip du-
ruyordu. Bense polis olmak istemediğimi söyleyip, başka
planlarım var diyordum. Sert görünüşlü ama konuştukça
şefkatli bir anneye dönüşen kadınlardandı Zeynep öğret-
men. “Bak oğlum” demişti ve tatlı tatlı konuşmuştu: “Bizim
çocuğumuz olmadı. Kırk yaşımıza kadar pek umursamadık.
Umursamadık dediysem, olursa ne iyi olur olmazsa da ya-
pacak bir şey yok; takdiri ilahi deyip boyun eğdik. İkimizin
de işi yoğundu. Oğuz söylemiştir, ben matematik öğretme-
niyim. Yirmi beş yıl gece gündüz koşuşturup durdum. Şimdi
emekliyim. Ben elli, Oğuz elli altı yaşında. Bakma benden
genç durduğuna moruğun teki o. Oğuz dört-beş yıldır bah-
sedip duruyor senden. Benim görmediğim, Oğuz’un gözleri
parlayarak anlattığı oğlumuz oldun yani. Ben matematikçi-
yim. Uzun konuşmayı sevmem. Oğuz, senin ve­receğin tepki-
den korktuğu için söyleyemiyor sana. O teklifi ben yapayım.
Okulun bitiyor. Bu yaz Ankara’ya gitme, İstanbul’da kal ve
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 93

Oğuz’un yanında iki aylık bir staj yap. Sosyoloji dediğin in-
san bilimi, bana göre Oğuz’un işi de insan bilimi. İki aylık sta-
jın sonun­da, sen de seversen, bak sen de seversen diyorum,
oturup Oğuz’la şartları konuşursunuz. İşin seni huylandıran
kısmının polislik ol­duğunu biliyorum. Yeminle söylüyorum,
yirmi yıllık kocam, ben tanıştığımda bu işi yapıyordu, bu-
güne kadar bir kez bile polis ola­rak görmedim Oğuz’u. Sen
istihbaratçı falan da değilsin, tam bir dedektifsin, diyorum
Oğuz’a. Bazı günler Sherlock Holmes diye takılırım.”
Parmaklarımı birbirine kenetledim. Ağzımda acı bir tat
vardı... Genzimi yakan bir koku...
“Zeynep Yenge’nin hastalığını bana neden söylemedin?”
dedim kızgın bir sesle. “Hani ben sizin oğlunuz sayılırdım?”
İrkilerek bana baktı. “Ne söylesen haklısın” dedi. Uzanıp
kadehini aldı, bir yudum içti. “Sana neden söylemedik?”
İçkisini bitirip kadehi masaya bıraktı. “Zeynep Yenge’n, kim-
selere bir şey söylemememi istedi, insanlar öğrenip de ne ola-
cak ki, üzülmekten başka ne gelir ki ellerinden, deyip durdu.
Hastalığını sana anlatacağımı söylediğimde, senin buna hak-
kın olduğunu, durumunu bilmen gerektiğini ama senin de
elinden acımaktan ve üzülmekten başka bir şey gelmeyeceği-
ni söyleyip beni ikna etti. Dedim ya, o aralar siz de Nilgün’le
tartışıp duruyordunuz, boşanmanızın eli kulağındaydı.
Sakın, dedi Zeynep, sakın çocukların kulağına gitmesin.”
Durdu, masanın üzerinde bir şey aradı. Birbirinden farklı
boylardaki pipolardan birini alıp şöyle bir baktı, Burcu’nun
önündeki sigara paketini işaret etti.
“Oğuz Abi hani sen sigarayı bırakmıştın?” dedi Burcu.
“Haydi, doldur bir pipo da güzel güzel kokutsun etrafı.”
Burcu’nun söylediklerini duymamış gibiydi. Onun istek-
sizce uzattığı paketi aldı, içinden bir tane çıkarıp dudaklarının
94 Derviş Şentekin

arasına yerleştirdi ve yaktı. Üst üste birkaç nefes çekip duma-


nını tepemizdeki ampule doğru üfledi.
“Ne olduysa işte ondan sonra oldu” diye başladı anlatma-
ya. Bakışları bu kez dumanın peşinden gitmişti. “Şimdi bile
kendi kendimi yiyip duruyorum. Ulan geri zekâlı Oğuz, söy-
leseydin ya şu çocuğa diye az mı paraladım kendimi.”
Aklıma takılan birkaç soruyu peş peşe sormaya hazırlanı-
yordum ki anlatacaklarını daha da merak ettiğim için sustum.
“Amerika’daki merkezden, tamamdır yanıtı geldi; bir haf-
ta içinde bekliyorlarmış bizi. Zeynep’e bir şey çaktırmıyorum
ama kendi kendime söylenip duruyorum: Ulan yok mu bu
merkezin İngiltere’de Almanya’da ne bileyim Rusya’da olanı;
Amerika ne be kardeşim, Amerika ne? Arabayı ve evi satması
için birilerini aramaya başladım ama kimse de duysun iste-
miyorum. İnsan çaresiz kalınca çareler de çaresiz kalırmış ya
bizimki de o hesap. Gizli gizli birilerine soruyorum, danışıyo-
rum; kimi bankalara git kredi al diyor, kimi bilmem ne diyor,
en sonunda çıka çıka karşıma Ahmet Çınar çıktı.”
“Ahmet Çınar mı?” dedim şaşırarak.
“Evet” dedi bana bakarak. “Ahmet Çınar.”
“Aslı’nın söylediğine göre eski ahbapmışsınız Ahmet
Çınar’la. Bir zamanlar aranızdan su sızmıyormuş.”
Sigarasından bir nefes çekip kül tablasına bıraktı.
“Tanışıklığımız on beş-on altı yıl öncesinden ama öyle bir ah-
baplığımız falan yok. O zamanlar ben bunun bir-iki küçük işi-
ni halletmiştim, bu da bana birtakım bilgiler getirmişti karşılık
olarak. Kimin ne bok olduğunun anlaşılmadığı bir dönemdi.
Sonra bunların Bekir Tunç’la birlikte yediği haltları öğrenince
uzak durmuştum ve sonrasında da bir daha görüşmedik.”
Ahmet Çınar ve elbette ki Bekir Tunç’la ilgili aklımı kar-
makarışık eden sorular yeniden dilimin ucuna geldi ama ben
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 95

Zeynep Yenge’nin ölümünün bunlarla ne ilgisi olabileceğini


daha çok merak ettiğim için sustum. Nasılsa bir bir anlata-
caktı her şeyi Oğuz Sipahi. Bu gecenin onun için karnındaki
zehirleri kusma gecesi olduğunu anlamıştım.
“Evini ve arabanı satmana gerek yok, dedi Ahmet Çınar;
ben bir şekilde bu parayı bulurum, sen de tedaviden sonra
Türkiye’ye döndüğünde ödersin. Dedim ya, sevdiklerinin
acısı, insanın aklını başından alıyor. Benim de kafam o sıra-
lar doğru düzgün çalışmıyormuş. Bütün kimyam değişmişti,
o parayı bulup Amerika’ya adımımızı attığımız an Zeynep o
illet hastalıktan kurtulacakmış gibi düşünüyordum.” Derin
bir iç geçirdi. O çaresizlik zehri içinde öylece kalmıştı, anlatıp
rahatlamak istiyordu, izin vermedim.
“Parayı verdi mi?” dedim,
Ne yapmak istediğimi anlamıştı. Sigarasını kül tabla-
sına bastırıp söndürdü. “Ahmet Çınar öyle deyince, ben
eriyiverdim tabii. Neyse, uzatmayayım; bir pazar günü
Kireçburnu’nda bir balıkçıda buluştuk. Ben bir başıma,
Ahmet Çınar’ın yanında birkaç karanlık tip. Adamlardan biri
masanın üzerine bir çanta bıraktı. Ahmet tık tık çantayı açtı,
içi para dolu. Ben de hesap numarası falan vereceğim ve bun-
lar da parayı benim hesabıma yatıracaklar falan diye bekliyo-
rum. Burada tam bir milyon dolar var, dedi Ahmet. Ben, yahu
benim istediğim para bu kadar çok değil, yarısı da yeter; hem
ben bu kadar borcu sonra nasıl öderim, deyince; zararı yok,
bu parayı geri ödemeni falan istemiyoruz, dedi. İstemiyoruz
mu? Yani birileri daha var öyle mi, dedim. Pezevengin çocu-
ğu pişkin pişkin sırıtarak yüzüme baktı. Bak Oğuz Bey, dedi;
bu parayı sana Bekir Tunç gönderdi.”
“İnanmıyorum” dedim. Büyük bir şaşkınlık içindey-
dim. Burcu’yla göz göze geldik. Onun da şaşırmış olmasını
96 Derviş Şentekin

bekliyordum. Oğuz Sipahi’yi onaylayarak başını salladı.


Hikâyenin tamamını biliyordu anlaşılan.
“O an ben de inanamadım. Bulsam bir kaşık suda boğa-
cağım adam bana niye para göndersindi. Ahmet, Bekir Tunç
adını söyler söylemez benim kanım tepeme çıktı. Çantayı
bunun önüne ittim, bak Ahmet dedim, benim Bekir Tunç’un
parasına ihtiyacım yok. Git bunu o pezevenge aynen böyle
söyle. Onu gördüğüm yerde de alnına bir kurşun sıkacağımı
da hiç çekinmeden söyle, dedim. Bekir tüm bunları biliyor,
dedi Ahmet; sadece senin bu zor zamanında sana yardım et-
mek istiyor, hepsi bu. Bana bak Ahmet, dedim masadan kal-
karak; sen bana borç vereceksen ver, yoksa üç paralık katil-
lerin parasını alacak değilim ben. Benim adım Oğuz Sipahi.
Bir ömür verdim ben bu mesleğe, şimdiye kadar kuruş haram
para da geçmemiştir gırtlağımdan, bundan sonra da geçme-
yecek. Değil karım, yedi sülalem ölse böylesi bir parayı kabul
etmem, bunu da böyle bilin. Ne istiyormuş bu para karşılığın-
da? Peşini bırakmamı mı? Devirdim sandalyeyi çıkıyordum
ki, koşup arkamdan yetişti it oğlu it.” Sakin sakin anlatırken
sesi birdenbire yükselmiş, elini kolunu sağa sola savurmaya
başlamıştı. “Tamam, dedi; parayı alma ama otur hele, biraz sa-
kinleş. Ben, ne sakin olacağım falan diye bağırıyorum ama ya-
pıştı koluma bırakmıyor. Benim sakinleşmem mümkün değil
tabii ki. Bekir Tunç alçağı Güneydoğu’da onca masum insanı
öldürüp, öldürttükten sonra, dönüp İstanbul’da, Ankara’da
şurada burada mafya kesilmişti başımıza. Üstelik herkese
yıllar önce öldüğünü yutturarak” dedi ve durup bana baktı.
“Hatırla” dedi koluma dokunarak, “beş yıl önce mi ne, biz
bunu Beşiktaş’ta kıstırmış sonra da yaşadığını kanıtlamıştık.
Hatırlıyorsun değil mi?”
Elbette ki hatırlıyordum. Hem beş yıl önceyi hem de Bekir
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 97

Tunç’un beni karşısına oturtup gözlerimin içine baka baka


anlattıklarını hatırlıyordum. “Beş-altı yıl önce peşime düş-
tüğünüzde, ikinizin de defterini açtım baktım. Oğuz da sen
de akıllı adamlardınız. Gereğinden faz­la akıllıydınız hem
de. Eskiden olsa o defterlerinizi öyle bir dürer­dim ki, bela-
nızı öyle bir sikerdim ki, yanmış cesetlerinizden kim oldu-
ğunuz bile anlaşılmazdı. Ama ikinize de acıdım” demişti bir
ay önce. “Ben herkesi inandırmışım öldüğüme. Gazeteler, te-
levizyonlar pa­tır patır Bekir Tunç öldü haberleri yapıyor, siz
tutup Beşiktaş’taki evde benim kılımı yünümü topladınız. O
dangalak Oğuz da tutup Bekir Tunç yaşıyor haberleri yaydı
sağa sola. N’oldu? Olan size oldu. İkiniz de kıçınıza tekmeyi
yediniz.”
Ben dalıp gitmişken “Dinliyor musun beni?” dedi Oğuz
Sipahi. Hınçla yüzüne baktım. “Biliyorum” dedi koluma pat
pat vurarak, “kafanda onlarca soru var. Merak etme hepsinin
cevabını vereceğim. Sabret.” Kadehini bitirip, masada ses-
sizce oturan, Oğuz Abi’sinin anlattıklarını arada bir başıyla
onaylayan Burcu’ya doğru uzattı. “Siz İzmirliler her şeyin ka-
litelisini biliyorsunuz be Burcu kızım” dedi babacan bir sesle.
“Eee, o kadar farkımız olsun” dedi Burcu, o şişeyi alıp ka-
dehi doldururken, yeniden konuşmaya başladı Oğuz Sipahi.
“Ne yapıp edip beni yeniden o masaya oturttu Ahmet
Çınar. Yaptığımın akıl kârı olmadığını, çantadaki paranın bir
milyon dolar olduğunu, kendimi değil karımın hastalığını
düşünmem gerektiğini anlatıp durdu. Üstelik, dedi Ahmet
Çınar, bu parayı geri ödemen de gerekmeyecek. Borç olarak
vermiyor Bekir Tunç bu parayı sana, yardım gibi düşün. Hem
evini arabanı satacaksın da ne olacak, yarın bir gün tedavi
bitip Türkiye’ye geldiğinizde nerede yaşayacaksınız; aklını
başına topla ağabeyim, iyi olacak hastanın ayağına gelmiş
98 Derviş Şentekin

doktor, daha ne istiyorsun... Söylediklerinde haksız sayılmaz-


dı da hayatını pislikleri temizlemeye adamış biriydim ben ve
bu ülkenin en berbat adamlarından birinin verdiği paraya
mı muhtaçtım şimdi? Bu it oğlu itlerde şeytanlık bitmezdi.
Bana bak Ahmet dedim, bu para karşılığında ne istiyor Bekir
uğursuzu benden? Parayı Ahmet’in verdiği ama Bekir’in du-
rumumu öğrendiği, karşılığında benden bir şeyler koparmak
istediği gün gibi ortadaydı. Sakin sakin anlattı Ahmet. Oğuz
Beyler falan gitmiş, abiciğim olmuştum birdenbire. Bak gü-
zel abiciğim, sen şimdi bu tedavi parasını bulmak için varı-
nı yoğunu satıp emekli paranı da üstüne koymak istemiyor
musun? Doğru söylüyordu. Evi, arabayı satıp, emekliliğimi
isteyip bankadaki üç-beş kuruş birikmişimizi de ekleyerek
gidecektik Amerika’ya. Uzatma, dedim; ne istiyor karşılığın-
da. Varını yoğunu satmana gerek yok, der demez ben yine
delirdim. Ne istiyor bu para karşılığında sen onu söyle bana?
Şöyle bir etrafına baktı, burnunu burnuma yaklaştırdı ve az
ilerimizdeki masanın arkasında öylece dikilip duran şekil-
siz tipler duymasın diye fısıltıyla konuştu: Sen ve satranççı
yardımcın istihbarattan emekliliğinizi isteyeceksiniz.” Eliyle
beni gösterdi, “Benim bu işleri bırakmam yetmiyordu, senin
de bırakmanı istiyorlardı yani.”
Bir sahnenin ortasında oturmuştu ve tepedeki ışık yalnız-
ca onu aydınlatıyor gibiydi.
“Ben tamam da yardımcımdan ne istiyormuş, dedim.
Valla orasını bilmem dedi Ahmet; adamın tek isteği var o da
bu. Her ikisi de emekli oldukları gün alsınlar bir milyon do-
ları ne yapıyorlarsa yapsınlar, dedi. Masadan kalktım. Ben bu
parayla da bu teklifle de ilgilenmiyorum, dedim. Tabancamı
çekip bir kurşun Ahmet itine, sonra da kenarda bekleyen
diğer itlere tak tak saydırmak geçmedi mi aklımdan, yemin
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 99

ediyorum geçti. Fakat neyi çözerdi ki. O moral bozukluğuy-


la kalktım hastaneye, Zeynep’in yanına gittim. Ben içimdeki
saçma umudu ona da bulaştırmışım, beni görür görmez, para
işini ne yaptığımı sordu, yorgun ve bitkindi. İnsan hastalığı
kabul ediyor ama sonrasını asla kabul etmiyor, Zeynep hep
öyle hasta kalsa, ölmese ya da ne bileyim işte saçma sapan
binlerce şey düşünüyor.”
Şeftali ağaçlarının dallarını yalayarak geçen ılık bir rüzgâr
Burcu’nun kısa saçlarını okşayıp bıraktı.
“Hallettik, dedim Zeynep’e, para işi tamam. İki gün sonra
yolcuyuz. Elimi avuçlarının içine aldı. Hayatını öğrencilerine
adamış, yirmi beş yıl boyunca her sabah aynı heyecanla okula
gitmiş üstüne üstlük benim gibi bir adamın kahrını çekmiş bir
kadına belki de hayatımda ilk kez yalan söyledim. Akşama
kadar oturdum yanında. Uyuyup uyuyup uyanıyordu.
Uyanınca başucunda beklediğimi görünce şefkatle dokunu-
yordu bana. Bense içime giren o şerefsiz şeytanla hesaplaşıp
duruyordum. Bir yanım, istifa et, o parayı al git karını tedavi
ettir, diyor; diğer yanım o şerefsizlerin parasıyla kurtulacaksa
karın bırak ölsün, diyor. Zeynep, akşam on gibi ilaçların etki-
siyle derin bir uykuya dalınca ben de çıkıp bahçede bir sigara
içeyim dedim. Bahçeye çıktım, ceplerimi şöyle bir yokladım,
baktım sigara yok, arabada bıraktığım geldi aklıma. Otoparka
inip arabadan sigaramı alırken, o şeytan yine dürttü, cep tele-
fonumu da aldım; Zeynep’in yanına çıkarmıyorum telefonu.
Sigarayı yaktım, telefona şöyle bir baktım Ahmet iki kere ara-
mış. İçimdeki o şeytanla bir saat dolaşıp durdum hastanenin
bahçesinde. Ahmet’i arasam mı diye düşünüp duruyorum.
Benim emekli olmamda bir sorun yok. Zeynep’in tedavisi
tamamlanıp Türkiye’ye döndüğümüzde zaten eskisi gibi ça-
lışamazdım. Dizimi kırıp otururdum Zeynep’imin yanında,
100 Derviş Şentekin

onun canı ne yapmak istiyorsa onu yapardık. İyi de sen, senin


bu işleri bırakmanı neden istiyor ki bu reziller? Benim istih-
barattan ayrıldığımı düşünüyorum, peki sen ne yapacaksın?
Ben olmayınca oradaki cinler iki ayda çarparlar seni, bunu da
biliyorum. Sigara paketini bitirmiş, son sigarayı yakmıştım ki
telefonum çaldı. Baktım, Ahmet; açtım. Ahmet, dedim, ben
kararımı verdim.”
28

Lacivert karanlığı yara yara yürüdüm

O anı anlatmıyor da yaşıyor gibiydi Oğuz Sipahi. Sadece ağ-


zından değil, gözlerinden de ateşler çıkaran bir ejderhaydı...
“Ben kararımı verdim dedim ama karşıda ses soluk yoktu,
kapanmıştı telefon. Bir anlam veremedim, hatlarda bir sorun
var herhalde diye düşünüp, Ahmet’in yeniden aramasını bekle-
dim. Bir yandan da ben aramıyorum ki o aramış olsun. Aradan
bir dakika ya geçti ya geçmedi telefon çaldı, aklım gecenin ka-
ranlığına karışmış ya, ekrana falan bakmadan bastım yeşil tuşa
yapıştırdım telefonu kulağıma. Ahmet, dedim; karşımda başka
bir ses yanıt verdi bana. İyi akşamlar Oğuz, dedi. Ne yapacağı-
mı bilemedim, başka biri aramıştı ve ben onu Ahmet sanmıştım.
İyi akşamlar, dedim; kiminle görüşüyorum? Bekir, dedi. Daha
önce karşılaşmamış olmamız kaderin bir cilvesi, demek ki her
işte bir hayır varmış. Bekir, dedim kuşkulu bir sesle. Bekir, dedi.
Bekir Tunç ben. Ahmet bana her şeyi anlattı, ben de senin şu zor
gününde yardımcı olmak istedim. Küfürler ederek yüzüne mi
kapatsam yoksa telefonu yere mi vursam, bilemedim. Teklifimi
düşündün mü, dedi. Düşündüm, dedim; sizin o kirli paranıza
ihtiyacım yok, ben parayı buldum... Bak Oğuz, dedi, çocukluk
etme, parayı elbette ki bulursun ama benim sana teklif ettiğim
parayı bulamazsın. Hem ne yapacaksın Amerika’dan dönünce?
Yine benim peşime mi düşeceksin? Dünya âlemin öldü diye bil-
102 Derviş Şentekin

diği Bekir Tunç’u yeniden mi dirilteceksin? Memlekette bunca


adam var, hepsi eğri, bir sen misin doğru olan. Ya aklını başına
topla, sen beni bugün yakalasan on beş dakika sonra serbest ka-
lırım, bunu sen benden çok daha iyi biliyorsun. Bende bu mil-
yon dolarlardan öyle çok var ki, birini de sana vermişim çok
mu? İşin bir tarafından bakınca adam doğru söylüyordu, bir
ben miydim şu ülkede doğru olan? Al şu parayı, yardımcınla
birlikte emekli olun, sonra da git karını tedavi ettir. Hem kimin
var ki şu hayatta senin Zeynep Hanım’dan başka, haksız mı-
yım? Yardımcımı bu işe bulaştırma, dedim ve dediğim an da
pişman oldum. Senin görülecek bir hesabın varsa o da Oğuz
Sipahi’yle... Onun için kötü bir şey istemedim ki dedi gevrek
gevrek gülerek. O da emekli olacak, emekli parasını alacak o
da hayatını yaşayacak. Gidip bol bol satranç oynar, onun için
de iyi olur, yalan mı? Bak Oğuz, dedi; ben vicdanlı bir adamım,
yardımcının istihbaratta bir kaydı kuydu olmadığını biliyorum.
Onun için ona da bir iyilik düşündüm. Satranççı arkadaş Konya
Şeker Fabrikası’ndan emekli oldu bile, evet dersen yarın belge-
leri sana gönderirim. Acıdım ona, çoluğu çocuğu var, bak atıl-
mamış oldu, her ay eline fena sayılmayacak bir emekli maaşı da
geçecek... Unutmadan, senin emeklilik belgelerin de, işlerin de
iki saatte hallolur, merak etme. Sana iki gün süre veriyorum. İki
gün sonra gelip yalvarsan da kabul etmem ona göre. İki gün bo-
yunca düşün taşın eğer evet dersen, benim çocuklar seni bulur
ve çantayı verirler. Haydi iyi akşamlar, Allah yardımcın olsun.
Pat, telefonu kapattı.”
Oğuz Sipahi anlattıkça benim kanım çekilmişti, parma-
kuçlarım uyuşmaya başlamıştı.
“Ve sen o namussuzun teklifini kabul ettin öyle mi? Sonra
da yüzün tutup bana bir şey söyleyemeyeceğin için ne tele-
fonlarıma çıktın ne de aradın. Hadi beni bırak, tüm bu olan-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 103

lardan sonra Zeynep Yenge’nin yüzüne nasıl baktın? O iğrenç


kirli parayı almayı nasıl kabul ettin?” İşte şimdi belimdeki
silahı çıkarıp Oğuz Sipahi’nin kafasına bir tane sıkabilirdim.
“Ne parası, para falan da alamamış ki” dedi Burcu. Kollarını
göğsünde kavuşturmuştu ve acıyarak bakıyordu bana. Acıdı-
ğının ben değil Oğuz Abi’si olduğunu belli etmek ister gibi ba-
kışları Oğuz Sipahi’nin kül gibi olmuş suratına döndü.
“Alamadım” dedi fısıldayarak. “Oyun oynadılar bana,
iğrenç oyunlarına alet oldum, senin de hayatını mahvettim
üstelik.”
“O parayı biz bulurduk” dedim bağırarak.
Başını eğip suçlu bir çocuk gibi yere baktı. Ne söylesem
haklıydım ve söyleyecek sözü de yoktu.
“Mesele o para olmaktan çıkmış ki” dedi Burcu. Oğuz
Sipahi’nin devam edemeyeceğini o da anlamıştı. “Oğuz Abi
emekli olunca zaten seni de tutmazlardı istihbaratta, haksız
mıyım? Zaten yeni ekip gelmişti o zaman, Oğuz Abi olma-
yınca basarlardı tekmeyi. Oğuz Abi de madem ben emekli
olup gideceğim, ayıdan kıl koparsan kârdır diye hiç değilse
şu parayı da alıp öyle emekli olayım, diye düşünmüş. Paranın
yarısını da sana verecekmiş ama Bekir Tunç öyle bir kazık at-
mış ki, en yağlısından. İki gün sonra Zeynep Hanım’ın du-
rumu iyice ağırlaşmaya başlayınca, Oğuz Abi, Bekir’i arayıp
tamamdır, demiş; aynı günün akşamına ikiniz de emekli...
Fakat o para dolu bavulu getiren götüren yok; Bekir’in de
Ahmet’in de telefonları aynı yanıtı veriyormuş: böyle bir nu-
mara bulunmamaktadır. Yılların istihbaratçısı Oğuz Sipahi
hayatının kazığını yemiş yani, durum bu...”
“Ben” dedi kadehini kafaya dikip bitirdikten sonra, “ben
ne namussuz, ne şerefsiz, ne alçak bir adammışım. Hayatlarını
namussuzluk ve alçaklık üzerine kurmuş adamlara inandım.
104 Derviş Şentekin

Bekir Tunç ne kadar aşağılık bir adamsa ben de o kadar aşağı-


lık bir adamım, ondan bin kat fazla aşağılık bir adam üstelik.”
“Ahlaksızlığın en büyüğünü yapmışsın” dedim kendisi-
ne daha fazla hakaret etmesine izin vermeyerek. Anlattıkları
bana inandırıcı gelmiş, ona olan kızgınlığım biraz azalmış-
tı ama hakaret edilecekse ben hakaret etmek istiyordum.
“İstihbaratta geçirdiğin onca onurlu yılı tek kalemde boka
batırmışsın Oğuz Sipahi” dedim kızgınca.
Başını kaldırıp yüzüme baktı. Kızarmış gözlerinden yaşlar
süzülüyordu. Benim tanıdığım o Oğuz Sipahi gitmişti, çaresiz
küçücük bir çocuk vardı karşımda.
“Ne desen haklısın” dedi. Kolumu sıkıp bıraktı. Eli titri-
yordu. “Haklısın, oğlum... Ne desen haklısın...”
Dirseklerini masaya dayadı, başını ellerinin arasına alıp
usul usul ağladı...
“Zeynep” dedi boğuk bir sesle, “dirençli çıktı, uzun süre
mücadele etti hastalıkla. Bir yıl önce, bir gece yarısı, hakkını
helal et, deyip uyudu ve bir daha uyanmadı...”
Lacivert gökyüzünden bir yıldız saniyeler içinde kayıp
gitti. Belki de ben öyle olmasını istedim; bir yıldızın kaydığını
hayal ettim...
Masanın üzerindeki paketten bir sigara alıp kalktım.
Ay ışığı karışmış lacivert karanlığı yara yara yürüdüm.
Yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu...
27

İyi biri olmanın cezasını çekiyoruz hepimiz

Evin yanından gümüş bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla sonsuz-


luğa gitmesini istediğim patikada, o karanlığı geçip sonsuz-
lukta kaybolmak için yürüdüm.
İyi biri olmamın cezasını çekiyordum.
Zihnimin karanlık köşesinde bir acı gibi beliren bu cümle
tüm bedenime yayılıp şakaklarımda küt küt atmaya başladı.
İyi biri olmanın cezasını çekiyorsun.
İyi biri olmanın cezası.

Yıllar önce annemle babam bir trafik kazasında ölmüş


gitmişler ve beni yapayalnız bırakmışlardı. Küçücük bir ço-
cuktum. Şımarmayı bilmemiştim, derdimi anlatmayı bilme-
miştim, konuşmayı bile unutmuştum. Birileri, annesi babası
bir trafik kazasında ölmüş, dediklerinde onlar için bir süre
acıyıp unutacakları bir andı, benim içinse hep eksik yaşanmış
bir hayattı.
Lisede, hayata küstüğüm zamanlarda babamın öğrettiği
satranç tutmuştu elimden. Okuldan çıkar çıkmaz o altmış
dört karelik tahtaya sığınıyordum. Filler ve atlarla uyuyup
şahlar ve vezirlerle kalkıyordum. Annem ve babamın, özel-
likle de babamın Dünya Gençler Satranç Şampiyonu olmamı
görmesini ne çok istedim... Ne çok... Ne çok...
106 Derviş Şentekin

İyi biri olmanın cezasını çekiyorsun.

Elimdeki sigaradan bir nefes çekip yere attım. Ayağımla


ezdim. Dolunayın etrafındaki bulutlar azalmış, lacivert ka-
ranlık yerini gümüş bir renge bırakmıştı.
Polonya’daki şampiyonada bulmuştu beni Oğuz Sipahi.
Satranç meraklısı bir başkomiser. Emniyet İstihbarat’ın gözü
pek başkomiseri o günden beri hayatımdaydı. Üniversitenin
bittiği yıl, Zeynep Yenge’yle birlikte ikna etmişlerdi beni istih-
baratta çalışmaya. Oysa ben polis olmak istemiyordum. Polis
olmayacaksın diyordu Oğuz Sipahi, senin satranç şampiyonu
aklın lazım bana. Evet, polis olmamıştım; satranç ve strateji
aklımı kullanarak noktaları birleştirmiştim on yıl.
İyi biri olmanın cezasını çekiyorsun.

İstihbaratta çalıştığımız yıllar, evlenmem, Elif’in doğması,


Nilgün’le tartışmalarımız ve sonunda onun beni terk etmesi,
iyi kötü onlarca şey aklımdan kimi zaman bir esinti kimi za-
man sert bir rüzgâr gibi geçti.
Bir Elif’im vardı dünyada...
Bir de Cengiz hayata tutunmama yardımcı olmuştu.
Aslı? Hıh, altı kurşun yemiştim göğsüme, ölümden dön-
müştüm...
İyi biri olmanın cezasını...

Kâbuslar yığınına dönmüştü aklım.


Burcu’nun “Heey” diye bağırmasıyla zihnime üşüşen
kâbuslar dağıldı. Küçük adımlarla yürüyerek yanıma geldi.
Gümüş tozu serpilmiş saçları ve gri yüzüyle karşımda öy-
lece durdu.
“Şu an çok kızgın olduğunu biliyorum ama böyle kızarak,
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 107

her şeye üzülüp isyan ederek hiçbir şeyi çözemeyiz ki. Hem
Oğuz Abi de çok üzülüyor. O, böyle olsun ister miydi? Bak
dört gündür şuradayım, sabahtan akşama kadar seni anlatı-
yor. Yaptıklarına bin pişman. Hayat dediğimiz yaşadıkları-
mızdan başka nedir ki zaten.” Elini omzuma koydu. “Haydi
gel, dönelim. İzin ver içini iyice boşaltsın Oğuz Abi. Sana her
şeyi bir bir anlatmazsa gözü açık gider şu dünyadan.” Elini
omzumdan çekti. “Hepimiz neler neler yaşıyoruz şu dünya-
da. İçimizde ne büyük kavgalar var, yenilip durduğumuz.
Pes etmek, hayattan vazgeçmek en kolay olanı, önemli olan
savaşmak, hiç durmadan mücadele etmek değil mi? Senin
bunu benden daha iyi bildiğini de çok iyi biliyorum. Haydi
dönelim. Bırak anlatsın Oğuz Abi. İkiniz de rahatlayacaksı-
nız. İkinizin de içindeki sizi yiyip bitiren o yara biraz olsun
iyileşsin. Haydi.” Dönüp yine küçük adımlarla yürümeye
başladı. “Sence tüm bunlar neden hep bizim başımıza geli-
yor?” dedi.
“Bilmem” dedim. “İyi olmanın cezasını çekiyor olabilir
miyiz?” Onun yanıtının ne olduğunu merak ettim. “Sence?”
Döndü, gümüş gümüş güldü, eliyle gel işareti yaptı.
“Senin yanıtın çok daha güzelmiş” dedi. “Doğru söylüyor-
sun, iyi biri olmanın cezasını çekiyoruz hepimiz.”
Peşi sıra yürüdüm.
26

“Değil altı kurşun sıktığı, gözlerinin içine baktığı adam


ölür be onun” dedi Oğuz Sipahi

Oturduğu yerden kıpırdamamış, başını ellerinin arasına


almıştı. Önündeki kadeh bitmiş, kül tablasındaki sigarasının
dumanı incecik bir çizgi gibi yükseliyordu.
Tepesine dikilip omzunu tuttum. Dokunuşumdan ve se-
simden onu affettiğimi anlasın istedim. “Oğuz Abi” dedim.
Ağır ağır kaldırdı başını, ağlamaktan kızarmış gözleriyle
yüzüme; sonra birazdan boynuna inecek olan kılıcı bekler
gibi yere baktı. Bir süre bekledikten sonra kılıcın gelmeyece-
ğini anlayıp doğruldu, parmakuçlarıyla gözlerini ovuşturdu,
uzanıp kül tablasındaki sigarasını aldı, dudaklarının arasına
yerleştirdi. Sigarasından üst üste birkaç nefes çektikten son-
ra söndürdü. Kederle yüzüme baktı. Söyle, ne söyleyeceksen
söyle, der gibiydi.
Biraz kendine gelmesi için “Söyleyecek bir şey yok” de-
dim. “Olan olmuş. İki yıldan beri seni suçlayıp duruyordum,
haklıymışım. Haklı olmam bir şeyi değiştirmeyecek.” Derin
bir nefes aldım. Konuşmayı uzatırsam yeniden sinirleneceği-
mi biliyordum. Burcu’ya döndüm, “Bitti mi o güzel şarap?”
dedim ve yerime oturdum.
“Aaa, biter mi hiç” dedi sevinçli bir sesle. “Arabanın baga-
jını doldurup da geldim.” Oğuz Abi’nin omzuna dokunmuş
olmam mutlu etmişti onu. “Sen yeter ki şarap iste.” Sağ ko-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 109

lunun yanındaki kitapları üst üste koydu, telefonunu ve kül


tablasını kenara itti, şişeyi alıp kadehimi doldurdu. “Şarap
için Fransız içkisi derler ama yalan; şarap İzmirlilerin içkisi-
dir. İstanbul rakı, Ankara bira, İzmir şaraptır. Bu böyle biline.”
Gözlerinin içi gülüyordu. Kadehini havaya kaldırdı. “Bir de
biz İzmir’de bu mereti şerefe içeriz genelde” dedi. Üçümüzün
kadehi havada buluştu. “Beyleeer” dedi şen şakrak bir sesle.
“Bu kez benim şerefime içiyoruz.”

