Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 67

TDP 2.

DÖNEM

22.02.2021
20’li yıllar hem Sovyetler hem de Türkiye açısından devlet inşası ve toplumsal
düzenlemelerle geçti.

Türkiye’ye bakıldığında 23-29 arasında açık ekonomi serbest piyasanın inşa edilmeye
çalışıldığı görülür İzmir iktisat kongresinden sonra. 30’larda ise hem SSCB hem de 29
bunalımının etkisiyle korumacı ve devletçi bir sanayileşmeye yönelinmiştir.32’de de
kalkınma planları uygulanmaya başlanmıştır ve MC’ye üye olunmuştur. Batı’yla özellikle
Almanya ve İngiltere’yle ilişkiler iyileştirilmeye çalışılmıştır. TDP’de de Lozan’dan arta
kalan sorunlar çözülmeye çalışılmış ve yaklaşan savaşa hazırlanılmaya başlanmıştır.

Türkiye birincisi komünizm ikincisi ise politize İslam’dan uzak durmuştur. Hatta Atatürk
komünist fırkası kurdurmuştur SSCB’den gelecek olası komünizme karşı daha sonra da
kapatmıştır ve 90’lara kadar komünist parti Türkiye’de yasaklanmıştır. Bu dönem de TDP
temek ilkesi yurtta sulh, cihanda sulhtur. Genelde statükocu bir politika izlenmiş ve bunun tek
istisnası Hatay’dır. SSCB ile ilişkiler açısından buradaki Türklerden ve Müslümanlardan
özenle uzak durulmuştur.

SSCB’ye bakıldığında 1921’den başlayarak tek ülkede sosyalizmin hâkim geldiğini ve


dünyada devrimi tezinin ortadan kalktığını görürüz. Özellikle 21’den başlayarak devrim sonra
eriyor ve devletin inşası başlıyor 22’de de SSCB adı altında bir devlet kuruluyor. Daha önce
bir devlet yoktu çünkü devrim vardı. 24’de de Lenin öldü( uzayın uzamına karıştı). 21-28
arasında Stalin özellikle gizli polis teşkilatı ile partiyi ele geçirdi ve parti içi tasfiye
gerçekleştirdi. İlk dönemde SSCB’nin en önemli müttefiki Almanya oldu. Savaş sonrasında
Almanya ve SSCB MC’ye üye bile değillerdi. 28’de Briand Kellogg paktı imzalanınca
Avrupalı devletler bir araya geldiler ve aralarında savaşmayacaklar sözü ortaya çıktı. 29’da
Litvinov protokolüyle yanıt verdi Sovyetler. Kendi aralarında savaşmayacaklarsa kiminle
savaşacaklardı? Sonra SSCB de Pakta dâhil oldu. 28’e kadar yeni ekonomik politikadan söz
ediliyor ancak 28’den sonra devlet kapitalizmi sona erdiriliyor ve I.5 yıllık kalkınma planı
ilan ediliyor. Kollektivizasyon gerçekleştiriliyor, bürokrasi ağırlık kazanıyor. 34’de Sovyetler
MC’ye üye oluyor ve sistemin için dâhil oluyor. 39’da Finlandiya’ya saldırdıktan sonra MC
tarafından üyelikten atılmıştır. MC’den atılan ilk devlettir. 30’lu yıllar Sovyetler açısından da
savaşa hazırlıkla geçmiştir.

17 Aralık 1925 tarihinde Paris’te dostluk ve tarafsızlık antlaşması imzalanıyor. Dış işleri
bakanı Tevfik Rüştü Aras ve şerin arasında. Bu antlaşma çok önemli bir antlaşma. Bir gün
önce yani 16 Aralık’ta Musul sorunu Türkiye aleyhine sonuçlanmış Musul İngiliz mandası
altındaki Irak’ta kalmıştır ve aynı tarihlerde Türkiye Şeyh Sait ayaklanmasını yaşıyordu.
Sovyetlerin bu hareketi MC’nin Musul kararına karşı bir desteği olarak algılanmıştır.
Sovyetler de benzer biçimde Locarno antlaşmalarından kaygılıydı. Çünkü İngiltere
Almanya’nın batı sınırlarını garanti altına almıştı ancak doğu sınırlarını almamıştı. Almanya
bir daha batıya doğru ilerlemeyecekse mecburen doğuya doğru ilerleyecekti.
Bu antlaşma üç maddeden oluşuyordu. Birisi saldırıya uğrarsa diğeri tarafsız kalacaktı. Diğeri
saldırmadan kaçınma ilkesiydi. Taraflar birbirlerine saldırmayacaklardı, birbirlerine karşı
ittifaklarda da bulunmayacaklardı ve birbirlerine karşı düşmanca eylemlerde
bulunmayacaklardı. Son madde de bu antlaşma 3 yıl yürürlükte kalacaktı. 6 ay önceden kesit
ihbarı yapılmazsa antlaşma 1 yıl daha uzayacaktı. Bir de gizli bir mektuptan oluşuyordu.
Herhangi bir savaş durumda SSCB İngiltere’ye karşı Türkiye’ye güvence vermiş oldu. Her iki
devletin bu nitelikteki ilk antlaşmasıydı. SSCB benzer nitelikteki antlaşmaları 26’da
Afganistan’la ve Litvanya’yla 27’de de İran’la imzaladı. Bu antlaşma 29, 31, 35’de uzatıldı ve
savaştan sonra uzatılmayınca sorun çıktı. Sovyetlerin Türkiye’den istekleri gündeme geldi.

1927’ye gelinince 11 Martta bir ticaret antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ile SSCB’nin
Türkiye’deki ticari temsilciliklerine diplomatik dokunulmazlık verildi. İstanbul İzmir
Erzurum Mersin Trabzon Konya ve Eskişehir’de SSCB’nin ticari temsilcilikleri vardı ve
diplomatik sorunlar yaratıyordu. Bu temsilciliklerin ajan faaliyeti yürüttükleri düşünülüyordu.
İki devlet arası transit geçişlerde gümrüklerin kaldırılması öngörülüyordu. Yine Türkiye bu
antlaşma ile SSCB ile yaptığı ihracatta bazı sınırlandırılmaları kabul etti.

Kurulduktan sonra iki devlet bu iki antlaşmayla çok olumlu bir seyre sahip oldu ancak bazı
olumsuz gelişmeler de oldu. Bunlardan biri 1928’de Türkiye- Faşist İtalya arasında imzalanan
dostluk ve tarafsızlık antlaşmasıydı. İkincisi 1928’de Türkiye’nin Lozan’dan arta kalan
sorunları çözüldükten sonra Osmanlı borçları sorunu çözüldü ve Türkiye cumhuriyeti
Osmanlı imparatorluğundan kalan ve kendi payına düşen borçları kabul etti ancak Sovyetler
çarlık Rusya’sının borçlarını reddetmişti. Bu Moskova tarafından olumsuz karşılandı. 1919 da
Akdeniz’de bulunan İngiliz donanması İstanbul’u ziyaret etti ve bu da Sovyetler tarafından
hoş karşılanmadı. 1929’da Türkiye’de komünist tevfikatı yaşandı. Tutuklanıp, hapise atıldılar.
1925’den sonra 17 Aralık 29’da Ankara’da bir protokol imzalandı.3 maddeden oluşuyordu. 2.
Maddeye göre 25 anlaşması 2 yıl için uzatıldı ve 6 ay önceden fesih ihbarı olmazsa otomatik
olarak 1 yıl uzatılacaktı. Kara ya da denizden açıklanan dışında komşularla antlaşma
imzalanmayacaktı. Hatta birbirlerinden habersiz görüşmeye bile başlamayacaklardı.
Bildirdikten sonra görüşmeye başlarsa ve taraflardan birisi bunu onaylamazsa
imzalamayacaklar. Gizli ek protokolde ise komşular sayıldı. Türkiye’nin komşuları; İran,
Irak, Bulgaristan, Yunanistan, İtalya, İngiliz imparatorluğu ve Suriye adına Fransa’ydı.
Sovyetlerin komşuları ise; İran, Afganistan, Çin, Moğolistan, Japonya, Finlandiya, Estonya,
Letonya, Polonya, Romanya ve İngiliz imparatorluğuydu. Sovyetler bu protokolü çiğnemiştir.
235’de Fransa’yla antlaşma imzalarken Türkiye’ye haber vermedi ve 40’de de Bulgaristan’la
ittifak görüşmelerine girişti ve yine haber vermedi. Ancak Türkiye 39’da İngiltere ve
Fransa’yla yatığı görüşmelerden Sovyetler birliğini haberdar etmişti.

1931’de deniz kuvvetlerinin sınırlandırılması protokolü imzalanmıştır. Ve buna göre


Karadeniz’le bitişik denizlerde savaş gemisi koyulmayacaktı ve yeni savaş gemisi sipariş
etmeyeceklerdi. Savaş gücünü arttıracak girişimlerden de kaçınacaklardı. 1931 protokolü
1929 protokolünün ayrılmaz bir parçası olarak kabul edildi ve 31 ve 25 antlaşması 5 yıllığına
tekrar uzadı. Bu arada 25 Nisan-10 Mayıs 1932 tarihlerinde baş vekil ismet bey Sovyetler
ziyareti düzenledi. İki açıdan çok önemlidir. Birincisi bu ziyaret sırasında Türkiye Sovyetler
birliğiyle yaptığı görüşmeler sonucunda Sovyetlerin MC’ye üye olmasını Türkiye kabul
ettirdi ve bu gezinin ardından 18 Temmuz 1932’de Türkiye MC’ye üye oldu ve Misakın 16.
Maddesine çekince koydu. Bu madde zorlama önlemlerini düzenliyordu ve MC’ de
uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını sağlıyordu. Eğer barış ve güvenlik tehdit altına
girerse MC zorlama tedbirleri öngörüyordu ancak Türkiye şart koydu bu maddeye. Eğer
Sovyetler saldırgan taraf değilse Türkiye 3. Devletlerin yaptırımlarına katılmayacağını
söyledi. Bu ziyaretin ikinci bir önemi de Türkiye’nin ana ekonomide önünü açması oldu. I. 5
yıllık kalkınma planının mali kaynaklarının üçte biri Sovyetler birliğinden sağlandı. 1934’den
başlayarak bu teknik ve maddi yardım gerçekleşti ve bu parayla Türkiye ilk defa 1934’de
Kayseri’de 1935’de Nazilli’de kendi dokumasını üretmeye başladı, temelleri atıldı. Bu
yardımlar daha sonra İngiltere ve Almanya’da alınacak yardım ve kredilerin önünü açtı onlara
örnek oldu.

7 Kasım 1935’e gelinince 25 antlaşması 10 yıllığına daha uzatıldığını görürüz.30’ların ilk


ayrısında Sovyetler ve Türkiye iş birliğinin sürdüğü görülür. Ocak 1930’da Sovyetler Baltık
floşunun bir kısmını Karadeniz’e aktardı ve bunu yaparken boğazlar komisyonundan izin
almadı. Romanya Sovyetlerin bu girişimine karşı çıkmaya çalışsa da engel olamadı. Litvinov
Protokolüne göre 34’de balkan paktını imzalarken Türkiye Sovyetlere yöneltilmiş herhangi
bir eyleme katılmayacağını söyledi ve 8 milyonluk bir kredi elde etti Sovyetlerden.

Türkiye Montrö konusundaki ilk isteğini 33’de silahsızlanma konferansında dile getirmişti. 29
bunalımı, Hitlerin iktidara gelmesi bütün dünyayı etkilemişti ve silahsızlanma konferansında
Türkiye’nin Lozan’daki boğazlar sözleşmesinden rahatsız olduğunu dile getirdi. Nisan 35’e
gelindiğinde Almanya’da zorunlu askerlik getirildi ve Türkiye Kasım 1935’de İtalya’ya karşı
yaptırımlar MC’de görüşülürken bunu yine dile getirdi.11 Nisan 1936’da Türkiye ilgili
devletleri boğazlar rejimini gözden geçirmek için bir toplantıya çağırdı. Sovyetler de Lozan
boğazlar sözleşmesinden hoşnut değildi. Çünkü Karadeniz’e kıyıdaş olmayan devletlerin
savaş gemilerinin boğazdan geçişini engellemek, kıyıdaş devletlerin savaş gemilerinin de
serbest kalmasını istiyordu ve boğazların silahlandırılmasını istiyordu. Çünkü Sovyetler
boğazlardan bir tehdit algılıyordu.

