SİYER

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 29

KAVRAMLAR

TAHANNÜS: Haram ve yasak olan şeylerden uzak durmak, Belirli bir ruhsal olgunluğa ulaşmak, ahde
vefa göstermek. Hz peygamberin vahiy gelmeden önce hiraya tefekküre çekilmesi

Asabiyet baba tarafından kan bağı bulunan Topluluk

Ahdasur-rical: genç adamlar hazreti Ali hazreti Ebubekir hazreti ömer hazreti Osman

Duafaunnas: zayıf himayeye muhtaç kimseler habbab bin eret Abdullah bin Mesut ammar bin Yasir

RECİ: Adal ve Kāre kabilelerinin kendilerine İslâm’ı öğretmek için davet ettikleri heyete düzenledikleri
suikast

Ilaf: İslâm öncesi dönemde Kureyş kabilesinin bazı kabile ve ülkelerle yaptığı ticaret antlaşmalarını,
bu maksatla verilen serbest dolaşım iznini ifade eden bir terim.

Eman: hem kabileler arası savaşlarda belli şahıs ve gruplara teslim olmaları halinde mal ve canları için
güvence vererek gereksiz yere kan dökülmesini önleyici ve barışı kolaylaştırıcı, hem de topluluklar
arası ticarî ve sosyal ilişkilerin artması için kabile veya şehir devletinin hâkimiyet alanı dâhilinde
yabancıların güven içinde dolaşmasını sağlar.

Hilf: Câhiliye döneminde Araplar arasında yapılan ittifak; dostluk ve dayanışma yemini.

Nakib: Bir cemaatin büyüğü, bir topluluğun başkanı, başkan vekili veya temsilcisi olan kimse.

Amalika: En eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen göçebe Sâmî topluluk

Muahat: Hz. Peygamber’in Medine’de ensar ve muhacirlerden bazılarını birbirleriyle kardeş ilân
etmesi.

EMAN: İslâm ülkesine girmek veya İslâm ordusuna teslim olmak isteyen bir yabancıya verilen can ve
mal güvencesi.

VADİLKURA: Medine’nin kuzeybatısında eski bir ziraat bölgesi.

İSKAN: Genel olarak sürekli veya geçici yerleşmeyi, özel olarak da kabile ve aşiretlerin yerleştirilmesi

Gazve: Hz. Peygamber’in bizzat sevk ve idare ettiği savaşlar

Seriyye: Hz. Peygamber’in bizzat katılmayıp görevlendirdiği kumandanlarla sevk ve idare ettiği sefer.

Aff-ı Tuleka: Mekke'nin Fethi sırasında ilan edilen genel af kanı heder edilenler bu affın dışındadır.

BEY‘ATÜRRIDVÂN: Hicretin 6. yılında ashabın Hudeybiye’de Hz. Peygamber’le yaptıkları biat.

AHİDNAME: Hükümdarların emriyle bazı devlet, zümre ve şahıslara özel haklar tanımak üzere
düzenlenen belge.

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI: Mekkeli müşriklerin Medine İslâm Devleti’ni resmen tanıdıklarını gösteren
belge.

FETRET-i VAHY: Vahyin en az birkaç ay en çok 3 yıl kesildiği görüşüdür.

DİYET: İslâm hukukunda adam öldürme ve yaralamalarda mağdur tarafa ceza ve kan bedeli olarak
ödenen mal.
BEDRÜ’l-MEV‘İD: Hz. Peygamber’in müşriklerle Bedir’de savaşmak için çıktığı sefer. Uhud Gazvesi
sonunda Ebû Süfyân savaş meydanından ayrılmadan önce müslümanlarla bir yıl sonra Bedir’de tekrar
karşılaşmak istediklerini tehditkâr bir ifade ile söylemiş, Hz. Peygamber de bu teklifi kabul ettiğini
Ömer’in gür sesiyle Ebû Süfyân’a duyurmuştu.

Bİ’RİMAÛNE: Kur’ân-ı Kerîm’i iyi bilen ve ehl-i Suffe’den olan Yetmiş kadar sahâbînin şehid edildiği
olay ve bu olayın geçtiği yer.

Arab-ı Bakiye: Soyları devam eden Araplar.

Arab-ı bâide: tarihin eski devirlerinde yaşamış olup daha sonra çeşitli sebeplerle yok olmuşlardır.

Ceyşül usra: Kıtlık, kuraklık ve çok sıcak bir zamanda Bizanslar ile yapılması düşünülen Tebuk
Seferidir. Kıtlık dönemi olduğu için o döneme "Sâatü`l-Usre (zorluk zamanı)" ve hazırlanan orduya
"Ceyşü`l-Usre (zorluk ordusu)" Gazveyede "Gazvetü'l-usre" denildi.

Berae: Tevbe suresinin adı.

Hicabe: Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının muhafazası görevi.

Sikaye:Kâbe'yi ziyârete gelen hacıların suyunu tedarik etmek, zemzem kuyusuna bakmak, hacıları
susuz bırakmamak vazîfesiydi. Bu vazîfe Hâşimoğullarının uhdesinde idi.

İmâre: Kâbe'nin bakım ve îmârını yapmak vazîfesiydi. Bu vazîfenin îfâsına her kabîle iştirak ederdi ve
bu vazîfenin idâresi Ben-i Hâşim uhdesinde idi.

Rifâde: Gelen hacıları konuklatıp ağırlamak, onları barındırmak vazîfesiydi. Kureyş arasında bu vazîfe
Nevfeloğulları tarafından îfa olunuyordu.
NAKİB: Bir cemaatin büyüğü, bir topluluğun başkanı, başkan vekili veya temsilcisi olan kimse.

Sidâne: Kâbe'nin kilitlerini muhafaza etmek. Bu vazîfe İzaroğullarında idi.


İ'sar: Her iş için fal oku çekmek ve neticesini söylemek işiydi. Bu vazîfe Ben-i Cumh'a âit bir vazîfe idi.

Emvâl-ı Muhcere: Kâbe için yapılan vakıflar ile meşgul olup onları yerine sarfetmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Sehimoğullarına âitti.

Nedve: Nedvedeki toplantılara başkanlık etmek vazîfesiydi. Bu vazîfe Esedoğullarının reîsine âitti. Kureyşliler, Kâbe yanında inşa edilmiş

olan Dâru'nnedve adlı binâda toplanırlar, ehemmiyetli işleri görüşüp kararlaştırırlardı. Harp, sulh, ticâret kervanları tertibi, resmî törenler

ve nikah akitleri burada yapılırdı. Hılfü'l-Fudul:

Fadıllar anlaşması, adâlet tevzîine nezâretle, zulüm ve fesâdın önüne geçmek için kararlaştırılmış bir kurulun alacağı kararlar. Bu kurul,

Abdullah ibn-i Cüdâ'nın başkanlığında toplanırdı. Bir defasında onaltı yaşlarında iken, Peygamber Efendimiz de toplantıda bulunmuştu.

Livâ: Savaş zamanında ve askerin toplanmasında sancağı taşıma görevidir.

Hazine-i emvâl: Savaş için hazırlanan silâh, mal ve âletleri muhâfaza etme görevidir.

İsar : Oklar ile fal bakma işidir.

Nezâre: Bir yerden başka bir yere nakledilecek eşyayı kontrol ve muâyene ettikten sonra "taşıma ruhsatı" verme görevidir.

NOT: Beni kaynuka bedir savaşıyla; Beni Nadir uhud savaşıyla, Beni kurayza Hendek savaşıyla
medineden çıkarılmıştır.
Nuaym b. sabit: Hendek savaşında kilit rol oynayan bir sahabedir Yahudiler ve mekkeli müşrikler
arasını bozarak savaşta etkin bir rol oynamıştır.

NAHLE SERİYYESİ: Müslümanların Kureyşliler’e güçlerini hissettirdikleri ilk seriyye.

Harrar seferi: Hz. Peygamber’in Kureyşliler’e karşı gönderdiği ilk seriyyelerden biri.

Sevik Gazvesi: Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını almak için Medine civarına baskın
düzenleyen Ebû Süfyân ve adamlarını takip için çıkılan gazve.

MÜBÂHELE: Bir tartışma esnasında haksız ve yalancı olanın Allah’ın lânetine uğraması için beddua
edilmesi.

Kubtiyye: Mısırda yapılır parlak ince keten bezi

Kürrar: Savaşmak için geri çekilme taktiği fürrar değil.

Senetül vüfud: Hz. Peygamber’le görüşmek için Medine’ye gelen heyetlerin çokluğundan dolayı
hicretin 9. (630) yılına verilen isim.

BUKKAİN: Tebük Gazvesi’ne katılamadıkları için üzülüp ağlayan yedi sahâbî ve çok ağlamalarıyla
meşhur Kûfeli dört zâhid tâbiî hakkında kullanılan bir tabir.

Hevdeç: Devenin sırtına konan, kadınlara mahsus, üstü kubbeli bir çeşit sepet.

Zül kassa seriyyesi: Benî Sa‘lebe, Benî Muhârib ve Benî Enmâr üzerine gönderilen seriyyeler.

Habeşistan hicreti boykot kronolojisi

1) bir umare bin velid'in evlatlık teklifinde bulunulması

2) hazreti peygamberin sürülmesi veya diyet karşılığında öldürülmek istenmesi

3) haşimoğulları ve muttaliboğulları’nın hz peygamberi korumak amacıyla şi’bu ebu talip ile


toplanması

4)hz peygamberin korumasız eman olan kişilere habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etmesi

5)Boykotun başlaması ve sona ermesi

Medine vesikasının bazı maddeleri

Üzerinde ihtilafa düşülen konular Allah'a ve resulü Muhammed'e arz edilecektir

Yahudilerden hiçbir kimse hazreti Muhammed'in izni olmadan Müslümanlarla birlikte savaşa
katılmayacaktır

Medine'ye yönelik bir saldırı olması halinde Yahudiler ve Müslümanlar kendi savaş masraflarını
kendileri karşılayacak bu sahifede gösterilen kimselere savaş açanlara karşı yardımlaşılacaktır.

kureyşliler ve onlara yardım edecek olan himaye altına alınmayacaktır

bir kimsenin bir müminin ölümüne yol açtığı kesin delillerle sabit olur ve maktulün velisi diyete razı
olmazsa o kimse kısas hükümlerine tabi olur bu takdirde bütün müminler öldürene karşı tavır alır
bunlara sadece bu hükmün uygulanması için hareket etmek helâl olur

Hz. MUHAMMED (a.s.)'iN NüBüVVETTEN öNCEKi HAYATI VE iLK TEBLİG MERHALELERi


Babasıyla annesinin cetleri altıncı cedde olan ibni kilâb da birleşmektedir peygamberimiz
peygamberimizin nesebi en şeref nesep zinciriyle 24 göbekte hazreti ibrahim'e ulaşır babası
doğmadan birkaç hafta önce vefat etmiştir her peygamber gibi peygamberimizin mucizeleri vardır
annesinin doğum yaparken hiç sancı çekmesi sünnetli doğması melekler tarafından yıkanması sağ
omzunda nübüvvet mührünün bulunması süt annesinden emerken bir memeyi diğer süt kardeşine
bırakması bir bulutun onun üzerinde dolaşarak gölge demesi göğsünün melekler tarafından açılarak
Hikmet ile doldurulması gibi ebul Kasım eba ibrahim gibi künyeler vardır ayrıca çok övülen anlamında
Ahmet allah'ın kendisi sebebiyle küfrü yok ettiğinden mahi ondan sonra peygamber
gelmeyeceğinden dolayı akib bütün insanlar onun huzurunda haşır olacakları için haşir rahmet
peygamberi tövbe peygamberi fatih taha Yasin ve hatemi nebi yun gibi isimleri de vardır mekke'de
geçerli olan adete göre yeni doğan çocuklar süt anneye verilirdi peygamber efendimiz de sad bin
Bekir kabilesinden Halime peygamber olacak bu çocuğu emzirmek de memnun kaldı dördüncü
yaşında onu annesine teslim etmeye karar verdi 6 yaşına kadar annesinin ve dedesinin himayesinde
kaldı bir müddet sonra annesi onu alarak medine'de bulunan dayıları beni neccare götürdü annesi
yolda rahatsızlanmış ve ebva köyünde defnedilmiştir 6 yaşında hem öksüz hem de yetim kaldı
dedesinin himayesinde 2 yıl kaldıktan sonra o da vefat etti dedi dedesi vefat etmeden amcası ebu
talib emanet etmişti ömrünün her zamanı her zamanında ve gittiği her yerde islam ahlakından dolayı
Muhammed el emin lakabını almıştı 25 yaşında hazreti Hatice ile evlendi 40 yaşında nübüvvet
mesajını aldı ikra ilk 5 ayet vahiy olundu oku yaratan rabbinin adıyla oku o insanı bir kamp açısından
yarattı oku ve öğren insana bilmediğini bildiren ve kalemle yazdıran rabbin eklemdir o ana kadar
duymadığı bir emri okuyacağını söyledi fakat cebrail aleyhisselam'ın ısrarla teklifi ve üçüncü kez
tekrarı sonucu o da aynısını okudu bu olay karşısında heyecanlanınca hemen mekke'ye giderek eşi
hatice'den bir yatak hazırlamasını istedi ya Hatice beni sıkıca ört diyeyerek istirahata çekildi
sonrasında olan bitenden hatice'yi haberdar etti. Rahib Cercis şöyle diyordu: "Bu gelen, insanlarm
efendisidir. Alemierin Rabbinin elçisidir. Allah onu alemlere rahmet olarak göndermiştir." Kureyş'ten
bazı kimseler, Rahib'e bunu nasıl bildiğini sorduklarında şu cevabı aldılar: "Onun geçtiği güzergahm
çevresinde bulunan bütün taşlar ve ağaçlar secdeye varıyorlar. Bunlar ancak bir Peygambere secde
edebilirlerdi. Ayrıca iki omuzunun arasında bir de Nübüvvet Mührü vardır. ' V araka bin Nefvel ise Hz.
Muhammed (a.s)' in Risaleti hakkında şöyle konuştu. "Ey Muhammed, sana müjde olsun. Şahadet
ederim ki Meryem oğlu İsa'nın haber verdiği Nebi'nin ta kendisisin. Sana gelen Melek, Hz. Musa'ya
gönderilen Namus-u ekberdir. Sen insanlara gönderilmiş bir Peygambersin, sen gelecekte Risaletini
tebliğ etmek için cihad ile emredileceksin. Eğer o güne kavuşmuş olsaydım, seninle birlikte mutlaka
cihad etmet isterdim nübüvvet ve risalet 4 parça gerçekleşmiştir

1- Davet ve tebliğe başlamadan önce, sevk ve idare yönünden ruhen hazır olmalıdır. Bunun için
emir ve yetki, temiz ve arındırılmış bir ruh üstünlüğüne kavuşması gerekir. Hz. Muhammed
(a.s) bu ilahi görevi aldıktan sonra Kur'an'ın emriyle davet ve tebliğ konusunda hazırlık
merhalesini tamamlamıştır. "Ey örtünüp bürünen {Resulum)! geceyi, tamamen değilde,
yarısını yahut yarıdan az eksiğini veya fazlasım yatmadan (ibadetle) geçir ve Kur'an'ı tane
tane oku. Yüce Allah bu ayetlerle Hz. Peygamber ( a.s )'e risaleti verdikten sonda, görevi icra
etmeye devam ederek ilk vahyin şiddetinden duyduğu korku ve heyecanı teskin etmek
istemiştir. Daha sonda Yüce Allah'ın şu emriyle, tebliğ görevi tevdi ediliyor. "Kalk, artık
(insanları) uyar."
2- Kur'an'da da işaret edildiği gibi en yakın akraba ve hısımlanna davet ve tebliğde
bulunmasıdır. "önce en yakın hısımlarını uyar. "Tebliğin yakınlarına ulaştınlmasının başlangıç
noktası olarak kabul edilen bu emirden sonda Resulullahı önceki Peygamberler gibi, sabah-
akşam, gece-gündüz, uzak-yakın, harp ve sulh demeden çalışmalarına başladı.
3- 3-Mekke ve bütün Arap illerini içine alan davet tebliğ halkasıdır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de
şöyle buyurulmaktadır: "Şehirlerin anası (olan Mekke'de) ve onun çevresinde bulunanları
uyarman ve hakkında asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutmak için, sana
böyle Arapça bir Kur'an vahyettik. Mekke'de Kabe bulunduğu için burası şanı büyük bir
şehirdir. Orada ve çevresinde yaşayanların çoğunluğu Arap kavmiydi. Böylece davet ve
tebliğin, Mekke'nin merkezinden başlayarak diğer Arap kabilelerine doğru açılması daha
uygundur.
4- 4-Bu merhale tebliğin bütün insanlığa ulaştırılmaya çalışıldığı merhaledir. Nitekim Kur'an-ı
Kerim ayetleri nazil oldukça tebliğin halkası da o ölçüde genişliyordu. Bu husus Kur'an'da
şöyle açıklanmaktadır: "Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan aydınlığa, yani her şeye
galip ve övgüye layık olan Allahın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. Not:
İslamın tebliğ devrelerini teşkil eden bu dört merhaleden ilki, aile ve akrabalarını içine alan
gizli tebliğ devresidir. Diğer üç merhale ise, açıktan yapılan tebliğ devreleridir. Her tebliğ
dönemi, bir öncekine göre daha kapsamlı olmuştur.