Şaraplarımızı içerek bir süre sessizce oturduk.


“Sonra?” dedi Burcu, “Sonrasını da anlatmak ister misin
Oğuz Abi?” Çatalının ucuna taktığı minicik bir peynir parça-
sını ağzına attıktan sonra bana dönüp, haydi sor ne soracak-
san der gibi baktı.
Çatalımı alıp Burcu’nun yaptığı gibi ben de bir parça pey-
nir attım ağzıma. İçinde üzüm, kayısı ve incir olan tabağı
önüme doğru itti Burcu.
“Gelelim şu Aslı Çınar’ın beni bulması konusuna” dedim.
“Aslı’ya Kırk Bir’e takıldığımı söylemişsin. Önce Aslı seni
nasıl buldu, sonra Kırk Bir’i sen nereden biliyorsun?” dedim
yumuşak bir sesle. Üzümden iki tane koparıp ağzıma attım.
Sol eliyle alnını kaşıdı. Bu, doğru kelimeleri seçmesi anla-
mına geliyordu. “Sen hiç polis olmadığın, istihbaratta hep bir
danışman gibi çalıştığın için kafa olarak hemen emekli oldun
tabii. Oysa ben yıllarımı verdiğim bu meslekten emekli ola-
madım. İstemedim mi? İstedim. Fakat bir istihbaratçı istihba-
ratı bıraksa bile istihbarat o istihbaratçıyı bırakmaz. Zeynep
hocayı kaybettikten sonra o sakin sitelerden birinde bir ev ki-
raladım, Kemerburgaz’da. Hoca gidince ben de dünyaya küs-
tüm, birkaç ay kimseyle ne görüştüm ne konuştum; acım ha-
fifleyince aklım başıma gelmeye başladı. O Bekir şerefsiziyle,
110 Derviş Şentekin

Ahmet namussuzunu bulmak için harekete geçtim. Bekir


kesinlikle yine ortalardan kaybolmuştur ama Ahmet’i bu-
lurum umuduyla çaktırmadan sağa sola sormaya başladım.
İstihbarat üç-beş ayda bambaşka bir yer olmuş tabii. Eski ar-
kadaşlardan birkaçını buldum, bizim Alâeddin’i ve Kemal’i;
bizim işleri bilirsin, selam versen altında bir halt ararlar.”
Alâeddin’i de Kemal’i de hatırladım. Oğuz Sipahi’nin çok
sevmediği, Emniyet İstihbarat’ın sahibi olduklarını düşünen,
burnundan kıl aldırmayan tiplerden ikisiydi sadece…
“Alâeddin’le Kemal bir ay kadar sonra incecik bir dosya
yolladılar. Bizimkilerin yanı sıra jandarma ve Milliler de ara-
mışlar Ahmet Çınar’ı ama her üç birimin dosyası da neredeyse
aynı: Aradık ama bulamadık. Sonra da dosyayı kapatmışlar.”
“Aslı sana geldiğinde Ahmet Çınar’ın öldüğünü biliyor
muydun?” dedim.
Hayır, der gibi başını salladı. “Bilmiyordum ama ölmüş
olduğunu tahmin ediyordum. Ben, bu alçakların benden
kaçtıklarını sanıyordum, fakat dosyayı görünce işin içinde
bir üçkâğıt olduğunu anladım. Fakat yine de acaba, diye sor-
maktan kendimi alamadım. Bunların işi belli olmaz, gidip bir
yerlerde aylarca saklanabilirler, diye düşündüm. Ta ki günün
birinde Ahmet’in kızı bana telefon edene kadar.”
Bir an Aslı’nın yüzü belirdi gözlerimin önünde.
“Aslı’yı kim yollamış sana? Telefonunu kimden öğrenmiş
ki?” dedim.
Kadehini eline alıp küçük bir yudum aldı ama masaya bı-
rakmadı.
Aslı’nın ne haltlar karıştırdığını bir an önce öğrenmek isti-
yordum. Hiçbir şeyden haberi olmayan, benim onu tanıdığım
zamanki kadar saf biri çıksın istiyordum ama beynimin için-
deki şüphe kurtları kıvıl kıvıl dolaşıyordu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 111

Oğuz Sipahi, Aslı’nın annesinin aklına gelmişti, ya da Aslı


bana öyle söylemiş, “Birkaç telefon görüşmesinden sonra
Oğuz Amca’nın tele­fonuna ulaştım” demişti.
“Kızın bana söylediğine göre, ben, annesinin aklına gel-
mişim. Güneydoğu’da görev yaptığım o günlerde bir süre
Ahmet’le görüşmüştük bir iş için, anlatmıştım... İngiltere’den
döndükten sonra zaten hiç durmadan babasının izini aramış
kız. Bizimkiler, Milliciler hatta jandarma istihbarattakilerle
bile görüşmüş. Telefonumu onlardan birinden almış olabilir
diye düşündüğüm için beni nereden buldun diye hiç sorma-
dım” dedi Oğuz Sipahi. Durdu şöyle bir etrafa baktı. “Senin
aklında ne var bilmiyorum ama kız babasına ne olduğunu
merak ediyordu. Ölmüş olduğunu kabul ediyor, ama hiç de-
ğilse bir mezarı olsun, diyordu. Kendisinden çok annesi için
üzülüyordu artık. Kızın bana gelmesi tamamen tesadüf diye-
ceğim ama senin inanmayacağını da biliyorum.” Tatlı bir te-
bessümle yüzüme baktı. “Tesadüflere, fallara, rüyalara inan-
mazsın sen, biliyorum ama inan ki kızın bana gelmesi tesadüf.
Kıza yardımcı olamayacağımı söyledim ama içim içimi yiyor
tabii; o şerefsiz babanı ben de arıyorum bulursam gebertece-
ğim, diyemiyorum ki. Öylece çıkıp gitmesini de istemiyorum.
Bizim ekipten birilerine yönlendirirsem hem ben de her şey-
den haberdar olurum diye düşündüm. Kemal ve Alâeddin’in
dışında birileri olmalı ama; önce bizim ikizler geldi aklıma.”
“Nihat’la Sedat mı?” İkiz değillerdi, sadece isimleri nede-
niyle istihbaratta herkes onlara ‘ikizler’ derdi.
Başıyla onayladı. “Nihat ve Sedat. Fakat sonra vazgeçtim,
biliyorsun ya ikisi de bildiğin düz memur; istihbarattan al
vergi dairesine koy aynen devam ederler.”
“Ve senin de aklına ben geldim” dedim.
“Sen hiç aklımdan çıkmadın be oğul” dedi efkârlı bir sesle.
112 Derviş Şentekin

“Peki bu kız, bir numaralar çevirmiş olabilir mi?” dedim


ve söyleyeceklerini merakla bekledim.
Bizim konuşmalarımızı dikkatle dinleyen Burcu’yla göz
göze geldik. Tatlı bir tebessüm belirdi yüzünde. “Anladığım
kadarıyla şu kıza oldukça kızgınsın” dedi.
Yok canım, ne ilgisi var diye geçiştirmek isterdim ama
Aslı’ya olan kızgınlığımı Burcu’nun sezmiş olması yalan söy-
lememi engelledi.
“Nedenini benim de tam bilmediğim bir kızgınlık ama”
dedim. Cümle kurmamış, neredeyse tıslamıştım.
“Senin kızgınlığının nedenini biliyorum” dedi Oğuz Sipahi.
Soru dolu gözlerle yüzüne baktım. “Ama inan ki o rezil babası-
na zerre kadar benzememiş Aslı. Tertemiz bir kalbi var.”
“Öyleyse şuna yanıt ver…” demiştim ki sözümü kesti.
“Anlatacaklarımı dinle, kafanda hâlâ soru kalmışsa onu
da sor” dedi sakince. “Lütfen dinle.” Dirseklerini masaya
dayayıp ellerini birleştirdi. “Aslı’yı sana gönderdim çünkü
onun sana gelmesi, bir noktada benim de seninle buluşmam
demekti. Kalbinin bana karşı bir taştan farksız olmadığını bi-
liyordum. O güne kadar seni arayıp olan biteni anlatmak için
yanıp tutuştum ama beni affetmeyeceğini, yüzüme bile bak-
mayacağını biliyordum, buna adım gibi emindim.” Unuttuğu
bir şey varmış da hatırlamak istiyormuş gibi bir süre dü-
şündü. “Bir gece bütün cesaretimi toplayıp senin evin oraya
geldim. Cesaret mesaret ama evin oraya gelince tırstım. Zili
çalsam, kapıyı açsan, tükürüp yüzüme kapıyı kapatırsın diye
düşündüm. Baktım pencerelerde ışık falan yok, evde olmadı-
ğını anladığım halde inat ettim bekledim; belki çıkıp gelirsin
eve girmeden seni yakalar, tükür ulan yüzüme, tükür de ra-
hatla derim diye bekledim; yarım oldu yoksun, bir oldu yok-
sun. Döndüm eve gittim. Sabah bir cesaret daha geldi.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 113

Sözünü kesen bu kez Burcu oldu. “Bir karşılaşsanız tüm


bunlar yaşanmayacaktı belki de.”
“Belki de” dedi Oğuz Sipahi. “Sabah atlayıp geldim yine
senin evin oraya. Yine zili çalsam mı çalmasam mı diye ikilem-
deyim. Bir saat falan olmuştu ki çıktın binadan. Aklım ikiye bö-
lündü, bir yanı git yapış koluna diyor, öteki yanı ne gideceksin
ulan şerefsiz sen öyle çok istiyorsun ama bakalım çocuk senin
yüzüne tükürür mü, affeder mi seni. Olduğum yerde donup
kaldım, arkandan bakakaldım. Aklım da donmuş tabii. Ardın
sıra yürümeye başladım. Sen minibüs durağında durunca ben
ne yapacağımı şaşırdım hatta bir an beni görmüş olabileceğini
bile düşündüm. Sen gelen minibüse el edip binince ben sap
gibi ortada kaldım. Aklım karmakarışık. Pat diye bir taksiyi
durdurup polis kimliğimi burnuna dayadım.”
Burcu kahkahayı atınca şaşkınca ona baktım. “Kusura bak-
mayın” dedi ama gülmeye de devam etti. “Adamın burnuna
kimliği dayayıp, öndeki minibüsü takip et, demiş.”
Olay bir an gözümün önünde canlandı. Ben de gülmeye
başladım.
“Oğuz Abi bana anlattığında da çok gülmüştüm” dedi
Burcu. “Taksici şaşırmış, abi minibüsü mü takip edeyim, de-
miş.” Geriye yaslandı, bir süre daha güldü. Ortamdaki geri-
lim azalmıştı. Oğuz Sipahi de gülüyordu. “Oğuz Abi, evet
minibüsü takip et deyince adam, çekeyim önüne durduralım
minibüsü çekin karakola, demez mi.” Bir kahkaha daha koy-
verdi Burcu.
Oğuz Sipahi uzanıp kadehini aldı. “Neyse uzatmayayım,
Kırk Bir’e kadar takip ettim seni. İçeri girip adını sonradan
öğreneceğim Cengiz’le sohbet etmeye başlayınca oraya ta-
kıldığını anladım. Bir süre izledim sizi sonra da içimde bir
huzurla geri döndüm. Bir akşam çıkıp gelirim bu bara, iki tek
114 Derviş Şentekin

atarsam korkum da azalır, benim oğlanın karşına dikilirim


diye düşündüm. Fakat kazın ayağı öyle değilmiş. Kırk Bir’in
karşısında küçük bir çay ocağı var; bir gün orada oturup bek-
ledim yine seni. Akşam üstü çıkıp geldin ama, çok affedersin
Burcu kızım, götüm yemedi. Yani Kırk Bir’e takıldığını da
kendi çabamla öğrendim.” Önce koluma dokundu sonra da
yüzüme baktı. “Eee, ne de olsa eski istihbaratçıyız.”
“Aslı’ya, uzun süredir görüşmediğimizi söylemişsin” dedim.
“Valla yanlış hatırlamıyorsam uzun süredir görüşmüyoruz,
dedim. Yaşlı adamım, belki de senin dediğin gibidir, tam hatır-
lamıyorum. Kız, çok ısrar etti ama benden bir şey çıkmayaca-
ğını anlamıştı. Tam kalkıyordu ki, şansımı denemek istedim.
Sonra da senin ismini söyleyip çok güvendiğim bir arkada-
şımdır; benim ekiptendi, on yıl yardımcılığımı yaptı sonra da
emekli oldu, dedim. Tamam, kabul ediyorum, benim yaptığım
tam bir itlik. Kızı sana göndererek hem benim de ne olduğunu
merak ettiğim babasını aramanı sağlamak hem de bir pundu-
na getirip seninle barışmaktı amacım. Kırk Bir’e takıldığını da
bizim ekipteki çocuklardan duyduğumu söyledim.”
Oğuz Sipahi susunca çok uzakta bir köpeğin havlamasını
duyduk. Yakınlardaki bir ağaçtan birkaç cırcır böceğinin sesi,
köpeğin sesini bastırdı. Cırcır böcekleri sustu, köpek havla-
maya devam ediyordu.
“Sonra kız sana geldi, sen işi kabul ettin ama ne yazık ki
ben pat diye hastaneye... Kalp krizi yaşımız gelmiş tabii.” Kıs
kıs güldü. “Kalp damarla­rından biri yüzde seksen, ikisi tama-
men kapalı. Yoğun bakım­da on gün kontrol altında tuttular.
Eee, kaç yaşına gelmişim şeker var, tansiyon var, bunların bil-
mem ne değerleri var, onlar normale döndüğünde ameliyat
olunacak. Ben bilinçsiz bir şekilde iki hafta yatmışım. Bizim
Murat Ovagül’ü hatırlar mısın? Hani şöyle tombulca bir ço-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 115

cuktu.” Başımla onayladım. Oğuz Sipahi’nin Antalya’da ya-


şayan bir arkadaşıydı. İki saat içinde on dört şişe bira içtiğine
ben gözlerimle şahit olmuştum. Kendi halinde, hayattaki tek
derdi göbeği olan bir adamdı. “Zeynep öldükten sonra da
sık sık bana gelmişti destek olmak için. Aslı beni ilk aradı-
ğında da Murat açmıştı telefonumu ve kıza, ‘yardımcısıyım’,
demişti. Kızın bana geldiği gün de o vardı evde. Sen kade-
re inanmazsın ama kalp krizi geçirdiğimde de yanımdaydı
tombiş Murat. Allah’tan ki o varmış. İki günlüğüne gelmişti
İstanbul’a, bırakmadım, kal bir hafta bende, dedim. O olmasa
geberip gidecektim, iyi ki kal demişim çocuğa. Ben fenalaşın-
ca, bu, hemen acil servisi aramış, bir ambulans, hastaneye...
Ameliyattan sonra on iki gün daha kaldım yoğun bakımda.
Hastaneden çıkınca da çıkıp buraya geldim.” Önündeki pa-
ketten aceleyle bir sigara çekti, yaktı. “Şimdi gelelim senin
merak ettiğin konuya” dedi ağzından dumanlar yayılırken.
“Önce şunu bilmeni isterim, Aslı’yı sana gönderdikten sonra
bir kez bile konuşmadım kızla. Konuşmak istemez miydim,
hatta istemedim mi, istedim. Şu kalp krizi boku girmeseydi
işin içine bırakır mıydım kızın yakasını. Niyetim senin ata-
cağın adımları bir bir takip etmekti. Heyhat, hayat! Buraya
gelince rahat duramadım tabii, hemen aradım kızı. Sana söy-
leyip söylemediğini bilmiyorum ama sen vuruluncaya kadar
iki kez konuştuk. Söyledi mi?”
“Söylemedi.”
“Yalvardım zaten sana söylemesin diye. Konuştuğumuz
da ne? Var mı bir gelişme? Yok Oğuz Amca. İkinci konuş-
mamızda, gazetelere ilanlar vereceğinizi, sonrasında da işin
peşini kendisinin de bırakacağını söyledi, hepsi bu.” İnanıp
inanmadığımı kontrol etmek için kızarmış gözleriyle, gözleri-
min içine dikkatlice baktı. “Hem iyi ki de konuşmuşum” dedi
116 Derviş Şentekin

sigarasından üst üste iki nefes çekip sigarayı söndürdü. Yak-


tığına pişman olmuştu.
Kafamda her şey yavaş yavaş çözülmeye başlamıştı. Ben
Aslı’yı suçlayıp durmuştum ama o benim için en iyisini yapmıştı.
“Ben vurulduğumu Aslı’ya haber verince o da hemen seni
aradı” dedim.
“Evet, beni aradı” dedi gururla.
“Hastaneyi ve tabii ki doktoru da sen ayarladın.”
“Ee, ne var bunda. Kızı sana göndererek seni bilmeden
ölüme yollamışım. Tamam, sonunun böyle olacağını bilmi-
yordum.” Omuzlarını silkti. “Sana bir hayat borçluyum” dedi
efkâr dolu bir sesle. “Önce istihbarata gelmen için yalvardım,
hayatını mahvettim; sonra seni istihbarattan attırdım, bir kez
daha hayatını mahvettim; tam kaçıp kurtulmuştun ki benden
seni düpedüz ölümcül bir oyunun içine attım.”
“Bu hesaba göre bir değil üç hayat borçlusun bana” dedim
gülümseyerek.
“Haklısın” dedi, “haklısın.”
Kadehimi kafama dikip masaya bıraktım. “Peki beni ki-
min vurduğunu biliyor musun?” dedim.
“Şimdi anlatma sırası sende. Kimmiş o pezevenk? Bulup
hesabını soracağız elbette.”
“Zor buluruz” dedim. “Beni Bekir Tunç vurdu.”
“İnanmıyorum” diye haykırdı.
“Bekir Tunç mu?” dedi incecik bir sesle Burcu.
“Bekir Tunç” dedim.
Ellerini iki yana açıp yavaşça ayağa kalktı.
“Değil altı kurşun sıktığı, gözlerinin içine baktığı adam
ölür be onun” dedi Oğuz Sipahi. Oturdu. “Anlat. Her şeyi en
ince ayrıntısına kadar anlat.”
“Bir saniye” dedi Burcu oturduğu yerden kalkarak. “Belli
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 117

ki mevzunun en can alıcı yerine geldik. Ama biz de insanız


yani, kaç saattir oturuyoruz şurada, hiç değilse bir çiş mola-
sı verelim.” Önce Oğuz Sipahi’ye sonra bana tatlılıkla güldü.
“Siz de şu masayı bir temizleyin, şişeleri atın, hadi kalkın.”

On-on beş dakika sonra üçümüz de yine masanın etrafına


dizilmiştik.
Aslı’nın beni 41’de bulduğu günden başlayarak her şeyi
lacivert gecenin karanlığına karışan bir sesle anlattım. Bekir
Tunç’la ilgili anlattığım her şeyi vay şerefsiz, bak sen namus-
suza, pezevenkler diye diye dinlemişti Oğuz Abi. Hiçbir ay-
rıntıyı kaçırmıyor, kılı kırk yaran sorular soruyor, ben de sor-
duğu her soruyu en ince ayrıntısına kadar yanıtlıyordum.
Göğsüme altı kurşunu gönderdikten sonra o duvarın di-
binde Bekir Tunç’un ayağını sol yanağıma sertçe bastırıp yü-
zümün sağ tarafının toprağa biraz daha gömüldüğü anı bir
kez daha yaşadım. Sesi beynimde kim bilir kaçıncı kez yeni-
den yankılandı: “Şah-mat, muhallebi çocuğu.” Ve o üç el silah
sesini bir kez daha duydum.
“O üç kurşun?” diye merakla sordu Burcu.
Oğuz Sipahi, “Zafer kazandığını düşünmüş pezevenk”
dedi dişlerinin arasından. “O üç kurşunu da şan olsun diye
havaya sıkmış belli ki.”
Bir süre sessizlikten sonra bir Burcu sordu, bir Oğuz
Sipahi; onlar sordukça anlattım...

Yaklaşık bir saatin sonunda “Peki şimdi ne yapacaksın?”


dedi merakla. “Ya da ne yapalım? Biz ne yapabiliriz?”
“Ne yapacağımızı da yarın konuşalım” diyerek araya gir-
di Burcu. “Kalkın uyuyalım artık, saat üç olmuş. Babaannem,
sabah ola hayrola derdi, haydi kalkın.”
25

“Dünya çok güzel bir yermiş, yaşamaya geldim”

Gözlerimi açtım, kuş sesleriyle doluydu oda. Açık pence-


relerden içeri giren esinti, tülleri hafif hafif sallıyordu. Nerede
olduğumu anlayınca, yaz sabahı serinliğinin huzuruna bırak-
tım kendimi; gözlerimi kapatıp bir süre daha dinledim şen
şakrak ötüşen kuşları. Dün geceki mutsuzluğumun o can sı-
kıcı karanlığı uçup gitmişti içimden.

Elif’i ne çok özlediğimi fark ettim. Birden yüzü belirdi gö-


zümün önünde, sonra kollarını açıp, sen de ne hayırsız çıktın
be babiş, ne arıyorsun ne soruyorsun, dedi; sımsıkı sarıldım...

Gece, Oğuz Abi’nin verdiği şort ve tişörtü çıkarıp panto-


lonumu ve tişörtümü giydim. Sandalyenin arkasına astığım
montumun cebindeki silahımı alıp belime soktum, tişörtümle
üzerini kapattım.
Odadan çıkar çıkmaz Burcu’yla göz göze geldik. Gece fark
etmemişim, masmaviydi gözleri, Gülümsedi. “Günaydın,
ben de seni uyandırmaya geliyordum” dedi yeni uyanmış se-
siyle. “İyi uyudun mu?” Kot bir şort ve beyaz bir tişört vardı
üzerinde.
“Hem de nasıl” dedim. “Senin şu İzmir şarabı fena çarp-
mış beni, deliksiz uyumuşum.” Duvarlarda bir saat aradım.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 119

Yoktu. Burcu’nun kolundaki kocaman kadranlı saati fark et-


tim. “Saat kaç ki?”
İncecik bileğini hafifçe döndürüp saate baktı. “On buçuk.”
“Oğuz Sipahi yok mu?”
“Gelir birazdan. Tutturmuş bahçeye badem ağacı da eke-
ceğim diye” dedi sırıtarak. “Sen de yüzünü yıka gel kahval-
tı edelim, ölüyorum açlıktan.” Kapıdan çıkıp çardağa doğru
yürüdü.

Yüzümü yıkayıp dışarı çıktım, pırıl pırıl bir güneş… Burcu


çardakta masanın başındaydı, gülümseyerek ona doğru yü-
rüdüm, gece boyu pineklediğim sandalyeye oturdum. Masa
yine tabaklarla doluydu. Gece Burcu’nun derleyip toparladı-
ğı kitapların yanında bir tablet bilgisayar ve bir telefon duru-
yordu. En üstteki kitabı aldım, kapağındaki, elinde sigarası
olan bir adamla göz göze geldik; kitabın adına baktım: Sonrası
Kalır. Kitabı aldığım yere usulca bıraktım.
Ahşap çardağın sol tarafı güneşte kalmıştı. Göz alabildi-
ğince uzayıp giden çiçekli ağaçlar yemyeşil bir deniz gibiydi.
Biraz ilerideki ağacın dallarında cıvıldayarak cilveleşen bir-
kaç kuş pır diye uçuşunca birdenbire bir sessizlik oldu.
“Fincan mı bardak mı?” dedi Burcu.
Yerimden kalktım. Demliği aldım.
“Ya otur sen, ben doldururum” dedi.
Başımı olmaz anlamında salladım.
“Sen?”
“Ben fincan isterim. Biraz demli olursa...”
İki fincanı doldurdum. Mis gibi çay kokusu yayıldı etrafa.
Demli olanı önüne bırakıp yerime oturdum.
“Oğuz Sipahi kahvaltıya gelmeyecek mi?” dedim.
“O, sabahın köründe uyanır ve kahvaltısını eder, bizim
120 Derviş Şentekin

gibi tatil yapmıyor adam, artık bildiğin çiftçi.” Bıçağın ucuyla


bir parça tereyağı aldı ve ekmeğine sürdü, yine bıçağın ucuy-
la aldığı tulum peynirini de ekmeğin üzerine yaydı, minik bir
ısırık alıp dilimi tabağına bıraktı. “Oğuz Abi’ye kızgınlığın
geçmemiş anlaşılan” dedi lokmasını çiğnerken.
Çayımdan bir yudum aldım. “Neden ki?” dedim merakla.
“Uyandığından beri iki kez sordun, ikisinde de Oğuz
Sipahi, dedin. Kızgınlığın geçseydi Oğuz Abi derdin.”
“Yok, yok” dedim ikna edici bir sesle. “Geçti kızgınlığım.”
Haydi, başlasana der gibi elindeki bıçağın ucuyla ekmek se-
petini gösterdi. Uzanıp bir dilim ekmek aldım. “Dün akşam
vurabilirdim ama.”
“Vuramazdın” dedi. “Daha doğrusu, vurmazdın. Onun
kötü bir adam olmadığını sen de en az benim kadar biliyor-
sun.”
“Parayı görünce o da dayanamamış gördüğün gibi. Oğuz
Sipahi de bunu yapıyorsa, tuz da kokmuş demektir.”
“Düşüncesizlik etmiş. Karısının çaresizliği aklını başın-
dan almış, onu da çaresiz bırakmış. Fakat dostlarından top-
layabilirdi gerekli olan parayı.” Durdu. Çayından bir yudum
aldı. “Sakın yanlış anlama Oğuz Abi’yi temize çıkarmak için
söylemiyorum bunları. Ben tamamıyla senin tarafındayım,
sana sonuna kadar hak veriyorum. Oğuz Abi gibi bir adam
yapmayacaktı bunu.” Başını iki yana salladı. “Olmaz... Kabul
edilemez.”

İki dilim ekmekle birkaç parça peynir yiyince doyuyo-


rum. Kuşlar dallarda yeniden birikip şarkılar söylüyorlar.
Burcu’nun keyifle kahvaltı etmesini seyrediyorum. Kayısı
ve şeftali reçellerinin olduğu kâseleri önüme koyup “Havva
yapmış bunları, nefis” diyor.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 121

“Benim hikâyemi en küçük ayrıntısına kadar biliyorsun”


diyorum, ekmeğimin üzerine kayısı reçelini sürerken. “Senin
hikâyen ne?”
Gözlerimin içine bakıp gülümsüyor Burcu. “Dünya çok
güzel bir yermiş ben de yaşamaya geldim, hepsi bu” diyor.
Kendi hikâyesini anlatmayacağını anlıyorum.
“Oğuz Sipahi’yle nereden tanışıyorsunuz?” diyorum, son
iki yılda tanışmış olduklarını düşünerek.
“Bekir Tunç benim özel ilgi alanım” diyor geriye yasla-
narak. “Bizim mesleği biliyorsun; cinayet büroya geçince,
her kadın polise yapıldığı gibi beni de masa başında bir işle
görevlendirdiler. Gelen evrak giden evrak takibi yapmaktan
sıkılınca, ben de kendimi kitaplara vurdum. Madem işimiz
cinayet çözmek, bakalım şu güzide memleketimizin en ünlü
katili kimmiş diye araştırdım. Yüz yıllık cumhuriyet tarihin-
de en kanlı cinayetler doksanlı yıllarda işlenmiş. Anlı şanlı
devletimiz, ancak ve ancak şefkatle çözeceği bir meseleyi ko-
caman ordusunu fakir fukaranın üzerine salıp tanklarla, top-
larla, toplu katliamlarla çözmeye çalışmış. O yıllarda birileri
inanılmaz bir mekanizmayı harekete geçirmiş ve on binlerce
insanı yok etmişler. Bir dönemin, hatta o dönemki saçma sa-
pan mantığın adıdır bir anlamda Bekir Tunç. O nedenle de
bu adam benim özel ilgi alanıma girdi. Bekir Tunç hakkında
çıkan tüm kitapları, gazete haberlerini bulabildiğimce oku-
dum. Sonra bizimkilerin arşivlerine daldım, hoş pek bir şey
bulamadım ama ne bulduysam onları da okudum. Arkasında
koca bir devletin olduğu azılı bir katil. Tek tek insanların
değil, bir ülkenin de katili bunlar.” Durup derin bir nefes
aldı. “Oğuz Abi’yle beni buluşturan da Bekir Tunç oldu.”
Dudakları usul usul aralandı, beyaz dişleri göründü. “Oğuz
122 Derviş Şentekin

Abi’yle seni yeniden buluşturanın da Bekir Tunç olması ne


ilginç. Senin gibi ben de tesadüflere inanmam ama...”
Doğru söylüyordu. “Sen tesadüflere yine de inanma” de-
dim. Meraklı gözlerle yüzüne baktım.
“Cinayetçiyiz ama istihbaratta da bağlantılarımız var”
dedi göz kırparak. “Kuşlar, Oğuz Sipahi diye birinin Bekir
Tunç’un peşine düştüğünü söyledi. Ben, kimdir bu Oğuz
Sipahi diye araştırmaya başlayınca, Emniyet İstihbarat’ın ne
büyük bir adamı ve elbette ki yardımcısını kaybettiğini anla-
dım. İkiniz müthiş işler çıkarmışsınız bir dönem. Oğuz Abi’yi
araştırdıkça bir uçtan da seni tanımış oldum ister istemez.”
Son cümlesiyle ilgili ne düşündüğümü anlamak için şöyle bir
baktı yüzüme. “Sonra bir gün, yaklaşık bir yıl önceydi gali-
ba” dedi. Düşünüyormuş gibi yapıp, yanağını kaşırken yu-
karıya baktı. “Biz şimdi hazirandayız, demek ki on ay olmuş;
Oğuz Abi’ye telefon ettim. Şu sıralar kimin kimi dinlediği
pek bilinmiyor, duymuşsundur; ben İzmir cinayet bürodan
Burcu, sizinle görüşmem gerek, dedim. O, hayırdır falan de-
yince ben de özel olduğunu söyledim, atlayıp İstanbul’a git-
tim. Bekir Tunç’un özel ilgi alanıma girdiğini söylememi önce
şüpheyle karşıladıysa da sonra ikna oldu. İkna oldu dediğim,
benim hakkımda küçük bir araştırma yaptığını biliyordum;
sonra daha samimi olduğumuzda bunu kendisi de itiraf etti.
Böylece tanışmış olduk Oğuz Abi’yle. Bu on ay içerisinde bir-
kaç kez haberleştik. Biz, hesapta Bekir Tunç’u arıyorduk ama
ortalarda öyle birisi yoktu ki. Hani şu meşhur sözdeki gibi:
karanlık bir odada siyah bir kediyi arıyorduk ve büyük ihti-
malle o odada kedi yoktu... Senin Aslı Çınar’ın teklifini kabul
etmen bizim için büyük bir şanstı ama araya Oğuz Abi’nin
ameliyatı girdi. Sen vurulduğun gün telefon etti Oğuz Abi
bana, on-on beş gün sonra atla Bursa’ya gel, bu çocuk hasta-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 123

neden çıkar çıkmaz benim yanıma gelecek, dedi. Ben de çıkıp


geldim. Ve Oğuz Abi’nin dediği gibi sen de hastaneden çıkar
çıkmaz buraya geldin.” Keyifle gülüyor. “Seni çok iyi tanıyor-
muş Oğuz Abi.”
Elbette ki beni çok iyi tanıyacak. Tanır, tanımalı da... Sonra
Aslı Çınar’ın istihbaratını da unutmamalı. Tüm bunları içim-
den geçirdim ama Burcu’ya bir şey söylemedim. Dönüp çi-
çeklerin pembe-beyaz köpüklere benzediği yeşil denize bak-
tım bir süre.
“Çok da kızmamak gerek yine de” dedi yerinden kalkar-
ken. “Çayın bitti mi?” Başımı salladım. Fincanını doldurup,
oturdu. “Kalp ameliyatından sonra iyice duygusallaşmış.
Daha öncesinde çok sert gelmişti bana ama geldiğimden beri
hele de dün gece çok duygusaldı. Zaten yıllar içinde birbirini-
ze çok benzemişsiniz.”
“Ben de mi duygusalım?” dedim vereceği yanıtı bile bile.
“Hem de nasıl” dedi. “Seni çok iyi tanıdığımı iddia edebi-
lirim. Birkaç cümlede özetlerim istersen.” Dudakları kıvrıldı,
yüzü gülücük doldu.
“Özetle bakalım” dedim ben de gülümseyerek.
Az önce benim baktığım köpüklü yeşil denize doğru baktı.
Kelimeler tane tane döküldü dudaklarından.
“Küçük yaşta annesiz ve babasız kalman, yıllarca bunun
sıkıntısını çekmen, sonrasında karının seni terk etmesi, zaten
yapayalnız hissettiğin şu dünyada seni daha da yalnızlaştır-
mış; tüm bunların birikmesiyle oluşan baskı seni içine ka-
panmış bir adam haline getirmiş. Hiç durmadan içine dönüp
kendini sorgulayıp duruyorsun ve işte bu sorgulamalarının
sonucunda da kendini işe yaramaz biri olarak hissediyorsun,
eminim” dedi. Yüzüme baktı. “Tanımış mıyım seni?”
“Ben seni polis biliyordum ama görüyorum ki aynı
124 Derviş Şentekin

zamanda ruh doktoruymuşsun da” dedim alaycılıkla.


