II Mesrutiyet Doneminde 1908 1918 Yoneti

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 8

Kitap Adı: Türk İdare Tarihi

Ünite No: 7

Ünite Adı: II. Meşrutiyet Döneminde (1908-1918) Yönetim Yapısı

Yazar: Doç. Dr. Erkan Tural

Amaçlarımız

Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

 İttihatçıların selefleri Jön Türklerin devlet hakkındaki düşüncelerini


açıklayabilecek;

 Kanun-i Esasi değişikliklerinin hangi siyasi-kurumsal yapılar üzerinde


yükseldiğini ayırt edebilecek;

 Meşrutiyet hükümetleri ekseninde idari reformları özetleyebilecek;

 Hem merkez hem taşra örgütündeki kurumları ve içinde bulundukları durumu


değerlendirebilecek

bilgi ve beceriye ulaşabileceksiniz.

Anahtar Kavramlar

 Kanun-i esasi * İttihat ve Terakki Cemiyeti


 Partizanlık * Bürokrasi

İçindekiler

 Jön Türkler

II. Meşrutiyet Döneminde (1908-1918)  Hürriyetin İlanı: Kaos & Savaş


Yönetim Yapısı
 Meşrutiyet Hükümetleri & Osmanlı
Bürokrasisi

 II. Meşrutiyet Yönetiminin Yapıtaşları


Açıklama [i1]: Jön Türk: 19. Yüzyıl
başlarından itibaren hem Avrupa hem de
1. JÖN TÜRKLER Osmanlı’daki statüko karşıtı, ilerici ve
liberal gruplar bu isimle nitelendirilmiştir.

İdari politikalarından bahsedeceğimiz İttihatçıların oluşumuna kaynaklık eden hareket,


Fransız İhtilali'nin yüzüncü yıl dönümünde Askeri Tıbbiye'deki dört genç tarafından
başlatıldı. İshak Sukuti, Abdullah Cevdet, Mehmed Reşid ve İbrahim Temo isimli birbirinden
farklı etnik kimliklere sahip dört Tıbbiyeliyi böylesi önemli bir olayın yıldönümünde bir araya
getiren temel neden, mevcut rejime duydukları tepkiydi. Berlin Anlaşması'ndan sonra
çözülme sürecinin hız kazanmasına Tıbbiyelilerin çözümü basitti; anayasa ve parlamento
etrafında Osmanlı vatandaşlarını bir araya getirmek. Tıbbiyelilerin ilk örgütlerine "İttihad-ı
Osmani" yani "Osmanlı birliği" adını vermeleri bu bakımdan anlamlıydı. Diğer yanda
Tanzimat'tan beri yaratılmaya çalışılan Osmanlı vatandaşı projesinin arkasında durduklarının
göstergesiydi.

1895, örgüt için önemli bir yıldı. 1889'da Paris'e giden ve burada Meşveret isimli bir gazete
çıkaran Ahmed Rıza, İstanbul'daki Tıbbiyelilerle temasa geçmiş ve kurulan bağlantı sayesinde
örgüt ismini " Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti " olarak değiştirmişti. İsim, Comte'un Açıklama [i2]: Auguste Comte (1798-
1857): Sosyoloji biliminin ve pozitivizm
pozitivist fikirlerinden etkilenilerek değiştirilmiş, ancak Osmanlı birliğine verilen önem, kavramının babasıdır. Mezar taşında şunlar
yazar; “ilke olarak aşk, temel olarak düzen,
"ittihat" kelimesinin muhafaza edilmesiyle gösterilmişti. Yine aynı sıralarda yayınladığı amaç olarak da ilerleme”.
programında mevcut sistemi, baştaki hükümet hariç, olduğu gibi olumlamış ve meşruti
rejimin geri getirilmesiyle ahlak, zenginlik, ticaret ve bayındırlıkta istenen hedeflere
ulaşılacağı ilan edilmişti. Aynı sıralarda örgütün çalışmaları hükümetin istihbaratına takılmış
ve yapılan kovuşturmalar neticesinde Mizancı Murat Bey, İbrahim Temo, İshak Sukuti,
Tunalı Hilmi ve Selanikli Nazım gibi Avrupa’daki Jön Türk hareketine öncülük edecek kişiler
yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı.