30’larda her iki devletin de savaşa hazırlandığını söyleyebiliriz. Türkiye nasıl hazırlandı?
Montrö’yü devreye soktu. Bu egemenliğin Türkiye’ye geçmesi ve boğazların
silahsızlandırılması demekti. Korsan gemiler sorunu ortaya çıktı. Akdeniz’de korsan gemiler
ticari gemilere saldırmaya başlamıştı. 10 Eylül 37’de bir konferans toplandı. İngiltere, Fransa,
Türkiye, Romanya, Yunanistan, Sovyetler, Bulgaristan, mısır, Yugoslavya katıldı. Mustafa
Kemal anlaşmazlık sonrasında İsmet Beyi başbakanlıktan aldı ve onun yerine Celal Bayar’ı
getirdi. 23 haziran 1939’da Türkiye- Fransa ikili deklarasyon imzaladı. Boğazların
silahsızlandırılması konusunda Sovyetlerin istediği boğazların kendisi tarafından
silahsızlandırılmasıydı. Oysaki Türkiye silahları İngiltere’den tedarik etti. Almanya’nın yanı
sıra İngiltere’nin de Türkiye ekonomisine etkisi artmıştı Karabük’te bir demir çelik fabrikası
kurdular ve İngiltere büyük bir kredi verdi Türkiye’ye Sadabat paktı sonunda. Ancak 1938’e
gelindiğinde en önemli ticari ortak Almanya’ydı. Sovyetler birliği ise yaklaşan savaşa
hazırlanırken 1936’da yeni bir anayasa kabul etti ve tek ülkede sosyalizmin resmi belgesi
olarak kabul edildi. 20’li yıllarda Stalin önemli muhaliflerini tasfiye etmişti zaten ancak parti
için büyük temizlik denilen büyük bir tasfiyeye girişti. Özellikle 1931’de Japonya Mançureyi
işgal ettikten sonra Sovyetlerin en büyük dertlerinden biri iki cepheli savaştı. Erken bir tarihte
doğu cephesi açılmıştı. Bu yüzden anayasal ve yasal temizlik yaptı. Kısaca Stalin devrimi
birlikte yaptığı bütün askerleri ve bürokratları tasfiye etti çünkü savaş yaklaşıyordu ve o
zamanki kahramanlar yaşlanmıştı. 1934’de MC’ye girmesinden söz etmiştir. Montrö ve
sonrasında boğazlar Sovyetler için dert oldu. Savaş sonrasındaki isteklerinde de bunu sürekli
öne sürdü. Dış ticaret temsilciliklerinin çoğunu kapattı yalnızca İstanbul’da kaldı. Türkiye’nin
de Batum’da bir ticari temsilciliği kaldı. Sovyetler iki büyük manevra daha yaptı. Bunlardan
birincisi 3 Mayıs 1939’da dış işleri bakanı Yahudi litvinovu görevden alıp yerine Molotof’u
getirdi. Son manevrası da 23 ağustos 1939’da Almanya’yla bir saldırmazlık paktı imzalayarak
yaptı. Çünkü İngiltere ve Fransa, Almanya’yı Sovyetlere doğru yönlendiriyordu Locarno’dan
beri. Yani devrimden sonra devletin kurulması ve Bolşevik olduğunu iddia eden bir devletin
faşist Hitler’le saldırmazlık paktı imzalaması manidardır. Zaten 1941’de Hitler Sovyetlere de
saldırmıştır. Savaş başlamadan önce Türkiye ve Sovyetler arasında ilişkileri düzelmek hatta
askeri ittifak kurabilmek için dış işleri bakanı Saraçoğlu Moskova’ya gitmiştir. Gelişmeler
1939 ilkbaharında başlamıştır ve 23 gün sürmüş bir gezidir. Daha doğrusu İtalya Arnavutluk’a
saldırınca 15 Nisan 1929 da Sovyetler Saraçoğlu’nu Moskova’ya davet ediyor ancak davete
icabet olmayınca dış işleri bakanı yardımcısı Ankara’ya geliyor ve 5 Mayısa kadar görüşmeler
sürüyor. 4 ağustos-15 Eylül tarihlerinde de Saraçoğlu tekrar Moskova’ya davet ediliyor. Bu
sırada 23 ağustosta Almanya ve Sovyetler arasında saldırmazlık paktı imzalanmıştı. 22
Eylülde Saraçoğlu kabul ediliyor ve 25 Eylülde Moskova’da görüşmeler yapılıyor. Tam bu
tarihler arasında Türkiye İngiltere ve Fransa arasındaki ittifak 23 Eylülde imzalanıyor. 4
görüşme gerçekleşiyor Saraçoğlu ve Sovyet dış işleri bakanı arasında. 26 Eylül, 1 Ekim, 13
Ekim,16 Ekim. Savaş zaten başlamıştı. Görüşülen konular Türkiye İngiltere Fransa arasındaki
ittifak, Montrö’de değişiklik ve bu değişikliğin nasıl gerçekleşeceği, bu görüşmelerde
Sovyetler Türkiye’ye on iki adaları öneriyor. Ancak antlaşma sağlanamıyor. Savaş başlamıştı
ve Türkiye tarafsızdı. Boğazlardan savaşan devletlerin savaşa gemilerinin geçişi zaten
Montrö’nün 19. Maddesi 2. Fıkrasına göre yasaklanmıştı.

04.03.2021
Savaş sonrası Sovyetlere bakıldığında çok büyük bir yıkım görürüz. Faşizme karşı Nazizm’e
karşı büyük bir mücadele verdiler ve milyonlarca kişi öldü, ekonomi çöktü. Kuzeyde
Leningrad, merkezde Moskova, güneyde de Stalingrad’da durdurdu Sovyetler faşizmi

1946’da 4. Beş yıllık kalkınma planını onayladı ve hızla kalkındı. Ancak orta Avrupa’nın
doğusundaki yerleri Berlin dâhil talan etti. Yeniden inşa süresi başladı ve din karşıtı
propaganda başladı. Savaşta İncil basılmıştı. Ancak savaştan sonra din karşıtı propaganda
yine ön plana çıktı. Değişik araçlarla Sovyet yeniden kurulmaya çalışılıyordu ve bunu
sürdürdüler, Sovyet insanını ortaya çıkarmaya çalıştılar. Lenin Tatar, Stalin Gürcü’ydü. Amaç
da Sovyet insanını yaratmaktı, onun cinsiyeti ya da dini olmayacaktı.

Savaş sonrası döneme Sovyetlerde jdanovculuk deniliyor. Bu Stalin’in neredeyse sağ


koluydu, yaşamının neredeyse her anını denetleme, Sovyet doğrusunu sunma hedefini
gösteriyor ve iki kutuplu sistemin başlamasıyla batı karşıtlığı vardı. Sovyetler; kendi sanatını,
kendi kültürünü, kendi biyolojisini inşa etmeye çalıştılar. Dış politikasına bakıldığında
nükleer tekelini kırmaya çalıştıkları görülür. 49’da bunu yakalayabilmişler ve tekeli
kırmışlardır. Daha sonra tırmanma dönemi başlamıştır. Her iki tarafta hızla savaştı ve iki
kamp teorisi belirlendi Sovyetler tarafından. Yani komünist ve kapitalist cephe başlamıştır.

Doğu Avrupa’da bir blok oluştu. Napolyon döneminde Rusya bir saldırıya uğramıştı, sonra
Hitler saldırdı ve Stalin buraya bir tampon bölge oluşturdu. Hem Avrupa’dan çekildi Doğu
Almanya hariç, hem de doğu Avrupa’da Sovyet menzilli rejimler kurdu. 1947’da kominternin
yerine kominformun kurdu. Bu enformasyonun ne kadar önemli olduğunun bir göstergesiydi.
Sovyetler, Hırvatistan, Macaristan, Romanya, Polonya, Çekoslovakya, Yugoslavya, İtalya ve
Fransa bu forma katıldı. 1949’da da comecom diye bir birliktelik oluşturdu ancak 91’de
dağıldı. Avrupa’nın batısının iki kutuplu sistemde yapmaya çalıştığı gibi bir ekonomik
birliktelik sağlamaya çalıştı. Buraya da Sovyetler, Bulgaristan, Çekoslovakya, Polonya,
Romanya, Arnavutluk katıldı. Arnavutluk 61’de ayrıldı. Demokratik Alman Cumhuriyeti,
Moğolistan, Küba, Vietnam daha sonra katılan devletlerdendir.

1 Ekim 1949’ da Çin’de devrim oldu. Mao Zedong( Mao Yoldaş) iktidara geldi. Batı bunu
komünizmin yayılması olarak tanımladı. Çevreleme politikası izledi ve Sovyetlerin bu
dönemki politikası çevrelemeyi kırmaydı. Bu dönemde Sovyet isteklerine bakıldığında:

19 Mart 1945’de Molotov dönemin Moskova büyükelçisi selim sertere bir nota verdi ve bu
notada 1925 antlaşması en son 1935’e uzatılmıştı ve sonuç bölümünde 10 yıllığına uzatıldığı
yazıyordu. Ancak notaya göre koşullar değişti ve biz bu antlaşmayı uzatmayacağız yazıyordu.
Fesih kararı antlaşmaya uygundu. 4 Nisanda Türkiye Sovyetlere karşı nota verdi ve
Sovyetlerin hangi koşullar altında bu antlaşmayı yeniden yapıp yapamayacağını sordu. 7
Haziran ve 15 Haziran’da görüşmeler yapıldı. Dış işleri bakanı Molotov, büyükelçi Serter’i
Moskova’ya davet etti ve görüşme yaptı. Bunun birincisinde 1925 sınırları yanlış çizilmiş
gözden geçirmeliyiz, Kars ve Ardahan aslında Gürcü topraklardır, Gürcistan bu toprakları
istiyor dedi, boğazlarda bir üs istedi ve Montrö’nün gözden geçirilmesini istedi. 18 Haziranda
da bunları tekrar etti. Olay aslında Potsdam ’da başladı, Tahran, Montrö ve Moskova dışişleri
bakanları toplantısında gündeme gelmiştir. Ama Potsdam konferansında tekrar Sovyetlerin
istekleri dile gelmiş, Montrö’den rahatsız oldukları Saraçoğlu misyonunda bunu dile
getirdiklerini söylemiştir. Potsdamda açıkça Montrö’nün değiştirilmesini ve boğazlarda ortak
bir savunma kurulmasını ve sınırda değişiklik istedi. İngiltere Montrö’nün değişmesine karşı
değildi ancak Sovyetlerin boğazlarda bir üs edinmesine karşı çıktı ve Türkiye’nin toprak
bütünlüğünü savundu. ABD de Montrö’nün değişmesine önem verdi, toprak sorunu yani sınır
değişiminin Sovyetler ve Türkiye arasında yani ikili bir sorun olduğunu söyledi, serbest geçişi
savundu. 16. Maddede görüşüldü bu sorun. Boğazlar sorunu Türkiye’yle ayrı ayrı görüşülerek
ele alınsın diyor Rus metninde, oysa İngilizce metinde Montrö’deki değişiklikler konusundaki
görüşü her devlet ayrı ayrı bildirisinin diyor. Yani Rusça ve İngilizce metin tam olarak
örtüşmüyor. Bunun üzerine 20 ağustos 1945’de Türkiye Washington ve Londra’ya bir nota
yolladı ve Sovyet istekleri karşısında destek istedi. Boğazlardan geçişin serbest olabileceğini,
barışın korunması için boğazlardaki denetimde ABD desteğini ancak denetimin Türkiye’de
kalmasını istedi ve Sovyet isteklerinin sona erdirilmesi için destek istedi.
Potsdam’a dayanan ilk nota 2 Kasım 1945’de ABD’den geldi. ABD Türkiye’den Ticaret
gemilerine geçişin her zaman açık olmasını, kıyıdaş devletlerin savaş gemilerine her zaman
açık olmasını, kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemilerine her zaman kapalı olmasını istedi.
Buna istisna olarak BM kararını öne sürdü. Japonya Montrö’den çıkarılsın istedi. Buna benzer
içerik de 21 Kasım 1945’de Londra’dan bir nota geldi. 4 Aralık 1945’de İstanbul’da Tan
matbaası baskını meydana geliyor. Komünist eserler yayınladığı için suçlanan matbaa
dönemin ilericileri tarafından basıldı. 8 Aralıkta Sovyetler bunu kınamıştır. 14 Aralıkta
Tiflis’te yayınlanan komünist dergisinde iki tane Gürcü profesör makale yakaladılar. Bu
makaleler ünlüdür çünkü 20 Aralık 1945’de hem partinin hem de devletin gazetesinde
yayınlandı. Bu makalelere göre Türkiye’den istenenler; Bayburt, Artvin, Ardahan,
Gümüşhane, Giresun, Trabzon… Buraların Gürcü toprağı olduğu söyleniyor ve ardından batı
Türkiye’ye destek vermeye başlıyor. 7 Mayıs 1946’da ödünç verme/kiralama yasasıyla
Birleşik Devletler Türkiye’nin savaş boyunca aldığı borçları sildi. Sovyetler, Türkiye’ye ilk
notasını geç bir tarih olan 8 Ağustos 1946’da verdi. Nota, Türkiye’nin savaş boyunca
boğazlarda denetimi sağlayamadığı ve boğazları Almanlara kullandırtmakla başlıyordu.
Sonrasında boğazların ticaret gemilerine açık olması, boğazlara Karadeniz’e kıyıdaş
devletlerin savaş gemilerine her zaman açık olsun, boğazlar kıyıdaş olmayan devletler her
zaman kapalı olsun, boğazlardan geçiş Türkiye ve Karadeniz’e kıyıdaş devletler tarafından
düzenlensin diyerek Montrö’nün değişmesini istiyor, son olarak da boğazların güvenliği
Sovyetler ve Türkiye tarafından sağlansın istiyor. Türkiye notayı aynı gün ABD ve
İngiltere’ye iletiyor. ABD 19, İngiltere 21’inde direkt Sovyetlere karşılık veriyorlar.
Boğazlarda üst ve ortak savunmaya karşı olduklarını, bir sorun varsa sorunun BM’de
çözülmesi gerektiğini söylüyorlar. Türkiye 22 ağustosta Sovyetlere yanıt veriyor. Aslında
Türkiye savaş sırasında denetimde eksiklik olduğunu kabul ediyor ancak bunun Montrö’den
kaynakladığını söylüyor. Bunun üzerine ilk 3 maddesini kabul ediyor ancak 4 ve 5. Maddeyi
kabul etmediğini söylüyor. 24 Eylül 1946’de Sovyetler bir nota daha yolluyorlar. Aynı içerik
ve aynı cümleleri içeriyor. 9 Ekimde İngiltere yanıt veriyor Sovyetlerin bu tutumunun
Potsdam’a aykırı olduğunu söylüyor. Türkiye’de 18 Ekimde notaya cevap veriyor.

Sovyet istekleri denilen şey Serter ve Molotov’un konuşması, iki tane Sovyet notalarıdır.
İçeriğe bakıldığında; içerik Potsdamda alınan kararlara dayandırılmıştır. İkinci olarak,
Türkiye’nin 2. Dünya savaşı sırasında sorumlulukları ı yerine getirmediğini, Türkiye’nin
savaşan bir devlet olmadığı için boğazları savaşan devletlere kullandırtmayacağını, üçüncüsü
de boğazlarda denetimin yetersizliğini içeriyor. Sonunda da Sovyetler yeni bir rejim için
önerilerini sunuyor. Bunun sebebi;

1. Sovyetlerin Türkiye’den yazılı bir toprak isteği yok. Çünkü notalarda yok ve bu
istekler ilk kez notalarla dile getirilmiyor. 1921 Moskova antlaşması 5. Maddede de
belirtilmiştir.
2. Güvenlik kaygısından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Kırım savaşı, ekim devrimi vb.
Rusya ve Sovyetler için boğazlar yumuşak karın. Bu yüzden buradan denetim
sağlamak istiyor. Türkiye alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine göz
yumduğu gibi Sovyet gemilerinin geçmesine de engel olmuştur.
3. Bir etkinlik yarışı başlamıştı ve Sovyetler de bu yarış da yer almak istiyordu. Boğazlar
rejiminin değişimini tahranda Churchill önermişti, Potsdamda Stalin istemişti, ABD ve
İngiltere 1945’de verdikleri notalarda boğazlar rejiminin gözden geçirilmesini
istiyordu Sovyetler bu istekler neyse bunları zorla kabul ettirmeye çalışmamıştı.
Çünkü İngiltere’nin atom tekeli vardı ve savaşı tekrar başlatmak istemiyordu. Bu
yüzden değişik platformlarda bunu dile getirdi. 30 Mayıs 1953 notasıyla birlikte bu
notaların değerlendirilmesi daha mantıklıdır çünkü Stalin öldükten sonra verilen
notada açıkça Türkiye’den hiçbir toprak talebinin olmaması dile getirildi.