Gizli tebliğ devresi: peygamber efendimiz (sav) ilk vahiy geldiğinde biraz heyecanlanmış korkmuştu
ve bu olanları eşine anlatmıştı hazreti Hatice ise kuzeni olan varaka bin Nevfele anlatmış o da bunun
nübüvvet olduğunu müjdelemişti ve bu devirden sonra bir vahiyde fetret devri yaşadı peygamber
efendimiz. Bu dönemden sonra müddessir suresinin nazil olmasıyla peygamberliği Tekrardan teyit
edilerek örtülüp bürünmesi yerine artık kalkmasını ve yanındakileri uyarmasını tebliğ olunmuştu.

1-insanları, içine düştükleri küfür, şirk ve cahiliyye alışkanlıklarının çirkinliğine dikkat çekilerek bu
duruma mâni olmak için çalışmaya başlaması.

2-insanlann bu tehlikeli durumdan kurtarılması için öncelikle iman ve hidayet, yoluna davet edilerek
herkesin uyarılması.

3-iman hidayete karşı koyarak şirk ve küfürde ısrar edenlerin ilahi bir korku ve azap ile ikaz edilmesi.

4-Halkın inanmaya davet edildiği Yüce Allah'ın anılmasını kalp ve dil ile ikrar edilerek imanın
hakikatinin herkese duyurulması.

5-Tevhid akidesi gönüllere yerleşip ruh temizliğine kavuştuktan sonra; beden, elbise ve çevresini
ilgilendiren diğer bedeni ve fiziki temizliğe önem verilmesi.

6-Azap ve sorumluluk gerektirecek her türlü isyan, günah ve haramın terk edilmesi.

7-insanlara yapılan bu tebliği ve hizmeti çok görerek vazgeçilmemesi.

8-Tebliğ ve davet görevi yerine getirilirken zorluklar ve sıkıntılarla karşılaşmak mümkün olduğundan,
her zaman sabır gösterilmesi, düşmanların haksız eza ve cefaları karşısında tahammül gösterilmesi.

Hz.Peygamberin ilk Tebliğine muhatap olan Kimseler:


Tebliğin bu ilk döneminde İslam nurunun üzerine doğduğu ilk insanlar; eşi Hz. Hatice, amcasının oğlu
Hz. Ali ve Hatice'nin azadlı kölesi Zeyd bin Haris'tir. Bunların dışında Ebu Bekir nübüvetten önce de
Hz. Peygamberin dostu idi. Puta tapmak ve içki içmek gibi cahiliyye devri alışkanlıklarından uzaktı.
Resulullah'ın tebliğini duyunca terededüt etmeden huzura gelip Kelime-i Şehadeti okuyarak hemen
iman etti. Hz. Muhammed(a.s) onun hakkında şöyle buyuruyor: "iman tebliğ ettiklerimin herbiri önce
tereddüt eder, benden mühlet isterdi. Fakat Hz. Ebubekir müstesnadır. O, hiç tereddüt etmeden
iman etti. " sonra Resulullah'ın gizli tebliğ döneminde; Osman bin Afvan, Zübeyr bin Avvam,
Abdurrahman bin Avf, Sa'd bin Ebi Vakkas ve Talha bin Ubeydullah gibi sahabiler de iman etmişlerdir.
Burada hatırlatılması gereken önemli bir husus da Resulullah'ın tebliğ ettiği bu insanların hiçbirine
karşı baskı ve zor kullanmadığı onları memnun edecek maddi bir servete de sahip olmadığıdır. Tam
tersine bunlardan bazıları Hz. Muhammed (a.s)'den daha zengindiler. Gizli tebliğ devresinde Hz.
Peygamberin üzerinde durduğu tevhid akidesi iman esaslarının bir özeti şeklindedir. 1-Uluhiyyet;
Yüce Allah'ın varlığının tebliği. 2-Vahdaniyyet; Cenab-ı Hakk'ın tek olduğu, ortağı ve benzerinin
bulunmadığının tebliği. 3-Risalet; Yani Peygamberin Allah tarafından gönderilmiş bulunması.

Hz.Peygamberin Açıktan Tebliğe Başlaması :


Hz.Muhammed (a.s) ilk üç yılında tebliğ ve daveti gizli yapmıştır. Çünkü birlikte yaşadığı Mekke halkı
onun tebliğ edeceği itikadi konuları kabul edecek olgunlukta değildi. Hz. Peygamber (a.s) kendisine
iman edenlerin sayısı otuz kişiyi aşınca, onlan irşat etmek maksadıyla bir araya toplamayı uygun
görmüştü. Diğer yandan müşrikler de mü'minlerin bu tehlikeli durumdan etkilenmemeleri için onları
ilk müslümanlardan. Erkanm bin Ebi'l Erkam'ın evinde toplayarak İslam'ın iman esaslarını tebliğ
etmeye başladı. Daha sonra Kur'andaki şu ayetler nazil olunca tedricen de olsa, açıktan tebliğ
dönemine girildi. En yakın akrabalardan başlanarak tebliğin açıklanması ve müşriklere karşı açıkça
tavır konulması istendi (Şuara 214). "Sana emrolunanı açıkca söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir.
(Seninle) alay edenlere karşı biz sana destek olmaktayız. " Bu ayetlerin nuzulünden sonra tebliğin
ikinci merhalesi olan açıktan ve toplu halde tebliğe başlamıştır. Hz. Ömer müslüman olana kadar
ferdi tebliğ ve gizli teşkilatlanma olmuştu. Hz. Ömer'in Müslüman olmasıyla açıktan tebliğ kesinlik
kazandı.

Önce Kureyş soylularına haber verildi. Herkes Safa tepesine toplandı Çağırılanların hepsi geldi.
Hasta ve mazereti olanlar yerlerine bir vekil göndermişlerdi. Bu esnada Resulullahı yüksek bir yere
çıkarak bütün Kureyş soylarını tek tek saydıktan sonra şöyle hitab etti: " ... Ey Kureyş, Ben size şu
vadide bir takım düşman süvarileri vardır, sizin üzerinize baskın yapmak istiyorlar diye haber versem,
bana inanır mısınız?" dedi. Topluluk: "-Evet inanırız. Biz senin yalan söylediğini görmedik. Yapılan her
tecrübede doğru sözlü olduğunu gördük" dediler. Bunun üzerine Hz.Peygarnber (a.s): "-öyleyse ben
sizi şiddetli bir azap ile karşılaşmadan önce uyarıyorum. Ben Allah tarafından size gönderilmiş bir
elçiyim. O'na hamd eder ve O'ndan yardım dilerim. O'na iman eder ve O'na güvenirim. O zatında
birdir, eşi ve benzeri olmadığına şahitlik ediyorum. Kendisinden başka hiçbir ortağı olmayan O Allah
adına yemin ederim ki ben size özel; diğer bütün insanlara da umumi olarak gönderilmiş bir
Peygamberim. Allah'a yemin ederim ki siz uykuya dalar gibi öleceksiniz, uykudan uyanır gibi de
yeniden dirileceksiniz. Cennet ve Cehennem de daimî ve haktır." Bu hitabetten sonra Ebu Leheb
ayağa kalkarak: "-Yazık sana! Bundan sonraki günlerde hüsrana uğrayasın! Bizi bu konuşma için mi
burada topladın. dedi. Ebu Leheb'in Hz. Peygamberin tebliğine karşı söylediği bu yakışıksız sözler
üzerine şu ayet nazil oldu. "Ebu Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu da malı ve kazandıkları onu
kurtaramadı. O, alevli bir ateşe girecek" Böylece islam'ın tebliğinde yeni bir dönem başladı.
Resulullah Mekke'de bazı kabileleri ziyaret ederek onların sorumlularına ve halkına, Kelime-i Tevhidi
tebliğ etmeye başladı.

Tebliğde imanın önceliği:


İslam'ın tebliğ ve gelişmesinde iman esasları daima öncelikli konular arasında yer almıştır. Çünkü
kalbin herhangi bir konuda azim ve sebatla mutmain olması için sağlam bir itikatla hakikatı
benimsemiş olması gerekir. Bu itikadın temeli ise Allah'ın varlığına inanmaktır.

Kur'an-ı Kerim'in nüzul sırasına bakıldığında yine ibadetlerden önce insanların gönüllerine iman
esaslarını telkin eden ayetlerin nazil olduğu görülmektedir. İnsan, ancak tam anlamıyla iman edip
teslim olduktan sonra, Allah'ın razı olduğu fiilleri gerçekleştirmeyi sağlar. Böylece hedefine ulaşmak
için gönlündeki bütün hayır duygularını harekete geçirir. Çünkü iman; sahibini inandığı şeye
ulaştırarak gerçekleştirmek istediği hedefine kavuşturur. Nitekim ilk Müslümanların karşılaştıkları
bütün sıkıntılara karşı azim, sabır ve tahammül göstermeleri bunun en güzel örneğidir.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

AKABE BİATLARI
Mekke’nin Akabe mevkiinde, 621-622 yıllarında Medineli Müslümanlarla Hz. Peygamber arasında
yapılan iki anlaşma.

Mina hudutları içindedir. Hac sırasında şeytan taşlanan Cemerât bölgesinde, Cemre-i Akabe ismiyle
anılan büyük şeytanın taşlandığı yere yakın etrafı tepelerle çevrili küçük, kuytu bir vadidir. Bugün
burada, Medineli Müslümanların Hz. Peygamber’e biat ettiğini hatırlatmak maksadıyla inşa edilmiş
bir mescid bulunmaktadır.

Hazreti peygamber cahiliye devri adetlerine göre hac vazifesinin yerine getirmek ve çevrede kurulan
panayırlarda katılmak için değişik bölgelerinden gelen Araplar arasında İslamiyet'i yaymak amacıyla
çeşitli faaliyetlerde bulunmaktaydı 620 yılında hac mevsiminde yesrib halkından bir grupla akabe de
karşılaştı ve onlara İslam'ı tebliğ etti bu 6 kişilik hazreçli grup islamiyeti kabul ettiler peygamberimiz
onlara kendisini yesribe götürmelerini. “Hiçbir şeyi Allah’a eş koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina
yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, emirlerine
uyacaklarına” dair Hz. Peygamber’e söz verdiler ve ona biat ettiler. islam dinini yaymasında yardımcı
olmalarını istedi onlar da yıllardır süren evs kabilesiyle savaşların yol açtığı düşmanlığı ortadan
kalkacağını bu dinle ümit ettiklerini ifade ettiler hazreç ve evs kabilesi arasında islami yaşayacaklarına
ve bir sene sonra tekrar buluşmaya anlaştılar bu söz üzerine 10 hazreçli ve 2 evsli Mekke'ye gelip
akabe de hz. Peygamberle buluştular ve ona söz verdiler 621 yılında yapılan bu biata birinci akabe
biatı denir savaşla ilgili konuları ihtiva etmediği için beyatün-Nisa adıyla da anılmıştır. Peygamberimiz
Medine'de kuranı ve İslam'ı öğretmesi ve orayı İslâm’ın merkezi olmaya elverişli hale germesi iç için
musab bin umeyri medine'ye gönderdi. Musab bin ümeyr bir sene orada faaliyet yapması yesribin 2
büyük reisin Müslüman olmasını sağladı 622 hac mevsiminde peygamberimizi Medine'ye davet
etmek isteyen ikisi kadın 75 medineli asıl amaçlarını gizli tutarak Mekke'ye giden Medineli
müşriklerle gittiler hac vazifesinden sonra peygamberimizle buluşmaya anlaştılar peygamberimizin
yanında akabeye giden sadece amcası Abbas vardı Medineliler bütün söylenenleri kabul ettiler ve
savaş maddelerii ihtiva ettiği için Beyatün harp diye de anılır bu anlaşmadan sonra peygamberimiz
ashabına Medine'ye hicret etmeleri için izin verdi aynı yıl içinde peygamber efendimiz ve hazreti Ebu
Bekir de hicret etti.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

AKABE BİATI DİĞER MAKALE


Siyer rivayetlerine göre biat, ortak hareket etmek üzere teyitleşmek ve sözleşmek olarak
değerlendirilebilir. Akabe ismi, Arap coğrafyasında birçok yer için kullanılmıştır. Ancak Siyer’de
gördüğümüz Akabe, Mekke’de Ka’be’nin bulunduğu yere yaklaşık üç km. uzaklıktadır. Mina hudutları
içinde sayılır. Şeytan taşlama mevkiinde bulunan bu yer, Cemre-i Akabe denilen büyük şeytanın
taşlandığı yere yakın etrafı küçük tepelerle çevrili, tenhada bir vadidir. Bugün burada biatlerin anısına
bir mescid inşa edilmiştir.

Hz. Peygamber’in davet ile sorumlu tutulmasından itibaren gerek Mekke gerekse Mekke dışından
insanlarla görüşmeler yapmak için gayret ettiği anlaşılmaktadır. Bu çaba, davetin üzerinden beş yıl
bile geçmeden Müslümanların doğdukları topraklardan farklı bir yerde bir sığınak arayışına girmesi
yönüyle davete gösterilen sert tepki ile eş zamanlı olsa gerektir. Zira bazı Müslümanlar Risalet’in
beşinci yılında Habeşistan’a hicret etmek durumunda kalmışlardı. Alanın Hz. Peygamber için de
daralması ile Hac mevsiminde Mekke’ye gelen kabilelerden himaye talebi, daha yoğun işlenmeye
başlamıştır. İşte ilk Akabe buluşması böyle bir sürecin sonunda ortaya çıkan imkândı. Hz. Peygamber
davetin Mekke ortamında zemin bulamamasına kanaat getirdikten itibaren yeni bir mekân arayışına
girmişti. Onuncu yılda yaşanan Taif tecrübesi de böyle bir çabayı ifade etmektedir. Ardından benzer
girişimler devam etmiştir. Akabe görüşmelerine kadar bu çabalar sonuçsuz kalmıştı.

Hz. Peygamber’in Akabe buluşmalarına kadar yaptığı görüşmelerde kabileler, Hz. Peygamber’in
çağrısını olumlu bulmakla birlikte reddetmeyi tercih etmekteydiler. Bunda en önemli amil, Kureyş ile
ters düşmek istememeleri olsa gerektir. Zira Kureyş’le dolayısı ile Mekkeliler ile kimse kavgalı
konuma düşmek istemiyordu. Hz. Peygamber, Mekkeliler ile sorun yaşadığından onunla iş birliği
yapmak, onun davetine icabet etmek ve onu himaye etmek, Mekkeliler ile karşı karşıya gelmek
demekti. Bir başka gerekçe ise Yesrib’in böyle bir kabule henüz hazır olmamasıydı Risalet’in onuncu
yılında Hz. Peygamber, yine hac mevsiminde kabileleri konaklama yerlerinde ve panayır alanlarında
ziyaret ediyor, onlara kendisini tanıtıp davet ile himaye talebinde bulunuyordu. Yesribli Hazrec
kabilesine mensup birkaç kişi ona kulak verdi. Bu kişilerin sayısının altı olduğu genel olarak kabul
görmüştür. Hz. Peygamber’in, Akabe görüşmelerinde biat aşamasına gelinceye kadar Mekke dışından
gelenlerle ilişkilerinde iki talep ön plana çıkmaktadır. Birincisi; koruma, ikincisi; davettir. Allah
Resulü’nün ilk çabasının Arap gelenekleri çerçevesinde himaye olduğu anlaşılmaktadır. Hem
kendisine hem de ilk müminlere yönelik baskı ve gerilim ortamından çıkıp davetin serbestçe
yapılacağı bir ortam bulmak istemektedir. Hatta muhataplarına “sizden bir talebim yok ve sizi
herhangi bir şeye zorlamıyorum” deme ihtiyacı duymaktadır. Güven ortamı arayışı, davet açısından
da öncelikliydi. Hz. Peygamber, barış ortamının davet açısından değerinin, ilk zamanlardan beri
farkındadır. Bu nedenle insanlardan himaye ve barınak temini bağlamında yardım talep etmektedir.
Akabe buluşmasında Hz. Peygamber, davetine kulak verdiğini anladığı Hazrecli kişilere yönelik
yaklaşımında, kaynakların aktardığına göre önce Allah’a davet ediyor ardından onlara İslam’ı arz
ediyordu. Sonra da Kur’an okuyarak davetini tamamlıyordu. Kimi Siyer müellifleri bu sıralamaya;
korunma, yardımcı olma, kendi diyarına götürme gibi talepleri de eklemişlerdir. Yine Beyhakî’nin bir
tespitine göre, şirk ve ubudiyyet konusu da burada zikredilmiştir. Himaye talebi dışında bu
yorumların İslam davetine dair ana hususların açıklanması olarak değerlendirilmesi mümkündür.
Kaynaklarımız bu buluşmada herhangi bir biatten bahsetmemektedir. Bunun yerine tanımlamayı
yaparken “Birinci Akabe” ifadesi kullanılmıştır. Mamafih hiç sıralamaya dâhil etmeyen müellifler de
vardır. Hatta ilk müelliflerden Urve b. ez-Zübeyr’in ve Musa b. Ukbe’nin rivayetlerinde; ilk ve ikinci
buluşma, detaylarına girilmeksizin bir arada verilmiştir. Siretü İbn İshak’ta konu, ilk buluşma
bağlamında yer almamıştır. Sadece Hac mevsiminde Hz. Peygamber’in kabileleri ziyaretlerine işaret
söz konusudur. İlk buluşma ile gerçekleşen yakınlaşma Hazrecli bu grubun Müslümanlığı kabul
etmesiyle; Yesrib’e İslam’ın taşınmasının yolunu açmış ve yeni bir sığınak fikrinin istikametini Yesrib’e
çevirmiştir. Bu görüşmeden sonra iki yıl üst üste yapılan görüşmeler bu fikri pekiştirmiştir.
Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamber’in Yesriblilerle yapmış olduğu görüşmelerden ilki,
müstakil bir buluşma olup diğer ikisi kadar önemlidir. Öyle gözükmektedir ki, bu ilk görüşmede
biatleşmeye dair haberlerin olmaması bazı müellifleri bu ilk buluşmayı önemsiz görmeye
sevketmiştir. Kanaatimizce Akabe görüşmelerinin başlangıcı ve ilki olarak bu buluşma, dikkate
değerdir. Ana gündemi himaye talebi ve İslam’ın tanıtılmasıdır.

