Professional Documents
Culture Documents
Aöf Özet-Uygarlik Tari̇hi̇1-2
Aöf Özet-Uygarlik Tari̇hi̇1-2
Madde giderek yoğunlaşmış ve yer çekimi sayesinde dev kütleler haline gelerek
galaksileri meydana getirmiştir. Bizim güneş sistemimiz ise Samanyolu galaksisindeki
orta boy bir yıldızın etrafında oluşmuştur.
Güneş’in yörüngesindeki gezegenlerden biri olan Dünya, bir gaz ve toz bulutunun
gittikçe küçülmesiyle meydana gelmiştir. Isı ve basınç nedeniyle maddeler
katmanlaşmış ve dış yüzey zamanla soğuyarak Litosfer adı verilen yer kabuğunu
oluşturmuştur. Bu yüzeyde zamanla canlılık için uygun ortam oluşmuştur.
Yaklaşık 4 milyar yıl önce inorganik bileşimlerden ilk organik moleküller ortaya
çıkmıştır. Daha sonra ise ilk basit tek hücreli organizmalar oluşmuştur; bu organizma
yığınlarının kum ve balçıkla kaplanıp zamanla taşlaşmasıyla oluşmuş fosil kalıntıları
bulunmaktadır. Daha sonra ise çok hücreli canlılar evrimleşmiştir.
Yaklaşık 570 milyon yıl önce ( Paleozoyik Zaman ) ani ve hızlı çok hücreli organizma
artışı yaşanmış ( Kambriyen Patlama ), böylece bitkiler ve hayvanlar dünyayı
sarmaya başlamışlardır. Daha sonra ( Mezozoyik Zaman ) dinozorlar ve memeliler
evrimleşmiş, dünyaya düşen bir meteorun yarattığı iklimsel değişiklikler nedeniyle
dinozorların soyu tükenince memeli hayvanların sayısı ve tür çeşitliliğinde bir artış
olmuştur ( Senoyozik Zaman ).
Pangea olarak isimlendirilen dünya üzerindeki tek ve dev kıta yaklaşık 200 milyon yıl
önce parçalanmaya başlamış ve Laurasia ( kuzey ) ile Gondwana ( güney ) olmak
üzere ikiye bölünmüştür (S:5, Resim 1.1). Kıtaların parçalanması ile oluşan coğrafi
değişkenlik, canlıların evrimi ve çeşitlenmesi bakımından önemli bir itici güç olmuştur.
Yazının keşfinden sonraki tarihi çağlardaki yazılı belgeler önemli bilgi kaynakları
oluştururken, her zaman yeterli olmayabilirler. Bu sebeple, bazı arkeolojik ve
arkeometrik tarihleme yöntemleri geliştirilmiştir. Tabakalama ve tipoloji arkeolojik
tarihleme yöntemleri olurken, Karbon 14, Potasyom-argon ve Termolüminesans ise
arkeometrik yöntemlerdir.
Günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl ilâ 200 bin yıl öncesini kapsayan Alt Paleolitik
dönemde Homo habilis (ve Homo rudolfensis), Homo erectus (ve Homo ergaster) ve
ilk insanlar yaşamışlardır.
Homo genusunun ilk üyesi yani ilk insan türü olan Homo habilis , günümüzden 2.5 ilâ
1.5 milyon yıl öncesinde Güney ve Doğu Afrika’da yaşamıştır. İnsan elinden çıkan ilk
taş aletleri yapmışlardır bu sebeple Homo habilis “becerikli insan” anlamına
gelmektedir. Ortalama 1.3 metre boyundadırlar ve beyin hacimler oldukça küçüktür.
Homo erectus ise günümüzden 1.9 milyon yıl öncesinden 100 bin yıl öncesine kadar
yaşamış bir insan türüdür. Afrika’da evrimleştikleri ve daha sonra Asya ve Avrupa’ya
doğru yayıldıkları kabul edilmektedir. Beyin hacimleri Homo habilislere göre biraz
daha büyüktür ve bölgesel farklılıklar göstermekle birlikte boyları ortalama 1.60-1.70
m civarındadır. Büyük beyin yapıları, gelişmiş alet teknolojileri ve büyük hayvanları
avladıkları örgütlü grup avcılığı yaptıklarına dair bulunan kanıtlar nedeniyle iletişim
becerilerinin gelişmiş olduğu düşünülmekte, hatta büyük ihtimalle konuşabildikleri
varsayılmaktadır. Homo erectuslar aynı zamanda ateşi bilinçli olarak kullanan ilk
türdür.
Günümüzden yaklaşık 200 bin ilâ 40 bin yıl öncesinde yaşanmış olan zaman
dilimine Orta Paleolitik Dönem adı verilir. Homo neanderthalensisler bu dönemde
yaşamıştır.
Homo neanderthalensis veya neandertal insanı olarak adlandırılan insanların fosilleri
Avrupa, Yakın Doğu ve Orta Asya’da bulunmuştur. Buzul Çağ’da yaşamış olan
Neandertallerin anatomik yapıları, soğuk iklime uyum sağladıklarını gösterir. Beyin
hacimleri modern insanlarınki kadar büyüktür, boylarıysa ortalama 1.55-1.60 m’dir.
Neandertaller ilk defa ölülerini gömmüş olan insanlardır. Bu davranış, yaşamı ve
ölümü düşündüklerini, ölüme bir anlam yüklediklerini ve ölen yakınlarına özen
gösterdiklerini göstermektedir. Yüksek beyin hacimli, hem alet teknolojileri hem de
manevi dünyaları gelişmiş, Buzul Çağ’ın zor koşullarında hayatta kalmış ve
günümüzden yaklaşık 30 bin yıl öncesine kadar yaşamış olan bu türün soyunun
neden tükendiği bilinmemektedir.
Günümüzden yaklaşık 40 bin ilâ 12 bin yıl önceki döneme Üst Paleolitik Dönem adı
verilir.
Son insan türü olan Homo sapiens, bugün dünya üzerinde yaşayan tüm insanların
üyesi olduğu türdür. Sıcak iklimde yaşamaya uygun bir beden yapısına sahiptirler.
Kökenlerini açıklayan iki ayrı model bulunmaktadır: Afrika’dan çıkış modeli ve çok
merkezli evrim modeli. İlk teoriye göre Homo sapiensler yaklaşık 200 ilâ 150 bin yıl
önce Afrika’da ortaya çıkmış ve daha sonra Afrika dışına yayılmıştır. Hem anatomik
yapıları hem de kültürel özellikleri nedeniyle bulundukları ortama daha kolay uyum
sağlayabildikleri için Homo neanderthalensislerin yerini almışlardır. Çok merkezli
evrim modeline göre ise Homo sapienslerin kökeni 2 milyon yıl öncesine
dayanmaktadır. Bu teoriye göre ilk insanlar Afrika, Asya ve Avrupa’ya yayılmış ve
bulundukları yerlerde geçirdikleri bölgesel evrim süreçleri
sonunda Neandertaller ve Homo sapiensler ortaya çıkmıştır.
Homo sapiensler yaklaşık 50-60 bin yıl önce Avustralya kıtasına, 20 bin ilâ 15 bin yıl
öncesinde ise Amerika kıtasına göç etmişlerdir. O dönemde deniz seviyesinin düşük
olması bu geçişleri kolaylaştırmıştır.
Üst Paleolitik Dönem’de alet türleri ve kullanılan malzeme çeşitliliği artmıştır. Öyle ki
bunlar sanatsal ürünleri de kapsar hale geldikleri için teknolojiden çok kültür olarak
adlandırılmaya başlanmıştır.
Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl öncesinden itibaren insanlık tarihinin ilk sanatsal
ürünleri ortaya çıkmıştır. Önemli resimlerin bulunduğu mağaralardan bazıları
şunlardır: Lascaux (Fransa), Niaux (Fransa), Trois Freres (Fransa) ve Altamira
(İspanya) . Bu mağaraların ulaşılması güç iç kısımlarına doğal ve gerçekçi biçimde
resmedilmiş av hayvanlarının yanı sıra çeşitli geometrik şekiller bulunmaktadır. Hangi
amaçla yapıldıkları ve neyi simgeledikleri bilinmemekle birlikte, bazı araştırmacılar bu
resimlerin bir tür av büyüsü için yapıldığını öne sürmektedir.
32 bin yıl öncesinden itibaren yaygın olarak üretilmiş olan fil dişinden ve kilden
heykelcikler de vardır. Göğüsleri, kalçaları ve karın kısmı abartılı biçimde betimlenen
fakat yüzleri işlenmemiş olan kadın figürlerinin (Örn; Willendorf Venüsü ve Dolni
Venüsü ) ana tanrıçaları ve doğurganlığı simgelediği düşünülse de, bu tür yorumlar
üzerinde bilim dünyasının bir fikir birliği bulunmamaktadır.
Mezolitik : Buzulların Avrupa’nın kuzeyine doğru çekilmesi ile açılan yeni alanlara
doğru yayılan insanlar avcı-toplayıcı olarak geçinmeye devam etmişlerdir. Özellikle
besin kaynaklarının bol olduğu su kenarlarına sabit, kalıcı yerleşimler kurulmuş,
balıkçılık gelişmiştir.
Neolitik Çağ’ın ortalarında çanak çömlek yapımı başladığı için bu dönem iki evreye
ayrılır: Çanak Çömleksiz Neolitik ve Çanak Çömlekli Neolitik.
Tarımın geliştiği ilk yer, Orta Doğu’da verimli hilal adı verilen bölge olmasına rağmen,
daha sonra dünyanın başka yerlerinde birbirinden bağımsız olarak tarıma geçilmiştir.
Günümüzden 10.000 yıl önce tarıma başlayan Ortadoğu’da arpa, buğday; 8.000 yıl
önce başlayan Güneydoğu Asya’da pirinç ve 5.000 yıl önce başlayan Amerika’da
mısır tarıma alınan ilk bitkilerdir.
Yoğun tahıl toplayıcılığına dayalı Epipaleolitik yerleşimler, yavaş yavaş tarımsal
üretime geçerek Neolitik yerleşimlere dönüşmüştür.
Neolitik Çağ, üretici ekonomiye geçişin çağıdır. Tarım sayesinde yiyecek üretiminin
başlaması insanlık tarihinde bir devrim olarak nitelendirildiği için bu çağdaki
gelişmeler Neolitik Devrim olarak anılır.
Obsidyen, Neolitik dönemde alet yapımında bir ham madde olarak yoğun biçimde
kullanılmış, geniş bir coğrafyada ticareti yapılmıştır. Isıtılıp dövülerek şekillendirilen
bakır da bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır.
Çanak Çömlekli Neolitik Çağ, artık besin üretimine dayalı ekonominin tamamen
yerleşmiş olduğunu ve avcılıktoplayıcılığın terk edildiğini ifade eder. Bu dönemde
yapılan tarım, sadece yağmura bağlı kuru tarımdır, sulama sistemi ve saban, döven
gibi tarım aletleri yoktur.
Bu dönemde taş temelli, kerpiç duvarlı, çok odalı ve yeni eklemeler ile genişletilebilen
evler ortaya çıkmıştır. Jeriko ve Jarmo gibi yerleşimlerin etrafına sur duvarları ve
hendekler yapılmıştır. Bu uygulama, gerektirdiği toplu emek gücü ve bununla
bağlantılı ileri toplumsal örgütlenmeyi göstermesi açısından önemlidir. Bu dönem
yerleşimlerinden bazıları 5 ilâ 10 bin kişilik nüfusa sahiptir. Neolitik Çağ’ın sonuna
doğru ölülerin ev tabanına gömülmesi geleneği ortadan kalkmış, yerleşim yeri dışına
gömülmeye başlanmıştır.
Üretilen ürünlerin dinî bir merkezde toplanıp sonra halka dağıtılması şeklinde işleyen
bir sistem olan tapınak ekonomisi, Kalkolitik Çağ’da kurumsallaşmıştır. Üretimi
tapınaklar ve rahipler kontrol etmesi, toplumda üreten ve üretimi kontrol edenler
arasındaki ayrımı belirginleştirmiş ve net bir tabakalaşma ortaya çıkarmıştır. Böylece
toplumsal hayata bir çeşitlilik gelmiş, yeni bir toplum modeli belirmeye başlamıştır.
Sulu tarım, artı ürün ve sosyal dinamizmle birlikte Mezopotamya’daki nüfus artmıştır.
Gerekli maden, taş, yün, bitki veya besin gibi maddelerin başka bölgelerden
karşılanması deniz ve akarsu ticaretini de gelişmiştir. Ayrıca bu dönemde bakır
madenciliği önem kazanmıştır.
Uygarlığın Doğuşu
Yerleşik yaşama geçiş, tarımın başlaması, artı ürünün üretilmesi ve kent devletlerin
ortaya çıkışı, uygarlığın doğuşunu hazırlayan temel nedenler olarak sıralanabilir.
Tarihsel açıdan uygarlık; devlet, üretim ve iş gücünün denetimi, toplumsal
tabakalaşma, mesleki uzmanlaşma, anıtsal yapılar, yazı ve büyük nüfuslu yerleşimler
gibi gelişmeler bütünüdür. Ekonomik, siyasal, askerî ve yasal konuların bir sisteme
oturtulmasını sağlayan ilk devlet organizasyonlarının ortaya çıkması ile uygarlığın
başladığı kabul edilmektedir.
Gu¨nu¨mu¨zden 12.000-11.000 yıl önce buzul iklimi sona ermesiyle “Ara/Orta Taş
Çağı” anlamına gelen Mezolitik ya da Epipaleolitik Çağ başlamıştır. Bu çağda
insanlar hayvanları beslemeyi keşfettiler ve evcilleştirmeçalışmalarına başladılar,
besin kaynaklarının yanında basit barınaklaryapmaya başladılar. Bu çağın
özelliklerini gösteren ku¨ltu¨rler Do ğu Akdeniz kıyısında saptanan Kebara
veNatufyen ku¨ltu¨rleridir
İ.Ö. 7. binyıl sonu ile İ.Ö. 6. binyılın ilk yarısı arasında çanak çömlek tarzları gelişti.
Daha ince işçilikle boyanmış Hassuna Ku¨ltu¨ru¨, Samarra Ku¨ltu¨ru¨ gibi isimlerini
yerleşim bölgelerinden alan çanak çömlek ku¨ltu¨rleri oluştu.
Sami kökenli Akkadlar (İ.Ö. 2350-2150) Su¨merler’in tersine merkezi, gu¨çlu¨ bir
yönetim sistemi kullanıyorlardı. Bu gu¨çlu¨ merkezi sistem yayılmacı bir devlet
politikasını da beraberinde getirmiştir. Ancak zamanla gu¨ç kaybeden Akkadlar
kuzeyden gelen Gutiler tarafından yıkılmıştır.
Guti egemenliğine son veren Uruk Kralı’ndan sonra Yeni Su¨mer Dönemi(İ.Ö. 2112-
2000) başlar. Yaklaşık 100 yıl su¨ren bu gu¨çlu¨ dönem ardından Mezopotamya’da
Su¨mer hakimiyeti de son bulmuştur.
İ.Ö. 10. yu¨zyılda başlayan Yeni Assur Krallığı’na kadar bölge karışık bir dönem
geçirmiştir. Assur Krallığı’nın hu¨ku¨m su¨rdu¨ğu¨ İ.Ö. 10-7 arasında bölgede
Urartular, Medler ve Babilliler de bağımsız birer gu¨ç konumundadır. Ve Medler ve
Babilliler, İskitlerle birleşerek Yeni Assur Krallığı’na son vermişlerdir.
Yeni Assurlar ardından bölgede egemenlik Yeni Babil Devleti’ne (İ.Ö. 612-539)
geçmiş, bu dönemde Yeni Babil Devleti Hammurabi döneminden bile parlak bir çağ
yaşamıştır. Babil Kulesi, du¨nyanın yedi harikasından biri olan Babil’in Asma
Bahçeleri ve İştar Kapısı (S:32, Şekil 2.3) bu dönemden kalmadır.
İran’daki Persler İ.Ö. 539 yılında Babil’i ele geçirmişlerdir. Ardından İskender
İmparatorluğu’nun, Selevkosların, kısmen Romalıların ve Sasaniler’in egemenliğine
giren Mezopotamya, İ.S. 640’larda Arap egemenliğine girmiştir.
1. Su¨merce Kanunlar:
Urukagina Kanunu
Ur-Nammu Kanunu
Ana İttişu Kanunu
Lipit-İstar Kanunu
2. Akkadca Kanunlar:
Eşnunna Kanunu
Hammurabi Kanunu
Orta Assur Kanunu
Eşnunna Kanunu :Maddi cezalar içerir, ceza hukuku, ticari hukuk, borçlar ve veraset
hukuku gibi konuları ele almıştır.
Hammurabi Kanunu :Edebi yönu¨ de gu¨çlu¨ bir eserdir. Borçlar hukuku ile halkın
çıkarları korunmuştur. Ayrıca kısasa kısa yöntemi bu¨yu¨k önem taşır ve ağır cezalar
içeren bir sistemdir.
İ.Ö. 7000’lerde başlayan çanak çömlek yapımı için elle şekillendirme kullanılırken İ.Ö.
4500’lerden sonra çömlekçi çarkının kullanılmaya başlaması u¨retimi hızlandırmış ve
kaliteyi yu¨kseltmiştir.
Mısır kültürü, Nil Vadisi’nde gelişmiştir. Kuzeyde Aşağı Mısır ve güneyde vadi
boyunca uzanan Yukarı Mısır olmak üzere iki ayrı bölümden oluşan eski Mısır
coğrafyası, batı ve doğuda çöllerle, doğuda kıyıya paralel olarak uzanan sıradağlarla,
güneyi çağlayanlarla ve kayalıklarla çevrilidir. Ülkenin kuzeyi saldırılara en açık
bölgeyi oluştururdu. Ülkenin bu yapısı dış dünyadan soyutlanmış homojen Mısır
kültürünün oluşmasında büyük etkendir. Bölgede iklimin yağışsız olmasından dolayı
toprağın verimi Nil Nehri’ne bağlıydı. Nil Nehri’nin taşkınlarıyla gelen miller verimli
tarım toprakları oluştururdu. Eski Mısır’da Nil nehrinin taşkınlarına göre üç mevsim
bulunmaktaydı. Nehrin mayıs ayında yükselip ekime kadar vadi üzerinden aktığı
mevsime Taşkın (akhet), kasım başında suların çekilip tarım yapılmaya başlandığı
mevsime Ekim (peret), marttan hazirana kadar olan mevsime ise Hasat (shemu)
denirdi.