Resim I: Jön Türkler olarak adlandırılan Abdülhamid muhalifleri önce Askeri Tıbbiye’de
örgütlenmiş sonrasında toplumun değişik kesimlerinden de taraftar kazanmışlardı.
Bu tarihten ilk Jön Türk kongresinin yapılacağı 1902 yılına kadarki süre içinde dağınık Jön
Türk muhalefetinin fikirleri şu başlıklar altında toplanabilir; 1- Sosyal yapının sonucu olarak,
Jön Türk örgütleri birçok etnik unsurdan oluşmaktaydı. Bu durum, hareket içindeki görüş
ayrılıklarının en önemli nedeniydi. 2- Anayasanın yeniden yürürlüğe konması, parlamentonun
açılması ve tüm unsurlara eşit haklar sağlanması neredeyse her muhalifin üzerinde birleştiği
ortak noktalardı. 3- Birlik yani "ittihad" kavramına yapılan vurgu, ‘Osmanlılık’ kavramının
esas hedef olarak görülmesine yol açmıştı. 4- Abdülhamit rejimine yönelik eylemlerin
tamamen neşriyat/propaganda bazında yürütülmesi. 5- Kitlelerle bağlarının bulunmaması.

Sultan Abdülhamid’in yeğenleri Sabahaddin ve Lütfullah’ın Paris’e kaçmasıyla, sürgündeki


muhalefetin rengi daha da karışık bir görünüm kazanacaktı. Fikirlerini bir cemiyet çatısı
altında 1906’dan sonra daha sistemli şekilde ifade edecek olan Prens Sabahattin’in Ahmet
Rıza ve çevresinden, “Osmanlı’nın nasıl bir yönetim dokusuna sahip olacağı” konusunda
taban tabana zıt fikirlerinin ilk tohumları, yine bu yıllarda belirmeye başlayacaktı. Prens
Sabahattin’in adem-i merkeziyetçi düşünceleri ve azınlık gruplara karşı tavizkâr tutumu ve
yakınlığı, Ahmet Rıza Bey ve çevresince hiç de hoş karşılanmamıştır. Hoşnutsuzluğun
yüzeye çıkmasıysa 1902’deki Jön Türk Kongresinde olmuştur.

Sıra sizde 1: Avrupa’daki ilk Jön Türk gruplarının karakteristik özelliklerini sıralayınız.

4 Maddelik karar tutanağının 2. maddesindeki, “[İ]mparatorluğun bütün halkları ve ırkları ...


yerel yönetimde pay sahibi olmaları” ve 4. maddenin, “Uluslararası anlaşmalara ve özellikle
Türkiye’nin iç güvenliği ile ilgili düzenlemeleriyle Berlin Antlaşmasına kesinlikle saygı
gösterilmesi ve Berlin Anlaşmasındaki düzenlemelerin imparatorluğun bütün eyaletlerinde
uygulanması” hükümleri ne Sabahattin Bey’in açılış konuşmasıyla, ne de Ahmet Rıza Bey’in
fikirleriyle örtüşüyordu. Ama bu durum, Ermenileri Prens Sabahattin’den ayırmadığı halde,
Ahmet Rıza ve çevresinin bu gruplardan tamamen ayrılmasına sebep olmuştur.