İKİNCİ AKABE GÖRÜŞMESİ


Risalet’in on birinci yılında gerçekleşen ve Akabe buluşmalarını tarihe işleyen bu buluşmadır.
Rivayetlere göre bu mülakat, on iki kişiden müteşekkil heyetin Hz. Peygamber’le yapmış olduğu
görüşme ve ardından gerçekleşen biat rivayetleri ile temayüz etmiştir. Muhtemeldir ki, Müslümanlığı
kabul edip Yesrib’de İslam’ı duyuran insanlar, ertesi yıl yine temsilci mahiyetindeki heyetlerini Hz.
Peygamber ile buluşturmuşlardı. Biat olarak kaynaklarımızda ifadesini bulan sorumlulukların
öğrenilmesi ise, bazı rivayetlere göre gelen heyetten birisinin sorusu ile ortaya çıkmıştır. Heyet, Hz.
Peygamber’e Müslüman olmakla ve kendisini peygamber olarak kabul etmekle hangi yükümlülükler
altına girdiklerini sormuştur ki Allah Resulü bu hususları şöyle sıralamıştır. 1. Şirkten uzak durmak, 2.
Hırsızlık yapmamak, 3. Zina etmemek, 4. Çocukları (haksız yere insanı) öldürmemek, 5. İftira
etmemek, 6. Maruf olan hususlarda asi olmamak

İkinci Akabe buluşmasında biat şartlarının ravisi Ubâde b. Sâmit’tir. Özellikle bu buluşmanın detayları
bize sadece Ubâde b. Sâmit aracılığı ile aktarılmıştır. Yukarıda sayılan hususlara eklenen başka
unsurlar da vardır ki, bu hususlardan özellikle koruma, yardım ve himaye Hz. Peygamber’in Mekke
dışındaki arayışlarının ana merkezini yansıtmaktadır. Bunlar da şöyle sıralanabilir: 1. İtaat, 2. İnfak, 3.
Emr bi’l-ma’ruf ve nehy ani’l-münker, 4. Sözü Allah için söylemek ve kınayanın kınamasından
korkmamak, 5. Hz. Peygamber’e yardımcı olmak, 6. Hz. Peygamber’i korumak

İkinci Akabe buluşması, daha sonra Kadınlar Biati olarak isimlendirilmiştir. Bu yorum ve isimlendirme
Mümtehine Sûresinin nüzulünden sonra olsa gerektir. Kaynaklar bu değerlendirmenin Ubâde b.
Sâmit’e ait olduğu izlenimi vermektedir. Bu ayette, İkinci Akabe buluşmasında gerçekleştiği ifade
edilen sözleşmede sayılan bütün hususlar Hudeybiye anlaşması sonrası yaşanan hadiselerle ilgili
bağlamdaki bu Sûre’de geçmiştir (“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında
bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemekte sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye
geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok
bağışlayandır, çok esirgeyendir.” Mümtehine, 60/1.). Rivayetin bu haliyle bütün kaynaklarda Ubâde
b. Sâmit’ten gelmiş olması, geç dönem müelliflerinde ise farklı unsurların biat şartlarına eklenmesi,
rivayetle ilgili ileri değerlendirmelerin yapılmasını zorunlu kılmaktadır.

İbn Hacer’in de tespit ettiği üzere İbn İshak’ın ve Vâkıdî’nin muhtelif ravilerle Ubâde b. Sâmit aracılığı
ile aktardığı habere konu olan muhteva, İkinci Akabe buluşması ile ilişkilendirilmiş olmakla birlikte
aynı muhteva Medine döneminin yedinci yılında gerçekleşmiş olan Hudeybiye musalahası sonrası
Mekke’den Medine’ye izinsiz olarak gelen kadınların durumu ile ilgili yapılacakları anlatan
Mümtehine Sûresi ile gündeme gelmiştir. İbn Hacer, bu muhtevanın İkinci Akabe buluşmasında
geçmiş olmasını mütereddit şekilde karşılamıştır. Hatta bazı mülahazalardan sonra tereddütsüz
Akabe ile ilişkisini reddetmiştir. Zaten Ubâde’nin bu rivayeti Hadis kaynaklarında herhangi bir bağlam
zikredilmeksizin yer almıştır. Önemli Hadis klasiklerimizden Müslim ise, bu biatte Ubâde rivayetini
sadece ilk maddede zikredilen şirkten uzak durmak şartı ile vermiştir. Bu şart bağlamında Medine’de
gerçekleşen ve biat uygulamasını ifade eden rivayetler vardır (En’am 6/151 bağlamında Hz.
Peygamber’in biat aldığı ifade edilmektedir. İbn Hacer bu rivayeti de dikkate almakta ve mezkûr
şartın Akabe görüşmesiyle ilgili olmadığı izlenimi edindiğini belirtmektedir. Hatta Müslim’deki bir
başka rivayeti de (Müslim, delil getirerek Kadınlar Biati kavramının kullanılması ile ilgili Ubâde’nin
bahsettiği biatin Hudeybiye’den sonra olduğunu tespit etmektedir ki bu dikkate alınması gereken bir
yorumdur. Yine Ubâde b. Sâmit’ten rivayet edilen ve biat içeriklerini daha da genişleten haberler
vardır. Dinleme ve itaat etme, niza etmeme ve hakkı söyleme şartları zikredilmiştir (krş. İbn Hacer, I,
69). Farklı varyantlardaki dinleme ve itaat etmenin çerçevesi bağlamında “usr” ve “yusr” ifadeleri de
dikkate alındığında bu biatin harb şartlarını da çağrıştırdığı bir gerçektir. Ubâde’nin rivayetinde bu
durum zaten açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla bu biatte de asıl unsurun himaye ve bu taleplerin ifade
edildiği bağlamda Hz. Peygamber’in her zamanki gibi davet ve tebliğin gerektirdiği vazifeleri Siyer
Kaynaklarına Göre Akabe Görüşmeleri yerine getirmesi bağlamında tevhide dair zikretmiş olduğu
hususların genişleyerek yorum ve değerlendirme şeklinde rivayete girdiğini söylemek mümkündür.
Zira benzer hususlar son akabe buluşması ile ilgili bağlamda Ubâde kanalıyla rivayet edilmiştir.
Hudeybiye sonrası süreçte Kadınlar Biati olarak isimlendirilen görüşmenin, Hz. Peygamber’in hicret
öncesi Müslümanlardan almış olduğu sözü teyid eden bir muvafakat olarak değerlendirilmesi,
mümkün olmakla birlikte yeterli olmadığı ve ek delillere ihtiyaç olduğu da açıktır.

ÜÇÜNCÜ AKABE GÖRÜŞMESİ


Akabe buluşmalarının sonuncusu budur. Son Akabe (el-Akabetü’l-âhire) veya İkinci Biat (el-Beyatü’s-
saniye) şeklinde isimlendirilmiştir. Bu görüşme, Hz. Peygamber’in Mekke’den Yesrib’e hicret
edebilmesine ortam oluşturmuş ve hicretin yolunu tam anlamıyla açmıştır. Takribi yetmişten fazla
Yesribli Müslümanın bulunduğu bu buluşma da, diğerleri gibi gizli yapılmıştır. Bu görüşmenin
diğerlerinden farkı, artık Yesrib’e taşınma ve hicretle ilgili kararın verilebileceği kuvvette bir lider
grubun Hz. Peygamber ile burada buluşmuş olmasıdır. Rivayetlere göre, içerik bakımından son
buluşmada, önceki iki buluşmaya nazaran teyid edici yeni hususların eklendiği anlaşılmaktadır. Zira
artık Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkıp Yesrib’e taşınması ve orada ikameti, yeni bir konjonktür ve
yeni bir ortamın oluşmasına zemin hazırlamakta ve bunun getirdiği yükümlülükler de ona göre
artmaktadır. En kapsamlı şekliyle ilk defa İbn Hişâm’da yer alan son Akabe buluşması usül yönünden
diğerleri ile benzer özellikler taşımaktadır. Burada da Hz. Peygamber Müslümanlara Kur’an okumuş,
İslam’ı arz etmiş ve Allah’a davet etmiştir. Ardından Hz. Peygamber’in kendisini, aile ve çocuklarını
korudukları şeylerden korumaları üzere biat aldığı ifade edilmiştir. Ravi, Ka’b b. Mâlik’tir. Ubâde b.
Sâmit ve Câbir b. Abdillah’ın rivayetine göre ise aşağıdaki şartlar üzere burada sözleşilmiştir. 1. İyi ve
kötü günde Hz. Peygamber’i dinlemek ve itaat etmek. 2. Îsar 3. İdareyi yürüten bir ehil kimse var ise
niza etmemek 4. Her zaman hakkı söylemek ve bu konuda kınanmaktan korkmamak Belâzûrî bu
şartlardan îsar şartını zikretmemiştir. Ya’kûbî ise yukarıdaki şartların aksine sadece vefa ve harb
şartına yer vermiştir. Taberî, İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Esîr, İbn Seyyidinnas, ve Semhûdî gibi müellifler ise
bu şartlara hiç yer vermemiştir. Zehebî, şirk, ubudiyyet, barınak sağlamak, infak, emri bi’l-maruf ve
nehyi ani’l-münkerde bulunmak gibi şartları sıralarken benzer şekilde Şâmî, Câbir b. Abdillah’tan
aktardığı rivayetle ve bazı ziyadelerle bu hususlara çok benzer şekilde yer vermiştir. İbn Hıbbân,
Beyhakî ve Şâmi ziyade olarak zor ve kolay zamanlarda infak, emri bi’l-maruf ve nehyi ani’lmünkerde
bulunmak, yardımda ve korumada bulunmak, kınayanın kınamasından korkmamak gibi hususları
zikretmiştir. Tüm bu farklılıklarla anlaşılmaktadır ki görüşmenin safahatında Hz. Peygamber, Ensar’a
nasihat etmiş ve sorumluluklarını hatırlatıp onlardan söz almıştır. Her iki kısmın da görüşme ve
sözleşmenin içeriğinde anlam olarak bulunması ihtimal dışı değildir. Zikredilen şartların ise ravi ve
müelliflerin mezkûr buluşmayı anlamlandırma tarzları olarak okumak mümkündür. Hz. Peygamber’in
talepleri arasında korumaya ek olarak zikredilen Hz. Peygamber’e yardımcı olma talebi, onun
Mekke’den ayrılma ihtiyacı duyduğu zamandan beri, görüştüğü toplum liderlerinden bir beklentisi
idi. Dolayısıyla bu görüşme sırasında da gündeme gelmiş olması, hicret öncesi son buluşma
olduğundan kuvvetle muhtemeldir. Son Akabe biatı ile ilgili bir diğer husus, bu biatin bir “harb biati”
olduğu ile ilgili değerlendirmedir. Kavram olarak “harb biati” tabiri nadir kullanılsa da savaşla ilgili
konuşmaların bu biatte geçtiğini düşünmemizi gerektirecek çok sayıda rivayet vardır. Ya’kubî, İbn
Abdilber gibi müellifler biat bağlamında savaştan söz etmişlerdir. Ancak ifade etmek gerekir ki bu
biatin harb biati olduğuna dair tanımlama kadınlar beyati tanımlamasında olduğu gibi muhtemelen
Ubâde b. Sâmit tarafından yapılmıştır. Bu tanımlamanın, mezkûr biati diğerlerinden ayırmak için
yapıldığını söylemek mümkündür. Kadınlar biati tanımlamasının da Hudeybiye musalahası sonrası
ortaya çıktığını ifade etmiştik. Bu tabirin de oluşmasında Ubâde’nin merkezi rol oynadığı söylenebilir.
Pek tabiidir ki bu yorumlar, son biatte savaş hususunun gündeme geldiği gerçeğini zayıflatmaz. Zira
bu durumu güçlendirecek iki değerlendirme vardır. Birincisi Abbas b. Abdülmuttalib’in Ensar’a
yönelik uyarısıdır. Diğeri ise Abbas b. Ubâde’nin, Ensar’ın yapmış olduğu görüşmenin ve varılan
neticenin ne anlama geldiğine dikkat çekmesidir. Abbas b. Abdülmuttalib, Hz. Peygamber’e verilen
bu desteğin Kureyş nezdinde oluşturacağı tepkiyi teyiden ifade etme ihtiyacı duymuş olmalıdır.
Oluşması kuvvetle muhtemel bu tepkinin aslında hem Hz. Peygamber ve arkadaşları hem de Yesribli
heyet farkındadır. Bu farkındalık nedeniyle görüşmelerin gizliliğine büyük önem verilmektedir.
Gelişebilecek gerilimler karşısında Hazrecli ve Evsli grubun dikkatinin çekilerek hemen akabinde
başlayacak olan hicret ile, aslında Kureyş ile Yesrib arasındaki iplerin tamamen kopacağı, tarafların
zihnindeki bir kaygı idi. Nitekim Abbas b. Ubâde de Hz. Peygamber’in Yesrib’e kabul edilmesinin
Mekkelilerin aleyhinde yeni bir ittifak oluşturması nedeniyle bir savaş sebebi olacağını
değerlendirmiş olsa gerektir. İşte bu nedenle Abbas b. Ubâde bu görüşmenin ardından
yaşanacakların Arab’ın kırmızısı ve siyahıyla savaşmak anlamına geldiğini ifade etme ihtiyacı
duymuştur diyebiliriz. Bu durum aynı zamanda İslam öncesi Cahiliye hukukunun da bir gereğiydi. Bu
son görüşmede her ne kadar mevcut sürecin bir savaş sebebi olacağına dair tereddütler dile
getirilmiş olsa bile, Hz. Peygamber’in himaye altına alınmasının getirdiği sosyal ve siyasî sorumluluk
gereği korunma talebi dışında kendisiyle birlikte Kureyş’e karşı gelişebilecek bir savaşta iş birliği
yapmak bağlamında talebinin olduğunu söylemek zordur. Bir başka ifadeyle bu biat bir harb biati
değildir. Bunu, Hz. Peygamber’in, görüşme sürecinde, yaşanan korku ve kaygılar karşısında cesaret
örneği sergileyerek “Ey Allah’ın elçisi istersen şimdi Mina’yı kılıçlarımızla doldururuz” diyen Berâ b.
Marur’a “Hayır böyle bir şeyle emrolunmadık” diye mukabelede bulunmasından da anlayabiliyoruz.
Dolayısıyla henüz savaşın farz kılınmadığı bir ortamda gerçekleşen görüşmeden bahsetmekteyiz. Yine
ilk iki yıl içindeki askeri Siyer Kaynaklarına Göre Akabe Görüşmeleri hareketlerde, Hz. Peygamber’in
Ensar’ı bu anlamda savaş sorumluluğu ile yüz yüze getirmek istememesini de hatırlamakta fayda
vardır.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

MEDİNE VESİKASI

Medine’deki farklı dinî, siyasî ve etnik grupların katılımıyla hazırlanan, Hz.Peygamberin devlet
başkanlığında birlikte yaşamayı öngören siyasî- hukuki belge.