Sonuçlar açısından bakıldığında;

1. İstekler tamamen başarısızdı. Sovyet istekleri Stalin’in yanlışıdır dendi. 1957’de


Moskova radyosunda suçun dışişleri bakanı Molotov’un olduğu söylendi. 1970’lerde
Molotov, Stalin’i suçladı.
2. Türkiye batı bloğuna yöneldi. Etkin bir biçimde blok politikası izledi. Bu politikasını
her zaman Sovyetlerin kuzeyden gelen isteklerine dayandırdı. Bunu yerli burjuvazinin
ortaya çıkmasıyla açıklayanlar da vardır. Türkiye batıya yaklaşırken batıda olmanın 1
numaralı kuralı demokrasiydi. Örneğin; CHP, toprak reformu yapmaya çalışırken
burjuvazi ortaya çıkmaya başladı ve demokrasiye yöneldi. İzmir iktisat kongresinden
sonra serbest piyasa ekonomisinin belirlendiğini,30’lu yıllara gelindiğinde
devletçiliğin ortaya çıkmaya başlamıştı. Türkiye 30’ların sonuna gelindiğinde İngiltere
Almanya ve Fransa’yla içli dışlı bir ilişki içerisindeydi.
3. Türkiye tüm bunların sonucunda Sovyet tehdidinden, ekonomik gereksinimden dolayı
çok partili yaşam başladı. 1946’da ilk seçim yapıldı ancak açık oy, gizli seçim
yapıldığı ortaya çıktı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara geldi. Sovyetler
yerini burjuva demokrasisi olarak belirlerken karşısında Avrupa’da başlayan halk
demokrasisi vardı.

30 Mayıs 1953’de Sovyetler bu isteklerini geri çekti ve bir nota verdi. Stalin ölmüştü,
Sovyetler nota verdiler ve ilişkilerini gözden geçirmek istediklerini söylediler.1925
antlaşmasının uzatılmamasının nedeninin zaten antlaşmanın kendisinden kaynaklandığını
söylediler. Sınırlarda bir değişiklik istemediklerini söylediler. Hiçbir toprak istemediklerini
ancak boğazların iki tarafça da anlaşılır bir biçimde çözülmesini istediler. ABD ve
İngiltere’nin tutumu ise Türkiye’nin NATO’ya üyeliği oldu. Türkiye NATO’ya üye olunca
Sovyetler geri adıma atmak zorunda kaldılar diye düşündüler. Ancak bu durum bir nevi kaygı
yarattı çünkü DP’nin hükümete gelmesiyle birlikte ekonomi dış borca dayalı olarak dönmeye
başlamıştı. Sovyet tehdidi ortadan kalkınca ekonomik yardım gelmeyebilirdi. Böyle bir kaygı
duydu Türkiye. Montrö 1936 da 20 yıllığına uzatılmıştı ve 1954’de fesih süreci başlıyordu.
Devletlerden biri fesih ederse sözleşme tekrar gözden geçireceklerdi. Sovyetler 1 yıl sonra
fesih sürecini mi başlatacak diye düşünmeye başladılar ancak fesih sürecini Yunanistan
başlatmak istese de ABD bunu engelledi. Türkiye 30 Mayıs 1953 tarihli notayı 18 Temmuzda
yanıtladı. Toprak isteklerinin olmamasını ve Sovyetlerin ilişkileri geliştirmek isteklerini de
memnuniyetle karşıladıklarını söylediler. Boğazlar içinde boğazlar Montrö ile düzenlenmiştir
dedi.
11.03.2021
1945-1960 dönemi TDP işlenecek.( Batı Bloğu eksenindeki Türkiye)

IIWW sonrası dönem iki kutuplu bir sistem olarak adlandırılıyor. ABD ve Sovyetlerin lider
olduğu kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki mücadeleye dayanan hem ekonomik
hem ideolojik bir çatışmadır. Vekâleten savaşların yürütüldüğü doğrudan bir savaşın ortaya
çıkmadığı bir dönemdir. Bunun nedeni nükleer silah bulunduğu için sıcak çatışmadan
kaçınılan bir sistemdir.

İki kutuplu sisteme bakıldığında IIWW sonrasına bakarsak ABD merkezli sistemin Bretton
Wood sistemiyle kapitalist sistem tarzını benimsediğini, siyasal ve ekonomik bir form olarak
ortaya çıktığını söyleyebiliriz. BM’nin en temel organları Genel Kurul ve Güvenlik
Konseyi’dir. İkisinin farkı Genel kurul eşit oy sistemine dayanıyor güvenlik konseyinde ise 5
daimi üye vardır ve bu 5 üye veto yetkisini kullanabilir. Uluslararası barışın ve güvenliğin
bozulduğunu tespit etme hakkına sahip olan mekanizma güvenlik konseyidir. Genel kurul
bağlayıcı karar alamıyor en fazla tavsiye verebiliyor ancak güvenlik konseyi bağlayıcı karar
alabiliyor. ABD, BM’den sonra bir de Bretton Wood ekonomik sistemini kuruyor.
Keyneysen politikasını 1929 ekonomik bunalımından sonra uygulamaya başlıyorlar, gümrük
duvarlarını yükseltiyorlar, içlerine kapanıyorlar ve Keynezim politikası da kamu
harcamalarını sıkmak değil, devlet eliyle devletin ekonomiyi boş bırakmaması devleti
güçlendiren bir mekanizma. Ancak Bretton Wood; IIWW sonrası daha büyük bir çöküntünün
Avrupa merkezli yaşanması ve bundan AB’nin daha az etkilenerek kesinlikle gümrük
duvarlarını yükseltmemesi ve koruyucu bir politika izlememesi tam tersine ticareti
serbestleştiren, liberal ilkeye bırakılan ve kapitalist ilkenin her yerine nüfuz etmesine neden
olunmuştur. Bu sistemle beraber BM çatısı altında dünya bankası ve uluslararası para fonu
kurulmuştur. Dolayısıyla batı bloğu sistemi içerisinde yer alan ülkelerin kapitalistleşmesi için
yer olacak iki mekanizmayı da doğurmuştur. IMF; dış ödeme dengesizlikleri yüzünden
uluslararası ticaretin aralanmasıyla yükümlüdür. Çünkü dünyanın merkez ülkeleri IIWW
sonrası çöküntüye uğramış ancak çevre ülkelerde dış ödeme açıkları mevcut. Yani IMF,
dünya ticaretinin serbest fonda yürümesi için önemli bir mekanizma olarak ortaya çıkıyor.
ABD o çevre ülkelere borç vermesi ve bu sistemin döndürülebilmesi için de borçların
zamanında ödenmesi gerekiyor. Dünya bankası ise, yapısal uyum ülkelerin uluslararası
kapitalist ekonomiye uyacak ekonomiye sahip olmasıyla yükümlüdür. Kapitalist ekonomiye
ait olan bütün coğrafyalar arasında ticaretin serbestleştiği para akışının sağlanmaya çalışıldığı
ama doların yani para basma yetkisinin ABD eline verilerek ABD’nin kapitalist sistemin
motoru haline getirildiği bir sistem kuruluyor. Özellikle 1948’de ilan edilen Marshall
yardımıyla beraber Avrupa ve Türkiye gibi kapitalist sistemin içinde eyer alan çevre ülkelerde
de ABD’nin isteği doğrultusunda bir ekonomik yapı ortaya çıkmaya başlayacak. Bunun yanı
sıra ABD merkezli batı bloğu gelişirken doğu bloğu da gelişmeye başlayacak. IIWW
sonrasında özellikle doğu Avrupa’da komünist rejimlerin kurulması, SSCB’nin güçlenerek
çıkmaya başlaması özellikle siyasal bir ayak kuracak Komün form, Komünist enformasyon
gibi yani Avrupa’daki komünist parti faaliyetlerini eşgüdümlü hale getirmek için ve onun
kalbine de Sovyetleri yerleştirmek için, 1955’de Varşova paktını kuracak ABD’nin ve batı
bloğunun 1949’da NATO’yu kurması gibi. Comeconu kuracak ve Sovyet ülkeleri arasında
ekonomik olarak bir eşit güdüm sağlamaya çalışacak. Yani IIWW sonrasında kamplar
belirgin hale gelmeye başlayacak.

1946-47’den sonra ABD’nin Sovyetlere karşı politikası çevreleme politikasıdır. İlk başta
yıkmak değil çevrelemek. Yani Sovyetlerin sahip olduğu teritoryel birliği orayla sınırlı
tutmak, o alanı genişletmesine engellemeye çalışmak, Avrupa’yı Sovyet etkisine kapatmaktı.
Çünkü IWW ve IIWW Avrupa’daki iyimser fikirlerin yıkılması ama bir yandan da kapitalist
fikirlerin sorgulanmaya başlanması Avrupa’da komünist hareketlerin yükselişe geçmesi ve
Sovyetlerin tarihsel bir örnek olarak ortaya çıkması Avrupa’da sol seslerin yükselmeye
başlamasına neden olmuştu, bu yüzden bunun engellenmesi gerekiyordu. Bu yüzden ABD
Sovyetleri çevrelemek ve Avrupa’yı ayağa kaldırmak için önce kendi ülkesinde psikolojik bir
savaş başlattı. Komünist avına başlayarak suçlu ya da suçsuz komünist avı başlattı.
Komünistlerden temizlediğini ilan etti.(Aynı şeyi Türkiye 1945-46 yılında yapacak.
Sovyetlerden tehdit algılamaya başladıkça, kendi üniversitelerinde yer alan sol görüşlü, tan
matbaalarının basılmasından tutun hocaların ihraç edilmesine kadar küçük bir komünist avına
başlamıştır Küçük Amerika olarak). Psikolojik uygulamaların dışında askeri de bir yöntem
uyguladı. 12 Mart 1947’de Truman doktrini, ABD’nin çevreleme politikasının ayaklarından
biriydi. ABD başkanlarının doktrinleri önemlidir çünkü o zamanki ABD dış politikasını
ortaya koyar. Başkan Truman yaptığı konuşmayla Sovyetler birliği tarafından özgür hür
dünyanın tehdit edildiği yani komünizm tehdidinin gerçekleştiğini, Sovyetlerin sadece kendi
bulunduğu coğrafyada değil ama ona yakın coğrafyada Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelere
doğru genişleme ihtimalinin olduğunu( Yunanistan zaten IIWW’ndan itibaren iç savaş
yaşamış ve komünist hareket Yunanistan’da güçlü dolayısıyla Sovyetlere açık bir ülke.
Türkiye ise Sovyetler egemenliğinde olan Gürcistan’a sınır ülkesi ve Ortadoğu’ya sınır
olduğu için Sovyetler açısından önemli bir ülke) Dolayısıyla Truman kongrede Sovyetlere
karşı Yunanistan ve Türkiye’ye askeri yardım yapılmasının gerektiğini söyledi. Bu sayede
hem bu ülkelerde Sovyet tehdidi engellenerek ABD etkisi gelecek hem de ABD savaş
malzemesini ABD’ye geri götürmek zorunda kalmayacak. Daha önemlisi Sovyet tehdidini
önleyip bu ülkelere Sovyet etkisinin girmesinin engellenmesi ve bunun yerine ABD etkisinin
konmasıdır. Türkiye bunu ABD ile gerçekleştireceği ikili bir antlaşma üzerinden askeri
yardımı almaya başlamış, Türkiye’nin kuruluş itibariyle batıcı olan felsefesi soğuk savaşla
beraber Türkiye’nin ABD’den yardım almaya başlamasıyla beraber batı bloğunda yer
almasını sağlamıştır. Truman doktrinin yanı sıra ABD Sovyetleri çevrelemek için 1949’da
NATO’yu kurmuştur. ABD’nin 1947’de başlayan bu çevreleme politikası zamanla 50’lerden
itibaren püskürtme politikasına dönüştü, doğu Avrupa’yı kurtarmak için sosyalizmi Sovyet
sınırlarına kadar itilmesi gerçekleşti. Ancak çevreleme politikası 50’ler boyunca devam etti.
Dönemin dış işleri bakanı Sovyetlerin etrafını askeri paktlarla çevreleme politikası
geliştirmiştir. Aynı zamanda ekonomik önlemler olarak Sovyet bloğuna ambargo uyguladı
ABD, Nisan 1948’de ekonomik tedbir olarak Marshall Planını ilan etti. Bununla beraber
düşük faizli krediler verildi, Yardımın hangi alanlarda alınacağı ABD’ye danışılacaktı bu
şekilde ABD o ülkenin politikasını etkileyebilecekti. Ancak Türkiye çevre ülke olduğu ve
kapitalizmin merkezinde yer almadığı için Avrupa’nın ham madde ihracatçısı haline
bürünmüştür. Batı Avrupa Marshall planıyla gelen yardımlarla kendini toplamıştır. Hatta AB
bütünleşmesine giden yolu başlatmışlardır.

Türkiye genç bir cumhuriyet ve IIWW dışında kalmış bir ülke. Buna rağmen askeri
seferberlik yapmak zorunda kalmış, ekonomik üretimi sekteye uğramış, ilk dış ticaret açığını
1947’de veriyor bu yüzden dış borç almak zorunda kalmıştır. Bu yüzden Marshall yardımıyla
ayağa kalkmaya çalışıyor. Dış borcun açılması, dış ticaretin açık vermesi Türkiye’nin batı
bloğu ekseninde hem Sovyetlerden tehdit alarak var olma isteğini hem de ekonomik olarak
ayağa kalkma isteğinin göstergesidir. 1946-50’ler boyunca 1950’de Türkiye çok partili hayata
geçme aşamasına gelmiş ve tek partili olan CHP döneminden farklı olarak 1950’de Adnan
menderes liderliğinde DP ile birlikte dışa hesapsız açılma yolları ortaya çıkıyor. ABD’nin de
yardımıyla. Marshall planıyla batı Avrupa’nın ham madde ihracatçısı haline gelen Türkiye’ye
ABD bu yardımları tarımsal alanda kullanmasını öneriyor. Oysaki iki savaş arası dönemde
Türkiye sanayisini geliştirmeye yönelik adımlar atmıştır. Ancak bu yardımların görevi
sanayiyi geliştirmek değil tarımı modernleştirerek tarımsal alanı arttırmaktır. Devletçiliği terk
ediyor, Bretton Wood sistemi devletin ekonomiden göre elini ayağını çekmesi, serbest
ticaretin gelişmesidir. Yabancı sermayeye kapı açılıyor, tarıma yatırım yapılıyor, tarımsal
üretim arttırılıyor. 1950’ler boyunca Marshall yardımlarıyla başlayan bu süreç Türkiye’yi dışa
bağımlı temelde de ABD’ye bağımlı hale getiriyor. Aslında ilk etapta 1946-47’den itibaren ve
50’lerin ilk yarısı boyunca Türkiye ekonomisi ayaklanma yaşamıştır. Ancak 58’den sonra
hesapsız dışa açılmanın sonucu olarak enflasyon artmaya, dış ticaret açık vermeye ve 1958’de
büyük devalüasyonla beraber Türkiye büyük bir borç krizi yaşamaya başlıyor. 60’lar bir
kesintidir. Bu tarihten itibaren iki kutuplu sistemin bu katılığını kaybetmesi, yumuşamaya
geçmesiyle beraber Sovyetlerden düşük faizli krediler alınarak ekonomi partnerlerini
çeşitlendirmeye, tekrar sanayileşmeye, tekrar kısmen devletçiliğe dönmeye ve ekonomik kötü
gidişi devleti biraz daha ortaya çıkarmaya başlayacaktır. Ancak batı bloğuna eklenmenin
sonucu olarak hesapsız dışa açılma yılları özellikle DP döneminde ABD ile ne kadar çok
alanda alışveriş yapılırsa, askeri ve ekonomik yardım alınırsa tam bir ABD’ye bağımlı hale
gelecektir Türkiye.

