Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 28

1

FELSEFE

Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
 Fel­se­fe­nin bil­ge­lik­le olan iliş­ki­si­ni açıklaya­bi­le­cek,
 Fel­se­fe­nin ve­ya onun bi­li­nen ve yay­gın ka­bul gö­ren şek­li ola­rak Ba­tı fel­se­fe­si­nin
do­ğu­şu­nun an­cak mut­hos­tan lo­go­sa ge­çiş yo­luy­la ola­bi­le­ce­ği­ni açık­la­ya­bi­le­cek,
 Fel­se­fe­nin bi­lim, din ve sa­nat gi­bi di­sip­lin­ler­le olan or­tak­lı­ğı­nı ve fark­lı­lık­la­rı­nı
ayırt ede­bi­le­cek,
 Fel­se­fe­nin ikin­ci dü­zey bir et­kin­lik ol­du­ğu­nu açıklaya­bi­le­cek,
 Fel­se­fe­nin ku­ru­cu, ana­li­tik ve eleş­ti­rel bo­yut­la­rı­nı ayırt ede­bi­le­cek,
 Fel­se­fe­nin ko­nu­la­rıy­la alan­la­rı­nı sı­ra­la­ya­bi­le­cek,
 Fel­se­fe­nin de­ğe­ri­ni ifa­de ede­bi­le­cek­si­niz.

Anahtar Kavramlar
• Bil­ge­lik Sev­gi­si • Ana­liz
• Me­rak • Şüp­he
• Sor­gu­la­ma • Lo­gos
• An­lam­lan­dır­ma • Fel­se­fe­nin De­ğe­ri

İçindekiler
• GİRİŞ
• BİLGELİK SEVGİSİ OLARAK FELSEFE
• FELSEFE VE DİĞER DİSİPLİNLER
• İKİNCİ DÜZEY BİR ETKİNLİK OLARAK
FELSEFE
Felsefe Felsefe Nedir? • FELSEFENİN KURUCU, ANALİTİK VE
ELEŞTİRİCİ BOYUTLARI
• FELSEFENİN KONULARIYLA ALT
ALANLARI
• FELSEFENİN DEĞERİ
Felsefe Nedir?

Gİ­RİŞ
Bir şe­yin ne ol­du­ğu­nu söy­le­me­nin es­ki çağ­lar­dan be­ri ka­bul edi­len en iyi yo­lu, o
şe­yi ta­nım­la­mak­tır. Çün­kü iyi ve doğ­ru bir ta­nım, ta­nım­la­nan şe­yin ayırt edi­ci
özel­li­ğini göz­ler önü­ne se­re­rek ne ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar. Bu­nun­la bir­lik­te, bu­nu
fel­se­fe için yap­mak ne ko­lay ne de doğ­ru bir şey­dir. Fel­se­fe­yi ta­nım­la­ma­nın ko­
lay bir iş ol­ma­ma­sı­nın ne­de­ni, ön­ce­lik­le onu ta­nım­la­ya­cak ki­şi­le­rin ve bu ara­da
fark­lı ta­rih­sel ve sos­yal ko­şul­lar­dan et­ki­le­nen fi­lo­zof­la­rın il­gi­le­ri­nin, dün­ya­ya ba­kış
tarz­la­rı­nın fark­lı­lık gös­te­re­bil­me­si­dir. Söz ko­nu­su fark­lı­lık do­ğal ola­rak fi­lo­zof­la­rın
fel­se­fe an­la­yış­la­rı­na ve fel­se­fe­yi ta­nım­la­ma tarz­la­rı­na da yan­sı­mış­tır. Ör­ne­ğin pek
çok fi­lo­zof fel­se­fe­yi bel­li özel­lik­le­ri olan bir dü­şün­me tar­zı üze­rin­den dün­ya­yı an­la­
ma ve yo­rum­la­ma fa­ali­ye­ti ola­rak ta­nım­lar­ken Karl Marx (1818-1883) “fi­lo­zof­la­rın
şim­di­ye ka­dar dün­ya­yı sa­de­ce an­la­ma­ya ça­lış­tık­la­rı­nı oy­sa önem­li ola­nın dün­ya­yı
an­la­mak­tan zi­ya­de onu de­ğiş­tir­mek ol­du­ğu­nu” öne sür­müş­tür. Fel­se­fe­nin ta­nı­mı
ve an­la­mı, sa­de­ce fi­lo­zof­lar ara­sın­da de­ğil, kül­tür­den kül­tü­re de de­ği­şik­lik gös­ter­
miş­tir. Ör­ne­ğin fel­se­fe­nin en es­ki mer­kez­le­rin­den bi­ri olan an­tik Yu­nan’da, fel­se­fe,
mi­lat­tan ön­ce al­tın­cı yüz­yıl­dan baş­la­ya­rak var­lı­ğa, ne­yin ger­çek­ten var ol­du­ğu­na
iliş­kin teo­rik bir araş­tır­ma ola­rak baş­la­mış­tı. Oy­sa yak­la­şık ola­rak ay­nı dö­nem­
ler­de, Do­ğu’da, dü­şü­nür­le­rin il­gi­le­ri da­ha fark­lı bir ni­te­lik arz et­ti. Bu dö­nem­de,
ör­ne­ğin Çin­li­le­rin fel­se­fe­le­ri­nin da­ha so­mut ve pra­tik ol­du­ğu söy­le­ne­bi­lir. Ni­te­kim
Çin­li dü­şü­nür­ler fel­se­fe­den, sos­yal çev­re için­de ahenk­li iliş­ki­ler ge­liş­tir­me­nin yol­
la­rı üze­ri­ne dü­şün­me­yi an­la­dı­lar. Söz ge­li­mi ün­lü Kon­füç­yüs’ün fel­se­fe­si, he­men
he­men sa­de­ce top­lum­sal ve po­li­tik me­se­le­ler­le, doğ­ru ve âdil yö­ne­tim gi­bi ko­nu­lar­
la, ai­le ve ce­ma­at de­ğer­le­riy­le il­gi­li ol­muş­tu. Ger­çek­ten de o, hep uyum­lu iliş­ki­ler,
ön­der­lik ve dev­let adam­lı­ğı üze­ri­ne ko­nuş­muş, ki­şi­nin ken­di­si­ni sor­gu­la­ma­sın­dan,
dö­nüş­tür­me­sin­den, baş­ka­la­rı­na il­ham ver­me­sin­den ve er­dem­li bi­ri ol­mak için ser­
gi­le­me­si ge­re­ken ça­ba­lar­dan söz et­miş­ti. Bu açı­dan ba­kıl­dı­ğın­da, Kon­füç­yüs’ün
ken­di­si­nin ve bu ara­da tem­sil et­ti­ği Do­ğu fel­se­fe­si­nin, Ba­tı’da­ki fi­lo­zof ya da bil­ge­
ler­den, Yu­nan tar­zı fel­se­fe an­la­yı­şın­dan fark­lı ola­rak do­ğay­la ve­ya şey­le­rin özüy­le
hiç il­gi­len­me­di­ği ra­hat­lık­la öne sü­rü­le­bi­lir. İn­sa­ni ol­ma­yan ger­çek­li­ğin ve­ya bir bü­
tün ola­rak re­ali­te­nin ni­hai do­ğa­sı ko­nu­su­na he­men hiç eğil­me­yen Kon­füç­yüs’ün
ak­lın­dan, in­san­la­rın ger­çek ol­du­ğu­nu bil­dik­le­ri ve­ya dü­şün­dük­le­ri şe­yin salt bir
gö­rü­nüş ya da ya­nıl­sa­ma ola­bi­le­ce­ği dü­şün­ce­si hiç geç­me­miş­ti.
Fel­se­fe­yi bel­li bir ta­nım üze­rin­den an­la­ma­ya ça­lış­ma­nın doğ­ru ol­ma­ma­sı­nın ne­
de­ni ise hiç kuş­ku yok ki onu bel­li bir ta­nım­la ka­rak­te­ri­ze et­me­nin fel­se­fe­nin im­
4 Felsefe

kân­la­rı­nı sı­nır­la­ma­sı, fel­se­fe­yi bel­li bir fa­ali­yet ya da ke­mik­leş­miş bir di­sip­li­ne


in­dir­ge­ye­rek in­san­la­rı yan­lış yön­len­di­re­bil­me­si ol­gu­sun­da ya­tar. Hem ka­bul et­
mek ge­re­kir ki fel­se­fe­nin özü­nü or­ta­ya ko­ya­cak sı­nır­la­yı­cı ta­nım­lar­dan, mut­lak ve
ke­sin açık­la­ma­lar­dan ka­çın­mak, fel­se­fe­nin ru­hu­na çok da­ha uy­gun dü­şer. Zi­ra fel­
se­fe ol­muş bit­miş dü­şün­ce­le­rin, ni­ha­ye­te er­di­ril­miş fi­kir­le­rin top­la­mın­dan iba­ret
bir şey de­ğil­dir. Ni­te­kim fel­se­fe­yi esas iti­ba­rıy­la bir eleş­ti­ri ve sor­gu­la­ma, kar­şı­lık­lı
bir tar­tış­ma fa­ali­ye­ti ola­rak an­la­yan Sok­ra­tes (469-399), bu yüz­den in­san zih­ni­ni
tem­bel­leş­tir­di­ği­ne inan­dı­ğı ya­zı­lı sö­ze de­ğer ver­me­miş ve fi­kir­le­ri­ni or­ta­ya koy­
du­ğu ya­zı­lı hiç­bir şey bı­rak­ma­mış­tır. Onun öğ­ren­ci­si Pla­ton (427-347) da bu ge­
le­nek için­de yer alır çün­kü o, za­ma­nı­nın seç­kin fel­se­fe­ci ve ma­te­ma­tik­çi­le­ri­ni bir
ara­ya ge­tir­di­ği Aka­de­mi’sin­de, dı­şa­rı­ya he­men ta­ma­men ka­pa­lı bir bi­çim­de fel­se­fe
ya­par­ken sa­de­ce or­ta­la­ma oku­yu­cu­lar için bir­ta­kım di­ya­log­lar ka­le­me al­mış­tır.
Bu yüz­den, önem­li öl­çü­de Sok­ra­tes ve Pla­ton’a da­ya­nan bir ge­le­ne­ğe gö­re, ha­ki­ki
fel­se­fe ki­tap­lar­da ve­ya ya­zı­lı me­tin­ler­de bu­lun­maz. Fa­kat bu, hiç kuş­ku yok ki fi­lo­
zof­lar ta­ra­fın­dan ka­le­me alı­nan eser­le­rin de­ğer­siz ve­ya önem­siz ol­du­ğu an­la­mı­na
gel­mez. Çün­kü bu eser­ler, dü­şün­ce dün­ya­mı­zı zen­gin­leş­ti­re­cek üzer­le­ri­ne ken­di
fi­kir­le­ri­mi­zi in­şa et­me­mi­zi müm­kün kı­la­cak fel­se­fi prob­lem ve fi­kir­ler­le do­lu­dur.
Ni­te­kim ün­lü Al­man şa­ir ve dü­şü­nü­rü Jo­hann Wolf­gang von Go­et­he (1749-1832)
“Üç bin yı­lın he­sa­bı­nı gö­re­me­yen ka­ran­lık­ta yo­lu­nu bu­la­maz, gü­nü gü­nü­ne ya­şar
an­cak” der­ken muh­te­me­len bu­nu an­lat­mak is­ti­yor­du. Fa­kat fel­se­fe de fi­lo­zof­lar ile
on­la­rın dü­şün­ce­le­ri­nin res­mi­ ge­çi­din­den iba­ret bir şey de­ğil­dir. Fel­se­fe, Sok­ra­tes’in
yap­tı­ğı­na ben­zer bir bi­çim­de, dü­şün­me­ye ve sor­gu­la­ma­ya is­tek­li in­san­la­rın ha­ya­
ta ge­çir­dik­le­ri ve en­te­lek­tü­el bir alış-ve­riş sü­re­ci için­de, kar­şı­lık­lı mu­hab­bet ya da
tar­tış­ma­lar­la or­ta­ya çı­ka­bi­len bir şey ol­mak du­ru­mun­da­dır. Ger­çek­ten de fel­se­fe­yi
fel­se­fe ya­pan şey, fel­se­fi prob­lem­le­re fi­lo­zof­lar ta­ra­fın­dan ge­ti­ril­miş olan çö­züm­le­
ri oku­mak­tan ve­ya fel­se­fe bil­mek­ten zi­ya­de, te­fek­kür, sor­gu­la­ma ve tar­tış­ma­dır. O,
özün­de dü­şü­nen, sor­gu­la­yan, araş­tı­ran, fel­se­fi so­ru ve prob­lem­le­re ken­di ya­nıt­la­rı­nı
ver­me­ye ça­lı­şan in­san­la­rın dü­şün­ce alış­ve­ri­şiy­le ya­şa­yan bir araş­tır­ma tü­rü­dür.

BİL­GE­LİK SEV­Gİ­Sİ OLA­RAK FEL­SE­FE


Thales ile onu alaya alan kölesi Ün­lü Yu­nan fi­lo­zo­fu Aris­to­te­les (384-322), fel­se­fe­nin an­tik Yu­nan’da­ki do­ğu­şun­
iki farklı insanı temsil eder. da ilk fel­se­fe­ci ya da fi­lo­zof­la­rın duy­duk­la­rı me­rak ve hay­re­tin çok be­lir­le­yi­ci bir
Kölesi, esas itibarıyla karnını
doyurmaya çalışan, gündelik rol oy­na­mış ol­du­ğu­nu söy­ler. Ni­te­kim Ba­tı fel­se­fe­si­nin ilk fi­lo­zo­fu ola­rak ka­bul
hayatın sorunlarıyla baş edi­len Tha­les’le il­gi­li ola­rak ak­ta­rı­lan bir öy­kü ya da anek­dot, bu du­ru­mu iyi bir
etmeye çalışan sıradan insanı bi­çim­de açık­lar. Ba­tı Ana­do­lu kı­yı­la­rın­da ya­şa­yan, ge­çim sı­kın­tı­sı çek­me­yen bir
temsil eder. Oysa Thales,
maddi problemlerini halletmiş
fi­lo­zof ola­rak Tha­les’in il­gi­le­ri, or­ta­la­ma in­sa­nın il­gi­le­rin­den fark­lıy­dı. Gün­de­lik
bir kimse olarak dünyayı iş­le­ri­ni kö­le­si ve­ya hiz­met­kâ­rı­na yap­tı­ran Tha­les, “bir şey­le­rin ne­den var ol­du­ğu­
anlamaya, olup bitenleri nu” me­rak edi­yor­du. Hat­ta yer­yü­zün­de­ki şey­le­ri bir ta­ra­fa bı­ra­kıp “gök­yü­zün­de
kavramaya çalışan düşünürü olup bi­ten­le­re” il­gi gös­ter­miş­ti. O, bir gün ya­nın­da Trak­ya­lı hiz­met­kâ­rı da ola­cak
simgeler.
şe­kil­de ge­zin­ti­ye çık­mış­tı; an­la­tı­lan­la­ra gö­re gök­yü­zü­ne ba­kar­ken önün­de­ki çu­ku­
ru gö­re­me­yip ye­re boy­lu bo­yun­ca se­ril­miş­ti. Tha­les ye­re se­ril­mek­le de kal­ma­yıp
kö­le­si­nin ala­yı­na he­def ol­muş­tu. Kö­le­si “Siz fi­lo­zof­lar böy­le­si­niz; aya­ğı­nı­zın al­tın­
da­ki­le­ri gör­mez­ken gök­ler­de olup bi­te­ni an­la­ma­ya ça­lı­şır­sı­nız!” de­miş­ti.
Tha­les dün­yanın ne­re­dey­se ku­sur­suz dü­zeni, mev­sim­le­rin bir­bir­le­ri­ni ku­sur­
suz­ca iz­le­yi­şi kar­şı­sın­da hay­re­te düş­müş­tü; gök­yü­zün­de­ki gü­neş, ay ve yıl­dız­la­rın
muh­te­şem gö­rü­nüm ve di­zi­li­şi kar­şı­sın­da âde­ta deh­şe­te ka­pıl­mış­tı. Bu dü­ze­nin
kay­na­ğı­nı, gök­yü­zün­de­ki dev nes­ne­ler ara­sın­da­ki iliş­ki­yi, var olan­la­rın ne­re­den
ge­lip ne­re­ye git­tik­le­ri­ni me­rak edi­yor­du. Fel­se­fe­yi ve bi­li­mi ya­ra­tan da onun bu
me­ra­kıy­dı. Ger­çek­ten de in­san, me­rak eden ve di­ğer can­lı tür­le­rin­den fark­lı ola­rak
1. Ünite - Felsefe Nedir? 5

olup bi­ten he­men her şe­yi hay­ret­le kar­şı­la­yan bir var­lık­tır. İn­sa­nın bu özel­li­ği­ni en
iyi ifa­de eden­ler­den bi­ri de meş­hur İn­gi­liz fi­lo­zo­fu Tho­mas Hob­bes (1588-1678)
ol­muş­tur. Ni­te­kim Hob­bes, “Gör­dü­ğü olay­la­rın se­bep­le­ri­ni araş­tır­mak in­sa­noğ­
lu­nun do­ğa­sı­na öz­gü­dür. Ba­zı­la­rı da­ha çok araş­tı­rır, ba­zı­la­rı da­ha az ama her­kes
ken­di iyi ya da kö­tü ka­de­ri­nin se­bep­le­ri­ni araş­tı­ra­cak ka­dar me­rak­lı­dır.” di­yor­du.
Fel­se­fey­le uğ­ra­şa­bil­mek, fel­se­fe­ci ola­bil­mek için en çok ih­ti­yaç duy­du­ğu­muz
şey, iş­te bu me­rak ve hay­ret et­me ye­te­ne­ği­dir. Bu ye­te­nek as­lın­da bü­tün ço­cuk­lar­da,
özel­lik­le de kü­çük ço­cuk­lar­da var­dır. He­pi­miz ço­cuk­la­rın “Ya­lan söy­le­mek ne­den
yan­lış­tır?”, “İn­san­lar ölün­ce ne­re­ye gi­der­ler?” ben­ze­ri so­ru­la­rı­na mu­ha­tap olu­ruz.
He­le he­le bi­raz da­ha ge­li­şen ve bü­yü­yen ço­cuk­lar “Eğer öz­gür bir ül­ke­de ya­şı­yor­ Amerikalı ünlü düşünür Ralph
sam, yap­mak is­te­di­ğim her şe­yi ne­den ya­pa­mı­yo­rum?” tü­rün­den ya­nıt­lan­ma­sı ko­ Waldo Emerson (1803-1882)
“Tanrı her zihne, kişinin
lay ol­ma­yan so­ru­la­rı sor­ma­dan ya­pa­maz­lar. Fa­kat ço­cuk­la­rın ve genç­le­rin bü­yük bir gerçeklik ile rahat bir yaşam
kıs­mı son­ra­ki yaş­la­rın­da hay­ret ve me­rak­la­rı­nı yi­ti­rir­ler; alış­kan­lı­ğa tes­lim olur­lar. arasında kendi tercihini
Ger­çek­ten de fel­se­fi so­ru­lar bü­tün in­san­la­rı çok ya­kın­dan il­gi­len­dir­mek­le bir­lik­te, yapması için bir imkân sunar;
her­kes fel­se­fe­ci ola­maz; her­kes fel­se­fi so­ru­lar­la il­gi­len­mez. İn­san­lar gün­lük ha­ya­ta bunlardan hangisini seçeceği
insana kalmış bir şeydir. Ama
çok fark­lı ne­den­ler­le öy­le­si­ne sı­kı bir şe­kil­de bağ­la­nır­lar ki ha­ya­ta ve dün­ya­ya hay­ret o, ikisini birden asla seçemez.”
et­me duy­gu­la­rı­nı bas­tı­rır­lar. Fel­se­fe­ci­ler gi­bi ço­cuk­lar için de dün­ya ve onun üze­rin­ demekteydi.
de olup bi­ten her şey ye­ni­dir; bu yüz­den her şey, on­la­rın me­rak ve şaş­kın­lı­ğı­na ko­nu
olur. Oy­sa ye­tiş­kin­le­rin pek ço­ğu dün­ya­yı ola­ğan bir şey ola­rak gö­rür. On­lar, şa­şır­
tı­cı gö­rü­nüm­ler ser­gi­le­yen ha­ya­tı ol­du­ğu gi­bi be­nim­ser­ler; ka­la­ba­lı­ğın bir par­ça­sı
ha­li­ne ge­lip alış­kan­lı­ğın et­ki­siy­le her­ke­sin ya­şa­dı­ğı gi­bi ve sor­gu­la­ma­dan ya­şar­lar.
Ger­çek­ten de ço­ğu­muz öm­rü­mü­zün bir nok­
ta­sın­da, fel­se­fi so­ru­la­rı unu­tu­ruz. Bu­nun önem­ Resim 1.1
li ne­den­le­rin­den bir di­ğe­ri de şüp­he et­mek­ten Platon ile öğrencisi Aristotales
vaz­geç­me­miz, dog­ma­tik ya­nıt­lar­la ye­tin­me­miz­
dir. Şüp­he, su­nu­lan açık­la­may­la ye­tin­me­me, var
olan şey­le­rin ol­duk­la­rın­dan baş­ka tür­lü ola­bi­le­
cek­le­ri­ni dü­şün­me eği­li­mi ola­rak or­ta­ya çı­kar.
O, me­rak ve hay­ret duy­gu­su­nun ta­mam­la­yı­cı­sı
olan önem­li bir fak­tör­dür. Şüp­he, fel­se­fi sor­gu­
la­ma­yı ha­re­ke­te ge­çi­ren en te­mel güç ya da et­
ken­ler­den bi­ri­dir. Şüp­he eden in­san, ger­çek­li­ğin
gö­rün­dü­ğü gi­bi ol­ma­ya­bi­le­ce­ği­ni, gö­rü­nü­şün
ge­ri­sin­de fark­lı ne­den­ler ola­bi­le­ce­ği­ni dü­şü­nen
ve do­la­yı­sıy­la al­gı­sal gö­rü­nüş­le­rin öte­si­ne ge­çe­
bi­len in­san­dır. Bu­nun­la bir­lik­te şüp­he ede­rek ve
sor­gu­la­ya­rak ya­şa­mak her za­man ve her­kes için
ko­lay ol­maz. Bu yüz­den in­san­la­rın bü­yük bir
ço­ğun­lu­ğu ken­di­le­ri­ne açık iki al­ter­na­tif­ten bi­
ri ola­rak şüp­he ye­ri­ne ra­hat bir ya­şa­mı se­çer­ler.
Şüp­he­nin ve sor­gu­la­ma­nın ris­kin­den, za­man za­
man kay­gı­ya yol aça­bi­len ya­pı­sın­dan ka­çan in­
san­lar, ço­ğu za­man alış­kan­lık­la­ra bel bağ­lar­lar.
Alış­kan­lık­la­rı­nın et­ki­siy­le dav­ra­nan ya da şüp­he
et­me­den ya­şa­yan­lar, ço­ğu za­man bi­rey­sel­lik­le­
ri­ni ve­ya bi­rey­sel kim­lik­le­ri­ni unu­ta­rak ko­lek­tif
kim­lik­le­ri­ne bağ­la­nır­lar; her­ke­sin yap­tı­ğı gi­bi
ya­pa­rak, ya­şa­dı­ğı gi­bi ya­şa­ya­rak, dog­ma­tik ka­
lıp­la­rın cen­de­re­si­ne sı­kış­mış bir bi­çim­de sı­ra­dan bir ha­yat sür­dü­rür­ler.
6 Felsefe