Medine sözleşmesi veya medine anayasası denilen bu metin İbn hişamın ve ibni kesirin eserlerinde
tam metin halinde günümüze kadar gelmiştir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra bedir
gazvesinden önce düzenlendiği anlaşılmaktadır.

Toplulukları, bunların birbiriyle ve yabancılarla ilişkilerini, idari ve adli yapılarını, din ve vicdan
hürriyetini içeren bir metindir.

Medine vesikasının hangi şartlar altında hazırlandığının anlaşılabilmesi için şehirdeki dinî, siyasî ve
sosyal durumun dikkate alınması gerekir. İslâm’dan önce Medine’de herhangi bir devlet yoktu.
Kabileler arası anlaşmazlıklar vardı. hicretten beş yıl önce gelen Buâs harbinde (Yevmü Buâs) Benî
Kurayza ve Benî Nadîr yahudileri Evsliler’le, Benî Kaynukā‘ da Hazrecliler’le ittifak kurmuş, savaş Evs
kabilesinin galibiyetiyle sonuçlanmıştı.

Hz. Peygamber’in sadece müslümanları değil bütün Medineliler’i kapsayan bir antlaşmaya ihtiyaç
duyması tabii idi. Hz. Peygamber, Medine vesikası ile muhacir ve ensarın tam bir dayanışma içinde
olmasını sağlamayı, onları hukukî güvence altına almayı, Kureyş müşrikleriyle Medine’deki müşrik ve
yahudilerin müslümanlara karşı muhtemel iş birliğinin önüne geçmeyi ve dışarıdan Medine’ye
gelebilecek bir saldırı karşısında şehirde yaşayanların birlikte hareketini temin etmeyi amaçlıyordu.
Vesika Medine’de yaşayan dinî, siyasî ve etnik grupların iç işlerinde bağımsız, dış tehlikeler karşısında
birlikte hareket etmelerini öngörmesi, şehirde siyasî birliği sağlaması, din ve vicdan hürriyetini, can,
mal ve namus güvenliğini hukukî güvence altına alması gibi temel hükümleriyle taraflarca kabul
edildi.

Belgede önce şehir devletini teşkil eden gruplar sayılmakta ve bunların siyasî bir bütün (ümmet)
oluşturdukları belirtilmektedir. Burada, Hz. Peygamber’in taraflar arasındaki anlaşmazlıklarda son
yargı mercii ve ordu kumandanı olarak kabul edilmesi onun devlet başkanı olduğunu, o sırada
müslümanların sayısı toplam nüfusun yedide birini teşkil etmekle birlikte Medine toplumundaki
yerinin güçlü kabul edildiğini göstermektedir.

Besmele ile başlayan vesika 47 maddedir.

Medine vesikasının hükümleri ilk olarak Beni Kaynuka Yahudilerince bozulmuştur.

Bazı yahudiler, Benî Kaynukā‘ çarşısında alışveriş yapan müslüman bir kadını rahatsız etmiş, bu
durum, birkaç kişinin ölümüyle neticelenen müslüman-yahudi çatışmasına sebebiyet vermiştir.
Anlaşmayı bozan ikinci yahudi kabilesi Benî Nadîr olmuştur. Hz. Peygamber bir gün, müslümanlarla
yahudilerin beraber ödemeleri gereken bir diyet parasını almak için Nadîroğulları’na gitmiş, bu
esnada Nadîroğulları, Peygamber’i öldürmeye teşebbüs etmiştir. Uhud Gazvesi’nden altı ay sonra
cereyan eden bu olay üzerine Hz. Peygamber, Nadîroğulları’nı on beş-yirmi gün muhasara altına
almış, teslim olan Nadîroğulları Medine’den çıkarılmış ve Hayber’e sürgün edilmiştir (4/625). Son
olarak Hendek Gazvesi’nde (5/627) Mekkeli müşriklere destek verme teşebbüsünde bulunan Benî
Kurayza da vesikayı ihlâl etmiştir. Bunlar da Sa‘d b. Muâz’ın verdiği hüküm doğrultusunda
cezalandırılmıştır.

MESCİD-i NEBEVÎ

Medine’de içerisinde Hz. Peygamber’in kabrinin de bulunduğu mescid.

Bizzat HZ. Peygamber tarafından yapılmış 2 mescidden biridir. (diğeri kuba mescidi)

Mescid-i Nebevî’nin adı Kur’ân-ı Kerîm’de doğrudan geçmemekle birlikte “ilk günden takvâ üzerine
kurulan mescid” ifadesiyle (et-Tevbe 9/108) Mescid-i Nebevî veya Mescid-i Kubâ’nın kastedildiği
rivayet edilmektedir. Mekke’deki Mescid-i Harâm gibi Mescid-i Nebevî ve Kudüs’teki Mescid-i Aksâ
için de Harem-i şerif tabiri kullanılır.

Kıblesi bizzat Hz. Peygamber tarafından Kudüs’e yönelik olarak yapılan ve üç kapısı bulunan mescidin
doğu duvarının güney kısmına Resûl-i Ekrem’in hanımları Hz. Âişe ve Sevde için iki adet oda-hücre
yapıldı. Daha sonra sayıları dokuza çıkan bu odaların bir kapısı mescide açılıyordu. Kıble hicretten on
altı veya on yedi ay sonra Kudüs’ten Mekke’deki Kâbe’ye çevrilince güneyde bulunan yeni kıble
tarafına gelen kapı kapatılarak kuzey duvarında yeni bir kapı açıldı. Mescid-i Nebevî, Hz. Ebû Bekir
döneminde herhangi bir değişikliğe uğramadı. Ancak Medine’nin nüfusunun giderek artması
mescidin genişletilmesi ihtiyacını doğurdu. Hz. Ömer çevredeki bazı evleri mescide dahil etmek için
istimlâk etti; kuzey duvarı biraz geriye çekildi ve ön duvar mevcut sütunların aralığı kadar ileri
alınarak yanlara üçer, batı tarafında ön duvara dik ikişer sütun ilâve edildi. Hz. Osman döneminde
Mescid-i Nebevî genişletilerek yeniden inşa edildi. bu tarihten Emevî Halifesi Velîd b. Abdülmelik
zamanına kadar herhangi bir değişikliğe uğramadı. Velîd’in Bizans imparatoruna mektup yazarak
Mescid-i Nebevî’nin imarı için özel ustalar istediği, onun da 100.000 miskal altın, 40 yük mozaik ve
100 ustayı Medine’ye gönderdiği rivayet edilir. Sonrasında çoğu halife tarafından imar edilmiştir.
Osmanlı hakimiyetinde mescidi nebevinin ilk imar faaliyetini Kanuni gerçekleştirmiştir. Ardından
birçok osmanlı padişahı mescidi nebeviyi imar ettirmiştir.

Mescid-i Nebevî’nin Bölümleri

Hücrei saadet: Resûl-i Ekrem’in Hz. Âişe’nin odasına defnedilmesinden sonra burası hücre-i saâdet
adıyla anılmaya başlanmıştır

Minber,mihrap, mahfil, minare, avlu, kapılar

Mescidi nebevi islamiyetin ilk yıllarında bütün resmi faaliyetlerin gerçekleştirdiği yerdir. İlmin,
siyasetin merkezi olmuştur.

Mescid-i Nebevî yapılışından itibaren Medine’nin en önemli ilim ve kültür merkezi olmuştur. Hz.
Peygamber tarafından başlatılan eğitim ve öğretim faaliyetleri artarak devam etmiş ve mescid, bütün
İslâm dünyasında özellikle dinî ilimlerde en önemli kültür merkezi olma özelliğini tarih boyunca
sürdürmüştür. Mescidin harimiyle avlu ve revaklarında ders halkaları kurulmuş, hac mevsimlerinde
İslâm dünyasının her yanından gelen âlimler bu derslere katılmaya özen göstermiştir. Burada yapılan
ilmî müzakere ve tartışmalar İslâmî ilimlerin oluşumuna önemli katkılarda bulunmuştur. Mescid-i
Nebevî’de ikamet eden Suffe ehlinin ise bu konuda ayrı bir yeri vardır (bk. SUFFE). Mescidin bakım ve
onarımını yapmak, burada yürütülecek dinî hizmetlerle eğitim ve öğretim faaliyetlerinin masraflarını
karşılamak için Emevîler döneminden itibaren çeşitli vakıflar tesis edilmiş, zamanla ortadan kalkan
bazı vakıfların yerine de yenileri kurulmuştur.

Medine’de bilinen en eski kütüphane Mescid-i Nebevî’nin kütüphanesidir. Hz. Osman zamanında
çoğaltılan mushaflardan biri, Mescid-i Nebevî’de “üstüvânetü’l-muhâcirîn” adlı sütunun yanında
Abbâsî halifelerinden Nâsır-Lidînillâh devrinde yaptırılan küçük bir kürsünün üzerinde teşhir
ediliyordu.

MUÂHÂT

Hz. Peygamber’in Medine’de ensar ve muhacirlerden bazılarını birbirleriyle kardeş ilân etmesi.

Arapça uhuvve kökünden türeyen muâhât sözlükte “biriyle kardeş olmak, birini kardeş edinmek”
anlamına gelir.

Resûl-i Ekrem, hicretin ardından Medine’de toplumun iç dinamiklerini harekete getiren bir dizi icraat
yapmıştır. Bunların içinde selâmın yayılması, açların doyurulması, yakınların ziyaret edilip gözetilmesi
ve mescid yapılması gibi sosyal içerikli emir ve tavsiyelerin ön plana çıktığı görülür. Buhârî’den gelen,
“Hicretten yaklaşık beş ay sonra Mescid-i Nebevî’nin inşaat günlerinde Hz. Peygamber, muhâcirlerle
ensardan kırk beşer kişiyi Enes b. Mâlik’in evine çağırdı ve ‘İslâm dininde hilf yoktur, din kardeşliği
vardır’ diyerek bunların arasında ikişer ikişer kardeşlik akdetti; diyet ve fidye meseleleri dahil olmak
üzere karşılıklı sorumluluk ve yükümlülüklerini açıkladı” Muhacirlerle ensar arasında ahdî kardeşlik
kurulmasında bunlardan başka yararlar da gözetilmiştir. Meselâ Mekkeli putperestlerin Abdullah b.
Übey b. Selûl gibi münafıkları ve o kanalla Medineliler’i askerî saldırıyla tehdit etmesi kardeşlik
psikolojisiyle birleşen müslümanlar karşısında etkisiz kalmıştır. Uhuvvet tesisinden sonra kardeşler
arasında bir süre miras hükümleri de geçerli sayılmış (el-Enfâl 8/72), ancak buna Bedir Gazvesi’nin
ardından son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir (el-Enfâl 8/75).
Muâhâtın miras hukuku dışında kalan yardımlaşma, birbirine destek olma, öğüt verme, öğüt alma
tarzındaki hükümleri ise daima yürürlükte kalmış, bu anlamıyla kurum bütün müminleri içine alacak
şekilde (din kardeşliği) genelleştirilmiştir (el-Hucurât 49/10). Ensarın muâhât çerçevesinde
muhacirlere karşı yardımları, destek ve feragatları müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz
sahibi olmasına yol açmıştır. Muhacirler kanalıyla kurulan müslüman çarşı-pazarında İslâm’ın
ekonomik ve ticarî hayata getirdiği değerler uygulanmış, bunun sonucunda yahudilerin ensar
üzerindeki iktisadî tesirleri azalmaya başlamıştır. Öte yandan Hz. Ömer ile İtbân b. Mâlik örneğinde
görüldüğü gibi kardeşlerden bazıları, Hz. Peygamber’i nöbetleşe takip ederek gündüz öğrendiklerini
akşam işinden dönen kardeşlerine aktarıyorlardı. Böylece muâhâtın boyutları ruhî-mânevî ve ilmî
sahalara da uzanmıştır. Muâhât çerçevesinde Asr-ı saâdet’te görülen hayır ve güzelliklerin daha
sonraki asırlarda da müslümanlar için örnek teşkil ettiği söylenebilir.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İslâmiyet’in Yayılmasında Hicretin Önemi: Habeşistan Hicretleri Örneği