Jön Türk Kongresi'nin ertesinde yayınlanan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin 41


madde ve bir ekten oluşan programı, hem kongredeki fikir ayrılıklarına ışık tutması hem de
ilk günlerden beri arkasında durulan ilkelerin bir kere daha altını çizmesi bakımından
önemliydi. Programın üçüncü maddesindeki; "Değişik Osmanlı unsurları arasında
vatanperverlik ve insanlık hisleriyle bütünleşmiş samimi bir birlik oluşturmak, vatanın
ilerlemesi için Osmanlıları el birliğiyle çalışmağa sevk ve teşvik etmek" satırlarıyla partiye
adını veren "ittihad"ın; dördüncü maddedeki; "Devlet-i Aliyye-i Osmaniyyenin siyasi
bağımsızlığı ve topraklarının tümünün korunması" ifadesiyle de bağımsızlığa vurgu
yapmaktaydı. Programın yayınlandığı günlerde imparatorluk Doğu Anadolu ve
Makedonya’daki isyanlarla çalkalanmaktaydı. Ahmed Rıza’nın kaleme aldığı yazı, İttihatçılar
tarafından da sürdürülecek Osmanlıcı duyguyu tüm berraklığıyla gözler önüne sermekteydi;
“Makedonya ve Ermeni komitelerinin belirli birer bölge için istediklerini biz hiçbir ulusal
ayrılık gözetmeden bütün Türkiye için istiyoruz. Ah! Ermeniler, Giritliler, Araplar,
Arnavutlar, Türkler, Osmanlı Rumları, genel ıslahat isteyerek müşterek düşmana karşı
uğraşlarını birleştirseler!”.
Prens Sabahaddin’in kurtuluş reçetesinin Ahmed Rıza’dan farklı olduğu 1906 yılında
yayınlanan parti programıyla tüm çıplaklığıyla belli olmuştu. Programın ilk ve ikinci
maddeleriyle devlet idaresinin, adem-i merkeziyet ve yetki genişliği ilkelerine dayanarak ve
yine vilayet meclisleri kanalıyla yapılacağı ilan ediliyordu. Her iki cephenin üzerinde
birleştiği tek konuysa Osmanlı bürokrasisinin çürümüşlüğüydü. Liyakat yerine sadakat
ilkelerinin gözetildiği devlet teşkilatının içinde bulunduğu durumu sert şekilde eleştiren
Ahmed Rıza’cılar gibi (“Bir kitab okuyamayan kapucu veya sucu bir Maarif Nazırı veya
Adliye Nazırı intihab ediliyor”) Sabahaddin de “arsızlar kafilesi” olarak adlandırdığı devlet
yöneticilerinin ülke içindeki bireysel düşünceyi yok ettiğini çok sert ifadelerle yazılarında,
konferanslarında belirtmekteydi.

1902’den 1908’e kadar olan dönemde iki önemli kırılma noktası vardır. İlki, İttihatçı
hareketin esas kaynağını oluşturan, Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin
faaliyetlerinin ortaya çıkmasıyla üyelerinin bir kısmının Paris’e kaçmak zorunda kalmasıydı.
Hüsrev Sami ve Ömer Naci Beyler gibi isimler ülkeden çıkarken, Cemiyet kendilerinden
Paris’teki Jön Türk gruplarını araştırmalarını istemişti. Hüsrev Sami Bey’in makalelerinin bir
süre sonra Şura-yı Ümmet’te yayınlanması, Hürriyet Cemiyeti’nin Ahmed Rıza grubuyla
yakınlaştığını göstermekteydi. Yakınlaşma, 1907’de cemiyetin isminin “Terakki ve İttihat”
olarak değiştirmesiyle sonuçlandı. İkinci kırılma noktası ise yine aynı yılın sonunda
düzenlenen İkinci Jön Türk kongresidir. Kongreyle cemiyetler, aralarındaki tartışmaya son
vererek öncelikle mevcut hükümetin düşürülmesini, anayasanın yürürlüğe konulmasını ve
parlamentonun açılışını esas hedef olarak belirlemiş ve hazırlanan ortak çalışma programının
altına imzalarını koymuşlardı. Meşrutiyetin ilanı sonrasında yaşanacak kurumsal olaylara
geçmeden önce Jön Türklerin siyasi görüşlerine kısaca göz atalım.