Bu du­ru­mu en iyi an­la­tan fi­lo­zof­lar­dan bi­ri meş­hur “Ma­ğa­ra Ben­zet­me­si”yle


an­tik Yu­nan fi­lo­zo­fu Pla­ton’dur. Pla­ton, bu ben­zet­me­sin­de biz­den bir ye­r al­tı ma­
ğa­ra­sın­da ya­şa­yan bir­ta­kım in­san­lar dü­şün­me­mi­zi is­ter. Bu in­san­lar, dı­şa­rı­dan
en kü­çük bir ışı­ğın gir­me­di­ği bü­yük ye­r al­tı ma­ğa­ra­sı­nın en di­bin­de el­le­rin­den,
ayak­la­rın­dan ve bo­yun­la­rın­dan zin­ci­re vu­rul­muş ola­rak otur­mak­ta­dır­lar. Bu yüz­
den yal­nız­ca ön­le­rin­de­ki du­va­rı gö­re­bi­lir­ler. On­la­rın ar­ka­la­rı­na uzun ve bü­yük
bir per­de çe­kil­miş­tir. Per­de­nin ge­ri­sin­de ise bir­bir­le­riy­le ko­nu­şa­rak ko­şuş­tu­rup
du­ran in­san­lar bu­lun­mak­ta­dır. Bu ko­şuş­tu­ran in­san­la­rın ar­ka­la­rın­da bü­yük bir
ateş bu­lun­du­ğu için on­la­rın göl­ge­le­ri du­va­ra vur­mak­ta­dır. Zin­ci­re vu­rul­muş in­
san­lar, per­de­den du­va­ra vu­ran göl­ge­le­ri ger­çek sa­nır­lar; as­lın­da ar­ka­dan ge­len
in­san ses­le­ri­nin du­var­da­ki göl­ge­ler­den gel­di­ği­ni dü­şü­nür­ler. On­lar bü­tün ha­yat­
la­rı bo­yun­ca gö­rüp dur­duk­la­rı bu göl­ge­le­rin ger­çek ol­ma­ya­bi­le­ce­ğin­den en kü­çük
bir şüp­he duy­maz­lar. Pla­ton bu nok­ta­da bir tek­lif­te bu­lu­nup, biz­den bu kez “bu
mah­kûm­lar­dan bi­ri­nin pran­ga­la­rın­dan kur­ta­rı­la­rak, yü­zü­nün ge­ri­ye, ışık kay­na­
ğı­na çev­ril­me­si­nin sağ­lan­dı­ğı­nı” dü­şün­me­mi­zi is­ter. Es­ki mah­kûm bu ye­ni du­ru­
ma, muh­te­mel­dir ki uyum sağ­la­ma­ya­cak­tır; onun göz­le­ri ka­ma­şa­cak, hat­ta bel­ki
de kör ola­bi­le­cek­tir. Pla­ton’un yo­ru­mu­na gö­re in­sa­nın alış­kan­lık­la­rı­nı terk et­me­si
çok zor ol­du­ğu için, o es­ki ye­ri­ne, zin­cir­le­ri­ne dön­mek is­te­ye­cek­tir.
Fel­se­fe­nin do­ğu­şun­da, me­rak ve şüp­he­nin önem­li bir rol oy­na­dı­ğı­nı di­le ge­ti­
ren an­tik Yu­nan dü­şün­ce­si fel­se­fe­yi Grek­çe phi­lo­sop­hi­a söz­cü­ğüy­le kar­şı­la­mış­tır.
Ger­çek­ten de phi­lo­sop­hi­a söz­cü­ğü, sev­mek an­la­mı­na ge­len “phi­le­o” fii­liy­le bil­ge­
lik an­la­mı­na “sop­hi­a” söz­cük­le­rin­den tü­re­til­miş olup bil­ge­lik sev­gi­si ve­ya hik­met
ara­yı­şı an­la­mı­nı ta­şır. Bil­ge­lik, ke­sin­lik­le çok faz­la şey bil­me, çe­şit­li kay­nak­lar­dan
an­sik­lo­pe­dik bil­gi­ler ve­ya göz­lem yo­luy­la çok sa­yı­da de­ne­yim bi­rik­tir­me an­la­mı­
na gel­mez. Bil­ge­lik, bel­li bir zi­hin­sel ol­gun­lu­ğa sa­hip ol­ma, sor­gu­la­yı­cı bir tu­tum­la
sa­hip olu­nan bil­gi­le­ri an­lam­lı ve il­ke­li bir ha­yat doğ­rul­tu­sun­da sağ­lık­lı kul­lan­ma,
ha­ya­tı iyi oku­yup doğ­ru ve an­lam­lı bir şe­kil­de yo­rum­la­ma an­la­mı­na ge­lir. Bu­na
gö­re bil­ge­lik sa­de­ce bir ya­şa­ma sa­na­tı, uy­gun ya da doğ­ru ey­lem­de bu­lun­mak, aşı­
rı­lık­tan ya da öl­çü­süz­lük­ten sa­kın­mak, fe­la­ket­le­ri me­ta­net­le kar­şı­la­mak­tan iba­ret
olan bir ah­lak kav­ra­yı­şı ya da mo­ral du­ruş de­ğil­dir. O, ay­nı za­man­da ve çok da­ha
önem­li­si, bel­li bir en­te­lek­tü­el tu­tum, olup bi­ten­le­rin ne­den­le­ri­ne da­ir sağ­lam bir
kav­ra­yış, var­lı­ğın ya­pı­sı­na ve ha­ya­tın an­la­mı­na da­ir de­rin­lik­li bir viz­yon, ey­lem­
le­rin il­ke­le­ri ve ni­hai amaç­lar­la il­gi­li ku­şa­tı­cı bir dü­şü­nüm an­la­mı­na ge­lir. Söz
ko­nu­su bil­ge­li­ği, an­tik Yu­nan’da ola­bi­le­cek en iyi şe­kil­de açık­la­yan­lar­dan bi­ri de
Sokrates’in dostlarından biri Pla­ton’dur. Ni­te­kim o, ho­ca­sı Sok­ra­tes’in ha­ya­tı­nı ve idam ce­za­sıy­la yar­gı­lan­mak
Delphoi tapınağındaki kâhine üze­re ve­ril­di­ği mah­ke­me­de yap­tı­ğı sa­vun­ma­yı an­lat­tı­ğı ese­ri Sok­ra­tes’in Sa­vun­
“insanların en bilgesinin kim
olduğunu” sormuş. Kâhin ma­sı’nda, bil­ge­li­ğe sa­hip olan ve­ya onu ara­yan ki­şi­ye fi­lo­zof der­ken söz ko­nu­su
duraksamadan “Sokrates” bil­ge­li­ği eleş­ti­rel tar­tış­ma ya da sor­gu­la­ma­dan ge­çe­bi­len, sor­gu­la­yı­cı bir sı­na­ma­yı
yanıtını vermiş. Oysa Sokrates, ba­şa­rıy­la aşa­bi­len bir bil­ge­lik ola­rak ifa­de eder. Fel­se­fe­ye öz­gü bu bil­ge­li­ğin di­ğer
“Bildiğim tek bir şey var, o
da hiçbir şey bilmediğim”
bil­gi ve­ya bil­ge­lik tür­le­rin­den ta­ma­men fark­lı ol­du­ğu­nu sa­vu­nan Pla­ton’a gö­re, ne
diyen biridir. Mesaj Sokrates’e dev­let ada­mı ne za­na­at­kâr ne de ozan, fii­len ic­ra et­mek­te ol­du­ğu işi ne­den yap­
ulaşınca filozof ondaki hikmeti mak­ta ol­du­ğu­nu, ha­ya­tı­nın ni­hai ama­cı­nı açık­la­ya­bi­le­cek du­rum­da­dır. Zi­ra fark­lı
ortaya çıkarmak amacıyla mes­lek­ten olan bu in­san­lar amaç­la­rın bil­gi­sin­den yok­sun ol­ma­ya ek ola­rak ya­pıp
insanları sorgulamaya
başlamış. Sonuçta kâhinin et­me­le­ri için te­mel il­ke ve fi­kir­ler­den olu­şan açık ve sor­gu­la­na­bi­lir bir sis­tem oluş­
söylediğinin doğru olduğunu tur­muş de­ğil­dir­ler. Pla­ton’un söz ko­nu­su fel­se­fe te­lak­ki­si­nin ba­kış açı­sın­dan, bir
anlamış. Çünkü görmüş ki kim­se­nin za­man za­man bil­ge­ce ve­ya âdil ya da gü­zel bir şey yap­mış ol­ma­sı, onun
insanlar hayatın anlamıyla ger­çek bil­ge­li­ğe sa­hip ol­du­ğu an­la­mı­na gel­mez. Her yö­nü ve bü­tün da­ya­nak­la­rıy­la
ilgili sağlam bir kavrayıştan
yoksun oldukları gibi, bu te­mel­len­di­ril­miş bir ha­ya­ta eri­şe­bil­me­si için, onun ey­lem­le­ri­nin, ya­pıp et­me­le­ri­
durumun farkında bile nin ve bir bü­tün ola­rak da ha­ya­tı­nın he­sa­bı­nı, her tür eleş­ti­rel sı­na­ma ve­ya sor­gu­
değillermiş. la­ma­dan ba­şa­rıy­la ge­çe­cek şe­kil­de ve­re­bil­me­si ge­re­kir.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 7

Pla­ton’un çiz­di­ği fi­lo­zof res­mi ve ifa­de et­ti­ği bil­ge­lik an­la­yı­şı, an­tik Yu­nan’da
Pytha­go­ras­çı­lar ta­ra­fın­dan mi­lat­tan ön­ce al­tın­cı yüz­yıl­dan iti­ba­ren ge­liş­ti­ri­len
fel­se­fe­ci im­ge­siy­le ta­ma­men uyum­lu­dur. Söz ko­nu­su fel­se­fe­ci im­ge­si, Olim­pi­yat
Oyun­la­rı’nda bi­ri şan şe­ref için koş­ma­ya ge­len at­le­tin, di­ğe­ri oyun­lar ve­si­le­siy­le
bir şey­ler sa­ta­rak pa­ra ka­zan­ma­ya ça­lı­şan sa­tı­cı ya da tüc­ca­rın ve so­nun­cu­su da
bü­tün bu cur­cu­na için­de, in­san­la­rın ne yap­ma­ya ça­lış­tık­la­rı­nı, han­gi mo­tif­ler­le
ey­le­dik­le­ri­ni an­la­ma­ya ça­lı­şan fi­lo­zo­fun du­ru­şu ve­ya ha­ya­tı ol­mak üze­re, üç fark­lı
ha­yat tar­zı bu­lun­du­ğu­nu di­le ge­ti­ren “üç ha­yat öğ­re­ti­si”nden çı­kan fi­lo­zof res­mi­
dir. Bu me­ta­for­da, sa­tı­cı ya da tüc­car­lar, mad­de­ye bel­li bir düş­kün­lük gös­te­ren,
yal­nız­ca pa­ray­la mut­lu olu­na­bi­le­ce­ği­ni dü­şü­nen in­san ti­pi­ni ifa­de eder. At­let ise
ego­su güç­lü, şan ve şe­ref pe­şin­de ko­şan, her da­im ken­di­ni ka­nıt­la­ma mü­ca­de­le­
si ve­ren in­sa­nı gös­te­rir. Oy­sa fel­se­fe­ci, olup bi­ten­le­ri an­la­ma­ya ça­lı­şan, in­san­la­rı
peş­le­rin­den koş­tu­ran şey ya da güç­le­rin ger­çek de­ğe­ri­ni kav­ra­ma ça­ba­sı için­de
olan, kı­sa­ca­sı sa­de­ce in­san­la­rı de­ğil, bir bü­tün ola­rak ha­ya­tı an­la­ma­ya ça­lı­şan in­
sa­nı ifa­de eder.

FEL­SE­FE VE Dİ­ĞER Dİ­SİP­LİN­LER


Fel­se­fe dün­ya­yı, ha­ya­tı ve top­lu­mu sa­de­ce an­la­ma­ya ça­lış­maz, fa­kat bir yan­dan da
bü­tün bun­la­rı an­lam­lı kıl­ma­ya ve açık­la­ma­ya ça­lı­şır. Ni­te­kim fel­se­fe­nin, yi­ne Pla­ton
ta­ra­fın­dan ge­liş­ti­ri­len ve baş­ka pek çok fi­lo­zof­ta da­ha kar­şı­laş­tı­ğı­mız bir ta­nı­mı da,
onun ve­ya fel­se­fey­le meş­gul olan fi­lo­zo­fun al­gı­sal gö­rü­nüş­le­rin öte­si­ne yük­se­le­rek
ger­çek­li­ğe eri­şe­bil­di­ği­ni, gün­de­lik dün­ya­nın sü­rek­li bir de­ği­şim için­de­ki ge­lip ge­çi­ci
şey­le­rin­den fark­lı ola­rak ka­lı­cı ger­çek­li­ğe nü­fuz ede­bil­di­ği­ni di­le ge­ti­rir. Fel­se­fe­nin
mev­cut gö­rüş­le­ri, sor­gu­lan­ma­dan doğ­ru ka­bul edil­miş fi­kir­le­ri, bi­lim­le­rin ön ka­ Platon, varlığı görünüşler ve
bul­le­ri­ni sor­gu­la­yıp eleş­ti­ri süz­ge­cin­den ge­çi­re­bil­me­si­ni sağ­la­yan şey, onun iş­te bu İdealar dünyası olarak ikiye
ayırmış, nihai gerçekliğin İdea
yö­nü­dür. Fel­se­fe, ka­lı­cı ve­ya ni­hai ger­çek­li­ğe nü­fuz ede­bil­di­ği, ger­çek­ten var ola­nın cinsinden varlıklar olduğunu
ne ol­du­ğu­nu gös­te­re­bil­di­ği için­dir ki ön ka­bul­le­re, sor­gu­lan­ma­mış ka­na­at­le­re, kıs­mi söylemişti. O, felsefenin
gö­rüş­le­re ih­ti­yaç duy­maz. Fel­se­fe, Pla­ton’un gö­zün­de ke­sin bil­gi­yi müm­kün kı­lan İdealara erişebildiğini
düşündüğü için, felsefeyi
ye­gâ­ne nes­ne­ler ola­rak İde­a­la­rı, ya­ni eze­li-ebe­di ve de­ğiş­mez var­lık­la­rı ko­nu al­dı­ğı bütün disiplinlerin kraliçesi
için­dir ki fi­lo­zof do­ğal­lık­la çok özel tür­den bir bil­ge­li­ği, ya­ni ger­çek­li­ğin ha­ki­ki do­ yapmıştı.
ğa­sıy­la il­gi­li ke­sin­li­ği ara­yan kim­se ola­rak or­ta­ya çı­kar.
Al­gı­sal gö­rü­nüş­le­rin öte­si­ne ge­çe­rek ka­lı­cı ger­çek­li­ğe eriş­mek, ger­çek­li­ğin do­ğa­
sı­nı kav­ra­mak ise el­bet­te var olan­la­ra iliş­kin ola­rak bir açık­la­ma ge­ti­re­bil­mek, tek
tek her şe­yin ne için ol­du­ğu­nu bil­mek, ya­ni amaç­la­rın bil­gi­si­ne sa­hip ol­mak an­la­
mı­na ge­lir. Bu açı­dan ba­kıl­dı­ğın­da, söz ge­li­mi be­şe­ri ger­çek­li­ğe nü­fu­z et­mek ve­ya
in­sa­nın ger­çek do­ğa­sı­nı kav­ra­mak, in­sa­nı in­san ya­pan şe­yin ne ol­du­ğu­nu, onun
han­gi idea­le yö­nel­miş bu­lun­du­ğu­nu ve­ya da­ha doğ­ru­su yö­nel­me­si ge­rek­ti­ği­ni bil­
mek de­mek­tir. Bu du­ru­mu bi­ze Phai­don ad­lı di­ya­lo­gun­da, bu kez ha­pis­ha­ne­de­ki
Sok­ra­tes’i an­la­tan Pla­ton açık­lar. Sok­ra­tes, fel­se­fi sor­gu­la­ma­la­rın­dan ra­hat­sız ol­
duk­la­rı için ken­di­si­ni bir şe­kil­de sus­tur­mak is­te­yen kim­se ya da çev­re­le­rin as­lın­da
önem­li öl­çü­de te­mel­siz suç­la­ma­la­rıy­la mah­ke­me­ye ve­ril­miş­tir. O, sa­vun­ma­sıy­la
ken­di­si­nin bir fi­lo­zof ola­rak ila­hi bir mis­yon­la, top­lu­mu ve yurt­taş­la­rı­nı de­ğer ver­
me­me­le­ri ge­re­ken şey­le­re de­ğer ver­dik­le­ri, de­ğer ve­ril­me­si ge­re­ken şey­le­re de de­
ğer ver­me­dik­le­ri için eleş­ti­ren bir at si­ne­ği ol­ma mis­yo­nuy­la yük­len­miş ol­du­ğu­nu
di­le ge­ti­rir. Ken­di­si­ne ve­ril­me­si muh­te­mel idam ce­za­sın­dan kur­tul­ma­sı faz­la­sıy­la
müm­kün iken ha­ya­tı­nı bir bü­tün ola­rak tek­zip et­me­mek adı­na ölüm ce­za­sı­nı bir
an­lam­da ka­bul et­mek zo­run­da ka­lır. Ha­pis­ha­ne­de ce­za­sı­nın in­faz edil­me­si­ni bek­
ler­ken ken­di­si­ni ka­çır­mak is­te­yen dost­la­rı­nın tek­li­fi­ni, Yu­nan ya­sa­la­rıy­la yap­tı­ğı
an­laş­ma­ya ve yurt­taş­lık yü­küm­lü­lük­le­ri­ne sa­dık kal­mak adı­na red­de­der. Pla­ton
8 Felsefe

iş­te bu nok­ta­da ken­di­sin­den ön­ce­ki do­ğa fi­lo­zof­la­rı­nın, be­şe­ri ger­çek­li­ğe ve in­sa­


nın amaç­la­rı­na iliş­kin bil­gi­den bi­ha­ber ol­ma­la­rı ne­de­niy­le, ger­çek bir bil­ge­lik­ten
yok­sun kal­dık­la­rı­nı ima eder. On­lar Sok­ra­tes’in ha­pis­ten ne­den do­la­yı kaç­ma­dı­ğı­
nı açık­la­ya­maz­lar; bu fi­lo­zof­la­rın bil­dik­le­ri ye­gâ­ne açık­la­ma tü­rü mad­di açık­la­ma
olup on­lar Sok­ra­tes’in ha­pis­ha­ne­de ol­ma­sı­nı fi­lo­zo­fun ke­mik­le­ri­nin ve kas­la­rı­
nın ha­re­ke­tiy­le açık­lar­lar. Oy­sa Sok­ra­tes’in ey­le­mi­ni an­la­mak için, bu fi­lo­zof­la­rın
onun vü­cut ya­pı­sı­nı de­ğil de, ide­al­le­ri­ni ve­ya amaç­la­rı­nı he­sa­ba kat­ma­la­rı ge­re­kir.
Bu ör­nek­ten ha­re­ket edil­di­ğin­de, fel­se­fe­nin, sa­de­ce ne­yin ger­çek ol­du­ğu­nu de­ğil
fa­kat bir yan­dan da han­gi açık­la­ma­nın te­me­le alı­na­ca­ğı­nı, dün­ya­nın esas iti­ba­rıy­
la han­gi yön­le­ri­nin ger­çek ve ka­lı­cı ol­du­ğu­nu kav­ra­ma­ya yö­nel­di­ği söy­le­ne­bi­lir.
Fel­se­fe, an­lam­lı kıl­ma­ya ve açık­la­ma­ya yö­ne­lik bu yö­nü­nü, el­bet­te in­sa­nın
var­lık ya­pı­sı ve an­tro­po­lo­jik özel­lik­le­riy­le açık­lar. Bu­na gö­re in­sa­nı di­ğer can­lı
tür­le­rin­den ve­ya hay­van­dan ayı­ran önem­li bir özel­lik, onun sa­de­ce ha­yat­ta kal­
ma­ya ça­lı­şan ve tü­rü­nü de­vam et­ti­ren salt bir do­ğal var­lık ol­ma­yıp için­de ya­şa­dı­ğı
dün­ya­yı ve­ya çev­re­si­ni an­lam­lı kıl­ma­ya ve açık­la­ma­ya kal­kış­ma­sı­dır. Söz ge­li­mi
hay­van bir di­ğe­ri­ne sa­de­ce do­ğal ya­pı­sı­nın ve ih­ti­ya­cı­nın do­ğal bir so­nu­cu ola­rak
yö­ne­lip onu ken­di­siy­le çift­leş­me­ye zor­lar. Oy­sa in­san kar­şı cin­se olan bu yö­ne­li­
mi­ni, do­ğal bir bo­yut­tan çı­kar­ta­rak ma­ne­vi bir bo­yu­ta ta­şı­mak­la, onu sev­giy­le be­
ze­mek­le kal­maz, bü­tü­nüy­le an­lam­lı ha­le ge­ti­rir. Yi­ne bir kö­pek ya da at ken­di­si­ne
su­nu­lan­la­rı ve­ya çev­re­sin­de bul­duk­la­rı­nı do­ğal bir bi­çim­de tü­ke­te­rek bes­len­me
iş­le­vi­ni ye­ri­ne ge­ti­rip ya­şa­mı­nı sür­dü­rür. Bu­nu el­bet­te, in­san da ya­par. Ama in­san
bu­nu yap­mak­la ye­tin­me­yip bes­len­me ve sin­di­rim fonk­si­yon­la­rı­nın can­lı­lar­da na­
sıl ger­çek­leş­ti­ği­ni sor­gu­lar, söz ko­nu­su fonk­si­yon­la­ra iliş­kin ola­rak an­lam­lı açık­
la­ma­lar ge­liş­ti­rir. Hay­van­lar da hiç kuş yok ki ya­kın­la­rın­da­ki ve­ya çev­re­le­rin­de­ki
di­ğer can­lı­la­rın ölü­mü­ne ta­nık olur­lar fa­kat on­lar bu­na hiç­bir şe­kil­de an­lam ve­
re­mez­ler. Oy­sa in­san, ölü­me ta­nık­lık et­mek­le kal­maz, son­lu ve sı­nır­lı var­lı­ğı­nın
bi­lin­ci­ne va­ran ye­gâ­ne var­lık ola­rak ken­di­si­ne kay­gı ve­ren bu du­ru­mu zih­nin­de
ta­sar­la­yıp ölü­mün an­la­mı­nı sor­gu­lar. Hat­ta sa­de­ce ölü­me de­ğil fa­kat ölüm ol­gu­su
üze­rin­den, ha­ya­tı­na da bir an­lam yük­le­me du­ru­mu­na ge­lir.
Bu­na gö­re in­san kar­şı­laş­tı­ğı ti­kel ol­gu­la­rı an­lam­lı kı­lan, on­la­ra bir açık­la­ma ge­
ti­re­bi­len bir var­lık­tır. O, bu­nu ço­ğu za­man tek tek ol­gu­la­rın ge­ri­sin­de­ki tü­mel­le­re,
al­gı­sal gö­rü­nüş­le­rin öte­sin­de­ki ger­çek­li­ğe nü­fuz et­mek su­re­tiy­le ya­par. İn­sa­nın
bu­nu ya­pa­bil­me­si­ni, sa­de­ce ken­di­si­ne öz­gü olan bu ba­şa­rı­yı ha­ya­ta ge­çi­re­bil­me­si­
ni müm­kün kı­lan şey ise hiç kuş­ku yok ki onun hay­van gi­bi, salt mad­di bir var­lık
ya­pı­sıy­la sı­nır­lan­ma­yıp ay­nı za­man­da ma­ne­vi bir var­lık ol­ma­sı ol­gu­su­dur. İn­sa­nın
söz ko­nu­su ruh­sal bo­yu­tu, hiç kuş­ku yok ki fark­lı şe­kil­ler­de te­za­hür eder. O, bu
ruh­sal bo­yu­tu sa­ye­sin­de ak­lıy­la ol­du­ğu ka­dar duy­gu­la­rı, im­ge­le­miy­le de ken­di­si­ni
ger­çek­leş­ti­rir. Bu du­rum, hiç kuş­ku yok ki onun var­lı­ğa tek ve mo­no­li­tik bir bi­
çim­de de­ğil de, fark­lı şe­kil­ler­de an­lam yük­le­ye­bil­me­si­ni, dün­ya­yı fark­lı pers­pek­tif­
ler­den açık­la­ya­bil­me­si­ni müm­kün kı­lar. Baş­ka bir de­yiş­le, dün­ya­nın açık­lan­ma­sı
ve an­lam­lı kı­lın­ma­sı, in­sa­nın çok bo­yut­lu ya­pı­sı ve­ya fark­lı kat­man­la­ra ay­rıl­mış
ma­ne­vi ger­çek­li­ği sa­ye­sin­de, dört ek­sen üze­rin­den ger­çek­le­şir: Bi­lim, din, sa­nat
ve fel­se­fe. Bir­bir­le­rin­den önem­li fark­lı­lık­lar gös­te­ren, hat­ta ta­rih­sel sü­reç için­de en
azın­dan ba­zı­la­rı­nın bir­bir­le­riy­le ça­tış­tı­ğı ile­ri sü­rül­müş olan bu dört di­sip­li­nin tek
bir or­tak nok­ta­sı var­dır. Bu or­tak nok­ta da on­la­rın var­lı­ğı ya da dün­ya­yı an­lam­lı kıl­
ma­ya kal­kış­ma­la­rın­dan ve bu­nu al­gı­sal gö­rü­nüş­le­rin öte­si­ne ge­çe­rek yap­ma­la­rın­dan
mey­da­na ge­lir. Söz ge­li­mi bi­lim adam­la­rı, in­san ta­ra­fın­dan al­gı­la­nan dün­ya­da olup
bi­ten­le­ri bir­ta­kım ya­sa­lar üze­rin­den açık­la­yıp an­la­mak ama­cıy­la gen, elek­tron ve
1. Ünite - Felsefe Nedir? 9