Siyaset savaş sonrasına bakılırsa 1946-47’ye kadar bir yalnızlık içerisinde çünkü doğrudan
savaş içerisinde yer almamış bir ülke. Ama savaş sonrasında Sovyetlerden gelen bu tehditlere
toprak ya da boğazların beraber savunulmasına yönelik tehditlere tek başına karşı koymak
zorunda kalan bir ülkedir. Ancak bu dönem Türkiye’nin ekonomik ve siyaseten liberalleştiği,
tek partili sistemin aşınmaya başladığı, Eylül 1946’da Milli kalkınma partisi, 1946’da DP
kurulmasına izin veriliyor. 11 Mayıs 1946’da milli şef CHP tüzüğünden çıkarılıyor. 11 Mart
1947’de Türkiye IMF ve dünya bankasına üye oluyor. 12 Temmuz 1947’De Mart 1947’de
ilan edilen Truman doktrin kapsamında yardım alma sözleşmesi yani ABD’yle bir antlaşma
imzalanıyor. Bu askeri olarak yardımın ilk başladığı dönemdir. Bir dinsel tolerans dönemi
başlıyor. 1945’Den sonra Sovyet komünizmine karşı bir İslami panzehir olarak düşünülecek
Sovyetlere ve komünizme karşı bir baskı mekanizması kuruluyor ( kızıl tehlikeye karşı yeşil
panzehir), okullar dışında dini eğitim yapılmasına izin veriliyor, 2 Temmuz 1947’de din
derslerine izin veriliyor.
Bu dönemin dış politikasına bakıldığında; ekonomik olarak tespit edeceğimiz şeyler, savaşın
sonundan itibaren Türkiye’nin dış ticaretinde ABD’nin en önemli partner haline gelmesidir.
Bu kadar katı soğuk savaş koşullarda dış politika kararlarının batıyla paralel bir şekilde
temelde de ABD’yle paralel şekilde alındığını söylem ek mümkündür. Örneğin 1949’da
NATO kurulduktan sonra Türkiye’nin NATO’ya girme çabaları ya da ABD’nin Sovyetleri
çevrelemek için Ortadoğu’da askeri bir pakt oluşması gündeme geldiğinde ve ABD ile
işbirliği yapılmasına yönelik rejimler gündeme geldiğinde Türkiye’nin 50’ler boyunca
ABD’den. Çok ABD’ci olduğu ABD kararlarının sorgulanmadan bölgede uygulanmaya
çalışıldığı hatta bütün dış politika kararlarının batı bloku merkezli alındığını söylemek
mümkündür. Bu dönem yani 1945-1960 arası döneminin soğuk savaşıyla 1960-70 arası
soğuk savaşında farklar vardır. Bu dönem katı soğuk savaş koşullarıdır. Birbirleriyle
doğrudan temas kurmadıkları, aksine nükleer silahlanma yarışına girdikleri, farklı
coğrafyalarda karşı karşıya geldikleri, propaganda savaşlarının devam ettiği bir dönemdir.
1960’larda ise dünya bir nükleer krizin eşiğine geldiği için dünyanın yok olma tehlikesiyle
karşı karşıya kaldığı, bu yüzden silahlanmanın azaltılması ve nükleer silahsızlanmanın
azaltılması gibi görüşmelerle bir araya geldikleri, blok liderlerin görüşmeye başladıkları
detant dönemi. Yani Türkiye’nin hareket ettiği uluslararası sistem farklıdır. 1947-60 arası
dönemi tdp’yi batı bloku ekseninde tanımlamamızın nedeni budur. Zaten doğası gereği iki
kutuplu sistem Türkiye’nin ABD’den ya da batıdan bağımsız politika geliştirmesine izin
vermiyor. Ancak 1960-70’lerin yumuşama dönemi Türkiye’nin 3. Dünyadan Sovyetlere kadar
belirli noktalarda Sovyetlerle ekonomik ve siyaseten işbirliği mekanizmaları geliştirmesin izin
verecektir. Bu yüzden 60-70’ler arası dönem tdp’sine göreli özerk diyoruz. Ancak 80’lerde
olay yine tam tersine dönecektir. 1979’da İran İslam devrimi olacak. ABD bölgedeki en
önemli müttefikini kaybedecektir. Bunun yanı sıra Sovyetler Afganistan’ı işgal edecek ve
Sovyetler Ortadoğu’ya doğru yayılıyor mu endişesiyle tekrar bir 47-60 arası soğuk savaş
dönemine benzer katı bir soğuk savaş durumunun ortaya çıktığını ve tdp’nin yine batı ve
ABD merkezli alındığını görürüz.

27 Mayıs 1960’da Türkiye’de darbe oldu ve bir iktidar değişimi gerçekleşti. Kırılma olarak bu
dönem alınır. Bu dönem TDP batı ve ABD ile paralel kararlar almıştır. Çünkü ekonomik ve
siyaseten bağımlı durumdadır. DP’ye ilişkin bir değerlendirme yapılırsa;1949’da NATO
kuruluyor ve Türkiye CHP iktidardayken de NATO’ya girme konusunda çok ısrarcı
davranıyor. İlk başta reddediliyor sonra 1952’de giriyor. CHP döneminde de DP döneminde
de NATO’ya bu kadar katılmak istemesinin nedeni Sovyetlerden algıladığı tehditten
kaynaklıdır. Bir diğeri Türkiye’nin Washington büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesinin 5
Nisan 1946’da getirilmesi Sovyetlere verilmiş olan bir gözdağıdır. ABD zırhlısı
Dolmabahçe’ye boğazlara demir atıyor ki Sovyetlerin boğazların Karadeniz’e kıyıdaş
devletler tarafından düzenlenmesi gerektiğine ilişkin argümanına karşı. Truman doktrinin
ilanıyla Türkiye karar vericileri tarafından sevinçle karşılanmıştır. 12 Temmuz 1947’de
yardım antlaşmasının imzalanmasıyla askeri yardımlar gelecek ve bir süreklilik gösterecektir.
Türkiye Truman doktrininden sonra hemen bir rahatlama içine giriyor ve hemen 1949’da
NATO’nun kurulmasının ardından henüz CHP iktidarda DP seçimi kazanmadan önce 11
Mayıs 1950’de ve 1 Mayıs 1950’De bir başvuru gerçekleştiriyor ve 1952’de giriyor. Bu kadar
çok istemesinin sebebi Sovyet tehdidine karşı Sovyet koşullarına karşı ABD ve batı merkezli
bir askeri şemsiyenin altında yer alma ihtiyacı ve isteğinden kaynaklanıyor. Dahası
Türkiye’ye ABD aracılığıyla demokrasi geleceği inancı var. Ne kadar çok ABD merkezli
kurumlar içerisine katılırsa Türkiye’ye siyaset geleceği inancı vardır. Amerikancı olma
1950’lerde daha da netleşecek. Çünkü 50-60 arası DP yani Adnan Menderes var. O biraz daha
muhafazakâr oy, alt sınıfların çiftçinin köylünün oyunu alarak iktidara gelen bir yönetim.
ABD’den daha çok komünizm fobisi var. Bu yüzden giderek daha çok ABD hattına oturmaya
başlayacak. Dış politikanın genel niteliği açısından değerlendirme yapılırsa; bu dönem 23-39,
39-45 dönemlerinin antitezidir. Çünkü bu dönemler göreli özerk dönemlerdir. 23-39
uluslararası sistem açısından bir geçiş dönemidir. Bu döneme iki kutuplu sistem değil iki
savaş arası dönem denir. Farklı güç odaklarının olduğu ABD’nin yükselişe geçtiği buna
rağmen Avrupa’daki büyük güçlerin de yükselişe geçtiği ve Türkiye’nin de belirli mecralarda
hareket serbestine sahip olduğu göreli özerk hareket edebildiği, dış politikada daha bağımsız
kararlar alabildiği dönemdir. 39-45 dönemi zaten savaş koşulları, olağanüstü bir dönem,
Türkiye denge siyaseti izleyerek ayakta kalmayı başarmıştır. 45’den sonra ortay çıkan
uluslararası sistemle beraber göreli özerkliğini yitirdi. Batı merkezli ABD merkezli bir
TDP’yi andırır.60’larda TDP’de menderes etkisi;80’de de Özal etkisinden bahsedilir. İkisi de
uluslararası sistemde savaşın şiddetlendiği dönemlerde iktidara gelmiş olacaktır.

Menderes döneminde batıcılık ABD bağımlılığı çok belirgindir. Dengecilik ve


statükoculuktan kopmalar gerçekleşecektir. Özellikle Ortadoğu söz konusu olduğunda aktif
ama sonuçları açısından başarısız ve riskli bir dış politika uygulanır. Aktif bir politikadır.
Kemalist dönemle kıyaslanmayacak kadar aktiftir. Doğrudan Türkiye’yi ilgilendirmeyen
olaylara müdahil olma, çatışmanın neredeyse tarafı olma durumları vardır. Bu politikaların
her biri ABD ve batı bağımlılığına gelecektir. Onlarla ne kadar işbirliği yapılırsa Türkiye o
kadar askeri ve ekonomik yardım alacaktır anlayışıyla hareket edilir.

Türkiye’nin dış politikası karar vericiler tarafından aktif olarak Davutoğlu tarafından da
tanımlanmıştır. Komşularla sıfır sorun vardı (KSS). Davutoğlu 2002 AKP iktidara geldikten
sonra 2009 hatta başbakanlığı döneminde de çokça bu kavramı kullanmıştır. Bir yanıyla
Kemalist dönemi pasif olarak tanımlanır. Kemalist iç ve dış politika bölgesinde inisiyatif
almaktan korkan, doğrudan müdahil olmaktan korkan daha pasif bir politikaydı. Türkiye
bölgesel bir nüfuz elde edebilmek için ritmik bir diplomasi uygulamalı, sorunlara arabulucu
rolü oynayan, aktif bir politika uygulamalıydı. Türkiye 2000’ler boyunca bunu yaptı.
Davutoğlu aktif politikasıyla menderes aktif politikası arasında hem bir benzerlik hem bir
farklılık vardır. Menderesin dış politikası da kendinden önceki dönemlerle kıyaslandığında
bölgesinde çok daha aktif fakat taviz veren bir politikaydı. Davutoğlu’na baktığımızda tdp ise
bölgesinde çok daha aktif fakat bir yerden sonra aktif politikanın işlemediği yumuşak güç
kanallarının terk edilerek sert güç kanallarının kullanılmaya başlandığı bir farklılık da söz
konusudur. Mavi vatan politikası da bu politikaya çok benzer.

18.03.2021
ABD Türkiye 1945-60 yılları arası dönem üç döneme ayrılarak incelenir:

1.DÖNEM: Çok partili hayata geçilirken ki ilişkiler (45-50 arasında).