Kendim hakkında bildiğim bir şeyi, biri ilk kez yüzüme karşı
söylemişti. Mavi gözlerine baktım. “Keşke dünya benim için
de çok güzel bir yer olsaydı” dedim kederle...
24

“İntikam tehlikeli bir sanattır”

Havanın kararmasıyla birlikte dev bir kapak gibi üzerimi-


ze kapanan gökyüzünün şimdi uçsuz bucaksız bir boşluğa
dönüşmesini ya da hemen yanı başımızdaki köpüklü yeşil
denizi seyrederek on-on beş dakika sessizce oturduk.
Sıcak gittikçe artıyordu...
Kuşlar yine cıvıl cıvıldı...
Sessizliği bozan Burcu oldu. “Nihayet geliyor Oğuz Abi”
dedi.
Otuz-kırk metre ilerimizde bize doğru yürüyordu. Arada
bir durup geriye bakıyor, orada birisi varmış ve onunla konu-
şuyormuş gibi bir şeyler anlatıyor, sonra yeniden yavaş yavaş
yürüyordu. Kiminle konuştuğunu merak ederek daha ileriye
baktım, kimse yoktu.
“Buraları çok sevmiş anlaşılan, İstanbul’a dönmez artık”
dedi Burcu.
“Böyle bir şansım olsa ben de dönmem” dedim. “Sen iste-
mez misin böyle sakin bir yerde yaşamayı?”
Elindeki fincanı masaya bıraktı. “Bilmem” dedi duyulur
duyulmaz bir sesle. “Hiç düşünmedim ama sanırım ben yaşa-
yamam. Yok, yok yaşayamam, hem İzmir’i özlerim.”
Oğuz Sipahi biraz ilerimizde dönmüş yine biriyle konu-
şuyordu.
126 Derviş Şentekin

“Gel haydi, utanma. Bak Burcu Ablan da özlemiştir seni.


Gel, bak yeni bir misafirimiz daha var; o da sever belki seni.”
“Kiminle konuşuyor?” dedim merak ederek.
Burcu oturduğu yerden kalkıp çardağın ahşap korkuluğu-
na ellerini dayadı.
“Havin mi geliyor Oğuz Abi?” diye bağırdı.
“Aşağıda peşime düşüp şuraya kadar geldi ama şimdi şu
ağacın dibine oturdu, gelmiyor cadı” dedi elindeki mendille
alnını silerek.
“Havin kim?” dedim.
Sorumu duymadı Burcu, “Havin” diye bağırdı, “gel kı-
zım.” Biraz bekledi ve yeniden bağırdı. “Haviiinn.”
Ağaçların dibinden minicik bir köpek fırlayıp bize doğru
gelmeye başladı. Oğuz Sipahi’nin yanından geçti, Burcu çar-
dağın girişine doğru yürüyüp köpeğin yanına gelmesini bek-
ledi. Aralarında birkaç metre kalmıştı ki Burcu yere diz çöktü
ve Havin’i kucağına alıp kalktı.
“Havin bu minik kız işte” dedi kucağındaki köpeğin ba-
şını yüzüne bastırarak. “Dün akşam niye gelmedin bakalım
seni yaramaz?” diye şımarıkça sordu köpeğe. “Söyle bakalım
akşam neredeydin?” Köpeğin yanıt vermesini bekledi, yerine
oturdu, “Yoksa Rüya Ablan mı izin vermedi sana?”
Oflaya puflaya çardaktan içeri giren Oğuz Sipahi gece bo-
yunca oturduğu koltuğa yıkılır gibi çöktü, mendiliyle yüzünü
ovuşturdu. Tişörtünün yakasını tutup çekti, göğsüne doğru
üfledi.
“Bugün daha da sıcak” dedi. “İyi uyudun mu?”
“Deliksiz uyumuşum” dedim. Elindeki mendili boynuna
atıp göğsüne düşen iki ucundan çekiştirdi. “Köpek sevdiğini
bilmiyordum.”
Burcu’nun kucağındaki köpeğe baktı gülerek. “Ben de bil-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 127

miyordum ama meğerse seviyormuşum. Hele bu zilliyi çok se-


viyorum ama o beni değil şurada bir haftadır tanıdığı Burcu
Abla’sını seviyor.” Eğilip köpeğin başını okşadı. “Seni maymun
seni. Yarın Burcu Ablan gidince ne yapacaksın bakalım?”
“Aa, Rüya Ablam var” dedi Burcu sesini daha da incel-
terek. “Hem Burcu Ablam yine gelir ki.” Sonra bana döndü
“İsmi de çok güzel, anlamı da” dedi. “Havin Kürtçe yaz ge-
cesi demekmiş. Rüya Abla’sı koymuş ona bu ismi.” Köpek,
Burcu’nun dizlerinin üzerine serilmiş gibiydi.
“Çay ister misin Oğuz Abi?” dedi Burcu.
“İstemem” dedi. “Şimdi aşağıda Aziz’le içtik. Dudağından
sigarası, elinden bardağı düşmüyor ki mübareğin.”
“Havva da kocası gibi” dedi Burcu. “Çay içmeyince başı
ağrıyormuş.”
İkisi birden güldü.
“Sen benimkilerle tanışmadın tabii, dünya tatlısı bir aile”
dedi Oğuz Sipahi. “Akşama gelirler, tanışırsın.”
“Başka sefere” dedim.
“Aa, nereye?” dedi Burcu.
“Ankara’ya” dedim. Sonra Oğuz Sipahi’ye döndüm.
“Elif’i çok özledim, şubattan beri görmüyorum.”
Elleriyle mendilin iki ucuna asılıp geriye yaslandı. Elif’in
doğduğu gün yaşadığım heyecandan başlayarak, emekle-
mesini, ilk adımlarını, ilk sözcüklerini, her gece dört-beş kez
uyanıp uyanıp üzerini nasıl örttüğümü, Elif’in hasta olduğu
gün benim moralimin nasıl da bozuk olduğunu tatlı bir tebes-
sümle anlattı Burcu’ya. O öyle sakin sakin anlatırken içimde
derin bir mutluluk duydum.
“Oğuz dedesi de çok özledi ya Elif’ini” dedi ve derin bir
nefes aldı.
***
128 Derviş Şentekin

Eski günlerden söz etmenin huzur verici ve sağaltıcı bir


yanı olduğunu biliyordum... İnsanı acılar içinde bıraktığını
da elbette...
Oğuz Sipahi yerinden kalkıp çardağın korkuluğunun di-
binde bir şeyler arandı. Ne aradığını Burcu’yla merak ederek
baktık. Küçük bir deri çantayla dönüp koltuğuna oturdu, çan-
tanın fermuarını açıp içerisinden çıkardığı dört pipoyu ma-
saya özenle dizdi. İçlerinden birini seçti, küçük bir paketten
parmakuçlarıyla aldığı tütünü hiç acele etmeden pipoya tıkış-
tırdı, birkaç kez ağzına götürüp nefesler çekti, önce deri çan-
tanın içinde sonra masanın üzerinde bir şeyler arandı, Burcu
onun ne aradığını anlayıp kitapların yanında duran çakmağı
kucağındaki Havin’i rahatsız etmemeye özen göstererek ona
uzattı, Oğuz Abi yeniden dişlerinin arasına sıkıştırdığı pipo-
daki tütünü yaktı, etrafa yayılan koku çok hoştu birkaç kez
derin nefes aldım, avcuna sıkıştırdığı piponun emziğini bir
bebeğin annesinin memesini emer gibi emdi ve ağzından çı-
kan dumanı çardağın tavanına doğru üfledi.
O, piposunu emdi.
Ben kollarımı göğsümde kavuşturup geriye yaslandım.
Burcu uzaklara bakarak kucağındaki Havin’in başını ok-
şamaya devam etti.
“Sonra?” dedi Oğuz Sipahi.
Burcu önce Oğuz Sipahi’ye sonra bana baktı.
“Sonra Bekir Tunç’un peşine düşeceğim” dedim kararlı-
lıkla.
“İntikam alacaksın yani” dedi.
Başımı salladım. Evet, Bekir Tunç’un bana bir can borcu
vardı. İntikam alacaktım.
“İntikam tehlikeli bir sanattır” dedi. “Eğer bu sanatı bilmi-
yorsan ölürsün.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 129

Usulca öne doğru eğildim. Belimden çıkardığım silahı ma-


sanın üzerine bıraktım.
“Bundan daha büyük bir sanat yok” dedim.

Hayatında ilk kez silah görüyormuş gibi baktı masanın üze-


rindeki silahıma... Hilenin de bir strateji olduğunu unutmuş ola-
mazdı Oğuz Sipahi, şüpheyle yüzüne baktım. Bir silahın hem
ölüm dağıttığını hem de hayat verdiğini bilmediğimi düşünü-
yor olamazdı. Silahım ölüm dağıtacaktı: Bekir Tunç’un kalbine
bir kurşun sıkacaktım. Silahım hayat verecekti: Bugüne kadar
onlarca hatta yüzlerce insanın ölümüne neden olan bu adamın
ortadan kaldırılması, onun karartmak istediği pek çok hayata
can verecekti... İstediğim buydu. Elbette ki Bekir Tunç’un silahı
da can almaya devam edebilirdi. Ve ben her zaman o kadar
şanslı olmayabilirdim. Şunu da biliyordum ki, Bekir Tunç işini
şansa bırakmazdı artık: Bir daha karşılaşırsak ve o kazanırsa
beni bir mezara gömmeden ayrılmazdı başımdan...
“İntikamın çok tehlikeli bir şey olduğunu biliyorum” de-
dim sakince. “Şu silahtaki kurşunlardan yalnızca bir tanesini
kullanma şansımın olduğunu da elbette. O bir tek kurşunu iyi
kullandım kullandım, yoksa bedenime bu kez yüzlerce kur-
şunun saplanacağını, havaya üç el şan olsun diye değil bu kez
o üç kurşunu kafama sıkacaklarını da biliyorum.”
Sönmüş piposunu masanın üzerine bıraktı.
“Neden intikam peşine düşüyorsun ki? Hayatı böyle yaşa-
yıp gitmek daha kolay değil mi?” dedi Burcu.
“En azından şansımı denemek istiyorum komiserim” de-
dim tatlılıkla gülümseyerek.
“Ahmet Çınar’ı ararken şansını denedin ve yenildin. Hayat
her zaman bir çelik yelek de sunmaz sana” dedi. Yüzünde
ciddi ve sert bir ifade vardı.
130 Derviş Şentekin

Silahı alıp masanın sol tarafında duran kitapların üzerine


koydum.
“Aklın” dedim üst üste duran kitaplara parmaklarımı do-
kundurarak “silah karşısında şansı olmadığını biliyorum ama
bu kez akıl da bende silah da bende.” Durup sert ve ciddi
bir ifadeyle bu kez ben onun gözlerinin içine baktım. “Ahmet
Çınar’ı ararken denedim ve yenildim. Şimdi bir kez daha
denemek istiyorum ve yenileceksem de daha iyi yenilmeli-
yim.” Gözlerini kaçırmadı. Söylediklerimi merakla dinliyor-
du. “Hem korkunun ecele faydası yok komiserim. Korkudan
iki şekilde kurtulabilirsin” dedim sol elimin başparmağını
göstererek. “Birincisi, o korkunun ortasına dalmak; ikincisi, o
korku yokmuş gibi davranmak. Fakat ne kadar o korku yok-
muş gibi davranırsan davran bir gün ne yapıp edip gelip seni
bulacağını da bilirsin. Ben ilk yolu seçiyorum ve korkunun
ortasına dalmak istiyorum.”
Söylediklerimi en az Burcu kadar büyük bir dikkatle
dinleyen Oğuz Sipahi elindeki metal karıştırıcıyla piponun
içinde kalan kül ve yanmış tütünü kül tablasına boşalttı.
Doldurduğu tütünün neredeyse yarısı kül tablasındaydı.
“Galiba pipo içmek de bir sanat” dedim ortamdaki gerili-
mi dağıtmak için.
“Sanatmış valla” dedi tıslayarak. “Fakat ben de senin yap-
tığın gibi yapacağım galiba. Bu sanatı öğrenmekten vazgeç-
meyeceğim.”
“Şimdi” dedim ortam yumuşamışken. “Bana yardım et-
meye var mısınız, siz onu söyleyin.” Önce Burcu’ya sonra
Oğuz Sipahi’ye baktım. Kaç günden beri bir arada oldukla-
rına göre ellerinde elbette bir şeyler vardır diye düşündüm.
Üstelik her ikisinin de Bekir Tunç’u bulmayı en az benim ka-
dar istediklerini biliyordum.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 131

Burcu, kucağındaki Havin’i yavaşça yere bıraktı. “Haydi


bakalım git kendine daha serin bir yer bul” dedi fısıldar gibi.
Havin, Burcu’nun söylediğini anlamış gibi gidip korkuluğun
dibine kıvrıldı.
“Korkmayın” dedim, “niyetim Bekir Tunç’u bulup öldür-
mek falan değil.” Oğuz Sipahi’ye döndüm. “Birkaç yıl önce
birlikte yaptığımız gibi onun yaşadığını kanıtlamamız yeter
bize. Fotoğrafını mı çekeriz, kameraya mı kaydederiz, bilmi-
yorum ama onu bir şekilde alt etmemiz gerektiğini biliyorum.
Ha, denk gelir de kafasına şu tabancadaki kurşunları da bo-
şaltırsam ne ala.” Tekrar geriye yaslandım ve bu kez Burcu’ya
baktım. “Ne dersiniz Burcu Komiserim? Kaç günden beri bu-
rada boş boş oturmuyordunuz herhalde.”
Burcu dikkatlice yüzüme baktıktan sonra dirseklerini ma-
saya dayadı, “Elbette ki boş oturmadık biz de” dedi.
“Hem sen değil miydin Bekir Tunç benim özel ilgi alanım
diyen. Ya sen Oğuz Başkomiserim? O alçak namussuzdan bir
milyon dolar alacağın var. Diyelim o parayı alamadın, senin
kırk-elli yıllık birikimini bir anda yok eden, gururunla oyna-
yan bir adamdan intikam almayı istemiyor musun?”
“İsterim oğlum, istemez olur muyum?” dedi sakin bir ses-
le. “Fakat kimsenin zarar görmesini de istemem. Seni yürek-
lendirip yeni bir maceraya, üstelik çok tehlikeli bir maceraya
da sürüklemek istemem.”
“Peki ya sen?” dedim Burcu’nun gözlerine dik dik baka-
rak.
“Ben de Oğuz Abi gibi düşünüyorum” dedi ellerini iki
yana açarak. “Üzgünüm.” O da benim gibi geriye yaslanıp
kollarını göğsünde kavuşturdu. “Ya da şöyle yaparız” dedi
gözlerini benden kaçırarak. “Üçümüz birlikte çalışırız ama
kuralları Oğuz Abi koyar.”
132 Derviş Şentekin

“Olur, bana uyar” dedim. “Söyle bakalım başkomiserim,


kuralların neler.”
Pipolardan birini alıp hafifçe havaya kaldırdı. “Ben, dur
dediğim yerde durulacak” dedi ve pipoyu tak diye masaya
bıraktı.
“Seve seve” dedim tebessümle. “Neredeyse çocukluğum-
dan beri tanıyorsun beni. On yıl neredeyse gecemiz gündüzü-
müz birlikte geçti. Oyunbozanlık yaptığımı hiç hatırlamıyo-
rum. Senin dur dediğin yerde duracağız. Söz.” Keyfim yerine
gelmişti. “Şimdi, şeftali bahçesinde biraz dolaşıp sonra da şu
Adıyamanlı aileyle tanışalım. Bana eşlik etmek ister misiniz?”
“Ben istemem” dedi Oğuz Sipahi. “Benim için fazla sıcak.
Sabahın köründe kalktım belki biraz şekerleme yaparım.”
Burcu’ya döndü. “Burcu kızım seninle gelmek ister herhal-
de.”
“İstemez olur muyum?” dedi Burcu. “Önce masayı topla-
yalım, sonra Havin’i de alır Rüya’ya gideriz.”
23

“Kahramanların hepsinin erkek olduğu şu dünyaya


bir de kadın eli değse fena mı olur yani”

Şapkasını ve güneş gözlüğünü de takmış olan Burcu bir-


kaç metre önümde, sigarasını tüttürerek ve Havin’le oyunlar
oynayarak yürüyordu.
“Şu ağaçların altında dolaşmaya doyamadım” dedi.
Gece ışıl ışıl bir beyazlıkla ortaya çıkan çiçekler şimdi hem
renkleri değişip pembeleşmişler hem de yaprakların arasına
saklanmış gibiydiler.
“Yerde de dallardaki kadar çiçek var” dedim kendi ken-
dime.
“Öyle olması gerekiyormuş. Oğuz Abi’nin söylediğine
göre iki-üç hafta içinde şu çiçekler meyveye dönüşünce ara-
dan seyreltme yapıyorlarmış.” Dallardan birini tutup eğdi.
“Şunun üzerindeki çiçeklere baksana, bunların hepsi meyve
olursa bu zavallı dal nasıl taşıyabilir ki.” Sigarasından bir ne-
fes alıp yürüdü.

“Peki seni merak eden hiç kimse yok mu?” dedim dudak-
larımdan dökülen kelimelere ben de hayret ederek.
Durdu. Sol elini havaya kaldırıp parmaklarını şaklat-
tı. “Tipik bir istihbaratçı sorusuyla karşı karşıyayım galiba”
dedi. “Bir cinayetçi olsaydın, sevgilin var mı diye sorar-
dın.” Döndü. Gülüyordu. Parmaklarının arasındaki sigarayı
134 Derviş Şentekin

dişlerinin arasına yerleştirip kollarını iki yana açtı. “Yok... Ne


yazık ki sevgilim yok. Yirmi dokuz yaşına geldim ama hâlâ
bir sevgilim yok.”
Utanmıştım. Kulaklarıma kadar kızardığımı hissettim.
“Yok, yok” dedim telaşla. “Niyetim o değildi. Sevgilinin olup
olmamasından bana ne canım.”
Yavaş yavaş yürümeye devam etti. “Bırak şimdi. Kadınlar
erkeklerin ne sorduğunu çok iyi bilirler.”
“Annen, baban ya da kardeşin falan.”
“Tamam tamam, çırpınma boşuna; nasıl kızardığını da
gördüm üstelik. Neyse, sen onu sormadıysan bile ben söyle-
miş oldum. Ha, annemi babamı falan da soruyorsan onu da
anlatırım.” Eliyle sol tarafı işaret etti, bizden sekiz-on metre
ileride koşuşturup duran Havin’e seslendi. “Annem İzmir’de
yaşıyor, babam İstanbul’da. Babam doktor, annem hemşire.
Babam Edirne’de görev yaparken annemi görmüş ve vurul-
muş. O zamanlar anneme bakınca Türkan Şoray’ı görürmüş-
sün. Simsiyah kocaman gözler, kalın dudaklar; öyle güzel,
öyle güzelmiş. Babamsa bildiğin kara kuru bir adam. O güzel-
likten bir parça da benim payıma düşseymiş ya, ama nerdeee.
Evlenip İzmir’e taşınmışlar, iki yıl sonra annem hamile kalın-
ca babam işi bırak demiş o da ikiletmemiş. Ben beş yaşınday-
ken de ayrılmışlar. Ben yedi yaşındayken annem bir lise mü-
dürüyle evlendi, sekizimde babam İstanbul’a gitti. Çok daha
iyi para kazanacağım bir hastaneye gidiyorum, demişti bana.
İstanbul’a gittikten bir yıl sonra bir doktorla ikinci evliliğini
yaptı ama sadece bir yıl sürdü, sonra bir banka müdiresiy-
le üçüncü evliliğini yaptı ve mutluluğu onda buldu. Annem
hemşireliğe dönüp emekli oluncaya kadar çalıştı, babam bir
hastane zincirinin Kadıköy şubesinin başında. Ben anne ba-
bası ayrılan her çocuk gibi önce içe kapanık sonra anlayışlı ve
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 135

kültürlü üvey babası tarafından şımartılmış olarak büyüdüm.


Hayat hikâyem bundan ibarettir komiserim.” Parmaklarının
ucunda tuttuğu sigarasını son bir kez emip yere bıraktı, aya-
ğıyla ezdi.
“Polislik ve cinayet büro ne alaka?”
“Valla daha lisedeyken kafaya koymuştum. Okuduğum
kitaplar çarptı beni diyelim. Herkes harıl harıl üniversiteye
hazırlanırken ben Sherlock Holmes ve Hercule Poirot mace-
raları okuyordum. E, düşündüm ki benden de bir Holmes, bir
Poirot neden olmasın. Kahramanların hepsinin erkek olduğu
şu dünyaya bir de kadın eli değse fena mı olur yani.”
Kelimeler ağzımdan çıktıktan sonra yine kulaklarıma ka-
dar kızaracağımı bile bile sordum:
“Peki mavi gözler kimden miras?”
“Dikkatli ve bir o kadar da duygusal erkeklere özgü bir
soru” dedi tebessüm ederek. “Kimden olacak, Trakyalı an-
neanneden elbette.” Ağacın gölgesine sığındı, gözlüklerini
tepesine kaydırıp yanına yaklaşmamı bekledi. “Hayatımdaki
yaraları ve o yaraların verdiği acıları daha çok merak ediyor-
sundur, eminim. Bunları değil birine anlatmanın, kendine bile
hatırlatmanın bir faydası yok ki. Elbette ki benim hayatımın
da katlanılmaz yerleri oldu, yaşamaktan nefret ettiğim anlar...
Mutsuzluklarımın üzerini örtüp, mutluymuşum gibi davra-
nan bir Polyanna değilim, inan. Hiç durmadan mutlu olma-
mız gerektiğine inandırmaya çalışıyorlar bizi, bunu da biliyo-
rum. Bırak kitapları filmleri, televizyonlara çıkan koca koca
profesörler mutluluğun formüllerini, üç derste mutlu olma
sanatı palavrasını anlatıyorlar. Bana göre işin püf noktası ne-
resi biliyor musun?” Mavi gözlerinden fışkıran bakışlar göz
çukurlarımı delip geçti. “Mutlu olmak lisede her gün verilen
ödevlere dönüştü. Herkes mutlu olmanın peşinde oysa acısı
136 Derviş Şentekin

ve tatlısıyla seviyorum ben hayatı. Kederli, mutsuz, ketum,


kendimden ve hayattan nefret ettiğim zamanlar olmuyor
mu? Elbette ki oluyor. Sıçmışım mutluluk formüllerine. Hem
ne demiş şair: Kim istemez mutlu olmayı ama mutsuzluğa da
var mısın? İşte ben, mutsuzluğa da varım, diyenlerdenim.”
22

“Yoksulluğun neresi kadermiş!”

Yirmi-otuz metre ilerideki ağaçların dibinde çalışan dört


kişi, Burcu ile beni fark edince ayağa kalktı.
Aziz, Havva ve iki kızıydı.
Gözlerim diğer iki kızı aradı.
“Kolay gelsin” diye bağırdı Burcu.
Adam elini havaya kaldırdı.
Kadın elindeki tırmığı ağacın yanına bırakıp birkaç adım
attı ve adamın arkasında durdu; ellerini çiçekli şalvarına silip
boynundaki eşarbı başına doladı, uçlarıyla yüzündeki teri sildi.
Biraz daha gerideki ağacın yanında duran iki kız, üzerle-
rinde annelerinkine benzeyen çiçekli şalvarları ve solgun ti-
şörtleriyle dikkatlice bize bakıyorlardı.
Önden yürüyen Burcu, adamla tokalaştı, kollarını açıp ka-
dına doğru yaklaştı.
“Biraz terliyim” dedi kadın utanarak.
Kadını iki yanağından öptü ve “Olsun ben de terliyim”
dedi.
“Kolay gelsin” dedim ve kıvırcık saçları beyazlamaya baş-
lamış adamla tokalaştım. Kalın bıyıkları, elmacıkkemikleri
çıkmış esmer yüzüne sert bir ifade vermişti.
Önce adam, sonra göz göze geldiğimiz kadın “Hoş gelmiş-
siniz” dedi.
138 Derviş Şentekin

Burcu kızları da yanaklarından öptü. Döndü, “Aziz Abi,


İstanbul’dan gelen misafirimizi getirdim size” dedi bana ba-
karak. İki kızın ortasına geçti, kollarını omuzlarına attı. “Bu
dünya güzelleri de Saadet ile Gülistan” dedi gülerek.
Saadet babasına, Gülistan annesine benziyordu. Biri en
fazla on beşindeydi, diğeri Elif’imin yaşında olmalıydı.
Saadet’in küpeleri boynuna doğru sarkmıştı.
“Hoş geldiniz” dedi Saadet tatlı bir gülümsemeyle.
“Ee, öteki kızlar nerede?” dedi Burcu, Gülistan’a bakarak.
“Biraz önce eve gittiler” dedi Gülistan utangaçça.
“Rüya’nın çok uykusu gelmişti... Gidip çağırayım mı, daha
uyumamıştır.”
Burcu, “Yok, yok. Bırakalım uyusun prenses” dedi.
“Burcu Hanım eve geçelim” dedi adam.
“Yok be Aziz Abi, gerek yok. Şöyle bir dolaşıp size bir mer-
haba demek istedik” dedi Burcu. Etrafına bakındı. “Rüya’ya
da Havin’ini getirdik, nereye kayboldu bu?”
Eliyle biraz ilerideki ağacı gösterdi Saadet. “Oraya yattı.”
“Eve gidelim, yemek falan yeriz” dedi adam bir kez daha.
“Yok be Aziz Abi, şimdi kahvaltıdan kalktık.” Eliyle ağa-
cın altını gösterdi. “Şurada biraz oturalım.”
“Valla böyle olmadı Burcu Abla” dedi adam. “Hiç değilse
bir çay kahve içerdik.”
Burcu gölgeye oturup, önce Havva’ya sonra kızlara işaret
etti. “Haydi gelin oturun biraz. Ot temizlemeye devam mı?”
Havva usulca geçip Burcu’nun yanına oturdu.
“Bu sene şeftali de çok” dedi adam eliyle dallardaki çiçek-
leri göstererek, “ot da çok.”
Havva, Burcu, Aziz ve ben yan yana oturduk, kızlar kendi
ağaçlarının gölgesine.
Aziz, arka cebinden çıkardığı tabakayı açtı içinden bir
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 139

kâğıt çıkarıp arasına tütün koydu ve bir sihirbaz gibi birkaç


saniye içinde onu gayet düzgün bir sigaraya çevirdi.
“İçer misin Burcu Abla?” diyerek Burcu’ya uzattı.
“Sağol Aziz Abi” dedi Burcu, “şimdi yolda içtim.”
Aziz, bu kez bana uzattı sigarayı.
Bir an, teşekkür ederim sigara kullanmıyorum, demek
geçtiyse de aklımdan, sigarayı aldım. Gömleğinin cebinden
çıkardığı çakmakla sigaramı yaktı. İçime çekmememe rağ-
men duman boğazımı yakmıştı.
“Sert tütünmüş” dedim yılların tiryakisiymişim gibi.
“Adıyaman tütünü” dedi mutlulukla, “biz sert tütün içe-
riz. Aha bu Burcu Abla’nın içtikleri bize ot gibi gelir.”
Birkaç saniye içinde kendisine de bir sigara sarmış ve yak-
mıştı.
“Kızlar okula gitmiyor mu?” dedim.
“Sadoş okulu bitirdi, Gül de altıncı sınıfta” dedi Aziz ağ-
zından ve burnundan dumanlar çıkararak.
“Okullar kapandı mı ki?”
“Yok kapanmadı. Fakat bizim oralarda mayıs on beş dedi
mi okullar tatil gibi olur. Çoluk çocuk herkes çalışmaya gittiği
için...” Sigarasından derin bir nefes çekti efkârla üfledi. “Bağ
yok bahçe yok bizim oralarda. Şimdi git bizim köyde bir yaş-
lılar kalmıştır, bir de köpekler. Pamuk toplayanlar Adana’ya,
fıstık toplayanlar Antep’e, kayısıcılar Malatya’ya, herkes bir
yere dağılır.”

Allah’ın Adıyaman’ı unuttuğuyla başladı Aziz (haşa, dedi


Havva, sümme haşa); Kayseri’den sonrasının bambaşka bir
dünya olduğunu, bu dünyanın da açlık, yoksulluk ve sefa-
let dolu olduğunu, insanların çaresizlik içinde kıvrandığını,
üstüne bir de terör belasının yıllardır sürdüğünü, ölen her
140 Derviş Şentekin

gencin evine yıllardır ateşler düştüğünü (askerin de dağda-


kinin de, diye araya ekledi Havva); oysa on sene şöyle adam
gibi bakılsa, Adıyaman’ın Bursa kadar güzel bir yer olacağı
uzun uzun ve kederle anlattı.
“Ama ne yapacaksın, yüce rabbim kaderimizi böyle yaz-
mış” dedi.
“Bırak Allah aşkına Aziz Abi” dedi Burcu. “Yoksulluğun
neresi kadermiş!”

Bir süre sessizce oturduk.


Ben durmadan kızlara baktım; onların kendilerine bak-
tığımı fark ettiği anlarda gözlerimi kaçırdım. İki Elif vardı
karşımda. Hayranlıkla içimde tuhaf bir sevgiyle izledim bu
yanık tenli minik kızları.
Akşama ne yemek istediğimizi sordu Havva.
Ne yapsa yiyeceğimizi söyledi Burcu.
Yarpuzlu köfte yapacağını söyledi Havva.
Burcu nasıl yapıldığını sordu, Havva en ince ayrıntısına
kadar anlattı.
Kızlar kendilerine sorduğum soruları, belli belirsiz evet-
ler ya da hayır diyemedikleri için utanarak ve mahçupca yere
bakarak yanıtlamışlardı. İsimlerini babalarının söylediği gibi
(Sadoş ve Gül) söylemem hoşlarına gitmişti...
Bir ara diğer kızın adının ne olabileceğini düşündüm, hiç
ilgisi yokken (Aziz, bahçedeki şeftali cinsinin geç olgunlaştı-
ğını anlatıp bitirmişti) kızın ismini sordum. Onun adı Yeter,
dedi Gül... Rüya’yı artık akşama görebileceğimi söyledi
Burcu. Yeter’i de merak ettiğimi söyledim.
Bir saatten biraz fazla süren bu sohbet hepimize iyi gel-
mişti.
İzin isteyip kalktık.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 141

***
Yine Burcu önde ben arkadaydım.
“Popoma bakmayı bırak” dedi.
“Bakmıyorum” dedim. Bakıyordum... Utangaç bakışlarla ba-
kıyordum ama... “Önümde yürüyorsun, başka nerene bakabili-
rim ki?”
“Çok komiiiiik” dedi.

Bir süre ağaç dallarının gölgesine sığınarak yürüdük.