mo­le­kül ben­ze­ri teo­rik nes­ne­le­re ve ak­si­yo­ma­tik ya­pı­la­ra baş­vu­rur. Dün­ya­yı söz İnsan, bir akıl varlığı olması
ko­nu­su nes­ne ve ya­pı­lar üze­rin­den açık­la­yıp sa­de­ce akıl yo­luy­la keş­fe­di­le­bi­lir olan dolayısıyla, dünyayı ve
dünyada olup bitenleri
bir­ta­kım ya­sa­lar yo­luy­la an­lam­lı ha­le ge­ti­rir. Din de, bi­lim gi­bi dün­ya­nın kao­ anlayıp açıklamaya yönelir.
tik ol­ma­yıp bir dü­zen ser­gi­le­di­ği­ni ka­bul eder. Fa­kat bi­li­min söz ko­nu­su dü­ze­ni Söz konusu anlama ve
do­ğa­ya iç­kin ne­den­sel ya­sa­lar üze­rin­den açık­la­dı­ğı yer­de, din onu do­ğal dü­ze­ne açıklama faaliyeti, onun tekil
olguları ve görünüşleri aşarak
aş­kın bir var­lı­ğın amaç­lı ve ya­ra­tı­cı ey­le­mi yo­luy­la an­lam­lan­dı­rır. Di­nin dün­ya­yı bütüne ve nihai gerçekliğe
Tan­rı’nın ya­ra­tı­cı ey­le­miy­le an­lam­lı kı­lar­ken sa­na­tın söz ko­nu­su an­lam­lan­dır­ma ulaşabilmesiyle mümkün
et­kin­li­ği­ni sa­nat­çı­nın ya­ra­tı­cı­lı­ğı­na bağ­la­dı­ğı söy­le­ne­bi­lir. Bu­na gö­re, sa­nat­çı duy­ olur. O, bu çabasını bilim,
felsefe, sanat ve din üzerinden
gu­la­rı­nı ve sı­nır­sız ifa­de gü­cü­nü kul­la­na­rak mad­di dün­ya­ya onun ken­di­sin­de bu­ gerçekleştirir.
lun­ma­yan bir an­lam ka­tar. Bu du­rum el­bet­te fel­se­fe için de ge­çer­li­dir. Fel­se­fe de
dün­ya­yı, gö­rü­nüş­le­rin ge­ri­sin­de­ki ger­çek­li­ğe ulaş­ma­nın ken­di­si­ne ver­di­ği tem­sil
ve açık­la­ma im­kân­la­rı­nı kul­la­na­rak an­lam­lı ha­le ge­ti­rir.
Söz ko­nu­su or­tak­lık bir ta­ra­fa bı­ra­kı­la­cak olur­sa bi­lim, sa­nat, fel­se­fe ve di­nin
an­la­ma ve an­lam­lan­dır­ma bi­çim­le­rin­de önem­li fark­lı­lık­lar ol­du­ğu söy­le­ne­bi­lir.
Bun­lar­dan bi­lim ile fel­se­fe bü­tü­nüy­le ras­yo­nel bir te­mel üze­rin­de yük­se­lir­ken din
ile sa­nat güç­le­rini ve te­mel­le­ri­ni ak­li bir kay­nak­tan al­maz. Kay­na­ğı ras­yo­nel de­ğil
de ila­hi olan din­de, insan, var­lı­ğın Tan­rı’nın ya­ra­tı­cı ey­le­mi yo­luy­la an­lam­lan­dı­
rıl­ma­sı­nı ifa­de eden di­nî ha­ki­kat­le­ri ila­hi me­saj yo­luy­la öğ­re­nir. Baş­ka bir de­yiş­le
di­nin ba­kış açı­sın­dan, in­san, bir­ta­kım di­nî ve ah­la­ki doğ­ru­la­rı, ken­di ba­şı­na bu­
la­maz. Bu yüz­den, din­de te­mel ta­vır, mut­lak tes­li­mi­yet­tir; din­dar ki­şi, Tan­rı’nın
ar­zu­su önün­de, al­çak­gö­nül­lü­lük­le bo­yun eğen ki­şi­dir. Bun­dan do­la­yı­dır ki di­nî
ha­ki­kat­ler sor­gu­la­na­maz, tar­tı­şı­la­maz. Ay­nı du­rum önem­li öl­çü­de sa­nat için de
ge­çer­li­dir. Dün­ya­ya an­la­mı, sa­nat­çı­nın bi­raz da Tan­rı’nın ya­ra­tı­cı­lı­ğı­nı çağ­rış­tı­
ran ya­ra­tı­cı ey­le­mi ve ifa­de gü­cü yo­luy­la so­kan sa­nat da akıl­dan zi­ya­de, ya­ra­tı­cı
sez­gi­ye, ha­yal gü­cü­ne da­ya­nır. Bu, sa­de­ce sa­nat­çı için de­ğil, fa­kat sa­nat ese­ri­nin
alım­la­yı­cı­sı için de böy­le­dir. Sa­na­tın alım­la­yı­cı­sı da bir tab­lo­ya ba­kar­ken, bir şi­ir
okur­ken, sez­gi­si­ne ve duy­gu­la­rı­na da­ya­nır. Da­ha­sı sa­natta dün­ya­ya ka­tı­lan an­la­
mın en önem­li bi­le­şe­ni­ni mey­da­na ge­ti­ren gü­zel­lik, en azın­dan mo­dern es­te­ti­ğin
azım­san­ma­ya­cak bir bö­lü­mü için öz­nel ve gö­re­li bir de­ğer ol­du­ğu için, sa­nat ala­
nın­da da ras­yo­nel tar­tış­ma ve sor­gu­la­ma­ya pek yer yok­tur.
De­mek ki bi­lim ile fel­se­fe, din ve sa­nat­tan ras­yo­nel bir te­me­le da­yan­ma, an­
lam­lı kıl­ma ve açık­la­ma fa­ali­ye­ti­ne ak­lı kat­ma nok­ta­sın­da fark­lı­lık gös­te­rir. Bu­nu
en iyi bir bi­çim­de Yu­nan’da mi­lat­tan ön­ce al­tın­cı yüz­yıl­da ger­çek­le­şen mi­to­lo­ji­den
fel­se­fe­ye ve do­la­yı­sıy­la mut­hos­tan lo­go­sa ge­çiş ol­gu­sun­da gö­re­bi­li­riz. Mut­hos ef­ Felsefenin Yunan’da,
sa­ne an­la­mı­na gel­mek­te olup mi­to­lo­ji­de or­ta­ya ko­nan açık­la­ma­nın, dün­ya­da olup muthosun yerini logosun
almasıyla başladığı kabul
bi­ten­le­ri Oly­mpos da­ğın­da otu­ran ve pek çok özel­lik­le­riy­le in­sa­na ben­ze­yen tan­ edilir. Çünkü muthosta, tekil
rı­la­rın ma­ri­fet ve ey­lem­le­riy­le izah eden bir açık­la­ma ol­du­ğu söy­le­ne­bi­lir. Lo­gos olayların doğaüstü nedenlerle
ise sos­yo­lo­ji, psi­ko­lo­ji, bi­yo­lo­ji, je­olo­ji ben­ze­ri bi­lim­sel di­sip­lin­le­rin ad­la­rın­dan da açıklanması söz konusu olup,
bu açıklama sorgusuz sualsiz
an­la­şı­la­ca­ğı üze­re, baş­ka­ca şey­ler ya­nın­da, “bi­lim”, “akıl” ve “ras­yo­nel açık­la­ma” kabul edilir. Oysa bilim ve
an­la­mı­na ge­lir ve bi­lim ada­mıy­la fel­se­fe­ci­ye öz­gü an­la­ma ve açık­la­ma­nın te­mel felsefede tikel olayların
özel­li­ği­ni göz­ler önü­ne se­rer. Ger­çek­ten de bi­lim ile fel­se­fe ara­sın­da bir ay­rı­mın gerisine geçilerek, doğal
ol­ma­dı­ğı bir çağ­da ya­şa­yan Tha­les, Ba­tı­lı an­lam­da ilk fi­lo­zof ve bi­lim ada­mı ola­rak olaylar sorgulanarak akıl
yoluyla açıklanır.
ka­bul edi­lir. Fel­se­fi gö­rüş­le­ri ya­nın­da as­tro­no­mi ve ma­te­ma­ti­ğe da­ir ça­lış­ma­la­rıy­
la da ta­nı­dı­ğı­mız Tha­les’in ilk bi­lim ada­mı-fi­lo­zof ka­bul edil­me­si­nin en önem­li
ne­de­ni, onun “do­ğal olay­la­rın, do­ğa­üs­tü güç ve ne­den­ler yo­luy­la de­ğil de do­ğal
ne­den­le­riy­le açık­lan­ma­sı ge­rek­ti­ği” ka­bu­lü­dür. Bu­na gö­re, do­ğa­da­ki olay­la­rı tan­
rı­la­rın hid­de­tiy­le izah et­mek­ten olu­şan açık­la­ma, ef­sa­ne­ye da­ya­lı bir açık­la­ma­dır;
o, bel­li bir ola­ya iliş­kin ge­nel­leş­ti­ri­le­me­yen, hiç­bir şe­kil­de test edi­lip sor­gu­la­na­
10 Felsefe

ma­yan ve sa­de­ce ka­bul edil­me­si is­te­nen bir açık­la­ma­dır. Oy­sa olup bi­ten­le­ri ve­ya
do­ğa­da­ki de­ğiş­me­le­ri, Pytha­go­ras­çı­la­rın ve­ya Em­pe­dok­les’in yap­tı­ğı gi­bi, ni­te­lik­
le­ri ni­ce­li­ğe in­dir­ge­ye­rek ve­ya nes­ne­le­ri mey­da­na ge­ti­ren te­mel öğe­le­rin oran­sal
de­ği­şim­le­ri yo­luy­la açık­la­mak, ta­ma­men do­ğal ne­den­le­re da­ya­nan, bü­tü­nüy­le ak­li
ve test edi­le­bi­lir bir açık­la­ma­dır. Da­ha­sı, ak­la da­ya­lı bir an­lam­lı kıl­ma ça­ba­sın­dan
olu­şan bi­lim ya da fel­se­fe­de su­nu­lan açık­la­ma ge­nel ya da ev­ren­sel bir açık­la­ma
ol­mak du­ru­mun­da­dır.
Yak­la­şık dört yüz­yıl ön­ce­si­ne ka­dar, ak­la da­ya­lı ya­pı­sı do­la­yı­sıy­la fel­se­fe­nin
bir par­ça­sı­nı oluş­tu­ran bi­lim, Ye­ni Çağdan iti­ba­ren fel­se­fe­den kop­muş, baş­ta do­
ğa bi­lim­le­ri ola­cak şe­kil­de bü­tün bi­lim­ler fel­se­fe­den ay­rıl­mış­lar­dır. Bu, el­bet­te,
akıl te­me­li üze­rin­de veya ras­yo­nel bir fa­ali­yet ol­ma nok­ta­sın­da bir­le­şen bi­lim ile
fel­se­fe­nin bir­bi­rin­den en az üç nok­ta­da fark­lı­lık gös­ter­di­ği an­la­mı­na ge­lir. Bu­na
gö­re, bi­lim ve fel­se­fe­den iki­si de var­lı­ğı ko­nu alır. Fa­kat bi­lim­ler, var­lı­ğı bil­me­ye
ve açık­la­ma­ya ça­lı­şır­ken, onu par­ça­lar ve bel­li bir yön­den ele alır­lar. Ör­ne­ğin fi­zik
var­lı­ğı ha­re­ket, bi­yo­lo­ji can­lı­lık açı­sın­dan in­ce­ler. Oy­sa fel­se­fe var­lı­ğı par­ça­la­maz,
onu bir bü­tün ola­rak ele alır ve var­lık ol­mak ba­kı­mın­dan in­ce­ler.
Söz ko­nu­su bü­tün­cü­lü­ğü­ne rağ­men, bi­lim­le­rin he­men ta­ma­men nes­nel norm­
lar­la iş gör­dük­le­ri yer­de, fel­se­fe da­ha zi­ya­de öz­nel bir ça­ba ola­rak or­ta­ya çı­kar. Baş­
ka bir de­yiş­le, hem fel­se­fe ve hem de bi­lim ak­la da­ya­lı di­sip­lin­ler ol­mak­la bir­lik­te,
yön­tem ba­kı­mın­dan fark­lı­lık gös­te­rir­ler. Bi­li­mi, kul­lan­dı­ğı de­ney­sel yön­te­me ve
ma­te­ma­tik­sel açık­la­ma tar­zı­na ek ola­rak, ka­nıt­la­ma ve­ya is­pat ka­rak­te­ri­ze eder.
Ya­ni, do­ğa bi­lim­le­rin­de ki­şi­nin yap­tı­ğı keş­fi, ulaş­tı­ğı so­nu­cu ka­nıt­la­ma­sı ge­re­kir.
For­mel bi­lim­ler­de ise ka­nıt­la­ma­nın ye­ri­ni is­pat alır. Bu yüz­den, bi­li­min ulaş­tı­ğı
so­nuç­lar her­ke­si bağ­la­yan ge­nel ge­çer so­nuç­lar ola­rak or­ta­ya çı­kar. Fel­se­fe­de de
fi­lo­zof akıl yü­rü­tür ve­ya bir­ta­kım ar­gü­man­lar ge­liş­ti­rir. Ama bu akıl yü­rüt­me ve­
ya ar­gü­man­tas­yon, bir ka­nıt­la­ma ya da is­pat­tan zi­ya­de, bir ge­rek­çe­len­dir­me ve­ya
hak­lı­lan­dır­ma iş­le­mi­ne kar­şı­lık ge­lir. Ya­ni, fi­lo­zo­fun ge­liş­tir­di­ği ar­gü­man­lar, bi­
lim­le­rin bü­tü­nüy­le nes­nel bir te­me­le da­ya­nan ka­nıt­la­ma ya da is­pat­la­rın­dan fark­lı
ola­rak öz­ne­ye bağ­lı olan, on­da te­mel­le­nen öz­nel ça­ba­lar ola­rak ger­çek­le­şir. İş­te bu
yüz­den, fel­se­fe­de, ma­te­ma­tik­sel bir teo­rem ve­ya bir fi­zik ya­sa­sıy­la ay­nı dü­zey­de
“doğ­ru­lar” yok­tur; on­da her­ke­si bağ­la­yan ge­nel ge­çer so­nuç­lar ola­maz. Bu­nun
ter­si­ne, pek çok ko­nu­da bir­bir­le­rin­den fark­lı­lık gös­te­ren bir gö­rüş­ler çe­şit­li­li­ğiy­le
kar­şı­la­şı­rız.
Öte yan­dan, bi­lim “ölç­mek” is­ter; on­da, bil­gi, for­mül­ler­le ifa­de edil­di­ği ve­ya
ni­cel­leş­ti­ği öl­çü­de, bi­lim­sel­dir. Da­ha­sı, bi­li­me Ye­ni­ Çağdan iti­ba­ren, “güç” dü­şün­
ce­si eş­lik et­me­ye baş­la­mış­tır. Ya­ni, in­sa­noğ­lu bi­li­me sa­hip ol­du­ğu öl­çü­de, do­ğal
ve sos­yal çev­re­yi kon­tro­lü al­tı­na ala­bi­le­ce­ği­ni dü­şün­müş ve bun­da da ya­nıl­ma­
mış­tır. Baş­ka bir de­yiş­le, on ye­din­ci yüz­yı­lın meş­hur bi­lim­sel dev­ri­min­den son­ra,
do­ğa bi­lim­le­rin­de de­ney yo­luy­la test edi­le­bi­lir bir bil­gi bi­ri­ki­mi ger­çek­leş­miş ve
bu bi­ri­kim, tek­no­lo­ji­nin do­ğu­şu­na yol aç­mış­tır. Fel­se­fe­de, böy­le bir pra­tik çı­kar
ya da ya­rar dü­şün­ce­si yok­tur; onun te­me­lin­de, as­lın­da ye­ni bil­gi üret­me ar­zu­su
da bu­lun­maz. Onun te­me­lin­de, in­sa­nın an­la­ma ve ger­çe­ği gör­me ar­zu­su bu­lu­nur;
ya­ni fel­se­fe­yi, çı­kar gö­zet­me­yen bir bil­gi an­la­yı­şı ha­re­ke­te ge­çi­rir. Çün­kü in­san
yal­nız­ca çı­ka­ra ya da ya­ra­ra yö­ne­lik bir var­lık de­ğil­dir. İn­san, ev­re­nin ya­pı ve dü­
ze­ni­ni, ya­şa­ma­nın de­ğer ve ama­cı­nı, iyi­lik, ada­let ve gü­zel­li­ğin an­la­mı­nı bil­mek,
dün­ya­yı an­lam­lan­dır­mak is­ter. Fel­se­fe, iş­te bu is­te­ği kar­şı­la­ma ça­ba­sı­dır ve onun
ye­ri­ni hiç­bir şey ala­maz.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 11

Dün­ya­yı an­la­ma ve açık­la­ma ça­ba­la­rı­na ör­nek­ler bu­lun. Son­ra da bu kap­sam içi­ne


gi­re­me­ye­cek ör­nek­ler tes­pit edin ve iki­si ara­sın­da­ki fark­la­rı be­lir­le­me­ye ça­lı­şın. İki­ 1
si ara­sın­da­ki fark­la­r nelerdir?

İKİN­Cİ DÜ­ZEY BİR ET­KİN­LİK OLA­RAK FEL­SE­FE


Fel­se­fe­yi, bi­lim de dâ­hil ol­mak üze­re, di­ğer di­sip­lin­ler­den ayı­ran çok da­ha önem­li
bir özel­lik, onun ikin­ci dü­zey­den bir et­kin­lik ol­ma­sı ol­gu­su­na işa­ret eder. Baş­ka bir
de­yiş­le, söz ge­li­mi bi­lim, do­ğa­yı ve­ya ev­ren­de kar­şı­mı­za çı­kan ol­gu­la­rı açık­la­ma­
ya ça­lı­şan bi­rin­ci dü­zey­den bir et­kin­lik­tir. Bi­li­min üze­ri­ne ge­len bi­lim fel­se­fe­si,
do­ğa­yı, do­ğal olay­la­rı açık­la­yan bi­li­min ken­di­si­ni açık­la­ma­ya yö­ne­lir­ken ikin­ci
dü­zey­den bir açık­la­ma ya da be­tim­le­me su­nar. Bu du­rum, hiç kuş­ku yok ki din ve
sa­nat için de ge­çer­li­dir. Ya­ni, din fel­se­fe­siy­le sa­nat fel­se­fe­si bi­za­ti­hi di­nin ken­di­siy­
le sa­na­tın ken­di­si­ne iliş­kin ikin­ci dü­zey­den açık­la­ma­lar ge­ti­rir.
Fel­se­fe, bu­nu, ya­ni bir bü­tün ola­rak di­nin, sa­na­tın ve bi­li­min ken­di­siy­le tek tek Felsefe, iki açıdan “meta” ya
bi­lim­ler üze­ri­ne ikin­ci dü­zey­den bir açık­la­ma te­min et­me işi­ni, bu di­sip­lin­le­rin da ikinci düzey bir etkinliktir.
Örneğin bilim, doğayla ilgili
ken­di­le­ri­ni ele alıp on­la­rın ya­pı­la­rı­nı ve sı­nır­la­rı­nı gös­te­re­rek ya­par. Ama o, bu işi sorular sorar. Oysa felsefe,
bi­raz da il­gi­li di­sip­lin­le­rin ken­di kap­sam­la­rı için­de kal­mak­la bir­lik­te on­lar ta­ra­ bilimin kendisiyle ilgili
fın­dan ne­li­ği ve­ya do­ğa­sı or­ta­ya ko­na­ma­yan şey­le­re bir açık­la­ma ge­ti­re­rek ya­par. sorular sorar. Felsefe, ikinci
olarak yine bilimin hiçbir
Ör­ne­ğin sa­nat, gü­zel­lik kav­ra­mı üze­ri­ne yük­se­lir. Bu­nun­la bir­lik­te, gü­zel­li­ğin tam şekilde açıklayamadığı
ola­rak ne ol­du­ğu­na, onun öz­nel mi yok­sa nes­nel bir de­ğer mi ol­du­ğu­na hiç bak­ şeylerle ilgili sorular sorar.
ma­dan, onun­la il­gi­li bir kav­ram­sal­laş­tır­ma­ya gi­riş­me­den gü­zel­lik ya­rat­ma­ya yö­ Bundan dolayı, bilim
ne­lir. Ay­nı şe­kil­de ma­te­ma­tik sa­yı­lar­la uğ­ra­şır. Pe­ki ya “Sa­yı ne­dir?” di­ye bir so­ru tarafından yanıtlanamayan,
sadece felsefe tarafından
so­ru­la­cak olur­sa, bi­lin­me­li­dir ki ma­te­ma­tik­çi­nin bu ko­nu­da söy­le­ye­cek çok faz­la yanıtlanmaya çalışılan
bir şe­yi yok­tur. Çün­kü bu so­ruy­la an­la­tıl­mak is­te­nen “2”nin, “çift”in ve­ya “II”nin sorulara “büyük sorular” adı
ne ol­du­ğu de­ğil­dir. Fa­kat da­ha zi­ya­de bel­li bir ra­kam ve­ya sem­bol ile gös­te­ri­len bu verilir.
şe­yin ger­çek­te ne ol­du­ğu­dur. Ma­te­ma­tik­çi­le­rin ya­nıt­la­ya­ma­dık­la­rı bu so­ru­yu ya­
nıt­la­mak için ça­lı­şan­lar, Tha­les, Sok­ra­tes ve Pla­ton’dan be­ri fi­lo­zof­lar ol­muş­lar­dır.
New­ton’un kuv­ve­tin küt­le ile iv­me­nin çar­pı­mı­na eşit ol­du­ğu­nu bil­di­ren ikin­ci
ya­sa­sı­nı [F = ma] dü­şü­ne­lim. Bu ün­lü for­mül­de ge­çen iv­me, hı­zın za­man ba­kı­
mın­dan ilk tü­re­vi­ni ifa­de ede­cek şe­kil­de dv/dt ola­rak he­sap­la­nır. Pe­ki ya, or­ta­la­ma
in­sa­nın ve­ya he­pi­mi­zin çok aşi­na ol­du­ğu ama fi­zik­çi­nin tam ola­rak ne ol­du­ğu­
nu hiç­bir za­man söy­le­ye­me­di­ği za­man ger­çek­te ne­dir? Za­ma­nı, fi­zik­çi­nin sık­lık­la
yap­tı­ğı üze­re, sa­at­le, da­ki­kay­la ve­ya sa­ni­yey­le an­lat­ma­ya, ta­nım­la­ma­ya ça­lış­mak,
za­ma­nı ölç­tü­ğü bi­rim­ler­le ka­rış­tır­mak an­la­mı­na ge­le­ce­ği için, hiç­bir işe ya­ra­maz.
Bu da, bi­li­min en azın­dan üç yüz yıl­dan be­ri fel­se­fe­ye ha­va­le et­miş ol­du­ğu bir
so­ru­dur. Yi­ne, psi­ko­lo­ji bi­li­mi, ruh an­la­mı­na ge­len Yu­nan­ca psuk­he ile bi­lim an­la­
mı­na ge­len lo­gos söz­cü­ğün­den tü­re­miş bi­le­şik bir söz­cük­le ifa­de edi­lir. O, adı üze­
rin­de ve­ya eti­mo­lo­jik kö­ke­nin­den de an­la­şı­la­ca­ğı gi­bi, ru­hun bi­li­mi­dir. Ni­te­kim
psi­ko­log­lar, ruh­sal bo­zuk­luk­la­rı olan has­ta­la­rın ra­hat­sız­lık­la­rı­nı teş­his edip te­da­vi
et­me­ye ça­lı­şır­lar. Ama “ru­hun ne ol­du­ğu” so­ru­su, on­la­rın sor­du­ğu bir so­ru de­ğil­dir.
Ay­nı şe­kil­de hu­kuk bi­li­mi de bir top­lum­da ada­le­ti ha­ya­ta ge­çir­mek için ya­sa­lar ya­
par, ya­sa­la­rı ih­lal eden­ler için ce­za­lar ko­yar. Ama hu­kuk ada­le­tin tam ola­rak ne ol­
du­ğu­nu ta­nım­la­maz, ce­za­yı hak­lı­lan­dır­ma ve­ya te­mel­len­dir­me ça­ba­sı içi­ne gir­mez.
Hak­kı, ada­le­ti, ce­za­yı ve öz­gür­lü­ğü ta­nım­la­mak, ka­bul et­mek ge­re­kir ki fel­se­fe­ye
dü­şer. De­mek ki fel­se­fe ta­ra­fın­dan ya­nıt­la­nan so­ru­lar, en azın­dan azım­san­ma­ya­cak
bir bö­lü­müy­le bi­lim­ler fa­ali­yet­le­ri­ni ta­mam­la­dık­tan ve­ya iş­le­ri­ni bi­tir­dik­ten son­ra
gün­de­me ge­len so­ru­lar­dır. Ör­ne­ğin bi­lim “ne­den­sel­li­ğin” ya­ni “her ola­yın ken­di­si­ni
12 Felsefe

do­ğu­ran bir ne­de­ni ol­du­ğu” il­ke­si­nin ge­çer­li bir il­ke ol­du­ğu­nu ka­bul eder. Ama o,
bu il­ke­yi hiç sor­gu­la­maz; araş­tır­ma­la­rı­nı onun ge­çer­li­li­ği­ni ka­bul ede­rek yü­rü­tür.
Onu sor­gu­la­mak, ne­li­ği­ni or­ta­ya koy­mak bi­lim ta­ra­fın­dan fel­se­fe­ye ha­va­le edil­
miş bir iş ol­muş­tur. Ni­te­kim ne­den­sel­lik ko­nu­su­nu ilk ve en ay­rın­tı­lı bir bi­çim­
de ele alan kim­se­le­rin Aris­to­te­les, Da­vid Hu­me (1711-1776) ve Im­ma­nu­el Kant
(1724-1804) gi­bi fi­lo­zof­lar ol­duk­la­rı söy­le­ne­bi­lir.
Do­ğa­yı bir­ta­kım ya­sa­lar üze­rin­den açık­la­yan bi­
Resim 1.2 li­min ken­di nor­mal fa­ali­ye­ti­ni bi­rin­ci, bi­li­min ken­
Immanuel Kant di­si­ni açık­la­yan bi­lim fel­se­fe­si­nin fa­ali­ye­ti­ni ikin­ci
dü­zey­den bir et­kin­lik ola­rak ta­nım­la­mak­ta­yız. Bu
bağ­lam­da do­ğa­ya iliş­kin ola­rak bi­li­min ya­nıt­la­dı­
ğı so­ru­la­ra bi­rin­ci dü­zey so­ru­lar, bu­na mu­ka­bil bi­
li­min, sa­na­tın ve­ya di­nin ken­di­siy­le il­gi­li so­ru­la­ra
ikin­ci dü­zey so­ru­lar adı ve­ri­lir. Söz ko­nu­su ikin­ci dü­
zey so­ru­lar, ço­ğu za­man ru­hun, sa­yı­nın, gü­zel­li­ğin,
var­lı­ğın ne ol­du­ğuy­la il­gi­li bü­yük so­ru­lar­la ta­mam­
la­nır. Bü­yük so­ru­la­rın kap­sa­mı­na de­mek ki bi­lim­le­
rin, sa­nat ve di­nin ya­nıt­la­ya­ma­dık­la­rı ve muh­te­me­
len hiç­bir za­man ya­nıt­la­ya­ma­ya­cak­la­rı so­ru­lar gi­rer.
Ne­den­sel­lik­le, za­man­la, ruh­la, ada­let ve öz­gür­lük­le
il­gi­li olan bu “bü­yük so­ru­lar”, in­sa­nın sor­ma­dan
ya­pa­ma­dı­ğı, onun ha­ya­tı­nı bir şe­kil­de an­lam­lan­dı­
ra­cak so­ru­lar­dır. Bu ger­çe­ğe en açık şe­kil­de işa­ret
eden­ler­den bi­ri Al­man fi­lo­zo­fu Kant ol­muş­tur. Kant
var­lı­ğın ya­pı­sı, Tan­rı’nın var olu­şu ve ru­hun do­ğa­
sıy­la il­gi­li bu so­ru­la­rın or­tak pay­da­sı­nı oluş­tu­ran te­
mel bir nok­ta ol­du­ğu­nu öne sü­rü­yor­du: Bu so­ru­lar,
in­sa­nın il­gi­siz ka­la­ma­ya­ca­ğı so­ru­lar­dır. Ger­çek­ten
de ha­ya­tı­nı an­lam­lan­dır­mak is­te­yen hiç­bir in­san, bu
so­ru­la­ra ka­yıt­sız ka­la­maz. Çün­kü “var­lı­ğın na­sıl bir
ya­pı ser­gi­le­di­ği” so­ru­su­na ve­ri­le­cek ya­nıt­lar ha­ya­tı­
mı­zın an­la­mı­nı de­ğiş­ti­rir; “var­lı­ğın yal­nız­ca mad­de
mi ol­du­ğu, yok­sa ma­ne­vi bir bo­yu­tu da mı bu­lun­du­
ğu” so­ru­su­na ge­ti­ri­le­cek ya­nıt, ha­ya­tı­mı­zın an­la­mı­nı
be­lir­ler. Bü­yük so­ru­lar, ay­nı za­man­da an­lam ve de­
ğer­le il­gi­li olan so­ru­lar­dır. Bu yüz­den on­lar, sa­de­ce
fel­se­fe ta­ra­fın­dan ya­nıt­la­na­bi­len so­ru­lar­dır. Çok da­ha önem­li­si bü­yük so­ru­la­rın
net ve de­ğiş­mez ya­nıt­la­rı, her­ke­se uy­gu­la­na­bi­le­cek ha­zır re­çe­te­le­ri yok­tur. Da­ha
doğ­ru­su, bu so­ru­la­rın tek tek ki­şi­le­rin ken­di­le­ri ta­ra­fın­dan so­ru­lup yi­ne ken­di­le­ri
ta­ra­fın­dan, ken­di­le­ri için ya­nıt­lan­ma­la­rı ge­re­kir. İş­te bu du­rum, fel­se­fe­nin öz­nel
ça­ba­la­ra da­ya­nan bir açık­la­ma ve an­lam­lan­dır­ma tü­rü ol­du­ğu­nu or­ta­ya ko­yar.
“Ken­di ka­nat­la­rıy­la uça­ma­yan hiç­bir ku­şun yük­se­ğe çı­ka­ma­ya­ca­ğı­nı” söy­le­yen
meş­hur İn­gi­liz şa­i­ri, res­sam ve dü­şü­nü­rü Wil­li­am Bla­ke’in de ima et­ti­ği üze­re, in­
san, ha­ya­tı­nı bü­yük so­ru­la­ra baş­ka­la­rı­nın ver­di­ği ya­nıt­lar­la ne yön­len­di­re­bi­lir ne
de an­lam­lan­dı­ra­bi­lir.