Mısır Tarihi
M.Ö. 500.000’li yıllardan itibaren (Paleolitik Çağ) iklimin ekvatoral özelliklere sahip
olmasından dolayı, Mısır insan yaşamı için uygun özelliklere sahipti. Nil’in etki
alanıda tüm vadiyi kapsıyordu. Anacak günümüzden 12.000 yıl öncesinde iklimdeki
değişimlerle gelen çölleşme Nil vadisinin verimli alanlarını daraltmıştır. Verimli
toprakların bulunduğu bölgeye avcılık ve toplayıcılıkla geçinen halklar göç etmiş ve
Neolitik Çağ’da ilk köyleri kurmuşlar, tarım ve hayvancılık yapmışlardır. Köylerin
birleşmesiyle kabile niteliğindeki yönetim birimleri olan nomeler kurulmuş, sonrasında
nomeler kendi aralarında birleşerek Aşağı ve Yukarı Mısır krallıklarını
oluşturmuşlardır. İ. Ö. 3000 yıllarında Menes bu iki krallığı birleştirir. Mısır devleti
Büyük İskender’in Mısır’a gelişine kadar 31 sülaleye ayrılarak incelenir. Eski Mısır
Tarihi şu dönemlere ayrılır:
Erken Devir
Eski Krallık
Orta Krallık
Yeni Krallık
Geç Dönem
İlk iki sülalenin yönetime geldiği Erken Devir’de ilk kez Mısır merkezi devlet yönetimi
oluşturulmuş, ilk krallık modeli ve hiyeroglif yazı geliştirilmiştir.
İlk basamaklı piramit firavun mezarları 3.sülalenin ikinci kralı Coser’in veziri İmhotep
tarafından Sakkara’da yapılmıştır. Yine bu sülaleden kral Snefru ünlü güç simgesi
piramitleri yaptırmasıyla da bilinir. Bu nedenle bu çağa Piramitler Çağı adı da verilir
ve günümüzde dünyanın yedi harikası olarak bilinen Keops, Kefren, Mikerinos’un
Gize’de bulunan piramitleri Bu dönemde yapılmıştır. 4. ve 5. Sülalenin zamanında
güneş dini ortaya çıkmıştır. Mısır Firavunları bu tarihten sonra Ra’nın oğlu ünvanı ile
anılırlar. 6. Sülalenin son firavunu II. Pepi döneminden sonra otorite zayıflamış,
gerileme olmuş ve Birinci Ara Dönem yaşanmıştır.
Orta Krallık (İ.Ö. 2040-1640) (11-14. Sülaleler)
11. ve 12. Sülale zamanında ülkede yeniden birlik sağlanmış ve Teb kenti merkez
olmuştur. I. Amenemhet Teb kentini Yukarı Mısır’ın yönetim merkezi yapmış, Orta
Mısır’daki Lişt kentinde yeni bir başkent kurulmuş, ölümünden sonra tahtın el
değiştirmesini kolaylaştırmak için tahta oğlunu ortak ederek yeni bir gelenek
başlatmıştır. Bu sülale ülkenin sınırlarını genişletmiş, Nubya’yı almış, Girit ve Suriye
ile ticaret başlatmıştır. Göçebe toplum Hiksos’ların gelmesiyle Orta Krallık Dönemi
sona ermiş, İkinci Ara Dönem olmuştur.
Mısır’da firavunların egemenliği son bulunca Kral Piankhi kuzeye ilerleyerek Delta
Bölgesinde 25. Mısır Sülalesini kurmuştur. İ. Ö. 671’de Teb şehrini de alarak Mısır
ele geçiren Assur Kralı Esarhaddon, şehrin başına yerel bir yönetici olan
Psammetikos’u getirmiştir. Psammetikos birliği tekrar sağlayarak 26. Sülaleyi kurar.
İlk kez büyük bir donanma oluşturulmuş, Yunan kolonistlerin Sais Şehri yakınlarında
ticaret kolonisi kurmalarına izin vererek kültürel etkileşimi daha açık hale getirmiştir.
Firavun Amasis zamanı Mısır son parlak dönemini yaşamış, ölümünden sonra
Pers’ler Mısır’ı alarak satraplıklarla yönetmişlerdir. Büyük İskender’in Persleri
yenmesi yeni bir dönem başlar. İskender’in ölümüyle Hellenistik Ptolemaios Krallığı
egemenliğini İ.Ö. 30’da Roma egemenliği, daha sonra Bizans Egemenliği ve İ.S.
640’larda Arap egemenliği izler
Devlet Yönetimi
Mısır mutlak krallıkla yönetilen bir ülke olup, Firavun sözcüğünün kral anlamında
kullanılması Yeni Krallık Dönemi’nde olmuştur. Yeni Krallık zamanında Firavun,
tanrısallaştırılmış olup, toprakların, malların ve insanların sahibiydi. Orta Krallık
zamanında ise firavunlar tanrı olarak görülmezdi. Hükümdar ise, halkı beslemek,
ihtiyaçlarını karşılamak, adaleti, yasaları sağlamakla, başkomutanlıkla yükümlüydü.
Firavunluk genellikle babadan oğula ya da kardeşten kardeşe geçerdi. Firavundan
sonra yardımcısı, başyargıçlık, ekonomi, hazine ve yapı işlerinden sorumlu olan vezir
en önemli kişiydi. Valiler ise kral adına ülkeyi yöneten vezire karşı sorumluydular.
Ayrıca memurlar ve rahipler de çalışırdı. Bu dönemde ilk kez kölelik de görülmeye
başlanmıştır.
Yazı
Mezarlar
Tapınaklar
Erken devirlerin tapınakları için çok az bilgi vardır. Güneş tanrısı Ra için, Eski Krallık
zamanında yapılmış olan tapınaklar en güzel örneklerdir. En önemli özellikleri,
tapınağın içinde bir sunağın bulunması, açık avlu ve güneş tanrının simgesi dikili
taştır (S: 61, Şekil 3.5).
1. Büyük tanrılar için yapılan tapınaklar: Karnak, Luksor (S:61 Şekil 3.6) ve Ebu
Simbel Tapınakları.
2. Ölü kültüyle ilgili mezar tapınakları: Firavun Hatşepsut’un Deir el-Bahri’de
Krallar Vadisi’nde bulunan teraslı tapınağı ve II. Ramses’in Ramseseum’u.
Saray yapılarının hemen hepsi kerpiçten yapıldığı için günümüze kadar gelememiştir.
Mısır kültüründe din, kralların tanrılara karşı büyük görevleri olduklarını düşündükleri
önemli bir değerdir. İnanışa göre bunun karşısında tanrılar da krala ve ülkenin
insanlarına iyilik ile karşılık verirlerdi. Önemli din merkezleri Heliopolis, Memfis,
Abidos ve Teb şehirleridir. İlk dönemlerde hayvan biçimli tanrılara inanan Mısır’lılar
daha sonraları hayvan başlı insan vücutlu tanrılara inanmaya başladılar. Bu tanrılar
doğadaki bir olaya veya varlığa ilişkindir. Eski Mısır’da güneşi tek tanrı olarak kabul
ettirmeye çalışan firavun IV. Amenofis olmuştur. Firavun öldükten sonra önerdiği
Güneş Tanrı Aton dini terkedilmiş, eski Amon dinine dönülmüştür.
Eski Mısır inancında ölüm ve inanca göre ölüm sonrası yaşam çok önemli
olduğundan ölü gömme geleneklerine çok önem verilmiştir. Ölen kişinin sonraki
yaşamı için Tanrı Osiris başkanlığında bir duruşma yapılırdı. Ölümle ilgili bir diğer
tanrı olan Anubis ölen kişinin kalbini teraziyle tartar ve günahkar olup olmadığına
karar verirdi.
Sülaleler öncesi dönemde ölüler çöle açılan çukurlara gömülüyor ve sıcak kum
cesedin nemini alarak, kurumasına neden oluyordu. Bunu tesadüfen gören
Mısırlılarda, öldükten sonra ruhun bedene tekrar girip öbür dünyada yaşamaya
devam edebilmesi için, bedenin korunması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle
cesetlerin mumyalanması geleneği ortaya çıkmıştır. Mısırlılar tarih boyunca en iyi
mumya yapan halk olmuştur. Mumyalama işlemi sırasında çıkarılan organlar, Nil
nehrinin kenarında doğal olarak bulunan kimyasal bir madde olan natron ile kurutur,
kanopik adı verilen 4 adet vazo içine koyarlardı. Mumyalama esnasında sadece kalp
vücut içinde bırakılıyordu.
Paleolitik Çağ (Eski Taş Çağı, Yontma Taş Devri) (G.Ö. 600.000-12.000/11.000): Bu
çağ, insanlık tarihinin başlangıç evresi, Besin Toplayıcılığı olarak da bilinmektedir.
Bilecik, Adıyaman, Ankara gibi merkezlerde yapılan ön araştırmalarda bulunan
çakmak taşı, aletler ve el baltaları Anadolu’daki prehistorik dönem araştırmalarının
başlangıç noktasını oluşturmuşlardır. Anadolu’da Paleolitik Çağ’ın en eski
yerleşimleri İstanbul’da Küçük Çekmece Gölü’nün 1.5 km kadar kuzeyinde yer alan
Yarımburgaz Mağarası ile Antalya’n›n 27 km kuzeybatısında, Şam Dağı’nın
Akdeniz’e bakan yamaçlarında bulunan Karain Mağarası’dır. Yarımburgaz
Mağarası’nda yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu mağarada 20-25 kişilik bir
topluluğun barındığı, kış aylarında ise mağaranın ayı türü hayvanlar tarafından in
olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Karain Mağarası’nda yapılan arkeolojik
çalışmalar sonucunda ise şimdilik en eski insan fosil kalıntılarının bulunmasıyla
birlikte Orta Paleolitik Çağ’a ait ocak ve odun kalıntıları bulunmasıyla insanoğlunun
ateşi kullanmaya başladığı düşünülmektedir. Üst Paleolitik evreye ait buluntular ise
Yarımburgaz ve Karain Mağaraları yakınlarında bulunan Üçağızlı Mağara’da ortaya
çıkmış Homo sapiens türü insanın yapmış olduğu aletlerdeki büyük gelişme ve
çeşitlilik dikkat çekmekte, Karain ve Öküzin Mağaralarında bulunan hayvan ve insan
figürleriyle de avcılık ilişkilendirilmektedir.
Mezolitik Çağ (Epipaleolitik Çağ, Orta Taş Devri) (G.Ö. 12.000-11.000): Bu çağ,
Paleolitik Çağ ile yerleşik düzen ve üretim ekonomisinin gerçekleştiği Neolitik Çağ
(Cilalı Taş Devri) arasındaki geçişi hazırlayan ara evredir. Anadolu’da bu çağa ait
yerleşke Toroslar ‘ın güneyi ile Marmara Bölgesi ve Orta Karadeniz olarak
saptanmıştır. Yaşam biçimi Paleolitik Çağ’dan büyük bir farklılık göstermemekle
birlikte en önemli buluntuları mikrolit olarak tanımlanan yarım ay, üçgen ve yamuk
biçimli küçük taş aletlerden oluşmaktadır. İlk kez farklı malzemelerin bir araya
getirilmesiyle oluşturulan oraklar üretimde, biçme işleminin ortaya çıkmasına
tarihlenmektedir. Öküzini’nde ise dibek ve öğütme taşlarının kullanımı ile de tahıl
öğütme sürecine girildiği saptanmıştır.
Neolitik Çağ (Cilalı Taş Çağ, Yeni Taş Çağı) (İ.Ö. 10.000- 5.500): Bu çağın en önemli
özelliği, yaşamını avcılık ve toplayıcılıkla sürdüren insanoğlunun üretici bir yaşama
geçişi olarak tanımlanabilir. Üretim ile birlikte yerleşik yaşama geçilmiş olup ilk
köylerin ve kentlerin kurulmasıyla gelişme gösteren bu çağda Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nde Diyarbakır ve Urfa çevresi ile Tuz gölü’nün güney kesimlerinde ve Göller
bölgesinde hareketlilik başlamıştır. Bu çağ kendi içinde 3 ana evreye ayrılmaktadır.
Kültürel bir kesintiden sonra, İ.Ö. 7. binyılın başlarında Kilin elle şekillendirilip ateşte
pişirilmesiyle elde edilen çanak çömleklerin kullanılmaya başlandığı Erken (Çanak
Çömlekli) Neolitik Çağ’a geçilmiştir. Bu döneme ait yerleşimlerin çoğu Anadolu’nun
güney kesiminde, Toroslar’ın güney ve kuzey eteklerinde kurulmuştur. Bu döneme ait
en önemli yerleşim yeri olan Çatalhöyük, Yakın Doğu’nun bilinen en büyük
kasabalarından biridir. Burada bulunan heykeller, çanak çömlekler, bakır ve
kurşundan yapılan takılar ve bitki lifi ve hayvan kılından yapılan dokumalar
Çatalhöyük sakinlerinin yüksek uygarlık seviyesine ulaştıklarının göstergesidir. Aynı
zamanda duvarda bulunan bir panoda dünyada ilk kez bir yerleşme yerinin planı
yeralmaktadır.
Geç neolitik çağda ise Anadolu’nun gerçek üretimci köylü toplumları ortaya çıkmıştır,
hayvan besiciliği, tarım gelişmiş, çanak çömlek yapımı ise iyice yaygınlaşmıştır.
Bununla birlikte sanatta da değişiklikler kendini göstermiş ve av sahneleri yerine
tarımla değişen toplumda Toprak Ana/ Ana Tanrıça figürleri yer almıştır. Bu çağın en
iyi temsil edildiği yerlerin başında Burdur’un güneybatısında yer alan Hacılar Höyüğü
gelmektedir.
Kalkolitik Çağ (Bakır Taş Çağ) İ.Ö. 5500-3200/300: Uygarlık tarihi açısından İleri
Üretimci Topluluklar Dönemi ya da Gelişkin Köy Dönemi şeklinde tanımlanan bu
dönem; taş aletlerin giderek azaldığı madenciliğe geçildiği dönemdir ve ilk kullanılan
maden bakır olmuştur. İki evrede incelenmektedir:
Erken Kalkolitik Çağ’ın en önemli özelliği bakır kullanımın yaygınlaşması ile özgün
boya bezemeli çanak çömlek geleneğinin ortaya çıkmasıdır.
Geç Kalkolitik Çağda ise göçlerle gelen etkiler sonucu yeni çanak çömlek gelenekleri
ortaya çıkmış, Ana Tanrıça heykelleri daha soyutlaşmış, mermerden yapılan idoller
yaygınlaşmış ve maden kullanımıyla ilgili olarak da ticaret oldukça yaygınlaşmıştır.
Orta Tunç Çağı (İ.Ö. 2000/1900-1500/1450): Üzeri çivi yazılı kil levhaların bir diğer
tanımla tabletlerin bulunduğu bu dönemde, tabletler üzerinde ticari anlaşmalar, evlilik
kararları evlat edinme, boşanma, köle ticareti, miras gibi konularla ilgili bulgulara
rastlanmıştır. Güçlü ticari ilişkilerin olduğu bu dönemde iki tip ticaret merkezi
kurulmuştur: bunlardan ilki ve en önemli olanı Anadolu’da bu dönemin siyasi erkleri
olan beyliklerinde yakınlarında kurulmuş olan Assurca karum denen büyük Pazar
yerleri, diğer merkez ise Assurca vebartum denen yerleşmelerdi. En çok yazılı belge
veren ve en iyi tanınan karum, Kayseri’nin 20 km kuzeydoğusunda yer alan
Kültepe’deki Kaniş (Nefla)’tir.
Assur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelinde Assur’dan kalay ve dokuma ürünleri
dış satımı, karşılığında da Anadolu’dan gümüş ve değerli taş alımı bulunmaktaydı.
Son Tunç Çağı (İ.Ö. 1500/1450-1200): Bu çağda Hitit ile Mısır Devletleri arasında
tarihin bilinen en büyük anlaşması olan Kadeş Antlaşması imzalanmıştır ve bu
anlaşmaya göre iki ülke arasında barış ve kardeşlik sonsuz olacaktır. Hitit devleti
olarak tanımlanan yeni evre ile birlikte Tunç Çağları sona ermiştir. İ.Ö. 2. binyılın son
yüzyıllarında Anadolu’yu olumsuz yönde etkileyen göçler ve istilalar nedeniyle
yaşanan siyasi bunalım sonucunda Hitit İmparatorluğu da yıkılmıştır.
Hitit Uygarlığı: Hitit Devleti feodal ve teokratik bir yapıya sahiptir ve devletin başında
Tabarna denilen egemen bir kral, Tavananna denilen egemen bir kraliçe yer
almaktaydı. Eski hitit Devleti dönemi’nde kralın yanında geniş yetkilere sahip
Panku(ş) adı verilen bir soylular meclisi de bulunmaktaydı. Hitit kralının görevlerinin
başında baş rahiplik, başkumandanlık ve baş yargıçlık yer almaktaydı. Kraldan sonra
en önemli şahsiyet kraliçe idi. Küçük feodal krallıklar, devlete her yıl belli bir miktar
vergi ödemek, savaş zamanlarında da asker, at ve savaş arabası yardımında
bulunmakla yükümlüydüler. Bununla birlikte halkın çoğu vergi vermekte olan soylular,
tüccarlar, zanaatkarlar ve köylüler gibi hür insanlardan oluşmaktaydı. Sosyal
tabakanın en alt grubunu köleler oluşturmaktaydı. Hitit toplumunun en küçük birimi
aile ve aile reisi de erkekti. Evlenme, boşanma, evlat edinme ve miras gibi konular
yasaların denetimi altındaydı. Çok tanrılı bir dine sahiplerdi. Devletin resmî tanrıları
Boğazköy yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’ndaki kaya kabartmalarında
betimlenmiştir. Tanrılara kurbanlar kesmek, adak sunmak yiyecek içecek vermek
gündelik işlemlerdi. Yeni Yıl Bayramı gibi özel günlerde de bu törenler daha kalabalık
olarak yapılmaktaydı.