Hicret her toplumun ya da dinin tarihinde olumlu ya da olumsuz önemli sonuçlar husule
getirdiği bilinen bir hakikattir.
İslam Tarihinde gerçekleştirilen ilk hicret Habeşistan’a yapılan hicrettir. Habeşistan’a hicret
bi’setin beşinci yılında 15 kişilik küçük bir grup halinde, daha sonra sayıları yüze yaklaşan
bir toplulukla gerçekleşmiştir. Bunları ferdi hicretler de izlemiştir.
I- Müslümanların Habeşistan’a hicret sebepleri.
Hazreti peygamber’in Allah’tan aldığı emirleri başta sadece yakınları olmak üzere bir
müddet daveti gizli yapmıştır. Tebliğin ilk yıllarında akrabaları tarafından engellenmiştir.
Tebliğin devam etmesi ve kendisine tabi olan kişilerin sayısının artması sebebiyle yoğun
baskılara maruz kalmışlar. Müslümanlar bu dönemde çok eziyet çekmişlerdir. Ve
Müslümanlar eman yani güvence ve himaye hakkını yitirdikleri için ülkelerini terk etmek
zorunda kalmışlardır. Kabile sistemine göre eman sadece dışarıdan gelenlere verilen bir
güvence değil. Bilakis kabilede yaşayabilmenin en önemli şartı idi. Eman hakkını kaybeden
her türlü saldırıya maruz kalabiliyordu. Müslümanların Habeşistan’a hicret ile ilgili pek çok
sebep ileri sürülmüşse de eman hakkını kaybetmeleri en önemli sebep olduğu ileri sürülür.
İslâmiyet’i yaymak üzere hicret etmiş oldukları görüşü hemen hemen imkansız
görülmektedir.
II- Muhacirlerin Habeşistan’daki Konumları ve İslamiyet’in Tebliğini Mümkün Kılan
Şartlar
Habeşistan’a milattan sonra dördüncü asrın ortalarından itibaren Hıristiyanlığın tesiri
bulunur. Müslümanlar Habeşistan’a hicret etmeden önce. Habeş Kilisesi İsa’da tek ilahi
özellik gören Monofizit inancına mensup Hıristiyanlardı.
Müşriklerin aşırı baskıları sonucunda eman hakkını kaybedenlere Hazreti peygamber
Habeşistan’a sığınmaları tavsiyesinde bulunmuştur.
Hicret eden Müslümanlar inen ayetler vesilesiyle Hıristiyanlıkla ilgili bir takım bilgilere
sahipti.
Müslümanlar, Habeşistan da sıcak bir havayla karşılaşmışlardı. Herhangi bir eziyetle yüz
yüze gelmemişlerdi. Hoşlanmayacağı bir söz etmemişlerdi. Dinlerinin korumuş ibadetlerini
yapmışlardır. Bu olumlu şartlar onların dini yaşantıları yaşamasına engel değildi.
Mekkeli Müslümanların iadesi için gönderilen heyetin başındaki Cafer bin ebi talip Necaşi’ye
huzurunda İslamiyet hakkında bilgi vermiştir. Hatta Cafer Kuran’dan birkaç ayet okumuştur.
Necaşi’nin Cafer’in konuşmasından etkilendiği söylenmektedir. Necaşi’nin bu tavrı
yüzünden kilisedeki Yetkililer karşı çıkmıştır. Necaşi’de Müslümanların emanı için tedirgin
olmuştur.
İslam tarihi kaynaklarında Necaşi'nin ya bu olaydan sonra ya da hazreti Muhammed’in
Hudeybiye anlaşması sonrası komşu hükümdarlara gönderdiği İslâmiyet’e davet
mektuplarından önce Müslüman olduğu şeklinde rivayetler vardır.
III- Habeşistan'a İslam dini ile ilgili yeni gelişmeler
Necaşi’nin huzurunda İslam’ın tanıtılması Hıristiyanlar için Müslümanlıkla ilgili meraklarını
arttırmış, hatta bu konuyla ilgili Mekke’ye bir grup gönderilmiştir.
a- Habeşli bir grubun Mekke’ye gelişi
Ibni İshak’ın rivayet ettiğine göre 20’ye yakın Habeşli Hıristiyan Hazreti Muhammed
Mekke’de iken yanına gelmiş ve bazı dini meseleleri müzakere ettikten sonra Müslümanlığı
kabul etmişlerdir. Hatta bu görüşmeyle ilgili ayet nazil olduğu ileri sürülür. Fakat bazı
siyerciler bu olayın Medine döneminde olduğunu ileri sürer. Bu konuyla alakalı çelişkiler
ortaya çıkmıştır. Netice olarak bu kişilere hazreti Muhammed’den İslam dini hakkında
bilgiler almış, dinledikleri ayetlerden etkilenerek İslamiyet’i kabul etmişlerdir.
b- Habeşli bir grubun Uhud savaşı öncesinde Medine’ye gelişi
Bazı kaynaklarda Habeşli bir grubun Medine’ye gelerek hazreti Muhammed’in yanında uhud
savaşına katıldıkları geçer fakat bu bilginin bazı rivayetlerde Mekke’ye gelen heyet ile
karıştırıldığı yazılmıştır. Bütün bunlarla birlikte her ne kadar uhud savaşına katılmaları
tartışma konusu olmuşsa da Medine’ye gelmeleri daha fazla önem arz etmektedir.
c- Necaşi’nin Müslüman oluşu
Habeşistan’a hicret eden Müslümanların bir kısmı boykot kaldırıldıktan sonra diğer kısmı ise
Bedir savaşından sonra Medine’ye geri döndü. 30 kişiyi aşkın grup ise Habeşistan da kaldı.
Bu durum İslâmiyet’in ilgi odağı olmasını devam ettirdi. Hicretin yedinci yılında hazreti
peygamber diğer hükümdarların yanında Necaşi’ye de İslam’a davet mektubu gönderdi.
Necaşi de bu daveti kabul etti. Hazreti peygamberin onu cennetin efendisi olarak
nitelendirildiği bilinmektedir.
d- Habeşli bazı mühtedi grupların Medine’ye yola çıkışı
Hazreti peygamber’in İslâm’a davet mektubuna olumlu cevap veren Necaşi Müslüman
olduğunu belirtmiş ve oğlunu 60 kişiden oluşan Habeşli bir grupla Medine’ye göndermişti.
Fakat bazı kaynaklarda 2 gemiden oluşan grup Medine’ye varmadan boğulup öldükleri
rivayet edilir.
Rivayetlerde Habeşistan’dan gelen heyetlerin birkaç ayrı gruptan müteşekkil olduğu anlaşılır.
Bunlardan birisine göre Medine’ye ulaşanların sayısı 72 kadardı.
e- Medine’ye Gelen Bir Şehzade ve Kraliyet Ailesine Mensup Bazı Habeşliler
İbn İshak, babası İshak b. Yesar'ın, Necaşi Ashame'nin oğullarından birisi olan Ebu Neyzer
(Nizer)'i bir müddet Medine'de gördüğünü ifade etmiştir. Hz. Ali onu Mekke'de bir tacirin
yanında esir olarak bulmuş ve kendisini satın alarak azat etmiştir.
Bir başka rivayetten Habeşistan'dan onu görmek üzere bir heyetin geldiği ve yanında bir ay
kadar kaldığı anlaşılmaktadır. Bu grubun ağırlanması için Ali b. Ebi Talib elinden geleni
yapmıştır. Böylece, Habeş kraliyet ailesine mensup olan şehzadelerden birisi İslılmiyet'i
benimseyerek İslam topraklarında yaşamını sürdürmüştür.
Zu Mihber (Zu Mihmer) de Habeşistan'da İslamiyet'i benimseyen ve Necaşi tarafından Hz.
Muhammed'i görmesi için gönderilen kişilerden birisidir. Necaşi’nin yeğenidir. Medine'ye
yetmiş iki kişilik heyetle birlikte gelmiştir. Habeşistan'a dönmeyip Medine'de kalmıştır. Hz.
Peygamber' e hizmet edenler arasında ismi geçmektedir. Hz Peygamberin vefatından sonra
Medine’de kalmıştır. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşmiş ve orada vefat etmiştir.
Zu Mihberden başka kişilerde Habeşistan’da gelmişlerdir. Fakat bunların saray ailesinden
olup olmadığı bilinmemektedir.
f- İslamiyet'i Seçen Diğer Bazı Habeşliler
Habeşistan'dan Medine'ye gelemeyen, ancak İslamiyet'e ilgi duyduğunu, hatta İslam'ı kabul
ettiğini, Hz. Muhammed'e ittiba ettiğini belirten kişilerin mevcudiyetine de kaynaklarda
tesadüf edilmektedir.
es-Suyuti'nin verdiği bir bilgiye göre Habeşistan'da bulunan rahiplerden birisi, Hz.
Peygamber'e takdim edilmek üzere ipek bir cüppeyi, Necaşi ye sunmuştu.
Habeşistan'a gerçekleştirilen hicretlerin uyandırdığı akis sadece Habeşistan'la sınırlı
kalmamıştır. Arap Yarımadası'nda bulunan Habeşliler de bu ilişkilerden etkilenmişlerdir. Hz.
Peygamber'in Medine'ye hicreti esnasında, onu övgü dolu sözlerle karşılayan Habeşlilerin de
bu hicretlerin ve Habeş kralının himayesinin etkisinde, olaylara daha olumlu baktığı
anlaşılmaktadır.
Bütün bu rivayetler bize, Habeş topraklarında ve Arap Yarımadası'nda, çok farklı kesimlere
mensup birçok Habeşlinin İslamiyet'i benimsediğini ve bunu izhar ettiklerini göstermektedir.
Bunun yanında İslamiyet'e ilgi duyduğu halde çeşitli sebeplerden dolayı bunu açığa
vuramayan kişilerin varlığı da dikkate alınmalıdır. Hz. Peygamber'in "Hilafet Kureyş'e,
kadılık Ensar'a, ezan da Habeşlilere layıktır" demesi Hz. Peygamber'in onlara verdiği değer
bakımından oldukça manidardır.
SONUÇ
Hz. Peygamber'in İslam dinini tebliğ etmeye başlamasından kısa bir süre sonra bi'setin
beşinci yılında Müslümanlığı tercih eden bazı kişiler, kabileleri tarafından kendilerine
sunulan eman hakkını kaybettikleri için hicret etmek zorunda kaldı. Müslümanların sığınacak
bir yer aradıkları için hicret etmişlerdir. Habeşistan'a hicret edenlerin İslamiyet'i yaymak için
oraya gitmedikleri çok açıktır.
Necaşi kendi ülkesine hicret etmek zorunda kalan bir grup Müslümanı himaye etmiş, onlara
eman vermiş, dinlerini rahatça yaşayabilme imkanını sunmuştur. Muhacirlerin Habeşistan'a
sığınmaları, İslamiyet'in Hıristiyan bir ülkede tanınmasına da zemin oluşturmuştur. Bu hicret
hareketi, İslaıniyet'in bir yandan Hristiyanlıkla, diğer yandan da Arap Yarımadası dışında
Afrika kıtasıyla temas kurmasına imkan tanımıştır.
Kaynaklarda yer alan bilgiler, hicretlerle başlayan siyasi ilişkilerin pek çok olumlu netice
doğurduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Medine'ye göçünden önce gerçekleştirilen
Habeşistan hicretlerinin, İslamiyet'in Arap Yarımadası dışında Hıristiyan bir ülkede yaşayan
insanlar arasında yayılma imkanı bulmuştur.

ETİYOPYA (DİA)
TARİH

Dünyanın en eski yerleşim bölgelerinden biridir. ilk dönemlerde Hâmî ırka mensup Kûşî
kabilelerin yaşadığı bir ülke idi. coğrafi konumu sebebiyle Sâmî göç dalgalarını üzerine
çekmişti. Tarihin akışı içinde Arabistanlı göçmenler hâkimiyetlerini güçlendirmişler.
Ezana’nın Hıristiyanlığı kabulünden iki yüzyıl sonra bölgeyi ziyaret eden İskenderiyeli
Cosmas, Topographia Christiana adlı eserinde o tarihlerde halkın tamamıyla bu dine girmiş
olduğunu söyler. 523’teki bu kıyım üzerine bir yandan Hindistan deniz ticaretini ele geçirmek
için Bâbülmendep’e hâkim olmak, öte yandan zulme uğrayan dindaşlarını korumak amacıyla
Etiyopya Kralı Kaleb Ela-Esbaha Bizans İmparatoru I. Justin ile yoğun diplomatik
görüşmelerde bulunduktan sonra Eryat adlı bir kumandanın emrindeki Habeş ordusunu
Yemen’e gönderdi. Yapılan savaş sonunda Zûnüvâs mağlûp oldu ve öldürüldü; toprakları işgal
edilerek Etiyopya’ya bağlandı. Birkaç yıl sonra Etiyopyalı kumandanlardan Ebrehe Yemen’de
ik􀆟darı ele geçirdi ve bağımsızlığını ilân etti. Daha sonra Arabistan’da Hıristiyanlığı yaymak için
büyük çaba harcayan Ebrehe San‘a’da Kulleys adıyla anılan bir katedral inşa ettirdi. Arkasından
bu kiliseye karşı yapılan bir saygısızlığı bahane ederek Hıris􀆟yanlığın yayılmasına engel oluşturan
Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye askerî bir harekât düzenledi. Niye􀆟 ülkenin kuzey-güney
bağlan􀆨sını kesen Mekke’yi ele geçirip Kâbe’yi ortadan kaldırdıktan sonra İranlılar’la savaşan
Bizanslılar’ın yardımına yetişebilmekti. Arap kaynaklarının “Fil yılı” dedikleri, aynı zamanda Hz.
Peygamber’in doğum yılı olan 569’daki bu sefer Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edildiği üzere
başarısızlıkla sonuçlandı. Etiyopyalılar’ın Yemen’den çıkarılışları (590-627) onların Arap
Yarımadası ile kurdukları siyasî bağlantısının sonu oldu.
Etiyopya İslâmiyet’le VII. yüzyılın başlarında tanışmıştır. Hiç şüphesiz Necaşi Ashame’nin ilâhî
bir dine mensup bulunması ve adaletli bir hükümdar olması, hicret için Habeşistan’ın
seçilmesinde önemli bir sebep teşkil ediyordu. On bir erkek ve dört kadından oluşan müslüman
kafilesi 615’te Mekke’den Şuaybe Limanı’na, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a gi􀆫. Bu hicret,
Hz. Peygamber’in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geçmesini sağladı; olay
aynı zamanda İslâmiyet’in Arap yarımadası dışında Hıris􀆟yanlık ile içten içe kurduğu bir
münasebet anlamına geliyordu. Daha sonra giden müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret
edenlerin sayısı 108’e ulaşmış􀆨r. Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan
Kureyşîler Necâşî’ye bir elçi heye􀆟 gönderip müslümanların iadesini istediler. Tarafları dinleyen
Necâşî müşriklerin teklifini redde􀆫. Bir müddet sonra muhacirlerin otuz üç kişilik bir bölümü,
müslümanlara karşı Şi‘bü Ebî Tâlib’de uygulanan sosyal ve ekonomik boykotun kaldırılması ve
Mekkeliler’in müslüman olduğuna dair söylen􀆟lerin çıkması üzerine Mekke’ye döndü. Müşrikler
Bedir’de uğradıkları bozgunun arkasından Necâşî Ashame’ye ikinci bir elçilik heyeti daha
gönderdilerse de sonuç alamadılar; ancak bir süre sonra bazı muhacirler yine kendi arzularıyla
Medine’ye döndüler. Hz. Peygamber Hudeybiye Antlaşması’nın ardından çeşitli hükümdarlara
İslâm’a davet mektupları göndermişti. Necâşî Ashame İslâmiyet’i kabul etmiştir. Arabistan’ın
dışında ilk defa yabancı bir hükümdarın müslüman olması İslâm’ın yayılış tarihinde hiç şüphesiz
çok önemli bir hadisedir. Hz. Peygamber, 9 yılının Receb ayında ölen Necâşî Ashame için gıyabî
cenaze namazı kıldırmıştır.

Resûlullah’ın yeni hükümdara da İslâm’a davet mektubu gönderdiği, ancak onun dave􀆟
redde􀆫ği bilinmektedir. Bu hükümdar döneminde Cidde yakınlarındaki bir adada üstlenen
Bece kabilelerinden bazı Habeşîler’in korsanlık yapmaları üzerine Hz. Peygamber 9 yılının
Rebîülâhir ayında (Ağustos 630) Alkame b. Mücezziz’i 300 kişilik bir kuvvetle adaya göndermiş,
fakat denize açılan müfreze korsanları bulamadan geri dönmüştür. Bu faaliyetler daha sonraki
yıllarda da devam e􀆫ği için Hz. Ömer de E􀆟yopya kıyılarına bir deniz kuvve􀆟 yollamış (641), ancak
r􀆨na yüzünden başarı kazanılamamış􀆨r. Müslümanlar 675’te Sudan ve Nûbe’yi ele
geçirdiklerinde korsanlar Kızıldeniz’de hâlâ güçlü idiler ve 702’de Cidde’yi yağmaladılar. Bu
mesele Abdülmelik b. Mervân zamanında Dehlek adasının fethiyle bir müddet için
çözümlendiyse de Habeşî korsanlar 770 yılında Cidde Limanı’nı yeniden yağmaladılar. Bunun
üzerine Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr tarandan gönderilen ordu ile bu mesele tamamen
ortadan kaldırıldı. Adalarda çok erken dönemlere ait kû􀄱 kitâbelerin bulunması müslüman
yerleşiminin eskiliğini göstermektedir. hıris􀆟yanlar arasında çıkan mezhep ça􀆨şmaları, Kızıldeniz
sahilleriyle güney düzlüklerinde yaşayan göçebe kabilelerin ih􀆟da etmesi sonucu İslâmiyet’in
Şüve ve Sidâme’ye kadar ulaşması E􀆟yopya Krallığı’nı oldukça zayıfla􀆴. E􀆟yopya Krallığı’nı
1137’den 1270’e kadar Zague, bu tarihten XVI. yüzyıla kadar da Şüve’de hüküm süren Süleyman
sülâlesi yönetmiş􀆟r. XIII ve XIV. yüzyıllar boyunca müslüman kütleleri Şüve ve Begamder’e kadar
iç bölgelere sokuldular. XIV. yüzyılın başlarında Denkalî Mısır’a bağlı idi; Adel bölgesinde ise yedi
İslâm emirliği yer alıyordu. Bu emirlikler E􀆟yopya Krallığı’nı çember içine almak istedilerse de
başarılı olamadılar. İç karışıklıkların ardından başlayan E􀆟yopya ordularının saldırılarıyla Zeyla‘ı
(1332), bir süre sonra da Evfât topraklarının bir kısmını kaybe􀆫ler. Amda Sion (Gabra Maskal)
dönemi (1312-1344) E􀆟yopya’da İslâmiyet’in zayıfladığı devirdir. E􀆟yopya’nın doğu ve
güneydoğusunda melikleri E􀆟yopya kralı tarandan tayin edilen Evfât, Davâro, Bâlî, Hadbe, Şerhâ,
Arâbabnî, Dârâ adında yedi emirlik vardı ve farklı mezheplere sahip, birbiriyle çekişen bu
emirlikler güçlerini kaybetmiş bir yapı arzediyordu. Kalkaşendî, XIV. yüzyıl sonlarında Dehlek ve
Zeyla‘ kıyıları dışında kalan müslüman yerleşim birimlerini E􀆟yopya kralı tarafndan tahrip
edildiğini kaydeder. 1397’den sonra İbn Mismâr yöne􀆟mindeki Dehlekadası da Habeşistan’a
bağlanmış ve Zeyla‘da mücadele veren Emîr Sa‘deddin itaat al􀆨na alınmaya çalışılmış􀆨r. Bu
bölgede yaşayan müslümanlar (Ceber􀆢ler) E􀆟yopya krallarını zaman zaman zor durumda
bırakmışlardır. E􀆟yopya Krallığı en geniş topraklara Zar’a Ya‘kūb (1434-1468) zamanında sahip
olmuştur.

XV. yüzyılın ikinci yarısında Hint Okyanusu’nda güçlenen Portekizliler zaman zaman Kızıldeniz’de
faaliyet gösteriyorlardı. 1517, 1520-1523’te Cidde ile Kızıldeniz’in diğer önemli limanlarını hedef
alan, ancak başarısızlıkla sonuçlanan akınları sırasında E􀆟yopya Krallığı ile diploma􀆟k ilişki
kurdular. Sultan Ebû Bekir’in kumandanlarından Ahmed el-Mücâhid (Ahmed Gran)
E􀆟yopyalılar’ın bir

saldırısını başarıyla göğüsledi (1527). Arkasından Somali ve diğer bölgelerdeki karışıklıkları


bas􀆨rdıktan

sonra E􀆟yopya’ya karşı hücuma geçerek büyük bir fe􀆟h hareke􀆟 başla􀆴. Bu fe􀆟hler sırasında
önce
Davâro, Bâlî, Evfât, Amhare ve Vasıl ele geçirildi; bu arada bazı kabileler savaş olmaksızın
İslâmiyet’i kabul

e􀆫ler. 1531’de başşehir Aksum’un ele geçirilmesinden sonra da Tigre, Madra, Gojam ve Nûbe
toprakları

alındı; ardından Sevarî ve Semin’de hâkimiyet kuruldu. Topraklarının büyük bir kısmını ve
başşehrini

kaybedince içerilere çekilen Lebna Dengel Portekiz kralından yardım istedi (1535). Portekizliler
1541’de kuvvetlerini Masavva‘a gönderdiklerinde Lebna Dengel ölmüş, yerine oğlu Galawdeos
(Claudius) geçmiş􀆟. Portekizliler’den aldığı yardımla E􀆟yopyalılar’ın güçlendiklerini gören Ahmed
el-Mücâhid de Osmanlılar’dan asker ve teçhizat talebinde bulundu ve 28 Ağustos 1542’de
E􀆟yopya-Portekiz ordusunu büyük bir bozguna uğra􀆴. Ancak bu zaferden sonra ordusunu
yeterince takviye etmeden tekrar hücuma kalkıp E􀆟yopya’nın geriye kalan kısımlarını da ele
geçirmek istemesi üzerine Tana gölü civarında yap􀆨ğı Woina Daga savaşında yenildi ve haya􀆨nı
kaybe􀆫 (21 Şubat 1543). Ahmed el-Mücâhid’in ölümünden sonra E􀆟yopyalılar hıris􀆟yan
Avrupalılar’ın yardımıyla tekrar toparlandılarsa da XV. yüzyıldaki eski güçlerine bir daha
ulaşamadılar.