“Ankara’ya yarın sabah gitsen olur mu?” diye sordu
Burcu. “Hem ne yapacağımızı konuşuruz. Belki bir plan ya-
parız.” Sorduğuna pişman olmuştu anlaşılan. Kendisini yan-
lış anlamamdan korkmuştu.
“Olur” dedim. “Bir plan yapmalıyız zaten.”
21

“Bu” dedim heyecanla. “Bu, o dört ayıdan biri”

“Şarap düzeni alıyor muyuz?” dedi Burcu, peçeteyle du-


daklarını silerken.
“Bana uyar” dedim.
“Size uyarsa bana haydi haydi uyar” dedi Oğuz Sipahi kıs
kıs gülerek. “Ama dünkü kadar uzun oturamam, iki kadeh
içip uyurum ona göre.”
“Biz şu masayı bir toplayalım” deyip ayağa kalktı.
“Yarpuzlu köfte de yarpuzlu köfteymiş ha.” Boş tabakları üst
üste koydu, çatal ve kaşıkları topladı, ayran bardaklarını alıp
küçük tepsinin üzerine bıraktı. Eliyle beni gösterdi. “Senin
şerefine yaptı Havva bu yarpuzlu köfteyi, demedi deme. Ben
dört-beş gündür buradayım bana yapmadı.”
“Yoook, hakkını yeme kadının” dedi Oğuz Sipahi, “sana
da birbirinden lezzetli yemekler yaptı.”
Gülümsedi. “Yaptı valla” dedi, “elleri dert görmesin.”
Tepsiyi alıp eve doğru yürüdü.
Tabakları alıp peşinden gittim.

On beş dakika sonra Burcu’nun şarap düzeni dediği düze-


ne geçmiştik çardaktaki masanın etrafında.
İki şişe şarap, üç kadeh ve büyükçe bir tabakta peynir var-
dı masada.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 143

Burcu, kitapların yanına tablet bilgisayarını, cep telefonu-


nu ve bir de sarı zarf koymuştu.
Oğuz Sipahi pipo çantasındakileri tek tek çıkarıp masanın
üzerine bıraktı. Dört pipo vardı bu kez. İki paket tütün, bir
pipo karıştıracağı ve iki çakmak.
Yine lacivert bir gece olacaktı anlaşılan.
Masanın ortasındaki kadehleri doldurdum. Birini
Burcu’nun, birini Oğuz Sipahi’nin önüne koydum, sonuncu-
sunu da ben aldım.
“Hayata içelim” dedi Burcu.
Kadehleri havada tokuşturduk. Çınnn sesi gecenin sessiz-
liğine dağıldı.
“En kötü günümüz böyle olsun” dedi Oğuz Sipahi.
“Şimdi” dedi kadehini masaya bırakırken Burcu. “Biraz da
iş konuşalım.”
Oğuz Sipahi pipolardan birine tütün doldurdu, dişlerinin
arasına yerleştirip yaktı. Ağzından çıkan duman önce masa-
nın ortasına doğru yayıldı sonra ağır ağır tepemizdeki ışığa
doğru yükseldi.
“Sen” dedi, piposunu körükleyerek, “şu intikam işinden
vazgeç.” Yüzü gözü duman içinde kalmıştı.
“Olur” dedim sakince.
“Ben çok ciddiyim” dedi.
“Ben de” dedim yine aynı sakin sesimle. “Ben de çok cid-
diyim.”
Burcu inanmaz gözlerle bana baktı.
“Adı ne olursa olsun. Ben şu Bekir Tunç denilen adamı bul-
mak istiyorum” dedim Burcu’nun inanmayan gözlerine bakarak.
Sağ eliyle hafifçe uzanıp sarı zarfı tutup önüne doğru çek-
ti. Oğuz Sipahi’yle göz göze geldiler. Zarfı açtı, içinden çıkar-
dığı cep telefonunu bana uzattı.
144 Derviş Şentekin

“Bu yeni telefonun.” Belli etmemeye çalışsa da sesindeki


mutluluğu hissettim. “Benim ve Oğuz Abi’nin numaraları ka-
yıtlı. Telefonu aldım, tuşlarına dokundum. “Bu da yeni kim-
liğin ve ehliyetin.”
Uzattığı kimliğe baktım. “Yeni kimliğim mi?”
“Evet” dedi. “Telefon benim, kimlik Oğuz Abi’nin hediye-
si. Komiser Mehmet Eryiğit’sin artık.”
Hastanede Aslı’nın bana neden o ismi taktığını anladım.
“Ben bu arkadaşı bir yerden hatırlıyorum” dedim.
“İsmini mi beğenmedin, yoksa komiserliği mi?” dedi
Oğuz Sipahi.
“İkisini de beğendim.”
Tablet bilgisayarı önüne çekti bu kez Burcu. Düğmesine
dokundu, ekranın aydınlanmasıyla yüzünü buz mavisi bir
renk kapladı.
“Burada bakmanı istediğim yüze yakın fotoğraf var.”
Tableti önüme doğru itti. “Bak bakalım tanıdığın bir yüz var
mı?” Oğuz Sipahiye döndü. “Oğuz Abi’ye göre sen bir kez
gördüğün bir yüzü de bir kez ezberlediğin rakamı da unut-
mazmışsın.” Ekrandaki fotoğrafa baktım. “Bu fotoğraflar be-
nim özel arşivim. Bunlar, bir dönem Bekir Tunç gibi devletin
pis işlerini yapan adamların etrafında yer almış ya da halen
almaya devam eden it kopuk takımı. Seni kaçırıp işkence ya-
pan dört adam da bunlara dahil.” İşaretparmağımla kitapla-
rın yanında duran sigara paketini gösterdim. “Elbette ki bu
tür it kopuktan binlerce var ama ben içlerinden bir ayıklama
yaptım” dedi sigara paketini ve çakmağı bana uzatırken.
Paketten bir sigara çektim ve yaktım. İlk fotoğrafta burnunun
birkaç kez kırılmış olduğunu tahmin ettiğim bir adam vardı.
“Boksör mü bu?” Görmesi için tableti Burcu’ya doğru
döndürdüm. Ekrana birkaç kez tıkladı.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 145

“Tevfik Nuri Karagöz. Yozgat doğumlu. Lise birde iki yıl


kalınca tasdikname vermişler. Bravo valla, doğru, o yıllarda
boksa başlamış. Altınoluk ve civarında faaliyet yürüten bir
mafya bozuntusunun korumalığını yapmış. Birkaç kez içeri
girip çıkmış. Etrafındakilere ordudan atıldığını söylüyormuş
ve kendisine yüzbaşı denmesinden hoşlanıyormuş.” Ekrana
bir kez daha dokunup geriye yaslandı.
Boksör Tevfik’le yeniden göz göze geldik. Parmağımla
sayfa çevirir gibi dokundum ekrana. Bu kez yan yana durmuş
beş adam vardı, her birinin yüzüne dikkatlice baktım ve ekra-
na dokundum. On sekizinci fotoğraftaki adamı bir yerlerden
tanıdığımı düşündüm ama bir şey söylemedim. Kadehimi
alıp büyükçe bir yudum içtim. İçmeyi pek beceremediğim
sigaranın dumanı yine gözüme kaçtı, Burcu kıkırdayınca sol
gözümü ovuşturarak yüzüne baktım. Gülüyordu.
“Komik mi?” dedim.
“Evet.”
Keyifli bir kahkaha attı Oğuz Sipahi. “Hayatında sigara iç-
medi ki nereden bilsin.”
Masanın ortasındaki kül tablasında sigaramı söndürdüm.
Paketten bir sigara çekti. “Bak, nasıl içilirmiş sana göstere-
yim” dedi Burcu. Sigarayı yaktı ve derin bir nefes çekip du-
manını yüzüme doğru üfledi.
Elimle dumanı dağıtıp yeniden tablete döndüm. Otuzuncu
fotoğrafta kalabalık bir yemek masası vardı. Oradaki her bir
yüze de dikkatlice baktım. Ekrana dokunmaya devam ettim.
Birkaç cırcır böceğinin sesine kalabalık bir grup yanıt verdi.
Hafif bir esinti çıkıncaya kadar cır cır ötmeye devam ettiler.
Burcu boşalan kadehlerimizi doldurdu, birer yudum aldık.
Oğuz Sipahi bitirdiği piposunu temizleyip kül tablasının
yanına bıraktı. Kırk birinci fotoğrafta Doktor denilen ayıyı
146 Derviş Şentekin

görünce kalp atışımın hızlandığını hissettim.


“Bu” dedim heyecanla. “Bu, o dört ayıdan biri.” Çok sevdi-
ğim birini görmüş gibiydim, içim kıpır kıpırdı. “Doktor bu.”
Burcu da benim kadar heyecanlanmıştı. Ayağa kalkıp tab-
leti elimden aldı ve ekrana dikkatlice baktı.
“Emin misin?” dedi Burcu. Şüpheyle değil de sevinçle sor-
muştu.
“Nasıl emin olmam, hayatımda yemediğim dayağı yedim
adamdan” dedim. “Doktor bu.”
Oğuz Sipahi de heyecanlanmıştı. “Ben de bakabilir miyim
şu şerefsize” dedi Burcu’ya.
Burcu elindeki tableti Oğuz Sipahi’ye doğru uzattı.
Kin dolu gözlerle baktı ekrana Oğuz Sipahi.
“Namussuz köpekler” dedi dişlerinin arasından.
Burcu tableti önüne koyup yerine oturdu. Ekrana dokundu...
“Bir bakalım kimmiş neymiş bu arkadaş” dedi ve bir süre
ekrana baktı. “Kenan Taşkıran’mış senin Doktor’un adı” dedi
mutlulukla. “Afyon’da doğup, büyümüş. Hırçın, sinirli ve
kavgacı bir çocuk olarak biliniyormuş. Askerliğini koman-
do olarak yapmış. Askerden dönmesinin ilk ayında bıçakla
adam yaralamaktan tutuklanıp beş ay yatmış. Hapishanede
tanıştığı birinin yardımıyla çalışması için önce Kayseri’ye ar-
dından da Elazığ’a gönderilmiş. Oralarda ne iş yaptığı bilin-
miyor. Beş yıl önce bir nakliyat şirketi kurmuş fakat iki yıl
sonra işi başkasına devretmiş. Sonrasında da madeni yağlar
satan bir şirkette çalışmış.”
“O nakliyat şirketi de madeni yağlar satan şirket de
Bekir’indir kesin. Demek ki beş yıldan beri de Bekir’in kö-
pekliğini yapıyor” dedi Oğuz Sipahi.
“Çok güzel” dedi Burcu sevinçle. “İlk basamağa adımımı-
zı atmış olduk.” Bir süre düşündü. “Yarın benim ekiple bir
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 147

konuşurum, şu adamı bir araştırın, derim. Elimizden kurtu-


lamaz artık.”
“Bence o kadar güvenme” dedi Oğuz Sipahi.
“Aynı fikirdeyim” dedim.
Burcu geriye yaslanıp ellerini ensesinde birleştirdi.
“Kusura bakmayın ama, artık internet çağındayız” dedi ke-
yifle.
“Eee, ne olmuş internet çağındaysak?”
Dişleri ışıldadı. Soluna baktı. “Kusura bakma da Oğuz
Abi, senin bu yardımcın hakikaten yaşlanmış be” dedi Burcu.
Bu kez bana baktı. “Bir haftacık... Sadece bir hafta içinde bu
Doktor dediğin dangalağın hangi delikte saklandığını bula-
cağım.” Tabletin ekranına dokundu ve önüme bıraktı. “Şu
fotoğraflara bakmaya devam et bakalım bey amca” dedi.
Gözleri pırıl pırıldı.
20

“Bu ülkenin tarihinde bir başka milattır


bir mayıs yetmiş yedi”

Kadehimden bir yudum daha aldım ve ekrandaki fotoğ-


raflara bakmaya devam ettim.
“Ver bakalım bir sigara da bana” dedi Oğuz Sipahi.
Burcu’nun uzattığı paketten bir sigara çekip yaktı.
“Efkâr mı bastı Oğuz Abi, hayırdır” dedi Burcu.
“Nasıl efkârlanmayayım be kızım” dedi Oğuz Sipahi de-
rin bir üf çekerek. “Geldim altmış altı yaşına, şu ülkenin gün
yüzü gördüğüne bir kere bile şahit olmadım. Uğursuzların
elinde oyuncak oldu güzelim ülke. Karanlık kanlı eller, karan-
lık oyunlar oynamaktan bir dakika bile vazgeçmediler. Bu, ta
dokuz yüz yetmişten beri böyle üstelik. Önce adım adım sek-
sen darbesine yani bir uçuruma doğru sürüklediler ülkeyi.
Yetmiş yedi bir mayısında onca insanı öldüren işte o karanlık
adamlar yıllarca at koşturdular; bu ülkenin gencecik çocukla-
rının cesetlerini çiğneyerek hesabını kimseye vermeyecekleri
paralar kazandılar.” Sigarasından derin bir nefes daha çekti.
Ekrana bakmayı bıraktım ve geriye yaslandım. “Bu ülkenin
tarihinde bir başka milattır mayıs yetmiş yedi.”
“Göreve başlamış mıydın o zaman?” diye sordu Burcu
merakla.
“Polis okulundan yeni mezun olmuş tıfıl delikanlılardık o
zaman.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 149

“Bir mayısta o meydana ateş açanların kimler olduğu bili-


niyordu” dedim.
“Tabii biliniyordu canım. Ama dedim ya, karanlık bir
oyun başlamıştı ve ülkeyi yönetenler de o oyunun birer par-
çası olmuştu.” Durdu. “Mesele şurada başlıyor zaten, sen o
alçakların milletin üzerine ateş açmasına izin vermişsen, son-
ra da onları yakalayıp, suçlayamazsın. Yetmiş yediye onun
için milattır diyorum. Çünkü sonra devamı geldi. Yetmiş se-
kizden itibaren önce Kahramanmaraş katliamının ardından
suikastlar başlatıldı. Gazeteci İpekçi’yi katlederek başladılar,
Doğanay,  Tütengil,  Kaftancıoğlu, Gün Sazak.” Durdu bir süre
düşündü “Bir sendika başkanı vardı.” Onun da soyadını ha-
tırlamaya çalıştı, hatırladı. “Türkler” dedi, “Kemal Türkler”.
Sigarasını kül tablasına bıraktı. “Başbakanlık yapmış adamı
bile vurdular. Çorum’da onlarca insanı öldürdüler. Adını da
sağ-sol çatışması koymuşlardı. Yalan... İnanıyorduk o zaman-
lar. İnsanları canından bezdirdiler bu sağ-sol çatışması nu-
marasıyla. Darbenin olduğu gün hepimiz derin bir oh çektik,
hepimiz diyorum inanın ki tüm ülke oh çekti, kurtulduk bu
karanlık dönemden diye düşündük. Paşalarımızdan Allah
razı olsundu, eğer onlar olmasaydı ya ülkenin bir yarısı öte-
ki yarısını öldürecekti ya da komünistler iktidara gelecekti,
deyip duruyordu millet; buna inandırılmıştık. Ki o zamanlar
biz genç polislerin, komünist kelimesini duyunca tüylerimiz
diken diken oluyordu. Bir tek bizim mi, halkın büyük çoğun-
luğu nefret ediyordu komünistlerden.” Durup elini havaya
şöyle bir salladı. “Şimdi düşününce zavallı komünistlerin
darbeden sonra işkencehanelerde neler çektikleri de bir baş-
ka dram ya, neyse.” Kül tablasındaki sigarasını alıp iki nefes
üst üste çekti ve dumanı üfledi. “Ülkenin bu hale nasıl geldi-
ğinin fotoğrafını bundan on yıl önce çok net olarak gördük”
150 Derviş Şentekin

Sigarayı söndürüp bana baktı. “Sen hatırlarsın” dedi.


“Susurluk’taki kaza” dedim.
Oğuz Sipahi’nin delirdiği noktalardan biriydi o kaza. Eğer
üzerinde yeterince durulsaydı pırıl pırıl bir ülkede yaşıyor
olabilirdik ona göre.
“Evet” dedi sertçe. “Kim çıktı o Mercedes’ten? Bir millet-
vekili, bir emniyet müdürü ve bir de taşeron. Al sana derin
devletlerin en derini. Filmlerde görsen inanmazsın böylesi bir
sahneye. Siktir çekersin o filmi yazana da yönetene de oyna-
yanlara da, olur mu lan bu kadar martaval dersin, kocaman
milletvekilini, halkın her şeyini emanet ettiği devletin emni-
yet müdürünü bir arabaya koy da, adı bir dönem bütün ka-
ranlık işlere bulaşmış birini niye koyuyorsun onların yanına,
bu nasıl karanlık bir senaryodur dersin. İnanmazsın o filme...
Fakat oldu... Hem de nasıl oldu... Ee, Allah’ın eli yok ki tokatı
çaksın. Ne oldu? O bilmem kaç bin dolarlık Mercedes’e bir
kamyon çarptı. Düşünebiliyor musunuz, bir kamyon... İşte o
arabadaki taşeron ve benzerleri darbeden de güç alıp bu kez
doksanlarda çıktılar ortaya. Bu kez de doğuyu kan gölüne çe-
virdiler. İnsanları öldürüp, köyleri yakıp yıktılar, sağ kalanlar
evlerini barklarını bırakıp kaçtılar doğdukları yerlerden. Bir
savaş lafı uydurdular bu sahte kahramanlar, bu sahte vatan-
severler darbeden önce şehirleri kan gölüne çeviriyorlardı,
doksanlarda da köyleri yakıp yıktılar. Kaç bin genç öldü o
yıllarda hesabını bilen yok; kimin umurunda ki zaten? Ülkeyi
yönetenler bu sahte kahramanların oluşturduğu çeteden öyle
bir canavar yarattı ki, sonra hepsi sus pus oldu. Onların yap-
tıklarını iktidarı da seyretti, genelkurmayı da, emniyeti de,
MİT’i de şusu da busu da...” Burnundan soluyordu. “Böyle
gelmiş böyle gidiyor işte, kötülüğü yapanın yanına kâr kalı-
yor.” Kadehini alıp büyükçe bir yudum içti.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 151

“Ne yapalım, kötüler kötülük yapıyor diye biz hiçbir şeyle


uğraşmayalım mı, ülkeyi onların eline mi bırakalım?” dedi
Burcu. “Siz yıllarca boşuna mı uğraştınız. Ya da ben ve benim
gibi iyi niyetli arkadaşlarım, boşuna mı uğraşıyoruz?”
“Elbette ki boşuna uğraşmıyorsunuz... Tamam, ben sonun-
da bir bok yedim ama yıllarca boşuna uğraşmadım elbette...
Dünya, iyilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor, derler.”
“Ahmet Çınar’la tanışmanız doksanlı yıllardan mı?” de-
dim.
“On beş-on altı yıl öncesinden” dedi. Kadehinde kalan yu-
dumu da içti. “O yıllarda Güneydoğu karmakarışık. Biz de
istihbaratçılar olarak yılda bir-iki oralara gidip geliyoruz, ya-
landan tabii.” Kadehini doldurmam için önüme doğru uzattı.
Şişeyi alıp kadehi doldurdum. “Bu çeteler orada bir kısım çü-
rük polis ve askerlerle işbirliği yapmış, kendi istihbaratlarını
da şuyunu da buyunu da kurmuşlar. Ankara da bunlara des-
tek veriyor, güya örgütün kökünü kazıyacaklar. Yalan tabii,
örgütle uğraşmaya götleri yemiyor varsa yoksa o yörenin hal-
kına zulümleri. Diyelim Diyarbakır’a ya da Mardin’e gittiği-
nizde komiser falan dinlemeyip, neden geldiğinizi, ne zaman
gideceğinizi soruyordu bu karanlık adamlar. Ahmet Çınar’ı
da işte o zamanlar tanıdım. Bir iş için Urfa’ya gitmiştik, ora-
daki istihbaratçılar tanıştırdılar. Avrupa’dan birkaç yıl önce
geldiğini, devletin verdiği her işi severek yaptığı için oralar-
da olduğunu, niyetinin en kısa sürede İstanbul’a dönmek ol-
duğunu falan anlattı. Bir-iki küçük iş rica etmiş ben de hal-
letmiştim, ne olduğunu şimdi unutmuşum bile. Bir yıl falan
sonra İstanbul’da gelip beni buldu, Güneydoğu’da çok başa-
rılı işler yaptıklarını eğer kendileri olmasa Kürtlerin bir dev-
let kurmalarının an meselesi olduğunu falan anlattı. Dedim
ya, sonra bunların Bekir Tunç’la birlikte oralarda ne haltlar
152 Derviş Şentekin

karıştırdıklarını öğrenince uzak durmuştum. Yıllar sonra


İstanbul’a döndü, bir sürü şirket kurup kapattı, en son inşaat
işine girip orada kaldı.”
“Birlikte çalıştığımız dönem görüşüyor muydunuz?” diye
sordum merakla.
“Hayır” dedi başını hızla iki yana sallayarak. “Görüşmüş
olsak seninle tanıştırırdım.” Durdu, şöyle bir daha düşün-
dü. “Zeynep Yenge’nin hastalığına kadar hiç görüşmedik.
Kesinlikle.”
Kadehimden bir yudum aldıktan sonra tabaktaki peynir-
den bir parça attım ağzıma.
“İşte böyle” dedi Oğuz Sipahi. “Ülkenin durumu bu.” Elini
omzuma dostça koydu. “Oğlum” dedi, “şampiyon oğlum be-
nim... Başka bir memlekette olsa şimdiye dünya şampiyonu
olmuştun.” Elini yavaşça omzumdan çekti. “Benim için uyku
saati. Dün de uyutmadınız beni. Yarın akşam kaldığım yer-
den devam ederim” dedi gülümseyerek.
“Yarın akşam yokum” dedim.
Yanağını hafifçe kaşıdı. “İşin içinde Elif olunca ısrar etme-
min de bir anlamı yok sanırım. Sabah birlikte kahvaltı ederiz
sonra seni Bursa’ya götürürüm oradan bir otobüse atlayıp gi-
dersin Ankara’ya, olur mu?” dedi babacan bir sesle.
“Ben götürürüm” diye araya girdi Burcu. “Hatta istersen
Ankara’ya bile götürebilirim. Hem bir teyzeme uğrarım hem
de birkaç arkadaşım var, uzun süredir görüşmediğim onlarla
görüşmüş olurum.”
“Gerek yok, teşekkür ederim” demiştim ki Oğuz Sipahi
sözümü kesti.
“Ne güzel olur. Hem kızcağız kaç gündür buralarda, sıkıl-
mıştır belki de. Ona da bir değişiklik olur.” Kadehini alıp aya-
ğa kalktı. “Elif’imin şerefine içiyorum” dedi ve kadehi kafa-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 153

sına dikip masaya bıraktı. “Haydi bana Allah rahatlık versin,


size de iyi oturmalar” deyip eve doğru yürüdü.
“Şu fotoğraflara bakmaya devam et istersen” dedi Burcu.
“Kim bilir belki birilerine daha rastlarız.”
Tableti iyice önüme çekip fotoğraflara bakmaya devam
ettim. Tüm fotoğraflar bitince, tableti uzattım, aldı. “Sanırım
Doktor’dan başka kimse yok” dedim.
“Olsun” dedi sakince. “O da yeter bize.” Gözleri çocuksu
bir heyecanla parladı. “Müzik ister misin?”
“Olur.”
“Bilgisayarda kendime birkaç liste hazırlamıştım, ne se-
versin?”
“Benim için fark etmez, ne olsa dinlerim” dedim ve dedi-
ğime de pişman oldum. Kadınlar bir şey soruyorsa, fark et-
mez demeyeceksin.
“Ne oldu, neden sırıtıyorsun?” dedi.
“Yok bir şey, düşündüğüm şeye güldüm galiba. Ne var se-
çeneklerim neler?”
“Bir yerli bir yabancı listem var, hangisi istersin?”
“Yerli olsun.”
19

bulduğundan fazlası bende var:


sırtımdaki hançer! ordan kanar

Lacivert gecenin ortasında bir süre konuşmadan öylece


oturduk...
Ara sıra serin serin esen rüzgârın yapraklarda çıkardığı
belli belirsiz hışırtı, Burcu’nun tabletinden yayılan müziğe
karışıyordu. Müzik dediğim, bir adam cümbüş eşliğinde bir
gazel okuyordu ama ben sözlerini ne kadar dikkat etsem de
anlayamamıştım.
“Sevmedin mi?” diye sordu Burcu.
“Daha önce hiç duymadım, söyleyen kim?”
Kocaman güldü. “Adını daha önce duyduğunu hiç san-
mıyorum” dedi. “Tenekeci Mahmut Güzelgöz... Eskilerden
biri.”
“Tek bir kelimesini bile anlamadım” dedim biraz da uta-
narak.
“Ohh, ne güzel” dedi şımarıkça, “ben kaç yıldır dinliyo-
rum daha yeni yeni öğrendim sözlerini, sen bir dinleyişte
sözlerini de öğreneyim istiyorsun.” Durdu, gözlerimin içine
baktı, kırmızı dudakları aralandı. “Diyor ki” dedi, bakışları
gözlerimi yakarcasına. “Yanıp bir nar-ı ruhsâre çırâğân oldu-
ğun var mı? Senin pervâne ve şem’a şebistan olduğun var mı?”
Gülümsedi. “Şimdi sen bunun ne demek olduğunu da sorar-
sın” dedi.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 155

“Ne biçim polissin sen?” dedim. Sol tarafımda duran ki-


tapları gösterdim. “Şiir kitaplarıyla geziyorsun, gazeller din-
liyorsun.”
Gülüşü yüzünü ışıklandırdı. “Bu da hayata karşı bir dayan-
ma biçimi diyebiliriz; böyle kafa tutuyorumdur her şeye belki
de. Hayatı, sadece iş ve çalışmaktan ibaret bir hale getirdiler,
ürettiğin kadar varsın, üretmiyorsan sistem seni her şeyin dı-
şına itiyor utanmazca. Belki de bir isyan biçimi bu; bunca ci-
nayetle, cesetle uğraşmam bundandır belki de. Külkedisi ma-
sallarına inanmak yerine, felaketlerle, huzur bozan kişi ya da
kurumlarla uğraşmayı seçtim. Alışveriş mağazaları yerine çöp-
lerin haftada bir kez alındığı gecekondu mahallerinde, lağım-
ların taştığı bakımsız sokaklarda dolaşmayı seçtim. Dengeli
zevklere değil, bayağılığa, karmakarışık şeylere meyilliyim
ben.” İki elinin parmaklarıyla saçlarını geriye doğru taradı.
“Kim bilir, belki de sırf bu yüzden kısacık kesiyorum saçlarımı.
Tüm o alışılmışlıklardan uzak durduğum için zamanım bol ve
durup ince şeyleri seyretmeyi seviyorum ben.” Kadehini aldı,
dudaklarına yaklaştırdı. “Bak orada ince bir kitap var” dedi.
Kitapların arasında en ince olanı çekip aldım. Kitabın ka-
pağına baktım, daha önce hiç duymamıştım; ne şairin adını
ne de kitabın.
“Bu mu?”
Başıyla onayladı. “Herhangi bir sayfasını aç.”
Gözlerimi kapatıp kitabı açtım.
“Hangi şiir?”
Gözlerimi açtım, şiirin adına baktım. “Anlar” dedim.
“Oku.”
“Ben iyi şiir okuyamam” dedim ve kitabı uzattım.
Elindeki kadehten minik bir yudum alıp kadehi masaya
bıraktı, kitabı aldı, boğazını temizledi.
156 Derviş Şentekin

Kirpikleri birbirine yavaşça değip aralandı.


Dudaklarından dökülecek sözcükleri bekledim.
“Çok güzel bir şiir çıkmış şansına, ben çok severim” dedi
gözlerini kitaptan ayırmadan.”
“Şimdi aramızdan geçen su var.”
Sustu.
“Merhem olsa, yaralarım azar.”
Ezbere bildiği bir şiirdi, kimi dizeler için sayfaya bakma-
dı.
Kırmızı dudaklarından kapkara sözcüklere dönüşerek dö-
küldü dizeler.
Şiir bitmişti. Gözleri kapalıydı.
Burcu susunca sağır eden bir sessizlik sardı etrafı.
Sessizlikten korktum.
“Sen de şiir yazıyor musun?” dedim fısıldayarak.
Kirpikleri aralandı. “Yok” dedi, “okunması gereken bunca
güzel şiir varken, şiir mi yazarmış insan.”
Kitabı masanın üzerine bırakıp, kadehini aldı.
Ben de kadehimi aldım. Masanın ortasına doğru uzattım.
“Şiirlere içelim” dedim.
Kadehini kadehime yaklaştırdı. “Güzel şiirlere içelim
ama...”
Çınnn.
Lacivert gecenin ortasında bir süre konuşmadan öylece
oturduk...
İki dize zihnimin derinliklerinde Burcu’nun sesiyle yankı-
lanıp durdu.
bulduğundan fazlası bende var:
sırtımdaki hançer! ordan kanar.

Şiirlerden, şarkılardan konuştuk; hayattan, yaralardan.


Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 157

İyileştirici sözcükler bulup koyuyordu benim karamsar


sözcüklerimin karşısına.
Mucizeler bulup çıkarmıştı kendi hayatındaki zorlukların
karşısına. Hayat güzeldi, hayata küsülmezdi, gülümseyerek
de iyileşirdi yaralar.

Rüya’dan konuştuk, Elif’ten, Aslı’dan, Cengiz’den


(Nilgün’ü biliyorum, dedi; Oğuz Abi uzun uzun anlattı);
İzmir’den, İstanbul’dan; şeftali çiçeklerinin kokusundan...

“Her insan kendi labirentini kendi yaratırmış” dedi sakin-


ce. “Çünkü hayat hem bir oyun, hem bize sunulmuş çok gü-
zel bir armağan hem de karşı konulması zor bir saldırıdır.”

Lacivert gecenin ortasında bir süre konuşmadan öylece


oturduk...
18

“Sanırım ben Aslı’ya âşık olmaktan korkuyorum.”

Kahvaltıdan sonra Oğuz Sipahi’yle vedalaşıp Burcu’yla


beraber jipe bindik. Burcu, camları açınca şeftali çiçeklerinin
kokusuyla doldu arabanın içi de.
Yeşil yaprakların arasında parlayan pembe çiçeklere bak-
tım.
“Aslında” dedim, “bu bahçeyi satın alarak en güzelini
yapmış Oğuz Abi.”
“Ömrüne ömür katmış” dedi Burcu gözlerini yoldan ayır-
madan. “İstanbul’da kalıp ne yapacaktı ki? Keder ve üzüntü-
den olmasa yalnızlıktan ölürdü.”
“Ben de İstanbul’u bırakıp gelip şurada Oğuz Abi’nin ya-
nına mı sığınsam” dedim gülerek.
“Hop hoop” dedi şımarıkça. “O proje benim projem. Oğuz
Abi’den söz bile aldım; sekiz-on yıl sonra emekli oluyorum
ve gelip buraya yerleşiyorum.” Döndü, yüzünde sevimli bir
gülümsemeyle yüzüme baktı. “Hem sen Muğla’ya yerleşme-
yecek miydin? Öyle dememiş miydin Aslı ve Cengiz’e?”
Dün gece, benden yanıtını tam olarak alamadığı konuya
dönmek istediğini anladım. Açık açık soramasa da Aslı’ya
âşık olup olmadığımı ima eden şeyler sormuş bense anlamaz-
lıktan gelip başka şeyler anlatmıştım.
“Sen” dedim, “Aslı’yla hiç konuştun mu?”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 159

“İki kez” dedi. “İlki, sen hastanedeyken, ikincisi de...”


Sözünü kestim. “Buraya geldiğim gün.”
“Ne var bunda?” dedi umursamazca.
“Bir şey yok elbette. Fakat Muğla’ya yerleşme fikrimden
sana bahsettiğimi hiç hatırlamıyorum.”
Eliyle direksiyonu tokat atar gibi yaptı. “Bak görüyor mu-
sun?” dedi. “Yıllardır adam sorguluyorum ama sen tek bir
soru bile sormadan ben bülbül gibi ötmüş oldum. Ee, yılların
istihbaratçısı olmak böyle bir şey.”
İki tarafında da şeftali bahçelerinin olduğu daha geniş bir
yola çıktık.
“Sanki” dedi ve bir süre sustu. “Tamam iki kez, üstelik
telefonda konuşarak buna karar verilemez ama Aslı’yla ilgili
bende oluşan intiba şu oldu.” Ne diyeceğini merak ediyor-
dum. Yavaşça başımı çevirip yüzüne baktım. “Neyse ya boş
ver” dedi pişmanlıkla. “Benim en büyük sorunlarımdan biri
de bazen haddimi aştığımın farkına geç varmam. Haddimi
aştım. Vazgeçtim. Ve sustum.”
“Korkak mısın?” dedim kışkırtmak için.
“Yooo” dedi. “Korkudan değil de, ne bileyim, dün gece de
pek anlatmak istemedin. Bugün de daha arabaya biner bin-
mez, benim konuya pat diye oradan dalmam falan...”
“Senin gibilere biz patavatsız deriz genelde” dedim.
Gülerek bana baktı. “Aslı’yla aramızdaki şeyin ne olduğunu
gerçekten bilmiyorum. Yani ben bir isim koyamadım. Bana
âşık olduğunu söyledi ama ben ona karşı aynı şeyi hissediyor
muyum, bilmiyorum. Aslı’nın hayatımdaki varlığının bana
bir huzur ve mutluluk verdiği açık ama bu aşk mıdır, değil
midir tam anlayabilmiş değilim.”
“Karşılıksız bir aşk mı?”
“Tam olarak öyle de değil. Benim de içimde bir şeyler var
160 Derviş Şentekin

ama dedim ya adını koyamıyorum.”