1950’de CHP iktidarı sona eriyor. DP 60 darbesine kadar sürecek olan 10 yıllık iktidarı
başlatıyor. Ancak DP dönemi de 50-55 ve 55-60 olmak üzere ikiye ayrılmıştır. 1955 Bağdat
paktı çok kritiktir. 1950’nin ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin ABD’yle çok daha yakın ve
kendi bölgesinde ABD etkisinde kalarak bir politika izlediğini görürüz. Dolayısıyla 50’den
60’a olan bir dönem yekpare bir dönem değildir, inişleri çıkışları vardır. Fakat DP’ye kadar
olan dönem yani 1945-50 arası dönem 50’lerinin temellerinin atıldığı bir dönemdir. 1946’da
ilk defa çok partili hayata geçiş denemesini yapılmış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat
50’lerde 1960 darbesine ve kesintiye rağmen Türkiye’deki demokrasinin az çok konsolite
olduğu, ancak 50’lerdeki o çok daha açık seçik ortaya çıkacak olan ABD merkezli dış
politikanın 45-50 arası dönemde de ortaya çıktığını, onun yapı taşlarının o dönemde
döşendiğini söylemek mümkündür. Hem bu soğuk savaşın başlamasıyla doğrudan orantılıdır
hem de Türkiye’nin 1945-46 yılları döneminde Sovyetlerden algıladığı tehditle doğrudan
alakalıydı. Boğazların beraber savunulmasına yönelik talepler, Türkiye’den toprak talepleri,
kuzey komşusunun komünist rejimle yönetiliyor olması, iki savaş arası dönemde Sovyetlerle
ilişkilerin bozulması vs. 1945’den sonra Türkiye’nin Sovyetler birliğinden ve komünizmden
tehdit algılamasıyla batıcılık ve o da eşittir ABD’ciliğe yönelmiştir. Soğuk savaş bitmeden
önce Hitlere karşı ittifak yapan ABD ve Sovyetler konusunda ABD Sovyetleri boğazlara karşı
frenlemiştir. Ancak savaş bittikten ve saflar belli olduktan sonra yani kapitalizm ve Sovyetler
birliği merkezli komünist dünyaların bölünmesinden sonra Türkiye’nin Sovyetler etki alanına
girmemesi ABD’nin bölgedeki çıkarlarının korunması açısından giderek önemli hale gelmeye
başladı. ABD savaş devam ederken Postdam’da Sovyetlere verdiği, eğer gerekli koşullar
oluşursa Montrö değiştirilebilir, içerik belli olmasa da düzenlemeler yapılabilir fikrinden 1946
itibariyle vazgeçmeye başladı. 1947’de Truman doktrinini ilan edilmesiyle birlikte bu
doktrinini içeresinde Türkiye’nin yer almasıyla ardından 1948 itibariyle Türkiye’nin Marshall
planından yararlanmasıyla birlikte Türkiye tam anlamıyla ABD’yle iş birliği yapan pozisyona
geldi. Ama Truman doktrininden önce ABD mizüri zırhlısını Sovyetler birliği talepleri
gündemdeyken 5 Nisan 1946’da Türk boğazlarının statüsü ABD rızası olmadan
değiştirilemez mesajını vermek için 16 ay önce ölmüş olan Türkiye’nin Washington
büyükelçisinin na’şını İstanbul’a getirmiştir zırhlı Dolmabahçe’ye demirleyerek. Ancak bu
Sovyetleri etkilediği söylenemez çünkü bundan sonra da Sovyet notaları başlamıştır ve
1947’de Truman doktrini ilan edilene kadar Sovyet talepleriyle Türkiye tek başına mücadele
etmiştir. Hatta 1953 dönemine yani Stalin ölünceye kadar Sovyetler Türkiye’ye boğazlar
konusunda baskı yapmaya devam etmiştir. Bu zırhlının gelmesinden itibaren Türkiye zaten
1947 itibariyle ABD’nin bölgedeki müttefik devletlerden biri olan radarına girmeye
başlamıştı ve 7 Mayıs 1946’da ödünç verme ve kiralama yasasıyla alınan borçları ABD
Türkiye’den sildi. 12 Mart 1942’de Truman kongrede bir konuşma yaparak ve kendi adıyla
anılacak olan doktrini ortaya koyarak Türkiye’ye askeri yardımlar yapılacağının işaretini
verdi. Soğuk savaşı biz genellikle Truman doktriniyle birlikte başlatıyoruz ve üç önemli ayağı
vardır. Soğuk savaşın: 1947 Truman doktrini askeri ayağının çizilmesi, 1948 Marshall planı
Avrupa ve daha sonra Türkiye’nin yararlanacağı ekonomik yardımların gündeme gelmesi ve
1949’da NATO’nun kurulması yani askeri şemsiye olarak “ABD koruyuculuğunda” Sovyet
genişlemesine karşı askeri işbirliği örgütünün kurulmasıdır. Truman doktrini 1952’de iktidara
gelecek olan Eisenhower döneminde de devam edecek olan Sovyetleri çevreleme, sahip
olduğu nüfuz alanında tutma, komünizmin genişlemesini engellemek amacıyla yapılmıştır.
Komünizmle tehdit altında olan ülkelere yardım edileceği belirtiliyor. Yunanistan, Sovyet’e
daha yakın ve orada güçlü bir komünist geleneği var. 2. Dünya savaşı sırasında bir iç savaş
yaşanmış, komünist gelenek güçlü, Yunanistan’ın yukarısındaki balkanlarda da 1948’de doğu
Avrupa’da kurulacak olan Sovyet etkisinin genişlemesine karşı da Yunanistan’a da askeri
yardım yapılması öngörülüyor. Türkiye’ye de Sovyetlerle direkt kuzey sınırı olduğu için, 19.
Yy itibariyle Sovyetlerin sıcak denizlere inme politikasına sahip olduğu için Sovyetleri
çevrelemek için Türkiye’ye de askeri yardım yapılması öngörülüyor. ABD başkanı Truman
kongreden bir yetki istiyor. Yunanistan ve Türkiye’de bulunan ABD sivil ve askeri
personeline bu iki ülkenin talep etmesi durumunda verilecek maddi ve ayini hakların
kullanılmasının denetlenmesinde ve bu ülkenin personelinin eğitilmesi için yetki verilmesi.
Yani istediği ABD etkisinde yetiştirilen bir askeri modernleşme. Bir konuda daha yetki
istiyor: ihtiyaç duyulan askeri malzemenin en hızlı ve etkin biçimde ulaştırılmasını sağlayacak
yetkinin verilmesidir. 12 Temmuz 1947’de ikili antlaşma imzalanacak Türkiye ve ABD
arasında. Kongre bu yetkileri onaylıyor ve her iki ülkeye ABD askeri ve sivil personeli
gönderilerek yardımın kullanılmasına yardımcı olmayı, Yunanistan ve Türk askeri
personelinin eğitilmesi konularında da uzlaşılıyor. Truman doktrini Türk karar vericileri
tarafından memnuniyetle karşılanıyor. Çünkü iki yıl boyunca Sovyet taleplerine karşı tek
başına mücadele etmiş bir Türkiye var, dahası IIWW’nda tarafsız kalan Türkiye’nin savaştan
sonra yaşadığı bir yalnızlık korkusu var. Bunun yanı sıra 1946’da çok partili hayata geçiş
denemesi yapılmıştı. ABD kendi ifadesiyle hür ve özgür dünyanın temsilcisiydi. Bu yüzden
Türklerde şöyle bir algı vardı: ABD’yle ne kadar yakınlaşırsak Türkiye’ye demokrasi gelme
olasılığı o kadar yüksektir. 23 Mayıs 1947’De ABD’li bir general eşliğinde uzmanlar heyeti
Ankara’ya gelerek yardımın hangi alanlarda kullanılması gerektiği hakkında görüşlerini
açıklıyorlar ve burada ön plana çıkan unsur silahların modernleştirilmesi gerektiğidir. Türkiye
Truman’ı neden kabul etti: Sovyetlerden algıladığı tehdit, askeri yardımlara paralel olarak
Türkiye’nin ekonomisi IIWW sonrasında ya da öncesinde de çok iyi durumda değil, askeri
yardımlara ek olarak ekonomik yardımların geleceğine dair de bir inanç var. Dahası orduların
geri kalmışlığı modernizasyon nedeniyle kabul ediliyor. Henüz NATO yok, Türkiye’nin
NATO’ya girme isteği yok. Sadece Truman doktrini aracılığıyla ABD’yle işbirliği yapma
isteği var. Nitekim Truman doktrin 12 Temmuz 1947’de ABD ve Türkiye arasında imzalanan
antlaşmayla yardımların hangi alanlarda ve nasıl kullanılacağı karara bağlanılıyor. Bu şekilde
Türkiye yardım almayı resmi olarak kabul ediyor. 1957’nin ikinci yarısından itibaren Kıbrıs
meselesi patladığında 1959-60 antlaşmalarıyla bağımsız Kıbrıs cumhuriyetinin kurulmasının
ardından 60’ların ortasında özellikle 64 yılında toplumsal kargaşa yaşandığında Türkiye’nin
Kıbrıs’a müdahalesi söz konusu olmuştur. Orada yaşanan tartışma Truman doktrini
antlaşmasına kadar gitmiştir. Johnson mektubuna göre eğer Türkiye Kıbrıs’a karşı herhangi
bir müdahalede bulunursa Sovyetlerin herhangi bir saldırısına karşı NATO’nun Türkiye’yi
savunma yükümlülüğü yoktur der. Yani ikili antlaşmalar çerçevesinde verilen silahlar
çerçevesinde Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi mümkün değildir. Çünkü 1947
antlaşmasında Türkiye kendisine verilen askeri yardımları verilen amaçlar dışında
kullanamaz, yardımın kullanımı ABD’li yetkililerin denetimine açıktır. Çünkü bu silahlar ve
yardımlar Türkiye’nin hürriyetini ve bağımsızlığını korumak için ihtiyacı olan takviye
güçlerini sağlamak ve ekonomisinin istikrarını korumak için verilmiştir. Türkiye’nin Kıbrıs’a
müdahalesi bu amacın dışındadır. Dolayısıyla 1964’de yazılmış olan Johnson mektubunda
bunlar dile getirilmiştir. Yani bu antlaşmanın 4. Maddesi veriliş amacının yanı sıra Türkiye
ABD’den aldığı silahları kendi topraklarına yönelik bir saldırı dışında kullanamaz diyor. Bu
da Sovyetlerden ya da Sovyet blokundan gelecek bir saldırı için geçerlidir. Bu ikili
antlaşmanın ardından 1947-51 arası dönemde Truman antlaşmasıyla başlayan yardımlar ikili
antlaşmalarla süreklilik kazandı.

Truman doktrini sonuçlarına bakılacak olunursa;

1. ABD yanlısı dış politikanın açık bir şekilde başlangıcıdır. Hem soğuk savaşın
başlaması hem Sovyetlerin çevrelenmesi hem de TDP açısından kırılma noktasıdır.
2. Yardımın giderek pahalı hale gelmesidir. Çünkü uçak vb. gönderdiğinde Türkiye’nin
savunma sanayi alt yapısı olmadığı için yedek parça ya da bakımının yapılması için
tekrar ABD’ye başvuruluyor ve dolayısıyla yeniden ABD’ye para ödenmiş olunuyor.
Yani bağımlılık ilişkisi kurulmuş oluyor.
3. Askeri ve ekonomik dışa bağımlılık oluşuyor. Türkiye soğuk savaşta bir cephe haline
geldiği için sadece yardımlar aracılığıyla değil savunma harcamaları bütçe kaleminde
de yer işgal etmeye başlayacak. ABD’den askeri yardımın yanı sıra bir de ekonomik
yardım alınmaya başlanacak. Askeri yardım bununla birlikte ekonomik bağımlılığı da
beraberinde getirecek. 1948’de ilan edilmiş olan Marshall planı bu ekonomik
bağımlılığın en önemli göstergesidir. ABD IIWW sonra kapitalist sistemi konsolide
ederken sadece Avrupa’yı ayağa kaldırarak yapmadı bir de Japonya’yı ayağa kaldırdı.
IIWW bitmesinden sonra ABD atom silahını ilk olarak Japonya’da denedi. Soğuk
savaş dönemi boyunca uzak doğuda Japonya aracılığıyla ABD kapitalizminin ayağı
haline getirilmiştir ve geleneksel köklerinden uzaklaştırılmıştır. 1949’da Asya’da çini
kaybetmiştir. Mao’yla Komünist devrim gerçekleşmiştir. Marshall planı aslında
Avrupa devletleri için düşünülmüştür. 1947’de Truman’dan da yararlandığı için
ABD’li yetkililerle görüşerek kendisinin de yararlanmak istediğini dile getirdi ve
Türkiye’de yararlandı. Fakat Avrupa’dan farklı olarak kapitalist sistemin merkezinde
olan bir ülke değil, bir çevre ülkeydi. Bu yüzden ABD ile birlikte eşit koşullarda bir
pazarlığa oturamadı. Aksine ABD Marshall yardımlarının tarımsal üretime, tarım
aletlerinin modernizasyonu ve ulusal ulaşım sisteminin yenilenmesi için
kullanılmasını istedi. Yani Türkiye’ye Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu olmayı
hatta manavı olmayı önerdi. 1930’larda başlatan sanayileşme bir kenara bırakılarak,
ülkenin yabancı yatırımlara açılmasına karar verildi. Eğer sanayiye kullanılacaksa da
ABD’nin ihtiyaç duyduğu krom üretilebilirdi. ABD bu şartlarla Marshall’dan
yararlanabileceğini dile getirdi. Bir işbirliği örgütü kurdu ve bu örgütün haberi
olmadan hiçbir yardım gönderilmeyecekti. Bu örgütten yardımları alabilmek için bir
de Avrupa ekonomik işbirliği örgütü kuruldu. Bu Marshall’a planı çerçevesinde
bundan yararlanmak için 4 Temmuz 1948’de Türkiye ve ABD arasında bir ekonomik
işbirliği antlaşması imzalandı ve yardımlara başlandı. Antlaşma Türkiye’nin 16 Nisan
1948’de Paris’te imzaladığı Avrupa ekonomik işbirliği sözleşmesine dayandı,
kaynakların ne şekilde kullanacağını örgüte bildirecekti. Bu antlaşmayla yardımların
hangi ekonomik alanda kullanılacağı belirleniyordu. Bu tamamen ABD’nin uzman
görüşlerine bağlıydı, Türkiye istediği yere yatırım yapamayacaktı.1953 yılına
gelindiğinde Türkiye Avrupa’nın buğday ihracatçısı rolüne geldi. Kara yollarının
geliştirilmesine yönelik de gelişim yaşandı. Demir yollarına yatırım bir kenara
bırakıldı. “Demiryollarının yapılması komünizmi, kara yollarının yapılması da
kapitalizmi hatırlatır.” Ekonomik yardımlar da bir bağımlılık ilişkisi yarattı. Modern
tarım aletleri geldi, tarımsal yeni alanlar sulama sistemlerinin geliştirilmesiyle açıldı
ama tarımsal aletlerin yedek parça ihtiyacı olduğunda yine ABD’ye başvurmaya
başladı bu da yeni bir bağımlılık ilişkisi yaratmış oldu.

Yani Türkiye’nin Truman doktrini ve Marshall planı aracılığıyla DP iktidarı başlamadan önce
ABD merkezli batı bloku içerisinde konumlandığını ve ABD ile ortak bir dış politika
izleyeceği sinyallerini verdiğini söylemek mümkündür. 45-50 arası dönemin en önemli iki
gelişmesi Truman doktrini ve o çerçevede imzalanan ikili antlaşma ve Marshall planı ve onun
çerçevesinde imzalanan ikili antlaşmadır. Buna göre Türkiye’nin batı bağlantısının,
Türkiye’nin ABD bağımlılığının, hem askeri hem ekonomik bağımlılığının başlangıç
noktasını oluşturması açısından önemlidir.

2. DÖNEM: 1950-1955 DP döneminin ABD ile ilişkileri dönemi

Bu dönemin iki önemli gelişmesi Kore savaşı ve Türkiye’nin Şubat 1952’de Yunanistan’la
beraber NATO’ya girişidir.

ABD’nin Sovyetleri çevreleme politikasının en önemli eylemlerinden bir tanesi 1949 yılında
NATO’yu kurmuş olmasıdır. Askeri bir örgüt olarak Sovyetlerin yayılmasına karşı ya da
gelecek tehdide karşı Avrupa ve kuzey Afrika kuzey Atlantik merkezli olarak kurulmuştu.
Kurulduğu andan itibaren Türkiye katılmak istiyordu. Henüz 1950’de DP iktidara gelmeden
11 Mayıs 1950’De CHP’nin ilk başvuruyu yaptığını ve reddedildiğini ama üyeliğin DP
döneminde gerçekleştiğini biliyoruz. Türkiye kurulduğu andan itibaren büyük bir ilgi duyuyor
NATO’ya. Ancak özellikle İngiltere’nin argümanlarından bir tanesi NATO üyeliğinden
ziyade Yunanistan Mısır Türkiye ekseninde yani doğu akdenizin güvenliğini sağlamak için bir
Akdeniz paktı kurulmasıdır. Hatta bu fikir ABD tarafından da destekleniyor. İngiltere
Akdeniz paktından sonra bir de orta doğu projesi gündeme getirmiştir. Burada da aslında
mısır ve Türkiye’yi bir araya getirerek orta doğu merkezli bir batı paktı kurulmasını
söyleyecek ancak bu ittifak hiçbir zaman kurulmayacak. Bağdat paktı olarak kurulacak ancak
Türkiye ve mısır bir araya gelemeyecek hep bir rekabet gündeme gelecek. 1954 yılında Fuat
Hulusi tugay Cemal Abdülnasır rejimini eleştirdiği için mısır milli makamları tarafından
istenmeyen kişi ilan ediliyor. Çünkü 1952’de Cemal Abdülnasır iktidara geldikten itibaren
batı karşıtı bir politika izliyor. 1950’lerde de Türkiye tam tersi ABD’ci bir politika izliyor. İki
ülke arasında bölgesel bir politika ortaya çıkıyor: batıyla işbirliği yapanlar ve batıya karşı
olanlar diyerek. Dolayısıyla Türkiye ve mısır arasında tarihsel olarak soğuk savaşın başından
itibaren ve mısırda rejim değiştiğinden itibaren mısır 1970’lerde ABD eksenine oturana kadar
bir rekabet var. 1970’lerin sonunda işbirliği yapmaya başlasa da Türkiye ve mısır hiçbir
zaman çok yakın olmamıştır. Her zaman bölgesel rekabet vardır. Çünkü Ortadoğu’nun üç
büyük güç merkezi vardır: Türkiye, Mısır ve İran. Türkiye ve mısır en yakın ilişki durumunu
Müslüman kardeşler döneminde 1 yıl boyunca yaşadı. Doğu Akdeniz’de Türkiye sıkışınca,
Mısır ve Yunanistan işbirliği yapınca hatta Suriye Yunanistan’la işbirliği yapınca Türkiye
kendisine alan açabilmek için Mısırla 8 yıl önce sekteye uğramış ilişkilerini yeniden kontrol
edebileceğini düşündü ve bunun için girişimlerde bulundu. Mısır bunu belki birkaç şartla
kabul edebilir. Bunlardan biri 2013 darbesinden sonra Müslüman kardeşleri bir terör örgütü
olarak ilan eden mısırla işbirliği yapılmasının ön koşulu iç işlerine karışılmamasıdır. 2017’de
bölgede Türkiye katarla işbirliği yapıyordu Müslüman kardeşler üzerinden. Suudi Arabistan
birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır da başka bir hatta politik aizliyorlardı.2017’de de Mısır,
Suudi Arabistan ve birleşik Arap Emirlikleri, katar Müslüman kardeşleri destekliyor diye
diplomatik ilişkileri kestiler. Fakat yeniden bir araya geldiler hem körfez ülkeleri hem de
mısır katarla yeniden ilişki kurmaya başladılar. Dolayısıyla Türkiye de katar üzerinden siyaset
yürüttüğü için kendisi de ilişki kurabileceğini düşünmüş olabilir. Türkiye sıkışmış olduğu
bölgede biraz açılım istiyor.