Ahmed el-Mücâhid hareke􀆟ni destekleyen Osmanlılar, 1552’de Pîrî Reis ve 1554’te Seydi Ali Reis
kumandasındaki donanmalarla Portekizliler’e karşı üstünlük kuramayınca E􀆟yopya’ya doğrudan
müdahale etmeye karar verdiler. Osmanlı kuvvetleri sahile doğru çekilerek daha ziyade bugünkü
Eritre topraklarında tutunmaya çalış􀆨lar;n iç bölgelerde fethedilen yerler elden çık􀆨. Bundan
sonra Habeş beylerbeyilerinin ar􀆨k müdafaada kalarak hareketlerini E􀆟yopya krallarının
tutumlarına göre ayarlamaya başladıkları görülmektedir.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

HUDEYBİYE ANTLAŞMASI
Hudeybiye Antlaşması’ndan önce Medine’nin siyasî ve askerî durumu pek parlak değildi. Hayberli
yahudilerle Kureyş arasında, Hz. Peygamber’in taraflardan birine saldırması halinde birlikte karşı
koymak ve gerekirse yine birlikte Medine’ye saldırmak için bir antlaşma yapılmıştı. Müslümanlar
bütün bu can düşmanlarıyla aynı zamanda başa çıkacak güce sahip değillerdi; şartlar, bunlardan en az
birinin dost edinilmesini ya da hiç olmazsa tarafsız hale getirilmesini gerektiriyordu. Mekkeliler artık
Müslümanları yenmekten umutlarını kesmişler ve bir barış antlaşması yaparak şereflerini koruyacak
bazı şartların bu antlaşmada yer almasını isteyecek hale gelmişlerdi. Resûlullah Mekkelilerle arayı
düzeltmeye çalıştı ve ilk olarak 5. yılın sonunda (Nisan 627) kıtlık çeken Mekke’nin fakirlerine yardım
için 500 dinarlık bir bağış gönderdi. Ebû Süfyân’a bol miktarda Medine hurması yollayarak
karşılığında onun bir türlü satamadığı derileri aldı. Böylece savaş halinin devam etmesine rağmen
kendi tarafından uzlaşıcı, hatta dostça jestler yaptı ve iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Hz. Peygamber
yerine vekil bırakıp 1400-1500 Müslümanla birlikte umre için Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktı.
Zülhuleyfe mevkiine gelince de Büsr b. Süfyân el-Huzâî el-Kâ‘bî’yi casus olarak Mekke’ye gönderdi.
Büsr geri dönünce Kureyşliler’in Müslümanların gelişini haber aldıklarını ve savaşmak için
müttefiklerini topladıklarını söyledi. Müşrikler, Resûlullah’ın niyetini ve bu husustaki kararlılığını
anladıkları halde Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hz. Osman elçi olarak giderek
Amaçlarının savaşmak değil sadece umre ziyareti yapmak olduğunu belirtti. Kureyşliler ona yakın ilgi
gösterdiler ve sözlerini dinleyip kendisine emniyet içerisinde Kâbe’yi tavaf edebileceğini bildirdiler;
ancak Osman, “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf edemem” diyerek bunu reddetti. Kısa
bir tartışmadan sonra Hz. Ali’nin kaleme aldığı barış antlaşması metni Hz. Peygamber ve Süheyl b.
Amr tarafından imzalandı. Antlaşmaya müslümanlardan Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b.
Avf, Sa‘d b. Ebû Vakk.s, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muhammed b. Mesleme, müşriklerden Mikrez b.
Hafs ile Huveytıb b. Abdüluzzâ şahitlik etiller.

Maddeler;

Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden Hudeybiye’den geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve
şehirde ancak üç gün kalabilecekler.

Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir
müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecek.

Barış on yıl sürecek; taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse
diğeri pasif kalacak. İki taraf, kendi hâkimiyetleri altındaki toprakları kervanların geçişi, hac ve umre
için emniyet alında tutacak.

Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecekler.

Bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacak. Hz. Ömer dahil ashap bu
anlaşmaya tepki göstermekle birlikte Resûlullah anlaşma şartlarını kabul ettiğini söyleyince herkes
bağlılığını bildirdi.

Hudeybiye Antlaşması Kur’ân-ı Kerîm’de Müslümanlar için “feth-i mübîn” ve “nasr-ı azîz” olarak
nitelendirilmiştir. Mekke’nin fethine doğru atılmış fiilî bir adım olan Hudeybiye Antlaşması sayesinde
Müslümanlar daha fazla serbestlik kazandılar; tehlikeler de bir süre için önlenmiş oldu; dolayısıyla bu
antlaşma İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. O güne kadar Müslümanları tanımayan,
onları muhatap saymayan ve Hz. Muhammed’e atalarının dinini ortadan kaldırmak isteyen bir âsi
nazarıyla bakan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak
kabul ettiler. Bu durum diğer müşrik kabilelerin arasına korku saldı ve yakın bir gelecekte
Müslümanların hâkim güç olacağına inanmalarını sağladı.

Bu antlaşma ile Kureyşliler’in Müslümanlara karşı fiilî düşmanlığı sona erdi. Hem Müslümanlara hem
de müşriklere savaş tehdidinden uzak bir ortamda birbirlerini daha iyi tanıma ve aralarındaki ilişkileri
geliştirme imkânı verdi.

Hz. Muhammed ile doğrudan bir anlaşmazlığı bulunmayan diğer Arap kabileleri Müslümanlarla
rahatça görüşüp İslâmiyet hakkında bilgi edindiler ve onların giderek artan güç ve nüfuzları karşısında
ihtida ettiler. İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya başladı. Hz. Peygamber’in Kur’an ile de
teyit edilen en büyük siyasî zaferi idi. Bu antlaşma aynı zamanda Hayber’in fethine zemin
hazırlamıştı. Resûl-i Ekrem bu antlaşmadan sonra Bizans ve Sâsânî imparatorlarına, Mısır
mukavkısına, Habeş necâşîsine ve bazı Arap emirlerine mektuplar göndererek onları İslâm’a davet
etmiş, üç yıl içinde barışçı yollarla devletini on kat büyütmüş ve hemen hemen bütün Arap
yarımadasını hâkimiyeti altına almıştır.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

BEDİR GAZVESİ
Bedir, Medine’nin 160 km. kadar güneybasında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta, Medine-Mekke
yolunun Suriye kervan yoluyla birleşği yerde bulunan küçük bir kasaba idi. Ayrıca kasabada her yıl
zilkade ayının başından ibaren sekiz gün devam eden büyük bir panayır kurulurdu. Bedir Hz.
Peygamber’in Mekkeli müşriklerle olan mücadelelerinde önemli bir yer işgal eder. Hicretin 2. yılında
(624) Kureyşliler’den birçok kimsenin kaldığı büyük bir ticaret kervanı Ebû Süfyân idaresinde
Suriye’ye gitti. Hz. Peygamber bunu haber alınca ashabını topladı; kervandaki malların çokluğunu,
buna karşılık muhafız sayısının azlığını onlara anlatarak bu kervanı Mekke’ye dönerken uğrayacağı
Bedir’de ele geçirebileceklerini söyledi ve kendilerini sefere davet etti. Sancaktarlık görevine Musab b
Umeyr, Hz. Ali ve Sa'd b Muaz'ın tayin edildiği islam ordusunun sayısı 305'ti. Savaşa katılamayan 5
kişiye savaştan sonra ganimetten pay verilmiştir.

Suriye’den dönmekte olan Ebû Süfyân Hicaz’a yaklaştığı sırada Hz. Peygamber’in baskın yapacağını
haber aldı. Kureyşlilerden yardım istedi ve pusuya düşmemek için Bedir'den uzak olan ve pek
kullanılmayan sahil yolunu seçti. Ebû Süfyân’dan gelen haber üzerine Kureyş kabilesinin hemen
bütün kollarından toplanan 1000 kişi Ebû Cehil kumandasında Mekke’den yola çıktı. Müslüman
ordusunun 70 deve ve 2 atına karşılık, müşriklerin 700 deve ve 100 atları ve müslümanların 305
kişisine karşı 1000 kişileri vardı. Bedir yakınında ordusuyla konaklayan Hz. Peygamber, kervan
hakkında bilgi toplamak üzere Zübeyr b. Avvâm, Hz. Ali ve Sa‘d b. Ebû Vakkās’ı Bedir kuyularına
gönderdi. O sırada Hz. Peygamber ve ashabı Kureyş ordusunun Mekke’den çıkıp Bedir’e geldiğini
henüz bilmiyorlardı. Kur’ân-ı Kerîm de iki ordunun Bedir’e geldiklerinde birbirlerinden habersiz
olduklarını ifade etmektedir. (el-Enfâl 8/42) Fakat o gece yağan şiddetli yağmur her iki tarafa da
hareket imkânı vermedi.

Cuma sabahı her iki tarafta yola çıktı. Hz. Peygamber Bedir kuyularına Kureyşliler’den daha önce
ulaştı ve Habbâb b. Eret’in tavsiyesi üzerine, düşmanın geliş iskamene göre kendilerine en yakın
kuyuyu bırakarak diğerlerini kumla kapardı. Fakat daha sonra Hz. Peygamber müşriklerin açık
bırakılan kuyudan su almalarına izin vermiştir. r. Savaştan önce Hz. Peygamber, Câhiliye devrinde de
elçilik görevini yürüten

Adî kabilesinden Hz. Ömer’i Kureyşliler’e göndererek savaş yapılmadan Mekke’ye dönmelerini teklif
etti. Fakat Kureyşliler savaşmakta ısrar ettiler. Eski Arap adetine göre savaşı kızıştırıp başlatmak için
taraflardan meydana savaşmak için bi kaç kişi karşı karşıya gelir. Müslümanlardan ilk olarak Hz.
Hamza meydana çıkıp hasmını öldürdü. Daha sonra Ubeyde b Haris, Hz. Ali ve Hz. Hamza meydana
çıktı. Hamza ve Ali hasımlarını öldürdükten sonra ağır yaralanan Ubeyde şehit oldu. Daha sonra
ubeydenin yanına gittiler ve hasmını öldürdüler. Savaş mübârezelerin sonuçlanmasından sonra
başladı ve ikindiye doğru müslümanların kesin zaferiyle sona erdi. Başta İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in
en büyük düşmanı Ebû Cehil olmak üzere yetmiş müşrik öldürüldü, yetmiş kişi de esir alındı. Buna
karşılık müslümanlar sadece on dört şehid verdiler. Hz.Peygamber şehidlerin namazını kılarak onları
defnerdi; Kureyş’in ölülerini de gömdürdü. Müslümanların bu savaşta meleklerin yardımıyla
desteklendiği Kur’ân-ı Kerîm’de açıkça ifade edilmektedir (Âl-i İmrân 3/123-125; el-Enfâl 8/9-12, 17).
Buna mukabil İslâmiyet’e karşı ısrarlı bir direniş gösteren Kureyşliler’in de Allah tarandan
cezalandırıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Duhân sûresinde yer alan “batşe-i kübrâ” (44/16), yani
“şiddetli yakalayış” tabiriyle Bedir Savaşı’nın kastedildiği müfessirlerin çoğu tarafından kabul
edilmektedir. Bu etkileyici ikaz Kureyş mensuplarının, müslümanlara karşı takip ettikleri siyasete olan
güvenlerini sarsacak ve İslâm’a yaklaşmalarına vesile olacaktır. Esirlere karşı iyi davranılmasını
emreden Hz. Peygamber onlardan sadece ikisini, Ukbe b. Ebû Muayt ile Nadr b. Hâris’i, vakyle
müslümanlara yapkları işkenceye karşılık ölüme mahkûm e; diğer esirlere yapılacak muamele
hususunda da ashabın görüşünü aldı. Hz. Ömer ve Sa‘d b. Muâz gibi bazı sahâbîler bunların en yakın
akrabaları tarandan öldürülmesini, Hz. Ebû Bekir ise fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif e.
Hz. Peygamber ikinci teklifi benimseyerek esirlerin malî durumlarına göre 1000-4000 dirhem
arasında para ödemelerini şart koştu. Bazı esirlerin karşılıksız olarak, okuma yazma bilenlerin ise on
müslümana okuma yazma öğretmeleri şaryla serbest bırakılmaları kararlaşrıldı. Taksim sırasında
ihlâfa düşülmemesi için bütün ganimetler bir araya toplanarak savaşa kalanlar arasında eşit şekilde
bölüştürüldü. Hz. Peygamber’in askerî dehasını, strateji ve takk kabiliyeni gösteren Bedir Gazvesi,
İslâm cemaatinin başta Medine olmak üzere bütün Arap yarımadasında büyük bir itibar kazanmasını
sağlamış, böylece Hz.Peygamber İslâmiyet’i tebliğ için daha geniş imkânlara sahip olmuştur. Ehl-i
Bedir ise günahlarının Allah tarandan bağışlandığı müjdesiyle bahyar olmuşlardır (bk. Buhârî,
“Meġāzî”, 9, 46; Müslim, “Feżâʾilü’ṣṣaḥâbe”, 161).

GAZVE
Hz. Peygamber’in bizzat sevk ve idare ettiği savaşlar hakkında kullanılan terim.

Arapça’da gazv masdarı “istemek, arzu etmek, kastetmek, niyetlenmek” gibi mânaların yanı sıra
“düşmanla savaşmak” anlamında da kullanılır. Bu kökten türemiş bir isim olan gazve ise (çoğulu
gazavât) “akın, saldırı, din uğruna yapılan savaş” anlamına gelir.

Hz. Peygamber’in bütün seferlerine gazve, bir sahâbînin kumandası alnda gönderdiği askerî birliklere
de seriyye denilir. Vâkıdî ve İbn Sa‘d’a göre Hz. Peygamber’in emir ve kumandasında yirmi yedi gazve
gerçekleşmiştir.

Araplar İslâm’dan önce çöl hayanın ağır şartlarını yağma ve baskınlar için bir sebep gibi görürler,
bundan dolayı kabileler arasında sık sık savaşlar meydana gelir, kan döküldükten sonra da inkam
duygularıyla kan davaları başlardı. Câhiliye devrinde yapılan savaşlarda Araplar çocuk, kadın, yaşlı,
hasta demeden hasımlarına acımasızca saldırır, esirleri çok defa işkence ederek öldürür, çocukları ok
atmak için hedef tahtası gibi kullanır, esirlerin organlarını kesip gerdanlık yaparak kadınlarının
boyunlarına iftiharla takarlardı. Bunların hepsini kaldıran Hz. Peygamber, gazvelerin hedefini
“Allah’ın adını yüceltmek için cihad” olarak belirledi ve bu düşünceyi Hayber Gazvesi’ne kadar
peyderpey yerleşrdi. Bu savaşa çıkarken ashabına ganimet için değil Allah için savaşacak olanların
ordusuna kalabileceğini söyledi. . Resûl-i Ekrem’in emriyle gerçekleşrilen gazve ve seriyyeler dünya
harp tarihinin bilinen en az kan dökülen savaşlarıdır (Hamîdullah, s. 20-21; Ebü’l-Hasan Ali en-Nedvî,
s. 347-348).

Hz. Peygamber’den sonra genel olarak kâfirlere karşı yapılan seferlere ve bu maksatla gerçekleşrilen
askerî faaliyetlere gazâ, İslâm’ın ışığından mahrum kalmış ülkelere iman nurunu götürmek gayesiyle
kâfirlerle savaşanlara da gazi denilmişr. İ‘lâ-yi kelimetullah için gazâ edenler, “De ki: Bize iki iyilikten-
gazilik ve şehitlikten- başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?” (et-Tevbe 9/52) âyeni, “Ölürsem
şehid, kalırsam gazi” şeklinde algılamışlardır. Hz. Peygamber’in gazvelerini konu edinen eserler
kaleme alınmış ve bunlara “megāzî” adı verilmiştir.