“Bir patavatsız olarak ben koyayım adını” dedi yine şıma-
rıkça. “Sen de Aslı’ya âşıksın ama başarısız bir evlilik ve üs-
tüne bütün hayatın olan istihbarattan atılman, üstüne bir de
Oğuz Abi’den ayrılmış olman seni iyice korkutmuş gibi geliyor
bana.” Eliyle yol kenarındaki ağaçları gösterdi, dallarında ceviz
büyüklüğünde şeftaliler vardı. “Benden sana tavsiye... Aslı’ya
âşık olduğunu kendine itiraf edersen çok rahatlarsın.”
“Cengiz gibi konuşma sen de.”
“Şu senin Cengiz’i de çok merak ediyorum doğrusu” dedi.
“Sevgilisi falan var mıydı Cengiz’in?”
“Yasemin’i var” dedim. “Neden sordun?”
“Yine bir patavatsızlık yapmak için” dedi.
“Yasemin duymasın, yolar saçlarını” dedim keyifle. “Sen?”
dedim, “hep böyle tek tabanca mıydın?”
Derin bir iç geçirdi. “Benim tek aşkım işim, diyelim.”
“Buna inanmamı beklemiyorsun herhalde.”
“İnan.”
“Peki öyle olsun.”
“Anlatacak kadar bir şey yok” dedi. “Bundan bin yıl önce
falan birine âşık oldum, onun da bana âşık olduğunu düşün-
düm, çok mutlu iki yıl geçirdik sonra o arkadaş güzel biri için
beni terk etti. Ben ne hayaller kurarken o günün birinde, ben
başka birine âşık oldum, dedi ve çekip gitti. Birkaç ay bocala-
dım, tamam yalan söyledim, bir yıl falan kendime gelemedim
ama sonra toparladım ve kendimi tamamıyla işime verdim.”
Yüzüme baktı. “Bu kadar işte.”
“Sonra?”
“Sonrası bu işte. Adam gidince ben de eski aşklarıma, şiir-
lere, romanlara geri döndüm.”
Bir süre sustuk...
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 161

“Ben” dedi sessizliği bölerek, “birine âşık olunca başka


hiçbir şeye ihtiyacım olmayacağını düşünmüştüm; ikimiz de-
ğiştirebiliriz dünyayı diye düşünmüştüm ama...”
İkimiz değiştirebilirdik dünyayı... Göğsüm sıkıştı...
Göğsümdeki emniyet kemerini tutup gözlerimi kapattım...
Nilgün’ün beni terk etmesi geldi aklıma... Onunla evlendiği-
miz gün anneme ve babama yıllar sonra yeniden kavuşmuş
gibi olmuştum. Nilgün hem annem olmuştu hem de babam.
Onun yanında çocuklaşıyordum: dizine yatıyordum; şıma-
rıklıklar yapıyordum; söylediği bir söz yüzünden küsüyor-
dum. Elif doğuncaya kadar, karım değil de annem olmuştu
Nilgün. Sonra gittikçe uzaklaşmıştık birbirimizden, o benden
ikinci bir Nilgün yaratmak istiyordu, bense ondan ikinci bir
ben. Birbirimiz üzerinde kuracağımız baskıları Elif üze­rinden
yansıtıyorduk, Elif üzerinden tartışıp sonunda o beni, ben
onu suçlayıp kavgayı büyütüp sesimizi yükselterek konuşup
bir­birimize küserek bitiriyorduk tartışmalarımızı. Bana göre
Nilgün hayatı çok ciddiye alıyordu, Nilgün’e göre ben so-
rumsuzun tekiy­dim.
Tam bunları düşünüp kapkara bir karanlığa gömülmek
üzereydim ki Aslı’nın yüzü belirdi gözlerimin önünde.
“Uyudun mu?” dedi.
Gözlerimi açtım.
“Uyumadım” dedim fısıldayarak. “İki şey var.”
Soran gözlerle yüzüme baktı.
“Birincisi” dedim, “Aslı’ya biraz, ne birazı bayağı haksız-
lık ettim buraya gelmeden önce.”
“Nasıl?”
“Sanki yolumun Bekir Tunç’la kesişeceğini biliyormuş gibi
geldi bana, saçma bir düşünceye kapılıp şüphelendim kız-
dan. Vurulduktan sonra hastaneye gitmem, ameliyat olmam,
162 Derviş Şentekin

hastaneden sorgusuz sualsiz ayrılmam falan tüm bunla-


rın hepsini nasıl halledebilir diye düşünüp şüphelendim.
Meğerse Oğuz Sipahi halletmiş her şeyi.” Sustum. Bunu biri-
ne anlatmış olmanın rahatlığı doldu içime.
“E, eski kurt” dedi Burcu. “Dünya tatlısı bir adam-
mış Oğuz Abi.” Bir süre yola baktıktan sonra bana döndü.
“İkincisi ne?”
“İkincisi... Sanırım ben Aslı’ya âşık olmaktan korkuyorum.”
“İyiymiş” dedi.
“Bunları birine itiraf etmek iyi geldi galiba bana” dedim.
“Bir gün” dedi yumuşacık bir sesle, “ben de sana bir şey
itiraf edeceğim.”
“Şimdi söyle” dedim.
“Yok, şimdi söyleyemem. O kadar da patavatsız değilim.
Başka bir gün hatırlatırsın bana, o zaman itiraf ederim.”
“Peki, sen bilirsin” dedim.
Arabanın içi sessizlik doldu...
On beş-yirmi dakika sonra “Şu ileride güzel bir yer var,
birer kahve içelim” dedi.
“Olur” dedim.

Mola yerine geldiğimizde Burcu, “Ben bir lavaboya uğra-


yayım” dedi. Büyük bir çınarın altındaki masayı işaret etti.
Telefonumu çıkarıp masaya oturdum.
Ezberimdeki numarayı tuşlayıp bekledim.
“Merhaba Nilgün” dedim.
“Aa, ben de bu kim diyorum, numaranı mı değiştirdin?”
diye sordu.
“Evet” dedim. “Nasılsın? Bebek nasıl?”
“İyi, kocaman oldu” dedi. “Yoğunsun galiba, bir süredir
Elif’i de aramadın herhalde, geçen gün söylenip duruyordu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 163

O öyle söylenip durunca ben de merak ettim, öteki numaran


kapanmış.”
Benden, bir açıklama istediğini anlamıştım.
“Bir hafta-on günlüğüne bir yurt dışı yaptık, iş için” dedim.
Yalanın devamını nasıl getireceğimi düşündüm. “Birkaç gün
önce Bursa’ya geldim, işimi halledip oradan da Ankara’ya
geçip Elif’e de sürpriz yaparım dedim ama iş uzadı. Ben de
Elif’i aramadığımla kalmış oldum.”
“Valla keşke sürpriz falan düşünmeseydin” dedi. “Babam
beni neden aramıyor, diye vızlayıp duruyor. Neredesin şimdi,
döndün mü İstanbul’a?”
“Ankara’ya geliyorum.”
“Aaa, yaşasın” dedi sevinçle.
“Üç buçukta mı çıkıyor Elif okuldan?” diye sordum.
“Yirmi kala çıkıyor” diye düzeltti. “Okuldan mı alacak-
sın? O servisle gelir, sen eve gelsene. Küçük sıpayı da görmüş
olursun hem...”
Ne diyeceğimi bilemedim. “Hiç rahatsız etmeyeyim
ben sizi” dedim biraz mahcupça, “Elif’i okuldan alırım ak-
şama kadar bir yerlerde otururuz, sonra da eve bırakırım.”
Yüzümün kızardığını hissettim. “Sen okulu arayıp Elif’i ba-
bası alacak dersen...”
“Olur, ararım” dedi. Sesi düşmüştü. “Ben birkaç gün bu-
rada kalacağını sandım. Bir de, haftaya okullar kapanıyor ya,
biz üç haftalığına Fransa’ya gidiyoruz.”
“Hayırdır” dedim şaşkınca.
“Kemal neredeyse iki yıldır izinsiz çalışıyor. Bu yaz yurt dı-
şında bir yerlere gidelim, dedi. Ben de Fransa’da Elif’e bir dil
okulu buldum, o okula gidecek, bize de gezmek olsun işte.”
“Çok iyi düşünmüşsün. Hangi gün gidiyorsunuz?”
“Okul on beşine tatil oluyor ama biz salı günü gidiyoruz”
164 Derviş Şentekin

dedi. Bir süre sustu. “İyi o halde, ben şimdi okulu arayıp Elif’i
senin alacağını söylüyorum. Elif’in yanında telefonu da var.
Okuldan çıkınca açar, onu da ararsın. Numarası var mı sen-
de?”
“Var” diyorum. “Var, var. Ararım.”
“İyi o halde akşam görüşürüz” diyor. “Elif’i bırakırken yu-
karı çıkarsın herhalde. Yamaç’ı da görürsün hem.”
Çıkarım, dememi bekliyor Nilgün.
“Bakarız” diyorum.
Burcu gelip yanımdaki sandalyeye oturdu.
“Haydi hoşçakal” diyor Nilgün. Benim bakarız dememin
anlamını en iyi o biliyor, bu nedenle de sesi biraz düşüyor
hoşçakal derken.
“Hoşçakal” deyip telefonu kapattım.

Burcu’nun gözlerinde parlayıp sönen hınzırca bakışı ya-


kalayınca birkaç cümleyle Nilgün’le olan konuşmamızı anlat-
tım.

Kahvelerimizi içtikten sonra, şoför koltuğuna benim otur-


mamı istedi Burcu. “Eskişehir-Ankara arasını da sen kullan,
yoruldum valla. Üstelik yol pırıl pırıl, bir saatte basıp gide-
riz.”
17

“Hukuk yoksa, devletin hep bir de derini olacaktır”

Arabaya bindikten bir süre sonra arka koltuktan bilgisaya-


rını aldı. Bir süre ekrana baktı. “Şu senin Bekir Tunç’un neler
yaptığını sıralamışım” dedi Burcu. “Okumamı ister misin?”
Başımla onayladım. Bu ülkenin başına ne belalar açtığını
elbette ki biliyordum... Bin dokuz yüz yetmişten itibaren, ne-
redeyse otuz yıl yönetime gelen her iktidar, şiddet kullanma-
yı ve insan öldürmeyi kendi tekeline almıştı; bunu da kimi
zaman o hilkat garibesi hukukları içerisinde kalarak, kimi za-
man da o kuralların dışına çıkarak gizlice yapmışlardı ya da
birilerine yaptırmışlardı.
“Seksenlerin sonunda, Güneydoğu’da gerçekleştirilen
operasyonlara katılmış. İstihbarat birimlerinin hepsiyle adı
anılmış; pek çok takma isim kullanmış: Yokedici, Rambo, Sarı
bunların en bilinenleri.”
“Bana da adının Mehmet Faruk Çermikli olduğunu artık
hocalık yaptığını, dersler verdiğini söylemişti” dedim.
Yüzüne dökülen saçlarını eliyle düzeltti. “Hocalık yapı-
yordur tabii, yeni katiller yetiştiriyordur” dedi ve bir süre
sustuktan sonra yeniden ekrana baktı. “Güneydoğu’da gö-
rev yapan üst rütbeli bir subayın öldürülmesinden, bölge-
deki pek çok faili meçhul cinayete kadar sayısız olay da te-
tikçilik yaptığı iddia edildi. Özellikle Marmara Bölgesi’nde
166 Derviş Şentekin

faaliyet gösteren pek çok çete lideriyle görüşmeleri olduğu,


hatta bunların bir kısmının tetikçiliğini yaptığı söylendi…”
Durdu, “Siz beş yıl önce mi elinizden kaçırmıştınız?” dedi.
“Galiba beş yıl oldu” dedim. O yıl gazeteler, televizyonlar
Bekir Tunç öldü haberlerinden geçilmiyordu. Bizim aldığı-
mız bir haber onun Beşiktaş’ta kaldığı yönündeydi. Çok gizli
tutmamıza rağmen birileri haber gönderdi bunlara ve adam
ortadan kayboldu. Oğuz Abi de tutup medyaya Bekir Tunç
yaşıyor haberini uçurunca ortalık yeniden hareketlendi.”
İstemsizce güldüm.
“N’oldu?”
“Tüm bunları yaptık da ne oldu, madalya mı taktılar?” de-
dim kızgınlıkla.
“Tamam tamam, anladım” dedi beni sakinleştirmeye ça-
lışarak. “İş dönüp dolaşıp sizin istihbarattan atılmanıza ve
Oğuz Abi’nin yediği naneye gelecek... Tüm bunları ardımız-
da bıraktık sanıyordum, yanılıyor muyum?”
Gaz pedalına fazlaca yüklendiğimi anlayıp hızı biraz
azalttım.
Kararmış ekrana parmağıyla dokundu ekran tekrar aydın-
landı, bir süre okudu. “İşin kötüsü ne, biliyor musun?” diye
sordu ve devam etti. “Bu adamlar kendini hep devlet yerine
koymuşlar, ne yaptılarsa devlet için yaptıklarını düşünmüş-
ler. Nasıl bir iştir bu? Bu ülkede derin devlet dedikleri şey
bitmeyecek mi bir gün?”
“Biter, biter de onun için önce sağlam bir hukuk düzenin
olacak, gerçek bir hukuk düzenin” dedim. “Ta soğuk savaş
yıllarında Amerika, bakıyor ki komünizm yayılmaya başlı-
yor, bunu önlemek için kendi istihbarat birimini devreye so-
kuyor ve Avrupa’nın birçok ülkesinde işini görecek örgütler
kuruyor. Gayet masumane gibi görünen bu isteğe gittikleri
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 167

her ülkede destek buluyorlar. O yılların ve sonraki uzun dö-


nemin en büyük öcüsü komünizm.” Başımı sağa çevirip yü-
züne baktım. “Sen hatırlamazsın, bir dönem Türkiye’de de
çok önemli bir söz vardı.”
Söylediğimi beğenmezce eğdi dudaklarını. “Yirmi dokuz
yaşındayım, sen de benden en fazla altı-yedi yaş büyük ol”
dedi sırıtarak. “Sen hatırlamazmışsın, pöh. Neyse, neymiş o
söz?”
“Bu kış komünizm gelecek... Altmışlı yılların devlet adam-
larından birinin söylediği iddia edilir.”
“Senin bahsettiğin Amerikalıların etkisinde kalmış belli
ki” dedi dalga geçen bir ses tonuyla. “Sonra?” dedi merakla.
Eliyle önümüzdeki kamyonu gösterdi, sol sinyali yanıp
sönüyordu. Yavaşladım. Sollamaktan vazgeçince gaza yük-
lendim peş peşe sıralanmış üç kamyonu birden geçtim.
“CIA destekli bu örgütlerin amacı komünizmin yayılma-
sını önlemek. O yıllarda Avrupa’da komünizmin en güçlü ol-
duğu ülke İtalya. Bunlar da faaliyetlere buradan başlıyorlar
ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yayılıyorlar. Bu işi öyle gizli
yapıyorlar ki, bazen o ülkenin başkanlarının bile ülkesinde
böyle bir örgüt kurulduğundan haberi olmuyor. İtalya’daki
bu örgütün kadroları için elde çok iyi elemanlar da var: Savaş
sırasında Nazilerin yanında yer alan, savaştan sonra da işsiz
güçsüz dolaşan faşistler. Adamların hepsi birer tetikçi zaten,
böylece örgütün tetikçileri de bulunmuş oluyordu. Hatta bu
örgütün, savaş tutsağı olarak çok iyi korunan kamplardaki
bazı Nazileri buralardan kaçırarak çekirdek bir kadro oluştur-
duğu da söylenir. Sonrasında Avrupa’da, faili meçhuller mi
dersin, masum insanların öldüğü bombalamalar mı dersin art
arda sıralanıyor. Bir bombalama mı oldu, örgüt hemen devre-
ye girip o bombalamayı solcuların yaptığını yayıyor her yere.
168 Derviş Şentekin

Bu örgütün faaliyetleri kırk-kırk beş yıl sürüyor. Doksanlarda


İtalya’da bu örgütün varlığı ortaya çıkarılınca, diğer Avrupa
ülkeleri de uyandılar. Her ülke bu örgütü ensesinden tuttuğu
gibi kodese yolladı. Bir tek ülkede bu örgüte dokunan olmadı.
Bil bakalım o ülke hangisiydi?”
“Türkiye” dedi bıkkınlıkla.
“Türkiye” dedim ben de. “Dedim ya, hukuk, hukuk hu-
kuk. Fakat adam gibi bir hukuk... Hukuk yoksa, devletin hep
bir de derini olacaktır.”

Yolun iki tarafında alabildiğine uzayıp giden tarlalar var-


dı. Önümüzün boş olduğunu görünce hızımızı azaltıp sağ şe-
ride geçtim.
“Bekir Tunç sende de benim gibi takıntı olmuş galiba” de-
dim.
Küçücük elini yumruk yapıp havada salladı. “Hem de
nasıl. Onu ele geçirdiğimizi ve sorguladığımızı düşünsene;
cinayet literatürü yeniden yazılır vallahi. Karısına kırk yedi
kez bıçak saplayanı da gördüm, kurşun saydırdıktan sonra
benzin döküp yakanı da. Ne katiller gördüm ama Bekir Tunç
gibi birisi bir daha ya gelir ya gelmez dünyaya. Adamın için-
de bir seri katil olduğu kesin. Yoksa bunca insanı gözünü bile
kırpmadan nasıl öldürebilir? Onu bir yakalayabilsek ah!”
“Hiç ber şey anlatmayacağından adım gibi eminim” de-
dim.
“Bana anlatır” dedi, “bana anlatır.”

Sivrihisar-Polatlı arasında koluma dokunarak tepelerin


üstündeki gökkuşağını gösterdi Burcu. Biraz sonra yağmu-
run içinden geçeceğimizi söyledi. On dakika sonra gökyü-
zü birdenbire gri bulutlarla doldu ve birkaç dakika süren
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 169

yağmurun altında gittik. Sağ tarafımızdaki tarlada bir başka


gökkuşağı vardı bu kez.

Yarım saat sonra bir sihirbaz sopasını sallamış ve kara bu-


lutlar yok olmuştu.

Pırıl pırıl bir güneşin altında binlerce binadan ibaretti kar-


şımızda Ankara.
Elif’ime kavuşacaktım nihayet...
16

“Görmeyeli bayağı yakışıklı olmuşsun sen”


dedi şımarıkça

Omzundaki çantasını pat diye yere bırakıp boynuma sarıl-


dı Elif. Sımsıkı sarıldık...
“Çok özlemişim seni” diye fısıldadım kulağına.
“Ben de seni çok özledim babiş” dedi o da fısıldayarak.
Çelimsiz bedenini iyice sıkıp göğsüme sokmak istedim.
“Şu güzelliğine bir bakayım” dedim.
Yüzünü avuçlarımın arasına alıp gözlerine baktım.
Gözbebeklerinde yüzümü gördüm. Gözbebeklerine kıvrılıp
sonsuza dek orada yaşayabilirdim. Tatlı yanaklarından öp-
tüm.
“Saçı sakalı kesmişsin, güzel olmuş” dedi.
Tekrar sarıldık. Bir süre daha öyle durduk.
“Merhaba” dedi minicik elini Burcu’ya uzatarak. “Elif,
ben.”
“Ben de Burcu” dedi. Elif’in elini usulca tutup iki yanağın-
dan öptü.
“Gözleriniz” dedi Elif, “çok güzel.”
Tatlılıkla gülümsedi Burcu.
Yerdeki çantasını alıp omzuma astım.
“Biz biraz açız” dedim. “Gidip bir şeyler yiyelim mi?”
“Olur” dedi, koluma girdi. “Sen biraz zayıfladın mı ba-
biş?” diye sordu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 171

İkimiz önde, Burcu bir adım arkamızda arabaya doğru yü-


rüdük.
“Kendime dikkat ediyorum” dedim sırıtarak.
“Burcu Abla’yı hatırlayamadım” diye fısıldadı kulağıma.
“Daha önce hiç bahsetmemiştin.”
Durdum. Burcu’ya döndüm. “Burcu Abla komiser” dedim.
“Biz de birkaç gün önce tanıştık. Bir süre birlikte çalışacağız.”
Bana gizlice sorduğu soruyu açık açık yanıtladığım için bi-
raz sinirlenmişti Elif.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordu.
“Arabayı şuraya park etmiştik. Oradan da yemeğe...”
Sözümü kesti. “Bir arka sokakta güzel bir yer var. Biz an-
nemle bazen gidiyoruz.” Gösterdiği yöne doğru yürüdük.
“Aslı Abla ne yapıyor?” dedi Burcu’nun da duymasını iste-
yerek.
“İyi” dedim.

Lokantaya geldiğimizde “Şu masaya oturalım” dedi Elif.


Garsona siparişlerimizi verdik.
“Pahalı bir yermiş burası” dedim Elif’e, “hesabı sen ödersin.”
“Öderim” dedi tatlı bir gülümsemeyle. “Annem bana ek
kart çıkarttı.”
Hayranlıkla yüzüne baktım. Kocaman laflar etse de daha
on iki yaşında bir çocuk, benim gözümdeyse bir bebekti o.
“Siz de İstanbul’da mı çalışıyorsunuz?” diye sordu
Burcu’ya Elif.
“Hayır” dedi Burcu. “Ben Türkiye’nin en güzel şehrinde
çalışıyorum, İzmir’de.” Yüzünde her zamanki gülümseme
belirdi. “Gördün mü sen İzmir’i?”
Başını iki yana salladı Elif. “İstanbul ve Ankara’dan başka
bir yer görmedim.”
172 Derviş Şentekin

“Yaz tatilinde gel İzmir’e, gezdiririm ben seni.”


“Haftaya Fransa’ya gidiyoruz, annem söylemiştir” dedi
bana bakarak.
“Söyledi” dedim. “Fransa dönüşü gideriz İzmir’e.”
Gözleri parladı. “Şaka yapmıyorsun değil mi?”
“Hayır” dedim, “niye şaka olsun. Kaç yıldan beri birlikte
tatil yapmıyoruz. Fransa dönüşü birlikte İzmir’e gideriz, iki
gün Burcu Abla bize İzmir’i gezdirir oradan da bir tatil köyü-
ne gidip iki hafta tatil yaparız baş başa.”
“Benim daha güzel bir teklifim var o halde” dedi Burcu.
“Datça’da zamanında babamın aldığı ama benim ara sıra gi-
dip kaldığım bir ev var, sahile yakın, sessiz sakin nefis bir yer,
gidip orada kalabilirsiniz.”
“Babiş?” dedi Elif gözlerime bakarak.
“Çok ciddiyim” diye üsteledi Burcu.
“Olur” dedim mutlulukla. “Gidip birlikte bakarız kızım,
sen de seversen iki hafta kalırız.”
“Görmeyeli bayağı yakışıklı olmuşsun sen” dedi şıma-
rıkça. Benden bir şey istemeden önce ya da sevdiği bir şeyi
yapınca söylediği bir cümleydi. “Sen” dedi koluma pat pat
vurarak “babaların en yakışıklısısın.”
“Sen de pek bir güzelleşmişsin” dedim. “Fakat hâlâ bir
manita bulamadın galiba okulda.”
Yalandan vurdu koluma.

Yemeğimizi yerken Burcu Datça’daki evde geçirdiği ço-


cukluğunu, her yaz oraya gitmeyi nasıl dört gözle bekle-
diğini anlattı tatlı tatlı. O anlattıkça Elif araya girip sorular
sordu, Burcu o sorulara da yanıtlar verdi o kendine has cüm-
leleriyle.
***
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 173

Yemekten sonra Yamaç’a bir şeyler alalım diyorum Elif’e.


Çok seviniyor. Yamaç’ı ne çok sevdiğini anlatıyor heyecanlı
heyecanlı; onu kucağına almasını, uyutmasını anlatıyor. Hem
senin de beğendiğin bir şeyler olur belki, diyorum. Paramın
olup olmadığını soruyor Burcu’ya duyurmadan...
15

“İyi geceler, seni seviyorum” diyor fısıldayarak

Elif’i eve bıraktıktan sonra ayrılıyoruz Burcu’yla. O tey-


zesine gidiyor, ben Ankara’ya geldikçe kaldığım otele...
Kendisinden haber beklememi, eğer bir şey yapacaksam da
kendisini mutlaka aramamı tembih ediyor.

Otel odasına girer girmez üstümdekileri çıkarıp bir köşeye


atıyorum. Silahımı ve telefonu camın yanındaki masaya bı-
rakıp, Elif ve Burcu’nun sana çok yakıştı diyerek aldırttıkları
iki tişört, gömlek ve kot pantolonu poşetten çıkarıp yatağın
köşesine bırakıyorum.

Minibardan viski şişesini alıp sandalyelerden birine otu-


ruyorum. Kapağı açıp şişeden büyük bir yudum alıyorum.
Küçük şişedeki viski yarıya iniyor. Telefonu elime alıp ekra-
nına bir süre boş boş bakıyorum. Telefonu yeniden masaya bı-
rakıyorum. Bir büyük yudum daha alıyorum. Viski boğazımı
yakarak mideme inip orada alev alıyor.

Duşa girmek için sandalyeden kalkıyorum.


Gözüm yeniden telefona takılıyor.
Telefonu alıp Aslı’nın numarasını tuşlayarak bir süre öyle-
ce rakamlara bakıyorum.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 175

Yeşil tuşa dokunup telefonu kulağıma yapıştırıyorum.


“Alo” diyor Aslı. Numarayı tanımadığını anlıyorum.
“İyi akşamlar” diyorum sesimi biraz değiştirmeye çalışa-
rak. “Mehmet ben Aslı Hanım, nasılsınız?” Kısa bir şaşkınlık
yaşıyor. “Bu saatte rahatsız ettim ama.”
Sesimi alıyor. “Heeey” diyor sevinçle. Gözlerinin ışılda-
dığı, kırmızı dudaklarının arasından bembeyaz dişlerinin
göründüğü geliyor gözlerimin önüne. “Neredesin, döndün
mü?”
“Ne döneceğim” diyorum. “Muğla’dayım. Yerleşiyorum
buraya.”
“Gerçekse de şakaysa da senin adına sevindim” diyor cid-
di bir sesle.
“Şaka yapıyorum” diyorum viski şişesini alırken. “Elif’i
görmeye geldim, oteldeyim. Gerçi sen amcandan haberleri
almışsındır” diyorum yalancıktan sinirli bir sesle.
“Yok valla, en son sen gittiğin gün konuştuk” diyor çekin-
gen bir sesle. “Kızdın mı bana?”
“Sanırım senden özür dilemeliyim” diyorum. “Oradayken
senin benden bir şeyler gizlediğini düşünüp durdum.”
“Gizledim, doğru söylüyorsun. Ama amcam öyle istedi,
kötü bir şey yapmadığımı söyledi, iyi ki de öyle yapmışım...
Haksız mıyım?”
“Özür dilerim” dedim. Şişede kalan viskiyi kafama dikip
bitirdim.
“Peki öyleyse, ben de seni affediyorum” dedi. Sesindeki
neşe hoşuma gitmişti. “Elif nasıl?”
“İyi” dedim. “İlk işi seni sormak oldu zaten.”
“Çok özledim onu da. Kaç gün kalacaksın?”
“Birkaç gün buralardayım” dedim. “Sonra da ver elini
Muğla.”
176 Derviş Şentekin

“Mehmetçiğim sana Muğla’da başarılar diliyorum” dedi


yalancıktan. “Lütfen yaaa, doğru söyle.”
“Gelince uzun uzun konuşuruz.”
“Olur” dedi.
“Şimdi önce duşa gireceğim, arkasından da vurup kafayı
yatacağım. İyi geceler sana...”
“İyi geceler, seni seviyorum” diyor fısıldayarak.
14

O korkak, o umutsuz adamı gömdük gitti

Ertesi gün gidip okul çıkışı Elif’i aldım.


Bir gün önce yemek yediğimiz lokantada oturup yemek
yedik.
Binaların ve ağaçların gölgelerine sığına sığına uzun uzun
yürüyüp tatlı tatlı konuştuk.
Bahçesinde dinlendiğimiz dondurmacıda sakallarımı ve
saçımı neden kestiğimi sordu.
Sakalın bana çok yakıştığını, Aslı Abla’sının da kendisiyle
aynı fikirde olduğunu söyleyip lafı yeniden Aslı’ya getirdi.
Birbirimize âşık olup olmadığımızı sordu. Bir şeylerin oldu-
ğunu ama benim adını tam koyamadığımı, biraz zamana ihti-
yacım olduğunu söyledim.
“Burcu Abla da güzel kızmış” dedi ve bilgiççe ekledi:
“Akıllı bir kız da.”
Aramızda bir şey olup olmadığını sordu şüpheyle.
Olmadığını söyledim.
“Dikkat et” dedi. “Gözleri çok güzel çünkü. Ama Aslı
Abla’nın güzelliği hiç kimsede yok.”
“Hem ben Aslı Abla’yı daha çok sevdim. Aslı Abla, seni,
benim babam olduğun için seviyor bunu da unutma” dedi
gururla.
Saçlarını okşadım. “Unutmam” dedim.
178 Derviş Şentekin

Aslı’yı arayıp telefonu kendisine verdiğimde neredeyse


yarım saat keyifle konuştular.
“Yaz tatilinde babamla birlikte Datça’ya gideceğiz. Burcu
Ablaların bir evi varmış, çok güzelmiş, Aslı Abla sen de gel-
mek ister misin?” diye sordu.
Aslı’nın gelmesinden benim de çok mutlu olacağımı, hatta
şu an yanında olduğumu ve keyifle başımı salladığımı söy-
ledi.

Nilgün’den, Kemal Bey’den (Ben cici baban dedikçe sinir-


leniyordu Elif, annemin kocası, diyordu), bebekten konuştuk.
Annesini üzmemesini, nasıl olsa seneye ilkokulu bitirip,
İstanbul’da bir lise kazanacağını ve artık hep birlikte olaca-
ğımızı, Fransa’dan dönüşte birlikte tatile gideceğimizi ne za-
man isterse beni arayabileceğini, onu çok çok sevdiğimi, ha-
yatımın sadece ve sadece kendisiyle bir anlamının olduğunu
söyledim.
Mutlu, mesut dinledi beni.

Otele dönerken Burcu’yu aradım. Teyzesinden arkadaşla-


rına geçmişti. İzmir’deki ekibiyle ve Ankara’daki birkaç ki-
şiyle görüşmüş, Doktor için herkesi seferber etmişti.
“Yarın akşam bir yerlerde buluşup iki bira içeriz, sonra
ben İzmir’e kaçacağım” dedi.

Otelin barında bir küçük rakı içip odama çıktım ve elbise-


lerimi çıkarıp yatağa ölü gibi düştüm.
“Mutluluk yorgunluğu bu” dedim kendimin de duyabile-
ceği bir sesle. O korkak, o umutsuz adamı gömdük gitti, dedi
içimdeki sakallı ben. Karanlığa, gölgelere saklanan, kendi yal-
nızlığı içinde kaybolan o zavallı adam yok.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 179

Sakallıyla ne kadar süre konuştum bilmiyorum. O anlat-


mış ben dinlemiş sonunda yorgun düşüp derin bir uykuya
dalmıştım.

Telefonumun çaldığını duyunca uyandım, elimle yatağın


üzerinde telefonu aradım, doğrulup ekranında ışığı yanan te-
lefonu bulup aldım. Ekranda Burcu’nun adını görünce yeşil
tuşa bastım.
“Uyandırdım galiba?” dedi.
“Sızmışım” dedim uykulu bir sesle. “Hayırdır.”
“Yarım saat önce haber geldi. Sabah da arayabilirdim
ama dayanamadım. Şu bizim Doktor” dedi. Cıvıl cıvıldı sesi.
“Yarın sabah sekiz uçağıyla Diyarbakır’a gidiyor.”
Uykum açılmıştı. Yataktan kalktım. “Emin misin?” dedim.
“Evet, emin olmasam bu saatte arar mıydım seni” dedi
tatlı-sert. “Yarın buluşup ne yapacağımızı konuşuruz, olur
mu?”
“Olur” dedim. “Ben seni ararım.”

Telefonumun alarmını saat yedi buçuğa ayarlayıp yeniden


uyudum.
13

İki kadın vardı. Birinin yüzünü göremiyordum


diğeriyse bir Aslı oluyordu bir Burcu

Telefonun alarmıyla uyandım.