Türkiye’nin NATO’ya ilgi duyma sebeplerine gelinirse: Sovyet istekleri, Truman doktrini ve
Marshall planından gelen yardımlarla ABD ile ilişkiler yakınlaşmış ancak kuzeyden duyulan
endişe azalmamıştı. IIWW sonrasında Türkiye bir yalnızlık psikolojisi içindeydi, askeri bir
ittifak bu yalnızlık psikolojisinin aşılmasında çok yararlı olabilirdi. Ülkenin savunulmasında
ordu modernizasyona ihtiyaç var bu yardımlarla oluyor ancak NATO’ya girdikten sonra çok
daha önemli hale gelecekti. Ayrıca zaten batıcı bir politika izliyor. Türkiye örgütün dışında
kalırsa askeri ve ekonomik yardımlarda bir azalma olabileceğine dair bir korku var ve
kamuoyu NATO’ya katılmanın gerekliliğine ve komünizme karşı durmaya inanmaya başladı.

Türkiye DP döneminde NATO’ya katılma ısrarından vazgeçmedi. Nitekim Haziran 1950’de


Kore savaşı gündeme geldiğinde BM, ABD merkezli bir Kore’ye müdahale edileceği
gündeme geldiğinde Türkiye de bakanlar kurulu kararıyla 25 Temmuz 1950’De 4500 askerini
Kore’ye göndermeye karar verdi. Bu meclise danışılmadan alınılmış bir karardı. Oysa 24
anayasasına göre Türkiye’nin savaş yapma kararı ancak meclis tarafından alınabilirdi. Bu
yüzden CHP eleştiride bulundu ve kabul etmedi. Fakat DP bu savaşa katılma değildir,
uluslararası bir güç aracılığıyla başka bir durum yaratmaktadır. Savaş ilanı kapsamında
düşünülemez dendi. Sovyetler Birliği ve Çin ile birlikte ABD’yi karşı karşıya getirecek bir
coğrafyaya Türkiye’nin asker göndermesinin ana nedeni NATO üyeliği açısından bunu
kaçırılmayacak bir fırsat olarak görmesiydi. Asker gönderildikten sonra 1 ağustos 1950’De
DP yeni bir başvuru yaptı. Eylül 1950’De NATO bakanlar konseyinde bu reddedildi. Çünkü
NATO içerisinde yer alan İngiltere gibi ülkeler Türkiye’nin önce Akdeniz paktı sonra orta
doğu komutanlığı içerisinde yer alması gerektiğini düşünüyordu. Hatta ABD de bu düşünce
içerisindeydi. Türkiye Yunanistan İngiltere ile beraber orta doğu komutanlığına benzeyen bir
Akdeniz paktı oluşturulması; İtalya Türkiye mısır İngiltere Yunanistan doğu Akdeniz’in
güvenliğini beraber sağlayacaklar ve NATO’yla eşgüdümlü hareket edecekler. Türkiye ise
bunu soğuk karşıladı. NATO gibi daha merkezi, daha kurumsal, daha hatları belirli ve keskin
bir hattın içinde yer almayı istedi. Yine İskandinav ülkeleri Türkiye gibi uzak bir ülkede
NATO’nun eylemleri açısından diğer NATO ülkelerine külfet getireceğini düşünüyordu.
Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi kararı da aslında o döneme kadar yani cumhuriyetin
ilanından sonra o döneme kadar Türkiye’nin misakı milli dışında bir müdahaleye dâhil
olmaktan kaçınma politikasını tersine çeviren bir gelişmeydi. Kore savaşı bu noktada TDP’de
bir kırılma yarattı. Kore savaşı 1953’de bitti, Türkiye 700’Den fazla şehit verdi. 15 Mayıs
1951’de Türkiye ABD’yle birlikte en çok asker gönderen ülkelerden birisiydi ve ABD
Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmasını önerdi. Kararın ardında değişen dünya
koşullarının yarattığı endişe vardı. Türkiye’nin asker göndermesi yeterli değildi zaten asker
gönderdikten hemen sonra yaptığı başvuru reddedilmişti. Dolayısıyla başka gelişmeler
olmalıydı. Bu gelişmeler: 1948 yılında Sovyetler atom silahı elde etmişti dolayısıyla ABD’nin
atom tekelini kırmıştı. Nisan 1950’de Truman ABD güvenlik konseyince yayınlanan 68 sayılı
rapor kapsamında 1954 yılına gelindiğinde Sovyetlerin atom bombası stokları ABD’yi
öldürecek saldırılar düzenleyecek kapasiteye uğraşacak deniliyordu. Dolayısıyla ABD’nin
atom tekeli yıkılmıştı ve Sovyetler gerçekten atom silahı aracılığıyla ABD’ye büyük darbeler
indirebilirdi. Dolayısıyla Sovyetlere yakın ülkelerde bu saldırıları önleyebilmek için ABD
tarafından kullanılacak üslere ihtiyaç vardı. En yakın ülkelerden biri de batı bloğu içerisinde
yer alan Türkiye’ydi. Türkiye NATO üyeliği olmadan bir üssü kabul etmemişti. Bir diğer
gelişme 1948’Den beri Sovyetlerle Yugoslavya arasında çıkan çekişmeydi. Yugoslavya
komin formdan atılmıştı. Dolayısıyla Sovyetlerin açık tehdidi altındaydı. Yugoslavya’nın ve
güney Avrupa’nın korunması da NATO’nun Türkiye Yunanistan üyeliği ile güçlendirilmesi
anlamına gelecekti. Yani Yugoslavya’nın korunması Yunanistan üzerinden sağlanacaktı.
Dolayısıyla 15 Mayıs 1951’de ABD’nin Türkiye ve Yunanistan NATO’ya alınmasını
önermesi sonucunda 16-20 Eylül 195’de toplanan NOTA bakanlar konseyinde Yunanistan ve
Türkiye’nin ittifaka çağrılmalarına karar verildi. Nitekim 18 Şubat 1952’de iki ülke de NATO
üyesi oldular. Truman doktrini ve Marshall planıyla başlayan ABD’ci dış politikamız
NATO’ya üyelikle beraber çok daha belirgin hale gelmiştir. Bunun en fazla görüldüğü
coğrafya ise Orta Doğu bölgesi olacaktır.

Türkiye NATO’ya üye oluktan sonra Türkiye’de üs ve tesislerin yapılması gündeme gelecek.
Bu üs ve tesislerin nasıl yapılacağının hukuki çerçevesinin çizilmesi gerekmektedir. NATO
kuvvetler antlaşması ile beraber Türkiye Amerika ile ikili bir antlaşma imzalayarak üslerde
yer alacak Amerikan personeline ilişkin yapılacak uygulamalardan tutun bunların nasıl
düzenleneceğine ilişkin çeşitli ikili antlaşmalar gündeme gelecektir. Bunlar 1960’lar TDP’de
ABD ile ilişkiler Kıbrıs nedeniyle gerginleştiğinden hep sorun haline gelecektir. 1957’de
Eisenhower doktrini gündeme gelecektir ve Türkiye hemen kabul edecektir ve bu çerçevede
ABD ile birlikte kendi bölgesinde politikalar üretmiştir. 1955’den sonra ABD dış
politikasında orta doğu ön plana çıkacaktır. Çünkü Eisenhower doktrininde Ortadoğu’da ABD
yaşamsal çıkarları bulunduğu tespitinden hareket edecektir ve orta doğuda komünizme karşı
tehlike söz konusu geldiğinde askeri tedbirlerle birlikte orta doğuya müdahale edebileceği
ortaya çıkmıştır.

25.03.2021
Türkiye’nin 1952’den bugüne kadar askeri yapılanması belirleyen en temel örgütlerden bir
tanesi NATO’dur. Türkiye NATO’ya üye olduktan sonra dış politikası NATO ve ABD
ekseninde en azından 1960’taki 27 Mayıs darbesine kadar ve 1962’deki uluslararası sitemde
ortaya çıkacak olan Küba füze krizi ve ardından başlayacak olan detant dönemine kadar çok
belirgin bir şekilde ve bu dönemde DP iktidarına gelecek Menderes dönemine ve dış işleri
bakanlığını çok uzun bir süre Fuat Köprülü ondan sonra Fatih Rüştü Zorlunun yürüttüğü çok
uzun bir dönemden bahsediyoruz. Menderes ve ekibi içinde ABD’ye ne kadar yakın ve
paralel bir politika izlenirse Amerikan ekonomik ve askeri yardımlarından o kadar fazla
yararlanma politikası vardır. Türkiye NATO’ya üye olduktan sonra bizim açımızdan önemli
olan daha sonra 60’larda ve 80’lerde karşımıza çıkacak olan bir sürü ikili antlaşma vardır.
Bizim açımızdan önemli olan 25 ağustos 1952’de imzalanan NATO Kuvvetler Sözleşmesi
SOFA diye adlandırılan antlaşmadır. Türkiye ABD arasında imzalanan antlaşmayla ABD’nin
Türkiye topraklarında askeri üstler ve tesisler kurmasına izin veriliyor ve askeri personel
bulundurulması kabul ediliyor. Bu daha sonra 60’lara gelindiğinde sorun olacaktır. Çünkü bir
Amerikalı personel resmi görev sırasında işlediği suçlardan dolayı Türk mahkemeleri
tarafından yargılanması söz konusu olmayacaktır SOFA ’ya göre. Ancak suçun niteliği
saptanmamıştır. Örneğin arabayla bir Türk’e çarpıp öldürdüğü zaman kim tarafından
yargılanacak olması sorun olmuştur. 60’larda Türkiye’deki 27 Mayısın ardından gündeme
gelen 61 anayasasının yarattığı özgürlük ortamı, dünyada gelişmeye başlayan 68 hareketinden
esinle Türkiye’de yükselişe geçen sol hareketlerle NATO’ya bağımlılığın eleştirilmeye
başlandığı konjonktürde ABD ile yapılmış bu tarz antlaşmalarda kamuoyu tarafından
eleştirilmeye ve Türkiye’nin fazla ABD bağımlılığı dile getirilmeye başlanmıştır. 1962 Küba
krizinde ABD’nin Türkiye’ye danışmadan sorunu halletmeye başlaması Türkiye’yi saf dışı
ederek sorunu çözmeye çalışması( üstelik Türkiye de tarafken) Türk karar vericilerinde bir
hayal kırıklığı yaratacaktır. Bunun üstüne bir de Johnson mektubuyla Türkiye’nin ABD’nin
her daim sadık bir müttefik olduğu inancını sorgulamasına neden olacaktır. Haziran 1954’de
iki taraf arasında askeri tesisler antlaşması imzalanıyor. ABD; hava, kara ve deniz
kuvvetlerinin Türk topraklarını kullanmalarına izin veriyor.1958 yılında Lübnan’a müdahale
söz konusu olduğunda ya da 1990’da Irakta körfez krizi patladığında hatta 2003’de ABD
Irak’a müdahale ederken bu konu gündeme gelecektir. Hatta 2003’de Türkiye ABD’nin
geçişine izin vermeyecektir bu da Arap coğrafyasında prestijini yükseltecektir. Yapılan
antlaşmaların hepsi parça parçadır. Dolayıyla a60’lar ve sonrasındaki süreçte Türkiye, ABD
ile ilişkilerini düzenleyen farklı farklı antlaşmaları tek bir çatı altında toplayarak aslında
hukuki çerçevesini kendisi çizmeye çalışacak ve bunu ABD’ye karşı kullandığı bir koz olarak
kullanmaya başlayacaktır. 1950-55 ABD ve DP dönemi ilişkileri incelenmişti. Şimdi de 1955-
60 arası dönem incelenecek.