Fel­se­fe­nin sor­du­ğu so­ru­la­rın ikin­ci dü­zey so­ru­lar­la “bü­yük so­ru­lar”, ver­di­ği ya­nıt
2 ya da açık­la­ma­la­rın da ikin­ci dü­zey açık­la­ma­lar ol­du­ğu­nu söy­le­dik. Siz de bu­ra­dan
ha­re­ket­le, ikin­ci dü­zey so­ru­lar­la bü­yük so­ru­la­ra ör­nek­ler bu­lun.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 13

FEL­SE­FE­NİN KU­RU­CU, ANA­Lİ­TİK VE ELEŞ­Tİ­REL BO­YUT­LA­RI


Şim­di­ye ka­dar or­ta­ya koy­du­ğu­muz, bir­bir­le­riy­le ne ka­dar iliş­ki­li olur­sa ol­sun, son
tah­lil­de fark­lı­lık gös­te­ren iki ay­rı fel­se­fe ta­nı­mı, ya­ni “bil­ge­lik sev­gi­si ola­rak fel­se­
fe” an­la­yı­şıy­la “ikin­ci dü­zey bir et­kin­lik ola­rak fel­se­fe” te­lak­ki­si, en azın­dan onun
fark­lı bo­yut­la­rı ol­du­ğu­nu ve­ya fark­lı şe­kil­ler­de ya­pı­la­bil­di­ği­ni göz­ler önü­ne ser­
mek ba­kı­mın­dan önem ta­şır. Ger­çek­ten de ço­ğu yer ve du­rum­da ikin­ci dü­zey bir
et­kin­lik ola­rak or­ta­ya çı­kan fel­se­fe­nin ken­di­si­nin de fark­lı dü­zey ve­ya bo­yut­la­rı
var­dır. Fel­se­fi fa­ali­ye­ti be­lir­le­yen, fel­se­fe­nin ku­ru­cu un­sur­la­rı­nı mey­da­na ge­ti­ren
bu bo­yut­lar, sı­ra­sıy­la ku­ru­cu ve­ya bü­tün­leş­ti­ri­ci, ana­li­tik ve eleş­ti­rel bo­yut­lar­dır.
Fel­se­fe­nin söz ko­nu­su üç ay­rı bo­yu­tu, as­lın­da onun fark­lı ta­rih­ler­de or­ta­ya çı­
kıp ge­li­şen üç tarz ya da şek­li­ni ka­rak­te­ri­ze eder. Bu­na gö­re, ku­ru­cu ya da bü­tün­
leş­ti­ri­ci bo­yut, fel­se­fe­nin ta ilk baş­lan­gı­cın­dan iti­ba­ren, ya­ni Tha­les’ten bu ya­na
yak­la­şık iki bin beş yüz­yıl­lık sü­reç bo­yun­ca çe­şit­li şe­kil­ler­de kar­şı­mı­za çı­kan kla­
sik fel­se­fe an­la­yı­şı­nın ta­nım­la­yı­cı yö­nü ve­ya ayırt edi­ci özel­li­ği­ni mey­da­na ge­ti­rir.
Söz ko­nu­su fel­se­fe ta­sav­vu­ru­nun en önem­li tem­sil­ci­le­ri ara­sın­da Pla­ton, Aris­to­te­
les, Aqu­ina­lı Tho­mas (1225-1274), Fa­ra­bi (874-950), René Des­car­tes (1596-1650),
Gott­fri­ed Le­ib­niz (1646-1716), Ba­ruch Spi­no­za (1632-1677), Kant ve Ge­org Wil­
helm He­gel (1771-1831) gi­bi dü­şü­nür­ler bu­lu­nur. Fel­se­fe­nin önem­li öl­çü­de me­ta­
fi­zik­sel yö­nü­nü açı­ğa vu­ran bu bo­yut, fi­lo­zof­la­rın baş­ta var­lık ol­mak üze­re, bil­gi,
de­ğer ve top­lum üze­ri­ne ge­liş­tir­dik­le­ri, “çok üze­rin­de­ki bi­ri” or­ta­ya ko­yan te­ori­
ler­de so­mut­la­şır.
Fel­se­fe­nin çö­züm­le­yi­ci bo­yu­tu ve­ya yö­ne­li­mi, yir­min­ci yüz­yıl­da Ang­lo-Sak­
son dün­ya­da bü­yük öl­çü­de kla­sik ya da me­ta­fi­zik­sel fel­se­fe ge­le­ne­ği­ne bir tep­ki
ola­rak ge­li­şen ve fel­se­fe­nin me­ta­fi­zik­le uğ­raş­mak ve­ya dün­ya üze­ri­ne ku­şa­tı­cı sen­
tez­ler üret­mek ye­ri­ne ken­di­si­ni ana­liz­le sı­nır­la­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni bil­di­ren ana­li­tik
fel­se­fe an­la­yı­şı­nı ka­rak­te­ri­ze eder. Di­le da­ya­lı bir fel­se­fe an­la­yı­şı­nı ci­sim­leş­ti­ren
ve da­ha zi­ya­de kav­ram ana­li­zi ça­lış­ma­la­rıy­la be­lir­le­nen ana­li­tik fel­se­fe­nin önem­li
tem­sil­ci­le­ri ara­sın­da Ber­trand Rus­sell (1872-1970), Ge­or­ge Ed­ward Moo­re (1873-
1958), Gil­bert Ryle (1900-1976), Lud­wig Witt­gens­te­in (1889-1951) ben­ze­ri dü­şü­
nür­ler bu­lu­nur. Fel­se­fe­nin eleş­ti­rel bo­yu­tu ise esas iti­ba­rıy­la yir­min­ci yüz­yıl­da Al­
man­ya ve Fran­sa’da sa­de­ce kla­sik ve­ya me­ta­fi­zik­sel fel­se­fe­yi de­ğil, ana­li­tik fel­se­fe­yi
de eleş­ti­re­rek or­ta­ya çı­kıp ge­li­şen Kı­ta fel­se­fe­sin­de so­mut­la­şır. Bu yüz­den sa­de­ce
bel­li bir fel­se­fe an­la­yı­şı­nı de­ğil, bir bü­tün ola­rak Ba­tı fel­se­fe­si­nin ge­li­şi­mi­ni, te­mel
ka­bul ve da­ya­nak­la­rı­nı sor­gu­la­yan Kı­ta fel­se­fe­si­nin eleş­ti­rel yö­ne­li­mi, Fri­ed­rich
Ni­etzs­che (1844-1900), Mar­tin Hei­deg­ger (1889-1976), Jac­qu­es Der­ri­da (1830-
2004) ve Mic­hel Fo­uca­ult (1926-1984) ben­ze­ri dü­şü­nür­ler­de ol­duk­ça açık bir bi­
çim­de or­ta­ya çı­kar.
Fel­se­fe­nin, Ba­tı fel­se­fe­si­nin bir­bir­le­ri­ne kar­şıt fel­se­fe ge­le­nek­le­ri ta­ra­fın­dan
tem­sil edil­me­le­ri ne­de­niy­le bir­bir­le­ri­ni ta­ma­men dış­la­yı­cı bir şe­kil­de su­nan bü­
tün­leş­ti­ri­ci, ana­li­tik ve eleş­ti­rel bo­yut­la­rı­nın as­lın­da dış­la­yı­cı ve kar­şıt ol­ma­la­rı hiç­
bir şe­kil­de ge­rek­mez. Fel­se­fe­nin bir­bir­le­ri­ni ço­ğu za­man dış­lar­mış gi­bi gö­rü­nen
bu bo­yut ya da yö­ne­lim­le­ri, as­lın­da fel­se­fe­nin ken­di­sin­de ço­ğu za­man bir­bir­le­ri­ni
ta­mam­la­yan ku­ru­cu un­sur ya da bi­le­şen­ler ola­rak or­ta­ya çı­kar. Ni­te­kim söz ko­nu­su
ku­ru­cu yö­ne­lim ve­ya oluş­tu­ru­cu bo­yut­lar­dan en az iki­si fark­lı fi­lo­zof­lar­da sık­lık­la
bir­lik­te ve­ya bir­bi­ri­ni ta­mam­la­yı­cı bir tarz­da or­ta­ya çı­kar. Söz ge­li­mi Aris­to­te­les,
ken­di fel­se­fe­si­ni oluş­tur­ma­dan ön­ce ho­ca­sı Pla­ton’un ide­aliz­mi­ni; Des­car­tes öz­ne
mer­kez­li ken­di mo­dern fel­se­fe­si­ni öne sür­me­den ön­ce, Tan­rı mer­kez­li sko­las­tik
14 Felsefe

dü­şün­ce­yi eleş­tir­miş­tir. Ay­nı şe­kil­de Kant söz­cü­ğün ger­çek an­la­mı için de ku­ru­cu
bir fel­se­fe olan tran­sen­den­tal fel­se­fe­si­ni in­şa et­me­den ön­ce akıl­cı­lık­la de­ne­yim­ci­
li­ği, Marx da ma­ter­ya­list fel­se­fe­si­ni öne sür­me­den ön­ce ide­aliz­mi sı­kı bir eleş­ti­ri
süz­ge­ci­ne ta­bi tut­muş­tu.

Fel­se­fe­nin Ku­ru­cu ve­ya Bü­tün­leş­ti­ri­ci Bo­yu­tu


“Çok üzerindeki bir”, Fel­se­fe­nin ku­ru­cu ve­ya bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yu­tu as­lın­da, in­sa­nın zih­ni­nin bi­liş­sel ge­
filozofların dış dünyadaki li­şi­mi­nin ve­ya ak­lın bir he­de­fe yö­ne­lim­li ça­lış­ma­sı­nın bir so­nu­cu ola­rak or­ta­ya
çokluğu ya da görünüşleri
nihai bir nedensel faktörle çı­kar. Ger­çek­ten de in­san zih­ni sa­de­ce bir­ta­kım iz­le­nim ve­ya de­ne­yim­sel ve­ri­le­ri
açıklamalarına karşılık gelir. pa­sif bir şe­kil­de al­mak­la kal­ma­yıp, on­la­ra ya­pı ka­zan­dı­rarak an­lam yük­ler. O, tek
Örneğin materyalist atomcular tek ma­lu­mat ya da bil­gi par­ça­la­rı­nı bir ara­ya ge­ti­rir­ken on­la­ra bir şe­kil­de ka­zan­
dış dünyadaki görünüşleri
atom adını verdikleri madde mış ol­du­ğu bir­ta­kım açık­la­yı­cı ya­pı­lar, ku­cak­la­yı­cı pa­ra­dig­ma­lar ve­ya tem­sil şe­
parçacığıyla, Platon ise İdea ma­la­rı üze­rin­den an­lam yük­ler. Bu, in­sa­nın dün­ya­yı an­lam­lan­dı­rıp açık­la­ya­bil­
yoluyla açıklar. me­si­nin en önem­li yo­lu­nu mey­da­na ge­ti­rir ve ona var­lı­ğın ve­ya ha­ki­ka­tin tü­mü­nü
an­lam­lan­dır­ma im­kâ­nı ve­re­cek te­ori­ler te­min eder.
Fel­se­fe­de de söz ko­nu­su olan şey, bu ol­muş­tur. Ba­tı fel­se­fe­si­nin ilk fi­lo­zo­fu
olan Tha­les ile Anak­si­man­dros ve Anak­si­me­nes, dış dün­ya­ya bak­tık­la­rın­da ne­re­
dey­se son­suz sa­yı­da fark­lı şey­den olu­şan bir çok­luk gör­müş ve bu çok­lu­ğun an­cak
ken­di­sin­den tü­re­miş ol­du­ğu­na ina­nı­lan bir bir­li­ğe in­dir­ge­ne­rek an­lam­lı kı­lı­na­bi­
le­ce­ği­ni dü­şün­müş­tü. Bu du­rum, ger­çek­ten var ola­nın öz ya da kav­ram cin­sin­den
ol­du­ğu­nu, ger­çek­li­ğin mad­di ol­ma­yan bir ya­pı ser­gi­le­di­ği­ni di­le ge­ti­ren idea­list
bir fel­se­fe­nin ku­ru­cu yak­la­şı­mıy­la ger­çek­li­ğin mad­de cin­sin­den ol­du­ğu­nu ile­ri
sü­ren ma­ter­ya­list bir fel­se­fe­nin bi­rin­ci­si­ne kar­şıt bü­tün­leş­ti­ri­ci yak­la­şı­mı üze­rin­
den çok da­ha iyi bir şe­kil­de ifa­de edi­le­bi­lir. Bun­lar­dan bi­rin­ci­si Pla­ton’un ide­aliz­
mi, ikin­ci­si ise ma­ter­ya­list dü­şü­nür­ler ta­ra­fın­dan ge­liş­ti­ri­len atom­cu te­ori­dir. Söz
ko­nu­su her iki teo­ri de en yük­sek dü­zey­de ku­ru­cu ve­ya bü­tün­leş­ti­ri­ci te­ori­ler olup
var­lı­ğın bir ala­nı­na de­ğil, ne­re­dey­se tüm yön­le­ri­ne, ha­ki­ka­tin bü­tü­nü­ne an­lam­lı
açık­la­ma­lar ge­tir­miş­tir.
Bu­na gö­re idea­list bü­tün­leş­ti­ri­ci­li­ğin ilk ve en önem­li tem­sil­ci­si olan Pla­ton,
kar­şı kar­şı­ya kal­dı­ğı­na inan­dı­ğı fel­se­fi prob­lem­le­re bir çö­züm ge­tir­mek ama­cıy­la
fel­se­fe ta­ri­hi­nin en bü­tün­leş­ti­ri­ci te­ori­si ola­rak meş­hur İde­a­lar te­ori­si­ni ge­liş­tir­
miş­ti. Çün­kü o, var ola­nın sa­de­ce de­ği­şen al­gı­sal gö­rü­nüş­ler­den iba­ret ol­ma­dı­ğı
ka­na­atin­dey­di. Var olan her şey ti­kel­ler­den, de­ği­şen gö­rü­nüş­ler­den iba­ret ol­say­dı,
Pla­ton’a gö­re ge­nel ge­çer bil­gi­den, söz­cük­le­rin sa­bit an­lam­la­rın­dan ve de­ğiş­mez
de­ğer­ler­den söz ede­mez­dik. O, ge­nel ge­çer ve­ya eze­li-ebe­di bil­gi­le­rin en azın­dan
ma­te­ma­tik­te var ol­du­ğun­dan, söz­cük­le­rin de­ğiş­me­yen ve an­laş­ma­yı müm­kün kı­
lan sa­bit an­lam­la­rın­dan ve ki­şi­den ki­şi­ye, top­lum­dan top­lu­ma de­ğiş­me­yen mut­lak
de­ğer­le­rin var­lı­ğın­dan emin­di. Bu yüz­den var olan bü­tün şey tür­le­ri­nin ilk ör­nek
ya da ar­ke­tip­le­ri­ne kar­şı­lık ge­len de­ğiş­mez öz­ler, tü­mel ger­çek­lik­ler ve ide­al ya
da ka­lı­cı var­lık­lar ola­rak İde­a­la­rın va­ro­lu­şu­nu öne sür­dü. Pla­ton, bil­gi­nin ko­nu­su
ol­du­ğu­na, söz­cük­le­rin sa­bit an­lam­la­rı­na kar­şı­lık gel­di­ği­ne, de­ğiş­mez de­ğer­le­rin
ta­şı­yı­cı­sı ol­du­ğu­na inan­dı­ğı tü­mel­ler ola­rak İde­a­la­rı, ay­nı za­man­da dün­ya­da­ki
bi­rey­sel fe­no­men ya da gö­rü­nüş­le­rin var­lık ne­de­ni ola­rak de­ğer­len­dir­di. O, söz
ko­nu­su İde­a­lar te­ori­si­nin bü­tün­leş­ti­ri­ci­li­ği­ne o ka­dar inan­mış­tı ki si­ya­set fel­se­
fe­si­nin prob­lem­le­ri­ni bi­le, ide­al bir dev­let an­la­yı­şı üze­rin­den çöz­me yo­lu­na git­ti.
Pla­ton İde­a­lar te­ori­si­ne da­ya­nan söz ko­nu­su ko­lek­ti­vist çö­zü­mün­de ger­çek­ten var
ola­nın bu kez bü­tün ya da top­lum ol­du­ğu­nu öne sü­rer­ken bi­re­yin an­la­mı­nı ve de­
ğe­ri­ni bü­tü­ne olan an­lam­lı ai­di­ye­tin­den al­dı­ğı­nı sa­vun­du.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 15

Pla­ton’un ya­şa­dı­ğı sı­ra­da şid­det­le kar­şı çık­tı­ğı ma­ter­ya­liz­min bü­tün­leş­ti­ri­ci te­


ori­si ola­rak atom­cu­luk da en azın­dan ken­di­si­nin İde­a­lar te­ori­si ka­dar ku­şa­tı­cı ve
ge­niş kap­sam­lıy­dı. Ger­çek­ten de teo­ri, var olan her şe­yin en kü­çük, bö­lü­ne­mez
mad­de par­ça­cık­la­rı olan atom­lar­dan mey­da­na gel­di­ği­ni öne sür­mek­le kal­ma­dı,
bil­gi­nin ve zi­hin hal­le­ri­nin du­yu ve­ri­le­riy­le iz­le­nim­le­rin bir bir­le­şi­min­den mey­
da­na gel­di­ği­ni sa­vun­du. Bü­tün­leş­ti­ri­ci bir teo­ri ola­rak atom­cu­luk, ko­lay­lık­la gö­rü­
le­ce­ği üze­re, ay­rış­tı­ra­rak bü­tün­leş­ti­rir. Ni­te­kim o, top­lum­la­rın en iyi bir bi­çim­de,
kar­şı­lık­lı bir et­ki­le­şim için­de bu­lu­nan bi­rey­sel bi­rim ya da atom­lar­dan mey­da­na
gel­di­ği dü­şü­nül­dü­ğü za­man an­la­şı­la­ca­ğı­nı söy­ler. Si­ya­set fel­se­fe­si açı­sın­dan, Pla­
ton’un bü­tün­cü­lü­ğü­nün ve­ya ko­lek­ti­viz­mi­nin ak­si­ne, ger­çek­ten var ola­nın bi­rey
ol­du­ğu­nu öne sür­dü­ğü için, ken­di­si­ni li­be­ra­lizm­le ifa­de eder. O, top­lum bi­lim­le­ri
ala­nın­da ise söz ge­li­mi sos­yo­lo­ji­nin top­lum­sal ya­pı­la­rı ko­nu alan bir ana­liz­le de­ğil
de top­lu­mu mey­da­na ge­ti­ren bi­rey­le­re ve bi­rey­le­rin ey­lem­le­ri­ne yük­le­dik­le­ri an­
lam­la­ra iliş­kin in­ce­le­me­ler­le ge­li­şip iler­le­ye­bi­le­ce­ği­ni sa­vu­nur.

Fel­se­fe­nin Ana­li­tik Bo­yu­tu


Fel­se­fe­nin en az bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yu­tu ka­dar önem­li olan, hat­ta ku­ru­cu yö­nü­nün
bir şe­kil­de var­say­dı­ğı bo­yu­tu onun çö­züm­le­yi­ci bo­yu­tu­dur. Zi­ra kav­ram­sal bir
açık­lı­ğa ka­vuş­ma­dan, dü­şün­ce­le­rin bi­lu­mum içe­rim­le­ri­ni he­sa­ba kat­ma­dan ve
hep­sin­den önem­li­si doğ­ru ve man­tık­lı akıl yü­rüt­me­nin ge­rek­li ko­şul­la­rı­nı sağ­la­
ma­dan an­lam­lı sen­tez­ler yap­mak ve­ya ha­ki­ka­te nü­fuz et­mek im­kân­sız olur. Söz
ko­nu­su iş­lem­le­rin kap­sa­mı için­de kal­dı­ğı ana­li­tik bo­yut ile bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yut
ara­sın­da­ki iliş­ki­yi ola­bi­le­cek en açık bir bi­çim­de gö­ren­ler­den bi­ri­si Des­car­tes ise
bir di­ğe­ri Sok­ra­tes’tir. Ger­çek­ten de Des­car­tes mo­dern fel­se­fe­nin ku­ru­cu­su ola­rak
or­ta­ya çı­kar­ken bir yan­dan da sko­lâs­tik dü­şün­ce­nin kla­sik araç­la­rı­na kar­şı ye­ni
bir yön­tem öner­miş­ti. Ak­lın İda­re­si İçin Ku­ral­lar ad­lı ese­rin­de or­ta­ya koy­du­ğu bu
yön­te­min üçün­cü adı­mı ve­ya ku­ra­lı, “dü­şün­ce­le­ri ba­sit­ten kar­ma­şı­ğa yük­se­le­cek
şe­kil­de dü­zen­le­mek ge­rek­ti­ği­ni” di­le ge­ti­ren sen­tez ku­ra­lıy­dı. Fa­kat o, söz ko­nu­
su ku­ra­lın ön­ce­lik­le ana­li­ze bağ­lı ol­du­ğu­nu bil­di­ğin­den, sen­tez ku­ra­lı­nın önü­ne
ak­lın esas iti­ba­rıy­la çö­züm­le­yi­ci fa­ali­ye­ti­ne gön­der­me ya­pan apa­çık­lık ve ana­liz
ku­ral­la­rı­nı koy­muş­tu. Ni­te­kim apa­çık­lık ku­ra­lı “doğ­ru ol­du­ğu apa­çık bir bi­çim­de
bi­lin­me­yen hiç­bir şe­yi doğ­ru ka­bul et­me­mek” ge­rek­ti­ği­ni öne sü­rer­ken ana­liz ku­ Platon’un hocası Sokrates’in
ra­lı “dü­şün­ce­le­ri en ba­sit un­sur ya da bi­le­şen­le­ri­ne ayır­ma­nın doğ­ru dü­şün­mek felsefe tartışmalarını anlattığı
bütün gençlik diyalogları
açı­sın­dan vaz­ge­çil­mez ol­du­ğu­nu” di­le ge­tir­mek­tey­di. “X nedir?” sorusuyla
Ay­nı şe­kil­de Sok­ra­tes de, Des­car­tes’tan tam iki bin yıl ön­ce, kav­ram­sal bu­la­nık­ özetlenebilecek sorular
lık ya da ka­rı­şık­lı­ğın sa­de­ce en­te­lek­tü­el yön­den de­ğil fa­kat ey­lem yö­nün­den de kar­ etrafında döner. X’in belli
bir ahlaki kavrama karşılık
ga­şa­ya yol aça­ca­ğı­nın far­kı­na var­mış­tı. Bu, bi­rey­sel açı­dan ol­du­ğu ka­dar, top­lum­sal geldiği bu sorular üzerinden,
açı­dan da böy­le ol­mak du­ru­mun­da­dır. Ger­çek­ten de ya­şa­dı­ğı dö­nem­de yo­ğun bir Sokrates bir kavramsal açıklığa
kav­ram kar­ga­şa­sı­nın hü­küm sür­dü­ğü­nü, bu­nun ah­lak ala­nı­nı da kap­sa­dı­ğı­nı dü­ erişmeye çalışmıştır.
şü­nen Sok­ra­tes, bil­ge­li­ğin, ada­le­tin, ce­sa­re­tin vs. an­la­mı­nın ne ol­du­ğu bi­lin­me­di­ği
sü­re­ce, bil­ge­ce, adil ya da ce­sur­ca ey­le­mek­ten söz edi­le­me­ye­ce­ği­ni id­di­a et­miş­ti.
Çün­kü ay­nı söz­cük­le­ri ya da kav­ram­la­rı kul­la­nan in­san­lar, bu söz­cük ya da kav­
ram­lar­la fark­lı şey­le­ri kas­te­di­yor­lar­sa eğer, Sok­ra­tes’e gö­re, bu, in­san­la­rın an­laş­
tık­la­rı­nı sa­na­rak an­la­şa­ma­dan ko­nuş­tuk­la­rı an­la­mı­na ge­lir ve so­nuç, kar­ga­şa­dan
baş­ka hiç­bir şey ol­maz. Kar­ga­şa, Sok­ra­tes’e gö­re, hem en­te­lek­tü­el hem de ah­la­ki
yön­den olur. Ona gö­re, en­te­lek­tü­el ola­rak söz­cük ve kav­ram­la­rı, si­zin kul­lan­dı­ğı­nız
an­lam­dan fark­lı bir an­lam­da kul­la­nan bi­riy­le tar­tı­şa­rak, bir kav­ga dı­şın­da, hiç­bir
ye­re va­ra­maz­sı­nız ve ah­la­ki ola­rak da söz ko­nu­su söz­cük­ler mo­ral fi­kir­le­re kar­şı­
lık gel­di­ği için, so­nuç bir anar­şi­den baş­ka bir şey ol­maz. Ge­nel kav­ram­la­rın her
16 Felsefe