Elif’i aradım.
Servisteydi. Çocuk cıvıltıları doldu odama.
“Sana bir şey söyleyeceğim ama kızma bana” dedim.
“Bu saatte aradığına göre, işin çıktı ve bugün görüşeme-
yeceğiz” dedi.
“Hani kızmayacaktın?”
“Kızmadım babiş, şaka yapıyordum. İşin mi çıktı gerçek-
ten?”
“Evet.”
“İyi. Ne yapalım. İşin bitince ara ama beni.”
“Biraz uzayabilir ama...”
“Yapacak bir şey yok. Fransa dönüşü, okullar açılıncaya
kadar birlikte olacağız nasılsa.”
“Seni çok seviyorum tatlı kızım.”
“Ben de babiş, kendine iyi baaak.”

Telefonu yatağın üzerine atıp, içimde bir huzurla yastığın


yumuşaklığına bıraktım başımı...

Karmakarışık bir rüyadan uyandığımda saat dokuz buçuk-


tu. Telefonumu aldım Burcu’yu aradım. İlk çalışında açıldı.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 181

“Günaydın” dedim.
“Günaydın... Ben de seni arayacaktım” dedi Burcu. “On
bir uçağıyla gidiyoruz. Yarım saat sonra aşağıda ol.”
“Tamam.”
“Öptüm, görüşürüz.”

Duşun altına girip ılık suyun altında bir süre bekliyorum.


Kâbuslarla karışık bir rüya gördüğümü hatırlıyorum. Son bir-
kaç günü, şefkat, sevinç ve endişeyle geçirdiğin için gece öyle
karmakarışık şeyler gördün diyorum kendi kendime; hem
hani sen rüyalara falan inanmaz, sana rüya anlatanlara kıçın
açıkta kalmış derdin, ne oldu? İki kadın vardı, birinin yüzünü
bir türlü göremiyordum ama anneme benzetiyordum, diğeri-
nin yüzü bir Aslı oluyordu bir Burcu. Rüzgârda dalgın dalgın
salınan upuzun otların arasında yürüyordum. Kadınlardan
biri sağımda biri solumdaydı. Birbirleriyle küs müydüler yok-
sa onlar birbirini görmüyor muydu? Sonra o otların arasından
karanlık bir koridora dalıyordum. Karanlık koridor, onlarca
başka karanlık koridorlara açılıyordu. Bir yerlerden Elif’in in-
leyen sesini duyuyordum, baba bul beni lütfen, diye inliyor-
du. Anne, Aslı, Burcu... Lütfen yardım edin bana diye bağır-
mak istiyordum ama sesim çıkmıyordu.
Birkaç dakika içinde bu kadar çok şeyin zihnimden geç-
miş olmasına şaşırdım. “Kıçın açıkta kalmış” diye söylendim
kendi kendime.
Soğuk suyu açıp üşünceye kadar altında durdum.
Duştan çıkıp kurulandım, kirli giysilerimi poşete tıkalayıp
aşağı indim, otel parasını ödedikten sonra kahvaltı salonu-
na geçtim, kendime küçük bir tabak hazırlayıp masaya otur-
dum. Bir şeyler atıştırıp bardaktaki çayımın yarısını içmiştim
ki Burcu aradı ve kapıda olduğunu söyledi.
182 Derviş Şentekin

***
Otelin önüne çıktığımda arabanın yanında durmuş, siga-
rasını tüttürüyordu Burcu. Gözünde güneş gözlüğü vardı.
Açık mavi gömleği, kot pantolonu ve beyaz spor ayakkabıla-
rına yakışmıştı.
Beni görünce kocaman gülümsedi. Bordomsu bir rujla du-
daklarını daha da kalınlaştırmıştı. Gözlüğünü çıkarıp sigara-
sını attı, iki yanağımdan öptü.
Elimdeki poşeti göstererek sordu: “Ne var onda?”
“Kirliler, yıkarsın diye getirdim.”
“Çok komik” dedi.
“Biz sizin gibi değiliz ki” dedim “Siz iki gün kalacağınız
bir yere bile gitseniz iki valiz hazırlarsınız.”
“Kadınlar tedbirlidir” dedi. “Bagajda bir tane sırt çantası
olacaktı bak bakalım duruyor mu?”
Bagajı açtım, çantayı alıp poşettekileri doldurdum.
“Geç sen kullan” dedi.
“Ben Ankara’yı bilmem ki!”
“Araba biliyor” dedi hınzırca sırıtarak. “Sen tabelaları ta-
kip et o bizi götürür.”
“Çok komikmiş” dedim yalancıktan yüzümü buruştura-
rak.

Havalanına doğru yola çıktığımızda, “Ne yapıyoruz, pla-


nımız ne?” diye sordum Burcu’ya.
“Doktor biraz önce Diyarbakır’a indi. Peşinde adamları-
mız var, attığı her adımdan haberimiz olacak, merak etme”
dedi.
“Oğuz Abi’yle mi konuştun?” dedim.
Başıyla evet dedi. “Oğuz Abi’siz olur mu hiç? Akşam
senden önce onu aradım. Diyarbakır’da narkotikçi bir arka-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 183

daşı varmış: Hasan Başkomiser. Dokuz Hasan diyorlarmış.


Güvendiği biriymiş. Zaten Diyarbakır’a inince o karşılayacak
bizi. Oğuz Abi adamla konuşmuş, numaramı vermiş, adam
sabah aradı beni, adamı takibe aldıklarını, merak etmememi,
her şeyin yolunda olduğunu söyledi.”
Sözünü kestim. “Dokuz Hasan mı?” dedim. Daha önce hiç
duymamıştım bu ismi. “Oğuz Abi’yle on yıl birlikte çalıştık
ama bu ismi hiç duymadım” dedim.
“Oğuz Abi’nin söylediğine göre Hasan Başkomiser seni ta-
nımıyormuş zaten. Oğuz Abi de senin benimle birlikte İzmir’de
çalıştığını söylemiş. Siz çok da açıklama yapmayın akşam ben
gelince gerekli açıklamayı yaparım ona, dedi.” Şöyle kaçamak
bir bakış attı. “Benim yardımcım olduğunu unutma Mehmet
beeey.”
Güldüm. “Unutmam” dedim. “Oğuz Abi akşama nasıl ge-
lecekmiş ki?”
“Uçakla.”
“Uçak korkusu vardır onun. Onun korkusu yüzünden yıl-
larca her yere otobüslerle gittik biz.”
“Söyledi, söyledi” dedi Burcu. “Ben de uçağa binmek-
ten korkarım ama” dedi, Oğuz Abi’nin sesini taklit ederek.
“Havaalanında iki tek viski at ne korkun kalır ne de bir şey,
dedim ben de.”
“Haydi hayırlısı” dedim mırıldanarak. “Oğuz Abi, Doktor’u
neden takip ettiğimizi nasıl açıklamış Dokuz Hasan’a?” diye
sordum.
“Gerçeği söylemiş” dedi. “Sadece isim vermemiş. Beni de
birkaç kez tembihledi. Aman, dedi; Hasan sorunca o adamın
değil, onun çalıştığı şirketin ortaklarından birinin peşinde ol-
duğumuzu söyleyin.”
***
184 Derviş Şentekin

Burcu, Oğuz Abi’yle yaptığı konuşmanın ayrıntılarını an-


latırken ben de trafik levhalarını kaçırmamak için dikkatlice
yola baktım. Dokuz Hasan’ın sorabileceği soruları tek tek sı-
raladı ve onların yanıtlarını sanki adam şu an karşısındaymış
gibi verdi.
“Şu Hasan Başkomiser’e” dedim, “neden Dokuz Hasan
diyorlarmış?”
“Bilmem, Oğuz Abi’ye bir tek onu sormadım” dedi mera-
kımı pek de umursamayan Burcu. “Bu işte herkesin bir lakabı
vardır, biliyorsun.” Gülümseyerek yüzüme baktı. “Benim bile
bir lakabım var.”
“Neymiş?”
“Tahmin et bakalım.”
“Nasıl tahmin edeyim? Ne diyorlar?” Haince sırıtıyorum.
“Kötü bir şeydir eminim.” Vitesi tutan elime hafifçe vuruyor.
“Neymiş senin lakabın?”
“Boş ver” dedi sakince. “Bir gün İzmir’e geldiğinde öğre-
nirsin.”
12

“İstihbaratçılar kolay kolay emekli olamaz”

Havaalanında Hasan Başkomiser karşıladı bizi. Elli beş-


altmış yaşlarında olmalıydı. Gri takım elbisesi, beyaz gömleği
ve içinde ince siyah çizgilerin olduğu gri kravatla polisten çok
bir işadamını andırıyordu.
Önce Burcu’yla sonra benimle tokalaştı.
Kısa kesilmiş ama özenle taranmış kır saçları ve beyazla-
mış bıyıkları yüzüne sert bir ifade vermişti. Komiser oldukla-
rı gün hafif bir göbekle yaşamaya başlayan ama bu durumu
bir türlü kabul etmeyen, iki yıl sonraysa o göbeği artık önem-
semeden büyüten polislere pek benzemiyordu. Boyu benden
biraz uzundu, kamburunu çıkarmadan, dimdik yürüyordu.

Siyah arabanın yanında bekleyen uzun boylu, uzun saçlı


delikanlı bizi görünce gülümsedi.
“Muhsin” dedi Hasan Başkomiser, “yardımcım.”
Muhsin de Hasan Başkomiser gibi önce Burcu’yla sonra
benimle tokalaştı. “Hoş geldiniz” dedi. Açık yeşil tişörtünün
iyice ortaya çıkardığı vücuduyla bir mankene benziyordu.
Hem Hasan Başkomiser’i hem de Muhsin’i şu halleriyle çıkar
podyuma, yürüsünlerdi...
***
186 Derviş Şentekin

Muhsin direksiyona, ben yanına, Burcu’yla Hasan Başko-


miser arka koltuğa geçtiler.
“Önce bir yemek yiyelim, sonra otele yerleşirsiniz” dedi
Hasan Başkomiser.
“Olur” dedi Burcu. “Acıktım valla.”
“Nereye gidelim Muhsin?” diye sordu Hasan Başkomiser.
“On Gözlü bu saatte sakindir amirim” dedi Muhsin.
“Olur” dedi Hasan Başkomiser.
“Kaç yıldır buradasınız amirim?” diye merakla sordu
Burcu.
“Valla, normal takvim yılı olarak soruyorsan üç buçuk
oldu ama Diyarbakır yılı olarak soruyorsan üç yüz yıldır bu-
radaymışım gibi geliyor bana.”
Muhsin belli belirsiz gülümsedi.
“Neden” diye şaşırarak sordu Burcu. “Çok mu çalışıyor-
sunuz?”
“Mesele çok ya da az çalışmak değil” dedi. “Zamanın dur-
duğu bir yer burası. Kimi zaman, diyelim sabah kalktık, bir
ucundan diğer ucuna şehri dört dönüyoruz, kırk bin iş gö-
rüyoruz, hani İstanbul’da Ankara’da olsa o işleri üç günde
yaparsın burada bir bakıyoruz daha öğlen olmamış. Bak, ko-
luma saat bile takmıyorum artık.”

Burcu sordukça bazen sıkıntıyla bazen keyifle anlattı


Hasan Başkomiser. İlk geldiğinde biraz çekinmiş ama daha
ilk ayında Diyarbakır halkını çok sevmişti. İnsanların terör
belasından kurtulmasının onları nasıl mutlu ettiğini, artık
kimsenin savaş istemediğini, kendisinin buraya geldikten
sonra ölen teröriste de, şehit olan asker kadar üzülmeye baş-
ladığını, öldürülen her teröristin evine de ateşler düştüğünü,
kimi zaman bildiğimiz o yönetici diliyle kimi zaman daha
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 187

duygusal bir dille anlattı.


Doksanlarda birtakım uğursuzun buralarda yaşayanlara
neler çektirdiği dilimin ucuna kadar geldi ama sustum...
Burcu bir ara, ‘şu bizim adam’ diyerek Doktor’u sorunca,
hiç merak etmememizi, peşinde bir adamının olduğunu söy-
ledi Hasan Başkomiser, Muhsin’e de onaylatarak.

On Gözlü Köprü’yü yukarıdan gören lokantanın bahçesin-


deki beyaz örtülü masalardan birine oturduk. Tepemizdeki
ağacın yaprakları yalandan hışırdasa da en ufak bir esinti bile
yoktu.
Güneş bir şehri bu kadar ısıtamazdı, bir yerlerde görün-
mez ve çok büyük bir ısıtıcı vardı ve o ısıtıcı açık kalmış gi-
biydi. Yıllar önce iki kez daha gelmiştim Diyarbakır’a ama bu
kadar sıcak mıydı hatırlayamadım.
Hasan Başkomiser ceketini çıkarıp sandalyesinin arkalığı-
na koymuş, kravatını gevşetmişti.
Lokantanın bahçesinden girer girmez bizi karşılayan üç
adam, birkaç dakika içinde masayı donatmışlardı.
“İkişer kadeh öğlen rakısı içer miyiz?” diye sordu Hasan
Başkomiser.
“Benim için erken, istemem” dedi Burcu ve bana döndü.
“Yok” dedim, “soğuk ayran iyi geldi.”
Hasan Başkomiser, Muhsin’e döndü. “Ne dersin evlat?”
diye sordu.
“Buz gibi birer bira içelim derim abi” dedi Muhsin. Önce
bana sonra Burcu’ya baktı. “Amirim siz de birer bira için, hem
yiyeceğimiz kebabı sindirmeye de faydası olur.”
“Tamam o zaman, madem öyle diyorsunuz” dedi yumu-
şak bir sesle Burcu, “ben de bir bira içeyim.” Bana baktı.
“Ayranda ısrar ediyorum, size afiyet olsun” dedim. “Çok
188 Derviş Şentekin

sıcak, şimdi bir de bira içersem uyuyup kalırım şuracıkta.”


“Bu da sıcak mı” dedi Muhsin. “Daha haziranın başında-
yız, bunun temmuzu var, ağustosu var. Öyle sıcaklar oluyor
ki insan sokağa çıkmak istemiyor.”
“Sen kaç yıldır buradasın?” diye sordu Burcu.
“Ben, normal takvimle de Diyarbakır takvimiyle de bir yıl-
dır buradayım” dedi Muhsin gülerek.
“Göreceğiz” dedi Hasan Başkomiser Muhsin’e dönerek,
“seni de göreceğiz. Hele bir de benim yaşıma gel, o zaman
görürüm ben seni.”

Kebaplarımızı yemeye başladığımızda Muhsin birkaç kez


telefonuna gelen mesajlara baktı; yağlı parmaklarını telefo-
nun ekranına değdirmemeye dikkat ederek serçeparmağıyla
dokunuyordu.
Bir ara sessizlik olunca birasından bir yudum aldı Muhsin,
sonra da Burcu’ya baktı.
“Şu sizin eleman” dedi eliyle telefonunu işaret ederek,
“Kuşlukbağı Köyü yakınlarında bir eve gitmiş.”
“Kuşlukbağı mı?” diye sordu Hasan Başkomiser.
“Bitlis yolu üzerinde amirim” diye yanıtladı Muhsin.
“Karaçalı’yı geçtikten sonra.”
Hasan Başkomiser peçeteyle ellerini iyice kuruladıktan
sonra dirseklerini masaya dayadı ve Burcu’nun gözlerine
baktı. “Şu Kenan Taşkıran” dedi sakince, “GBT’sine baktır-
dım, öyle pek de karanlık işler çeviren bir adama benzemiyor.
Madeni yağlar satan bir firmada çalışan biri. İlkgençliğinde
itlikleri olmuş; birini bıçakla yaralamış ve beş ay hapis yat-
mış. Hapishaneden çıkınca da belediyelere iş yapan bir taşe-
ron şirketin elemanı olarak önce Kayseri’ye sonra da Elazığ’a
gitmiş. Neden peşindeyiz, anlamadım.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 189

“Bizim peşinde olduğumuz adam, bu Kenan Taşkıran’ın


çalıştığı şirketin ortaklarından biri, adı Mehmet Faruk
Çermikli. Adam İstanbul’da bir cinayet işlemiş ve ortadan
kaybolmuş. Oğuz Abi’nin kıramayacağı biri de, şu olayı bir
de sen araştır deyince başkomiserim de bizi aradı. Bizim yap-
tığımız araştırmanın sonucunda da” dedi ve sustu. Muhsin’in
ve benim yüzüme baktıktan sonra Hasan Başkomiser’e dön-
dü, “şimdi buradayız. Mehmet Faruk denilen adamın bura-
larda olabileceğini düşünüyoruz.”
“Sakın yanlış anlaşılmasın çocuklar” dedi Hasan Başko-
miser. “Oğuz Abi’min ricası benim için emirdir. Niyetim
ne olup bittiğini sorgulamak da değil. Biz narkotikçiyiz ya,
Diyarbakır istihbaratından birilerinin kulağına gider mider,
başımıza dert almayalım diye soruyorum.”
Burcu dirseklerini masaya dayayıp Hasan Başkomiser’e
doğru eğildi. “Valla, Oğuz Abi’nin özel işi gibi bir şey” dedi.
“Aman” dedi Hasan Başkomiser, Muhsin’e dikkatlice
bakarak, “komiserimin anlattıklarını duydun değil mi? Bu,
Oğuz Abi’nin özel işi olduğu için gözümüzü dört açmalıyız.
Engin’e de söyle, işi sıkı tutsunlar. Gözden kaybettik, bizi
atlattı falan anlamam ben.” Burcu’ya döndü. “Oğuz Abi yer
beni sonra.”
“Siz Oğuz Abi’yle çalıştınız mı?” diye sordu Burcu, birlik-
te çalışmadıklarını bilmiyormuş gibi.
Başını hayır anlamında yukarı kaldırdı. “Yok, yok. Birlikte
çalışmadık.” Şöyle bir düşündü, “On dört-on beş sene öncey-
di galiba, belki daha fazla. Dört ay falan neredeyse haftada bir
görüşüyorduk. Ankara’ya tayin olmuştuk. Benim eşimle onun
rahmetli eşi ahbaptı esas olarak. Benim eşim de öğretmendi,
aynı okuldaydılar. Sonra da biz tanıştık. Güzel adamdır. Hem
işini iyi yapar, hem insanlığı iyidir. Birlikte çok kalamadık,
190 Derviş Şentekin

onların tayini çıktı, bir süre telefon melefon, sonra da birbiri-


mizi unuttuk gitti.” Bardağındaki birayı hafifçe yudumladı.
“Yıllar içinde de birbirimize işimiz düştükçe telefonlaştık, her
seferinde buluşalım deyip durduk ama kısmet işte... En son
eşinin hastalanıp öldüğünü duyduk, başsağlığı için aradık.
Eşi onun her şeyiydi, onu kaybedince de emekli oldu.” Önce
bana, sonra Burcu’ya baktı. “İstihbaratçılar kolay kolay emek-
li olamazlar” dedi bıyık altından gülerek. “Baksanıza, Oğuz
iki yıl önce emekli oldu ama hâlâ adam kovalıyor.” Keyifli bir
kahkaha attı. “Siz nereden buldunuz Oğuz’u?” diye sordu.
“Biz, birkaç yıldan beri tanışıyoruz” dedi Burcu. “Ne za-
man başımız sıkışsa ona koşuyorduk ama o da emekli olup
Bursa’ya yerleşti, biliyorsunuzdur.”
“Söyledi, söyledi” dedi, mutlu bir şekilde. “Şeftali bahçesi
almış. En iyisini yapmış valla.”
“Sen de emekli olunca gidip Samsun’a yerleşirsin” dedi
Muhsin keyifle.

“Uzun süredir böyle lezzetli kebap yememiştim” dedim


kahvelerimizi yudumlarken.
“Ben de “ dedi Burcu. “Sizi de böyle esir ettik ama amirim
kusurumuza bakmayın artık.”
“Rica ederim kızım” dedi nazikçe Hasan Başkomiser.
“Başımızın üstünde yeriniz var.” Kahvesinden bir yudum
aldı. “Planınız ne, şu sizin adamı alalım mı, ne yapalım.”
Burcu bana bakınca Hasan Başkomiser’e benim yanıt ver-
mem gerektiğini anladım.
“Akşam Oğuz Abi de bir gelsin, o zaman bakarız amirim,
onun vardır bir planı” dedim sakince. “Ama eğer çok özel bir
şey olursa da haberleşiriz.”
“Otelde neden yer ayırttınız ki?” dedi Hasan Başkomiser,
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 191

“bizim misafirhanede kalsaydınız ya.”


Hasan Başkomiser soruyu bana sormuştu ama Burcu ara-
ya girdi.
“Mehmet de söylemişti ama ben istemedim amirim” dedi
güler yüzle. “Şurada kalacağımız bir-iki gece onu da rahat
geçirelim. Yıllardır gittiğimiz her yerde misafirhanelerde ka-
lıyoruz zaten, hiç değilse burada kalmayalım, dedim.”
“Siz bilirsiniz” dedi Hasan Başkomiser.
“Siz bizi şimdi otele bırakın, biz biraz dinlenip sonra şehri
turlarız, akşam da Oğuz Abi geldiğinde işiniz yoksa buluşu-
ruz” dedi Burcu.
“Biz Oğuz’u havaalanından alıp sonra da sizi ararız” dedi
Hasan Başkomiser.
11

“Gidip şu Doktor’u alsak mı?” diye sordum Burcu’ya

Otelin önüne geldiğimizde Hasan Başkomiser, eğer istersek


bize bir araba ayarlayabileceğini söyledi. Arabalık bir işimizin
olmadığını, havanın çok sıcak olduğunu, akşamüzeri şehri
şöyle bir turlayıp, çay kahve içeceğimizi söyledi Burcu.
Kayıt işlemlerimizi yaptırdıktan sonra, genç bir otel gö-
revlisi, Burcu’nun valizini aldı, asansörle dördüncü kata çık-
tık. Odalarımız yan yanaydı. Görevli çocuk önce Burcu’nun
kapısını sonra benim kapımı açtı. Yeleğinin cebine yirmi lira
sıkıştırdım, gülerek teşekkür edip gitti...
Odalarımızın kapısında öylece birbirimize bakarak dur-
duk bir süre.
“Oğuz Abi’ye oda ayarladık mı?” diye sordum.
“Onun odası birinci katta” dedi Burcu. Odaya girmek için
bir adım attı, durup bana baktı. “Uyumayacaksın değil mi?”
diye alay ederek sordu.
“Benim işim belli olmaz” dedim.
“Baak” dedi kızarak.
“Yok be, ne uyuması” dedim. “Benim aklım şu Doktor pe-
zevenginde. Şu çantaları bırakıp çıkalım.”
“Ben bir duş alıp, şu üzerimdekileri değiştireyim o za-
man” dedi.
“Tamam, ben aşağıda beklerim seni.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 193

Odalarımıza girdik.

Otelin lobisine indim, üzerinde bir deste gazetenin durdu-


ğu sehpanın yanındaki koltuğa oturup gazetelerden birini al-
dım. Az önce bizi odalarımıza çıkaran delikanlı tepemde bitti.
“Bir emriniz var mı efendim?” dedi kibarca.
“Demli bir çayla bir de soğuk su isterim” dedim.
Gazetelerin sayfalarını karıştırırken Cengiz geldi aklıma.
Şimdi şurada olsa, hayrola ne arıyorsun o sayfaların arasında,
diye dalgasını geçerdi. Nerdeyse iki yıldan beri gazete satın
almadığını söylemişti bir keresinde. Artık her şeyin internete
kaydığını, yakında gazetelerin biteceğini söyleyip duruyor-
du.
Telefonumu çıkarıp numarasını tuşladım.
Dördüncü çalışta açıldı telefon.
“Efendim” dedi.
“Efendiler nikâhını kıysın” dedim. “N’apıyorsun oğlum?
Açmayacaksın sandım.”
“Numarayı tanımadım ki. Sende de numara bol şu sıralar.
Ne oldu yerleştin mi Muğla’ya?” dedi.
“Yeni numaram bu, kaydet” dedim. Aslı’dan haber alıp al-
madığını merak ettim. “Konuşmadın mı Aslı’yla?”
“Hayır, konuşmadım” dedi. “Sen gittiğinden beri ne o ara-
dı ne de ben. Öküz öldü ortaklık bitti. Buradaki öküz sen olu-
yorsun.” Bir kahkaha patlattı.
Delikanlı sehpanın üzerine önce çay bardağını, sonra su
şişesini, yanına da bir bardak indirip gitti. Elimle teşekkür et-
tim.
“Sen hiç ciddi olamaz mısın?” dedim.
“Bana bak oğlum” dedi.
“Baktım.”
194 Derviş Şentekin

“Ev falan alacaksan şu senin parayı göndereyim.”


“Ne acelen var oğlum, gönderirsin” dedim. “Hem o para-
nın yarısı senin.”
“O paranın yarısını falan istemediğimi sana daha önce de
söylemiştim” dedi. “İkincisi de bana bir daha oğlum deme,
babam kızıyor.”
“Babana selam söyle, bir daha sana oğlum demem.”
Güldü. “Cidden, nerdesin?”
“Uzun hikâye” dedim, “telefonda anlatamam. Haftaya
bir-iki günlüğüne İstanbul’a geleceğim, Kırk Bir’e uğradığım-
da hepsini anlatırım. Neler oldu neler.”
“Bak şimdi” dedi, “iyice meraklandırdın beni.”
“Her şey yolunda mı?”
“Yolunda, yolunda. Neler oldu? İpucu ver bari.”
Oğuz Abi’yle birlikte Bekir Tunç’un peşine düştük demek
geçti aklımdan bir an ama vazgeçtim. “Ararım seni” dedim.
“Kendine iyi bak.”
“Olur” dedi. “Şu parayı Aslı’nın hesabına yatırıyorum o
zaman. Siz ne halt ederseniz edin artık. Şşş, bana bak aradın
mı Aslı’yı?”
“Aradım.”
“Ee, sonuç?”
“Öpüyorum seni Cengiz’im. Kendine iyi bak” dedim kız-
mış gibi yaparak.
“Sen de kendine iyi bak.”
Telefonu kapatıp ekrandaki saate baktım...

Bir süre daha gazeteleri karıştırdım, birkaç köşe yazarını


ne yazmış diye okudum, memlekette her şeyin yolunda ol-
duğunu söyleyip durmuşlardı. Hükümet ülkeyi ekonomik
olarak iyiye doğru götürüyordu, biraz da şu Avrupa Birliği
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 195

işine yoğunlaşsalardı her şey daha da iyi olacaktı geyiklerin-


den başka bir şey yoktu...

“Ben hazırım.”
Sesin geldiği tarafa baktım.
Burcu’yu görür görmez kendimi daha iyi hissettiğimi fark
ettim.
Elindeki sırt çantasını yanımdaki koltuğun üzerine bırakıp
karşımdaki koltuğa oturdu. Beyaz tişört, siyah kottu bu kez.
Makyaj yapmamıştı.
Sehpadaki şişeyi alıp bardağa su doldurdu, içti.
“Çıkalım mı?” dedi.
“Olur.”
“Önden buyur.”
Kapıya doğru yürürken “O çantayı neden aldın ki?” de-
dim.
“Makyaj malzemelerim, lazım olabilir diye pedlerim,
n’olur n’olmaz diye yedek bir tişört, bilgisayarım var çantam-
da” dedi. “Bir de silahımı attım çantama, senin gibi belimde
taşıyamazdım ya.”
Elimi belime attım. “Çok mu belli oluyor?”
“Evet.”
“E, o zaman bunu da atalım çantaya” dedim... Çantayı
açtı, silahımı bıraktım. “Nereye gidiyoruz?”
“Sülüklü Han diye bir yer varmış. Hem çok serin oluyor-
muş hem de şarapları nefismiş.”
Otelin bahçesinden çıkıp yol kenarında taksi beklerken
“Gidip şu Doktor’u alsak mı?” diye sordum Burcu’ya.
“Benim de aklımdan geçti, onun için odadayken Oğuz
Abi’yi aradım.”
“Ne dedi?”
196 Derviş Şentekin

“Beklememizi söyledi. Ben ısrar edince de, diyelim ki


adam Bekir’in İstanbul’da olduğunu söyledi, şu adreste şu
evde dedi, ne yapacaksınız ki, Hasanlar, o dangalağın oralar-
da ne işler çevirdiğini bir öğrensin bakalım, dedi Oğuz Abi.
Bence haklı da.”

Ulu Camii’nin önünde taksiden indik.


Tepedeki yakıcı güneşten kaçmak için dükkânların olduğu
birkaç katlı binaların gölgesine sığındık.
Etraftaki insanların hemen hepsinin yüzünde neredeyse
aynı ifade vardı: Gülmeyi unutmuşluk.
Sülüklü Han’ı sorduğumuz yaşlı amca, yarım yamalak
Türkçesiyle yolu tarif etti.

Hüzünlü insanların, hüzünlü mekânların, hüzünlü bir ha-


yatın başkentiydi Diyarbakır.
10

Aheste aheste şarkılar mırıldanıyordu


Müzeyyen Senar

Şehrin dışındaki bir lokantanın serin bahçesindeki ağaçla-


rın dallarının arasından aheste aheste şarkılar mırıldanıyordu
Müzeyyen Senar.
Bahçede altı masa daha vardı. Üst düzey devlet memur-
larının ve kalburüstü işadamlarının aileleriyle yemek yediği
bir yerdi.
“Bu gece, Oğuz Abi’mle benim yıllar sonra buluşmamızın
şerefinedir gençler” diye açıklamıştı Hasan Başkomiser. “Sanat
müziği çalarlar, serindir, mezeleri de birbirinden lezzetlidir bu-
ranın.”
Oğuz Abi masanın başına oturmuştu. Hasan Başkomiser’le
ben, Burcu’yla da Muhsin karşılıklı oturmuştuk.
Oğuz Abi’yle ilk karşılaştığımız an, Doktor’u alıp konuş-
turmayı önermiştim ama o beklememizi söylemişti.
Doktor, Hasan Başkomiser’in adamları tarafından takipteydi
hâlâ.
Takip işini öğleden sonra Mahmut devralmıştı, iki saat
önce de yeniden Engin’e bırakmıştı. Mahmut ve Engin’e
ne kadar güvenebileceğimizi şüpheyle sormuştum Hasan
Başkomiser’e, her ikisine de en az Muhsin kadar güvendiğini
söylemişti.
Doktor, Kuşlukbağı Köyü yakınlarındaki evde akşama
198 Derviş Şentekin

kadar kalmış sonra da şehre dönüp bir otele yerleşmişti; şu an


Altın Kale Oteli’nin 642 nolu odasındaydı.

“Haydi bakalım” dedi Hasan Başkomiser, elindeki rakı


bardağını havaya kaldırarak. “Oğuz Abi’nin şerefine içelim.”
Bardakları tokuşturduk.

Sohbet sohbeti açıyor, eski anılar daha yakın olanlara ka-


rışıyor oradan tekrar çok eskilere gidiyor ama ben bir türlü
ne anlatılanları doğru düzgün dinleyebiliyor ne de içebiliyor-
dum. Masanın üzerinde neredeyse boşluk kalmayacak kadar
yan yana dizilmiş mezelerden ya bir kaşık almıştım ya iki.
İçimde bir huzursuzlukla öylece oturuyordum.
Burcu’yla birlikte birkaç saatlik şehir turumuzda da ka-
famda aynı soruyla gezip durmuş, içim içimi yemişti.

Bir süre sonra Burcu huzursuzluğumu ve nedenini fark


etmiş olacak ki lafı Doktor’a getirdi ve “Kuşlukbağı yakınla-
rındaki ev araştırıldı mı acaba?” diye sordu.
“Araştırdık komiserim” dedi Muhsin ve hafifçe eğilip yer-
den çantasını aldı, fermuarını açtı. Küçük bir fotoğraf maki-
nesi çıkarmıştı çantadan. Birkaç düğmeye bastıktan sonra fo-
toğraf makinesini Burcu’ya uzattı. “Ev, bu.”
Burcu makineyi aldı, benim de görebilmem için ortamıza
bıraktı. Kocaman bir bahçenin içinde, ilk bakışta tamamlan-
mamış hissi veren, yarım çatısı olan bir evdi. Daha dikkatli
bakınca, binanın yan tarafındaki bir merdivenle teras benzeri
bir yere çıkıldığı için çatının yarım yapıldığı anlaşılıyordu.
“Adamımız havaalanından kiraladığı arabayla doğrudan
bu eve gelmiş. Havaalanında arabaya iki valizle binmiş, otele
de aynı valizlerle dönmüş.”
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 199

“Evin sahibi kimmiş, öğrenebildik mi?” diye sordum.


“Diyarbakır merkezli bir nakliyat şirketinin malı olarak
görünüyor” dedi Muhsin. “Ev, iki köy arasında bir yere yapıl-
dığı için daha ayrıntılı bilgi edinemedik. Birkaç kilometre ile-
ride bir benzinlik var, oradakilerin söylediğine göre de kam-
yoncuların konakladığı bir yermiş. Bahçenin sol tarafındaki
boşluğa kamyonları park ediyorlarmış.”
Hem Hasan Başkomiser hem de Oğuz Abi dikkatle dinle-
diler Muhsin’in anlattıklarını.
“Sen ne dersin Dokuz, gidip alsalar mı şu herifi?” diye sor-
du Oğuz Abi, Hasan Başkomiser’e bakarak.
Ellerini yavaşça iki yanına açtı Hasan Başkomiser. “Ben
ne diyeyim Oğuz Abi, sen nasıl emredersen öyle yapalım.
İstersen bizim çocuklar hemen şimdi tutup kulağından getir-
sinler size.”
Oğuz Abi, ne yapalım der gibi Burcu’ya ve bana baktı.
“Şöyle yapalım” dedim, “buradan kalkınca Burcu
Komiserim’le odasına gidip bir konuşalım, sonrasında da
Muhsin Komiserim’le konuşuruz.” Muhsin’e baktım. “Senin
için de uygun olur mu komiserim?” diye sordum.
“Problem yok” dedi Muhsin gururlanarak.