Birçok tapınağın bulunduğu uygarlıkta, tapınaklar hem tanrı evi olarak bir kült
merkezi hem de birer ekonomi merkeziydi. Yozgat yakınlarındaki, Alişar, Çorum’da
Ortaköy (Sapinuva) güneyde Tarsus Gözlükule (Tarzi), Mersin -Yumuktepe ve Mut
yakınlarındaki Kilisetepe önde gelen diğer Hitit merkezleridir.
Hititler, çivi ve resim yazısı (hiyeroglif) olmak üzere iki tür yazı kullanmışlardır. Tarih
yazıcılığı dualar, mitos ve destan türünden eserler Hitit edebiyatını oluşturmaktadır.
Çoğu Hatti ve Hurri kökenli olan mitos ve destanlar içinde Kaybolan Tanrı, İlluyankas
Mitosu, Telepinu Efsanesi ve Kumarbi Efsanesi en tanınmış eserlerdir ve çok daha
sonraları yaratılan Eski Yunan mitolojisini de etkilemişlerdir. Surlara açılmış olan
anıtsal kapılar, sarayların dış cepheleri ortostat olarak tanımlanan kabartmalı taş
bloklarla süslenmiştir.
Geç Hitit Kent Devletleri: Hitit, Luvi, Arami ve bir kısım Hurri kökenli halklarca
kurulmuş olan Geç¸ Hitit Kent Devletleri ya da Suriye-Hitit Beylikleri olarak
tanımlamıştır. Orta Anadolu’dan Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan geniş bir sahada
yer alan Geç¸ Hitit Kent Devletleri’nin önemli yerleşmelerin başında Kargamış,
Zincirli, Malatya, Sakçagözü ve Karatepe yerleşmeleri yer alır. Aşağı ve Yukarı şehir
olmak üzere iki kısımdan oluşan kentler de saraylar, yönetim binaları ve dini yapılar,
bir iç sur ile çevrelenmiş daha yüksekteki Yukarı Şehir içinde yer almaktadır. Hilani
tipindeki saraylara kabartma bezemeli altlıklar üzerinde yükselen sütunlar arasından
geçilerek girilmekteydi. Geç¸ Hitit sanatı ve kültürünün en iyi şekilde kendisini
mimarinin bütünleyicisi olarak yapılmış kabartma sanatında yansıtır. Fil dişi ve
özellikle büyük tunç¸ kazanların yer aldığı madenî eşyalar da Geç¸ Hitit sanatında
özel bir yere sahiptir
Urartu Krallığı: İlk kez Assur Kralı I. Salmanassar (İ.Ö. 1274-1245) dağlık bölgedeki
bu ülkeden Uruatri olarak söz etmiş sonrasında da İ.Ö. 9. yüzyılın ortalarında
başkent Tuşpa (Van Kalesi ve Eski Van Şehri) olmak üzere Van ovasında merkezi
Urartu Krallığı kurulmuştur. Urartu Krallığı, birbirini izleyen baba-oğul krallarla I.
Sarduri (İ.Ö. 840-830) ile II. Sarduri (İ.Ö. 760-730) dönemlerine kadar büyüyüp
güçlenmiş ve gerçek anlamda merkezi ve bürokratik bir devlet haline gelmiştir. İ.Ö.
743 yılında Adıyaman Gölbaşı yakınlarında Assur orduları karşısında Urartu
ordularının uğradığı yenilgi ile birlikte Urartu Krallığı’nın yükselişi sona ermiş, İ.Ö. 640
yıllarında da yok olmaya başlamıştır.
Monarşik bir düzen mevcut olup, krallık babadan oğula geçmekteydi. Resmi dil
Urartuca idi. Çok tanrılı bir dine sahipti. Zengin demir, gümüş ve bakır yataklarına
sahip olan Urartular, maden işleme sanatında ileri bir toplumdu. Doğu Anadolu’nun
ilk kuyumcuları da Urartulardır.
Urartu sanatı Suriye, Anadolu ve Assur etkileriyle beslenen birleşik bir kültürdür.
Bununla birlikte ait olduğu bölgenin coğrafi ve topografik koşulları sanatın
gelişmesinde etkili olmuş, yaratılan bütün eserlerde Urartu kimliği kendini belli
etmiştir. Ayrıca ülke içinde uzak sınır noktalarıyla bağlantı sağlayan karayolları, su
kanalları, barajlar ve göletler bayındırlık alanında Urartulardan günümüze kadar
kalan en önemli tesislerdir.
Frig Krallığı: Antik batı kaynaklarındaki bilgilere göre Avrupa’da oturdukları sırada
Brygler ya da Brigler adını taşıyan Frigler, Makedonya ve Trakya’dan boğazlar
yoluyla Anadolu’ya göç eden ilk Trak boylarından biridir. Frig Devleti’nin bilinen ilk
kralı, başkent Gordion’a adını vermiş olan Gordios’tur. Yassıhöyük’te (Gordion)
köy düzeyinde, yerleşik bir düzeni benimseyen Friglerin göçebe ve köy düzeyindeki
yaşam biçiminden siyasal örgütlü bir devlet düzenine nasıl geçtiği ve bu geçişteki
aşamalar bugün için bilinmemektedir. Güneydoğu’daki ana kale kapısının hemen
içerisinde, üstü açık iki büyük avlunun çevresinde dizili dikdörtgen planlı megaronlar
saray alanını oluşturmaktadır.
Antik batı kaynaklarında Gordios’un oğlu kral Midas, İ.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında
Frig tahtında egemen olmuştur. Buna göre kral Midas, bir yandan Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da Urartu, Kuzey Suriye ve Assur ile diğer yandan batıda Batı
Anadolu sahilleri ve Yunanistan ile ilişkiye giren Anadolu’nun ilk Demir Çağı kralı
olarak bilinmektedir. İ.Ö. 7. yüzyılın ilk yar›s›nda kral Midas’ın, Kimmerli istilacılara
karşıladığı yenilgiye dayanamayıp boğa kanı içerek intihar ettiği bildirilmektedir. Bu
istila ve ölümle sarsılan imparatorluğun politik gücü sona ermiş, sonrasında bir
dönem Lidya Krallığı’na bağlı, Pers istilasından sonra da iki yüz yılı aşkın bir süre
Pers İmparatorluğun bağlı olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir ve Frig kültürünün
etkileri, bölgede Roma Dönemi’nin sonlarına kadar devam etmiştir.
Friglerde inhumasyon ve kremasyon olmak üzere iki tip ölü gömme geleneği
uygulanmıştır. Frig soyluları, ya tümülüs mezarlara ya da kayalara oyulmuş oda
mezarlara gömülmekteydi. Bunlar içinde en görkemlisi son yıllarda ilk kral Gordios’a
ait olduğu düşünülen, 300 m çapında 53 m yüksekliğindeki Büyük Tümülüs’tür.
Orman bakımından zengin bir bölgede yaşayan Friglerin en özgün sanat dal›
mobilyacılıktır. Metal çivi kullanılmadan, ağaç¸ çiviler ve geçmelerle birbirine
tutturulmuş masalar, tabureler ve servis sehpalarına ait çok güzel örnekler Gordion
tümülüslerinde bulunmuştur.
Kazma, balta gibi demir aletlerin yanında tunçtan döküm ve dövme tekniğinde
yapılmış makaraya benzeyen kulpları olan kaseler, ortası göbekli taşlar, büyük
kazanlar, kepçeler, kemerler ve fibulalar Frig maden sanatının özgün örneklerini
oluşturmaktadır. Friglerde hayvancılıkla birlikte dokumacılık da söz konusudur.
Madenciliğin etkisiyle gelişmiş olan çanak çömlekçiliğinde, Kızılırmak’ın batısında ve
doğusunda farklı üretim tekniklerinin kullanıldığı görülür.
Lidya Krallığı: Anadolu’nun güçlü Demir Çağı krallıklarından biri olan Lidya Krallığı,
halkının kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte, tarihteki yerini zengin maden
yatakları, verimli toprakları ve Kroisos gibi ünlü kralları ile almıştır.
Mermnad Sülalesinin ilk kralı Gyges (İ.Ö. 687-645)’tir Gyges’ten itibaren ülkeye
Lidya, başkente de Sardis denilmeye başlanmıştır ve bu kent antik dünyanın en
güçlü ve zengin başkenti olarak ün kazanmıştır.
Gyges; parlak bir dönem yaşamaya ve istilacı bir siyaset izlemeye başlamıştır. Gyges
Kimmerlerle yapılan savaşta ölmüş ve Sardis yakınındaki Bintepe mezarlığında bir
tümülüse gömülmüştür. Gyges ‘ten sonra sırasıyla oğlu Ardys, Sadyattes ve Alyattes
başa geçmiştir. İ.Ö. 560 yılında tahta çıkan Alyattes’in oğlu Kroisos (‹.Ö. 560- 547)
Mermnad Sülalesinin beşinci ve son kralıdır. Yunanlılar, Kroisos’u zengin, cömert ve
güçlü bir kral olarak tanımışlardır ve günümüzde kullanılan ‘Karun kadar zengin’
deyimi buradan gelmektedir.
İ.Ö. 547 yılında Persler tarafından Başkent Sardis 14 günlük bir kuşatmanın ardından
ele geçirilmesiyle birlikte Lidya Devleti’ne son verilmiş oldu.
Lidyalılar çok tanrılı bir dine sahiplerdi. Tanrılar içinde en büyük saygıyı “Kuvaya”
adıyla anılan ana Tanrıça Kybele görmekteydi. Lidya kralları ve aileleri de ölülerini
Friglerinkinden farklı olsa da tümülüs mezarlara gömüyorlardı. Lidyalıların dilleri Hint-
Avrupa kökenlidir ve tam olarak çözümlenememiş olmakla birlikte Likçe ve Luviceye
benzemektedir. Lidya’da kuyumculuk, dokumacılık, fildişi, çanak-çömlekçilik ve kemik
oymacılığı gelişmiştir,
Lidya Devleti’nin ortadan kalkmasından sonra Persler 200 yıl boyunca Anadolu’ya
hakim olmuşlardır ve Pers egemenliğinde Lidya’nın zenginliği devam etmiştir.
Anadolu’da Pers hakimiyeti de İ.Ö. 333 yılına kadar sürmüş olup, bu yıllarda
Anadolu’da yerli kültürlerin yerine Yunan kültürü yayılmış ve özgün Anadolu
Uygarlıkları sona ermiştir.
Orta Asya Türk topluluklarının kültürel yapısı devlet kurulmadan önce hayvancılık,
tarım ve toplayıcılıktan oluşmaktaydı.
İlk zamanlarda Türkler de her toplum gibi toplayıcı yaşam biçimini benimsemiştir.
Nüfusun az olması ve kaynakların çok olması Türklerin yaşamlarını devam
ettirmelerine olanak sağlamıştır. Ancak daha sonraki dönemler de şartların
olumsuzlaşması insanları avcılık ve yağmacılığa yöneltmiştir.
Türkler toplayıcı yaşam biçimini devam ettirirken aynı zamanda hayvancılık içinde
gerekli ortamı hazırlamıştır. Hayvancılığın ortaya çıkmasıyla Türklerin yaşam biçimi
toplayıcılıktan göçebe hayata doğru değişim göstermeye başlamıştır. Başlarda derisi
ve eti için at yetiştirmişler ama mera ve otlakların uzak olması nedeniyle atları
evcilleştirerek onların gücünden de yararlanmışlardır. O dönemlerde insanlar için çok
önemli olan atların evcilleştirilmesi arabanın kullanılmasına neden olmuş, Terek ya
da Kaoche denilen arabalar kullanılmıştır. Bu arabalar göçebe yaşayan Türklerin aynı
zamanda gezici evleri olmuştur. Türkler atların dışında sığır, deve, ren geyiği ve
küçük baş hayvanları da evcilleştirmişlerdir.
Hun Devletinin kurucusu olan Teoman aynı zamanda ilk Hun İmparatorudur
(İ.Ö.220). Kuruluş döneminde Hunların etrafında Çinlilerin dışında Moğol Tunguzlar
ve Yüeçiler gibi iki güç daha vardı. Bu güçlere karşı büyüme ve gelişme sağlamak
isteyen Hunlar asıl büyümeyi Teoman’ın oğlu Mete döneminde yaşamışlardır.
Mete’nin döneminde devletin sınırları, doğuda Kore, Kuzeyde Baykal Gölü, güneyde
Çin’de Wei Irmağı, Tibet Yaylası, Karakurum Dağları, batıda Kuzey Türkistan’ın içine
kadar uzanmıştır.
Daha sonra Hun tarzında teşkilatlanan Çinliler Hunlar üzerinde egemenlik kurmaya
başlamışlardır. O dönemde Hunların başında olan Ho-han-yeh Çin’e bağlılığını
bildirse de kardeşi Çi-çi buna karşı çıkarak Hun devletinin batısında ayrı bir
egemenlik ilan etmiştir. Bu egemenlik ilanı ile Hun Devleti doğu ve batı olmak üzere
ikiye ayrılmıştır.
Ancak Juan Juanlar dönemine son veren Gök-Türkler uzun yıllar süregelen
istikrarsızlığa bir son vermişlerdir.
552 yılında Bumin Kağanın ölümünden sonra önce oğlu Ko-lo ardından da kardeşi
Mukan Kağan tahta çıkmıştır. Doğuda Mukan Kağandan sonra da Tapo Kağan
devletin başına geçmiştir. Tapo Kağanın Çin hayranlığı Gök-Türk devleti tarafından
kabul görmeyerek gözden düşmesine neden olmuştur.
Hunlarda kadın ile erkek ilişkilerinde bir eşitlik kuralları geçerli olmuştur ve o
dönemlerde kadınlar özgürce ata binebiliyor, ok atabiliyor ve spor faaliyetlerine
katılabiliyordu.
Askeri açıdan bakacak olursak Hunlarda herkesin eli silah tuttuğu ve her daim
savaşa hazır oldukları için askerliği meslek olarak görmemişlerdir. Börü adı verilen
Hun ordusu, atlılardan meydana gelirdi ve daimi bir orduydu. Bu yüzden Hun
ordusunda paralı asker bulunmazdı.
Hukukta sözlü hukuk kurallarıyla oluşturulan Töre’de ağır cezalar yer alırdı. Örneğin.
Adam öldürme, zina, hırsızlık gibi suçların cezası idam iken, ordudan kaçan, vatana
ihanet edenlerin ki ölüm cezasıydı. Basit suçlar içinde hapis cezaları uygulanırdı.
Hukuk sisteminin başında Yarganlar (Yargıç) bulunurdu.
Elam, İran Platosunun Dicle Nehrine yakın olan güney batı kısmında yer alır, Akadlar
Yüksek Tepe anlamına gelen Elamtu adını vermişler, daha sonra İbraniler Elama
çevirmişlerdir. Elamlıların yerleşme merkezi ve zamanla başkent olan Susa şehridir.
Akadlılarla mücadeleye girip bir süre onların egemenliğinde yaşamış ve İ.Ö. 653
yılında Asurlular Elam Devletinin varlığına son vermişlerdir.
Medler, İran’ın batı ve kuzey batısında bugünkü Tahran, Hamedan, İsfahan’ın kuzeyi
ve Zencan civarında yaşamış eski bir İran halkıdır. Medler konusunda yeterince bilgi
yoktur. Uzun süre Asurlularla mücadele etmiş ve bunun sonunda Anadolu’ya doğru
genişlemeye başlamışlardır. İ.Ö. 550 yılında Perslere boyun eğmek zorunda
kalmışlardır. Perslerin egemenliğine giren Medler zamanla Perslileşmiştir.
Persler İ.Ö. 2000 yılında Hazar Gölünün doğusundan güneye doğru olan göçlerle
İran’a gelmişlerdir, ana yerleşim alanları İran yüksek yaylasının güney batısında yer
alan ve günümüzde Fars eyaleti olarak adlandırılan tarihi Parsa coğrafyasıdır.
Başlangıç dönemlerinde Asur’a bağımlı yaşayan Persler, zamanla Asur’dan
kurtulmuşlar ancak bu sefer de Medlerin egemenliğini kabul etmek zorunda
kalmışlardır.
İmparatorluğun kurucusu olan II. Kyros, Babil Hükümdarı ile birlik yaparak Medlerle
savaşmış sonun da Med Hanedanlığı’na son vererek Pers Hanedanlığı’nı kurmuştur.
II. Kyros başarılarıyla kısa zamanda geniş toprakları fethederek tarihte ilk dünya
imparatorluğunu kurmuştur.
6. Minos Uygarlığı
Yunan tarihi boyunca önemini koruyan Girit Adası, Minos Uygarlığı’nın merkezi
olmuştur.
Eski Yunan Uygarlığı’nın öncüsü niteliğindeki Minos Uygarlığı 1900 yılında Knossos
Sarayının keşfedilmesiyle tüm dünyanın ilgisini çekmiştir.
İ.Ö. 2600-1450 yılları arasında varlığını sürdüren Minos Uygarlığı esas olarak deniz
ticareti ile uğraşan bir ticaret toplumudur.
Minos Uygarlığı sanatında ahşap ve tekstil ürünleri, seramiği, duvar freskoları, taş
işçiliği ve mühürleri dikkat çekicidir. Minos Uygarlığı’nın kronolojisiErken Minos-Orta
MinosGenç Minos Dönemi olarak üç evreye ayrılmıştır.