tür ras­yo­nel ko­nuş­ma ve kav­ram­sal açık­lı­ğın da dü­şün­ce­nin doğ­ru ge­li­şi­mi için


zo­run­lu bir ön­ko­şul bi­len Sok­ra­tes, iş­te bu kar­ga­şa­yı so­na er­dir­mek, in­san­la­ra
ah­la­ki ge­liş­me­le­rin­de yol gös­ter­mek için, ken­di­le­ri­ne bil­gi­siz­lik­le­ri­ni gös­ter­mek
ama­cıy­la fel­se­fi tar­tış­ma­lar yap­mış­tır. Ger­çek­ten de o, bü­tün tar­tış­ma­la­rın­da ken­
di­si­ne ada­let, öl­çü­lü­lük, ce­sa­ret, bil­ge­lik ben­ze­ri bir ah­la­ki er­de­mi ko­nu al­mış ve
“X ne­dir?” so­ru­su­nu so­ra­rak mu­ha­tap­la­rın­dan söz ko­nu­su er­de­min kav­ra­mı­nı
ta­nım­la­ma­la­rı­nı is­te­miş­tir. Bu­nu da, il­gi­li kav­ra­mı en iyi bil­me­si ge­re­ken in­san­
lar­dan ta­lep et­miş­tir. Bu­na gö­re o, ör­ne­ğin Pla­ton’un Euthy­phron ad­lı di­ya­lo­gun­da
an­la­tıl­dı­ğı üze­re, ba­ba­sı­nı din­siz­lik su­çu iş­le­di­ği ge­rek­çe­siy­le mah­ke­me­ye ver­me­
ye gi­den Euthy­phron’dan “din­dar­lı­ğın”, sa­vaş­lar­da gös­ter­di­ği ce­sa­ret­le seç­kin­le­şen
ge­ne­ral Lak­hes’ten “ce­sa­re­tin” ne ol­du­ğu­nu ken­di­si­ne gös­ter­me­si­ni is­ter. Fa­kat bu
tar­tış­ma­lar ah­la­ki kav­ram­la­rı en faz­la bil­me­si ge­re­ken in­san­la­rın bi­le, bu ko­nu­da
bil­gi­siz ol­duk­la­rı­nı, en iyi du­rum­da kav­ra­mın an­la­mı­nı or­ta­ya ko­ya­bil­mek ye­ri­ne
ör­nek ve­re­bil­dik­le­ri­ni gös­ter­miş­tir. Baş­ka bir de­yiş­le o, söz ge­li­mi Euthy­phron’un
din­dar­lı­ğın özü­nü or­ta­ya koy­mak ye­ri­ne “din­dar­lık şim­di be­nim yap­tı­ğım şey­
dir” ve­ya “din­dar­lık tan­rı­la­rın ho­şu­na gi­den şey­dir” di­ye ko­nuş­tu­ğu­nu gör­müş­tür.
Felsefeci, felsefenin analitik Bun­dan do­la­yı Sok­ra­tes, tar­tış­ma­la­rın­da in­san­la­ra bir­ta­kım kav­ram­la­rı kul­lan­
veya çözümleyici boyutu söz ma­la­rı­na rağ­men, bu kav­ram­la­rın içe­rik­le­ri­ni ve­ya an­lam­la­rı­nı bil­me­dik­le­ri­ni ve
konusu olduğunda, kavramları
açıklığa kavuşturmaya, çok da­ha önem­li­si, söz ko­nu­su bil­gi­siz­lik­le­ri­nin far­kın­da ol­ma­dık­la­rı­nı gös­ter­me
kavramlar arasındaki gay­re­ti için­de ol­muş­tur. Do­la­yı­sıy­la o, kar­şı­sın­da­ki ki­şi­le­re ha­zır bil­gi ak­tar­mak
ilişkileri gözler önüne ye­ri­ne, fel­se­fe­nin ön­ce­lik­le ana­li­tik bir et­kin­lik ol­du­ğu inan­cıy­la on­la­rın zi­hin­le­
sermeye, akıl yürütme ya da
çıkarımların mantıksal yapısını rin­de bir açık­lık ya­rat­ma­ya ça­lış­mış­tır. İş­te bu bağ­lam­da Pla­ton’un bü­tün­leş­ti­ri­
serimlemeye, düşünce ya da ci ve­ya ku­ru­cu fel­se­fe an­la­yı­şı­nın ho­ca­sı Sok­ra­tes’in ana­li­tik fel­se­fe an­la­yı­şın­dan
tezlerin sağlam bir şekilde son­ra gel­di­ği, onun ken­di öğ­re­ti­le­ri­ni or­ta­ya koy­du­ğu ol­gun­luk dö­ne­mi di­ya­log­
gerekçelendirilmesine çalışır.
la­rı­nı ho­ca­sı­nın tar­tış­ma­la­rı­nı an­lat­tı­ğı genç­lik dö­ne­mi di­ya­log­la­rın­dan son­ra ka­
le­me al­dı­ğı söy­le­ne­bi­lir.

Fel­se­fe­nin Eleş­ti­rel Bo­yu­tu


Fel­se­fe­nin kav­ram­la­rı ana­liz eden, dü­şün­ce­ler ara­sın­da­ki iliş­ki­le­ri araş­tı­ran ana­
li­tik bo­yu­tuy­la var­lı­ğın ve­ya dün­ya­nın çok çe­şit­li un­sur­la­rı­nı bir­bi­ri­ne bağ­la­yan
ku­ru­cu ve­ya bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yu­tu­nu ta­mam­la­yan bo­yu­tu eleş­ti­rel bo­yu­tu­dur. As­
lın­da o, fel­se­fe­nin ta­ma­men ye­ni bir yö­nü ol­ma­yıp bir an­lam­da ya ana­li­tik bo­yu­
tun de­rin­leş­ti­ril­me­sin­den ya da çö­züm­le­yi­ci bo­yut ile bü­tün­le­yi­ci bo­yu­tun da­ha
bir üst dü­zey­de sen­tez­len­me­sin­den olu­şur.
Baş­ka bir de­yiş­le o da çö­züm­le­yi­ci bo­yu­tun ve­ya ana­li­tik fel­se­fe an­la­yı­şı­nın
dil­sel ana­li­zi­ne ben­zer şe­kil­de kav­ram­sal bu­la­nık­lık ve be­lir­siz­lik­le­ri tes­pit edip
or­ta­dan kal­dır­ma­ya ça­lı­şır. Hat­ta bi­raz da­ha ile­ri gi­de­rek çe­şit­li kav­ram ya da te­
ori­le­rin hem ger­çek yü­zü ve içe­ri­ği­ni hem de ar­ka plan ya da da­ya­nak­la­rı­nı göz­
ler önü­ne ser­me ça­ba­sıy­la be­lir­le­nir. Fa­kat eleş­ti­rel yak­la­şım bu­nun­la ye­tin­mez,
ha­ta­lı an­lam içe­rik­le­ri­ni ve­ya ne­ye hiz­met et­ti­ği­ni gös­ter­di­ği kav­ram ve te­ori­le­re
yük­len­me­si ge­re­ken ye­ni an­lam ufuk­la­rı­na işa­ret eder. Bu ise fel­se­fe­nin eleş­ti­rel
bo­yu­tu­nun salt bir “eleş­ti­ri di­li”yle ye­tin­me­yip bir de “im­kân di­li” ge­liş­tir­me yo­lu­
na gir­di­ği an­la­mı­na ge­lir.
Bu­nu en iyi Ni­etzs­che’nin iyi ve kö­tü kav­ram­la­rı­na iliş­kin ana­li­ziy­le Fo­uca­
ult’nun bil­gi kav­ra­mı­na dö­nük ana­li­zin­de gö­re­bi­li­riz. Bu­na gö­re, in­san­lar özel­lik­le
bü­tün bir İlk Çağ ve Or­ta Çağ bo­yun­ca iyi ve kö­tü­nün, in­san ve top­lum­dan ba­ğım­sız
olan mut­lak de­ğer­ler, ve­ri­li şey­ler ol­du­ğu­na inan­mış­lar­dı. Bu­gün de ço­ğu­muz nes­
nel ola­rak be­lir­le­nip ta­nım­lan­mış iyi ve kö­tü­ler ol­du­ğu­na ina­nı­rız. Oy­sa Ni­etzs­che,
he­men bü­tün kav­ram­lar gi­bi “iyi” ve “kö­tü” kav­ram­la­rı­nın da çı­kar­dan ba­ğım­sız
1. Ünite - Felsefe Nedir? 17

ol­ma­dı­ğı­nı öne sü­re­rek bu kav­ram­la­rın güç kav­ra­mıy­la olan iliş­ki­le­ri­ni araş­tır­dı. Nietzsche yöntemini bir
Baş­ka bir de­yiş­le o, ah­la­ki inanç­la­rın ta­rih­sel kök­le­ri­ni, mo­ral kav­ram ve fi­kir­le­rin soy kütüğü yöntemi olarak
tanımlamıştı. Ona göre, bu
kö­ken­le­ri­ni or­ta­ya çı­kar­ma an­la­mın­da bir je­ne­olo­jik et­kin­lik içi­ne gir­miş ve iyiy­le yöntem kişilerin ve kültürlerin
kö­tü kav­ram­la­rı­nın soy kü­tü­ğü­nü çı­kar­ma­ya ça­lış­mış­tı. Ya­ni o, an­tro­po­lo­jik bir değer sistemlerini oluşturma
yak­la­şım be­nim­se­miş ve in­san­la­rın güç­lü­ler ve za­yıf­lar ola­rak iki­ye ay­rıl­dık­la­rı­nı biçimlerini belirleyen tarihsel
koşulları ve koşullanmaları
ve bu in­san­lar ara­sın­da­ki iliş­ki­le­rin te­me­lin­de de ah­la­ki un­sur­lar ye­ri­ne ger­çek ortaya çıkarmaya yarayan bir
ha­yat­ta bu­lu­nan her şe­yin ol­du­ğu­nu öne sür­müş­tü. Ge­rek ha­ya­tın bi­za­ti­hi ken­di­ yöntem olmak durumundaydı.
sin­de­ki ve ge­rek­se tek tek bi­rey­ler ara­sın­da­ki iliş­ki­ler, onun gö­zün­de güç iliş­ki­le­ri
olup ah­la­kın ma­hi­ye­ti­ni be­lir­le­yen şey bi­re­yin güç­lü ya da za­yıf ol­ma­sı­dır. Bu­na
gö­re, ve­ri­li ah­lak za­yıf, güç­süz ka­rak­ter­li in­san­la­rın te­şek­kül et­tir­di­ği bir ah­lak­sa
eğer, bu ah­lak kö­le ah­la­kı­dır; bu­na mu­ka­bil o güç­lü, ken­di­le­ri­ne gü­ve­nen, sağ­lık­lı
in­san­lar ara­sın­da te­şek­kül et­miş­se, söz ko­nu­su ah­lak bu kez efen­di ah­la­kı ol­mak
du­ru­mun­da­dır. O, on do­ku­zun­cu yüz­yıl ko­şul­la­rın­da yü­rür­lük­te olan ah­la­kın,
kay­na­ğı iti­ba­riy­le çok bü­yük öl­çü­de İb­ra­ni-Hris­ti­yan ge­le­ne­ğin­den çık­mış olan
bir kö­le ah­la­kı ol­du­ğu, za­yıf­la­rın güç­lü­le­re kar­şı duy­duk­la­rı ha­set ve hınç duy­gu­la­
rı ta­ra­fın­dan be­lir­len­di­ği ka­na­atin­dey­di. Bu yüz­den de mev­cut iyi-kö­tü ay­rı­mı­nın
güç­süz­le­rin ve­ya za­yıf ka­rak­ter­li in­san­la­rın ah­la­ki de­ğer­le­ri­nin bas­kın çık­ma­sı­nın
bir so­nu­cu ol­du­ğu­nu gös­ter­me­ye ça­lış­tı. Bu­nun­la bir­lik­te o, bu nok­ta­da kal­ma­
yıp bir eleş­ti­ri di­lin­den bir im­kân di­li ya­rat­ma yo­lu­na git­ti ve güç­lü ka­rak­ter­le­rin
ken­di de­ğer­le­ri­ni ya­rat­ma ve bil­dik iyiy­le kö­tü­nün öte­si­ne geç­mek su­re­tiy­le ye­ni
de­ğer­ler ya­rat­ma po­tan­si­ye­li­ni or­ta­ya çı­kar­ma ça­ba­sı ser­gi­le­di.
On­dan çok­ça et­ki­le­nen Fo­uca­ult da, Ni­etzs­che’nin eleş­ti­rel ve je­ne­olo­jik so­ruş­
tur­ma­sı­nı baş­ka bir kav­ram üze­rin­de ger­çek­leş­tir­miş­ti. Bu­ra­da da he­men ço­ğu­muz
bil­gi kav­ra­mı­nın tıp­kı iyi kav­ra­mı gi­bi çı­kar­dan ba­ğım­sız bir kav­ram ol­du­ğu­nu,
me­rak­lı in­san­la­rın dış ger­çek­li­ği an­la­ma ve an­lam­dır­ma ça­ba­la­rı­nın bir ürü­nü ol­
du­ğu­nu dü­şü­nü­rüz. Oy­sa Fo­uca­ult böy­le bir şe­yin ola­ma­ya­ca­ğı inan­cıy­la “nes­nel
ha­ki­kat”, “çı­kar gö­zet­me­yen bil­gi”, “ön­yar­gı­sız kav­ra­yış” ben­ze­ri kav­ram­la­rı eleş­ti­rel Foucault’nun geliştirdiği
bir tarz­da sor­gu­lar. Hat­ta da­ha da ile­ri gi­de­rek bil­gi id­di­ala­rı­nı ta­rih­sel bir pers­pek­ kavram “iktidar-bilgi”
kavramıdır. O da, tıpkı
tif­ten ha­re­ket­le ele alan Fo­uca­ult, ik­ti­dar ve güç iliş­ki­le­riy­le si­ya­set­ten ba­ğım­sız bir Nietzche gibi, bilgi ya da
ha­ki­kat an­la­yı­şı­na kar­şı çı­kar. Nitekim o, bil­gi­nin ta­rih­sel sü­reç için­de oluş­tu­ru­lup hakikat isteğinin çok daha
ta­nım­lan­dı­ğı­nı ile­ri sü­re­rek nes­nel, ta­raf­sız ve ev­ren­sel ol­ma id­di­asıy­la or­ta­ya ko­nan temelde bulunan bir güç
isteminin tezahürü olduğunu
bü­tün bil­gi id­di­ala­rı­nın ger­çek­te bel­li bir ik­ti­dar for­mu­nu te­sis et­me ze­mi­ni üze­ri­ne düşünür. Dolayısıyla, onun
yük­sel­di­ği­ni sa­vu­nur. Bu­na gö­re Fo­uca­ult ta­rih­sel­leş­tir­di­ği bil­gi kav­ra­mı­nı güç ya söz konusu kavramı, bilginin
da ik­ti­dar dü­şün­ce­siy­le iliş­ki­len­di­rir. Bil­gi ile ik­ti­dar ara­sın­da sı­kı bir iliş­ki bu­lun­du­ her zaman belli bir iktidar ya
da güç ilişkileri şebekesinin
ğu­nu, ik­ti­da­rın iliş­ki­li bir bil­gi ala­nı­nın oluş­tu­rul­ma­sıy­la müm­kün kı­lın­dı­ğı­nı ile­ri göreli ve sorgulanabilir ifadesi
sü­ren Fo­uca­ult, nes­nel bir bil­gi ala­nı­nın var­lı­ğı­nı reddederken “ik­ti­dar iliş­ki­le­ri­ni olduğunu ortaya koyar.
var­sa­yıp oluş­tur­ma­yan bir bil­gi­nin ola­ma­ya­ca­ğı­nı” söy­ler.

FEL­SE­FE­NİN KO­NU­LA­RIY­LA ALT ALAN­LA­RI


Fel­se­fe­nin pek çok ko­nu­su var­dır. Hat­ta onun kap­sa­mı­na gir­me­yen bir şey ne­re­
dey­se yok gi­bi­dir. Ni­te­kim bu du­ru­mun bir so­nu­cu ola­rak gü­nü­müz­de fel­se­fe­nin,
tek­no­lo­ji fel­se­fe­si, çev­re fel­se­fe­si, spor fel­se­fe­si gi­bi ye­ni dal ya da alan­la­rı or­ta­ya
çık­mış­tır. Fel­se­fe­nin ko­nu­la­rı­nın çok çe­şit­li ol­ma­sı, in­san ha­ya­tı­nın kar­ma­şık­lı­ğı­
nın ve çağ­daş uy­gar­lı­ğın ulaş­tı­ğı dü­ze­yin bir so­nu­cu ol­mak du­ru­mun­da­dır. Fel­se­
fe­nin ko­nu­la­rı­nın ve do­la­yı­sıy­la dal­la­rı ya da alt alan­la­rı­nın çe­şit­li­li­ği, onun ay­nı
an­da bir­çok iş­le­vi ye­ri­ne ge­ti­ren bir di­sip­lin ol­ma­sı­na işa­ret eder. İn­san ha­ya­tın­da
ay­nı an­da bir­çok işi ger­çek­leş­ti­ren fel­se­fe­nin söz ko­nu­su çok iş­lev­li­li­ği­ne dik­kat
çe­ken­ler­den bi­ri de ün­lü çağ­daş dü­şü­nür Witt­gens­te­in ol­muş­tur. Hat­ta o, dik­kat
çek­mek­le kal­ma­mış, fel­se­fe­yi bu yüz­den bir alet ku­tu­su­na ben­zet­miş­tir. Tıp­kı
18 Felsefe

fark­lı alet­ler içe­ren bir alet ku­tu­su­nu bir­çok fark­lı iş­te kul­lan­ma­mız gi­bi, fel­se­fe
de ay­nı an­da bir­çok iş­le­vi ye­ri­ne ge­ti­rir. Onun en te­mel iş­lev­le­ri an­la­ma, an­lam­lı
kıl­ma ve açık­la­ma iş­lev­le­ri­dir. Bu­nun­la bir­lik­te, fel­se­fe­nin ye­gâ­ne iş­lev­le­ri bu teo­
rik iş­lev­ler­den iba­ret ol­ma­yıp o ken­di­si­ni ço­ğu za­man bir­ta­kım pra­tik iş­lev­ler­le
de gös­te­rir. Fel­se­fe, bü­tün bu iş­lev­le­ri ken­di alt dal­la­rın­da ha­ya­ta ge­çi­rip fark­lı
şe­kil­ler­de te­za­hür eder.
1. Gü­nü­mü­zün bil­gi ça­ğın­da, ha­ya­tı­mı­zın her anın­da, sü­rek­li bir şey­ler öğ­
re­ni­yo­ruz. Bil­dik ile­ti­şim araç­la­rıy­la, her yön­den ağır bir ma­lu­mat bom­
bar­dı­ma­nı al­tın­da tu­tu­lu­yo­ruz. İş­te bu­ra­da, “Bil­gi ne­dir?” di­ye sor­ma­mız
ge­rek­mez mi? Te­le­viz­yon­dan, ga­ze­te­den ve­ya bir in­ter­net si­te­sin­den öğ­ren­
di­ği­miz ma­lu­mat­la­rı bil­gi sa­ya­bi­lir mi­yiz? Çe­şit­li şe­kil­ler­de ak­ta­rı­lan, ço­ğu
za­man fark­lı ide­olo­ji­le­rin süz­ge­cin­den ge­çi­ri­le­rek ve do­ğal­lık­la tah­rif edi­le­
rek ve­ri­len ha­ber­le­ri ne öl­çü­de bil­gi ad­de­de­ce­ğiz? Ger­çek­ten de en sı­ra­dan
an­la­rı­mız­da bi­le ye­ni kav­ra­yış­lar ka­zan­dı­ğı­mız olur; böy­le­si du­rum­lar­da
ne­yi bi­lip ne­yi bil­me­di­ği­miz, ne­ye doğ­ru de­di­ği­miz ve ne­le­ri bi­lip ne­le­ri bi­
le­me­ye­ce­ği­miz üze­rin­de dü­şü­nü­rüz. Fark­lı bil­gi tür­le­ri ara­sın­da­ki ay­rı­lık­la­
rı ve or­tak nok­ta­la­rı öğ­ren­mek, bil­gi­mi­zin sı­nır­la­rı­nı be­lir­le­mek is­te­riz. İş­te
bu ko­nu­lar­da, bi­ze bil­gi fel­se­fe­si ya da epis­te­mo­lo­ji yar­dım eder.
2. Ay­nı şe­kil­de, he­pi­miz bir dil kul­la­nı­yo­ruz. Dü­şün­ce­le­ri­mi­zi bu dil ara­cı­
lı­ğıy­la dı­şa vur­du­ğu­muz gi­bi, ye­ni şey­le­ri yi­ne bu dil ara­cı­lı­ğıy­la öğ­re­ni­
yo­ruz. Bir­ço­ğu­muz şu ya da bu amaç­la, ana di­li­miz dı­şın­da bir dil da­ha
öğ­re­ni­yo­ruz. Ken­di­si­nin en bü­yük ba­şa­rı­la­rın­dan bi­ri olan dil­le bu ka­dar
ya­kın­dan iliş­ki­li olan in­sa­nın şu so­ru­la­rı sor­ma­sı ka­çı­nıl­maz­dır: Di­lin özü
ne­dir? İle­ti­şim ya da an­lam ak­ta­rı­mı na­sıl müm­kün­dür? An­lam ne­dir? Kaç
tür an­lam var­dır? Çe­şit­li dil­le­rin, ör­ne­ğin din di­li­nin, şi­ir di­li­nin, bi­lim di­li­
nin, ma­te­ma­tik di­li­nin, mi­mik­le­rin ya da bil­gi­sa­yar di­li­nin be­lir­le­yi­ci özel­
lik­le­ri ne­ler­dir? Dil­le bil­gi, dil­le sez­gi­sel kav­ra­yış ara­sın­da na­sıl bir iliş­ki
var­dır? Dil­le ger­çek­lik, kav­ram­la kav­ram­sal­laş­tı­rı­lan ara­sın­da na­sıl bir iliş­ki
bu­lu­nur? Dil han­gi amaç­lar­la ve na­sıl kul­la­nı­lır? Bu so­ru­la­rı­mı­za ya­nıt ve­
re­cek olan fel­se­fe da­lı, dil fel­se­fe­si­dir.
3. Ay­nı şey hiç kuş­ku yok ki bi­lim için de ge­çer­li­dir. He­men he­pi­miz, en azın­
dan bir mes­lek sa­hi­bi ol­mak için, bir bi­lim tah­sil edi­yo­ruz. He­pi­miz bi­li­min
top­lum kal­kın­ma­sı üze­rin­de­ki et­ki­si­ni açık­ça gö­rü­yo­ruz. Bi­lim ve tek­no­lo­
ji­ye sa­hip olan top­lum­la­rın bi­lim­sel bil­gi ve tek­no­lo­ji­yi ye­te­rin­ce üre­te­me­
yen top­lum­lar üze­rin­de ne ka­dar bü­yük bir he­ge­mon­ya kur­du­ğu­na her gün
ta­nık ol­mak­ta­yız. Ay­nı bi­lim­sel bil­gi­nin çağ­daş dün­ya­da, kül­tü­rel alan­da
fii­len ser­gi­le­di­ği ya­yıl­ma­cı­lı­ğın baş­ka bil­gi form­la­rı­nı na­sıl tah­rip et­ti­ği­ni
he­pi­miz açık­lık­la gö­rü­yo­ruz. Bun­lar, bi­lim üze­rin­de dü­şün­mek için ye­ter­li
ne­den­ler de­ğil mi­dir? Bi­li­min do­ğa­sı­na ve özel­lik­le de yön­tem­le­ri­ne, kav­
ram­la­rı­na, ön ka­bul­le­ri­ne ve bu ara­da, bi­li­min en­te­lek­tü­el di­sip­lin­le­rin ge­
nel şe­ma­sı için­de­ki ye­ri­ne iliş­kin araş­tır­ma­lar­dan mey­da­na ge­len, kı­sa­ca­sı
bi­li­mi ko­nu alan fel­se­fe di­sip­li­ni bi­lim fel­se­fe­si­dir.
4. Ne­yin ger­çek­ten var ol­du­ğu, var­lık ba­kı­mın­dan ne­yin ge­çi­ci, ne­yin ka­lı­cı ol­
du­ğu ko­nu­sun­da me­ra­ka düş­tü­ğü­müz ol­mu­yor mu? “Var­lık sa­de­ce mad­de
mi­dir yok­sa mad­de­ye ek ola­rak ruh da var mı­dır?” so­ru­su ka­dar te­mel bir
so­ru ola­bi­lir mi? Mad­dey­le zi­hin ara­sın­da­ki bir iliş­ki olup ol­ma­dı­ğı, ev­ren­de
bir ne­den­sel­li­ğin hü­küm sü­rüp sür­me­di­ği; sü­rü­yor­sa eğer, bu­nun öz­gür­lü­ğü­
mü­zü na­sıl et­ki­le­di­ği he­pi­mi­zi il­gi­len­di­ren so­ru­lar­dır. Var­lık­la il­gi­li bu tür­
den so­ru­lar­da yar­dı­mı­mı­za ko­şan fel­se­fe da­lı, me­ta­fi­zik ve zi­hin fel­se­fe­si­dir.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 19