HENDEK GAZVESİ
Medine önlerinde, hicren 5. yılı Şevval ayının 7’sinde (1 Mart 627) başlayıp Zilkade’nin 1. günü (24
Mart 627) sona eren savaşa, şehrin müdafaası çevresine kazılan hendeklerle sağlandığı için Hendek
Gazvesi denilmiştir. Kuzeyde Gatafân, Fezâre ve Esed, doğuda Süleym, güneyde Kureyş, Kinâne ve
Sakīf kabileleriyle Medine’yi üç tarandan çevirmeyi düşünüyorlardı. Bu sırada Dûmetülcendel

bölgesinin hâkimi Ükeydir b. Abdülmelik, Suriye ve Irak’tan Medine’ye gelen hububat yüklü
kervanların geçtiği yolu kesti. Yahudilerin planı Hz. Peygamber’i Medine’den dışarıya çekmek,
ardından Gatafân ve Kureyşliler’in el ele verip Medine’yi yağma etmelerine imkân hazırlamak ve
Resûlullah’ı merkezden uzak bir yerde zor duruma düşürmek. Resûl-i Ekrem Dûmetülcendel’e
hareket e; ancak beklenmedik bir şekilde Medine’ye geri döndü. Bir rivayete göre Huzâalılar, on
günlük yolu dört gecede kateden habercileriyle Kureyş’in savaşa hazırlandığını Hz. Peygamber’e
bildirmişlerdi (Şâmî, IV, 514). Resûlullah Medine’ye döner dönmez savaş hazırlıklarına başladı.
Uhud’da alınan dersten sonra kuşatma altında kalmak açık arazide çarpışmaya tercih edildi ve
ittifakla şehrin içeriden savunulması kararlaştırıldı. Yiyecek ve içecek ihyacını karşılayacak her şey
mevcuu. Şehrin özellikle üç tara yoğun biçimde bahçeler ve bunları birbirinden ayıran çit ve alçak
duvarlarla çevrilmiş; ayrıca aralarında uzanan yollar çok dardı. Düşmanın bu engelleri aşması zor olup
küçük askerî birliklerle bile durdurulması mümkündü. Ancak Kureyş ve müefiklerinin çokluğu
hakkında alınan haberler üzerine savunmayı takviye için şehrin çevresinde uygun yerlere hendek
kazılmasına karar verildi; kaynaklarda genellikle bunun Selmân-ı Fârisî’nin teklifi üzerine
kararlaşrıldığı belirlir. Hz. Peygamber, muhacir ve ensardan bazı sahâbîlerle birlikte hendek kazılacak
yerleri tesbit e. Kazı sırasında da zaman zaman kendisi için kurulan Türk çadırından (kubbe Türkiyye)
çıkıp bizzat çalış (İbn Sa‘d, IV, 83). Yaklaşık 5,5 km. uzunluğundaki hendeğin genişliği 9 m., derinliği ise
4,5 m. kadardı.

Birkaç haftada tamamlanan hendek kazma işinden hemen sonra muhtemelen 10-12.000 kişiden
oluşan düşman ordusu Medine’ye ulaş ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud Savaşı’nın yapıldığı
alanda kurdu. Daha önce Hayber’e sürülmüş olan Benî Nadîr’e mensup bir heyet, Medine’de oturan
ve müslümanlarla arası iyi olan Benî Kurayza yahudilerine gidip onları müslümanlara karşı hücuma
geçmeye ikna e. Durumu öğrenen Hz. Peygamber hemen tedbir aldı ve birkaç yüz kişiden oluşan iki
birlik göndererek yahudi mahallelerinin etranı kuşa. Öte yandan Gatafân ve Fezâre kabileleriyle
birlikte gelen paralı askerlerle ayrı bir anlaşma yapmak üzere onlara bir heyet gönderdi; fakat
istedikleri aşırı ücret yapılan bir toplandan sonra reddedildi.u. Daha önce Hayber’e sürülmüş olan
Benî Nadîr’e mensup bir heyet, Medine’de oturan ve müslümanlarla arası iyi olan Benî Kurayza
yahudilerine gidip onları müslümanlara karşı hücuma geçmeye ikna e. Durumu öğrenen Hz.
Peygamber hemen tedbir aldı ve birkaç yüz kişiden oluşan iki birlik göndererek yahudi mahallelerinin
etranı kuşa. Öte yandan Gatafân ve Fezâre kabileleriyle birlikte gelen paralı askerlerle ayrı bir
anlaşma yapmak üzere onlara bir heyet gönderdi; fakat istedikleri aşırı ücret yapılan bir toplandan
sonra reddedildi. n İkrime b. Ebû Cehil, Nevfel b. Abdullah, Hz. Ömer’in kardeşi Dırâr b. Haâb,
Hübeyre b. Ebû Vehb ve Amr b. Abdüved hendeğin dar bir yerinden İslâm ordusunun bulunduğu
tarafa geçler. Araplar arasında cesareyle şöhret kazanan Amr b. Abdüved mübâreze için bir savaşçı
istedi. Henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali mübâreze için onun karşısına çık. Resûl-i Ekrem Ali’ye kılıcını
verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarandan bir kılıç darbesiyle yere serildi.
Onunla birlikte hendeği geçenler de geri çekilmek zorunda kaldılar. Nevfel b. Abdullah ise hendeğe
düşerek öldü.

Müslümanlar Hendek Gazvesi’nde büyük sıkınlara mâruz kalmış ve kalabalık düşman ordusu
karşısında endişeye kapılmışlardı. Hiçbir olayda namazını geçirmeyen Hz. Peygamber’in kuşatma
sırasında öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin hep birden eda etmek zorunda kalması
onun ve ashabının çok zor şartlar alnda mücadele verdiklerini gösterir. Kur’ân-ı Kerîm, müefik
birliklerin gelişini ve bunun Karşısında bazı müslümanların nasıl endişeye kapıldıklarını şu âyetlerle
tasvir eder. (el-Ahzâb 33/25).

SERİYYE
Hz. Peygamber’in bizzat kalmayıp görevlendirdiği kumandanlarla sevk ve idare ettiği sefer.
Sözlükte “gece yolculuğu yapmak veya yaprmak, geceleyin yola çıkmak” anlamındaki serâ kökünden
türeyen seriyye “askerî birlik, silâhlı m, ordunun bir bölüğü” mânalarına gelir. Bu askerî birliklere
görevlerinin gereği olarak çok defa geceleyin yol almaları, gizli hareket etmeleri ve baskın şeklinde
harekât planı yürütmeleri dolayısıyla seriyye adı verilmişr. Kelime terim olarak Resûl-i Ekrem’in hedef
ve planlarını kendisinin belirlediği, ancak bizzat kumanda etmeyip sahâbeden birinin kumandasında
gönderdiği askerî birlik ve harekâtlar için kullanılmıştır. . Ayrıca kalıcı ve düzenli askerî gücün
oluşumunda planlı tatbikat rolü oynamış, askerî ve idarî açıdan uygulamalı eğim imkânı sağlamışr.
Seriyyelerin amacı gazvelerle bütünlük içinde, İslâmiyet’in yayılmasına engel oluşturan unsurları
bertaraf etmek, müslümanları maddî ve mânevî baskılardan kurtararak dinlerini özgürce
yaşayabilecekleri bir ortam sağlamakr. Bunun yanında seriyyelerin her biri özel stratejik amaçları
olan askerî operasyonlardır ve bu açıdan bakıldığında sebep ve sonuçları ibariyle dört ana grupta
toplanmaları mümkündür. Birincisi Suriye ticaret yolunu kontrol altına almaya yönelik, Kureyş
kervanlarını takip eden seriyyelerdir. Hicren ilk iki yılında yoğun biçimde sevkedilen bu seriyyelerle
ekonomik ve siyasal ambargo stratejisi uygulayarak Kureyş’in ticareti engellenmeye, böylece bir
taraan onları iksadî zayıflığa düşürürken bir taraftanan da bölgede etkinliğin arttırılmasına ve
üstünlüğün ele geçirilmesine çalışılmıştır.

İkincisi Medine’nin iç ve dış güvenliğini sağlamaya yönelik seriyyelerdir. Mekke müşriklerinden ve


Medine civarındaki düşman kabilelerden gelen saldırıları karşılamak, yerinde basrmak ya da
gerçekleşen saldırılara cevap vermek amacını taşıyan bu seriyyelerin sayısı çoktur ve bunlarda önemli
sonuçlar elde edilmiştir. Üçüncüsü yine güvenlikle ilgili, istihbarat toplamak ve keşif yapmak için
gönderilen seriyyelerdir.Dördüncüsü özel görevlerle yollanan seriyyelerdir.

UHUD GAZVESİ
Hicren 2. yılında (624) müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında cereyan eden Bedir Gazvesi’nde
ağır bir yenilgiye uğrayan müşrikler inkam almak için hazırlık yapmaya başladılar. Yıl boyunca yapılan
hazırlıklar sonucunda 2000’i ücretli toplam 3000 kişilik bir ordu teşkil edildi. Ebû Süfyân
kumandasındaki orduda 700 zırhlı, 200 atlı asker ve 3000 deve vardı. Kocalarını teşvik etmek ve
onların yanında savaşmak üzere kadınlardan da orduya kalanlar oldu. Hz. Peygamber görevlendirdiği
Enes b. Fedâle, kardeşi Müennis ve Hubâb b. Münzir gibi sahâbîler vasıtasıyla Medine’ye doğru
ilerlemekte olan müşrik ordusunun durumu, asker sayısı ve konak yerlerine dair bilgi edindi.
Düşmanın Medine’ye yaklaşğı cuma gecesi şehrin etranda nöbet tutuldu. Sa‘d b. Ubâde, Sa‘d b.
Muâz ve Üseyd b. Hudayr, Mescid-i Nebevî’de Resûl-i Ekrem’in kapısında sabaha kadar beklediler.
Resûlullah düşmana nasıl karşılık verileceği hususunda sahâbîlerle istişare etti. Kendisi gördüğü bir
rüya üzerine Medine’de kalınmasını, kadınların ve çocukların kalelere yerleşrilerek savunma

savaşı yapılmasını tercih eğini belir. Özellikle Bedir Gazvesi’ne katılamayan gençler ve Hz. Hamza,
Sa‘d b. Ubâde, Nu‘mân b. Mâlik düşmanla şehir dışında savaşılmasında ısrar eler. Resûl-i Ekrem
yenilgiye uğramalarından endişe duyduğunu bildirmesine rağmen çoğunluğun görüşüne uyularak
karar verildi. Hz. Peygamber cuma namazının ardından bir konuşma yaparak sabırlı oldukları takdirde
zafer elde edeceklerini ifade etti. Resûlullah, Medine’de âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmü Mektûm’u
vekil bırakarak ikisi atlı, 100’ü zırhlı 1000 kişilik bir kuvvetle yola çık. Seniyye tepesine gelindiğinde
münakların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün müefiki olan 600 kişilik bir yahudi birliği orduya kalmak
istediyse de Hz. Peygamber bunu kabul etmedi. İslâm

ordusu 7 Şevval 3 (23 Mart 625) tarihinde Cumartesi sabahı Uhud dağına vardı. Sabah namazı burada
kılındı. Ordu arkasını Uhud dağına verip Ayneyn tepesini soluna, güneşi de arkasına alıp Medine’ye
doğru

saf tuu. Abdullah b. Übey, “Ben meydan savaşına taraar değildim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne

uydu, bizim sözümüze ibar etmedi” diyerek 300 kişilik taraarıyla birlikte ordudan ayrılıp Medine’ye

döndü. Onun ve taraftarlarlarının Uhud’a varmadan önce Şavt mevkiinde ordudan ayrıldığı da
nakledilir. Hz. Peygamber sayısı 700’e düşen orduyu savaş düzenine koydu ve en büyük sancağı
Mus‘ab b. Umeyr’e verdi. Ordunun sağ ve sol kanatlarına, öndekilere ve arkadakilere kumandanlar
tayin etti. Ardından cihadın önemi hakkında bir konuşma yap. Düşmanın cephe gerisinden saldırıp
İslâm ordusunu arkadan vurmasını önlemek için Abdullah b. Cübeyr kumandasındaki elli okçuyu
Uhud dağının karşısında, ordusunun sol taranda kalan, daha sonra Cebelürrumât (okçular tepesi)
diye adlandırılan Ayneyn tepesine yerleştirdi. Okçulara, galip gelinse bile ikinci bir emre kadar
kesinlikle yerlerinden ayrılmamalarını, düşman ordusunun arkadan saldırması halinde ok atarak
onları geri püskürtmelerini emretti. Bu sırada Ebû Süfyân kumandasındaki müşrik ordusu da
Zegābe’den Uhud’a geldi. Kureyş ordusu Uhud’a doğru yola çıkğında Hâlid b. Velîd’in emrindeki bir
süvari grubu ordudan ayrıldı. Bunlar muhtemelen daha sonra savaş başladığında dağın çevresini
dolaşıp savaş alanına geldiğinden müslümanlar onları farketmemiştir. Medine’yi arkalarına, Uhud’u
önlerine alıp yüzleri güneşe karşı gelecek şekilde savaş düzeni alan müşrik ordusunun bayraktarlığını
Abdüddâroğulları yapmaktaydı ve aralarında 100 okçu vardı. Ebû Süfyân’ın yanında karısı Hind ve iki
put da bulunmaktaydı. Orduya kalan kadınlar def çalıp Bedir’de öldürülen yakınları için ağıtlar
yakarak Kureyşliler’i cesaretlendiriyordu. Savaş mübâreze ile başladı. Kureyş ordusundan ileri alan
ordu sancaktarı Talha b. Ebû Talha’yı Hz. Ali, Talha’nın ardından meydana çıkan kardeşi Osman’ı da
Hamza öldürdü. Savaşın kızışmasıyla düşman ordusunun merkezine kadar ilerleyen müslümanlar
yirmiden fazla müşriği katle. Müşrik ordusunun sancaktarları ölmüş ve sancağı yerden kimse
kaldıramamış. Müslüman askerler, düşmanı savaş alanından uzaklaşıncaya kadar kovaladıktan sonra
kesin galibiyet kazanıldığı düşüncesiyle ganimet toplamaya başladılar. Ayneyn tepesindeki okçuların
çoğu da düşmanın bozguna uğradığını görünce ganimetten mahrum kalmamak için yerlerini terketti.
Bu sırada müslümanları arkadan vurmak için rsat kollayan Hâlid b. Velîd harekete geçti. Yerlerinden
ayrılmayan ve kendisini durdurmaya çalışan Abdullah b. Cübeyr ile on arkadaşını şehid ekten sonra
Ayneyn tepesinin doğusundan ilerleyerek İslâm

ordusunun arkasına sarkan Hâlid b. Velîd ganimet toplamakla uğraşan müslüman askerler üzerine âni
bir

baskın yap. Bunu gören Kureyş ordusu da geri dönüp saldırıya geç. İki kuvvet arasında kalan