Jön Türklük: Jön Türklerin en derin özlemlerinin “hürriyet” olduğu doğru değildir. Söz
konusu idealist grubun iki ana amacı vardı; 1- Vatanı içinde bulunduğu kötü durumdan
kurtarmak. 2- Milleti içinde bulunduğu zulüm ve esaretten çıkarıp insanlığa layık bir biçimde
yaşatmaktı (Mardin,1983: 219; Akşin, 1971: 154-155). Bu hedeflere ulaşmak için Jön
Türklerin yol haritasını, pozitivist okulun kuramcıları çizmiştir. Le Bon, Comte, Buchner ve
Durkheim gibi isimlerin hem sivil hem de askeri sınıfa mensup Jön Türkler arasında bu kadar
popüler olması da bu nedenledir.

Jön Türk çevresine egemen olan bir anlayışa göre “hayat”; “fizik ve kimyadan ibaretti”
(Hanioğlu,1989: 604). Hayat kavramını elle tutulabilir bir nesne gibi tanımlamakla, ona bağlı
her unsurun bilimsel yöntemlerle analiz edilebileceği sonucuna ulaşmışlardı. Jön Türklerin
kendilerini “sosyal tabip” olarak adlandırmalarının arkasında böylesi bir çıkarım yatıyordu.
Jön Türkler geldikleri sosyal katmanın da etkisiyle halkı, yapılacak reformların dışında
bırakılması gereken bir nesne olarak görmediler. Fakat seçkinci bir potada eritilen bu projede
halka etken değil edilgen bir duruş uygun görülmüştü.

Seçkincilik: Jön Türklerin seçkinci düşüncelerini şekillendiren kişi, Fransız sosyolog Gustave
Le Bon’du. Halkın bir yığından farkı olmadığını ve parlamentodaki milletvekillerinin de bu
yığının bir uzantısı olduğunu iddia eden Le Bon, ideal devletin bir elit tabaka tarafından
yönetilmesi gerektiği fikirleriyle Jön Türkleri fazlasıyla etkilemiştir. Jön Türkler, Abdülhamid
Resim II: Gustave Le Bon, kitle psikolojisi üzerine ilk çalışmaları yapan bilim adamıydı.

yönetimini sineye çekip kendi düşüncelerine tepki vermeyen halkı, “her halk layık olduğu
yönetim biçimince idare edilir”, prensibiyle projelerinin bir parçası olmaktan çıkarmıştır.
Öyle ki, Ahmet Rıza ve çevresi, Jön Türk kongrelerinde halk kanalıyla devrim yapılması
fikrini, “kaba ve cahil kimselerin desteği ile devrim yapılmasının mümkün olmadığı”
gerekçesiyle kesin bir şekilde reddetmişlerdi (Hanioğlu, 1995: 310). Abdülhamid döneminde
Askeri Okullar Baş Müfettişi olan Colmar Von Der Goltz Paşa tarafından yazılan ve mektepli
subaylar arasında da çok popüler olan “Silahlı Ulus” isimli eserde, ısrarlı bir şekilde kuvvetli
hükümet fikrinin altı çizilmiş ve askeriyenin devletin en önemli hizmetkârı olması istenmiştir.
Bu da bizi Jön Türklerin aklındaki devlet biçimine getiriyor.

Kuvvetli Devlet: Yirminci yüzyılın başında devlet kuramlarına yön veren kavram Reichstaat
(hukuk devleti) olmuştur. Güçlü devlet anlayışını sistemin merkezine yerleştiren bu görüş,
devletin hem kendi içindeki işleyişini hem de halkla olan ilişkisini güçlü yasal bağlarla
tanımlamıştır. Jön Türk devlet anlayışı bu kadar biçimsel olamazdı çünkü doğayı organik bir
yapıda çözümleyen bakış açısı, fazlasıyla sosyal darwinist prensipten beslenmekteydi Açıklama [i3]: Charles Darwin’in
düşüncelerinin 1870’lerden itibaren sosyal
(Hanioğlu, 1995: 214-215) . İktidarın temeli bilgi ve bilgiyi elinde tutan kesim de iktidarda bilimlere uyarlanması ile ulaşılan bakış
açısı.
olmalıydı. Güçlü devlet prensibinin Jön Türk çevrelerince hararetle desteklenmesinin bir diğer
sebebi de kendilerinin bürokratik kalemlerde yetişmiş kişiler olmalarından kaynaklanıyordu.
Hizmet anlayışının somutlaşmış bir şekli olan devlet memuriyeti ve onun kendine özgü yapısı,
Jön Türk düşünce ikliminin ana damarlarından birini oluşturmaktaydı.