5. Bu­nun­la bir­lik­te, fel­se­fe de­yin­ce esas ak­lı­mı­za ge­len fel­se­fe di­sip­li­ni, etik­tir.
Ken­di ki­şi­sel ha­ya­tın­da ah­la­ki doğ­ru­yu yan­lış­tan, iyi­yi kö­tü­den ayır­ma ça­
ba­sı içi­ne gir­me­miş in­san, ger­çek­ten de yok gi­bi­dir. He­pi­miz ah­la­ken yap­
ma­mız ge­re­ken şey ile yap­ma­ma­mız ge­re­ken şey ara­sın­da bir ay­rım yap­
mak is­te­riz. Ay­nı şe­kil­de, iyi ve mut­lu bir ha­ya­tın ne­den mey­da­na gel­di­ği­ni
me­rak eder, mut­lu­lu­ğa eriş­mek için ça­ba­la­rız. Ah­la­ki ha­yat­ta er­dem ve­ya
yü­küm­lü­lü­ğün mü, yok­sa mut­lu­lu­ğun mu ön­ce gel­di­ği­ni be­lir­le­mek için
ça­ba­la­dı­ğı­mız olur. Bir şe­kil­de “öte­ki­leş­tir­di­ği­miz” in­san­la­ra kar­şı yü­küm­
lü­lük­le­ri­mi­zin ne­ler ol­du­ğu üze­rin­de dü­şün­me­mi­zin in­san­lı­ğı­mı­zın en
be­lir­le­yi­ci un­su­ru ol­du­ğu­nu, he­pi­miz çok iyi bil­mek­te­yiz. İş­te ah­la­ki ha­
ya­tı­mız­la, yü­küm­lü­lük­le­ri­miz­le il­gi­li ola­rak ger­çek mut­lu­lu­ğun ne ol­du­ğu
ko­nu­sun­da bi­ze yar­dım ede­cek olan fel­se­fe di­sip­li­ni, etik­tir.
6. Bir top­lum için­de ya­şa­dı­ğı­mı­za ve baş­ka in­san­lar­la iliş­ki için­de bu­lun­du­ğu­
mu­za gö­re, ha­ya­tı­mı­zın ni­te­li­ğinin baş­ka­la­rı­nın dav­ra­nış­la­rın­dan et­ki­len­
me­si ka­çı­nıl­maz­dır. Ken­di­mi­zi ve kim­li­ği­mi­zi an­cak fark­lı ha­yat tarz­la­rı­na
say­gı­lı, hoş­gö­rü­sü ge­liş­miş, öz­gür­lük­çü bir top­lum­da ifa­de ede­bi­li­riz. Ge­le­
ce­ği­miz, için­de ya­şa­dı­ğı­mız top­lu­mun bi­ze sağ­la­dı­ğı eği­tim ve iş im­kân­la­rı­na
bağ­lı de­ğil mi­dir? Bel­li bir yö­ne­tim bi­çi­mi­nin oluş­tur­du­ğu te­mel üze­rin­de,
bi­rey­le­ri ba­rış ve iş­ bir­li­ği için­de ya­şa­yan bir top­lum açı­sın­dan bir­ta­kım ku­ral
ve ge­nel ya­sa­la­rın ge­rek­li ol­du­ğu­nu he­men he­pi­miz fark ede­riz. Bi­ze bu ko­
nu­da yar­dım eden fel­se­fe ise hu­kuk fel­se­fe­si ile si­ya­set fel­se­fe­si­dir. Söz ko­nu­su
fel­se­fe di­sip­lin­le­rin­den hu­kuk fel­se­fe­si, hu­ku­kun do­ğa­sıy­la ada­le­tin özü üze­
rin­de yo­ğun­la­şır. Bu­na kar­şın si­ya­set fel­se­fe­si fark­lı yö­ne­tim tarz­la­rı­nı ko­nu
edi­nip han­gi yö­ne­tim bi­çi­mi­nin di­ğer­le­rin­den da­ha iyi ol­du­ğu­nu araş­tı­rır.
Po­li­tik dü­ze­nin han­gi il­ke­ler üze­rin­de in­şa edil­me­si ge­rek­ti­ği­ni ele alır.
7. He­pi­mi­zin ama­cı, da­ha ni­te­lik­li bir ha­yat de­ğil mi­dir? Va­ro­lu­şu­mu­za an­
lam ve de­ğer ka­tan şey­le­rin ba­şın­da, gü­zel­lik ara­yı­şı gel­mez mi? Do­ğa­da­ki
gü­zel­lik ile sa­nat ala­nın­da­ki gü­zel­li­ğin bir­bi­rin­den na­sıl ay­rıl­dı­ğı­nı, es­te­tik
tu­tu­mun ken­di­ne öz­gü fark­lı­lık­la­rı­nın ne ol­du­ğu­nu, es­te­tik de­ğe­rin ku­ru­cu
özel­lik­le­ri­nin na­sıl ta­nım­la­na­bi­le­ce­ği­ni bil­mek is­te­riz. Sa­nat ese­ri­ni be­lir­le­
yen de­ğer­le­rin öz­nel mi yok­sa nes­nel mi; gö­re­li mi yok­sa mut­lak mı ol­du­ğu
ko­nu­su üze­rin­de sık­ça dur­du­ğu­muz bir tar­tış­ma ko­nu­su de­ğil mi­dir? Es­
te­tik nes­ne­le­rin de­ğiş­mez bir­ta­kım form­la­rı mı, bü­tün­lük­lü bir ha­ya­tı mı,
duy­gu­la­rı mı, yok­sa bel­li va­ro­luş im­kân­la­rı­nı mı ifa­de et­ti­ği ko­nu­su ka­dar
çok­ça tar­tı­şıl­mış bir ko­nu var mı­dır? İş­te bü­tün bu so­ru­la­rı ele alıp tar­tı­şan
fel­se­fe di­sip­li­ni, özel­lik­le gü­zel­lik ko­nu­su üze­rin­de yo­ğun­la­şan ve bu ara­da
sa­na­tın ma­hi­ye­ti üze­rin­de du­ran es­te­tik­tir.
8. Dü­şün­ce­miz bu sı­nır­lar­da kal­maz; ken­di­mi­zin ve için­de ya­şa­dı­ğı­mız top­
lu­mun sı­nır­la­rı­nı aş­ma­mız, ço­ğu za­man bir zo­run­lu­luk olur. Ha­ya­tı­mı­zı
şim­di ve bu­ra­da, mad­di olan­la an­lam­lan­dı­rıp te­mel­len­dir­me­miz söz ko­nu­
su ola­ma­ya­ca­ğı için, iş­te böy­le­si an­lar­da, bir bü­tün ola­rak ev­ren, bu dün­ya­
da­ki ya­şa­mı­mız, dün­ya­da­ki ha­yat­tan son­ra­sı, Tan­rı’nın va­ro­lu­şu üze­rin­de
dü­şün­dü­ğü­müz olur. Fel­se­fe­nin bi­ze bu ko­nu­lar­da yol gös­te­re­cek da­lı, din
fel­se­fe­si­dir.
Fel­se­fe­nin bir­bi­rin­den önem­li bu on da­lı­nı, eği­tim fel­se­fe­si, ta­rih fel­se­fe­si ve sos­ Felsefenin konuları, son
yal bi­lim fel­se­fe­si gi­bi son de­re­ce önem­li ba­zı fel­se­fe di­sip­lin­le­riy­le zen­gin­leş­tir­mek çözümlemede üç ana konuya
indirgenebilir. Bunlar da
ka­dar, as­lın­da var­lık, bil­gi ve de­ğer gi­bi üç ana alan ya da ko­nu baş­lı­ğı et­ra­fın­da sırasıyla varlık, bilgi ve
ye­ni­den or­ga­ni­ze et­mek de müm­kün­dür. Var­lı­ğı ko­nu edi­nen di­sip­lin­ler ara­sı­na değerdir.
me­ta­fi­zik ile zi­hin fel­se­fe­si gi­rer. Bil­gi ko­nu­sunu ele alan tek di­sip­lin epis­te­mo­lo­ji
20 Felsefe

de­ğil­dir. Çün­kü bi­lim de, is­ter do­ğa bi­lim­le­ri is­ter be­şe­ri bi­lim­ler ola­rak alın­sın,
son çö­züm­le­me­de, bel­li özel­lik­le­ri olan bir bil­gi bü­tü­nü­nü ta­nım­lar; öte yan­dan,
dil fel­se­fe­si de bil­gi­yi ile­ten, dü­şün­ce­le­ri so­mut­laş­tı­ran di­lin ken­di­si ve dil­sel araç­
lar üze­rin­de yo­ğun­la­şır. Bu yüz­den, epis­te­mo­lo­ji­nin ken­di­siy­le bi­lim fel­se­fe­le­ri­ni
ve dil fel­se­fe­si­ni, ko­nu­la­rı her ne ka­dar ay­rı ol­sa da bir­lik­te dü­şün­mek müm­kün
ola­bi­lir. Ay­nı şe­kil­de etik, si­ya­set fel­se­fe­si, es­te­tik, hu­kuk fel­se­fe­si ve din fel­se­fe­si
de bu­ra­da­ki amaç­la­rı­mız açı­sın­dan bir­lik­te ele alı­na­bi­lir. Zi­ra bu di­sip­lin­le­rin ko­
nu­la­rı ne ka­dar fark­lı olur­sa ol­sun, on­lar de­ğer or­tak pay­da­sın­da bir­le­şir­ler. Ör­
ne­ğin etik, “olan”la uğ­raş­maz; onun işi, in­san dav­ra­nı­şı­nı be­tim­le­mek ve­ya açık­la­
mak de­ğil­dir. Bu, psi­ko­lo­ji bi­li­mi­nin işi­dir; etik, bu­nun ye­ri­ne “ol­ma­sı ge­re­ken”le
uğ­ra­şır, in­sa­nın ah­la­ki yü­küm­lü­lük­le­ri­ni ele alır.
Ay­nı du­rum si­ya­set fel­se­fe­si için de ge­çer­li­dir; o, si­ya­sal par­ti­le­ri ele al­maz,
po­li­tik dü­ze­ni çö­züm­le­mez; ör­ne­ğin bi­rey dev­let iliş­ki­le­ri­nin şu ya da bu ül­ke­de
na­sıl ol­du­ğu­nu araş­tır­maz. Bu­nu ya­pa­cak olan en­te­lek­tü­el di­sip­lin, si­ya­set bi­li­mi­
dir. Oy­sa si­ya­set fel­se­fe­siy­le hu­kuk fel­se­fe­si “nor­ma­tif ” di­sip­lin­ler­dir. Bu yüz­den,
si­ya­set fel­se­fe­si “norm­lar”la, “ol­ma­sı ge­re­ken”le meş­gul olur, ide­al po­li­tik dü­ze­nin
na­sıl ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni ele alır, en iyi yö­ne­ti­min te­mel öğe­le­ri­ni araş­tı­rır. Ay­nı
du­rum hu­kuk fel­se­fe­si için de ge­çer­li­dir; çün­kü o, ada­let dü­şün­ce­si üze­rin­de yo­
ğun­la­şır. Bu­nun, ay­nı şe­kil­de de­ğer­le il­gi­li olan din fel­se­fe­si için de ge­çer­li ol­du­ğu
açık ol­ma­lı­dır. Bir Tan­rı’nın var­lı­ğı ya da yok­lu­ğu, in­sa­nın ve dün­ya­nın de­ğer ya­
pı­sı­nı doğ­ru­dan et­ki­ler. Bu­nu en açık gö­ren ki­şi­nin, “Tan­rı yok­sa eğer, her şe­ye
izin var­dır” di­yen ün­lü Rus ro­man­cı­sı ve dü­şü­nü­rü Dos­to­yevs­ki ol­du­ğu­nu her­kes
bi­lir. Ger­çek­ten de Tan­rı yok­sa eğer, ma­ne­vi ha­yat, im­kâ­nı­nı ve­ya önem­li bir da­
ya­na­ğı­nı yi­ti­rir. Bu du­rum­da, ona ka­ba güç ve çı­kar iliş­ki­le­ri ege­men ola­ca­ğı için,
dün­ya­da ada­le­te, doğ­ru­lu­ğa ve iyi­li­ğe yer aç­mak, en azın­dan pek ko­lay ol­maz.

FEL­SE­FE­NİN DE­ĞE­Rİ
Mo­dern dün­ya­da bir şe­ye de­ğer biç­me­nin en önem­li yo­lu, şöy­le ya da böy­le onun
so­mut ya­ra­rı­nı be­lir­le­mek ya da ölç­mek­ten ge­çer. İş­te bu nok­ta­da “fel­se­fe” söz­
cü­ğü­nü işi­ten pek çok in­sa­nın ilk tep­ki­si­nin, bi­raz da alay­cı bir dil­le, onun hiç­bir
işe ya­ra­ma­dı­ğı­nı di­le ge­tir­mek­ten mey­da­na gel­di­ği söy­le­ne­bi­lir. Bu, gü­nü­müz­de
fel­se­fey­le il­gi­li ola­rak çok sık rast­la­nan bir baş­ka ya­nıl­gı ve­ya ön­ yar­gı­dır. Zi­ra
fel­se­fe­nin ya­ra­rı, doğ­ru­dan ol­ma­yıp ol­sa ol­sa do­lay­lı ola­bi­lir. Fel­se­fe­den mad­di
de­ğer­le­rin ve zen­gin­lik­le­rin mey­da­na ge­ti­ril­me­si­ne doğ­ru­dan kat­kı­da bu­lun­ma­
sı, el­bet­te bek­le­ne­mez. Üs­te­lik mad­di zen­gin­lik ve re­fa­hın in­sa­nın de­ğer ver­di­ği
ye­gâ­ne şey ol­ma­dı­ğı­nı da unut­ma­mak ge­re­kir. Ger­çek­te, in­san­lar re­fa­hı ve mad­di
de­ğer­le­ri, bi­za­ti­hi ken­di­le­ri için de­ğil de mut­lu­lu­ğa gö­tü­ren yol­da, bi­rer araç ol­
duk­la­rı için is­ter­ler.

Fel­se­fe­nin Bi­rey­sel Dü­zey­de­ki Kat­kı­la­rı


Bu bağ­lam­da, fel­se­fe de mut­lu­luk ama­cı için bir araç ola­bi­lir. Ni­te­kim her in­san
mad­di zen­gin­lik­le­re sa­hip ol­mak­tan haz duy­maz. Ba­zı in­san­lar, te­fek­kür­de bu­lun­
mak­tan, ya­ni de­rin dü­şün­mek­ten, in­san ya­şa­mı­nın an­la­mı­nı araş­tır­mak­tan haz
alır. Bu haz­za ya­ban­cı olan in­san­lar bi­le, onun ni­te­lik yö­nün­den ol­duk­ça zen­gin bir
ya­şan­tı ol­du­ğu­nu ka­bul eder­ler. De­mek ki fel­se­fe her şey­den ön­ce in­sa­na en­te­lek­
tü­el bir ke­yif, ma­ne­vi bir haz ve­rir. İn­sa­nın sa­de­ce bir vü­cut­tan iba­ret ol­ma­dı­ğı­nı,
onun ay­nı za­man­da ma­ne­vi bir var­lık ol­du­ğu­nu dik­ka­te alır­sak, bu du­rum da­ha
açık ha­le ge­lir. İn­san, ama­cı­na sa­de­ce mad­di ih­ti­yaç­la­rı­nı kar­şı­la­ya­rak ula­şa­maz;
onun ma­ne­vi ih­ti­yaç­la­rı­nı da tat­min et­me­si ge­re­kir. İn­sa­nın ma­ne­vi ih­ti­yaç­la­rı­nın
1. Ünite - Felsefe Nedir? 21

en ba­şın­da ise me­ra­kı­nı gi­der­me, öğ­ren­me, ev­re­ni ve ken­di­si­ni an­la­ma, şu dün­ya­


da ge­çen ya­şa­mı­nı an­lam­lan­dır­ma is­te­ği var­dır. Bu is­te­ği de bü­yük öl­çü­de fel­se­fe
kar­şı­la­ya­bi­lir.
Ger­çek­ten de fel­se­fe, in­sa­nın ku­şa­tı­cı bir bil­gi ve­ya kap­sa­yı­cı bir kav­ra­yı­şa
ulaş­ma ta­le­bi­ne ce­vap ve­re­bi­len ye­gâ­ne di­sip­lin ol­mak du­ru­mun­da­dır. Ha­ya­tı­
nın akı­şı için­de ken­di öz kay­nak­la­rı dı­şın­da baş­ka yer­ler­den ço­ğu za­man ilin­ti­siz
inanç ve bil­gi­ler, ter­cih ve ey­lem tarz­la­rı edi­nen in­san, var­lı­ğı ha­yat, dün­ya ve
top­lum kar­şı­sın­da bel­li bir ta­vır ge­liş­tir­mek, bu tav­rı ya­şa­mı­nın te­me­li­ne yer­leş­
tir­mek için söz ko­nu­su da­ğı­nık ma­ter­ya­li tu­tar­lı bir ya­pı için­de sis­te­ma­ti­ze et­me
ih­ti­ya­cı du­yar. Bu­nu ise, söz ko­nu­su ma­ter­ya­lin un­sur­la­rı üze­ri­ne ge­liş­ti­ri­le­bi­le­
cek eleş­ti­rel ve sor­gu­la­yı­cı dü­şü­nüm ile an­cak fel­se­fe sağ­la­ya­bi­lir.
Fel­se­fe, çok da­ha önem­li­si, bi­ze ken­di­mi­zi ta­nı­ma im­kâ­nı sağ­lar. Bu ge­nel doğ­
ru­yu da ilk ola­rak ve en iyi an­tik Yu­nan­lı­lar gös­ter­miş­tir. As­lın­da he­men her kül­
tür­de bu­lu­nan “Ken­di­ni ta­nı!” sö­zü­nü en er­ken kul­la­nan ka­vim olan Yu­nan­lı­lar,
bu sö­zü ta­pı­nak­la­rı­nın ka­pı­sı­na yaz­mış­lar­dı. Ger­çek­ten de in­san, ne ve kim ol­
du­ğu­nu an­cak fel­se­fe­den ve­ya fel­se­fe yar­dı­mıy­la öğ­re­ne­bi­lir. Bi­zim salt bir et ve
ke­mik yı­ğı­nı ol­ma­yıp ay­nı za­man­da bir ruh var­lı­ğı ol­du­ğu­mu­zu, bi­ze en iyi fel­se­fe
gös­te­re­bi­lir. Dün­ya­ya sa­de­ce so­luk alıp ver­mek ve­ya salt ke­yif al­mak için de­ğil bi­
raz da do­ğa­ya ve baş­ka­la­rı­na olan ödev­le­ri­mi­zi ye­ri­ne ge­tir­mek için gel­di­ği­mi­zi
fel­se­fe­den öğ­re­ne­bi­li­riz. Zi­ra fel­se­fe, her şey­den ön­ce, in­san ola­rak varolu­şu­mu­
zun an­la­mıy­la il­gi­li ba­zı te­mel so­ru­la­rı ele alır. İçi­miz­den her bi­ri­nin bu te­mel,
bü­yük fel­se­fi so­ru­lar üze­rin­de dü­şün­me­sin­de, varolu­şu­mu­zu an­lam­lan­dır­mak
ba­kı­mın­dan bü­yük ya­rar var­dır. Ni­te­kim Sok­ra­tes, “in­ce­len­me­miş, sor­gu­ya çe­kil­
me­miş bir ha­ya­tın ya­şan­ma­ya de­ğer ol­ma­dı­ğı­nı” söy­le­miş­tir. De­mek ki fel­se­fe­ye
il­ke­li bir ha­yat sü­re­bil­mek için ge­rek du­ya­rız. Çün­kü in­san, hay­van­lar­dan fark­lı
ola­rak akıl­lı bir var­lık­tır; bu özel­li­ği do­la­yı­sıy­la, ha­ya­tı­nı bir­ta­kım il­ke­le­re da­yan­
dı­rır. İl­ke­siz bir ha­yat, hat­ta il­ke­le­ri sor­gu­lan­ma­mış bir varoluş, sı­ra­dan ve te­mel­
siz bir varoluş­tur; ha­ya­tı­mı­zın böy­le il­ke­siz bir varolu­şa dö­nüş­me­me­si için fel­se­
fe­ye ih­ti­ya­cı­mız var­dır.
Fel­se­fe, yi­ne bi­rey­sel ola­rak bu dün­ya­da­ki kı­sa­cık ha­ya­tı­mız­da bi­ze ne­yin bi­
zim eli­miz­de olup ne­yin ol­ma­dı­ğı­nı gös­te­rir. Sa­de­ce Sok­ra­tes de­ğil, yir­min­ci yüz­yı­lın
önem­li dü­şü­nür­le­rin­den Je­an-Pa­ul Sar­tre (1905-1980) da, ol­gu­sal ko­şul­la­rı­mı­zı de­
ğiş­tir­me­nin bi­zim eli­miz­de ol­ma­dı­ğı­nı söy­le­mek­tey­di. Ya­ni, bu dün­ya­ya gel­miş­sek
eğer, gel­me­miş ol­mak eli­miz­de de­ğil­dir. Ana­mı­zı ba­ba­mı­zı, doğ­du­ğu­muz coğ­raf­ya­
yı, men­su­bu ol­du­ğu­muz di­ni, üye­si bu­lun­du­ğu­muz mil­let ya da et­nik gru­bu seç­mek
eli­miz­de ol­ma­dı. Bo­yu­mu­zu, cin­si­ye­ti­mi­zi, baş­ka­ca bi­yo­lo­jik özel­lik­le­ri­mi­zi seç­mek
de eli­miz­de de­ğil­di. Bü­tün bun­lar biz in­san­lar için ve­ri­li olan, de­ğiş­tir­me­nin müm­
kün ol­ma­dı­ğı şey­ler­dir. Ama ka­rak­te­ri­mi­zi ve in­san­lı­ğı­mı­zı ge­liş­tir­mek, da­ha iyi ve
da­ha er­dem­li in­san ol­mak için ça­lış­mak, bi­zim eli­miz­de olan bir şey­dir. Sar­tre bu
yüz­den “İn­san ken­di­sin­den ne ya­ra­tır­sa on­dan iba­ret­tir” di­yor­du.
Fel­se­fe­ye ha­ya­tın akı­şı için­de kar­şı­laş­tı­ğı­mız so­run­la­rın üs­te­sin­de gel­mek için
ih­ti­yaç du­ya­rız; on­dan, bi­zi zor­la­ya­bi­le­cek çe­şit­li olay­lar kar­şı­sın­da dik du­ruş ser­
gi­le­ye­bil­mek için des­tek alı­rız. İs­viç­re­li psi­ko­log ve dü­şü­nür Carl Gus­tav Jung’un
(1875-1961) da söy­le­di­ği üze­re, “Ha­ya­tın akın­tı­la­rın­da yü­zen hiç kim­se dert­siz kal­
maz.” Fel­se­fe kay­gı­la­rı­mı­zı ha­fif­let­me­mi­zi, dert­le­ri­mi­zi aş­ma­mı­zı, bu dün­ya­da­ki
ha­ya­tı­mız sı­ra­sın­da yo­lu­mu­zu kay­bet­me­me­mi­zi sağ­la­yan en önem­li araç­tır. Fel­se­
fe­nin yo­lu­mu­zu bul­ma­mı­zı sağ­la­yan en önem­li araç ol­du­ğu­nu göz­ler önü­ne ser­
mek üze­re, Witt­gens­te­in, meş­hur ben­zet­me­le­rin­den bi­rin­de, in­sa­nın bu dün­ya­da­ki
du­ru­mu­nu bir şi­şe için­de­ki si­ne­ğin du­ru­mu­na ben­zet­miş­tir. Witt­gens­te­in’a gö­re,
22 Felsefe

şi­şe­nin içi­ne sı­kış­mış olan si­nek şi­şe­den dı­şa­rı çık­mak is­ter fa­kat bu­nu na­sıl ba­
şa­ra­bi­le­ce­ği­ni bil­mez. Fel­se­fe­nin esas gö­re­vi, si­ne­ğe şi­şe­den na­sıl çı­ka­ca­ğı­nı gös­
ter­mek­tir. Onun bu ben­zet­me­si­ne gö­re, biz in­san var­lık­la­rı bu dün­ya­da­ki ha­ya­tı­
mız sı­ra­sın­da, za­man za­man ken­di­mi­zi ka­pa­na kıs­tı­rıl­mış his­se­der ve yo­lu­mu­zu
bul­mak­ta güç­lük çe­ke­riz. İş­te fel­se­fe, biz in­san var­lık­la­rı­nın ka­pa­na kıs­tı­rıl­mış­lık
duy­gu­sun­dan kur­tul­ma­mı­zı sağ­lar, yö­nü­mü­zü bul­ma­mı­za yar­dım eder.
Fel­se­fe, yi­ne ay­nı doğ­rul­tu­da ka­fa ve kav­ram ka­rı­şık­lı­ğı­mı­zı gi­der­me­ye ya­rar.
Çün­kü gü­nü­müz­de pek çok in­san bir­ta­kım zi­hin­sel ka­rı­şık­lık­lar yü­zün­den dert­ler
ve kay­gı­lar için­de kıv­ra­nıp du­rur. Ger­çek­ten de in­san­lar son za­man­lar­da gi­de­rek
ar­tan bir sık­lık­la im­ti­yaz­la­rı hak­lar­la, ta­raf­sız­lı­ğı öz­nel­lik­le, is­te­me­yi ih­ti­yaç duy­
mak­la, fi­ya­tı de­ğer­le, zen­gin­li­ği ba­şa­rıy­la ka­rış­tır­mak­ta­dır. İş­te bu ka­fa ka­rı­şık­lı­ğı­nı
gi­de­re­cek, kav­ram­sal açık­lı­ğı sağ­la­ya­cak olan şey, fel­se­fe­dir. Çün­kü fel­se­fe, in­sa­na
bir­çok ko­nu­da doğ­ru ve açık se­çik dü­şü­ne­bil­me­yi öğ­re­tir. Fel­se­fi dü­şün­ce­nin yön­
tem­le­ri, in­sa­na he­men her ko­nu­da akıl yü­rü­te­bil­me­si için ge­rek­li te­mel­le­ri ha­zır­lar.
Böy­le bir dü­şün­ce tü­rü, in­sa­nın bir prob­le­me bir­çok yön­den ba­ka­bil­me­si­ni, so­run­
la­ra ön yar­gı­sız yak­la­şa­bil­me­si­ni sağ­lar; o, in­sa­nın hiç­bir şe­yi mut­lak­laş­tır­ma­yıp her
şe­yi eleş­ti­ri süz­ge­cin­den ge­çi­re­bil­me­si­ni te­min eder. Bü­tün bun­lar bir ara­ya ge­ti­ril­
di­ğin­de, fel­se­fe­nin in­sa­nın öz­gür­leş­me­si­ne kat­kı yap­tı­ğı ra­hat­lık­la söy­le­ne­bi­lir.