Erken Minos Dönemi seramiklerinde balık kılçığı, spiral ve dalgalı çizgiler, Orta Minos
Dönemi seramiklerinde balık, kuş, leylak figürleri görülürken, Geç Minos Döneminde
çiçekler ve hayvanlar figürleri artmış, natüralist motifler sadeleşerek geometrik
formlar görülmeye başlamıştır.
Minos Uygarlığı’nın yazı dili, Akaların Girit’i ele geçirmesine kadar Liner A,
sonrasında ise Linear B olarak bilinmektedir.
Arkeoloji dünyasının hala gizemini koruyan eserlerinden biri olan Phaistos Diski’nin
üzerinde hem Linear A, hem de Linear B ye yakın hiyeroglif karakterler
görülmektedir.
Minos kültürünün karakteristik objelerinden biri olan taş mühürlerin merkezinde hep
bir tanrıça, çevresinde de ona hizmet eden figürler bulunmaktadır.
Homeros pek çok kabileden oluşan Girit halkının yaklaşık 90 şehirde yaşadığından
bahsederken, en önemli şehir merkezinin Knossos olduğunu, diğer öne çıkan
şehirlerin ise Phaistos, Kydonia ve Gortyna olduğunu belirtir.
Miken Uygarlığı
Yunanistan’daki Aka / Miken Uygarlığı İ.Ö. 1600-1100 yılları arasında varlığını
sürdürürken en önemli Aka merkezi Mikenai olmuştur.
Minos Uygarlığı’nın çöküşü ile deniz ticaret yollarına hakim olan Akalar parfüm
yağları, zeytinyağı, şarap, baharat,bronz, altın, bakır, kalay, fildişi, boya ve seramik
ürünlerle Kıbrıs, Mısır ve Anadolu ile ticareti ilerletmiştir.
Günümüz Batı Uygarlığının temelinde yer alan İyonya Uygarlığı Antik Yunan ve
Anadolu toplumlarının karşılıklı etkileşimi ile felsefe, tarih yazımı, biyoloji ve mimari
olmak üzere pek çok alanda kendini geliştirmiş büyük bir uygarlık olarak etki
bırakmıştır.
İ.Ö. 900 yıllarında Dorlar; Girit, Kos ve Rodos Adaları ile Güney Batı Anadolu
kıyılarına göç etmişler buraları ele geçirerek yerleşmişlerdir.
Hellen isimli bir atadan meydana geldiklerine inanan Yunanlılar, Miken Uygarlığının
çöküşü ile kaybettikleri yazı dilini, geometrik çağ boyunca ilerleyen kültür
hayatı, artan nüfus ve gelişen deniz ticareti ile birlikte kurdukları ilişkiler sonucunda,
İ.Ö. 800 yıllarında Fenike’lilerden öğrendikleri yazı dilini geliştirerek 24 harften oluşan
kendi alfabelerini oluşturmuşlardır.
İ.Ö.8. yüzyılda yaşayan Hesiodos, Yunanlılar için bir Teogonia (Tanrılar Sistemi)
yaratmış, görünüş ve karakter olarak insan gibi ancak ölümsüz, esası 12 adet pek
çok tanrıya isim vererek, yetkilerini belirlemiştir.
Arkaik Çağ
Yunanistan’da demokratik gelişimin izlendiği, Atinalıların tam yetkiyle iktidarın başına
getirdiği Solon’un gerçekleştirdiği ve Nomos adı verilen Solon Kanunları ile yeni bir
sosyal düzen yaratılmış, kişiler mal mülk ve gelirlerine göre dört sınıfa ayırılmış, ait
oldukları sınıfa göre siyasal hak ve askerlik görevi tespit edilmiş, oy verme hakkı fakir
vatandaşlara da verilmiş olduğu aristotik rejimle demokratik rejim arasında bir
yönetim biçimi olan tyranlık dönemini içeren İ.Ö. 8.-6. yüzyılları Arkaik Çağ olarak
bilinmektedir.
Tyranlıktan sonra İ.Ö. 508/507 yılında iktidara gelen Kleisthenes’in reformlarıyla yeni
yönetim biçimine yön verilmiş, aristokratik teşkilatın gücünün tamamen ortadan
kaldırılarak tüm yurttaşların yönetime katılabileceği düzenli bir hükümet şekli
kurulması amaçlanmıştır.
Eski Yunan Uygarlığının yaratıcı dönemleri Arkaik Çağ ile başlamış, bilim alanında
büyük ilerlemeler kaydedilerek Thales ve Pythagoras gibi bilim adamları bu çağda
yetişmiştir.
Arkaik Çağın en önemli şehir devleti olan Atina, yeni yapılar ve kamu binalarıyla
genişlerken, Kuros ve Kore gibi, ilk kez gerçek ölçülerde yapılan heykellerle
donatılmıştır.
İlk heykellerde malzeme olarak kireç taşı kullanılmış olup, İ.Ö. 6. yüzyılın ortalarında
mermer ön plana çıkmış, heykeltıraşlar bu malzemelerle Kuros heykellerinde insan
anatomisini etüt ederken, Korelerde giysi ve giysi kıvrımlarının veriliş biçimini
incelemişlerdir.
Bu dönemde gelişen ticaret hayatı ve ekonominin giderek güçlenmesi, heykel sanatı
ve mimaride değişiklikler ile kendini göstermiş, tanrılar için kerpiç, ahşap ve taştan
tapınaklar inşa edilmiştir.
Bir Yunan kentini şehir yapan başlıca alanlardan biri akrapolis, diğerleri ise Arkaik
Çağ’dan itibaren önemli kamu yapıları ve dini yapıların çevresinde inşa edildiği agora
ile Antik Çağ’da dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Zeus heykeli gibi içinde
altın, fildişi, mermer gibi malzemelerle yapılan devasa tanrı heykellerinin bulunduğu
tapınaklardır.
Tapınak mimarisinde, İ.Ö. 6. yüzyılında başlayıp Dor düzeni adı verilen, sütunların
kaide üzerine oturtulmadığı, sütun gövdelerinin genelde kasnakların üst üste
konulması ile meydana getirilen Ekhinos ve abakustan oluşan tek cepheli sütun
başlıkları dikkat çeker.
Arkaik Çağ’da başlayan diğer önemli bir düzen olan İyon düzeni ile yapılan tapınaklar
sütunların kaide üzerine yerleştirildiği, sütun gövdelerinde derin yivlerin olduğu, her
iki yanından volütler sarkan iki cepheli sütun başlıkları ile çok basamaklı bir podyum
üzerine yerleştirilen tapınaklardır.
Üçüncü mimari düzen Klasik Çağ’da başlayıp İ.Ö. 4. yüzyılda gelişen “ Korint Düzeni”
ise pek çok açıdan İyon Düzenine benzerken sepet biçiminde yukarı doğru yükselen
ve etrafından kevger yaprakları çıkartılan sütun başlığı ile farklıdır.
Arkaik Çağ’ın sonlarında gelişerek Klasik Çağ’da tam olarak kendini bulan kent
planlamacılığı, ilk olarak İyonya bölgesinde ızgara planı denilen ve dik açı ile kesişen
düzgün sokaklardan oluşan plan tipidir. Arkaik Çağ’ın başlarında vazo resim
sanatında “siyah figür” denilen kırmızı hamur üzerine siyah gölge olarak işlenen siyah
kazıma çizgilerle yapılan mitolojik konulu seramik sanatı gelişirken, çağın sonlarında
siyah zemin üstüne kırmızı renkli iç ayrıntıları fırça ile yapılmış çizgilerden oluşan
“kırmızı figür” öne çıkmıştır.
Klasik Çağ
İ.Ö. 5-4. yüzyılları kapsayan Yunan Klasik Çağ’ın başları Yunanlılarla Persler
arasındaki uzun savaşlarla siyasi anlamda çalkantılı geçmiştir.
Persler İ.Ö. 480 yılında Atina Akrapolisi’ne kadar gelerek tapınakları ve kutsal
heykelleri tahrip etmiş, İ.Ö. 479 yılında ise Plataya ve Mykale’de Perslerin geri
püskürtülmesiyle, adalar ve Anadolu’daki kentler dışında tehlike bir miktar
uzaklaştırılmıştır.
Savaş sonrasında merkezi Delos Adası olan, Sparta dışındaki Yunan Şehir
Devletlerinin katılımıyla “AttikaDelos Deniz Birliği” kurulmuştur.
Perikles’in İ.Ö.461 yılında Atina Kentinin yöneticisi olmasıyla tüm Yunan Dünyası
altın çağını yaşarken Kallias Barışı ile Pers tehlikesi tamamen uzaklaştırılmıştır.
Perikles ile Yunan dünyasının lideri olan Atina, İ.Ö. 431 yılında Sparta ile ekonomik
nedenlerle başlayan 27 yıllık savaşın sonunda yenilmiş ve bir daha eski siyasi
gücüne ulaşamamıştır.
Stadyum, 183 metrelik bir uzunlukta koşu yapılan yerler, tiyatro ise toplum
yaşantısında önemli yere sahip, mimari olarak orkestra, oturma sıraları ve sahneden
oluşan mekanlardır.
Siyaset yaşamında önemli yeri olan Bouleterion günümüz meclis binalarıyla aynı
işleve sahip kamu yapısı olup Boule ise Danışma Meclisi görevi yapan etkin bir
hükümet organıdır.
Klasik Çağ’da Yunan dünyası, mitolojiden ve çok tanrılı dinden koparak doğal
olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancını benimsemiş, bilimle
felsefe bir arada gelişirken, çağın başlarında doğa felsefesi ön planda olup,
sonrasında pratik felsefe öne çıkmıştır.
İ.Ö. 5. yüzyılın sonlarında öne çıkan Sofizm akımıyla ünlenen isim Protogoras’dır.
Helenistik Çağ
İ.Ö. 338’de kurulan Hellen Birliğinin liderliği Yunan Şehir Devletlerinin arasındaki
çekişmeler yüzünden Makedonya Krallığına geçmiş, İ.Ö 330-30 arasını kapsayan
300 yıllık Helenistik Çağ’ın öne çıkan ismi Makedonya Kralı Büyük İskender olmuştur.
Büyük İskender Hellen Birliği komutanı olarak önce Anadolu’yu, ardından Pers
İmparatorluğu’nun toprakları fethederek Asya kıtasında Hindistan’ın Pencap
havzasına kadar ilerlemiştir.
Kalabalık kitleler halinde Doğu ülkelerine dağılan Yunanlıların, Yunan dilinin diğer
toplumlarda da yayılarak ortak bir dil olmasıyla Yunan kültürü ile Anadolu, Mısır, Pers
ve diğer kültürlerin önceden beri var olan ilişkilerinin iyice kaynaşıp kozmopolit bir
kültür ortaya çıkmasıyla oluşan yeni kültüre “Hellenizm” denmiştir.
Büyük İskender’in varis bırakmadan ani ölümü, yakın komutanlarının yönetimi ele
geçirmek için yaptıkları savaşlar kurduğu imparatorluğun kısa zamanda
parçalanmasına ayrıca Roma İmparatorluğunun yükselişi de sonradan kurulan tüm
krallıkların sona ermesine neden olmuştur.
Bu çağda Arkaik ve Klasik Çağ’da kullanılan siyah ve kırmızı figürlü vazo sanatı
yerine başka teknikler geçmiş, boya ile yapılan motifler yerine de kabartmalar halinde
yapılan süslemeler tercih edilmeye başlanmıştır.
Evlilik törenleri, karanlık çöktükten sonra başlayıp gelinin başı örtülü halde kendi
evinden damadın evine konukların meşaleleri ve çaldıkları müzikle götürülmesiyle
devam eder.
Kolonizasyon hareketinin ardından sayıları hayli artan kölelerin hiçbir politik hakları
yoktur, istenildiğinde alınıp satılırlar ve ömürlerinin sonuna kadar hizmet vermek
zorundadırlar.
Antik Yunan dünyasında var olan ölümden sonra yaşamın devam edeceği ölenlerin
baştanrı Hades’in yanına gideceği inancıyla, yaşarken sevdiği özel eşyalar, yiyecek
içecekler mezarına yerleştirilmiştir.
Mezar tipleri çeşitli olup en basit mezar, üstüne mezar sahibinin kimlik bilgileri ve
günlük yaşamını gösteren sahnelerin işlendiği, toprağa açılmış basit dikdörtgen
çukurdur.
İ.Ö.264 yılından itibaren Romalılar Batı Akdeniz’deki en önemli güç olan Kartaca ile
savaşmaya başlamışlardır. 17 yıl süren Pön savaşları döneminde Sicilya Romalıların
Olmuştur. Romalılar bu dönemde Deniz aşırı ele geçirdikleri tüm topraklara Vali
atayarak vergi ödeyen eyaletler sistemini kurmuşlardır. Kuzeye doğru savaşarak Po
vadisinin tamamı ve Adriyatik denizinin doğusuna doğru yayılmışlardır. 2.Pön
savaşından Kartacalılar galip çıksa da devamında kazanılan savaşlarda Kartaca
Generali Bütün deniz aşırı topraklarını Roma’ya bırakarak kaçmış ve 3.Pön
savaşında da Kartaca tamamen yıkılmıştır.
Roma İmparatorluğu
Octavianus, Augustus’un imparator unvanını kullanması ile İ.Ö 27 yılından itibaren
Roma İmparatorluğu başlamış sayılır. Bu dönemde senatodan bahsedilse de asıl
yetki imparatordadır. Augustus iç savaşlar nedeniyle çok yıpranmış Roma
topraklarını, yeni reformlarla düzene sokmuş ve barışçıl bir siyaset izlemiştir. Bu
dönemde imparatorların kararları kanun olarak sayılmıştır. Bu dönemde Augustus
İtalya ve eyaletlerde nüfus ve servet kayıtlarını yenileyen sayımlar yaptırarak vergi
sistemini yenilemiştir. Orduyu toparlamıştır. Sonradan gelen imparatorlarda ordunun
kararlarında önemli rol oynamıştır. Barışçıl tavır artan bir refah seviyesi sağlamış bu
da Roma tarihi için altın bir dönem başlatmıştır. İmparatorluk toprakları Ren, Tuna,
Fırat ırmaklarına kadar genişletilerek muhafaza edilmiştir. Flaviuslar Dönemi,
Antoninuslar Dönemi, Hadrianuslar yine Severuslar dönemlerinde Roma Toprakları
sınırları içinde yaşayan herkes Roma Vatandaşı yapılmıştır. Ve Anadolu kentlerindeki
refah, yükseliş devam etmiştir. Özellikle Hadrianus dönemi en görkemli dönem olmuş
yönetimi sırasında uzun gezilere çıkarak topraklarındaki pek çok sorunu yerinde
incelemiş ve çözümler getirmiştir. İmparatorun bu gezileri sırasında Anadolu’daki
şehirler karşılama için mimari değişimler geçirmiş ve gelişmişlerdir.
Roma Ordusu: Lejyon adı verilen düzenli birliklerden oluşmuştur. Oldukça iyi bir
eğitimden geçen bu ordular girdikleri savaşlarda başarılar kazanmışlardır. Lejyonların
Roma vatandaşı yapılmaları toprakların korunması için önem teşkil etmiştir. Ordunu
içinde bulunan çeşitli meslek gurupları görev için gittikleri yerlerde özelliklerine göre
yol, köprü, su kemeri gibi kamusal inşaatlar gerçekleştirmişlerdir. Seramik ve cam
üretiminin de yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Ordu aynı zamanda iç politikalarda söz
sahibi olmuştur. Bu durum imparatorların içlerinden seçilmesi aralarındaki
Seviye farklılıkları ile de iç savaşların çıkmasına sebebiyet vermiştir. Askerlerin
emekli olduktan sonra kendilerine verilen topraklarda güvenlik ve koruma
sağlanmıştır. Fakat bazen de generallerin aralarında savaşmaları iç savaşların
artmasına sebep olmuştur. Yine bu dönemde orduya alına askerlerin çoğunluğunun
yabancı kökenli olması kavimler göçü sırasında karışıklığa yol açmış ve kendi
kavimlerini kurmalarıyla göç ederek yeni devletler kurmuşlardır.
Roma Hukuku: İlk Roma kanunları krallık döneminde ortaya çıkmıştır. İmparatorların
koyduğu kurallar kanun sayılmış günümüz batılı devletlerinin uyarlamalarıyla son
şeklini almıştır. Yine avukatlık mesleği de bu tarihlerde ortaya çıkmıştır.
Roma kültürünün Günümüze Etkileri: Roma kültürü günümüzde pek çok alanın
temelini oluşturmaktadır. Bilim, Mimari, Güzel Sanatlar ve Edebiyat gibi pek çok
dalda etkileşim sağlamıştır. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerin Latinceden
geliştiği gerçeği ve o dönemin pek çok yazılı kaynağının günümüzde kullanılmasını
sağlamış bilimsel verilerin alt yapısını oluşturmuştur.
Ortaçağdaki pek çok devlet kendisini Romanın devamı ilan etmiştir. Bu nedenle
kanunlar, devlet kurumları, devlet yönetim modelleri günümüze kadar gelen kuralları
kanunları oluşturmuştur. Roma sanatının günümüze ulaşan pak çok eseri edebiyatla
birleşerek Rönesans akımının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemden kalan resim
örnekleri batı sanatının temelini oluşturmuştur. Mimaride ki etkileşimler ve
malzemelerin yaygın kullanım teknikleri Roma’da gelişerek günümüze katkı
sağlamıştır. O dönemde oluşturulan bu sistemler günümüz sistemlerinin temel yapı
taşı olmuştur.
8. Ortaçağ Kavramı
Genel olarak, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden, Yeniden Doğuş anlamına
gelen Rönesans Dönemine kadar sürdüğü kabul edilen ortaçağ kavramı ilk olarak
Rönesans Dönemi tarihçilerince kullanılmıştır.
Feodalizm, teoride siyasi erkin feodal piramidin en üstündeki kralda toplandığı, kralın,
gücünü mutlak sadakat koşuluyla ve kontrollü olarak yerel derebeyleriyle paylaştığı
bir idare tarzıdır.