Anayasa ve meclis ise ancak bu amaçlar ekseninde faaliyet gösterebilirdi. Jön Türk eylem
planında anayasanın ilanı ve meclisin açılması her zaman ilk sırayı tutmuştu. Yine de
kozmopolit bir imparatorlukta temsil hakkının genişletilmesi, onların tasarladıkları yönetim
profiliyle çelişiyordu. Bu bağlamda meclis de son derece seçkinci bir çevreden
oluşturulacaktı. İmparatorluk içindeki her azınlığın en seçkin üyeleri bu meclise kabul
edilecekti. İttihatçılar bu ideal meclis projesinin ilk provasını 1908 sonbaharındaki genel
seçimlerde yapmışlardı. Halkın hangi adayı seçmesi gerektiği konusunda merkez teşkilatınca
oluşturulan heyetler vilayetlere dağılıp görev almışlardı.

Jön Türk düşüncesini biçimlendiren bir diğer konu da hiyerarşi olmuştur. Jön Türkler için
hiyerarşi önemliydi ve mutlaka olmalıydı (Ahmad, 1996: 10). Var olanı yıkmak değil yeni
baştan tanımlamak istiyorlardı. Bu aynı zamanda onların ütopist olmayan fikir adamları
olduğunun da bir göstergesiydi. Bu nedenle mevcut hiyerarşik yapı değiştirilip piramit
şeklindeki toplum katmanının tepesine mektepli elit oturmalıydı. Önemli işler ancak elit
kesimce yapılabilirdi, dolayısıyla bu da onlara toplumu yönetme hakkı vermekteydi.

İkincil Grupların Yeri: Jön Türk sistematiğinde toplum ve devlet arasında bağlantı sağlayan
ikincil gruplara yer ayrılmamıştır. Çünkü bu grupların imparatorluk içindeki yansımaları olan
azınlıkların dini yöneticileri ve ayanlar gibi kesimler, Jön Türklere göre geleneksel yapıyı
kuvvetlendirmek ve halkı sömürmek haricinde başka bir şeye hizmet etmiyordu. Dolayısıyla
bu kesimleri dışlayıp millet ile devleti birleştiren bir yapı, kolayca imparatorluğun
ilerlemesini de sağlayabilirdi. Pozitivizm’in ana düsturu “düzen”in (order) Jön Türklerce
ittihat – birlik şeklinde tadil edilmesi böylesi bir çıkarımın sonucuydu. Dolayısıyla böylesi bir
yapıda “bozguncu” ikinci grupların yeri olamazdı.

Sıra sizde 2: Jön Türk düşüncesinin temel kavramlarını sıralayınız.

2. HÜRRİYETİN İLANI: KAOS & SAVAŞ

“Etrafa zarar vermeyen bir gök gürlemesi gibi patlayan” ve kısa sürede tüm imparatorluk
sathına yayılan Meşrutiyetin ilanı haberi, günlerce sürecek sokak yürüyüşlerinden, zulmüyle
şöhret yapmış memurların linç edilmesine kadar aşırı sevinç gösterileriyle kutlanmıştı.