Te­me­lin­de in­sa­nın dün­ya­yı an­lam­lan­dır­ma ça­ba­sı­nın bu­lun­du­ğu fel­se­fe­nin, zi­hin­


3 sel bir açık­lık te­min et­ti­ği­ni, ka­fa ka­rı­şık­lı­ğı­nı gi­der­di­ği­ni, bi­ze ku­şa­tı­cı bir kav­ra­yı­
şa eriş­me im­kâ­nı sağ­la­dı­ğı­nı, ken­di­mi­zi ta­nı­ma im­kâ­nı te­min et­ti­ği­ni, vb. kı­sa­ca­sı
bi­zi en­te­lek­tü­el yön­den öz­gür­leş­tir­di­ği­ni söy­le­dik. İn­sa­nın zi­hin­sel yön­den öz­gür­
leş­me­si ne an­la­ma ge­lir?

Fel­se­fe­nin Top­lum­sal Dü­zey­de­ki Kat­kı­la­rı


Bi­rey­sel düz­lem­de, in­sa­nı alış­kan­lık­la­rın cen­de­re­sin­den kur­tar­mak su­re­tiy­le öz­
gür­leş­ti­ren fel­se­fe ge­nel bir düz­lem­de ve­ya top­lum­sal plat­form­da da çok önem­li
hiz­met­ler sağ­lar. Ön­ce­lik­le li­be­ra­lizm, mu­ha­fa­za­kâr­lık, sos­ya­lizm ben­ze­ri bü­tün
mo­dern ide­olo­ji­le­rin kay­na­ğın­da fel­se­fe­nin bu­lun­du­ğu­nu söy­le­ye­bi­li­riz. Baş­ka bir
de­yiş­le, söz ko­nu­su ide­olo­ji ve­ya si­ya­set fel­se­fe­le­ri­ni oluş­tu­rup for­mü­le eden­ler
çağ­la­rı­nı doğ­ru oku­yan fi­lo­zof­lar ol­muş­tur. Öte yan­dan gü­nü­müz­de, ki­mi ek­sik­
le­ri­ne kar­şın, de­mok­ra­si­nin en iyi yö­ne­tim bi­çi­mi ol­du­ğu he­men her­kes­çe ka­bul
edil­mek­te­dir. Fel­se­fe, iş­te bir yö­ne­tim bi­çi­mi ola­rak de­mok­ra­si­nin ge­liş­me­si­ne ve
iş­le­yi­şi­ne önem­li kat­kı­lar ya­par. Zi­ra de­mok­ra­si, in­san­lar eleş­ti­rel bir ba­kış açı­sı­na
sa­hip ol­duk­la­rı za­man iş­ler. De­mok­ra­si kül­tü­rü, in­san­lara olan bi­te­ni fark­lı yön­
ler­den gö­re­bil­me­yi, ken­di­le­ri­ni ve baş­ka­la­rı­nı sor­gu­la­ya­bil­me­yi öğ­ren­dik­le­rin­de
yer­le­şir; de­mok­ra­si an­cak, in­san­lar bağ­naz ol­ma­yıp ön yar­gı­sız ve hoş­gö­rü­lü ola­
bil­dik­le­ri za­man yü­rür. Öte­ki­ni de bir de­ğe­re, en azın­dan eşit say­gı ve mu­ame­le­yi
hak eden bir ah­la­ki de­ğe­re sa­hip bir var­lık ola­rak gö­re­bil­me­yi, sa­de­ce fel­se­fi bir
ba­kış öğ­re­te­bi­lir. İn­san­la­ra bu te­mel alış­kan­lık­la­rı ve er­dem­le­ri ka­zan­dı­ra­cak olan
şey de yal­nız­ca fel­se­fe­dir, fel­se­fi bir ba­kış açı­sı­dır.
Ger­çek­ten de fel­se­fe­ye fark­lı­lık­la­ra say­gı gös­ter­mek, baş­ka­la­rıy­la bir­lik­te ya­şa­ma­
nın as­ga­ri ko­şul­la­rı­nı te­min et­mek için ih­ti­yaç du­ya­rız. Bu açı­dan özel­lik­le ih­ti­yaç
duy­du­ğu­muz fel­se­fe, in­san­lar ara­sın­da­ki ça­tış­ma­la­rın bin­ler­ce yıl­dan be­ri sü­rüp
git­ti­ği­ni ve in­sa­nın ol­du­ğu her yer­de bu ça­tış­ma­la­ra rast­la­na­bi­le­ce­ği­ni gös­te­rir. Fel­
se­fe da­ha­sı, in­san­lar ara­sın­da­ki ça­tış­ma­la­rın yük­sek uçan bir uçak­tan atı­la­cak hak­
ka­ni­yet, ada­let, baş­ka­la­rı­nın dü­şün­ce­le­ri­ne ve hak­la­rı­na say­gı ben­ze­ri ev­ren­sel etik
il­ke­le­rin uy­gu­lan­ma­sı su­re­tiy­le çö­zü­me ka­vuş­tu­ru­la­bi­le­ce­ği­ni gös­te­rir.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 23

Yi­ne an­cak fel­se­fe, in­san­lar ara­sın­da­ki ça­tış­ma­nın esas ne­de­ni­nin, bi­re­yin


kim­li­ği­ni, fi­kir­le­ri­ni ve ken­di­ni ifa­de et­me tar­zı­nı fe­da et­me­sin­den kay­nak­lan­dı­
ğı­nı gös­te­rir. Bu fe­da edi­şin ne­de­ni, ço­ğu za­man grup ya da top­lu­luk­la öz­deş­leş­
me is­te­ği­dir. Ger­çek­ten de in­san­lar ken­di­le­ri­ne gü­ven­lik ve ra­hat­lık te­min et­mek
adı­na, bi­rey­sel kim­lik­le­ri­ni unu­tup ko­lek­tif bir kim­li­ğe bağ­la­nır­lar. Bir gru­ba, ce­
maa­te ya da bir ide­olo­ji­ye sı­ğı­nır­lar; “Ali”, “Ve­li”, “Hans”, “Ge­or­ge” ya da “mü­te­va­zı
bir in­san” ol­mak­tan ön­ce, “fe­mi­nist”, “Hris­ti­yan”, “Ame­ri­ka­lı”, “mil­li­yet­çi”, “sos­ya­
list”, vb. ol­ma­yı ter­cih eder­ler. Bi­rey­sel kim­li­ği­mi­zi grup kim­li­ği­miz­le de­ğiş­tir­di­
ği­miz za­man dü­şün­ce, inanç ve dav­ra­nış öz­gür­lü­ğü­mü­zün önem­li bir bö­lü­mün­
den vaz­ge­çe­riz. Top­lu­lu­ğun dü­şün­ce ve inanç bir­li­ğiy­le dav­ra­nış­ta ahenk ta­le­bi­ni
be­nim­se­riz. Grup bi­zi içi­ne alır, bi­ze ko­lek­tif bir kim­lik sağ­lar; ai­di­yet dür­tü­mü­ze
ses­le­nir­ken bi­zi ken­di­mi­zi ara­ma der­din­den kur­ta­rır. Ay­nı top­lu­luk ken­di­mi­zi ih­
ti­yaç du­yu­lan bi­ri ola­rak gör­me­mi­zi sağ­lar­ken bi­ze gü­ven­lik ve ya­şa­ma ra­hat­lı­ğı
te­min eder. Ama bu­nu yap­tı­ğı­mız za­man, ait ol­du­ğu­muz grup ya da top­lu­lu­ğu
in­san­lı­ğın mer­ke­zi ola­rak gör­me­ye baş­la­rız. Bu gru­ba dâ­hil ol­ma­yan­la­rı, fark­lı
dü­şü­nen­le­ri ken­di­mi­ze düş­man ola­rak gör­me du­ru­mu­na ge­li­riz. Çün­kü dün­ya­yı
“biz” ve “on­lar”, ya­ni ken­di­miz ve di­ğer­le­ri, ina­nan­lar ve kâ­fir­ler, va­tan­se­ver­ler ve
sa­tıl­mış­lar ola­rak iki­ye ayır­mı­şız­dır. “Biz”in “on­lar”dan her za­man ve her yer­de
üs­tün ol­du­ğu­nu söy­le­me­ye ge­rek yok­tur. Bu­nun ger­çek­te böy­le ol­ma­dı­ğı­nı, bi­ze
sa­de­ce fel­se­fi bir tu­tum gös­te­re­bi­lir.
Fark­lı­lık­la­ra an­la­yış­la ve hoş­gö­rüy­le bak­mak­la ye­tin­me­yip on­la­rın top­lum­sal
ge­liş­me ve iler­le­me için ge­rek­li ol­du­ğu­nu da an­cak fel­se­fe göz­ler önü­ne se­re­bi­lir.
He­le bir dü­şü­ne­lim: Her­kes dün­ya­nın düz ve ha­re­ket­siz ol­du­ğu­nu dü­şün­me­ye
de­vam et­sey­di, bu­gün dün­ya­nın ev­re­nin mer­ke­zin­de, düz bir tep­si şek­lin­de ha­re­
ket­siz dur­du­ğu­na ina­nı­yor olur­duk. İyi ki gü­nün bi­rin­de bi­ri kal­kıp da dün­ya­nın
yu­var­lak ol­du­ğu­nu ve gü­ne­şin et­ra­fın­da dön­dü­ğü­nü, ölü­mü gö­ze ala­rak söy­le­
ye­bil­me ce­sa­re­ti bul­du. Geç­miş­te sap­kın ad­de­di­len, ka­bu­lü im­kân­sız gö­rü­len ve
do­la­yı­sıy­la ya­sak­la­nan ne ka­dar çok fik­rin, gü­nü­mü­zün en sı­ra­dan doğ­ru­la­rı ha­
li­ne gel­miş ol­du­ğu­nu aca­ba hiç dü­şün­dük mü? Tı­pa­tıp ay­nı dü­şü­nen, ay­nı şe­kil­de
ya­şa­yan, ay­nı şey­le­re ina­nan atom ya da klon­lar­dan olu­şan bir top­lu­mun ge­li­şip
iler­le­ye­bil­me­si müm­kün ola­bi­lir mi aca­ba? İn­san­la­ra bir­bir­le­riy­le ba­rış için­de ge­
çin­me­yi öğ­re­te­bi­le­cek; on­la­rın fark­lı­lık­la­rı­nı, ça­tış­ma­la­rı­nın de­ğil de iş­ bir­lik­le­
ri­nin te­me­li yap­tık­la­rı za­man çok da­ha mut­lu ve mü­ref­feh ya­şa­ya­bi­le­cek­le­ri­ni,
fel­se­fe dı­şın­da gös­te­re­bi­le­cek bir şey var mı­dır? Ger­çe­ği öğ­ren­me hak­kı­na sa­hip
ol­du­ğu­mu­zu, ha­ki­ka­ti öğ­ren­me­nin da­ha iyi ol­du­ğu­nu bi­ze gös­te­ren fel­se­fe de­ğil
mi­dir? Unu­tul­ma­ma­lı­dır ki dü­şün­me, tar­tış­ma, fi­kir­le­ri­mi­zi ifa­de et­me öz­gür­lü­
ğü­müz ol­ma­dı­ğı sü­re­ce, ne ger­çe­ğe ula­şa­bi­lir ne de ha­ki­ka­ti bi­le­bi­li­riz. Zi­ra ger­
çek­ler öz­gür­ce çar­pı­şan fark­lı dü­şün­ce­ler­den do­ğar. Ak­si tak­dir­de ge­ri­ye ka­lan tek
al­ter­na­tif, ha­ta­la­rın ve yan­lış­la­rın bi­ze zor­la ka­bul et­ti­ril­me­si­ne bo­yun eğ­mek olur.
Bu­nu bi­ze gös­te­ren de fel­se­fe­dir, fel­se­fe­ci­ler­dir. Ba­rış ve de­mok­ra­si­ye yap­tı­ğı söz
ko­nu­su kat­kı bir ya­na, as­lın­da fel­se­fe, bü­yük çağ­daş dü­şü­nür­ler­den Al­fred North
Whi­te­he­ad’in (1861-1947) de söy­le­di­ği gi­bi, “her tür­lü me­de­ni ça­ba­nın ge­ri­sin­de
bu­lun­ma­sı ge­re­ken kav­ra­yış ve ba­si­re­ti, de­ğer ve önem duy­gu­su­nu ya­ra­tan” en
önem­li güç ol­mak du­ru­mun­da­dır.
24 Felsefe

Özet
Fel­se­fe­nin bil­ge­lik­le olan iliş­ki­si­ni açıklamak. Fel­se­fe­nin bi­lim, din ve sa­nat gi­bi di­sip­lin­ler­le
1
Fel­se­fe, eti­mo­lo­jik kö­ke­ni ya da söz­cük an­la­mıy­la 3 olan or­tak­lı­ğı­nı ve fark­lı­lık­la­rı­nı ayırt etmek.
“bil­ge­lik sev­gi­si”, “bil­ge­lik ara­yı­şı” an­la­mı­na ge­ İn­san, di­ğer bü­tün can­lı­lar­dan ay­nı za­man­da
lir. Fel­se­fe­nin ara­dı­ğı bil­ge­lik çok şey bil­me, ma­ ruh­sal bir var­lık ol­ma­sıy­la fark­lı­lık gös­te­rir. Bu
lu­mat­fu­ruş ol­ma an­la­mı­na gel­me­di­ği gi­bi, bil­ge özel­li­ği do­la­yı­sıy­la o, sa­de­ce gö­rü­nüş­le­ri al­gı­la­
ki­şi de do­ğal­lık­la “bil­gi­li ki­şi” an­la­mı­na gel­mez. mak­la ye­tin­me­yip gö­rü­nüş­le­rin öte­si­ne ge­çe­rek
Bil­ge ki­şi, te­fek­kür için­de olan, olup bi­ten­le­rin dün­ya­yı an­la­ma­ya ve an­lam­lan­dır­ma­ya ça­lı­şır.
ge­ri­sin­de­ki ger­çek ne­den­le­ri bul­ma­ya ça­lı­şan, İn­san bu an­la­ma ve an­lam­lan­dır­ma et­kin­li­ği­ni
ha­ya­tı doğ­ru kav­ra­yan, he­men her şey üze­ri­ne bi­lim, din, fel­se­fe ve sa­nat üze­rin­den ger­çek­leş­ti­
ku­şa­tı­cı bir kav­ra­yış ge­liş­tir­miş, dü­şün­sel bir rir. De­mek ki bu dört di­sip­lin ara­sın­da­ki or­tak­
açık­lı­ğa ve zi­hin­sel ol­gun­lu­ğa sa­hip kim­se ol­mak lık, hep­si­nin de dün­ya­yı an­lam­lan­dır­ma ça­ba­sı
du­ru­mun­da­dır. O, da­ha­sı sa­hip ol­du­ğu en­te­lek­ ser­gi­le­me­le­ri­dir. Fa­kat on­lar, in­sa­nın ruh­sal var­
tü­el kav­ra­yış ve zi­hin­sel ol­gun­lu­ğu ey­lem­le­ri­ne lı­ğı­nın fark­lı yön­le­ri­ne da­ya­nır­lar. Ör­ne­ğin din
ve ha­ya­tı­na yan­sıt­mış kâ­mil bir in­san­dır. in­sa­nın inan­ma is­te­mi­ne, sa­nat ha­yal gü­cü­ne,
bi­lim ve fel­se­fe ise ak­lı­na da­ya­nır. Bi­lim ile fel­
Fel­se­fe­nin ve­ya onun bi­li­nen ve yay­gın ka­bul gö­ se­fe arasındaki farklılık bi­lim­sel doğ­ru­la­rın nes­
2 ren şek­li ola­rak Ba­tı fel­se­fe­si­nin do­ğu­şu­nun an­cak nel olup ka­nıt­la­ma ve is­pa­ta da­yan­dık­la­rı yer­de,
mut­hos­tan lo­go­sa ge­çiş yo­luy­la ola­bi­le­ce­ği­ni açık­ fel­se­fi dü­şün­ce ve id­di­ala­rın bü­yük öl­çü­de öz­nel
la­mak. bir ça­ba­nın ese­ri ol­ma­la­rı ve ge­rek­çe­len­dir­me­ye
Fel­se­fe ya da Ba­tı’da fel­se­fe, ef­sa­ne ya da mi­to­lo­ da­yan­ma­la­rın­dan kay­nak­la­nır.
jik açık­la­ma­dan lo­go­sa ya­ni ras­yo­nel açık­la­ma­ya
geçişle baş­la­mış­tır. Mut­hosun açık­la­ma­sı ve­ya Fel­se­fe­nin ikin­ci dü­zey bir et­kin­lik ol­du­ğu­nu açık­
mi­to­lo­jik açık­la­ma te­kil olay­lar üze­ri­ne bir açık­ 4 lamak.
la­ma olup do­ğa­üs­tü ne­den­le­re da­ya­nır. Üs­te­lik Fel­se­fi dü­şün­ce ve so­ruş­tur­ma, ikin­ci dü­zey bir
bu açık­la­ma test edi­le­bi­lir ve­ya sor­gu­la­na­bi­lir araş­tır­ma ve­ya bir me­ta et­kin­lik­ten mey­da­na ge­
ol­ma­yıp ol­du­ğu gi­bi be­nim­se­nir. Oy­sa lo­go­sa da­ lir. Bi­li­min ken­di­si do­ğay­la il­gi­li so­ru­lar so­rar; o,
ya­lı açık­la­ma, ge­nel ve ak­la da­ya­lı bir açık­la­ma bi­rin­ci dü­zey bir fa­ali­yet­tir. Oy­sa fel­se­fe, bi­li­min
olup on­da do­ğal olay­lar do­ğal ne­den­ler­le açık­ ken­di­si­nin de açık­lan­ma­ya muh­taç ol­du­ğu ka­
la­nır. Bi­lim ve fel­se­fe­ye öz­gü bu tür bir ras­yo­nel bu­lüy­le bi­li­min ken­di­si­ne da­ir so­ru­lar ile bi­li­min
açık­la­ma, sor­gu­la­nıp sı­na­na­bi­lir bir açık­la­ma­dır. ken­di­si­nin ya­nıt­la­ya­ma­dı­ğı za­man, ne­den­sel­lik
O, sor­gu­suz su­al­siz be­nim­sen­mek ye­ri­ne, man­ ben­ze­ri ol­gu­lar­la il­gi­li su­al­ler so­rar. Onun so­ru­
tık­sal ya­pı­sı ele alı­na­rak tar­tı­şı­lıp de­ğiş­ti­ri­le­bi­ la­rı bu an­lam­da ikin­ci dü­zey ve za­man za­man
lir ve ge­liş­ti­ri­le­bi­lir. De­mek ki dün­ya­ya ve on­da da bü­yük so­ru­lar olup ge­tir­di­ği açık­la­ma­lar da
olup bi­ten­le­re da­ir lo­go­sa da­ya­lı bir açık­la­ma bi­ ikin­ci dü­zey açık­la­ma­lar ol­mak du­ru­mun­da­dır.
lim ve fel­se­fe­nin öz­sel özel­li­ği ol­mak du­ru­mun­
da­dır.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 25

Fel­se­fe­nin ku­ru­cu, ana­li­tik ve eleş­ti­rel bo­yut­la­rı­nı Fel­se­fe­nin de­ğe­ri­ni ifade etmek


7
5 ayırt etmek. İn­sa­nın en de­ğer­li ya­pıp et­me­le­rin­den bi­ri fel­se­
Fel­se­fe et­kin­li­ği üç ay­rı dü­zey­de ve bo­yut­ta ger­ fe­dir, fel­se­fe yap­mak­tır. Fel­se­fe­nin sa­yı­la­ma­ya­
çek­le­şir. Bun­lar­dan bi­ri­si ku­ru­cu ya da bü­tün­ cak ka­dar çok kat­kı­sı ola­bil­mek­le bir­lik­te, onun
leş­ti­ri­ci, di­ğe­ri çö­züm­le­yi­ci ve bir di­ğe­ri de eleş­ de­ğe­ri­ni gün ışı­ğı­na çı­kar­tan kat­kı­lar, öz­de iki­ye
ti­ri­ci bo­yut­tur. Bun­lar­dan bi­rin­ci­sin­de, fel­se­fe­ci in­dir­ge­ne­bi­lir: Bi­rey­sel ve top­lum­sal dü­zey­de­ki
dış dün­ya­da­ki çok­lu­ğu ve­ya gö­rü­nüş­le­ri bir­lik­li kat­kı­lar. Bi­rey­sel dü­zey­de fel­se­fe, in­sa­na bel­li bir
teo­ri ya da ku­şa­tı­cı bir açık­la­ma yo­luy­la an­lam­ dü­şün­me alış­kan­lı­ğı, kav­ram­sal açık­lık, zi­hin­
lan­dır­ma­ya ça­lı­şır. Bu­na mu­ka­bil çö­züm­le­yi­ci sel ol­gun­luk, olay­la­ra çok yön­lü bak­ma im­kâ­nı
bo­yu­tun­da, fel­se­fe­ci kav­ram­la­rı­nı çö­züm­le­yip te­min ede­rek onun en­te­lek­tü­el öz­gür­le­şi­mi­ni
zi­hin­sel bu­la­nık­lık ve be­lir­siz­lik­le­ri or­ta­dan kal­ sağ­lar. Top­lum­sal dü­zey­de ise en azın­dan fark­lı­
dır­ma, akıl yü­rüt­me­le­rin man­tık­sal ya­pı­sı­nı se­ lık­la­rın olum­lu kar­şı­lan­ma­sı­na, top­lum­sal ba­rı­şa
rimle­me ça­ba­sı içi­ne gi­rer. Bu­na mu­ka­bil, eleş­ kat­kı yap­mak su­re­tiy­le de­mok­ra­si­nin iş­le­yi­şin­de
ti­rel bo­yu­tun­da fel­se­fe­ci, kav­ram ve te­ori­le­rin önem­li bir rol oy­nar.
ar­ka pla­nıy­la da­ya­nak­la­rı­nı, ör­tü­lü an­lam­la­rı­nı
gün ışı­ğa çı­kar­tır.

Fel­se­fe­nin ko­nu­la­rıy­la alan­la­rı­nı sı­ra­la­mak.