Erken Ortaçağ’da barbar devletleri arasında en uzun ömürlü olanı Frank Devleti’dir.
Avrupa ana karasında oynadığı siyasi rolle öne çıkmaktadır.
Ortaçağları betimleyen en önemli özellikler etkili bir merkezi idarenin olmayışı, her an
patlak verebilecek bir savaş ve kıtlıktır.
Feodal toplum, zayıfın daha güçlü kişilerden koruma talep ederek himayesine
girdiğini betimleyen bir terimdir. Feodal toplum güçlü savaş lordlarının güçsüz
kişilerce egemen güç olarak kabul edildiği, zayıfların kendilerini bu efendilere emanet
ederek sadakatle hizmet sözü verdikleri bir toplum yapısıdır. Feodal toplumlarda,
kralların vasalları olduğu gibi vasalların da vassalları olabiliyordu. Fakat kral
vasallarının vassallarına hükmedemiyordu.
Krallığın başına 936 yılında, Heinrich’in oğlu ve halefi I. Otto geçmiştir. Otto, Batı
Roma İmparatorluğunu yeniden kurma programının bir parçası olarak selefleri gibi
Kilise’nin de desteğini sağlamıştır. 962 yılında Papa VII. Jean, Alman Kralı Otto’ya
İmparatorluk tacını giydirmiş ve Batı Roma İmparatorluğu yeniden kurulmuştur.
Otto, imparator olur olmaz Papalık Devleti’ni tanımış ve kendisini kilisenin koruyucusu
ilan etmiştir. Bu durum kiliseyi kraliyet kontrolüne sokmuş, piskopos ve baş keşişler,
Otto’nun atanmış memur ve bürokratları konumuna gelmiştir. Hatta hiçbir papa,
imparatora sadakat yemini etmeden makamına çıkmaz hale gelmiştir.
Papa IX. Leo, Cluny keşişlerini Roma’daki başlıca idari görevlere getirmiştir.
Böylelikle 11. yüzyılın ikinci yarısında papalık iyice güçlenmiş ve Papa II. Nicholas,
1059’da papayı kardinallerin seçeceğini ilan etmiştir. II. Nicholas’ın bu hareketi,
bugün dahi papayı seçen Kardinaller Kurulu’nun temelini atmıştır. Bununla birlikte
papalık İtalya’daki yerel güçlerin ve imparatorluk gücünün etkisinden kurtulmuş olsa
da, Avrupalı hükümdarlar papa seçiminde etkili olmaya devam ettiler.
Haçlı seferleri, krallar ile papaların çıkarları doğrultusunda gerektiği zaman iyi birer
dost olabildiklerinin göstergesidir. Cluny reformu, ruhban sınıfını Birinci Haçlı
Seferi’ne manevi destek vermeye, ruhbandan olmayan sınıfı da Müslümanlardan
kurtarılmak istenen Kutsal Topraklara yönlendirmiştir.
Papa II. Urbanus, Bizans İmparatoru’nun Müslüman Türklere karşı Batılılara yardım
çağrısını fırsat bilerek 1095’de Clermont Konsili’nde tüm Hristiyanları sefere davet
etmiştir.
İlk Haçlı seferi, kazanç ve çıkar peşindeki insanlar tarafından üstlenilmiştir. Yeniden
güçlenen papalık da bunda çok büyük rol oynamıştır. Papalar, ilk haçlı seferine
katılanlara savaş meydanında ölürlerse endüljans (günahların cezasının
bağışlanması) sözü vermişlerdir.
İlk üç Haçlı seferinde (1096-1099; 1147-1149; 1189-1192) Avrupalılar Antakya,
Kudüs, Akka, Urfa gibi önemli toprakları elde ettilerse de egemenlikleri uzun
sürmemiştir.
1066 yılında Anglosakson kral İtirafçı Edward’ın ölümü İngiliz politik yaşamında
önemli değişikliklere yol açmıştır. Edward’ın çocuğunun olmaması, annesinin
Norman olması sebebiyle, Normandiya dükü, İngiliz tahtı üzerinde hak iddia etmiştir.
Kral Edward’ın ölümünden önce bu hakkı kabul etmesine rağmen, Kraliyet gücünün
kaynağı olan Anglosakson aristokrasisi buna karşı çıkarak kendi kralını seçmiştir.
Fakat Normanlar bu meydan okuyuş karşısında İngiltere’yi fethetmiş, Guillaume,
İngiliz kralı olarak taç giymiştir.
Guillaume, İngiltere’nin tamamına boyun eğdirmek için yirmi yıl süren, bir harekât
başlatarak, küçük ya da büyük tüm toprak sahiplerini kraldan toprak almış vassallar
konumuna getirmiştir. Böylece güçlü bir monarşinin temelleri atılmıştır. Norman
Hanedanı’nın 1154 yılında siyasi arenadan çekilmesiyle birlikte, Fransız Anjou dükü
Henry, (II. Henry) İngiliz kraliyet tacını giymiş, (1154-1189) İngiltere’nin yönetimi
Angevin Hanedanına geçmiştir. II. Henry ülke içinde otokratik bir hükümdar olmuş,
Clarendon Nizamnamesi ile ruhban sınıfı sivil mahkemelere tabi kılmıştır (1164);
aristokrasi ve ruhban sınıfın şiddetli direnişine rağmen Piskoposların seçiminde
kontrolü ele geçirmiştir.
İngiltere’de Magna Carta ilan edilirken aynı dönemde Fransa’ya güçlü feodal prensler
egemendi. Bu durum, Capet Hanedanı’nın başlangıcından (987) II. Philip Augustus
dönemine (987-1223) kadar devam etmiştir. Philip Augustus’un büyük oğlu IX. Louis
(1226-1270), birleşik ve mutlak bir krallığı devralmıştır. Düzeni ve yerel yönetimde
adaleti sağlamak için uğraşmıştır. Louis devri, Skolastik düşüncenin Altın Çağı’dır.
11. ve 12. yüzyıllarda, Batı Avrupa nüfusunun sadece yüzde beşini oluşturan kentler,
feodal lordlar tarafından yönetiliyordu. Kentlerde yaşamayı ve çalışmayı kabul eden
gönüllülere ayrıcalıklar tanınıyordu. Bu da kırsaldaki serflerin kentlere göçüne neden
oluyordu. Kırsaldaki serf sınıfı, kentlere zanaatkârları ve ilk girişimci tacirleri
kazandırdı. Serf soyundan gelen uzun mesafe tacirleri, uzak ülkelerle ticaretin
risklerinden büyük kârlar elde etmişlerdir. Bugünkü Batı Avrupa kentleri, ticaretin
ivme kazanmasıyla ve özellikle uzak ülkelerle ticaret yapan tacirler tarafından
yaratılmıştır.
İngiliz kralları Yüzyıl Savaşları’nın harcamalarını karşılamak için halka yeni vergiler
yüklemişlerdir. Kralın vergi taleplerine parlamentonun yeni dayatmaları eklenince
yeni kanun maddeleri ortaya çıkmış, orta sınıftan halkın temsilcileri parlamentoya
girmiştir. Böylece I. Edward’ın (1272-1307) yönetiminde parlamentoya dayalı yönetim
tarzı, İngiltere’nin değişmez bir idari kurumu olarak yerleşik hâle gelmiştir. Fransız
kralları, savaşı finanse etmek için İngiliz kralları gibi vergi koymadan önce aristokratik
Kraliyet Konseyine danışırken çıkan kararlar yetersiz kalmıştır. Bu nedenle kral
Philip, bir finansman aracı olarak, ruhban, aristokrasi ve kent soylulardan oluşan, Etat
Generaux meclisini kurmuştur (1355). Bu meclisten kral sıkışık durumunlarda kendi
çıkarları doğrultusunda yararlanmış, İngiliz Birleşik Parlamentosu’nun aksine, etkin
bir yönetim aracı çıkarılamamıştır. 14. yüzyılda Fransa, İngiltere gibi birliğini
sağlayamamış ve feodal yapıdan merkezî devlete geçememiştir. Yüzyıl Savaşları, iki
ülkeye demografik ve ekonomik açıdan büyük kayıplar verdirmesinin yanı sıra her iki
tarafta da halkı kralın etrafında birleştirerek, ulusal duyguyu güçlendirmiştir.
Veba salgının Avrupa’da yayılmasıyla birlikte salgının yol açtığı özellikle serf
nüfusundaki büyük kayıplar emek gücünü azaltmış ve aristokratların mülklerindeki
üretimi düşürmüştür. Bunun sonucunda emek değer kazanarak köylü ve kalifiye
zanaatkâr ücretlerini artmıştır. Pek çok serf, angaryalardan para ödeyerek
kurtulmaya başlamış, çiftlikleri terk ederek daha kazançlı iş olanakları sunan şehirlere
akın etmişlerdir. Tarımsal ürünlere olan talebin azalması, fiyatları düşürmüş ve lüks
tüketim ürünlerinin fiyatları artmıştır. Tüm bu gelişmeler geleneksel güçlü aristokrasiyi
olumsuz etkilemiş, 14. yüzyılda İngiltere ve Fransa yönetimleri, yasaları, köylülerin
dolaşımını sınırlamaya ve vergilerini artırıp ücretlerini düşük tutarak eski dengeleri
korumaya çalışmışlardır. Her iki ülkede de köylü sınıfı bu çabalar karşısında isyanlar
çıkarmıştır. Aristokrasi, bu isyanları şiddetle, kanlı bir şekilde bastırmıştır. Kent
endüstrileri vebanın ağır etkilerine rağmen kârlı çıkmıştır. Kent meclisleri, kırsaldan
gelen göçmenlerle rekabeti düzenlemek ve göçü kontrol altına almak için yasalar
çıkarmışlardır. Lüks tüketime artan düşkünlük, üretici zanaatkâr sınıfının önemini
artırmıştır. Geç Ortaçağ’da zenginleşen zanaatkâr ve tacirler, geleneksel güç
odaklarına karşı kendi loncalarını oluşturmuşlar, böylece eski soylu sınıfla, yeni siyasi
mücadelelere girebilmişlerdir. Sonunda aristokrasi, tüccar sınıfına şehir meclislerine
girme hakkını vermek zorunda kalmıştır. Ruhban sınıfı da, veba salgınından
etkilenmiş, üyelerinden pek çoğunu bu hastalığa kurban vererek azalmıştır.
Kardinaller kurulu, 1409’da üç farklı papayı seçmek zorunda kalmış, kilise otuz altı
yıllık (1378-1415) bir kriz yaşamıştır.
Paris piskoposu, 219 felsefi önermeyi mahkûm ettiği zaman Aristoteles’in Hristiyan
teolojisinin temelini kazdığı yönündeki eleştiri ve şüpheler doruğa çıkmıştır.
Felsefeye, kilisenin gerçek kabul ettiği Hristiyan dogmasından daha fazla ilgi
gösterenler mahkûm edilmiştir. Hümanizmin babası kabul edilen Francesco Petrarca,
Cola di Rienzo, Dante Alighieri, Giovanni Boccaccio dönemin önemli
yazarlarındandır. Dante’nin Vita Nuova (Yeni Hayat)’sı ve Divina Komedia (İlahi
Komedya)’sı Petrarca’nın soneleriyle birlikte modern İtalyan dili ve edebiyatının
temelini oluşturur. Petrarca’nın öğrencisi ve arkadaşı Giovanni Boccaccio’da
Hümanist çalışmaların öncüsü kabul edilir.
Ortaçağ sanatı, Hristiyanlığın etkisi altında kalmış dini nitelikli bir sanattır. Roma
İmparatorluğu İ.S. 395 yılında ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batılı ve Doğulu
Hristiyan Sanatı olarak ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu
Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma’dan farklılaşarak Bizans’a özgü bir sanat anlayışı
geliştirmiştir.
Yahudiliğin etkisi altındaki erken Hristiyanlık, başlarda tasviri yasakladığı için ilk resim
örnekleri ancak İ.S. 3. yüzyıldaki katakomp duvarlarında görülebilmiştir. Bu dönemde
dinsel olmayan tek sanat eseri Normanların İngiltere’yi istilasını anlatan 70 metre
boyundaki Bayeux Halısı’dır. 6. yüzyılda İtalya’nın Ravenna kentinde yapılan
Ostrogot kralı Büyük Thedoric’in anıtsal mezarı Avrupa mimarîsinin erken
örneklerindendir.
Normanlar, 1066 yılında Britanya’yı işgal ettiklerinde yeni bir mimarî üslup
getirmişlerdir. Bu üslup, Britanya’da Norman üslubu, kıta Avrupa’sında ise Roman
üslubu (Romanesk) olarak adlandırılmıştır. Başlangıcı 1050’lere tarihlenen
Romanesk mimarî üslubu, Avrupa’nın değişik yörelerini etkilemiştir. En tipik ve anıtsal
örnekler daha çok Almanya, Fransa ve İngiltere’de bulunmaktadır.
Ortaçağ mimarisinin son büyük aşaması Gotik dönemdir. Başlangıcı 12. yüzyıl
ortalarına tarihlenen Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Gotik sanat
denildiğinde akla gelen sivri çatı ve kuleleriyle göğe (Tanrı’ya) doğru yükselen, dev
boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarinin başlangıcı Paris yakınlarındaki St. Denis
Manastır Kilisesi’nin inşa edildiği 1122 yılına tarihlenir. Gotik dönemin en başarılı ve
klasik örnekleri Paris ve çevresindedir. Yapımlarına 13. yüzyılda başlanan bu yapılar
Lyon, Chartres, Rheims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleridir.
9. Bizans Kavramı
Bizans terimi ilk olarak Rönesans döneminde Batı Avrupalı tarihçilerce kullanılmıştır.
Bizans Dönemi’nde bu terim, yalnızca başkent Constantinopolis (İstanbul)’te doğup
büyümüş kişiler için kullanılmıştır. Bizanslılar kendilerini daima Romalı olarak saymış
ve devletlerini de Roma İmparatorluğu olarak tanımlayarak Roma geleneğini takip
etmişlerdir.
Roma teorik olarak bir çeşit cumhuriyet idi, fakat Octavianus (Augustus)’un idareyi
tek elde toplamasından sonra imparatorluk olarak gelişmiştir (İ.Ö.27); bu sistemde
Bizans imparatoru sadece tanrısal desteğe bağımlı olan ama kimseye bağımlı
olmayan bir otokrattır. Bu siyasi anlayış Yakın Doğu, özellikle Sasani ve Hellenistik
dönem monarşilerinden etkilenmiştir. Bu eğilim, Constantinus’un selefi Diocletianus
döneminde kabul edilmiştir. Hristiyan olan Constantinus’un bu siyasi anlayışı yeni
dinle harmanlaması doğal bir gelişmedir. Bu anlayışa göre, Constantinus ve onun
halefleri, İsa’nın yeryüzündeki vekiliydi, seçilmişti ve sadece İsa’ya karşı sorumluydu.
Hristiyan Tanrı, imparatorluğun gerçek yöneticisidir. Bu anlayışı ilk kimin ortaya attığı
kesin olarak bilinmemekle birlikte Constantinus ya da onun Caesarealı (Filistin
Caesareası) Eusebius (İ.S.263-339) gibi danışmanlarının etkili olduğu söylenebilir.
Constantinus’un din değiştirmesi Batı uygarlığı için çok önemlidir. Constantinus, İ.S.
313’te Licinius ile birlikte Milano Fermanı olarak bilinen belgeyi yayınlayarak
Hristiyanlara yönelik nicedir süren adli kovuşturmaya son vermiş, kiliseleri onartarak
ve Hristiyan piskoposları maddi olarak desteklemiştir. Constantinus’un Hristiyanlığa
geçişi Roma İmparatorluğu’nun politik anlayışına kesin şeklini vermiştir. Bu anlayış,
Roma İmparatorluğu ve Tanrı Krallığına paralel ve bu ikisi üzerine temellenmiş bir
oluşumdur.
Teslis; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan kutsal üçlemedir. Erken Hristiyanlıkta
Tanrı’nın tek olduğu düşünülse de birçok Hristiyan Teslis kavramına da inanıyordu.
Bu iki düşüncenin bir türlü uzlaşamaması birçok teolojik çatışmaya neden olmuştur.
Arius, İsa’nın Tanrı’yla eşit kabul edilemeyeceğini düşünen İskenderiye’li bir keşiştir.
Bu düşünce, Teslis kavramını politeizmle özdeşleştiren Hristiyanların desteğini
kazanmıştır. Arius’un, Aristocu felsefeyle uyuşan bu öğretileri, Doğu’da büyük
kargaşaya neden olmuştur. Constantinus, sonunda tüm piskoposları konuyu
görüşmek üzere toplantıya çağırmaya ikna edilmiştir. Constantinus, konsili idari bir
kurul olarak görmüş, Roma Senatosunu algıladığı gibi algılamıştır. Hristiyanlık
tarihinin ilk konsili İ.S. 325’te Nikaia’da toplanmış, konsilin sonunda İsa’nın Baba ile
aynı özden olduğuna karar verilmiştir. Arius, bu öğretiyi reddetmiş ve taraftarlarıyla
birlikte, devlet ve kilise tarafından mahkûm edilmiştir. Arianism olarak tanımlanan
öğretisi sapkın ilan edilmiştir. Fakat Arianism uzun yıllar boyunca etkili olmaya devam
etmiş, süreçte yarı Ariusçu gruplar ortaya çıkarak, durum daha da karışmıştır.
Constantinus ailesinin son üyesi olan Julianus, eski dine dönerek paganismi
canlandırmaya çalışmış, Hristiyanlara birçok sınırlamalar getirmiştir. Julianus,
Hristiyan üst tabakaya karşı tepkili eğitimli aristokrasi sınıfınca desteklenmiştir. İran’a
karşı çıktığı seferde ölümünden sonra Hristiyan Jovianus (İ.S. 363-364) başa geçmiş,
onun da ölümünden sonra, imparatorluğun idaresi iki kardeşi Valens ve I.