Kafamdaki soruların yanıtını bulunca rahatlamıştım. O ra-


hatlıkla iki kadeh daha içtim.
Gece yarısına doğru masadan kalktığımızda Burcu,
Müzeyyen Senar’ın söylediği şarkıya mırıldanarak eşlik edin-
ce Hasan Başkomiser çok mutlu oldu.
“Sizin gibi gençlerin bu şarkıları bilmesi beni çok mutlu
ediyor güzel kızım” dedi mutlulukla.

Lokantadan çıkıp arabalarımıza doğru ilerlerken, “Amirim


200 Derviş Şentekin

sen istersen doğrudan eve git, ben misafirlerimizi otele bırakı-


rım” dedi Muhsin.
“Bravo Muhsin” dedi Oğuz Abi, “çok iyi düşündün.”
“Olur mu canım” diye söylendi Hasan Başkomiser.
“Olur, olur. Olmayacak nesi varmış” diye karşı çıktı Oğuz
Abi.

Otelimize geldiğimizde Oğuz Abi, bana ve Burcu’ya tem-


bihlerde bulunup odasına çıktı.

“İsterseniz Engin’i evine gönderip ben de sizinle geleyim”


dedi Muhsin.
“Hiç gerek yok komiserim” dedim elimi omzuna koyarak.
“Biz çıkıp yukarıda beş dakika bir hazırlık yapalım, siz Altın
Kale Oteli’ne geçin ve bizi orada bekleyin. İşimiz bitince sizi
ararız.”
“Peki, siz bilirsiniz. Engin’le birlikte otelin barında oturu-
ruz” dedi Muhsin sakince.

Asansörün aynasında saçlarını düzelten Burcu’yla göz


göze geldik.
“Bir planın var mı?” dedi aynadan gözlerimin içine baka-
rak.
Başımı salladım.
9

“Sen” dedi kekeleyerek. “Ölmedin mi?”

Altın Kale Oteli’nin altıncı katında 642 numaralı kapının


önündeydik.
Burcu kapıyı zarifçe tıklatıp bir süre bekledi. İçeriden ses
gelmeyince aynı zariflikte bir kez daha tıklattı.
Biraz bekledik, dönüp bana baktı. Bu, hazır ol, demekti.
Yüzündeki ağır makyajıyla az sonra sahneye çıkacak bir as-
solist havasındaydı.
Kapının arkasından “Kim o?” diye bağıran sesi tanımış-
tım. Doktor’un sesiydi.
Sesi duyar duymaz sırtımı duvara yaslayıp elimdeki sila-
hın emniyetini açtım.
“Benim” diye seslendi Burcu.
Doktor’un kapı merceğinden bakacağını düşündüğünden
olacak bir adım geri çekildi ve göğüslerini daha da ortaya çı-
karabilmek için sarı tişörtünü aşağı doğru çekiştirdi.
Eliyle, kımıldama der gibi bir hareket yaptı; sırtımı daya-
dığım duvara yapışmış, sadece şakaklarımdaki küt küt sesi
duyuyordum.
Kapı açıldı. “Buyrun” dedi Doktor kibar olmaya çalışan
bir sesle.
“Oda arkadaşı lazım mı?” dedi Burcu.
“Kaç para?” dedi ayı, sesinde belli belirsiz keyifle.
202 Derviş Şentekin

“Odada yalnız mısın başka kimse var mı?”


“Yalnızım” dedi ayı safça. “Kaç para?” Sesine hafif bir neşe
gelmiş gibiydi.
“Yalnızca beni istersen saati yüz lira, yok arkadaşımı da
istersen fiyat biraz artar” dedi bana bakarak.
İşareti anlayıp, silahımın kabzasını iki elimle tutup bir
adımda kapının önüne dikildim ve Doktor’un şaşkınlıktan
kocaman açılmış gözlerinin arasına namluyu dayayıp onu
içeri doğru ittirdim. Elleri kendiliğinden havaya kalktı, kor-
kak adımlarla geri geri yürüdü. Üzerinde salaş bir tişört ve
kareli bir şort vardı.
Arkamızda kalan Burcu kapıyı kapattı.
Odayı ağır bir sigara kokusu kaplamıştı.
Korku dolu gözlerle yüzüme dikkatlice baktı.
Tanıyamadığını anladım.
“Unuttun mu beni?” dedim.
“Biriyle karıştırdınız galiba” dedi sesi eriyerek.
“Yanında diğer üç ayı olmayınca ben de seni tanıyamaya-
cağımı düşünmüştüm ama hiç de karıştırdığımız falan yok.
Sen şu meşhur Doktor değil misin?” dedim dalga geçerek.
“Öteki ayılar nerede?”
Korku dolu gözleriyle şöyle bir süzdü beni. “Sen” dedi ke-
keleyerek. “Öl... ölmedin mi?”
“Hortladım” dedim sakince.
Ne yapacağını şaşırmıştı. Beni karşısında görmek, alnına
dayadığım silahtan daha çok korkutmuştu onu.
Gözucuyla odayı şöyle bir taradım. Dağınık duran yata-
ğın ayakucuna atılmış silahı fark ettim. Kapıyı açmadan önce
silahını alıp mercekten öyle baktığını, Burcu’yu görünce de
silahı yatağın üzerine fırlattığını anladım.
Burcu’ya silahı işaret ettim, usulca alıp temkinli adımlarla
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 203

banyoya yürüdü. Açık duran kapıdan içeriye bakıp başını sal-


ladı. Demek odada Doktor’umuzdan başka kimseler yoktu.
Ayıcık doğru söylüyordu.
“Korkma” dedim alaycı bir sesle. “Hortlak falan değilim.
Benim derim biraz kalın olduğu için patronunuzun sıktığı
kurşunlar öldüremedi beni.”
Ne diyeceğini bilemiyordu. Nefesi hızlanmıştı.
O küçük odada bana yaptıkları aklıma gelince silahın kab-
zasıyla ağzının üstüne vurdum. Beklemiyordu. Koca cüsse-
siyle yere yıkıldı.
“Heeey” diye bağırdı Burcu. Ellerini iki yana açtı. “Ne ya-
pıyorsun?”
“Bir şey yaptığım yok” dedim yerde yatan ayının korku
dolu gözlerine bakarak. “Arkadaşı ameliyata hazırlıyorum.”
“Ne ameliyatıymış be?” dedi Burcu.
Doktor’un tepesine dikilip silahı kafasına dayadım. Üst
dudağı patlamış, burnu kanıyordu.
“O biliyor ne ameliyatı olduğunu” dedim. Titreyen elini
burnunun ve ağzının üzerine bastırdı. Parmakları kan için-
de kalmıştı. “Korkma bir şey olmamış, sadece dudağın azıcık
patlamış.” Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi. “Çok acı
çekmeyeceksin, tek kurşunda beynin şu halının üzerine dağı-
lacak. Doğrudan cennete gideceksin” dedim yüzümde ciddi
bir ifadeyle.
Burcu ne yapacağımı merak ediyordu. Bir kedi gibi yürü-
yüp camın önündeki koltuğa oturdu.
“Ne istiyorsunuz?” dedi Doktor. Korkudan sesi çatallaş-
mıştı. Yutkundu. Acı dolu gözlerle yüzüme baktı.
“Hiçbir şey” dedim. “Ne isteyeceğiz ki. Seni öldürmeye
geldik. Sanırım birkaç dakika içinde sen gebermiş olacaksın,
biz de şu kapıdan çıkıp gideceğiz.” Yatağa doğru yürüyüp
204 Derviş Şentekin

yastıklardan birini aldım ve ayının tepesine dikildim. “Üze-


rime kan sıçramasını istemiyorum da” dedim. Burcu’ya bak-
tım. Kollarını göğsünde kavuşturmuş bütün ciddiyetiyle beni
izliyordu. “Bak Doktor, ne isterdim biliyor musun?” dedim.
Gözlerini kırpıştırdı. Çenesinden sızan kan tişörtüne bulaş-
mıştı. “Hani senin yanında üç ayı daha vardı ya, onların da
burada olup sana yapacaklarımı izlemelerini çok isterdim.”
“Ne istiyorsunuz?” dedi. Bu kez yalvaran bir sesle sor-
muştu ne istediğimizi.
“Nicholai Hel’i hatırlıyor musun?” dedim elimdeki yas-
tığı göbeğinin üzerine atarak. “İnanmıyorum... Unuttun mu
yoksa Nicholai Hel’i?” Altına işeyip işemediğini kontrol et-
tim. İşememişti. “Nicholai Hel çok selam söyledi sana. Onun
selamını getirdim. Biliyorsun, kendisi benim patronum olur.
Sizinki gibi dandik ve dangalak biri de değil. Benim patro-
num dedi ki: Git Doktor’u bul, önce selamımı söyle sonra da
Diyarbakır’a niye gitmiş bir öğren bakalım. Eğer Diyarbakır’a
niye gittiğini söylerse bırak gitsin, yok eğer söylemezse kafa-
sına bir kurşun sık ve gel. Tercih senin. Süren başladı, tam bir
dakikan var... Anlat.”
“Diyarbakır’a bir iş için geldim” dedi tıslayarak.
Kafasına hafif bir tokat attım. “Siktirme lan belanı” dedim
dişlerimi sıkarak. “Buraya ne bok yemeye geldiğini biliyo-
ruz. İş miş deyip bana maval okuma. Bak süren azalıyor, son
kırk saniye. Yemin ederim şakam yok kafana sıkıp giderim.
Nicholai Hel sorunca da, konuşmadı ben de geberttim peze-
vengi derim. Haydi, hızlı.”
“Buradan İskenderun’a iki kamyon pamuk gidecek.”
“İskenderun’dan da gemiye mi?”
“Ben işte o pamuk kamyonları için geldim.”
“Aferin” dedim gülümseyerek. “Bak ne güzel anlaşıyo-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 205

ruz.” Burcu’ya döndüm. “Komiserim benim işim bitti, sizin


soracağınız bir şey var mı?” dedim. Ne yapacağımı merak
ediyordu Burcu. “Peki o halde, sizin soracağınız bir şey yok-
sa gidelim.” Ayının göbeğinin üzerinde duran yastığı alıp
yatağın üzerine fırlattım. Silahımı belime koydum. “Mehmet
Faruk Çermikli buralarda mı?” dedim sakince. “Bırak şimdi
pamuğu falan.”
Anlamsız gözlerle baktı yüzüme.
“Ne bakıyorsun lan geri zekâlı” dedim bağırarak.
“Hepinizin telefonları dinleniyor. Ne bok yediğinizi bili-
yoruz, attığınız her adımdan bütün emniyetin haberi var.
Burada mı, değil mi?”
“Nerede olduğunu bilmiyorum” dedi
Burcu yine bir kedi sakinliğiyle kalktı yerinden ve gelip
ayının tepesine dikildi.
“Benim çok uykum var. Sık kafasına gidelim” dedi. “Sonra
da cesedini götürüp bir yerlere atarız. Kim hesap soracak ki
bizden. Hem bu dangalak hiçbir şey bilmiyor. Bir de bizi
kandırmaya çalışıyor, yok pamukmuş da yok kamyonmuş.
Patronunun nerede olduğunu bilmeyen adamdan kime ne
yarar gelir ki, haydi sık kafasına gidelim.” Bunu öyle inandı-
rıcı söylemişti ki, şaşırarak yüzüne baktım. “Haydi, ne duru-
yorsun?” dedi sertçe.
Silahımı tekrar Doktor’un kafasına dayadım.
“Bak” dedim, “kısa soru kısa yanıt. Mehmet Faruk
Çermikli nerede? Süren azalıyor. On, dokuz, sekiz...”
“Dur!” diye inledi. Mehmet Faruk Mardin’de...”
“Yedi, altı, beş...”
“Yemin ederim Mardin’de” dedi. “Yarın gece buraya ge-
lecek.”
“Şu Kuşlukbağı Köyü yakınlarındaki eve mi?”
206 Derviş Şentekin

Kafasına dayadığım silahtan daha çok korkutmuştu son


cümlem. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibiydi.
“Havaalanında kiraladığın arabayla doğrudan oraya git-
tiğini akşama kadar orada kaldığını sonra otele döndüğünü
bilmiyor muyuz lan” dedi Burcu sertçe.
“Haydi Kenan kardeş, yorma bizi” dedim. “Bizim senin-
le bir derdimiz yok. Bizim derdimiz senin patronunla. Onun
için çember daraldı. Görüyorsun yediğiniz her bir halttan
haberimiz var. Ya bizimle işbirliği yaparsın ya da Mehmet
Faruk’la birlikte sen de eşek cennetini boylarsın.” Burcu’ya
baktım. “Kardeşimiz sanırım bizimle işbirliği yapmak istiyor
komiserim” dedim.
“Kendisi bilir” dedi Burcu.
“Tamam” dedi Doktor. “Her şeyi anlatacağım.”

Burcu’yla birlikte çapraz sorguya aldık. Birkaç dakika için-


de her şeyi tüm ayrıntısıyla anlatmıştı.

Muhsin’e haber vermesi için Burcu’ya işaret ettim.


“Anlattığın her şeye inanıyorum. Onun için de yarın gece
saat on bire kadar misafir edeceğiz seni. Fakat, bize numara
yapıyorsan da vay o zaman haline” dedim elimdeki silahı yü-
züne doğru sallayarak.
8

“Bu gece pamuk dolu bir kamyon bu eve gelecek,


uyuşturucuyu alıp yoluna devam edecek öyle mi?”

Bu saatte uyuyor olabileceğini düşünerek, uyanınca beni


araması için Muhsin’e mesaj gönderip silahımı Burcu’nun
verdiği siyah çantaya atıp odadan çıktım.
Asansöre binmiştim ki telefonum çaldı. Muhsin’di.
“Günaydın” dedi keyifli bir sesle. “Bu saatte uyumak olur
mu hiç? Saat sekizden beri görevimizin başındayız.”
“Günaydın... Kahvaltı ettin mi?” dedim.
“Ettim, ettim. Hayırdır abi?”
“Şu Kuşlukbağı’ndaki evi bir de biz görelim” dedim.
“İkimiz.”
“Gelip seni alırım. Oraya gelmem yarım saat sürer ama”
dedi ve durdu. “Amirime haber vereyim mi?” diye kuşkuyla
sordu.
“Verelim, verelim. Sadece bir keşif gezisi yapacağız” de-
dim onu rahatlatmak ve Hasan Başkomiser’e açıklama yap-
ması için. “Şöyle evin etrafında bir tur atacağız, arabadan in-
meyiz bile.”
“Tamamdır, görüşürüz abi” deyip telefonu kapattı.

Kahvaltı salonuna girdiğimde, takım elbiseli kravatlı, te-


miz traşlı kırk-elli kişilik bir grubun karınca gibi ellerindeki
tabakları doldurarak masalara yiyecek taşıdıklarını gördüm.
208 Derviş Şentekin

Boyunlarına astıkları kartlardan, hepsinin aynı şirketten ol-


duğunu anladım.
Bir tabak da ben aldım ve üzerinde kahvaltılıkların olduğu
masaya yaklaştım. İki dilim peynir, birkaç zeytin ve iki dilim
ekmek koydum. Yanımdaki adamın göğsündeki karta çaktır-
madan baktım, İbn Nefis İlaç yazıyordu. Bu sabah gelmişlerdi
anlaşılan... Bir fincan da çay alıp kalabalıktan uzak bir masaya
oturdum.
İnsanların daha sabahın bu saatinde birbirleriyle sohbetler
edip, şakalar yapıp gülüşmesini biraz da kıskanarak izledim.
Böyle bir hayat da vardı ve bana zor olanı düşmüştü. İtin
uğursuzun peşinde, üstelik bunu ne adına yaptığımı da bil-
meden sürüklenip durmuştum. Zihnimdeki kötü anılarla dolu
çekmecelerden fırlayan kapkara sayfalar iştahımı kaçırmıştı ki
telefonum çaldı.
“Kapıdayım” dedi Muhsin.
“Hemen geliyorum” deyip telefonu kapattım.
Çayımdan bir yudum daha alıp salondan çıktım...

Kısa bir hoş beşten sonra Muhsin’in de rahatlaması için,


“Bu gece işimiz bitiyor büyük ihtimalle. Sizi de biraz yorduk”
dedim.
“Yorulmaktan değil de” dedi vitesi değiştirirken, “burada
böyle bir nasıl desem, hafif bir çekişme var. Bu iş istihbarat-
çıların kulağına giderse, amirim biraz zorda kalabilir yani.
Narkotik ne diye böyle bir şeyle ilgileniyor ya da bize neden
haber verilmiyor falan denilir hani.”
“Hiç merak etme” dedim ve gülümsedim. Gülümsememi
fark etmesi için de hafifçe omzuna dokundum. “Bundan son-
rası aslında tam da sizin işiniz.”
Şüpheli bir bakış fırlattı.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 209

“Nasıl?” diye sordu.


“Şu akşam aldığımız adamla konuştunuz mu?” dedim.
“Yani” dedi sakince, “o, bir şeyler anlattı kendince. Yok ken-
disinin bir suçu yokmuş da emir kuluymuş da, yok pamuk var-
mış da onu İskenderun’a gönderecekmiş falan filan. Saçma sa-
pan bir sürü şey anlattı.” Neler neler der gibi elini havada şöyle
bir salladı. “Buraya gelir gelmez o eve neden gittiğini ve orada
ne yaptığını sorduğumdaysa, çalıştığı şirkete ait olduğunu, bir
tür depo olarak kullandıklarını falan anlattı. İnanmazsanız gi-
dip bakın, hatta birlikte gidelim, dedi.”
“Yalancı şerefsiz” dedim. “Sizden korktuğu için öyle de-
miş. Az önce bundan sonrası sizin işiniz, demiştim ya, bak
şimdi, ben her şeyi anlatayım sana.”
Bekliyorum der gibi başını belli belirsiz salladı.
“Bir kere önce şunu söyleyeyim ki, bu büyük bir narkotik
işi. Kenan size pamuk işi falan demiş ya, doğru. İskenderun’a
bir kamyon dolusu pamuk gidecek ama o pamukların arası-
na gizlenmiş uyuşturucu da İskenderun’a taşınmış olacak. O
malzeme, bu gece saat birde şimdi gideceğimiz evden alına-
cak.”
Sözümü kesti. “Bu gece pamuk dolu bir kamyon bu eve
gelecek, uyuşturucuyu alıp yoluna devam edecek öyle mi?”
“Doğru” dedim. “Aynen öyle.”
“E, ne diye gidip evin etrafında dolaşıyoruz ki şimdi?
Hemen amirimi arayayım, bir arama emri çıkarttırıp, ekibi
toplasın ve gelsin, evi basalım.”
“O zaman da bizim iş yatar” dedim sakince. “Bize bu
Kenan’ın patronu olan adam, Mehmet Faruk Çermikli lazım.
Eğer şimdi baskın yaparsak Mehmet Faruk elimizden uçup
gider.”
“Mehmet Faruk Diyarbakır’da mıymış?”
210 Derviş Şentekin

“Kim bilir belki de şu evdedir. Fakat Kenan’ın söylediğine


bakılırsa bugün akşam on birde o evde olacağı kesin. Çünkü
malı bizzat kendisi teslim edecekmiş.”
“Anladım” dedi. “Mehmet Faruk kimseye güvenmiyor,
malı teslim edip yine ortadan kaybolacak.” Bir süre sustu.
“Peki, biz bu Kenan denen adamın telefonlarına el koyduk.
Mehmet Faruk bunu ararsa falan...”
“Kimse kimseyi aramayacak” dedim soğukkanlıca. “Onu da
sorduk, anlattı bize adamımız. En son dün gece saat on buçuk-
ta konuşmuşlar. Her şeyin yolunda olduğunu söylemiş bizim
adam. Sonrasında kim kimi ararsa tehlike var demekmiş. O ne-
denle ne Mehmet Faruk, Kenan’ı ne de o patronunu arayacak.”
“Hasan Abi de öyle düşünüyor. Bu adamlar kimselere gü-
venmediği için büyük işleri yalnız yaparlar, babalarına bile
güvenmezler diyor.”
“Doğru” dedim, “babalarına bile güvenmezler.”

On dakika kadar konuşmadan yola devam ettik. Şehrin


dışına çıktıkça sıcak sanki daha da artmıştı.
Muhsin arabanın hızını azalttı.
“Evimiz işte şu” dedi yolun solundaki evi göstererek.
“Kameraya çekmemi ister misin?”
“İstemez miyim?” dedim sırıtarak. “Teknolojiyi siz gençler
kadar iyi kullanamıyoruz, biz biraz eski kaldık.”
Camını açtı, vites kolunun yanındaki telefonunu alıp ayar-
ladı ve kolunu uzatarak eve doğru tuttu.

Dönüşe geçtiğimizde Muhsin telefonu uzattı, aldım.


Yol kenarına yapılmış sıradan bir evdi...
Dört-beş kez izledim. Sonra telefonu Muhsin’e geri ver-
dim.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 211

Arkama yaslandım. Güneş altında, çok daha sıcak bir güne


daha şimdiden teslim olmuş Diyarbakır vardı karşımda.
Muhsin’le Diyarbakır üzerine bir sohbet açmak üzereydim
ki telefonum çaldı.
Telefonumu cebimden çıkardım, Burcu’ydu, açtım.
“Hayrola, kapını tıklattım ama aşağı indin galiba, kahval-
tıda mısın?”
“Size de günaydın Burcu Komiserim” dedim konuşma-
mızı Muhsin’in de dinlemesi için. “Ben kahvaltımı yaptım.
Muhsin’le şehir turuna çıktık, bu saate kadar uyur mu insan?”
“Her şey yolunda mı?” diye kuşkuyla sordu.
“Yolunda, yolunda. Dolaştık biraz” dedim. “Oğuz Abi ne-
rede?”
“Biraz önce aradı beni. Hasan Başkomiser gelmiş, kahval-
tıya gidiyormuşuz.”
“Size afiyet olsun. Yarım saat sonra ararım seni, neredey-
seniz Muhsin’le oraya geliriz.”
“Tamam, görüşürüz” dedi.
“Burcu Komiserim” dedim tam kapatmak üzereyken.
“Evet” dedi merakla.
“Oğuz Abi’yle Hasan Abi’ye dün geceki sorguyu bütün
ayrıntısıyla anlatırsın sen” dedim.
Bir süre sustu. “Anladım” dedi, “anlatırım.”
Telefonu kapattım.
“Burcu Hanım ve bizim ihtiyarlar buluşmuş kahvaltıya
gidiyorlarmış.”
“Hasanpaşa’ya gidiyorlar” dedi Muhsin. “Sabah konuştu-
ğumuzda söylemişti Hasan Abi.”
7

“Karşımızda Richard Reti’yi yenmiş adam var”

Bir tarafında hediyelik eşyalar satan küçük dükkânların,


öteki tarafında kahvaltıcıların, ortasında ise bir şadırvanın ol-
duğu genişçe bir handı Hasanpaşa. Ortalık insan kaynıyordu.
Yerli turistlerin arasında tek tük yabancılar da vardı.
Girişteki hediyelik eşya satan dükkânın önünde durdum.
Gümüş ve bakır tepsilerden cezvelere ve fincanlara, rengârenk
boncuklardan yapılmış süs eşyalarından küçük süs halılarına
ne ararsan vardı. Birkaç antika eşya bile gözüme çarptı.
“Var mı beğendiğiniz bir şey komiserim” dedi Muhsin.
“Güzel görünüyorlar” dedim. Askısından tuttuğum çanta-
yı omzuma astım.
“Bizimkiler üst kattalarmış” dedi eliyle yukarıdaki balko-
numsu bölümü göstererek.
“Sen çık istersen” dedim. “Ben şöyle bir tur atmak istiyo-
rum.” Emin misin der gibi yüzüme baktı. “Belki beğendiğim
bir şeyler olur, alırım. Çık sen. Kahvaltıdan sonra buluşuruz.”
“Sen bilirsin” dedi. Yürüyüp kalabalığın arasına karıştı.

Kafam Bekir Tunç’la öylesine meşguldü ki yarım saat


içinde birkaç dükkân gezmiş, kayda değer bir şey göreme-
miştim. Ya akşam o eve gelmezse? Ya Kenan yavşağı bize
yalan söylüyorsa? Kendimi çıldırtmak için sorular sorup
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 213

duruyordum. Bir ara gidip gizlice o eve girmeyi bile düşün-


düm. Madem Bekir Tunç gece on birde gelecek o eve, gidip
bir yere saklanayım ve gelince de pat diye çıkayım karşı-
sına. Fakat düşündüğüm her şeyin ardından geceyi bekle-
mekten başka çaremizin olmadığını söylüyordu mantığım.
Bekleyecektik... Ya Bekir Tunç avcumuza düşecekti ya da
büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak dönecektik.

Yeni girdiğim dükkânda birkaç kişi daha vardı. Duvarda ve


küçük masaların üzerinde sergilenen eşyalara bakarak yürü-
düm. Elif, Aslı ve Cengiz’den başka kime ne alabilirdim ki? Boy
boy nargilelerin ve küçük bakır tasların güzelliğine baktım.
Bir nargilenin yanında duran satranç takımını görünce, ço-
cukluğumdan kalmış bir koku ciğerlerimi doldurdu.
“İlk satrancı komşumuz İran’da, o zamanın padişahı icat et-
miştir” dedi tanıdık bir ses. Başımı çevirdim Oğuz Abi ve arka-
sında Burcu’yu gördüm. “Ne o satranç takımı mı alıyorsun?”
“Bilmem, öylesine bakıyordum” dedim ikisini birden gör-
menin sevinciyle. “Hasan Abi’yle Muhsin nerede?”
“İşleri varmış, gittiler. Muhsin senin buralarda olduğunu
söyleyince hem sana bakalım hem de biz de şöyle bir turlarız
diye düşündük.” Yanımdan geçip satranç takımına şöyle bir
baktı, fili ve atı aldı.

Hasanpaşa’dan çıktık.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Otele döneriz diye konuştuk Oğuz Abi’yle. Hava çok sı-
cak. Hem akşam için bir plan yaparız.”
“Olur. Şuradan bir taksiye binelim o zaman.”
Elindeki anahtarı salladı Burcu. “Muhsin arabasını bize bı-
raktı” dedi. “Nereye park etmiştiniz?”
214 Derviş Şentekin

“Şuraya” dedim Ulu Cami’yi göstererek.


Omzuma şakacıktan bir yumruk attı Oğuz Abi. “Yeni ta-
kımlarla bir de oyun oynarız belki” dedi.

Otel binasının gölgesinde kalan, sabah güneşini almasın


diye üstü brandayla kapatılmış bahçedeki koltuklara çöktük.
Duvar dibine yakın koltuklarda beş kişi daha oturmuş,
koyu bir sohbete dalmışlardı.
“Serin bir şeyler mi içsek?” diye sordu Oğuz Abi.
“Limonata nasıl olur?” dedi Burcu ve bana baktı. “Yoksa
bira mı istersin?”
“Limonata” dedim. Az ilerideki garsonun beni görmesi
için elimi havaya kaldırıp salladım. “Üç tane limonata” diye
seslendim.
Oğuz Abi poşetten çıkardığı satranç takımını sehpanın
üzerine yerleştirmiş, taşları diziyordu.
“Beyaz senin olsun Oğuz Abi” dedim Burcu’ya göz kırparak.
“Gülme öyle kızım” dedi Oğuz Abi. “Karşımızda Richard
Reti’yi yenmiş adam var.”
“Biliyorum” dedi Burcu. “Adam sonradan dünya şampi-
yonu oldu.”
“Richard Reti mi, Mirko Czentovic mi?” diye sordu Oğuz
Abi ilk hamlesini, atını oynayarak.
“Reti’yi tek geçerim” dedim, “Czentovic üçüncü sınıf bir
oyuncu. Karşılaşsaydık, şu atlarla onun Sicilya Savunması’nı
yerle bir ederdim.”
Garson buzlu limonataları sehpanın üzerine özenle bırak-
tı. Üçümüz de teşekkür ettik.
“Kaybeden içtiklerimizin parasını öder kardeşim, şimdi-
den söyleyeyim de kızmaca darılmaca olmasın sonra.”
***
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 215

Bir saate yakın süren oyunumuz süresince eski günleri


anıp durdu Oğuz Abi. Polonya’daki ilk karşılaşmamızdan,
yatılı okuldayken bana telefonlar etmesinden, Beşiktaş’taki
satranç kulübünde oynadığımız oyunlardan bahsetti uzun
uzun.
O anlattıkça Burcu ayrıntı sordu. Burcu’nun sorduğu ay-
rıntıları da anlattı keyifli keyifli.
“Altı, hadi bilemedin yedi hamle sonra mat oluyorsun
Oğuz Sipahi” dedim keyifle.
“Haklı olabilirsin, biraz sıkıştık” dedi. Geriye yaslanıp
bardağının dibinde kalan limonatayı yudumladı. “Bekir Tunç
için de bir planın var mı? Onu nasıl mat edeceğiz?”
“Var” dedim. “Eğer şu Doktor’un anlattıkları doğruysa bu
gece o da mat olacak.”
“Bekir saat on birde mi geliyormuş o eve?”
Başımı salladım. “Saat birde de malı almaya gelecekler.
Yani bir-bir buçuk saatte işi halletmemiz lazım.”
“Bundan sonrasını bizim narkotikçilere bıraksak ya” dedi
Burcu. “Hasan Abiler gece bir baskın düzenleyip alıversinler
Bekir Tunç’u.”
Oğuz Abi’yle göz göze geldik.
“Bana uyar” dedim. “Fakat biliyorsun ki kuralları Oğuz
Sipahi koyuyor, ne derse onu yapacağız. Onun sözünden çık-
mak yok.”
Ne demek istediğimi çok iyi anlamıştı Oğuz Abi.
“Belki de öyle yaparız” dedi sakin bir sesle. “Hasanlar gi-
dip alırlar pezevengi.”
Sehpanın üzerinde duran telefonum çaldı.
“Aslı arıyor” dedim.
Telefonu alıp ayağa kalktım.
6

“Cengiz’e bir şey mi oldu?” dedim heyecanla

“Alo” dedi ağlamaklı bir sesle Aslı. “Şimdi Emre aradı


beni...” Sözcükler boğazında düğümlenmiş gibiydi.
“Emre mi?” dedim. Cengiz’in yardımcısından bahsettiğini
anlamıştım.
“Evet, Emre” dedi zorlukla. “Dün gece Kırk Bir’den...”
Sözünü kestim.
“Cengiz’e bir şey mi oldu?” dedim heyecanla.
Burcu ve Oğuz Abi’nin bakışları bana döndü.
“Hastaneye kaldırmışlar” dedi “yaralıymış.”
Ayaklarımdan başlayan bir uyuşmanın bedenimin yuka-
rılarına doğru yürüdüğünü hissettim. Aynı anda beynimde
başlayan bir uğultu kulaklarımı tıkamıştı.
“Dün gece eve dönerken Kırk Bir’in olduğu sokakta
bıçaklanmış”dedi Aslı.
Burcu ve Oğuz Abi, ne oluyor der gibi bana bakıyorlardı.
“Hangi hastanedeymiş” dedim zorlukla.
“Taksim İlkyardım. Şimdi yoldayım, oraya gidiyorum.
Emre’nin de bir saat önce haberi olmuş.” Ağlamaya başlamış-
tı. “Hastaneye gidince seni ararım” dedi hıçkırıklar içinde.
Elimdeki telefonu sehpanın üstüne attım.
“Kim hastanedeymiş?” dedi Burcu heyecanla.
“Cengiz” dedim. “Dün gece işten çıkmış eve giderken
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 217

sokak ortasında bıçaklanmış, yaralıymış.” Koltuğa çöktüm.


“Hangi hastanedeymiş?” diye sordu Burcu.
Sorusuna bir anlam verememiştim, boş gözlerle yüzüne
baktım.
“Hangi hastanedeymiş?” diye tekrar sordu Burcu.
“Birilerine haber verelim gidip ilgilensinler.”
“Taksim İlkyardım” dedim. Boğazım kurumuştu.
Burcu cebinden telefonunu çıkarıp bir süre ekrana baktık-
tan sonra telefonu kulağına yapıştırdı ve yanımızdan uzak-
laştı.
“Bekir Tunç şerefsizinin işi olabilir mi?” dedi Oğuz Abi.
“Eğer onun işiyse, dua etsin... Dua etsin ki Cengiz’e bir şey
olmasın, yoksa anasının amına bile girse onu bulup etlerini
lime lime yolarım.”
Üşümeye başlamıştım. Parmaklarım buz gibiydi. Karnıma
binlerce yılan dolmuştu, boğazımdan çıkmak için birbirini
eziyorlardı.