6
Fel­se­fe­nin üç ana ko­nu­su var­dır: Var­lık, bil­gi,
de­ğer. Fel­se­fe­nin alt alan­la­rı da bu üç ko­nuy­la
iliş­ki­le­ri üze­rin­den be­lir­le­nir. Fel­se­fe­nin var­lı­ğı
ko­nu alan alt da­lı me­ta­fi­zik­tir. Fel­se­fe­nin bil­giy­le
meş­gul olan alt ala­nı epis­te­mo­lo­ji­dir. Bi­lim fel­
se­fe­si de bi­lim­le ve bi­lim­sel bil­giy­le il­gi­li ol­du­ğu
için, o da bil­gi üze­rin­den be­lir­le­nen bir fel­se­fe
di­sip­li­ni ol­mak du­ru­mun­da­dır. Fel­se­fe­nin üçün­
cü ana ko­nu­su ola­rak de­ğer üze­ri­ne yük­se­len alt
alan­la­rın­dan bi­ri etik, di­ğe­ri es­te­tik­tir. Fa­kat de­
ğer­le ilin­ti­li olan fel­se­fe di­sip­lin­le­ri, bu iki­sin­den
iba­ret de­ğil­dir. Si­ya­set fel­se­fe­si ve eği­tim fel­se­fe­
si­nin de, me­ta­fi­zik­sel ve epis­te­mo­lo­jik bo­yut­la­rı
ya­nın­da nor­ma­tif bir yöne sahip ol­duk­la­rı söy­
le­ne­bi­lir.
26 Felsefe

Ken­di­mi­zi Sı­na­ya­lım
1. Aşa­ğı­da­ki özel­lik­ler­den han­gi­si fel­se­fey­le uğ­ra­şan, 6. Aşa­ğı­da­ki id­di­alar­dan han­gi­si yan­lış­tır?
bil­ge­li­ği ara­yan ki­şi­nin özel­lik­le­rin­den bi­ri de­ğil­dir? a. Ni­etzs­che ve Fo­uca­ult’nun sor­gu­la­ma­la­rı fel­se­
a. Ha­ya­tı ve dün­ya­yı an­lam­lan­dır­ma fe­nin eleş­ti­rel bo­yu­tu için­de de­ğer­len­di­ri­lir.
b. İl­ke­li ve so­rum­lu ya­şa­ma b. Fel­se­fe­nin ana­li­tik bo­yu­tu er­dem, ada­let, ce­sa­
c. Çok sa­yı­da ki­tap sa­hi­bi ol­ma ret ben­ze­ri kav­ram­la­rın açık bir şe­kil­de an­la­şıl­
d. Zi­hin­sel ol­gun­lu­ğa sa­hip ol­ma ma­sı­nı sağ­la­mak­la il­gi­li­dir.
e. Ger­çek­li­ği kav­ra­ma­ya ça­lış­ma c. Dün­ya­nın ya­pı­sı­na te­mel bir açık­la­ma ge­tir­mek
fel­se­fe­nin bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yu­tu­nun en önem­li
2. Aşa­ğı­da­ki­ler­den han­gi­si fel­se­fe­yi bi­lim ve din­den özel­li­ği­dir.
ayı­ran özel­lik­tir? d. Sok­ra­tes’in fel­se­fi sor­gu­la­ma­la­rı fel­se­fe­nin bü­
a. İd­di­a­la­rı­nı ka­nıt­la­ma­sı tün­leş­ti­ri­ci bo­yu­tu için­de de­ğer­len­di­ri­lir.
b. Gö­rü­nüş­le­ri bir ya­ra­tı­cı­nın fa­ali­ye­tiy­le açık­la­ e. Çok­lu­ğu bir­li­ğe in­dir­ge­yen ku­şa­tı­cı açık­la­ma­lar
ma­sı ge­tir­mek fel­se­fe­nin bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yu­tu­nun
c. Nes­nel bir fa­ali­yet ol­ma­sı te­mel özel­li­ği­dir.
d. İm­ge­le­me da­yan­ma­sı
e. Öz­nel bir ça­ba­nın ese­ri ol­ma­sı 7. Aşa­ğı­da­ki­ler­den han­gi­si fel­se­fi dü­şün­ce­nin ilk ve en
te­mel ko­nu­la­rın­dan de­ğil­dir?
3. Aşa­ğı­da­ki­ler­den han­gi­si Ba­tı­lı an­lam­da ilk fi­lo­zof­ a. Var­lık
tur? b. Bil­gi
a. Pytha­go­ras c. Du­yu­sal de­ğer
b. Sok­ra­tes d. Ma­ne­vi de­ğer
c. Pla­ton e. Zen­gin­lik
d. Tha­les
e. Kon­füç­yüs 8. Aşa­ğı­da­ki alan­lar­dan han­gi­si dü­şün­ce ta­ri­hin­de
ger­çek­le­şen ye­ni ge­liş­me­le­rin so­nu­cun­da or­ta­ya çık­mış
4. Aşa­ğı­da­ki so­ru ya da ko­nu­lar­dan han­gi­si fel­se­fe­nin bir fel­se­fe ala­nı­dır?
ele al­dı­ğı “bü­yük so­ru­lar”dan de­ğil­dir? a. Tek­no­lo­ji fel­se­fe­si
a. Ada­le­tin ne ol­du­ğu b. Epis­te­mo­lo­ji
b. Ha­ya­tın an­la­mı c. Etik
c. İn­san öm­rü­nün kaç yı­la sığ­dı­ğı d. Es­te­tik
d. Ru­hun ne ol­du­ğu e. Me­ta­fi­zik
e. Mut­lu­lu­ğun ne ol­du­ğu
9. Aşa­ğı­da­ki­ler­den han­gi­si fel­se­fe­nin kat­kı­la­rın­dan
5. Aşa­ğı­da­ki­ler­den han­gi­si fel­se­fe­nin te­mel bo­yut­la­ de­ğil­dir?
rın­dan bi­ri­si de­ğil­dir? a. Açık se­çik dü­şün­me­yi ör­nek­le­mek
a. Ku­ru­cu bo­yut b. İn­sa­na eleş­ti­rel bir ba­kış açı­sı ka­zan­dır­mak
b. Ol­gu­sal bo­yut c. Dü­şün­ce­le­rin te­mel­len­di­ril­me­si­ni te­min et­mek
c. Ana­li­tik bo­yut d. İl­ke­li ya­şa­ma­nın de­ğe­ri­ni gös­ter­mek
d. Eleş­ti­rel bo­yut e. İnan­cı şe­kil­len­dir­mek
e. Bü­tün­leş­ti­ri­ci bo­yut
10. Aşa­ğı­da­ki id­di­alar­dan han­gi­si yan­lış­tır?
a. Fel­se­fe in­sa­nı öz­gür­leş­ti­rir.
b. Fel­se­fe al­ter­na­tif gö­rüş­ler­le zen­gin­le­şir.
c. Fel­se­fe kav­ram ka­rı­şık­lı­ğı­nı gi­der­me­ye ya­rar.
d. Fel­se­fe in­sa­na ken­di­ni ta­nı­ma im­kâ­nı su­nar.
e. Fel­se­fe in­sa­na mad­di zen­gin­lik te­min eder.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 27

Oku­ma Par­ça­sı
“Ken­tin tan­rı­la­rı­na inan­ma­yıp ye­ni tan­rı­lar icat et­mek Se­ya­hat­le­ri­mi ve on­ca ko­şuş­tur­ma­mı kâ­hi­nin söz­le­ri­
ve genç­le­ri baş­tan çı­kar­mak” suç­la­ma­sıy­la mah­ke­me­ye nin doğ­ru­lu­ğu­nu ka­nıt­la­mak ama­cıy­la kut­sal me­kân­la­
ve­ri­len Sok­ra­tes, ken­di­si­ni sa­vun­mak­ta­dır. ra ya­pıl­mış bir yol­cu­luk ola­rak dü­şün­me­ni­zi is­ti­yo­rum
Tan­rı’nın me­sa­jı üze­rin­de bir sü­re dü­şü­nüp epey­ce bo­ siz­den. Si­ya­set­çi­ler­le dev­let adam­la­rın­dan son­ra, bu
ca­la­dık­tan son­ra, en ni­ha­ye­tin­de bi­raz gö­nül­süz­ce de kez yan­la­rın­da gö­re­li ce­ha­le­ti­min en so­nun­da açı­ğa çı­
ol­sa, me­sa­jın doğ­ru­lu­ğu­nu şu şe­kil­de sı­na­ma­ya ka­rar ka­ca­ğı inan­cıy­la ozan­la­ra, tra­ged­ya ya­zar­la­rı­na, hi­civ­
ver­dim. Bil­ge­li­ğiy­le bü­yük ün ka­zan­mış bi­ri­ne gi­de­ ci­le­re ve li­rik şa­ir­le­re git­tim. Ozan­la­rın en mü­kem­mel
cek­tim, kâ­hi­ni çü­rüt­me­ye, ila­hi oto­ri­te­nin ha­ta­sı­nı ya­pıt­la­rı ol­du­ğu­nu dü­şün­dü­ğüm eser­le­ri­ni se­çi­yor ve
gös­ter­me­ye, baş­ka her­han­gi bir yer­de de­ğil de, an­cak on­la­rı yaz­mış ol­duk­la­rı şey­le­rin an­la­mıy­la il­gi­li ola­rak
böy­le bi­ri­nin ya­nın­da mu­vaf­fak ola­bi­le­ce­ği­mi his­se­di­ bir yan­dan da bir şey­ler öğ­ren­mek umu­duy­la, sı­kı sı­
yor­dum: “Be­nim in­san­la­rın en bil­ge­si ol­du­ğu­mu söy­lü­ kı­ya sor­gu­lu­yor­dum. Aziz Ati­na­lı­lar, doğ­ru­yu söy­le­me
yor­dun, al sa­na iş­te ben­den da­ha bil­ge bi­ri!” nok­ta­sın­da te­red­düt­le­rim var ama bu­nun söy­len­me­si
Evet, bu ki­şi­ye git­tim ve onu iyi­ce in­ce­le­dim. İs­mi la­ ge­re­ki­yor. Ozan­la­rın çev­re­sin­de bu­lu­nan kim­se­le­rin
zım de­ğil, fa­kat bu de­ne­yi­mi ya­şa­dı­ğım sı­ra­da sor­ bu şi­ir­le­ri ya­zar­la­rın­dan da­ha iyi açık­la­ya­bil­dik­le­ri­ni
gu­la­dı­ğım po­li­ti­ka­cı­lar­dan bi­ri. Onun­la ko­nu­şur­ken söy­le­mek, bir abar­tı ol­maz. Bu yüz­den, ozan­lar­la il­gi­li
ben­de, pek çok in­sa­nın gö­zün­de ama özel­lik­le de ken­ ka­ra­rı­mı çok kı­sa bir sü­re için­de ver­dim: On­la­ra şi­ir­
di ka­na­ati­ne gö­re bil­ge bi­ri gi­bi gö­rün­se bi­le, ger­çek­te le­ri­ni yaz­dı­ran şey, bil­ge­lik­le­ri de­ğil, yü­ce me­saj­la­rı­nı
bil­ge ol­ma­dı­ğı iz­le­ni­mi oluş­tu. Son­ra ona ken­di­si­nin on­la­rın ne an­la­ma gel­di­ği­ni hiç bil­me­den ak­ta­ran bi­
bil­ge ol­du­ğu­nu san­mak­la bir­lik­te, ger­çek­te ol­ma­dı­ğı­ li­ci ve pey­gam­ber­ler­de rast­la­dı­ğı­mız tür­den bir iç­gü­dü
nı gös­ter­me­ye kal­kış­tı­ğım za­man, hem onun hem de ve ila­hî esin­di. Şa­ir­le­rin de ay­nen böy­le ol­duk­la­rı, be­
ora­da bu­lu­nan baş­ka in­san­la­rın hın­cı­nı ve düş­man­lı­ nim için çok aşi­kâr­dı. Üs­te­lik ozan­lar da, ko­yu bir ce­
ğı­nı ka­zan­dım. Ama si­ya­set­çi­nin ya­nın­dan ay­rı­lır­ken ha­let için­de ol­duk­la­rı baş­ka pek çok ko­nu­da ku­sur­suz
ken­di ken­di­me şöy­le dü­şün­me­den de ede­me­dim: “Ben bir kav­ra­yı­şa sa­hip ol­duk­la­rı­nı sa­nı­yor­lar. Do­la­yı­sıy­la,
bu adam­dan ke­sin­lik­le da­ha bil­ge bi­ri­yim. İki­mi­zin de ozan­la­rın yan­la­rın­dan ay­rı­lır­ken de, po­li­ti­ka­cı­lar­dan
öy­le övü­ne­ce­ği­miz bir bil­gisi­ yok fa­kat o ger­çek­te bil­ ne ka­dar üs­tün­sem, on­lar­dan da o ka­dar üs­tün ol­du­
me­di­ği şey­le­ri bil­di­ği­ni sa­nı­yor oy­sa ben ce­ha­le­ti­min ğu­mu gör­düm.
faz­la­sıy­la far­kın­da­yım. Her du­rum­da, öy­le gö­rü­nü­yor En so­nun­da us­ta za­na­at­kâr­la­ra git­tim. Ben ken­di­min
ki ben, bil­me­di­ği­ni bil­di­ği­ni san­ma­ma nok­ta­sın­da, on­ pra­tik­te tek­nik hiç­bir bil­gi ve us­ta­lı­ğa sa­hip ol­ma­dı­ğı­mı
dan az bu­çuk da ol­sa da­ha bil­ge­yim.” çok iyi bi­li­yor­dum; ken­di­min bil­me­di­ğin­den ne ka­dar
Bun­dan son­ra bil­ge­lik açı­sın­dan da­ha bü­yük bir şöh­ emin­sem, bu za­na­at­kâr­la­rın et­ki­le­yi­ci bir bil­gi­ye sa­hip
re­te sa­hip olan baş­ka bir adam­la ko­nuş­ma­ya git­tim ve ol­duk­la­rın­dan o ka­dar emin­dim. Bun­da ya­nıl­ma­mı­şım:
bir kez da­ha ay­nı iz­le­ni­me ka­pıl­dım. Bu­ra­da da hem Be­nim bil­me­di­ğim pek çok şe­yi bi­li­yor­lar­dı, ben­den bu
ada­mın hem de da­ha pek çok ki­şi­nin hınç ve düş­man­ yön­den da­ha bil­ge idi­ler. Yal­nız Ati­na­lı­lar, bu pro­fes­yo­
lı­ğı­nı çek­tim üs­tü­me. Bu an­dan iti­ba­ren ne­re­dey­se her­ nel uz­man­lar da, ozan­lar­da gör­müş ol­du­ğum ay­nı ku­
ke­si bir­bi­ri ar­dı sı­ra sor­gu­la­dım. Tam bir umut­suz­luk sur­dan muz­da­rip gi­bi gö­rü­nü­yor­lar­dı. On­la­rın, tek­nik
ve deh­şet ha­li için­de, ken­di­mi her ge­çen gün bi­raz da­ha us­ta­lık­la­rı­na da­ya­na­rak ne ka­dar önem­li olur­sa ol­sun,
se­vim­siz bi­ri du­ru­mu­na sok­tu­ğu­mu gör­düm ama ya­ baş­ka her ko­nu­da bil­giç­lik tas­la­ma­la­rı­nı an­lat­mak is­
pa­cak bir şey yok­tu: Di­nî öde­vi­mi her şe­yin üs­tün­de ti­yo­rum; bu ha­ta­nın, za­na­at­kâr­la­rın po­zi­tif bil­gi­le­ri­ni
tut­mak zo­run­day­dım. Tan­rı’nın me­sa­jı­nın ma­na­sı­nı bas­tır­dı­ğı­nı his­set­tim. Bu yüz­den ken­di­mi tan­rı el­çi­si­nin
açı­ğa çı­kar­ma­ya ça­lış­tı­ğı­ma gö­re, bil­gi­siy­le nam sal­mış söz­cü­sü ya­pa­rak ken­di­me “On­la­rın bil­ge­lik­le­ri de bu­
kim var­sa gi­dip bul­mam ge­re­ki­yor­du. Aziz Ati­na­lı­lar da­la­lık­la­rı da ken­di­le­ri­ne kal­sın, ol­du­ğun gi­bi kal­mak,
si­ze ha­ki­ka­ti söy­le­mek boy­nu­mun bor­cu; iz­le­ni­mim se­nin için da­ha iyi de­ğil mi?” di­ye sor­dum. Son­ra yi­ne
şuy­du: So­ruş­tur­ma­la­rı­mı Tan­rı’nın em­ri­ne uy­gun ola­ ken­dim ara­cı­lı­ğıy­la, tan­rı el­çi­si­ne “Ol­du­ğum gi­bi kal­
rak sür­dür­dük­çe gör­düm ki bil­ge­lik­le­riy­le nam sal­mış mak be­nim için da­ha iyi­dir” ce­va­bı­nı ver­dim.
bu in­san­la­rın ne­re­dey­se hiç­bir hik­met­le­ri yok. On­lar­
dan aşa­ğı sa­yı­lan­lar ise, pra­tik ze­kâ ba­kı­mın­dan on­lar­ Kay­nak: Pla­ton, Sok­ra­tes’in Sa­vun­ma­sı (çev. A. Ce­viz­
dan çok da­ha iyi du­rum­da. ci), Sen­tez Ya­yın­la­rı, Bur­sa, 2009.
28 Felsefe

Ken­di­mi­zi Sı­na­ya­lım Ya­nıt Anah­ta­rı Sı­ra Siz­de Ya­nıt Anah­ta­rı


1. c Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Bil­ge­lik Sev­ Sı­ra Siz­de 1
gi­si Ola­rak Fel­se­fe” bö­lü­mü­nü ye­ni­den oku­ “Ne­den?” so­ru­su­nu so­ra­rak ger­çek­leş­tir­di­ğim her fa­
yun. Çok sa­yı­da ki­tap sa­hi­bi ol­ma­nın bil­ge bir ali­yet, dün­ya­yı an­la­yıp açık­la­ma ça­ba­sı için bir ör­nek
ki­şi ol­mak için ye­ter­li ol­ma­dı­ğı­nı gö­re­cek­si­niz. oluş­tu­rur. Söz ge­li­mi do­ğal dün­ya­da bir dü­zen olup ol­
2. e Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe ve ma­dı­ğı üze­rin­de dü­şün­mem, bir dü­zen tes­pit et­mem
Di­ğer Di­sip­lin­ler” bö­lü­mü­nü ye­ni­den oku­yun. du­ru­mun­da bu­nu do­ğal ne­den­ler­le ve­ya Tan­rı’nın ya­
Fel­se­fe­nin öz­nel bir ça­ba­ya da­yan­dı­ğı­nı anım­ ra­tı­cı ey­le­mi yo­luy­la açık­la­ma­ya kal­kış­mam dün­ya­yı
sa­ya­cak­sı­nız. an­la­yıp açık­la­ma­ya ça­lış­ma ça­ba­ma bi­rer ör­nek oluş­
3. d Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe ve tu­rur. Ay­nı şe­kil­de, dü­şün­ce­le­rin biz on­la­rı dü­şün­me­ye
Di­ğer Di­sip­lin­ler” bö­lü­mü­nü ye­ni­den oku­yun. baş­la­ma­dan ön­ce bir yer­ler­de var olup ol­ma­dık­la­rı üze­
Ba­tı­lı an­lam­da ilk fi­lo­zo­fun Tha­les ol­du­ğu­nu rin­de dü­şün­mem, sa­yı­la­rın mad­di var­lık­la­r­la kı­yas­lan­
gö­re­cek­si­niz. dı­ğın­da da­ha az mı yok­sa da­ha ger­çek mi ol­duk­la­rı­nı
4. c Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “İkin­ci Dü­zey sor­gu­la­mam, bir po­li­tik li­de­rin son ko­nuş­ma­sın­da ser­
Bir Et­kin­lik Ola­rak Fel­se­fe” bö­lü­mü­nü ye­ni­den gi­le­di­ği sert­li­ğin ne­den­le­ri­ni tes­pit et­me­ye ça­lış­mam
oku­yun. “Ha­ya­tın kaç yı­la sığ­dı­ğı” so­ru­su­nun dün­ya­yı an­la­ma­ya, an­lam­lı kıl­ma­ya ve açık­la­ma­ya ça­
fel­se­fe ta­ra­fın­dan ele alı­nan bü­yük so­ru­lar­dan lış­ma­nın ör­nek­le­rin­den­dir. Bu­na mu­ka­bil sa­de­ce hoş­
bi­ri ol­ma­dı­ğı­nı anım­sa­ya­cak­sı­nız. ça va­kit ge­çir­mek için bir di­zi­yi iz­le­mem, salt kar­nı­mı
5. b Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe­nin Ku­ do­yur­mak ama­cıy­la ye­mek ye­mem dün­ya­yı an­la­ma ve
ru­cu, Ana­li­tik ve Eleş­ti­rel Bo­yut­la­rı” bö­lü­mü­nü an­lam­lan­dır­ma ça­ba­sı için­de de­ğer­len­di­ri­le­bi­le­cek ey­
ye­ni­den oku­yun. “Ol­gu­sal bo­yu­tun” fel­se­fe­nin lem­ler de­ğil­dir. Bu iki ey­lem tü­rü ara­sın­da­ki fark, in­
bo­yut­la­rın­dan bi­ri ol­ma­dı­ğı­nı gö­re­cek­si­niz. sa­nın bi­rin­ci­sin­de ak­tif du­rum­da ol­du­ğu, zi­hin­sel ve­ya
6. d Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe­nin dü­şün­sel bir ça­ba içi­ne gir­di­ği yer­de, ikin­ci­sin­de ta­ma­
Ku­ru­cu, Ana­li­tik ve Eleş­ti­rel Bo­yut­la­rı” bö­lü­ men se­yir­ci ve­ya pa­sif du­rum­da ka­lıp her­han­gi bir dü­
mü­nü ye­ni­den oku­yun. “Sok­ra­tes’in fel­se­fi sor­ şün­sel fa­ali­yet içi­ne gir­me­me­sin­den kay­nak­la­nır.
gu­la­ma­la­rı­nın fel­se­fe­nin ana­li­tik bo­yu­tu için­
de de­ğer­len­di­ril­mek du­ru­mun­da ol­du­ğunu” Sı­ra Siz­de 2
anım­sa­ya­cak­sı­nız. Fel­se­fe çok bü­yük öl­çü­de ikin­ci dü­zey so­ru­lar­la bu so­
7. e Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe­nin ru­la­ra ge­ti­ri­len ikin­ci dü­zey ya­nıt ya da açık­la­ma­lar­dan
Ko­nu­la­rı ve Alt Alan­la­rı” bö­lü­mü­nü ye­ni­den mey­da­na ge­lir. İkin­ci dü­zey so­ru­lar fel­se­fe­nin, sa­nat
oku­yun. “Zen­gin­li­ğin” fel­se­fe­nin te­mel ko­nu­la­ fel­se­fe­si, bi­lim fel­se­fe­si ben­ze­ri bir­ta­kım alt alan­la­rıy­la
rın­dan bi­ri ol­ma­dı­ğı­nı gö­re­cek­si­niz. il­gi­li so­ru­lar­dır. Bu so­ru­lar ço­ğu za­man söz ko­nu­su fel­
8. a Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe­nin se­fe­le­rin kav­ram­la­rıy­la il­gi­li olan, on­lar ta­ra­fın­dan ya­
Ko­nu­la­rı ve Alt Alan­la­rı” bö­lü­mü­nü ye­ni­den nıt­la­na­ma­yan so­ru­lar­dır. Ör­ne­ğin “A me­ta­li­nin ne­den
oku­yun. “Tek­no­lo­ji Fel­se­fe­si”nin fel­se­fe­nin ye­ gen­leş­ti­ğiy­le” il­gi­li so­ru bi­rin­ci dü­zey bir so­ru­dur ve
ni ge­liş­me­ler so­nu­cun­da or­ta­ya çık­mış bir alt ne­den ola­rak il­gi­li me­ta­lin ısı­tıl­ma­sı­nı ve­ren açık­la­ma
ala­nı ol­du­ğu­nu anım­sa­ya­cak­sı­nız. bi­rin­ci dü­zey­den bir açık­la­ma­dır. Fa­kat “ne­den­sel­li­ğin
9. e Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe­nin ne ol­du­ğu” so­ru­su ikin­ci dü­zey bir so­ru­dur. Ay­nı şe­
De­ğe­ri” bö­lü­mü­nü ye­ni­den oku­yun. “İnan­cı kil­de Rem­brandt’ın “Ge­ce Dev­ri­ye­si” ad­lı tab­lo­su­nun
şe­kil­len­dir­me”nin fel­se­fe­nin kat­kı­la­rı ara­sın­da çok gü­zel ol­du­ğu­nu bil­di­ren bir tüm­ce bi­rin­ci dü­zey
ol­ma­dı­ğını gö­re­cek­si­niz. bir tüm­ce­dir. Oy­sa “gü­zel­li­ğin” ne ol­du­ğu so­ru­su ikin­ci
10. e Ya­nı­tı­nız doğ­ru de­ğil­se üni­te­nin “Fel­se­fe­nin dü­zey bir so­ru olup ona ve­ri­le­cek ya­nıt ikin­ci dü­zey­den
De­ğe­ri” bö­lü­mü­nü ye­ni­den oku­yun. “Fel­se­fe­ bir tüm­cey­le ifa­de edi­lir.
nin in­sa­na mad­di zen­gin­lik sağ­la­ma­dı­ğı”nı gö­
re­cek­si­niz.
1. Ünite - Felsefe Nedir? 29

Ya­rar­la­nı­lan ve Baş­vu­ru­la­bi­le­cek
Kay­nak­lar
Sı­ra Siz­de 3 Aj­du­kie­wicz, K., Fel­se­fe­ye Gi­riş (çev. A. Ce­viz­ci), İs­tan­
İn­sa­nın zi­hin­sel yön­den öz­gür­leş­me­si, ce­vap­la­ya­ma­dı­ğı bul, Say Ya­yın­la­rı, 3. bas­kı, 2007.
so­ru­lar al­tın­da ezil­me­si, kav­ram ka­rı­şık­lı­ğın­dan muz­ Ce­viz­ci, A., Fel­se­fe, Bur­sa, Sen­tez Ya­yın­la­rı, 2. Bas­kı,
da­rip ol­ma­sı, ba­tıl iti­kat­lar­a bel bağ­la­ma­sı, duy­gu­la­rı­na 2009.
ye­nik düş­me­si ye­ri­ne ne­yin ya­nıt­la­na­bi­lir olup ne­yin Ce­viz­ci, A., Fel­se­fe­ye Gi­riş, An­ka­ra, No­bel Ya­yın­la­rı, 2.
ya­nıt­la­na­ma­ya­ca­ğı­nı bil­me­si, zi­hin­sel bir açık­lık ve ay­ Bas­kı, 2011.
dın­lık için­de ol­ma­sı an­la­mı­na ge­lir. Onun en­te­lek­tü­el Ewing, A. C., The Fun­da­men­tal Qu­es­ti­ons of Phi­lo­sophy,
ola­rak öz­gür­leş­me­si, dü­şün­me­si­ni, do­la­yı­sıy­la zi­hin­sel Ro­ut­led­ge and Ke­gan Pa­ul, Lon­don, 1951.
bir uyu­şuk­luk­tan kur­tu­lup dü­şün­sel bir fa­ali­yet için­de Flew, A., An In­tro­duc­ti­on to Wes­tern Phi­lo­sophy, Lon­
ol­ma­sı­nı, olup bi­ten­le­re ne­den so­nuç iliş­ki­le­ri üze­rin­den don, 1976.
ya­nıt ge­tir­me­si­ni ifa­de eder. Bu ise el­bet­te, in­sa­nın zi­hin­ Jo­nes, W. T., İlk­çağ Fel­se­fe­si Ta­ri­hi (çev. H. Hün­ler), İs­
sel sı­nır­la­rı­nın ge­niş­le­me­si an­la­mı­na ge­lir. tan­bul, Pa­ra­dig­ma Ya­yın­la­rı, 2008.
Kör­ner, S., Fun­da­men­tal Qu­es­ti­ons of Phi­lo­sophy, The
Har­ves­ter Press, Sus­sex, 1979.
Ma­ge­e, B., Bü­yük Fi­lo­zof­lar: Pla­ton’dan Witt­gens­te­in’a
Ba­tı Fel­se­fe­si Ta­ri­hi (çev. A. Ce­viz­ci), İs­tan­bul, Pa­
ra­dig­ma Yay., 2. bas­kı, 2007.
Mon­ta­ig­ne, M., De­ne­me­ler (çev. S. Eyü­boğ­lu), İs­tan­bul,
İş Ban­ka­sı Ya­yın­la­rı, 4. bas­kı, 2006.
Na­gel, T., Her Şey Ne An­la­ma Ge­lir: Fel­se­fe­ye Kü­çük Bir
Gi­riş (çev. H. Gün­doğ­du), İs­tan­bul, Pa­ra­dig­ma Ya­
yın­la­rı, 2004.
Pla­to, The Col­lec­ted Di­alo­gu­es of Pla­to (ed. by E. Ha­
mil­ton - H. Ca­irns), Prin­ce­ton Uni­ver­sity Press, 5th
ed., 1969.
Ran­dall, J. H. - Buch­ler, J., Fel­se­fe­ye Gi­riş (çev. A. Ars­
lan), İz­mir, Ege Üni­ver­si­te­si Ya­yın­la­rı, 1982.
Stroll, A., - Pop­kin, R.H., In­tro­duc­ti­on to Phi­lo­sophy,
New York, 1972.
Stumpf, S. E., Ele­ments of Phi­lo­sophy, New York, 1986.
War­bur­ton, N., Fel­se­fe­ye Gi­riş (çev. A. Ce­viz­ci), Pa­ra­
dig­ma Ya­yın­la­rı, İs­tan­bul, 2000.

You might also like