müslümanlar paniğe kapıldı. Bir kısmı silâhlarını bırakmış ve saflar bozulmuştu. Tekrar silâha sarılıp
çarpışmaya başladıkları sırada Hz. Hamza, Vahşî b. Harb tarandan şehid edildi. İbn Kamîe,
Hz.Peygamber’in yanına kadar sokulup bir kılıç darbesiyle onu yüzünden yaraladı, aldığı darbenin
etkisiyle Hz. Peygamber’in miğferi ikiye bölününce halkaları yüzüne ba. Utbe b. Ebû Vakkās’ın ağı
taşla alt dudağı yarıldı ve bir dişi kırıldı. Abdullah b. Şihâb’ın darbesiyle de alnından yaralandı. Übey b.
Halef, Resûl-i Ekrem’i öldürmek için harekete geçyse de Resûl-i Ekrem bir mızrakla onu andan
düşürdü. Übey bunun etkisiyle Mekke’ye dönerken yolda öldü. Resûlullah, Medine’den Mekke’ye
gidip müşriklere destek veren Ebû Âmir’in savaştan önce kazdırdığı çukurlardan birine düştü ve diz
kapakları yaralandı. O durumda bile, "Ey Rabbim! Kavmime hidayet et, çünkü onlar gerçeği bilmiyor."
diye dua etti. Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte bir grup sahâbî Hz. Peygamber’i korumak için
etranda bir halka oluşturdular. Ebû Dücâne vücuduyla onu bir kalkan gibi koruyor, Sa‘d b. Ebû Vakkās
da düşmana ok atıyordu. Düşmanın kılıç darbelerine karşı Resûl-i Ekrem’i koruyan Talha b.
Ubeydullah aldığı yaranın etkisiyle çolak kaldı. Bu arada Mus‘ab b. Umeyr, İbn Kamîe tarandan şehid
edildi. Bunun üzerine Resûlullah sancağı Hz. Ali’ye verdi. Mus‘ab’ı öldüren İbn Kamîe, Hz.
Peygamber’i öldürdüğünü sanmış ve Peygamber’in öldürüldüğünü etrafa yaymaya başlamış. Bu
şâyianın etkisiyle müslümanlar panik içerisinde dağılmaya başladılar. Bazıları parolayı unuu, bu
durum birbirlerini öldürüp yaralamalarına yol açtı. O esnada Resûl-i Ekrem’i gören Kâ‘b b. Mâlik, “Ey
müminler, müjde! Resûlullah burada” diye haykırınca müslümanlar toparlandı. Hz. Peygamber,
etranda sahâbîler olduğu halde Uhud kayalıklarına çekildi. Bu sırada Ebû Süfyân ve arkadaşları
kayalıklara doğru ilerlemeye kalkışlarsa da müslümanlar attıkları taşlarla düşmanları uzaklaştırmayı
başardılar. Savaş böylece sona erdi. Hz. Fâma, Âişe, Ümmü Eymen, Ümmü Süleym ve Ümmü
Umâre’nin de aralarında bulunduğu on veya on dört kadın sahâbî savaş alanına yiyecek ve su getirdi;
yaralıların tedavisiyle ilgilendi. Hz. Fâma babasının yüzündeki kanları temizlemeye çalıştı ve kanamayı
durdurmayı başardı. Hz. Ali, Resûl-i Ekrem’in yaralarını yıkamak için dağdaki tabii havuzlardan
kalkanına su doldurarak gerdi. Resûlullah yaralı olduğu için öğle namazını oturarak kıldı; sahâbîler de
ona uyup oturarak kıldılar. Ebû Süfyân, savaş alanından ayrılmadan önce Hz.Muhammed’in, Ebû
Bekir ve Ömer’in sağ olup olmadığını merak ediyordu. Teker teker isimlerini söyleyerek seslendiyse
de Hz. Peygamber’in emriyle kimse cevap vermedi. Bunun üzerine, “Eğer sağ olsalardı cevap
verirlerdi, üçü de ölmüş ve iş bitmiş” deyince Hz. Ömer dayanamayıp, “Yalan söyledin Allah’ın
düşmanı! Saydıklarının hepsi sağdır ve buradadır” dedi. Ebû Süfyân’ın, “Savaş sırayladır; bugün Bedir
Savaşı’na bedeldir” sözlerine mukabil Hz. Ömer, “Evet ama eşit değiliz. Zira bizim ölülerimiz cennete,
sizin ölüleriniz cehennemdedir” karşılığını verdi. Ebû Süfyân, “Gelecek yıl sizinle Bedir’de buluşalım
ve savaşalım” diye meydan okuyunca Hz. Peygamber’in emriyle Hz. Ömer, “Olur, inşallah!”dedi. Bir
yıl sonra Resûl-i Ekrem ashabıyla Bedir’e gelerek bir haa boyunca Mekkeliler’i beklemiş, ancak Ebû
Süfyân ve ordusu savaş yerine gelmeye cesaret gösterememiştir.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
DİA MADDESİ HUDEYBİYE

Hudeybiye Antlaşması’ndan önce Medine’nin siyasî ve askerî durumu pek parlak değildi. Hayberli
yahudilerle Kureyş arasında, Hz. Peygamber’in taraflardan birine saldırması halinde birlikte karşı
koymak ve gerekirse yine birlikte Medine’ye saldırmak için bir antlaşma yapılmıştı. Müslümanlar
bütün bu can düşmanlarıyla aynı zamanda başa çıkacak güce sahip değillerdi; şartlar, bunlardan en az
birinin dost edinilmesini ya da hiç olmazsa tarafsız hale getirilmesini gerektiriyordu. Mekkeliler artık
Müslümanları yenmekten umutlarını kesmişler ve bir barış antlaşması yaparak şereflerini koruyacak
bazı şartların bu antlaşmada yer almasını isteyecek hale gelmişlerdi. Resûlullah Mekkelilerle arayı
düzeltmeye çalıştı ve ilk olarak 5. yılın sonunda (Nisan 627) kıtlık çeken Mekke’nin fakirlerine yardım
için 500 dinarlık bir bağış gönderdi. Ebû Süfyân’a bol miktarda Medine hurması yollayarak
karşılığında onun bir türlü satamadığı derileri aldı. Böylece savaş halinin devam etmesine rağmen
kendi tarafından uzlaşıcı, hatta dostça jestler yaptı ve iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Hz. Peygamber
yerine vekil bırakıp 1400-1500 Müslümanla birlikte umre için Medine’den Mekke’ye doğru yola çıktı.
Zülhuleyfe mevkiine gelince de Büsr b. Süfyân el-Huzâî el-Kâ‘bî’yi casus olarak Mekke’ye gönderdi.
Büsr geri dönünce Kureyşliler’in Müslümanların gelişini haber aldıklarını ve savaşmak için
müttefiklerini topladıklarını söyledi. Müşrikler, Resûlullah’ın niyetini ve bu husustaki kararlılığını
anladıkları halde Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hz. Osman elçi olarak giderek
Amaçlarının savaşmak değil sadece umre ziyareti yapmak olduğunu belirtti. Kureyşliler ona yakın ilgi
gösterdiler ve sözlerini dinleyip kendisine emniyet içerisinde Kâbe’yi tavaf edebileceğini bildirdiler;
ancak Osman, “Hz. Peygamber tavaf etmeden ben asla tavaf edemem” diyerek bunu reddetti. Kısa
bir tartışmadan sonra Hz. Ali’nin kaleme aldığı barış antlaşması metni Hz. Peygamber ve Süheyl b.
Amr tarafından imzalandı. Antlaşmaya müslümanlardan Ebû Bekir, Ömer, Osman, Abdurrahman b.
Avf, Sa‘d b. Ebû Vakk.s, Ebû Ubeyde b. Cerrâh ve Muhammed b. Mesleme, müşriklerden Mikrez b.
Hafs ile Huveytıb b. Abdüluzzâ şahitlik etiller.

Maddeler;

 Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden Hudeybiye’den geri dönecekler, umre için ertesi yıl
gelecek ve şehirde ancak üç gün kalabilecekler.

 Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek,
fakat bir müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecek.

 Barış on yıl sürecek; taraflardan biri bu ittifaka dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa
girerse diğeri pasif kalacak. İki taraf, kendi hâkimiyetleri altındaki toprakları kervanların
geçişi, hac ve umre için emniyet alında tutacak.

 Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabilecekler.

 Bu şartlara tarafların dışında kendileriyle müttefik olan kabileler de uyacak. Hz. Ömer dahil
ashap bu anlaşmaya tepki göstermekle birlikte Resûlullah anlaşma şartlarını kabul ettiğini
söyleyince herkes bağlılığını bildirdi.

Hudeybiye Antlaşması Kur’ân-ı Kerîm’de Müslümanlar için “feth-i mübîn” ve “nasr-ı azîz” olarak
nitelendirilmiştir. Mekke’nin fethine doğru atılmış fiilî bir adım olan Hudeybiye Antlaşması sayesinde
Müslümanlar daha fazla serbestlik kazandılar; tehlikeler de bir süre için önlenmiş oldu; dolayısıyla bu
antlaşma İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. O güne kadar Müslümanları tanımayan,
onları muhatap saymayan ve Hz. Muhammed’e atalarının dinini ortadan kaldırmak isteyen bir âsi
nazarıyla bakan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle denk bir taraf olarak
kabul ettiler. Bu durum diğer müşrik kabilelerin arasına korku saldı ve yakın bir gelecekte
Müslümanların hâkim güç olacağına inanmalarını sağladı.

Bu antlaşma ile Kureyşliler’in Müslümanlara karşı fiilî düşmanlığı sona erdi. Hem Müslümanlara hem
de müşriklere savaş tehdidinden uzak bir ortamda birbirlerini daha iyi tanıma ve aralarındaki ilişkileri
geliştirme imkânı verdi.

Hz. Muhammed ile doğrudan bir anlaşmazlığı bulunmayan diğer Arap kabileleri Müslümanlarla
rahatça görüşüp İslâmiyet hakkında bilgi edindiler ve onların giderek artan güç ve nüfuzları karşısında
ihtida ettiler. İslâmiyet Arap yarımadasında hızla yayılmaya başladı. Hz. Peygamber’in Kur’an ile de
teyit edilen en büyük siyasî zaferi idi. Bu antlaşma aynı zamanda Hayber’in fethine zemin
hazırlamıştı. Resûl-i Ekrem bu antlaşmadan sonra Bizans ve Sâsânî imparatorlarına, Mısır
mukavkısına, Habeş necâşîsine ve bazı Arap emirlerine mektuplar göndererek onları İslâm’a davet
etmiş, üç yıl içinde barışçı yollarla devletini on kat büyütmüş ve hemen hemen bütün Arap
yarımadasını hâkimiyeti altına almıştır.

HUDEYBİYE MAKALE

İsmini altında Rasûlullah (sav)’a biat edilen Hadbâ adlı ağaçtan veya Şecere Mescidi diye anılan
mescidin yanındaki kuyudan almıştır. Çıkmasının manevi sebepleri arasında ayetle onaylanan rüyası
gelmektedir. Aynı şekilde muhacirlerin de yurtlarını özlemesi de vardır. Maddi sebepleri arasında ise
İslam devletinin hem siyasi hem askerî açıdan güçlenmesi müslümanların lehine olarak sonuçlanması
sayılabilir. Efendimiz rüyasından sonra ashabına anlatmış ve umreye gitmeye niyetlendiğini
söyleyerek onları ve çevre kabileleri de davet etmiştir. Barışçı bir amaçla gittiklerini göstermek için
yanlarına kınlarındaki kılıçlarından başka silah almamışşlardır. Gidenlerin arasında 4 tane kadın
bulunmaktadır. Rasulullah umre için çıktığım bir yolda silah taşımam demiştir.

Yolculuk Esnasında Yaşanan Olaylar,

Zulhuleyfeye geldiklerinde savaşmaya gelmediklerini göstermek için ihrama girmişler ve umre için
gittiklerini başka amaçlarının olmadığını söylemek için üsr b. Süfyân el‐Huzâî el‐Kâ’bî yi mekkeyye
göndermiştir. Oluşacak bir sorun karşısında efendimizin ekibini izlemek için 200 kişilik bir orduyla
halid b. Velid görevlendirilmiştir. Bunu efendimiz öğrenince yolunu değiştirmiştir. Bunların üzerine
umre ibadetini yerine getirmeye kesin kararlı olduklarını ifade edilmiş, öncelikle barış taraftarı
olduklarını ancak Kureyşlilerin kendilerini zorlaması halinde savaşmaktan çekinmeyecekleri ve
Kâbe’ye doğru ilerleme, eğer Kureyşlilerin bir müdahalesi söz konusu olursa onlara karşı koyma
kararı alınmıştı. Bu kararın ardından efendimizi yoluna devam etmiştir. Halid b. Velidin ekibi
efendimizin konakladıkları yerde karşılarını çıkmış saldıracak fırsat bulamayınca geri dönmüştür.

Konaklama

Konaklama için biraz daha ilerleyerek mekkeye girmemişlerdir. Girselerdi kan akıtılacak savaş çıkacak
ve mekkede Müslüman olduklarını gizli tutuan müslümanlar Medineliler tarafından tanınmadığı için
öldürülecekti.

Elçi ile temaslar

Huzza kabilesinin lideri Büdeyl b. Verkâ ve yanındakiler Mekke’nin durumundan haber verdiler.
Müslümanlara karşı kurulan ittifaktan bahsedip bunun için Kureyş ve müttefiklerinin yemin ettiklerini
bildirdiler37. Hz. Peygamber ise, savaşmak niyetinde olmadıklarını, barışçı amaçla ve umre niyeti ile
geldiklerini Büdeyl’e bildirdi. Antlaşma taraftarı olduklarını da belirtmiştir.

Geri dönen elçilerin söylediklerini duyan Kureyşîler bu sefer de Büdeyl ve arkadaşlarını istihbarat
almak için geldikleri şeklinde yani casuslukla suçladılar. Kendilerinin Hz. Peygamber’den bir şey
duymaya ihtiyaçları olmadığını, asıl Hz. Muhammed (sav)’in yanına dönerek, onu asla Mekke’ye
sokmayacaklarını iletmesini söylediler.

Ardından kureyş kabilesinden efendimize elçi olarak urve b. Mesud gönderilmiştir. Rasûlullah (sav),
Urve b. Mes’ud’a hazırlamış oldukları kurbanlıkları göstermiş ve bir kez de ona gelme nedenlerini
anlatmıştır. Urve’den geri dönmesini, amaçlarını ve gördüklerini Kureyş’e aktarmasını istemiş, onların
kendi akrabaları olduğunu ve yapılan mücadelelerin onları yıprattığından bahsederek, savaş taraftarı
olmadıklarını, savaşta da zaten bir hayır bulunmadığını, harp ettikleri takdirde Kureyş’in iyice
yıpranarak yok olma tehlikesi ile karşılaşacağını iletmesini istemiştir. Efendimiz amaçlarında kararlı
olduğunu belirtmiştir.

Hz. Peygamber’in ılımlı, Kureyşlilerin inatçı tavrı hem Mekke içerisindeki ılımlılara hem de çevrede
olup Kureyş’e destek veren veya vermeyen kabilelere, Kâbe’yi tavaf etmek ve umre yapmak niyeti ile
gelen insanların Kureyş tarafından engellendiği algısını oluşturmuştu. Ardından birkaç defa elçi
gönderilmiştir. Daha sonra efendimiz hz ömeri elçi olarak göndermeyi istemiş hz ömer kabilesinden
kimsenin kalmadığını giderse onu öldüreceklerini söylemiştir. Bunun üzerinde hz osman
gönderilmiştir.

Hz. Osman’ın Mekke’de bulunduğu sırada sadece ona özel olmak üzere Kâbe’yi tavaf etmesine izin
verilmiş fakat o, Rasûlullah ve ashabı Hudeybiye’de alıkonulmuş halde iken kendisinin asla tavaf
yapmayacağı cevabını vermiştir. görüşmeleri olumsuz neticelenen Hz. Osman’ın geriye dönme
istediğini de reddetmişler ve üç gün boyunca Mekke’de hapis tutmuşlar.

Müslümanlar, Hz. Osman’ın Mekke’de temaslarda bulunduğu sırada öldürüldüğü şeklinde bir
haberin Hudeybiye’ye gelmesi üzerine niyetlerini bir anda umreden cihada çevirmişlerdir.
Rasûlullah (sav), Hudeybiye’deki ikameti sırasında gölgelendiği “Semüre” denilen sakız ağacının
altında, orada hazır bulunan sahabelerden bir rivayete göre “ölüm üzerine”, bir başka rivayete
göre ise “savaştan kaçmamak Uzere tek tek biat aldı Bu biata Rıdvan Biatı denmiştir.

Sonuç

Hz. Peygamber’in ashabından savaşma hususunda biat dscdığını duyan Kureyş yöneticileri, en
sonunda siyasetlerinde köklü bir değişiklik yapmışlar ve kendi aralarında istişarelerde bulunarak
barışa razı olmuşlardır. İlk dönem İslam tarihi içerisinde özel bir yeri olan Hudeybiye Seferi,
Rasûlullah’ın diğer seferlerinden farklı bir karakter arz etmektedir. İslam tebliğ tarihi açısından bir
dönüm noktası olan bu antlaşmanın imza süreci ve sonrası Hz. Peygamber’in ümmeti ile olan
ilişkilerinde esas alınan noktaların uygulama örneğini bize sunmaktadır. Zira bu sefere çıkılmadan
niyetin barışçıl esaslara göre tanzim edilmesinden, tekrar Medine’ye dönünceye kadar ki geçen süreç
içerisinde Hz. Peygamber, barış taraftarı bir tutum izlemiştir. Kureyş tarafının katı tutumuna ve
saldırgan davranışlarına rağmen duruşunu hiç bozmamış, almış olduğu önlemler ve kararlar ile
mutlakbir savaşı önlemiştir. Hz. Peygamber’in göstermiş olduğu bu barış yanlısı tavır, Kureyş taraftarı
kabileler ile yine Kureyş’i temsilen gelen elçilerin dikkatlerindenkaçmamış, O’nun kararlı tutumu ve
dürüstlüğü karşısında etkilenerek geri dönmüşlerdir. Ashabın Rasûlullah (sav)’a karşı duydukları sevgi
ve bağlılıklarına olan hayranlıklarını Kureyşlilere aktararak onlara sulh yolunu tutmalarını tavsiye
etmişlerdir. Barış antlaşmasının imzalanmasından sonra Medine’ye geri dönerken inen Fetih Suresi
ile müjdelenen Rasûlullah (sav) ve ashabı, çok geçmeden bu siyasetlerinin meyvesini toplamaya
başlamışlar, bütün maddelerin Müslümanların lehine döndüğünü ve Hudeybiye’nin aslında ne kadar
büyük bir zafer olduğunu görmüşlerdir. Savaş olmaksızın Müslümanlar uzunyıllardır üzerlerinde baskı
kuran tehditten kurtulmuşlar ve en büyük düşmanları olan Kureyşliler tarafından varlıkları
tanınmıştır.

You might also like