3.DÖNEM: 1955-1960 Arası Dönem

1955-50’dan itibaren Ortadoğu bölgesi özellikle Süveyş krizi ve mısırla olan ilişkiler
ABD’nin bütün dikkatini Türkiye’den Ortadoğu’ya yöneltmiştir. Çünkü Süveyş krizinin
ardından SSCB’nin bölgedeki nüfuzu artacak ve 1955’e kadar ABD doğrudan Ortadoğu’da
inisiyatif almasa da 55-56 yıllarında Ortadoğu’daki olaylara doğrudan müdahil olmaya
başlayacak. Türkiye’nin Ortadoğu söz konusu olduğunda ABD’yle işbirliği içerisinde bir
politika izlediği söylenebilir. Bu işbirliğinin en önemli göstergelerinden bir tanesi 1957 Ocak
ayında ilan edilen Eisenhower doktrinidir. Truman doktrini sırasında Truman’la beraber
Sovyetleri çevrelemek için Türkiye Yunanistan’a yardım yapılmasına karar verilmişti. Daha
sonra bu çevreleme politikası 1952’den sonunda 1953’de iktidara gelen Eisenhower ve onun
dışişleri bakanı John Foster Dulles ile birlikte' daha da genişlemişti. 1954’de SEATO’nun
kurulması, 1955’de Bağdat paktının kurulması ardından Süveyş krizi ve 1957’de Eisenhower
doktriniyle beraber aslında ABD, Ortadoğu’nun ABD için yaşamsal bir çıkar alanı olduğunu
ifade ediyordu. Ortadoğu ülkelerinde komünizmin ilerlemesi, komünizme benzer rejimlerin
iktidara gelme ihtimalleri olduğunda içeriden bölge ülkeleri yardım istediğinde ABD askeri
önlemler de olmak üzere gerekli yardımı yapabileceğini söylüyordu Eisenhower doktriniyle
beraber. Gerektiğinde Ortadoğu ülkelerinin komünizmle mücadelesinde ya da mevcut
rejimlerin istikrarını bozacak durumlar ortaya çıktığında abda keri olarak müdahale edebilir.
Ortadoğu’yu ABD’nin yaşamsal bir çıkar alanı olarak tarife diyordu.1957’ye kadar olan süreç
1952-23 Eisenhower’ın iktidara gelmesiyle başlayan bir süreçti. Eisenhower dönemi
Truman’ın Ortadoğu söz konusu olduğunda görece biraz daha agresifleştiği bir dönemdir.
1953 yılında ilan edilen yeni bakış stratejisiyle beraber kitlesel karşılık stratejisi uygulamaya
koyulmuştur. Çünkü SSCB’nin askeri tehdidini caydırmak için nükleer silah tehdidi dâhil
olmak üzere topyekûn müdahale yapılacaktı. Dolayısıyla Sovyetler birliğine ilişkin büyük bir
savaş başlatılmıştı. Bunu yaparken yoğun bir propaganda ve savaş yürütülecekti. CIA çeşitli
bölgelerde Sovyetler birliğine yakın rejimlerin kurulma ihtimali gündeme geldiği bölgelerde
gizli operasyonlar gerçekleştirecekti. 1953’de İran’da İran petrollerini millileştirmek isteyen
ve iktidara gelen Musaddık rejiminin1953’de CIA operasyonuyla iktidardan düşürülmesi buna
örnek verilebilir. Eisenhower’la birlikte Truman’ın çevreleme politikası genişletilmiş,
Ortadoğu ve Asya Pasifik’e doğru yeni ittifaklar aracılığıyla genişletildiği söylenebilir. Bütün
bu meselelerle beraber Sovyetlere yakın bölgelerde üst elde edilmiştir. Türkiye bu noktada
öne çıkmış 1952’de Türkiye’nin NATO’ya üye olmasının önemli nedenlerinden birisi
budur.1956 Süveyş Krizinin ardından Eisenhower doktriniyle beraber ABD doğrudan bölgede
varlığını göstermiştir.

Türkiye açısından Eisenhower doktrinin yayınlanması şöyle sonuçlar doğurmuştur: ABD’nin


Türkiye’ye olan ihtiyacı arttı çünkü Ortadoğu’da ülkelerine ilişkin bir müdahale söz konusu
olursa Ortadoğu’daki en yakın ittifakı Türkiye’nin topraklarını kullanacaktı. Nitekim 1958’de
Lübnan’a ABD müdahale ettiğinde incirlikteki üstünü kullanmıştır. Doktrinin ardından askeri
ve ekonomik yarımlarda Türkiye’nin önemi arttığı için bir artış görülmüştür. Ancak
Türkiye’nin dışa hesapsız açılma yıllarının etkisiyle beraber 1958den itibaren Türkiye’de
büyük bir devalüasyon, büyük bir borçlanma ve ekonomide kötüye gidiş süreci başladı.
Türkiye doktrinden itibaren ABD’ye daha fazla yaklaştıkça bölgedeki ABD karşıtı Arap
ülkeleriyle arası bozuldu. SSCB ile ilişkileri gerginleşti. Özellikle 1957’de Suriye’de bir
krizin patlak vermesiyle Sovyetlerin de sürece dâhil olmasıyla beraber Suriye mısır gibi Arap
ülkeleri ve bunun yanı sıra Sovyetlerle Türkiye’nin ilişkileri gerginleşmeye başladı. Türkiye
topraklarındaki ABD üstleri ilk kez NATO amaçları dışında Ortadoğu’ya müdahale etmek
için kullanılmasına izin verdi. Bunun en önemli örneği de 1958’deki Lübnan müdahalesiydi.
Dolayısıyla 1955’den 27 Mayıs 1960’a kadar olan sürede Türkiye ABD ilişkilerini
Ortadoğu’nun giderek artan önemi ve ABD içinde Ortadoğu önemimin giderek artmasıyla
beraber Türkiye ABD ilişkileri gelişmiştir.

Türkiye’nin 1945-1960 Arası Dönemdeki Ortadoğu’yla İlişkileri


Bu dönem Arap olmayan devletlerle (İsrail ve İran) ilişkiler ve Arap devletler ilişkiler olarak
ikiye ayrılıyor.

Soğuk savaş dönemi ve daha sonra 1948’de İsrail’in kurulması ve Mart 1949’da İsrail’in
Türkiye tarafından doğrudan tanınmasıyla beraber Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ilişkileri
İsrail’le olan ilişkilerinden doğrudan etkilenmiştir. Arap ülkelerinde İsrail karşıtlığının yoğun
olduğu dönemlerde Türkiye İsrail’le yakın ilişkiler geliştirebilme potansiyeline sahip olmuyor
ama Arap ülkeleriyle İsrail arası ilişkilerin göre yumuşak olduğu 1990’lar İsrail ve Türkiye
arası ilişkilerin de altın çağıdır. Türkiye Arap ülkeleriyle arasını iyileştirmeye çalıştığı
dönemlerde İsrail’e karşı mesafeli durmak zorunda kalmıştır. AK parti dönemine bakıldığında
da bu şekilde görülür. Örneğin 2008 sonunda İsrail Gazze’ye yönelik bir operasyon
başlatmıştı Gazze’den tehdit algıladığı için. Ocak 2009’daki Davos zirvesinde Erdoğan siz
öldürmeyi iyi bilirsiniz diyerek İsrail’i itham etti ve bu noktada İsrail’le ilişkilerin kopma
noktasına geleceğini biliyordu. Yine bu dönem Türkiye’nin Arap coğrafyasına açılmaya
başladığı dönemdi. Henüz Arap baharı ya da Suriye iç savaşı başlamamıştı. Arp açılımının en
önemli ayağını Suriye, Ürdün, Türkiye ve Lübnan gibi ülkeler arasında serbest ticaret
bölgeleri oluşturulması gündemdeydi. Dolayısıyla Türkiye Arap coğrafyasına açılım sürecini
başlattığında Arap dünyasının liderliğini oynamaya yöneldiğinde irilin Filistinlilere karşı
yürüttüğü zulme bir gönderme yapmak, İsrail’i karşısına almak zorundaydı. 2010-2011’den
sonra Türkiye bu lider olma potansiyelini bölgede değişen dengeler yüzünden kaybetti
dolayısıyla bu politika iflas etti. Ancak unutulmaması gereken Arap ilişkileri ve İsrail’le olan
ilişkilerin birbirinden doğrudan etkilendiğidir.

1945’den 1949’a kadar yani DP iktidarına olan dönem Arap devletleriyle yakınlaşma dönemi
olarak adlandırabiliriz. Henüz daha DP iktidarda değil CHP yönetimdedir.

1950-55 dönemi ise Türkiye’nin Ortadoğu bölgesinde DP iktidarı ve Adnan Menderes


döneminde daha önce hiç olmadığı kadar aktif bir politika izlemiş ama sonuçları açısından
başarısız bir politika izlemiştir. Kemalist dönemdeki dış politika yüzünü daha çok batıya
dönmüş, Arap dünyasıyla ilişkilerini minimum düzeyde tutan, Arap ülkelerindeki sorunlara
doğrudan müdahale olmayan bir politika. Bu konjonktürel olarak da böyle. 1946’dan
öncesinde Arap coğrafyasındaki ülkelerin çoğu manda rejimleri altındadır. Örneğin Musul
meselesini konuşurken sadece ırak üzerinden değil İngiltere üzerinden ya da Hatay meselesini
konuşurken sadece Suriye üzerinden değil Fransa’yı dâhil ederek konuşuyoruz. Dolayısıyla
bölge zaten manda yönetiminde olduğu için bağımsız ulus devletler söz konusu olmadığı için
Türkiye’nin doğrudan o ülkelerle ilişki kurması mümkün olmayan bir dönemdir. 45-46 II.
Dünya savaşından sonra bölgedeki devletler bağımsızlıklarını kazanmış durumdalar. 1946’da
Suriye 1943’de Lübnan 1946’da Ürdün 1932’de ırak 1948’de İsrail bağımsız bir devlet olarak
ortaya çıkmıştır. 1922’de mısır bağımsız ama 1956 Süveyş krizine kadar hep bir İngiliz etkisi
var dolayısıyla tam bağımsızlığı 1952 hür subaylar darbesi ve Süveyş krizinden sonra elde
edecektir. Yani özellikle II. Dünya savaşından sonra Türkiye’nin komşusu olan ülkeler
özellikle Suriye başta olmak üzere bağımsız siyasi birimler haline gelecek ve Türkiye onlara
karşı bir politika izlemek zorunda kalacaktır. Daha henüz DP iktidara gelmeden 1945 sonra
Türkiye bu bağımsız ülkelere ikili ilişkiler geliştirerek yakın ilişkiler kurmaya çalışmıştır.
1946’da Türkiye ve ırak arasında Dostluk ve iyi komşuluk antlaşması imzalanıyor ve
1926’daki Musul’u Irak’a bıraktığımız antlaşmayla çizilen sınırlar teyit ediliyor, ülke
bütünlüklerine saygı duyulacağı belirtiliyor. Hemen ardından 1946 yılında Suriye ve
Lübnan’ın bağımsızlığını kazanmasının ardından Türkiye bağımsız siyasi birimler olarak
tanıdığını ilan ediyor. Her ne kadar Türkiye Suriye arasında Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına
ilişkin bir gerilim olsa da her iki taraf dile getirmeme konusunda uzlaşıyorlar. 1946’da
Lübnan cumhurbaşkanı, 1947’de Ürdün kralı Türkiye’ye ziyarete geliyor. İki ülke arasında
dostluk ve iyi komşuluk antlaşması imzalanıyor. Türkiye 1947 yılında Filistin’le ilgili sorun
birleşmiş milletlere geldiğinde Arap devletleriyle beraber hareket ediyor. 1945’den sonra
1949’a Türkiye İsrail’i tanıyana kadar bölgesindeki bağımsızlığını kazanmış yeni ülkelerle
işbirlikleri yaparak ya da Filistin sorununda Arap ülkeleriyle birlikte hareket edene kadar bir
yakınlaşma sürecine gidildiği söylenebilir.

1947 Filistin sorunu önemlidir. 1920’den itibaren Filistin İngiliz mandasıdır. Bu dönemde
Filistin topraklarına Yahudiler göç etmiş durumda ve Yahudi soykırımı yaşanmıştır.
Dolayısıyla 1947’de İngiltere, Filistin topraklarından çekilirken buradaki yönetilme sorununu
BM’ye devrediyor. BM’de 30 Kasım 1947’de bir taksim planını onaylıyor. İki görüş gündeme
geliyor. Biri azınlık planı diğeri de çoğunluk planıdır. Taksim planı çoğunluk planıdır. Filistin
topraklarının bir Yahudi devleti ve bir Filistin ya da Arap devleti olmak üzere ikiye ayrılacağı
yani taksim edileceğine ilişkin bir karardır. Kutsal olan Kudüs’te BM denetiminde
uluslararası bir yönetime bırakılacak. Bunun karşılığındaki azınlık planına göreyse; ikiye
bölünmesin, Yahudiler ve Filistinlilerin bir arada yaşayabilecekleri bir konfederasyon
oluşturulsun. Ancak BM’nin kabul ettiği çoğunluk planıdır. Oysaki bağımsızlıklarını yeni
kazanmış Arap devletleri taksim planına ve bölgede bir Yahudi devleti kurulmasına karşı
çıkıyorlar. Türkiye BM’de taksim planı görüşülürken taksim planının aleyhine oy kullanıyor.
Arap devletleriyle ortak hareket ediyor ve bu hareket Arap dünyasında olumlu karşılanıyor.
Fakat Truman doktrini, soğuk savaşın başlaması 1948’de İsrail devletinin kurulması ve
Türkiye’nin İsrail’i korumaya giden süreci ve 1948 boyunca Türkiye batıyla yakınlaştığı
müddetçe Arap dünyasından uzaklaşmaya başlayacaktır. Bunun ilk işaretleri 1948 yılının
aralık ayında BM genel kurulunda Filistin uzlaştırma komisyonu kurulması gündeme
geldiğinde Taksim planından farklı olarak Arap ülkelerinden farklı politika izleyecektir. 14
Mayıs 1948’de Filistin topraklarında İsrail kurulmuş, Arap ülkeleriyle İsrail arasında süre
gelen bir savaş var dolayısıyla BM buna müdahale edebilmek için bir Filistin uzlaştırma
komisyonu kurulmasını istiyor. Arap ülkeleri buna karşı çıkarken, Türkiye batılı devletlerle
olumlu oy kullanıyor. Nitekim Mart 1948’de Türkiye İsrail’i resmen tanıyarak aslında İsrail’i
tanıyan ilk Müslüman ülke oluyor. 1950’De de ilk elçiliğini Türkiye açacaktır. 1948 yılına
kadar Türkiye’nin Arap dünyasıyla 1950’lerden farklı olarak eşitler arası bir ikili ilişkiler
geliştirerek Arap ülkeleriyle bir yakınlaşma siyaseti izlediğini söyleyebiliriz. Ancak 1950, DP
iktidarı, Adnan Menderes yönetimi, 1952’de Türkiye’nin NATOYA üye olması gibi
gelişmeler, ABD ve İngiltere’nin Türkiye’ye Ortadoğu’da çizdiği rol ve Türkiye’nin bunu
oynamaya çalışmasıyla beraber Türkiye özellikle batı karşıtı politika izleyen Arap
ülkelerinden giderek uzaklaşmaya başlayacaktır. 1950’lerde aktif fakat başarısız bir politika
vardır. Çünkü TDP’de odak ABD ve NATO’dur. Hatta TDP batının çıkarı Türkiye’nin
çıkarıyla özdeştir politikası vardır. Türkiye bölgedeki gelişmeleri batı gözlüğü takarak ve
soğuk savaş mantığı çerçevesinde değerlendirecektir. ABD’nin ve Türkiye’nin kendisine
çizdiği rol; Arap ülkelerini batıyla yakınlaştırmak hatta bunun liderliğini üstlenmek ve bunu
yaparken aktif bir rol oynamaktır. Bu sırada Suudi Arabistan hariç körfez bölgesi
bağımsızlığını kazanmış durumda değil ve İngiliz kontrolünde 1970’lere kadar. Özellikle
körfez bölgesi batıyla işbirliği yapıyor, bağımsız ülke yok. Ancak ABD ve İngiltere açısından
bölge ülkeleri deyince ve güvenliğini sağlamak söz konusu olunca burada olmazsa olmaz ülke
mısırdır. Mısır 1952’de gerçekleştirdiği hür subaylar darbesi ile ve 50’ler boyunca yükselişe
geçen Nasırcılık yani antiemperyalizm anti israilcilikle, Arap sosyalizmi, Arap
milliyetçiliğiyle İngiliz işgali altında bulunmuş bir ülke olarak Süveyş kanalı merkez olmak
üzere ülkede yabancı etkisinin azaltılması demektir. 1952’den itibaren batı karşıtlığını,
Amerikan karşıtlığını yürütecek olan isim Abdülnasır’dır. O kadar büyük bir isim ki
bölgedeki bütün ülkeleri etkileme potansiyeline sahiptir. Irakta milliyetçiler ortaya çıkacak,
Suriye de milliyetçiler ortaya çıkacak, Ürdün’de, Lübnan’da nasır benzeri yapılanmalar ortaya
çıkacak. Bunlar doğrudan iktidarı ele geçiremeyecekler ancak mevcut rejimleri krize
uğratacaklar. 70’ler itibariyle bölgede anti batı anti Amerikan rüzgârlar esmeye başlayacak.
Bu konjonktürde ABD ve İngiltere açısından Türkiye bölgenin anti batıcı anti Amerikancı
ülkelerini batıya yaklaştırma hatta onlara liderlik yapma görevini üstlenecek ve bölgesel bir
nüfuz alanı oluşturmaya çalışacak. Bütün bunları yaparken bölgedeki gelişmeleri soğuk savaş
mantığıyla değerlendirecek. Yani bölgenin içerisinden bölge ülkelerin kendi taleplerini
anlamayan bir tavırla değerlendirecek. Çünkü bu ülkelerin bir sömürgecilik geçmişi var
dolayısıyla bölgeye ilişkin her müdahale o emperyalist geçmişi hatırlatıyor. Oysa Türkiye’nin
böyle emperyalist bir geçmişi yok. Dolayısıyla bölge ülkeleri açısından self determinasyon,
ulusal bağımsızlıklarının tanınması ve kendisini ispat çabası çok önemlidir. Hatta 1950’lerin
ortasından itibaren sadece ABD merkezli batı blokuna karşı değil SSCB ile yakın ilişkiler
gerçekleştirecek Suriye ve mısır gibi ülkeler ama buna rağmen bir bağlantısızlar hareketi
oluşturarak 3.dünyacılık fikri gündeme gelecek. Yani 1. Dünya batı 2.dünya Sovyet ve doğu
bloku ve 3. Dünya doğrudan iki blokla da bağlantısı olmayan, bağlantısız bir hareket
gerçekleştirmeye çalışacaklar self determinasyon ilkesiyle paralel olarak. Bu hem
Ortadoğu’daki 1950’lerdkei durum hem de ABD’nin Türkiye’ye çizdiği bir hat üzerinden
gerçekleşecek hem de Türkiye kendisine çizilen bu politikaya ayak uydurduğu müddetçe
ABD’den askeri ve ekonomik yardım alacağı fikriyle hareket edecektir.