Valentinianus arasında bölünmüştür. Ariusçu Valens, Doğu’ya, Ortodoks
Valentinianus ise Batı’ya egemen olmuştur. Valens ve I. Valentinianus öldükten
sonra Batı tarafının başına Gratianus geçmiştir ve Theodsius’u da Doğu imparatoru
seçmiştir. Gratianus’un ölümünden sonra, Theodosius, Batı Roma’nın işlerine
karışmaya başladı ve ölümüne kadar Roma İmparatorluğu’na tek başına hükmetti.
Bu anlamda, Theodosius, antik Roma imparatorlarının son temsilcisidir.
Theodosius’un ölümünden sonra Doğu ve Batı’nın iradesi, oğulları Arcadius ve
Honorius’a geçmiştir. Doğu ve Batı’nın ayrı yönetilmesi tam anlamıyla bir bölünme
olmasa da imparatorluk bir daha fiilen hiçbir zaman birleşmemiştir. Böylece Doğu
Roma yani Bizans İmparatorluğu ortaya çıkmıştır.
Bizans’ın ilk imparatoru Arcadius (395-408) ile onun oğlu II. Theodosius (408-450)
dönemi Gotlar sorunu, Hun tehlikesi ve dini mücadeleler ile geçmiştir. II.
Theodosius’un çocuğu olmadığı için, ölünce imparatorluğun yönetimini kız kardeşi
Pulcheria’nın kocası, ordu komutanı Marcianus (450-457) devralmıştır. I. Leon’un
yerine geçen torunu II. Leon aynı yıl içinde (474) 6 yaşında ölünce babası Zenon
Bizans tahtına geçmiştir (474-491). Zenon döneminde, Odoakr 476’da Batı Roma
imparatorunu tahtından indirerek kendisi başa geçmiş, böylece Batı Roma
İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Zenon’un ölümünden sonra karısı Ariadne,
Anastasius ile evlenmiş ve Anastasius imparator olmuştur. Anastasius’un erkek
çocuğu olmamış ve öldüğünde I. Justinus imparator seçilmiştir (518-527). Kısmen
Romalılaşmış bir asker olan I. Justinus köylü sınıfından gelmektedir.
Justinianus’un Sasaniler ile yaptığı barış II. Justinus döneminde bozulmuş, iki ordu
Armenia’da savaşmıştır. Yüzyılın son çeyreğinde Avarların idaresi altında birleşen
Slavlar Bizans’a saldırmaya başlamış, doğuda Sasanilere karşı savaştığından ciddi
bir direniş gösteremeyen Bizans, Balkanlardaki siyasi kontrolünü kaybetmiştir.
Sasaniler doğudan saldırarak Khalkedon’a kadar ilerlemişler, 619’da Antiokhia’yı
(Antakya), Kudüs’ü ve Mısır’ın çoğunu fethetmişlerdir. 610 yılında Kartaca eksarhının
oğlu Heracleius ayaklanmış, halkın da desteğini alarak, bir donanma ile
Constantinopolis’e gelmiştir. Phokas tahtan indirilerek idam edilmiş ve Heracleius
tahta çıkmıştır (610).
Bu kritik dönemde Bizans ordu ve idare düzeni köklü değişikliğe uğramış, Thema
Sistemi denilen yeni bir idariaskeri düzene geçilmiştir. Thema sözcüğü aslında ordu
demektir. Anadolu themaları da eksarhlıklar gibi askerî nitelikte idari birliklerdir. Her
birinin başında askeri ve sivil yetkilere sahip bir komutan (strategos) bulunurdu. Bir
thema eski eyaletleri de kapsadığından, komutanlar eski valilerden de üstündür.
Themalar aynı zamanda askerî birliklerin iskân bölgeleridir.
Heracleius dönemi, siyasal ve kültürel bakımdan Bizans tarihinin bir dönüm
noktasıdır. Heracleius ile Geç Roma Dönemi sona ermiş ve asıl Bizans Devleti
başlamıştır. Heracleius dönemine kadar devlet dili olarak kabul edilen Latince yerini
Grekçe’ye bırakmış, böylece devlet batıdan koparak doğululaşmıştır. Kilisenin dili,
resmi devlet dili olmuştur. Ayrıca Roma imparatorlarına verilen imparator, caesar,
augustus unvanları yerini Grekçe basileos unvanına bırakmıştır. Bu dönemde
kullanılan en önemli savaş tekniklerinden biri Grek Ateşi denilen suda bile yanabilen
topların mancınıklar vasıtasıyla düşmana atılmasıdır. Bizanslılar bu gizli silahlarıyla
yüzyıllar boyu gurur duymuşlardır.
Heracleius 641’de ölmüş, yerine oğlu III. Constantinus geçmiştir. III. Constantinus,
aynı yıl içinde öldükten sonra taht, Heracleius’un ikinci karısı Martina’dan olan oğlu
Heraclonas tarafından işgal edilmiştir. Heraclonas 641 yılı sonlarında tahttan
indirilerek sürgüne gönderilmiş ve III. Constantinus’un küçük yaştaki oğlu II.
Constans imparator ilan edilmiştir. II. Constans 668’de öldürülmüş ve yerine oğlu IV.
Constantinos (668-685) geçmiştir. Bundan sonra sırasıyla, II. Justinianus (685-695,
705-711), Leontios (695-698), II. Tiberius (698-705), II. Justinianus Rhinometos (705-
711), Philippikus (711-713), II. Anastasius (713-715) ve III. Theodosius (715- 717)
tahta geçmişlerdir.
III. Leon dönemindeki, Ecloga olarak bilinen kanun derlemesi ve ikonoklasm politikası
çok önemlidir. Ecloga 726’da yürürlüğe girmiştir ve ceza hükümleri oldukça serttir.
III. Leon 726 yılında çıkardığı bir emirle Aziz ve Meryem tasvirlerini tahrip etme
(İkonokalsm) hareketini başlatmıştır. Sarayının kapısında asılı olan İsa tasvirinin
indirilmesini ve yerine bir haçın asılmasını emretmiştir. Bu olay, Constantinopolis’te
ve Batı dünyasında büyük muhalefete yol açmıştır. Papalık, 726’da Bizans’ın
ikonoklast politikasını reddetmiştir.
751’de Ravenna eksarhlığı ortadan kalkmıştır. Papa II. Stephen, Frank saray nazırı
Kısa Pepin’in şahsında başka bir hâmî bulmuştur. Bizans yönetimi 754’teki Nikaia
konsiliyle ikonast teolojiyi savunmuştur. Büyük Karl, Papalığı tehdit eden Lombardları
etkisiz hale getirince Bizans’ın başaramadığı bir görevi başarmıştır. Bundan sonra
Roma kilisesi Frank devletinin güdümüne girmiş, bozulan ilişkiler imparatoriçe
Irene’nin 787’de Nikaia konsiliyle ikonaları serbest bırakmasıyla bile düzelmemiştir.
Papa III. Leo, 25 Aralık 800’de Karl’a başına imparatorluk tacı giydirince doğuyla
ilişkileri daha da zora girmiş, Doğu ile Batı’nın dinî ayrılığı siyasî boyuta da
taşınmıştır. Hristiyan evreni birbirinden dil, kültür, din ve siyasî bakımdan ayrılmıştır.
Irene (802) de yüksek bürokratların darbesiyle tahttan indirilmiş, yerine maliyenin
başında yer alan bürokrat Nikephoros çıkarılmıştır.
I. Nikephoros (802-811) ekonomik durumu ve bozulan maliyeyi düzeltmeyi görev
bilmiştir. Irene zamanının vergi indirimlerini kaldırmış, vergileri yükselterek, tebaayı
yeniden vergilendirmiştir. Irene’nin Abbasi halifesine ödemekte olduğu yıllık vergiyi
kesmiş fakat Halife Harun’ur-Reşid’in komutasındaki ordunun 806 yılında Anadolu’ya
girmesiyle, daha ağır koşullarda barış yapmak zorunda kalmıştır. I. Nikephoros,
Bulgarlarla savaşırken ölmüştür (811).
Yerine oğlu Staurakios geçmiş, ancak imparatorluğu bir kaç ay devam etmiştir.
Sonrasında sırasıyla, Staurakios’un kızı ile evli olan I. Mihail Rhangabe (811-813),
General (Ermeni) Leon (V. Leon) (813-820), V. Leon’u bir suikastla öldüren Mihail
(II.Mihail) (820-829), II. Mihail’in oğlu Theophilos (829-842), Theophilos’un oğlu III.
Mihail (reşit oluncaya kadar annesi Theodora) imparator olmuştur. III. Mihail, gözdesi
Makedonyalı Basilios’u 866’da evlat edinmiş, 867’de Basilios, Mihail’i öldürterek,
iktidarı ele geçirmiştir. Basilios, Makedonya Hanedanını kurmuştur.
Basilios, bir av kazasında ölünce oğlu VI. Leon 29 Ağustos 886’da imparator
olmuştur. Leon’dan sonra taht önce kardeşi ortak imparator Alexandros’un eline
geçmiştir (912-913). Onun ölümünden sonra VI. Leon’un çocuk yaştaki oğlu VII.
Constantinus Porfirogennitos (911-959) imparator olmuştur. Annesi Zoe (913-919) ve
kızını Constantinus ile evlendiren amiral Romanos Lekapinos (919-944) idareyi ele
almıştır. VII. Constantinus Porfirogennitos öldüğünde (959) Bizans Devleti
Hristiyanlığın lideriydi.
Adalet örgütünün başı imparatordu ve yalnız onun adına adalet dağıtılabilirdi. 14.
yüzyılın başlarına kadar en yüksek mahkeme imparatorun başkanlık ettiği
mahkemeydi. Üyeleri yüksek memurlardan seçilirdi.
Bizans sanatı, Doğu Akdeniz çevresinde yer alan toplulukların, Hristiyan inancı içinde
meydana getirdikleri bir sanattır ve ana kaynağı Anadolu topraklarıdır.
Cahiliye Devri olarak da bilinen bu devir İslamiyet öncesi Arap yarımadasındaki puta
tapma inancının yaygın olduğu bir dönemdir. Bu dönemde insan ya da varlıkları
Allah’a eş olarak görme anlamına gelen şirkin yaygın olduğunu söylemek
mümkündür.
Hicret (622)
Hicret, Müslümanların ve Hz Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesi, Hz.
Muhammed’i dini yaymaya çalışan bir elçi durumundan siyasî, askerî ve sosyal bir
önder halini getirmiştir. Kendisi ile beraber göç eden Müslümanlara muhacirun,
Medine’de kendilerine yardım eden Medineli yerli Müslüman gruplara ise Ensar ismi
verilmiştir.
(Hayber: Şam ticaret yolu üzerinde hurma bahçeleri ve verimli toprakları bulunan,
büyük ve küçük kalelerden oluşan bir bölgedir.)
Mekke’yi ele geçirerek Kâbe’yi putlardan arındırmak isteyen Hz Muhammed 630 yılı
Ocak ayında beraberindeki İslam ordusu ile kan dökmeden Mekke’yi teslim almıştır.
Hz Muhammed’in vefatından önce yaptığı son sefer 630 yılındaki Tebük Seferi
olmuştur. Sefer savaştan ziyade kuzey sınırların güvenliğini sağlamak için yapılan bir
dizi antlaşma ile neticelenen bir girişimdir.
622-630 seneleri arası Hac görevini yerine getiremeyen Hz. Muhammed’in 632’de
son kez Hac yapacağı duyurulmuş ve bu, insanlığa gelen son peygamberin yaptığı
son hac olmuştur. Hz. Muhammed 8 Haziran 632 yılında vefat etmiştir.
Peygamber’in yokluğu Ridde denilen dinden dönme hareketi için ortam yaratmıştı,
yerine gelen halefi Ebubekir’in ilk icraatları bu eğilimi ve yalancı peygamber
meselesini sonlandırmak olmuştur. 633 yılında yalancı peygamber Müseylime’ye
karşı kazanılan zaferle, Medine’de hâkimiyet alanının genişlemiş ve bu sayede İslam
fetih hareketi başlamıştır. Irak, Mısır ve Suriye de Hz. Ebubekir’in döneminde
alınmıştır.
Hz. Peygamber zamanında, vahiy kâtipleri tarafından kâğıt parçaları, kürek kemikleri,
deri üzerine yazılarak ezberlenen Kur’an, Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit
başkanlığındaki bir heyet tarafından Hz. Ebûbekir döneminde kitap (Mushaf) haline
getirilmiştir.
Hz. Osman halifeliği süresince kendi akrabalarına yakınlık göstermiş başta Muaviye
olmak üzere Emevî soyundan olan valiler büyük arazi sahibi olmuşlardı. Bütün
bunlar, halkı devlet idaresinden soğutmuş ve her tarafta genel bir hoşnutsuzluk
yaratmıştı. 656 yılında memnuniyetsizliklerini ifade etmek için Mısır’dan Medine’ye
gelmiş olan bir grup, halifenin evini basarak onu ağır şekilde yaraladılar. Bu olayın
ardından Hz. Osman hayatını kaybetti. Hz. Osman’ın öldürülmesi, İslam tarihinde bir
dönüm noktası olup İslam’da birliğin ifadesi olan halifelik kurumunun dinî itibarı
zedelenmiştir.
Hz. Ali zamanında Hz. Osman’ın katlinden onu sorumlu tutan Emevîler ile yaşanan
gerilim sebebiyle kan davası halini alan gelişmeler yine iki orduyu 657 de Sıffin
yakınlarında karşı karşıya getirmiş, Hakem Olayı adıyla bilinen ve çözümü için Kuran
hükümlerine bakılması kararlaştırılan bir savaşla sonuçlanmıştır. Hakemler, Hz. Ali ve
Muaviye’nin halife olmaktan azledilerek, halkın oylarıyla yeni bir halife seçilmesini
kararlaştırmışlardır. Fakat durum değişmiş, Muaviye’nin hakemi Amr b. As, Hz. Ali’nin
hakemi Ebû Musa el-Eşarî’nin kararı uyarınca azledilen halifenin yerine kendi adayını
tayin ettiğini ifade etmiştir. Bu olayın ardından Hz. Ali, Suriye üzerine bir sefer daha
yapmaya karar vermiştir. Sefer hazırlıkları devam ederken Ocak 661’de, İbn Mülcem
isimli bir Hâricî tarafından Kûfe camiinde namaz sırasında öldürülmüştür . Bunun
ardından oğlu Hasan’ın halifelik hakkını Muaviye’ye devretmesi sonucu halifelik
Emevî soyundan devam etmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren onların halifeliği
tüm İslam dünyasında kabul görmüştür.
Abbasî halifeleri Mehdî, Hâdî ve Hârûn Reşîd döneminde, bilhassa müzik alanında
parlak çalışmalar yapılmıştır. Yine Samarra’da cam ve seramik, Kûfe’de kitap ciltleme
ve süsleme sanatları gelişmiştir. Ayrıca, İbn Mukla gibi meşhur hattatlar da
yetişmiştir.
Değişen Aristokrasi
Ortaçağ’ın kan soyluluğuna dayalı ayrıcalıklı sınıfı aristokratlar, bu değişime ayak
uydurma çabası içine girdiler. Bir kısmı topraklarını girişimcilere kiralamaya
başladılar. Bir kısmı da topraklarındaki serfleri, özgürlüklerini de bağışlayarak
topraklarından çıkarıp, topraklarını çayır hâline dönüştürerek koyun sürüleri
beslemeye başladılar. Bu iş için birkaç çoban yeterli olduğundan, sayıları gittikçe
artan serfleri de beslemek zorunda kalmayacaklardı. Böylece elde ettikleri yünü
satıp, kendi ihtiyaçlarını karşılama yoluna gittiler. Yün, dokuma sanayii için önemli bir
ham madde idi. Doğulu sultanlar, yünlü kumaşlara büyük ilgi gösteriyorlardı. Bir malın
alım ve satım yerleri arasındaki fiyat farkı, bu işle uğraşanların yani tüccarların daha
da zenginleşmesini sağladı.
Bu dönemde gelişme gösteren bir diğer sanayi kolu maden sanayiidir. Madenlerin
işletilmesi sermayenin daha da artmasını sağladı. Maden sanayiinin gelişmesi ile
ateşli silahlar kullanılmaya başlandı. Feodal beylerin son sığınakları olan kaleleri top
ve tüfeklerle yerle bir edildi. Böylece feodal toplum yapısı büyük bir değişime uğradı.
Ayrıca ateşli silahlar, Batı Avrupa devletlerinin yeni coğrafyalara yayılmasına ve
sömürgecilik faaliyetlerine imkân sağladı.
Kapitalizm
Sömürgelerden gelen ham madde ve iş gücü, sermaye sahibi girişimci sınıf
tarafından zenginliklerini arttırmak için kullanıldı. Giderek zenginleşen sermayeye
yani kapitale sahip bulunan bu sınıfa kapitalist sınıf, yeni oluşan bu düzene
de kapitalizm denildi.
1492 : Kristof Kolomb yeni bir kıta keşfetti. Floransalı denizci Amerigo Vespucci,
Kolomb’un bulduğu bu kıtaya kendi adını (Amerika) vermiştir.
1540 yılından itibaren sömürge ülkelerden madenler ve değerli taşlar işlenerek elde
edilmiş ürünler, Avrupa piyasasında yerini aldıkça, sınıflar arasındaki fark daha da
belirginleşti Fiyat Devrimi de denen satış fiyatlarının arttığı görüldü; ancak bu durum,
işçi ücretlerine yansımadı.
15. yüzyılın ikinci yarısı Avrupa’nın Yeniçağ’ı olarak adlandırılır. 1453’te Doğu Roma
İmparatorluğu’nun Türkler tarafından yıkılması yani İstanbul’un alınması veya bazı
kaynaklara göre 1492’de Amerika kıtasının keşfi Yeniçağ’ın başlangıcı kabul edilir.
Bunun yanında Batı Avrupa dışında kalan Rusya, Balkanlar, Hindistan, Çin, Japonya
veya Avrupa’nın doğusu ile Güneydoğu Asya adaları gibi farklı konumlar için bir çağ
değişimi hissedilmemektedir.