Resim III: Hürriyetin ilanını sembolize eden o günlerde yayınlanmış kartpostallardan bir
tanesi.
Ancak; hürriyet, eşitlik, adalet ve kardeşlik sloganları eşliğinde yapılan kutlamaların
coşkusu, pek kısa sürmüştür. Sloganlardan ilki olan hürriyetin, Jön Türk anlam dünyasındaki
yeri ve kavramın ayrılıkçı azınlık örgütler tarafından kısa süre içerisinde "bağımsızlık"
şeklinde yorumlanması, sloganların masumiyetini gölgelemiştir. Bunlara bir de Jön Türkler
arasındaki eski fikir ayrımlarının sert tartışmalara dönüşmesinin eklenmesiyle rejimin temel
ilkelerinin anlaşılması ve yerleşmesi mümkün olmamıştır. 1876 yılında Kanun-i Esasi
hazırlanırken bizzat komisyon üyeleri saltanat merkezli düzenlemelerden rahatsızlık
duymuşlardı. 33 yıllık tecrübe, şüpheleri haklı çıkarmıştır. Ancak 6,5 ay uygulamada
kalabilmiş bir metin üzerinden Jön Türklerin “kurtuluş” reçeteleri yazması, önce anayasayı
ardından anayasal dönemi keyfiliklere savurmuştur. II. Abdülhamid bölümünde yaptığımız
üzere önce Anayasa değişikliklerine, ardından kurumsal dönüşümlere ve nihayet teşkilat
yapısına değinerek dönemin genel hatlarını çıkarmaya çalışacağız.

2.1 Saray’dan Nuruosmaniye’ye Kanun-i Esasi Açıklama [i4]: İttihat ve Terakki’nin


genel merkezi, Nuruosmaniye Şeref
23/24 Temmuz akşamı Kanun-i esasi ikinci defa ilan olunurken, Said Paşa hükümetinin Sokağı’nda bulunmaktaydı.

kuruluşunda padişahça yapılan tercihlerin gözlerden kaçmaması anayasa tadilini kaçınılmaz


bir hale getirmiştir. Parlamentonun açılışıyla düşünce artık ciddi şekilde telaffuz edilmeye
başlanmış, ancak 31 Mart İsyanı’ kadar somut bir gelişme yaşanmamıştır. 31 Mart’tan sonra Açıklama [i5]: 31 Mart İsyanı: Günümüz
takvimiyle 13 Nisan günü gerçekleşen ve
padişah ve hükümetin değiştirilmesinin ötesinde yapısal sorunlara el atılmış ve bu bağlamda İttihatçı iktidarı hedef alan statüko yanlısı
başkaldırı.
Kanun-i esasi’nin 24 maddesi yeniden düzenlenmiştir. Mehmed Reşad’ın daha cülûs hattında
müjdesini verdiği düzenlemelerle rejimin ağırlık merkezi yasamaya kaydırılmıştır.
İttihatçıların parlamentoda çoğunlukta olduğu ve iç isyanı bastırarak güven tazelediği bir
ortamda; 3, 6 ve 7. maddelerle sultanın görevleri yeniden tanımlanmış, basın, kişi, toplanma
hürriyetiyle evrakın gizliliğine vurgu yapılmıştır (md. 10, 12, 119, 120).

Sadrazam ve şeyhülislam seçimini meclise, onayını saraya bırakan yeni düzenlemede, Meclis-
i vükelâ’nın amiri Sadrazamın yetkilerinin bir kere daha altı çizilmişti (md. 27-28). İade-i
itibar edilen tek mercii Sadaret olmamış, nazırların kurumlarından sorumlu olduğu ve gerek
hükümet kararlarında gerek kendi nezaret işlerinde de meclise karşı yükümlü bulundukları
belirtilmişti (md. 29-30). Meclis feshinin koşullarını belirleyen yeni düzenleme, kanun-ı
muvakkat yani geçici kanunun karar ve tasdik şartlarını belirleyerek Meclis-i Vükela’nın
manevra alanını genişletmiştir (md. 35-36). Kanun teklif ve onay sürecini de takvime
bağlayan bir diğer maddeyle hem Ayan hem Saray vetosunun önü kapatılmıştır (md. 54).