Birkaç dakika sonra Burcu yanımıza gelip bir süre ayakta


dikildi.
Bir mucize olsun ve bıçaklanan Cengiz değil, başka biriy-
miş demesini bekliyordum.
“Çetin’i aradım” dedi Burcu, Oğuz Abi’ye bakarak. “Yarım
saat içinde hastanede olacaklar, durumu öğrenince de beni
arayacak.”

Üçümüzün de ağzını bıçak açmıyordu.


Sehpanın üzerindeki paketten bir sigara çekip yaktım.
Kalkıp yürümek istiyordum ama dizlerimde derman yoktu.

“Kalkın” dedim. İkisi de dikkatlice yüzüme baktı. “Kalkın


218 Derviş Şentekin

gidip şu adamı bir daha sorgulayalım. Bakalım kime haber


uçurmuş.”
“Hasan’ın ekibinden mi şüpheleniyorsun?” diye merakla
sordu Oğuz Abi.
“Evet. Yoksa Cengiz’i kim, neden bıçaklasın ki?”
“Çetin’den haber bekleyelim derim ben” dedi Burcu.
“Belki olayın altından başka bir şey çıkar.”
“Hiçbir şey çıkmaz” dedim sertçe. “Cengiz benim hayat-
ta tanıdığım en düzgün adamdır.” Oğuz Abi’ye döndüm.
“Hasan Abi’yi ara ve adamı bize getirmesini söyle. Ekibinin
haberi olmasın ama en güvendiği bir-iki adamının haberi
olsun yeter. Sadece Muhsin bilsin, başka da kimseye bir şey
söylemesin.”
“Siz arabaya doğru yürüyün ben Hasan’ı arayıp geliyo-
rum” dedi Oğuz Abi.

Bacaklarımın dermanı kesilmiş bir halde arabaya doğru


yürüdüm.
Arkamdan yetişen Burcu koluma girdi.
“Sakin ol biraz” dedi. “Eğer bu adamların işi olsaydı, Kırk
Bir’i basarlardı, orayı yerle bir edip Cengiz’i de sağ bırakmaz-
lardı.”
Söylediklerinde haklılık payı vardı. Fakat benim kafamdaki
senaryo durmadan dönüp duruyordu: Hasan Başkomiser’in
ekibinde bir çürük yumurta vardı ve Doktor onu kullanarak
Bekir Tunç’a haber yollamıştı. Bekir de bize gözdağı vermek
için Cengiz’i bıçaklatmıştı. Yine bizden önce davranmıştı.
Doktor’u o otel odasından hiç çıkarmamalıydık.
“Hadi artık üzme kendini. Kim bilir belki de hafif bir ya-
radır. Çetin biraz sonra arar beni ve tüm ayrıntıyı öğreniriz.”
Sesi yatıştırıcıydı ama zihnimi kurcalayıp duran sorula-
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 219

rı yanıtlayamıyordu, ben de sakinleşemiyordum. Şu alçak


adamla konuşup sonra da İstanbul’a ışınlanmak istiyordum.
“Tamam sakinim” dedim yalandan. “Yine de şu adamla
bir kez daha konuşmak istiyorum.”

On dakika kadar sonra Oğuz Abi, kulağına yapıştırdığı te-


lefonla konuşarak yanımıza geldi.
“Tamam Hasan’ım, anladım” dedi, bir süre bekledi “bulu-
ruz, buluruz merak etmeyin.” Telefonu kapattı.
“Hasan Başkomiser ne diyor Oğuz Abi” diye sordu Burcu.
Oğuz Abi elindeki telefonu pantolonunun cebine koydu.
“Bir sızma olması mümkün değil, diyor. Çünkü siz adamı
onlara teslim ettikten sonra narkotiğin kullandığı bir ev var-
mış onu alıp oraya götürmüşler. Adamı üç adamından başka
kimse görmemiş. Biri Muhsin, ötekiler de dün gece bahsettik-
leri çocuklar.” Durup soluklandı. “Bir bokluk çıkmasın diye
adamı emniyete götürmedim, bizim özel yerimizde tuttum,
diyor Hasan.” Bir bana bir Burcu’ya baktı.
“Yine de gidip bir daha sorgulayalım bakalım şu dangala-
ğı” dedi Burcu. “İçimiz rahat etsin.”
“Tamam, adamı bize getirecekler zaten. Bu üniversite
yoluna girip üniversiteyi geçecekmişiz. Hasanlar bizi orada
bekleyecek.”
5

Sıcaktı... Çok sıcak...

Akşama birkaç saat kalmıştı ama güneş ışıklarının bile


ağaç dallarının gölgesine saklanmak istediği bir sıcak vardı.
Ana yoldan ayrılıp bir yan yola girmiştik. Bizi geçip giden
arabaların tozu, yolu bir süre görünmez hale getiriyordu.
“Benzinliği geçtik mi?” diye sordu arka koltukta oturan
Oğuz Abi.
“Hayır” dedi Burcu gözlerini yoldan ayırmadan. “Köp-
rübaşını geçtik, Bağpınar’a doğru gidiyoruz.”
Yola çıktığımızdan beri aynı şeyi tekrarlayıp duruyordum.
Allah’ım, diyordum içimden Allah’ım ne olur Cengiz’e bir şey
olmasın. Bana bir şey olmaz, korkma; ben senin gibi değilim,
hayata sımsıkı sarılmış bir insanım ben, diyordu. Kendime kı-
zıyorum Cengiz’im kendime, diyordum; haklıymışsın, benim
gibi eski bir istihbaratçıdan ne arkadaş olur ne de dost. Ama
benim senden başka kimim var ki? Haydi artık bırak geveze-
liği de git bul şu adamları diyordu gülümseyerek, korkma,
bana bir şey olmaz...
“Benzinlik” dedi Burcu, eliyle ilerideki levhayı göstererek.
“Geçiyoruz, değil mi?”
“Evet, evet” dedi Oğuz Abi. “Sağa dönen bir yol varmış,
toprak bir yol, oraya gireceğiz.”
***
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 221

Bir süre daha gittikten sonra, “Buradan sağa giriyorum”


dedi Burcu. Yavaşladı ve toprak yola girdi.
“Gri bir arabada bekliyorlar bizi” dedi Oğuz Abi.
Arabanın tekerlerinin çukurlara girmesiyle birlikte, fırtı-
nalı bir denizde küçük bir sandaldaymış gibi oturup kalkıyor-
duk. Toz içinde birkaç dakika daha gittikten sonra gri araba-
nın arkasında durduk.
“Oğuz Abi” dedim sakin olmaya çalışarak, “sen Hasan
Abilerle birlikte dön. Birkaç saat sonra biz gelip sizi buluruz.”
“Oğlum” dedi Oğuz Abi yumuşacık bir sesle, “kötü bir şey
yapmazsın değil mi?”
Arabanın kapısını açtım. “Güvenmiyor musun bana?” de-
dim. “Hem yanımda Burcu Komiserim de var, bak.”
Gri arabanın da kapıları açıldı. Önce Muhsin sonra Hasan
Abi indi.
Hasan Abi’nin yüzündeki kaygılı ifadeyi görünce, onu yu-
muşatmak için gülümsedim.

Ön koltukta oturan Doktor beni görür görmez gözleri yine


kocaman açıldı. Dışarı çıkması için işaret ettim.
“Elleri kelepçeli” dedi Muhsin.
“Kelepçeleri çıkaralım Muhsin’im” dedim yalandan sırı-
tarak.
Doktor’u ön koltuğa oturtup ben de arkasına oturdum.
Koca cüssesi zor sığmıştı az önce benim oturduğum yere.
Arabanın neredeyse zıplayarak gittiği yolun iki yanında
göz alabildiğine kıraç topraklar vardı.
On-on beş dakika sonra “Burada duralım” dedim şoför
koltuğundaki Burcu’ya.
Sert bir frenle durdu Burcu.
“Komiserim” dedi korku dolu bir sesle.
222 Derviş Şentekin

“Korkma” dedim. “Korkma, biraz sonra seni bırakacağım


zaten, hiiiç korkma.”
“İstediğiniz her şeyi söyledim” dedi.
Kapıyı açtım. “İn lan aşağı” dedim bağırarak.
Ensesinden tutup dışarı çıkması için zorladım. Çaresiz
gözlerle baktı.
Kızgın toprağın bile buharlaştığı araziyi gösterdim.
“Yürü” dedim.
“Yemin ederim ki her şeyi anlattım size. Eğer yalanım varsa...”
Yürümesi için sırtından ittirdim.
“Konuşma da yürü lan.”
O önde ben arkasında yürüdük.
Sıcaktı...
Çok sıcak...
“Dur” dedim bağırarak.
Birkaç adım daha attı ve durdu.
“Bana bak” diye bağırdım. Korka korka döndü. Bütün gü-
cümle bacaklarının arasına bir tekme savurdum. Vurmamla
birlikte dizlerinin üzerine düşmesi bir oldu.
Eski bir numarayla başlayacaktım işe.
“Bekir Tunç’un Diyarbakır’da olduğunu ama nerede kal-
dığını bilmediğini söylemişsin” dedim aklını karıştırmak için.
“Yemin ederim ki bilmiyorum” dedi yalvararak. “Ben en
son Mardin’de olduğunu biliyorum. Buraya geldiğinden ha-
berim yok.”
“Peki, sen bilirsin” dedim elimdeki silahı yüzüne doğrul-
tarak.
İki dizinin arasına bir el ateş ettim. Silahın sesi tüm ovada
gümbürtüyle yankılandı. Yere saplanan kurşunun korkusuy-
la yere yığıldı ve ellerini havaya kaldırdı.
Başımı hafifçe çevirip Burcu’ya baktım. O da korkmuştu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 223

İkimizin de gözlerinden alevler çıkıyordu. Onun alevleri


korkudan, benimki öfkedendi.
“O pezevenk senden vazgeçti ama sen ondan vazgeçmi-
yorsun.” Yakasının çevresi ve koltukaltları terden sırılsıklam
olmuştu. “Ya bana Bekir’in nerede olduğunu söylersin ya da
kafana sıkıp giderim.” Başımı iki yana salladım. “Hiç şakam
yok. Zaten kaydın kuydun tutulmadı, kim vurduya gidersin.
Kimsenin de sikinde olmaz geberip gitmen.” Boğazım kuru-
muştu. “O uğursuzun yerini söylediğin an seni bırakırım. Ne
cehenneme gidersen git o zaman.”
Korku dolu gözlerle bir kez daha baktı bana.
Silahı yüzüne doğrulttum.
“Yemin ederim” dedi zorlukla. Ağlamaya başlamıştı.
“Yemin ederim bilmiyorum.”
Beklediğim an gelmişti. “Ama Bekir’e haber uçurmayı bi-
liyorsun” dedim.
“Komiserim” dedi kekeleyerek.
“Kiminle haber uçurdun lan” diye bağırdım.
Elleriyle yüzünü kapatıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
“Dua et lan” diye bağırdım. “Dua et ki Bekir bu gece o eve
gelsin. Eğer o da yalan çıkarsa beynini dağıtmazsam şerefsizim.”

Doktor’u alıp dönmüş, Muhsin’e teslim etmiştik.


Hasan Abi ekibinden, hele de bu üç kişiden asla şüphe
etmediğini gururla söylemiş, ben de ona hak vererek başımı
sallamıştım. Cengiz’in bıçaklanmasının kendisini de şüphe-
ye düşürdüğünü üstüne basa basa söylemiş, öteki iki adamı-
na da Muhsin kadar güvendiğini birkaç kez tekrar etmişti.
Bunları söylerken beni suçlayıcı bir tavırla değil, anlayışlı bir
tarzda söylemişti.
***
224 Derviş Şentekin

Havanın kararmasını sabırsızlıkla bekledim...


“Bu güneş batmayacak mı acaba,” diye sorduğumda,
“Şehrin alev almasını bekliyor galiba” demişti Burcu.
Ateş topu, kocaman bir portakala dönüşüp dağların arka-
sında kaybolduğunda kim bilir kaçıncı kez aramıştım Aslı’yı.
Yoğun bakımda tutuluyordu Cengiz. Doktorlar hayati tehli-
keyi atlatamadı, demişlerdi
Çetin’in 41’in sokağında araştırma yapan polislerden
öğrendiğine göreyse olay bir gasp sonucuydu. İstiklal’le
Tarlabaşı arasındaki sokaklardan birinde bıçaklandığı için de
etraftaki dükkânlarda kamera olup olmadığı araştırılıyordu.

Saat dokuza doğru “Haydi” dedi Burcu.


Herkese ne yapacağını ayrıntısıyla anlatmıştım.
Mahmut ve Engin’i hava kararmadan göndermiştim. Evin
yakınlarındaki benzinlikte bekliyorlardı, evdeki en ufak bir
hareketlenmede bizi arayacaklardı.
Burcu, Hasan Başkomiser ve Muhsin’le birlikte anayolda
duracaktı. Onlarla kalması için zor ikna etmiştik Burcu’yu.
Ben de sizinle gelmek istiyorum, binlerce cinayeti çözmekten
daha önemli bir şey benim için deyip durmuştu.

Oğuz Abi’yle bense evi tam karşıdan gören bir tarlaya park
etmiştik arabayı. Ağzımızdan tek kelime çıkmadan bekledik.

On bir buçukta evin terasındaki ışık yanınca ikimizin bir-


den gözleri parladı.
Telefonumu çıkarıp Burcu’yu aradım. Başlıyoruz, dedim.
Arabadan çıkıp tarlada etrafı kolaçan ederek yürüdük.
Karanlık gecede iki gölgeydik.
Bahçe sınırlarını belirleyen telörgüden geçip, her adımımı-
za dikkat ederek evin önündeki ağacın dibine kadar geldik.
4

“Sen kimsin ki benim canımı alacakmışsın”

Tabancamın kabzasını sımsıkı kavradım.


Eliyle göğsüne dokunup terası gösterdi Oğuz Abi.
Silahın namlusunu göğsüme iki kez değdirdim.
Elini göğsüne bastırdı.
Önden gitmek istiyordu. Bir bildiği vardır, diyerek silahın
namlusuyla terasa çıkan merdivenleri gösterdim.
Adımlarına dikkat ederek merdivene doğru yürüdü.
Elimdeki silahla çevreyi taradım. Çıt çıksa o çıt sesine ateş
edecektim.
Birkaç adımda Oğuz Abi’nin yanında bitmiştim. Merdi-
venin başında durduk.
Avına kilitlenmiş annesinin peşinden giden aslan yavrusu
gibi hissettim kendimi.
Birkaç basamak çıkmıştık ki, Bekir Tunç’un sesini duyduk.
Birine bir şeyler anlatıyordu.
Elini havaya kaldırdı Oğuz Abi. Bir süre bekledik. Yalnız
olmamasına şaşırmıştık. Oysa o terasta kimsenin olmayaca-
ğını, Bekir Tunç’un bu gece kimseyi istemediğini söylemişti
Doktor.
Oğuz Abi basamakları dikkatle ve sessizce çıktı, ben oldu-
ğum yerde kalmıştım.
Ses kesildi.
226 Derviş Şentekin

Oğuz Abi, duvara yapışarak merdiveni ağır ağır tırmandı.


Bir süre bekledi, elinde bir telefon varmış da onunla konuşu-
yormuş gibi elini kulağına götürdü. Bekir Tunç’un telefonla
konuştuğunu anladım, demek yalnızdı.
Ben de birkaç basamak çıktım.
Konuştuklarını çok net duyuyordum artık.
Bir süre daha konuştu ve karşısındakiyle vedalaşıp telefo-
nu kapattı.
Oğuz Abi terasa çıktı.
“İyi akşamlar Bekir” diye gürledi.
Şaşırarak duvara yapıştım. Oğuz Abi belindeki silahı çı-
karmamıştı. Basamakları tırmanıp az önce Oğuz Abi’nin
oturduğu yere oturdum.
Şaşırmış bir halde Oğuz Abi’ye bakıyordu Bekir Tunç.
“Ne o” dedi Oğuz Abi, “eski dostunu böyle mi karşılar in-
san?”
Elini beline atmasıyla tabancasını çıkarması bir oldu Bekir
Tunç’un. Yüzündeki öfke az sonra bir alev topuna dönüşecek
gibiydi. Bir yandan silahını Oğuz Abi’ye doğru tutarken bir
yandan da terastan aşağı bakıyordu.
“Selo, Melik” diye bağırdı aşağıya doğru.
“Boşuna çırpınıp durma Bekir” dedi Oğuz Abi alaycı bir
sesle, “burada yalnız olduğunu biliyoruz.”
Ne yapacağını bilmez bir halde çaresizce etrafına bakındı.
“Ne istiyorsun Oğuz?” dedi çatallaşan sesiyle. Elindeki si-
lahı şöyle bir tarttı.
Ellerini iki yana açtı Oğuz Abi. “Ne isteyeceğim lan peze-
venk. Canını almaya geldim.”
“Sen kimsin ki benim canımı alacakmışsın” dedi dişlerinin
arasından tıslayarak. Oğuz Abi’ye doğru iki adım atıp sila-
hı alnına doğrulttu. Aralarında üç metre ya vardı ya yoktu.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 227

“Şimdi kafana şu mermileri doldurup cesedini itlere atarım


lan senin.”
Elimdeki silahı Bekir Tunç’un alnına doğrultup terasa çık-
tım.
“O tetiğe dokunmayı aklından bile geçirme” dedim sertçe.
Beni karşısında görür görmez elini bir kez daha beline attı.
Aynı anda Oğuz Abi de silahını çekmişti.
Bekir Tunç dikkatlice yüzüme bakmış ama tanıyamamıştı.
“Göt korkusu böyle bir şeydir işte. İnsanı iki tabancayla
gezdirir” dedi Oğuz Abi. Gülüyordu.
Bekir Tunç sağ elindeki silahı Oğuz Abi’ye, sol elindekini
bana doğrultmuştu.
Kalbim küt küt atmaya başladı.
Dört silahtan ilk patlayanı Bekir Tunç’un elindekilerden
biri olsun istemiyordum.
Parmağımı tetiğe yavaşça bastırdım.
3

“Bu işler tam da satranç gibidir” dedim

“Oğuz Abi, sana Bekir Tunç deyip duruyor ama” ” dedim


sakince, “ben senin adını Mehmet Faruk Çermikli olarak bili-
yorum. Yoksa Sarı mı desek sana...”
Daha bir dikkatli baktı yüzüme. Yeşil gözleri korku ve hid-
detle büyüdü.
Tabancamı iki elimle kavradım. Tetiği çekmemek için ken-
dimi zor tutuyordum.
Dudaklarının kenarından sarkan bıyıkları aralandı, acıyla
sırıttı, gözlerime dik dik baktı.
“Ben seni gebertmemiş miydim lan velet” dedi boğazın-
dan gelen bir hırıltıyla.
Şu an karşımda duran alçağın beni o duvarın önüne diktiği
geldi aklıma. Elinde tuttuğu silahın patlamasını duymuştum
ki namludan fırlayan altı kur­şun, bedenime saplanmıştı bile.
Elimdeki silahı bırakıp gidip yakasından tutup dişlerimi
gırtlağına geçirebilirdim. Dişlerimle, evet dişlerimle param-
parça edebilirdim şerefsizi. Boğazım kurumuştu.
“Bu iş­ler satranç oynamaya benzemez, demiştin ama ya-
nılmışsın salak Bekir” dedim alaycı bir sesle. “Bu işler tam da
satranç gibidir.”
Nefes alıp verişim hızlanmıştı. Göğsüm bir körük gibi inip
kalkıyordu.
***
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 229

Birbirine karışan üç el silah sesi, geniş ovanın üzerindeki


boşluğa yayılıp yıldızlara doğru yükseldi.

İki silahı birden yere düştü. Başını taşıyamayan omuzları


çöktü ve yan taraftaki hasır sandalyelerin üzerine yıkılıp sır-
tüstü devrildi.
Bekir Tunç, Oğuz Abi’ye ateş etmiş biz ikimiz birden ona
ateş etmiştik.
Oğuz Abi’ye döndüm. “İyi misin?” diye sordum korkuyla,
Elindeki tabancayı sol omzuna değdirdi. “Pezevenk vurdu
beni” dedi, “ama tutturamadı, omzumdan vurdu.”
Yanına gidip yarasına bakmak için bir adım atmıştım ki,
“Dur” dedi. “İyiyim dedim ya oğlum, yok bir şeyim.”
Ağır adımlarla yerde yatan Bekir Tunç’a yaklaştı.
Elimdeki silahı Bekir Tunç’a doğrultarak ben de Oğuz
Abi’nin yanına gittim.
Alnında birkaç santim arayla iki kurşun deliği vardı.
Başının altındaki kan gölü gittikçe büyüyordu.
“Haydi sen aşağı in ve bizimkileri ara” dedi. Yüzüne bak-
tım. “Haydi in, ben de geliyorum.”
“Yarana bir bakayım” dedim.
“Bir şeyim yok, kurşun omzumu sıyırıp geçti.”
Aralık gözkapaklarının arasında o korkutucu yeşili kay-
bolup sadece beyazı kalmış gözlerine baktım Bekir Tunç’un.
Öldüğünü bildiğim halde, hâlâ nefes alıyormuş hissine kapıl-
dım bir an, kafasına üç kurşun daha sıkmak istedim. Elimdeki
silahın kabzasını sıktım... sıktım.

Döndüm, yerdeki silahlara basmamaya özen göstererek


merdivene doğru yürüdüm.
Birkaç basamak inmiştim ki, üç el silah sesi duydum,
230 Derviş Şentekin

koşarak geri döndüm. Oğuz Abi elindeki silahı yerde yatan


Bekir Tunç’a doğrultmuştu.
Benim çok istediğim şeyi Oğuz Sipahi yapmıştı...

Ben telefon ettikten on dakika sonra Burcu, Hasan Abi ve


Muhsin geldi. Onların hemen ardından da Mahmut ve Engin.
Burcu arabadan iner inmez koşarak gelip bana sarıldı. “İyi
misin?” dedi. “Silah sesini duyunca çok korktum.”
“İyiyim” dedim.
“Oğuz Abi?” diye merakla sordu.
“Yukarıda. Omzundan vuruldu. Kurşun sıyırıp geçmiş.
İner şimdi.”
“Siz Oğuz’u hastaneye götürün” dedi Hasan Başkomiser.
“Biz de burayı hemen boşaltalım ki şu uyuşturucuyu almaya
gelen arkadaşları enseleyelim.”

Burcu’nun ısrarına rağmen Oğuz Abi hastaneye gitmeyi


kabul etmedi.
“Çek otele, bu yarada ne var ki, biz kendimiz sararız” dedi.
“Hastanede yalandan bir pansuman yapıp gönderecekler, bu
yaraya dikiş bile atılmaz.”
“Peki” dedi Burcu çaresizce. “Nöbetçi bir eczane bulup
sargı bezi, tentürdiyot, merhem falan alalım bari. Ondan son-
ra otele geçeriz.”
“Eczaneden sonra Doktor’un kaldığı otele gidelim” de-
dim.
“Neden?” diye sordu Burcu.
“Doktor’un” dedim sakince, “valizlerinden biri para
dolu.”
2

Kahveyi sütlü mü içeceksin sade mi, dedi Cengiz

Uyandığımda güneş doğmak üzereydi. Kolumun üzerin-


de uyuyan Elif’in başını yastığın üzerine kaydırıp kolumu
usulca çektim. Yüzüne dağılan saçlarını düzeltip yanağından
öptüm ve yataktan kalktım. Dört günden beri, mutluluk deni-
len şeyin ne olduğunu çok iyi anlamış, o mutluluğun verdiği
huzuru bedenimin her hücresinde hissetmiştim.
Pijamamı çıkarıp Elif’in iki gün önce kasabadaki bir
dükkânda görüp bu sana çok yakışır baba diyerek aldığı la-
civert şortu ve beyaz tişörtü giydim, sabah serinliğini hisset-
tiğim zeminde parmaklarımın ucuna basarak odadan çıktım.
Salonla birleştirilmiş açık mutfaktaki tezgâhın üzerinde
duran su ısıtıcının düğmesine basıp üzerinde Datça yazan
kupaya kahve atıp suyun kaynamasını bekledim.

Cengiz’in yüzü geldi birdenbire gözlerimin önüne... Yine


sımsıcak gülümsüyordu.
Kahveyi sütlü mü içeceksin sade mi, dedi.
Yine ne uyduracaksın, dedim tatlılıkla.
Sütlü kahve içenle sade kahve içen arasındaki farkı bilir
misin?
Bilyorum, oğlum dedim; daha önce söylemiştin.
Bak, dedi hınzırca bir bakışla, bana oğlum deme artık, kı-
zıyorum.
232 Derviş Şentekin

Tamam, bundan sonra sana oğlum demem, dedim.


Kocaman güldü...
Neymiş aralarındaki fark söyle bakalım, dedi yine hınzırca.
Dinle, dedim. Sade kahve içenler artık evden kopmuş de-
mektir; bir eve ihtiyaçları yoktur, yaşadıkları herhangi bir
yeri ev olarak benimseyip mutlu mesut yaşamaya devam
ederler, yıllarca bir otel odasında yaşayabilirler örneğin, ama
sütlü kahve içenler hep bir ev ararlar, evlerinden iki gün ayrı
kalsalar, hemen bir mutsuza dönüşürler; yataklarını, ellerini
sildikleri havluyu, her gece oturdukları koltuklarını, hatta ne
bileyim çorap çekmeceleri­ni bile özlerler, dedim.
Sade mi içeceksin peki, dedi.
Başımı salladım.
Dört gün boyunca hastanede başımdan bir dakika bile ay-
rılmamışsın… Ölüm, bu… Sen inanmıyorsun ama kader işte.
Emre, birlikte çıkalım demiş sana, dedim.
Kader dedim ya oğlum... Saat gece iki falandı. Emre’ye sen
çık ben ortalığı düzeltip çıkarım dedim. Kırk Bir’i kapatıp bir
taksiye atlayıp eve gitmek için ara sokağa girdim. Pat diye
karşımda belirdi adamlar. Birinin elinde kocaman bir bıçak.
Karanlıktı, yüzlerini de göremedim. Ben n’oluyor demeye
kalmadı, sakallı olan yakamdan tutup sapladı bıçağı.
Sustu.
Bak böyle ağlayıp durursan anlatmam giderim, dedi.
Benim yüzümden, dedim.
Senin yüzünden olduğunu nereden biliyorsun? Saçma-
lama.
Hani ölmeyecektin, sana bir şey olmazdı, dedim.
Dudaklarından yüzüne bir gülümseme yayıldı. Kader, oğ-
lum kader.
Başlatma kaderine, dedim.
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 233

Senin ağzın da iyice bozulmuş, dedi. Sen onu boş ver de


mezarlığa neden gelmedin.
Gözlerine baktım.
Doğru ya, dedi; sen mezarlıklara gitmezsin, annenle ba-
banın mezarını bile görmedin. Burcu ve Oğuz Sipahi bile gel-
mişti, dedi. İyi biriymiş şu Burcu.
İyi biri, dedim.
Oğuz Sipahi Bursa’ya mı döndü, diye sordu.
Evet.
Şşş, bir şey soracağım, dedi. Doktor’un valizlerinden biri-
nin para dolu olduğunu nasıl anladın?
O da meslek sırrı olsun oğlum, dedim şımarıkça. Sen de
beni Karamürsel sepeti sandın, karşında koskoca satranç
şampiyonu duruyor oğlum.
Güldü.
Dört yüz otuz bin dolar çıkmış valizden ha, dedi.
Başımı salladım.
İyi paraymış.
İyi para, dedim.
Oğuz Sipahi’yle Burcu istememişler?
İstemediler, dedim. Biri emekliymiş ve kocaman bahçesi
varmış, öteki devlet memuruymuş da böylesi bir paraya el
süremezmiş. İstemezseniz istemeyin, dedim ve kaptım vali-
zi...
Ama dağıtmışsın hemen. Yok Hüdaverdi’ye, yok Sezen’e;
bir kısmını da Adıyamanlı ailenin çocuklarına... Ne kaldı
sana?
Kaldı bir şeyler.
Ne yapacaksın o parayla?
Kadıköy’de küçük bir kitapçı açarım belki.
Bir süre sustuk.
234 Derviş Şentekin

Sen yine de bir ara uğra benim mezarıma, olur mu, dedi.
Şöyle bir etrafa baktı.
Burcu’nun bahsettiği ev mi bu?
Evet.
Güzelmiş, dedi. Güzelmiş...

Su ısıtıcının tık sesiyle karşımda duran Cengiz kayboldu.


Yanaklarımdan süzülen gözyaşlarımı parmakuçlarımla si-
lip, kupaya sıcak suyu doldurdum.
Ayaklarımı sürüye sürüye yürüyüp kapıyı açıp, yaz saba-
hı serinliğine karışmış deniz kokusuyla dolu bahçeye çıktım.
Elimdeki kupayı, çınar ağacının dibindeki tahta masaya
bıraktım.
Ufuk çizgisindeki boşluktan henüz çıkmış olan turuncu
güneşin ilk ışıkları, masmavi denizin yüzeyinde sakince yü-
zen binlerce küçük aynaya çarpıp ışıldıyordu.
Huzur veren bu manzarayı bir süre izledikten sonra dö-
nüp sandalyelerden birine oturdum. Kahvemden bir yudum
alıp masanın üzerinde dağınık duran kitapları üst üste diz-
dim. En üstteki kitabı alıp kucağıma koydum. Dört günden
beri hemen her sabah ötüşünü duyduğum horoz bu sabah he-
nüz uyanamamıştı ama tepemdeki çınarla az ilerideki kestane
ağacının dalları arasında uçuşup duran serçeler cıvıl cıvıldı.
Minik dalgaların vurduğu kıyıdaki kumsala kargalar inip
kalkıyordu. Belediyenin diktiği hasır şemsiyeler ve plas-
tik şezlonglar bomboştu. Bir saate kalmaz hareket başlardı.
Civardaki evlerde, motel ve pansiyonlarda buraya tatil için
gelen yaşlılar yürüyüşe çıkınca kargalar kumsalı onlara terk
edecekti. Sonra sabahları yüzmeyi sevenler gelecekti; ellerin-
deki havluları kıyıya en yakın şezlonglara serip, çıkardıkları
terlikleri özenle bir köşeye bırakıp ürkek adımlarla denize
Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum 235

doğru yürüyecek, su bileklerine gelince durup ufuk çizgisi-


ne doğru bakacak, sonra ağır ağır yürüyerek kendilerini serin
suyun berraklığına bırakacaklardı.

Bazen elimdeki kitabın herhangi bir sayfasını açıp o sayfa-


daki şiiri okuyarak, bazen denizin yüzeyindeki minik aynala-
ra bakarak, bazen de yavaş yavaş çoğalan sesleri dinleyerek
bir saate yakın oturdum.

Sonra kalkıp içeriye girdim ve çaydanlığa su koyup ocağın


altını açtım.
Beyaz örtüyü bahçedeki masaya sererken, sabah içime do-
lan mutluluk yeniden sardı her yanımı. Kahvaltılıkların ol-
duğu tabakları buzdolabından alıp neredeyse tek tek çıkarıp
bıraktım masanın üzerine... Küçük küçük doğradığım doma-
tes ve salatalıkların yanına biberleri de koyup zeytinyağını
hafifçe üzerinde gezdirdim... Çayı demledim... Elif’in, bak
babiş her sabah isterim, dediği maydanozları ayıklayıp iyice
yıkadıktan sonra tabağa koyup, hafifçe tuzladım ve yarım li-
monu üzerine sıktım.

Çalan telefonumu kanepenin üzerinde bulup açtım.

“Günaydın” dedi sabah mahmuru sesiyle Aslı.


“Günaydın, geldin mi?”
“Sanırım çok yaklaştık, anayoldan ayrıldık ve sahil yoluna
girdik, nerede ineyim?”
“O yolu devam edin ben de şimdi dışarı çıkıyorum, beni
görürsün zaten.”
Telefonu tekrar kanepenin üzerine atıp dışarı çıktım.
1

Güneşin pırıl pırıl ışıkları içimdeki aynalarla


oynaşıp duruyordu

Kollarını açıp hızla bana doğru koştu, sımsıkı sarıldı.


İncecik bedenine sarıldım.
Yüzünü boynuma gömdü.
Saçlarını kokladım.
Sımsıkı sarıldık...
Bir süre öylece durduk.

“Elif nerede?” dedi. Gözleri ışıl ışıldı.


“Uyuyor” dedim.
Dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu.
“Valizimi sokakta bırakma” dedi. Bahçe kapısından gir-
di. Sağ taraftaki masaya şöyle bir baktı. “Madem kahvaltı da
hazır ben şu uykucuyu uyandırayım” dedi neşeli bir sesle.
“Ölüyorum açlıktan.”
Valizi aldım. Bahçe kapısından girip kapıyı kapattım.
Eve doğru yürüdüm.

Yüksel­en güneşin doğaya bin bir can katan o pırıl pırıl


ışıkları, içimdeki aynalarla oynaşıp duruyordu...

You might also like