Avrupa’nın Yeniçağ’ı
Sözü edilen dönemde, artık öylesine önemli değişimler yaşanmıştır ki bütün bunlar,
Ortaçağ’ın karakteristik özelliklerine taban tabana zıt gelişmelerdir. Bu nedenle bu
yeni döneme Yeniçağ adı verilmiştir. Kronolojik düzenleme amacıyla Yeniçağ’ın
başlangıcı için bir tarih vermek gerekirse, genellikle kabul gören iki tarih karşımıza
çıkar: 1453 (İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun
yıkılması) ve 1492 (Amerika Kıtası’nın keşfi ve İspanya’daki Müslüman Devlet
Gırnata’nın tarihe karışması). Hangi tarihi Yeniçağ’ın başlangıcı olarak kabul
ederseniz edin; esas olan, artık 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yeni bir
dönemin başladığı gerçeğidir ve bu kapitalist gelişmeler Batı Avrupa’da
yaşanmaktadır.
Her üretim biçimi kendi düşünce sistemini oluşturur. Bu ekonomik düzen içinde,
ekonomik ilişkileri ve faaliyetleri kontrolüne alan bir sınıfsal yapılanma ortaya çıkar.
Ekonomiyi ele geçiren ve bu yolla maddi güç elde eden sınıf (burjuvazi) bu düzenin
devamı için kendi ideolojisini oluşturur.
İnsanı evrenin merkezine koyan bu sistemde, sadece dinî inancıyla yönlenen insan
tipi yerine düşünen sorgulayan insan olma arzusunu yansıtan insan tipi öne çıkmıştır.
Rönesans ve Reform
Rönesans
Rönesans 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönemdir. Yeniden doğuş demektir.
Antik dönem düşünce ve sanat eserlerinin Yeniçağ’da yeni bir yorumla ele alınması
Rönesans’ı yaratmıştır. Floransa merkezli ortaya çıkmıştır.
Reform
Daha iyi bir duruma getirmek için yapılan yenilik anlamına gelen Reform hareketi ilk
olarak 16. yüzyıl başlarında Almanya’da ortaya çıkmıştır. Egemen sınıfın ihtiyaçlarına
cevap verecek düzenlemelerin karşısında en büyük sorun eski geleneksel yapıyı
kırmak olmuştur. Katolik kilisesinin köklü ve eski yapısı kolay alt edilemeyecek gibi
görünmekteydi. Yeni kapitalist sistemin hayata geçebilmesi ancak Protestanlığın
ortaya çıkması ile mümkün olmuştur. Protestan kilisesi ile Katolik kilisesinin ortaya
çıkışta ayrıştığı en temel fark din adamlarının değil devlet adamlarının kiliseye
hükmetmiş olmasıdır. Bu sayede feodal dinsel ideoloji Katolik kilisesini sorgulamaya
başlamıştır. Etkisi Almanya’dan yayılıp tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Hümanist fikirlerin
halka inmesinde matbaanın kutsal kitapları ve düşünce kitaplarını basmasının rolü
büyüktür.
Reformcu Düşünürler
Martin Luther (1483-1546), John Calvin (1509-1564), Thomas Münzer (1524-1525)
bu dönemin önemli reformcu düşünürleridir.
Reformun Sonuçları
Bu hareketin sonuçları şöyledir:
İstanbul’un fethi (1453) ile kendisini Roma İmparatorluğunun varisi sayan Fatih
Sultan Mehmet’in şahsında, Osmanlı’nın siyasi gücü tartışmasız kabul görmüştür.
Daha önce Bizans’a tabi olan yerleri Fatih Sultan Mehmet, birer birer kendisine
bağlamış, hakimiyet alanını genişletmiş ve seferler planlı bir şekilde Güney İtalya’da
Otranto’ya kadar sürdürülmüştür. Dolayısıyla Katolik Rum Kilisesi’nin siyasi gücünü
kaybetmesinde Osmanlı ilerleyişinin ve Ortodoksların hamiliğini üstlenmiş olmasının
etkisi büyüktür.
600 yıl boyunca, üç kıtaya yayılan Osmanlı Devleti’nin uzun ömürlü oluşunun sırrı; bu
kadar geniş topraklarda farklı din, dil ve ırk mensuplarını bir arada uyum içinde
yaşatabilecek bir dahili teşkilata ve kapasiteye sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu çok uluslu ve çok dinli Osmanlı yapısı, sosyo etnik bir dengeyle iç tutarlılığını
kurmayı başarmıştır. Bu dengenin uzun ömürlü olması da yönetim anlayışına milli bir
ideolojinin hakim olmamasından kaynaklanmıştır.
İslam aracılığıyla, Batı’ya taşınan bir başka değer de, İslam dünyasında tanınan,
Yunan bilim ve felsefesidir. Batının İslam aracılığıyla yeniden keşfettiği bu felsefe,
Rönesans’a giden süreci başlatacaktır. Yine İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi
üzerine İtalya’ya giden Rum aydınlar tarafından getirilen antik dönem eserleri de,
Roma kültürünün yeniden canlandırılmasında etkili olmuştur. Böylece antik Yunan
felsefesi ve eserleri Avrupa’ya yayılmıştır. Avrupa’daki düşünsel dönüşümün
kaynakları arasında İspanya’daki Endülüs İslam etkisini de saymak gerekir. İbn-i
Sina, İbn-i Rüşd gibi önemli İslam filozoflarının eserlerinin incelenmesi de dönüşüm
için ihtiyaç duyulan birikime katkıda bulunmuştur. Kısaca Batı Avrupa’da yaşanan bu
büyük dönüşümün temelinde Osmanlı’nın ve İslam’ın izlerini görmek mümkündür. Bu
dönüşümün ekonomik ayağı ise coğrafi keşiflerle tamamlanmıştır.
Piri Reis ile başlayan Osmanlı Coğrafyacılığı Cihannüma ile gelişmiş ve bu akım 19.
yüzyıla kadar devam etmiştir. Özellikle 17. yüzyıldan itibaren Avrupa dillerinden
tercüme edilen bilimsel eserler öne çıkmaktadır. Bu tercüme eserlerle, Osmanlı bilim
dünyasına, Batılı kavramlar girmeye başlamıştır.
Avrupa’daki ilmi ve coğrafi gelişmelerden haberdar olan Osmanlılar, özellikle 17. yy.
sonlarından itibaren batı bilim ve teknolojisine daha fazla ilgi duymaya başladılar.
Böylece klasik dönemde uyguladığı, seçici bilgi transferinden de uzaklaştılar. 18.
yüzyıla gelindiğinde ise Avrupa bilimi kadar, kültür ve yaşantısı da ilgi uyandırmaya
başladı.
Kültürel Etkileşim
Aynı coğrafyada yaşayan; birbirleriyle siyasi ve ticari ilişkiler içinde bulunan Osmanlı
Devleti ile Avrupa devletlerinin kültürel etkileşimi kaçınılmazdır. Ancak Klasik
Dönem’de Osmanlılar, Dar ül Harb olarak nitelendirdikleri Hristiyan dünyasının kültür
etkilemesinden mümkün olduğunca uzak kalmışlardı. Bunda siyasi güç ve otoritesinin
zirvede olmasının yanı sıra gayrimüslimleri taklit etmeyi küfürle eşdeğer gören bakış
açısının da rolü vardı. Bu anlayışın değişimi ise Karlofça Antlaşması (1699) ile
başlayacaktır. 18. yüzyıldan itibarende Batı beğenilen ve dolayısıyla da taklit edilen
bir kültür haline gelmiştir.
18. yüzyıla gelindiğinde ise Akıl Çağı’nın siyaset teorisyenleri, Osmanlı rejimini Doğu
Despotizmi içinde değerlendirmişlerdir. Bu siyasi rejim, Fransız Aydınlanma
düşünürlerinden Montesquieu’nun ileri sürdüğü gibi coğrafi koşulların bir sonucu veya
Ortadoğu imparatorluklarının bir geleneği değil, Osmanlı-Avrupa mücadelesinin bir
sonucu idi.
Ünlü sosyolog Max Weber ise Osmanlı rejimini determinist bakış açısıyla keyfi
sultanlık olarak nitelendirmiştir. Hükümdarın otoritesini sınırlayan bir asiller sınıfının
veya temel bir kanunun olmamasını, Osmanlı padişahını, Avrupalı hükümdarlardan
ayıran en temel fark olarak görmektedir. Oysaki 14. ve 15. yüzyıllarda uçlardaki gazi
ailelerinin varlığı; İslâm’ı temsil eden ulema; ayrıca örfi kanun rejimi ve bürokratik
kurallar padişahın otoritesini sınırlayan unsurlardı.
Osmanlı siyasal rejimine karşı bir başka bakış açısı ise K. Marx ve F. Engels’in Asya
üretim tarzı adı altındaki yaklaşımlarıdır. Askeri sınıfın köylülerin artı üretimine zorla
el koymaları biçiminde yorumlanan bu anlayış vaktiyle Osmanlı idaresi altında
bulunmuş olan milliyetçi Balkanlı tarihçiler tarafından resmi tarih görüşü olarak
benimsenmiştir.
Sonuç olarak, Osmanlı tarihi ile Avrupa tarihi birbirine paralel gelişmiş; aynı
coğrafyada bir arada yaşamış toplumların tarihidir. Bugün Balkan dillerinde yaşayan
6000’e ulaşan Türkçe kelimelerin varlığı kültürel etkileşimin açık bir göstergesidir.
Güneydoğu ve Doğu Avrupa’da yerleşmiş ve 500 yıl yaşamış bir devlet olan Osmanlı
devleti hiç kuşkusuz bu coğrafyada sadece siyasi değil kültürel anlamda da derin
izler bırakmıştır.
Osmanlı Devleti’nde farklı din mensuplarına geniş bir hoşgörü ile inançlarını yaşama
hakkı tanınırken Batı Avrupa’da aynı dinde olanlar arasında bile kıyasıya
mücadeleler yaşanıyordu. Yeniçağ Avrupa tarihi bir bakıma mezhep savaşlarının
tarihidir. Bu tarihlerde Avrupa için din ve mezhep özgürlüğünden söz etmek mümkün
değildir. Ancak yoğun mücadelelerden sonra bazı haklar elde edilecek ve mezhep
savaşları Protestanların zaferi ile sonuçlanacaktır. Ancak bu zaferin, aslında
burjuvazinin bir zaferi olduğu da unutulmamalıdır.
Kanuni Sultan Süleyman dönemine gelindiğinde fetihlerin ilerlemesi, Avrupa ile artan
siyasi ve ticari ilişkiler, kültürel etkileşimi arttırdı ve bu etkileşim sanata da yansıdı. Bu
dönemde Avrupa sanatı üzerinde Osmanlı etkisi iki şekilde ortaya çıktı. Bunlardan
biri, Osmanlı ilerleyişine ve üstün otoritesine karşı duyulan korku ve tepki ile üretilen
eserlerden oluşurken; diğeri ise Osmanlı yükselişini anlamaya ve Osmanlı kültürünü
tanımaya yönelik verilen daha nesnel ve bilimsel çalışmalar ile sanat eserlerinden
oluşuyordu.
Özellikle Osmanlı kıyafetleri ilginin odak noktasıydı. Nitekim 1610 yılında Fransa’da
sahnelenen bir bale gösterisinde müzisyenler Türk giysileri ile sahne aldılar. Ayrıca
saraydaki maskeli balolarda da Türk giysilerini giyme modası başladı. Ünlü yazar
Moliere de eserinde Türk törenine yer verdi. Bütün bu örnekler, Avrupalıların Osmanlı
kültürüne olan ilgisini gösteriyordu.
17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar da Avrupa’yı daha yakından tanıma çabası içine
girdiler. Evliya Çelebi’nin yazdığı seyahatname, bu yüzyılda bir Türk’ün Avrupa’yı
nasıl gördüğünü gösteren güzel ve renkli bir eserdir. Avrupa kültürüne ve bilimine
duyulan ilginin artmasıyla 17. yüzyılda çok sayıda eser Türkçeye çevrildi. Aynı
yüzyılda Avrupa’da Türklerle ilgili eserler de yaygınlaştı. 17. yüzyıl Avrupa
resimlerinde de Türk motifleri kullanılmaya devam edildi. Ünlü Flaman ressam Peter
Paul Rubens, Türk kıyafet çizimleri yaptı. 17. yüzyıl Hollanda resmine Türk motifler
girmeye başladı.
II. Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Devleti, Avrupa ülkelerine gönderdiği elçileri
aracılığıyla bilim, teknik ve kültürüyle ilgili daha kapsamlı bilgi edinme yoluna gitmiştir.
18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’ya giden Osmanlı elçilerinin yazdıkları sefaretnameler
bu amaca hizmet etmiştir. 1721 yılında Paris’e elçi olarak giden Mehmet Çelebi,
Sefaretnamesinde Fransa sarayındaki bahçeleri, örf ve adetleri anlatmış; teknik
bilgiler de vermiştir.
1735’te sahnelenen Rameau’nun operasının ilk perdesi Gönlü Yüce Türk (Le Turc
Genereux) adını taşırken Carolet’in balesindeki bir perde de İyi Türk (Le Bon Turc)
adını taşıyordu. Yüzyılın sonlarında Türk ezgileri Mozart, Haydn ve Beethoven gibi
ünlü besteciler tarafından kullanılacaktır. Beethoven’in ünlü 9.senfonisinin sonundaki
mehter ezgileri bu etkileşimin güzel bir örneğidir.
Aydınlanma Felsefesi 17. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar süren,
Rönesans, Reform ve Hümanizm akımlarıyla bağlantılı bir fikir hareketidir. Bu
hareketin siyasete en büyük katkısı iktidar kaynağının tanrısal kökenli olmayıp halka
ait olduğunun kabul edilmesidir.
Aydınlanma Felsefesi, burjuvazinin yeni dünya görüşü olarak 18. Yy.’a damgasını
vurmuş, akla dayanan ve genel yararı esas alan bu düşünce sistemdir. Amaç,
insanın mutlu olmasıdır. Nitekim İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (1789)’nin evrensel
yönü de bunu vurgulamaktadır. İktidarın kaynağı Tanrı’dan halka indirgenmiştir.
Hedef, İnsanların doğuştan birtakım haklara sahip olduklarını kabul edip, akla dayalı
evrensel hukuk ilkelerinin geçerli kılınmasıydı.
1. Bilim, Doğa ve Felsefe : Bu dönemde doğa bilimlerine duyulan ilgi artmış, uygulama
ön plana çıkmıştır. Voltaire matematikle, Didero t, anatomi, fizyoloji ve kimya ile, J.J.
Rousseau botanikle uğraşmıştır. Halkın anlayabileceği eserler, sözlükler ve
ansiklopediler döneme damgasını
vurmuştur. D’Alembert ve Diderot’un Ansiklopedisi, 18.yüzyılın simgesi olacaktır.
Dönem astronomi ve fizik alanında gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Newton’un
çekim kuramı, düşünceye yenilik getirir, Lagrange ve Laplace gök mekaniği ile ilgili
önemli veriler elde ederler, Lavoisier kimya alanında önemli atılımlar
yapar, Buffon doğa bilimleriyle ilgili pozitif ve laik görüşler ileri sürer. 18.yy.filozoflar
yüzyılı olmuştur Filozofların her şeye kuşkuyla yaklaşmaları dikkat çekmektedir.
Tarihsel dinleri reddeden bir eğilim içinde olan filozoflar, görüşlerini akıl yoluyla ortaya
koymaya çalışmışlardır. Düşüncelere, çözümleme ve yararlılık egemen olmuş ve
sosyal olaylar incelenmeye başlanmıştır. Örneğin Voltaire 14. Louis’in Yüzyılı adıyla
ilk tarih kitabını yazar. Fizyokratlar , toplumun ekonomik yapısını inceleyerek, gelirin
toplumda nasıl üretildiğini ve nasıl paylaştırıldığını araştırırlar ve iktisat biliminin temel
esaslarını ortaya koyarlar. Montesquieu , iklimin ve coğrafi yapının, yönetim yapısı
üzerindeki etkisini inceleyerek sosyal bilimin olasılığını gösterir. Locke ise liberalist
görüşleri ile siyaset biliminin temellerini ortaya koyar. Bilimsel gelişmelerin ışığında,
mutlak monarşi ve geleneksel yapı sorgulanmaya başlanır. Yönetime ilişkin yeni
çözüm önerileri getirilir; bazı düşünürler aydınlardan oluşan bir yönetimi yani aydın
despotizmini savunurken, bir kısmı despotluğa şiddetle karşı çıkarak, bireyin
özgürlüğünü amaç edinir; Montesquieu, despotizmi, özgürlüğün düşmanı olarak
görür; özgürlüğün sağlanabilmesi için de yasama, yürütme ve yargı gücünü
birbirinden ayırır. Daha sonra bu ilke, güçler ayrılığı olarak kabul görecektir.
Rousseau ise eşitliği savunarak halk yönetiminden yana görüşler ileri sürer. Bu
görüşler sonraki yüzyılları da derinden etkiler ve 19.yy.da çeşitli ideolojik
mücadelelere kaynaklık eder.
2. Akıl: Bu dönemde akıl, gelenek ve Tanrı iradesinin önüne geçer. İnsanlığın ilerlemesi
ve mutluluğu ancak evrensel akıl ile sağlanabilir düşüncesi, döneme hâkim olmuştur.
3. Laiklik: Aydınlanma Dönemi’nde her şeyin aklın rehberliğinde, bilimsel bir metotla
incelenmesi ve laik temele oturtulması esas olmuştur.
4. Mutluluk: Dönemi’nin amaçlarından biri de insanın bu dünyada mutlu olmasını
sağlamaktır. Bunu sağlamak için de peşin yargılardan kurtulması gereklidir.