1911 Sonbaharına gelindiğinde İttihatçılar, iki yıl öncesinde savundukları düşüncenin artık
tam tersini savunmaktaydı. Yemen, Arnavutluk ve Trablusgarb’ta devam eden savaşlar,
İttihatçıların yönetim anlayışını tartışmaya açmıştır. Kuruluş ilkelerinden ödünler verdikçe
kendi içerisinde de bölünmelere uğrayan cemiyetten fırkalar, partiler çıkmış bu ise meclis
çoğunluğunu tehlikeye düşürmüştür. Hürriyetin ilan günlerinde “cemiyet-i mukaddese” olarak
nitelenen İttihatçıların yasallığı, 1911’lere gelindiğinde sıradan vatandaşlar tarafından dahi
sorgulanıyordu. Siyaset dışı kalmak için partileşmeyen ancak büründüğü gizemli havanın
rejimi zehirlemesine mani olamayan İttihatçıların, yerel seçimlerde Hürriyet ve İtilaf’a karşı
başarısızlığa uğramasıyla anayasanın yönünü tekrar saraya çevirme düşüncesine kapılmaları
aynı sıralarda oldu.
7, 35 ve 43. maddelerle ilgili değişiklikler için toplanan komisyon, hazırladığı tasarıyı
üzerinde bir ay boyunca tartışılacağı meclise sevk etmişti. Tartışmalar adeta geçmişini
reddederek, padişah için yetki artırımı isteyen İttihatçılar için hazin olmuştur. Üç yıl gibi kısa
bir sürede rejimin tüm değerlerini alt üst eden İttihatçı kurmaylar, parlamentonun statüsünü
1876 tarihine geri çevirmekle kalmamış, içerisindeki muhaliflerden arındırmak için ülkeyi
yeni seçimlere götürmüştür. Ülke adım adım Balkan Savaşı’na doğru sürüklenirken, sadrazam
Said Paşa kanalıyla verilen teklifi benimseyen yeni kurulan İttihatçı parlamento, meclis
feshini Sadrazam teklifi, sarayın onayına bırakmıştır. Ancak yeni değişikliğin hemen aynı yıl
içerisinde İttihatçı parlamentoyu dağıtmak için kullanılması, İttihatçıların siyasi gerçeklerin
çok da ayırdında olmadığını gözler önüne sermişti.

İttihatçılar on yıl içerisinde yedi anayasa değişikliğine imza attı. Bu yedi değişikliğin tek bir
amacı vardı; mevcudiyetlerini sağlamlaştırmak. En son 1918’de getirdikleri tek maddeli
değişiklikle (md. 69) savaş durumunun devamı halinde meclisin seçimlere gitmeden
uzatılabileceği karar altına alınmıştı. Öncesinde meclis kompozisyonu üzerinde kafa patlatan
İttihatçılar, 1913 yılındaki darbeyle rejimin kontrolünü ele almışlar ve muhaliflerden
temizledikleri parlamentoyu seçime götürmeye dahi artık gerek görmemeye başlamışlardı.
1898 Askeri Tıbbiyesi’nde üzerine yeminler içilen metnin yirmi yıl içinde düşürülen durumu,
aynı zamanda miras alınan ve sürdürülen siyasi kültürün de yansımasıydı. Anayasa
maddelerinin peşi sıra değiştirilmesi, 1908 Temmuzunun iyimserliğinden hızlı bir şekilde
uzaklaşılmasına yol açmıştı. 1918’deki düzenlemeyle de “meşrutiyet artık fiilen bitmişti”
(Tunaya, 1989: 385).

3. MEŞRUTİYET HÜKÜMETLERİ & OSMANLI BÜROKRASİSİ

Yazının devamını ve kitabın diğer bölümlerini ücretsiz bir şekilde aşağıdaki


linkten temin edebilirsiniz;

http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/HUK403U.pdf

You might also like