5. Özgürlük: Peşin yargılar ve sınırlamalar olmaksızın insanın kendini, evrendeki yerini
ve doğayı anlama çabası, akılcılığın gereklerindendir. Ayrıca Voltaire’in
formülleştirdiği; ticaretin zenginliği, zenginliğin özgürlüğü, özgürlüğün ticaretin
gelişmesini ve ticaretin gelişmesinin de devletin büyüklüğünü sağladığı inancı
döneme hâkim olmuştur.
6. Kendine Güven : Kendine güvenen, akılcı ve özgür insan, Aydınlanma Dönemi insan
tipidir.
7. Hukuk: Hukuk ilkelerini akla uygun ve eşitlikçi bir hale getirmek hukuk reformu
gerçekleştirmek amaçlanmıştır.
Newton da genel çekim yasasını bularak tüm evreni tek bir çekim yasasının hâkim
olduğu dev bir makine olarak görecektir. Birbirine yakın iki cismin ağırlıklarıyla doğru
orantılı olarak birbirini çektiğini ileri süren Newton, böylece gezegenlerin güneş
etrafında sabit bir yörünge ile dönme nedenine de açıklık getirecektir.
Bu dönemde evrenin tam bir uyum ve düzen içinde olduğu ve bu düzenin doğa
yasaları sayesinde mükemmel bir saat gibi işlediği düşüncesi hâkim olmuştur.
Yine İngiliz Samuel Johnson ise hiciv, şiir ve dil bilimi alanındaki eserleri ile dönemin
önemli yazarlarından sayılabilir.
Almanya’da Gotthold Lessing ise eserlerinde akıl çağı konularını ele almıştır.
Sanat
Aydınlanma Çağı’nın sanat anlayışının hazırlık evresi Rönesans Dönemi olmuştur.
Resim sanatı daha demokratik bir içerik kazanırken, heykelde ise daha duygusal ve
hareketli figürler öne çıkmıştır. Versailles Sarayı döneme ait önemli mimari eserler
arasındadır.
Müzik
Aydınlanma Çağı’nda Rönesans’ta ortaya çıkan din dışı müzik türlerinden oper a
etkinliğini sürdürmüş, oratoryo, senfoni ve quartet müziğine ilk örnekler verilmiştir.
Montesquieu (1699-1755)
Montesquieu, aristokratik libaralizmi savunur. “Yasaların Ruhu” adlı eserinde,
yasaların her yerde farklı olduğuna dikkat çekerek bu farklılığın nedenini, ülkelerin
coğrafi konumuna ve iklim yapısına bağlar. Bu eserinde, iklimler kuramı, yönetim
biçimleri kuramı ve kuvvetler ayrılığı üzerinde durmuştur.
Yürütme gücünün krala verilmesini, yasama gücünün ise halk ve soylulardan oluşan
iki meclise verilmesini savunan Montesquieu’nun amacı; kral, soylular ve halk
arasındaki siyasi ve sosyal dengeyi sağlamaktır. Öte yandan krala veto hakkı vermiş,
yargı üzerinde de yasamanın yetkisini tanımıştır. Aslında Montesquieu, sınırlı
yani meşruti monarşiy i savunmuştur.
Voltaire (1699-1778)
18. yüzyıl “Voltaire’in Çağı” olarak kabul edilmektedir. Feodal yapıya ve Katolik
Kilisesine karşı çıkışlarıyla, akılcı yaklaşımı ve alaycı üslubuyla tanınan Voltaire,
Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü hazırlayan en önemli düşünürlerden biridir.
Özellikle düşünce özgürlüğünü sağlamak için büyük mücadele vermiştir. Katolikliğe
ve kiliseye karşı savaş açan Voltaire, Katolikliği peşin yargılar, boş inançlar ve
bağnazlıkla eşdeğer görmektedir. Ancak bir yandan da dinin sosyal yararına
inanmakta ve bağnazlıktan arınmış bir dini savunmaktadır.
Abraham Darby’nin odun kömürü yerine kok kömürüyle demir üretmesi ve daha
sonra buhar makinesinin olanakları, demir sanayiinin kömür ve kaliteli demir
cevherlerine taşınmasını sağladı. Buna paralel olarak 18. yüzyılın son çeyreğinde
inşaat, demir yolları ve pek çok alanda demir kullanılmıştır.
Bağımsızlık Savaşı
Fransa ve İngiltere’nin koloniler üzerindeki denetim çabaları ve bu nedenle çıkan
savaşlar, 7 Yıl Savaşları (1756-1763), İngiltere’nin üstünlüğü ile sonuçlanmış ve bu
durum İngiliz mali sisteminde sıkıntı doğurmuştur.
Çay üzerine konulan vergilerin azaltılması, Doğu Hindistan Şirketi’nin eline almış
olduğu çay ihraç tekeli sayesinde çayı ucuza satması, bu sebeple darbe alan kaçak
çay ihracatçılarının bağımsızlık isteyen gruplara katılmaları gibi olaylar sonunda
gerginlikler tırmanmıştır. 16 Aralık 1773 gecesi Boston Limanı’nda demirlemiş İngiliz
gemilerine girilerek çayların denize atılması ile beraber İngiltere Boston Limanı’nı
ticarete kapatmıştır.
Bu bildiri ile beraber kurulan “Amerika Birleşik Devletleri”ne karşılık yürütülen askeri
mücadele, İngiltere’nin yenilmesi ve bu yeni kurulmuş devleti tanıması ile
sonuçlanmıştır.
Fransız Devrimi
Fransa’da 1789-1799 yıllarını kapsayan, burjuvazinin mutlak monarşi ve feodal
yapılanmayan son vererek ülkenin siyasal ve toplumsal yapısının temellerini
değiştiren ve ülkenin birliğini kuran, siyasal ve toplumsal değişim sürecine “Fransız
Devrimi” denmektedir. Burjuvazinin iktidarı, liberalizm ile birlikte ulus devlet
düşüncesinin gelişmesi ve bugüne kadar uzanan dünyaya etkileri bakımından bu
devrim önemlidir.
Sayıca az, toprakların büyük bir kısmına ve geniş haklara sahip, fakat vergi
ödemeyen “asiller”,
Ülkedeki toprakların dörtte birine sahip, vergi muafiyetine sahip, yüksek gelirler elde
edebilen “ruhban sınıfı”,
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan, ortak özelliği tüm vergileri ödemek olan halk
ve
Bu üçünün üstünde bulunan kral ve hanedan üyeleri.
Eşitsizlik temelinde kurulan bu feodal yapı, halk tarafından tepki çekecek bir ortam
oluşturmaktaydı.
Montesquieu, Jean Jacques Rousseau, Diderot, Voltaire gibi 18. Yüzyıl “Aydınlanma”
düşünürlerinin mutlakiyetçi yönetime karşı görüşleri, ekonomik bakımdan giderek
zenginleşen, burjuvazi ve halk tarafından benimsenmiştir. Düşünsel açıdan bir diğer
etki ise Amerikan Devrimi olmuştur.
Mali nedenlerde ise, İngiltere ile yapılan 7 yıl savaşları ve bu savaşlar sonucunda
gelen yenilgiyi telafi etmek için Amerikan bağımsızlık hareketine yapılan yardımlar,
saraya ve asillere yapılan harcamalar sonucunda, iç borçların artmasına ve bütçe
açıklarının ortaya çıkması bulunur.
26 Ağustos 1789’da yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, dünyada büyük etki
uyandırmıştır. Açık ve anlaşılır bir üslupla yazılmıştır. Evrensel değerlere sahip tüm
insanlığı kapsayan özgürlükçü bir bildiri olması bu etkinin en büyük nedenlerindendir.
İlkeleri sayesinde demokratik rejimlerin kurulmasına olanak sağlanmıştır.
1791 Anayasası
1791 anayasası ile yasama yetkisi Ulusal Meclise, yürütmenin başında olan krala ise
bir defaya mahsus veto yetkisi verilmiştir. Yargı gücü ise halk tarafından seçilen
yargıçlara verilmiştir. Bu anayasa ile birlikte meşruti monarşi rejimi yürürlüğe girmiştir.
Konvansiyon Meclisi
Cumhuriyet Meclisi, Konvansiyon Meclisi olarak adlandırılmaktadır. Meclis Avrupa
halklarına yönelik yayınladığı bildiride, Fransız Devrimi’nin ilkelerini tanıtmış ve
Fransız ordusunu da bu ilkeleri yaymakla görevlendirmiştir. Kral XVI. Louis
yargılanarak 21 Ocak 1793’te giyotinle idam edilmiştir. Avrupa devletlerinden oluşan
1. Koalisyon bu duruma karşılık Fransa ile 1815’e kadar süren bir savaşa başlamıştır.
Danton, Robespierre ve Jakoben Derneği’nin Fransa’da yönetimi ele geçirmesi
ardından Konvansiyon Meclisi’nin diktatörlük yönetimi kuran bu kişileri tutuklamasının
ardından 1795 yılında kabul edilen III. anayasa, Direktuvar Dönemi’ni başlatmıştır.
Direktuvar Dönemi
Konvansiyon Meclisi 1795 yılında yeni bir Anayasayı, Fransa’nın III. Anayasası’nı
hazırladı. Yeni yönetim dönemine, Direktuvar Dönemi denmektedir.
1804’te kendisini imparator ilan eden Napolyon, diğer devletlerle olan savaşlardaki
yenilgiler sonucu 1814’de sürgüne gönderilmiştir.
1830 Devrimleri
Napolyon savaşları sonucunda bozulan Avrupa haritasını çıkarlarına yönelik yeniden
düzenlemek isteyen mutlak yönetim yanlısı devletler, 1815’te Viyana Kongresini
topladılar. Bu kongrede alınan kararlar ile harita yeniden şekillenmiş fakat bu
şekillenme milliyet, dil, din gibi unsurlar göz önünde bulundurulmadan yapılmıştır.
Avrupa’da 1815 1830 arasındaki bu döneme Restorasyon dönemi denilmektedir.
Kutsal İttifak (26 Eylül 1815)
Sürgünde bulunan Napolyon’un Fransa’ya dönmesi üzerine, tedirgin olan Rusya,
Avusturya ve Prusya arasında Kutsal İttifak adı verilen bir bağlaşma 26 Eylül 1815’te
ortaya çıktı. Kutsal İttifak adı verilen bu bağlaşmanın asıl hedefi, Fransız Devrimi ve
onun getirdiği düşüncelere karşı olarak, mutlakiyetçi anlayışı güçlendirmekti.
1848 Devrimleri
1830 devrimleri ile gelişen siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeler 1848 devrimlerini
ortaya çıkarmıştır. 1848 Devrimleri’nde, liberalizm yanında ulusçuluk ve sosyalist
akımlar doğmuştur. Önceki devrimlerde halkı oluşturan sınıflardan sadece
burjuvazinin güçlenmesine karşılık Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan işçi sınıfının
haklarını savunmak için sosyalist partiler kurulmaya başladı.
Almanya’da ise Alman birliğini kurmak için başlatılan hareket, Berlin’de halk isyanına
neden oldu. Alman birliğini sağlamak amacıyla kurulan meclis yeni bir anayasa için
çalışmalara başladı. 28 Mart 1849’da kabul edilen anayasa ile Alman birliği
konusunda önemli bir adım atılmış oldu.
I. Dünya Savaşı’nın nedenlerini genel ve özel nedenler olarak iki gruba ayırmak
mümkündür:
1. Genel Nedenler;
o Fransız Devrimi’nin yaydığı milliyetçilik düşüncesi,
o Bağımsızlık isyanlarının artması,
o Devletlerarası bloklaşma,
o Ham madde ve pazar arayışı,
o Silahlanma yarışının hızlanması,
o Sömürgecilik.
2. Özel Nedenler;
o Almanya ve İngiltere arasında ham madde ve pazar arayışından kaynaklanan
rekabet,
o Fransa’nın 1871 Sedan Savaşı’nda Almanya’ya kaptırdığı Alsas Loren’i geri
almak istemesi,
o Balkanlar’da Avusturya ve Rusya’nın emperyalist emellerinin çatışması,
o İtalya’nın Akdeniz’e egemen olma arzusu,
o Rusya’nın tarihî emellerine ulaşmak istemesi (Boğazlar-Panslavizm),
o Uzak Doğu ve Afrika sömürgelerinde yaşanan rekabet,
o Avusturya-Macaristan Veliahdı Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesi.
Osmanlı Devleti’nin savaştığı cepheler ana ve yan cepheler olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunlar;
Bulgaristan ile Selanik Ateşkesi (28 Eylül 1918) ve Nöyyi Barış Antlaşmasını (27
Kasım 1919),
Osmanlı İmparatorluğu ile Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ve Sevr
Antlaşmasını (10 Ağustos 1920),
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile (Macaristan) Belgrat Ateşkesi (3 Kasım 1918)
ve Triyanon Barış Antlaşmasını (4 Haziran 1920), (Avusturya) Willaquiste Ateşkesi (4
Kasım 1918) ve Sen Jermen Barış Antlaşmasını (10 Eylül 1919),
Almanya ile Redhondes Ateşkesi (11 Kasım 1918) ve Versay Barış Antlaşmasını (28
Haziran 1919) imzalamıştır.
Genel Değerlendirme
1. 28 Temmuz 1914’te başlayan Dünya Savaşı 11 Kasım 1918’e kadar 4 yıl 3 ay 14 gün
sürdü. Bu hâliyle dönemi itibarıyla tarihin kesintisiz en uzun savaşıydı.
2. Başlangıçta 3 kıtaya, daha sonra getirilen askerler açısından 5 kıtaya yayıldı.
3. Nüfuslarının toplamı 1.170.735.000’ i bulan ülkelerden, 66.058.810 kişilik ordular
karşı karşıya geldi [22.850.000 Bağlaşma (İttifak), 43.188.810 Anlaşma (İtilaf)].
4. Savaştaki insan kayıpları, 17 milyona yakını Bağlaşma, 22 milyonu Anlaşma
devletlerine ait olmak üzere 39 milyonu aştı.
5. Yapılan hesaplara göre 4 yıl boyunca toplam savaş harcamaları Bağlaşıkların 60,
Anlaşma devletlerininki 125 milyar doları aşmış olup, toplamı 186 milyar dolara
ulaşmaktaydı.
6. Bu savaş içerisinde Osmanlı Devleti’nin savaş giderleri de 1.430.000.000 dolar olarak
hesaplanmaktaydı.
7. Dünya Savaşı’nın en önemli özelliklerinden biri de bazı yeni silahların bu savaşta ilk
kez kullanılmasıydı. Bunlar arasında başta uçak olmak üzere en etkili zırhlı araç tank,
denizaltı ve zehirli gazlar vardı. Dominyon: Eskiden Britanya İmparatorluğu’na ya da
Commonwealth‘e bağlı ülkeleri belirten terim. Bu devletler Kanada, Yeni Zelanda,
Avustralya, Güney Afrika Birliği, İrlanda ve Newfoundland’dır. Bunlar yasal açıdan
özerk olmakla ve dış işlerinin yönetimini kendileri üstlenmekle birlikte, Büyük Britanya
imparatorunu hükümdar olarak kabul ediyorlardı. Dominyon teriminin yerine 1947’den
sonra, “Commonwealth üyesi” ya da “Comnonwealth devleti” terimi kullanılmaya
başlandı. 14. Ünite - 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Savaşlar, Barış ve Küreselleşme
Dönemi 369
8. Rusya’da Bolşevik Devrimi gerçekleşti. İktidara geçen Bolşeviklerin ilk işi 3 Mart 1918’
de Rusya ile ona karşı savaşan devletler (AvusturyaMacaristan, Almanya, Osmanlı
Devleti, Bulgaristan) arasında Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalamak oldu. Bu arada
yeni yönetim, savaş içerisinde Anlaşma Devletleri arasında yapılan Anadolu’yu
paylaşım planlarını (Gizli Anlaşmalar) da açığı vurdu.
Japonya
Japonya I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Uzak Doğu’nun en güçlü devleti haline geldi.
Bu süreçte İngiltere’nin desteği de önemliydi. Ancak, bir süre sonra Japonya’nın Çin
üzerindeki emperyalist istekleri/planları yüzünden İngiltere ile ilişkileri bozuldu.
Japonya’nın bölgedeki üstünlüğü ele alması, Pasifik’teki güç dengesini bozdu.
Durumdan rahatsız olan ABD başta olmak üzere Sovyet Rusya ve İngiltere, Çin’e
yardıma başladılar. Bölgedeki gerilim II. Dünya Savaşı’nın 2. yılında, Japonya’nın
ABD’nin Pasifik’teki deniz üssü Pearl Harbor’a hava saldırısıyla en üst düzeye ulaştı.
Savaşın Başlaması
Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgali ile savaş başladı. 1941 yılına
gelindiğinde Almanya, Avrupa’nın büyük kısmına Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e ve Ege
Denizi’ne egemen olmuştu.
Savaşın Sonucu
Müttefiklerin Normandiya çıkarmasıyla Alman düşüşü başladı. Uzak Doğu’da ise
Japonya, ABD’nin Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atom bombası atmasıyla kayıtsız şartsız
teslim oldu.
Avrupa
II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da durum için şunlar söylenebilir: Alman ekonomisi
ve sanayisi çöktü. ABD ve Sovyet Rusya arasında ideoloji farkından soğuk savaş
başladı. En önemli gelişmelerden biri sömürgeciliğin tasfiyesidir. Türkiye’deki
kalkınma Asya ve Afrika ülkelerine örnek oldu. NATO ve buna karşılık COMECON ve
Varşova Paktı kuruldu.
Japonya ve Çin
Japonya iki atom bombasının maddi manevi sarsıntısını hızla atlatarak demokrasi ve
sanayide atılımlar yaparak dünyanın en zengin ve güçlü devletleri arasına girdi.
Çin’de ise komünist bir rejim kuruldu.
Ortadoğu
Birleşmiş Milletler’in Filistin’i ikiye ayırma düşüncesi Ortadoğu’yu iyice gerdi. 1918’de
İsrail Devleti kuruldu. İlk Arap-İsrail savaşı çıktı ve İsrail kazandı. Sovyetler Birliği de
Mısır ile işbirliğine girdi. ABD ile Sovyet Rusya Ortadoğu konusunda karşı karşıya
geldi.