Buna benzer politikayı yani menderesinkine benzer politikayı 1980’lerde Özal döneminde
görebiliyoruz. Menderesin Ortadoğu’ya ilişkin politikası 60’lar ve 70’lerde değişecek, daha
eşitler arası ilişkiye dayanan, 3. Dünyacılık fikrinden tam olarak uzak durmayan,
bağlantısızlar hareketiyle ilişki kurmaya çalışan bir Türkiye karşımıza çıkacak. Fakat 80
darbesinden sonra Özal’ın 83’de iktidara gelmesiyle Türkiye yeniden bir kriz ve borç batağına
saplandığı için ne kadar çok ABD ile işbirliği yaparsa o kadar ekonomik ve askeri yardım
alacağına dair 50’lerdeki inancı yine ABD’nin Türkiye’ye çizdiği rolü oynamasına neden
olmuştur. ( Türkiye’nin 50’lerdeki aktif politikası Özal politikası hariç bir de Davutoğlu
döneminde ortaya çıkmıştır. Davutoğlu’nun en büyük eleştirisi geleneksel Türk dış politikası
batıya yönelmiştir, kendi bölgesini ihmal etmişti, Ortadoğu’daki Osmanlı mirasına gözünü
yummuştu, dolayısıyla orada pasif bir politika izlemişti. Şimdi bölgeye yumuşak güç
kanallarını kullanarak, bölge ülkeleriyle yakın işbirliği geliştirerek bölgede aktif bir politika
izleyecek ve sorunlarda arabuluculuk yapacaktır aynı Osmanlı gibi.) ancak DP döneminden
farkı; DP bu yakınlaşmayı tamamen ABD yönetiminde bir tercihle geçekleştirmişti.
2000’lerde de böyle benzer bir durum var. 2003 Irak Krizi, 2004 Büyük Ortadoğu projesinin
gündeme gelmesi, ABD bölgede yara alan imajını tazelemek ve bölge ülkelerinin
demokratikleşmesini sağlamak için aslında Türkiye’yi bir model ülke olarak göstermek
konusunda hiçbir çekince göstermemiştir. Dolayısıyla Türkiye’yi bölgesinde lider olma
konusunda frenlemedi aksine cesaretlendirdi. Ama 2000’lerin 1950’lerden farkı 1950’lerdeki
aktif politika daha çok sert güç kanallarının kullanıldığı bir politikadır. Ama 2000-2009
TDP’si daha çok kamu diplomasisinin, sert güç kanallarının kullanılmadığı, arabuluculuk
faaliyetlerinin, propaganda faaliyetlerinin kullanıldığı daha lider rolle yumuşak güç
kanallarının kullanıldığı bir dönemdir.

Türkiye NATO’ya üye olmadan önce İngiltere ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere
Türkiye’nin NATO’ya girmesin çok taraftar değillerdi. İngiltere’nin Türkiye’ye önerdiği
pozisyon Akdeniz paktı kurulmasıydı Türkiye, İngiltere, Mısır ve Yunanistan arasında.
İngiltere önce Akdeniz paktı daha sonra Ortadoğu komutanlığı projesiyle aslında doğu
Akdeniz’in güvenliğinin Mısır Yunanistan ve Türkiye gibi ülkelerin dâhil olacakları bir yapı
aracılığıyla Sovyetlere karşı doğu Akdeniz’in güvenliğinin sağlayabileceğini ortaya koydu.
Bu yüzden Türkiye’nin NATO’dan ziyade Ortadoğu komutanlığı projesi aracılığıyla batı
müttefiki içerisinde yer laması gerektiğini söyledi. İngiltere ve ABD Türkiye ve mısıra
devlette bulundu. Türkiye Ekim 1951’de evet Ortadoğu komutanlığı kurulması zorunludur.
Ancak Türkiye asıl olarak NATOYA üye olsun, Ortadoğu projesi rafa kaldırılmasındı. Ancak
mısır zaten 1952’de daha iktidar el değiştirmemişken bu daveti reddetti. Çünkü 1951’Den
itibaren mısırın kendi içerisinde monarşi karşıtı hareketler, İngiliz karşıtı hareketler vardı
çünkü Süveyş kanalının çevresinde hala İngiliz askerleri vardı. Dolayısıyla mısır monarşisi bu
teklifi kabul ederek içerideki yabancı düşmanlığını İngiliz karşıtlığını daha da arttırmak
istemedi. Dolayısıyla 1952’nin başında Türkiye NATO’ya üye oldu. Buna rağmen Haziran
1952’de İngiltere ve ABD askeri bir örgütlenme yerine bir planlama kuruluşu gibi bir şey
örgütlemeye çalıştılar ve buna da Ortadoğu savunma Örgütü dediler. Fakat Haziran 1952’de
bu gündeme geldiğinde de Temmuz 1952’de hür subaylar darbesi Mısırda meydana geldi.
Yani ABD’nin ve İngiltere’nin mısırı da içine alarak ortaya koyduğu bu yağı mısırdan dolayı
işlemez hale geldi.

1952’den sonra Eisenhower dönemi başladı. Bununla birlikte çevreleme politikası genişletildi.
Ortadoğu komutanlığı ve Ortadoğu savunma örgütünün işlemediği bu coğrafyada artık
Sovyetler birliğinin doğrudan askeri ittifaklar aracılığıyla sınırlandırılması fikri gündeme
geldi ve 1953’den itibaren Eisenhower, ABD ve Ortadoğu politikasını gözden geçirdi.
Ortadoğu komutanlığı ve savunma örgütünün neden işlemediğine dair bir çalışma yapıldı ve
tespitlerde bulundu. Buna göre; aslında Arap dünyası için birinci tehdit Sovyetlerden
gelmiyordu. Aslında Arap dünyası ve mısır daha çok İsrail’den tehdit algılıyordu. Dolayısıyla
komünizm tehdidi vurgusuyla bu ülkelerle işbirliği yapmanın imkânı yoktu. İkincisi Arap
ülkeleri bağımsızlıklarını yeni kazanmışlardı ve İngiltere ve Fransa’nın emperyalist girişimini
hatırlatacak politikalar Arap dünyasında ters etki yaratmıştı. Üçüncüsü Arap devletlerinin
temel hedefi ekonomik kalkınmayı sağlamaktı. Dolayısıyla askeri paktlar henüz gündemde
değildi, ekonomik kalkınmayı sağlayabilmek içinde yardıma ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla
Sovyetlerden yardım gelme ihtimali varken ona yakınlık duyma potansiyelleri de çok
yüksekti. Bir diğer tespit de mısırın özel bir konumu vardı ve Süveyş başta olmak üzere
İngiltere ve mısır sorunları çözülmeden Arap devletleriyle işbirliği yapmak mümkün değildi. (
Bağdat paktı söz konusu olduğunda bölgedeki Arap devletleri mısırın izni olmadan pakta
katılma konusunda ya da belirli ittifaklara katılma konusunda çekimser davranacaklardır). Bu
tespitleri yapan Eisenhower yönetimi Ortadoğu’da inisiyatifi İngiltere’nin elinden tamamen
alarak ağırlığını koymaya karar verdi. Nitekim bu amaçla ABD dış işleri bakanı John Foster
Dulles Mayıs 1953 yılında bölge ülkelerine ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye’yle ABD Dulles
üzerinden şu yönden anlaştı: Ortadoğu’da bir savunma örgütü bir ittifak kurulması
zorunludur. Bu konuda Türkiye öncü rolü üstlenmelidir. ABD de bunu onaylar halde Türkiye
kurulacak olan bu ittifakın çekirdeğini oluşturacaktır. Dulles 1 Temmuz 1953’de kuzey kuşağı
kavramını ortaya atarak şunu söyledi: Sovyet tehdidini en çok hisseden ülkeler kuzey
kuşağında yer almaktadır. Türkiye, İran, Irak, Pakistan, Suriye’dir. Dolayıyla Dulles’e göre
Ortadoğu savunması bu kuzey kuşağı ülkelerine dayandırılmalıydı. Türkiye de buna onay
verdi. Mısır olmaksızın da bir ittifak kurulabilir. Çünkü bu ülkelerin hepsi komünizm ve
Sovyet tehdidine açıktır. Ancak ABD yine de mısır olmaksızın, Mısırı ikna etmeksizin ya da
karşı cepheye alarak bu süreci yönetmek mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye 1954 yılında
Mısır nezdinde girişimler başlatarak söz konusu bir işbirliği gündem geldiğinde mısırın dâhil
olup olmayacağını yoklamaya başladı. Buna rağmen Ocak 1954’de Türkiye ve mısır arasında
bir kriz patlak verdi. Türkiye’nin kahire büyükelçisi Hulusi Fuat Tugar eşi nedeniyle aslında
Cemal Abdülnasır’ın tasfiye ettiği Kavalalı hanedanlığıyla akrabaydı. Gerçekleştirilen bir
resepsiyonda nasır yönetimine karşı bir eleştiri yöneltmişti. Bunun üzerine nasır yönetimi
tarafından istenmeyen kişi yani Persona non grata ilan edildi. Çünkü nasır 1954 yılına
geldiğinde ülkesindeki İngiliz etkisini azaltmaya çalışıyor, millileştirmeye hız vermiş, batı
karşıtlığına doğru savruluyor. Dolayısıyla batıyla işbirliği yapan Türkiye’yle mısır arasında
1954 yılından itibaren bir siyasal liderlik krizinin ortaya çıktığını söylem ek mümkün. Zaten
bu andan itibaren Mısır batının ABD’nin ve perde arkasında İngiltere’nin temsilciliğini
yaptığı böyle bir girişime dâhil olmayacağını çok açık belli etmiştir.

1954’den itibaren ve 1955 Bağdat paktına giden süreçte Ortadoğu devletleri batıyla işbirliği
yapanlar ve ekonomik bağımsızlığını korumak isteyip batıya mesafe koyanlar olmak üzere
ikiye ayrılmıştı. Batıya yakın duranların liderliğini Türkiye, batıdan uzak durmak isteyenlerin
liderliğini ise mısır yönetiyordu. Nitekim mısır 1955’den itibaren bağlantısızlar hareketinin
liderliğini Yapan isimlerden bir tanesidir. Dolayısıyla 1954 yılı itibariyle bölgede
gerçekleştirilen herhangi bir işbirliğinde mısır doğrudan yer almayacağı ortaya çıkmış
durumdaydı.

Türkiye bunun üzerine Dullesin kuzey kuşağı tanımlamasından hareketle önce Pakistan’la 2
Nisan 1954’de bir dostane işbirliği antlaşması imzaladı. Bunun hemen öncesinde Aralık
1953’de ABD Pakistan’la teknik ve ekonomik işbirliği antlaşması imzalamıştı. Nisanda
antlaşma imzalanmadan önce şubatta Pakistan ve Türkiye ortak bir demeç yayınlayarak ortak
bir savunma antlaşması imzalayacaklarını açıklamışlardı. Bu SSCB’den tepkiyle
karşılanmıştı, Mısır eleştirmişti, Irak çekimser kalmıştı, İran ise 1954’ün başında henüz
katılmayacağını açıklamıştı. İmzalanan bu antlaşmanın aslında en başta askeri bir niteliği
yoktu. Direkt işbirliğine ve görüş alışverişine dayanan ve daha sonra başka ülkelerin
katılımına açık olacağı bir antlaşmaydı. Dolayıyla bu antlaşama Bağdat paktına giden süreçte
Pakistan ve Türkiye’nin yaklaşımının ilk adımı olarak değerlendirebiliriz. Bunu imzaladıktan
sonra ve mısır ülkelerinden umudu kesen Türkiye Arap dünyasında girişimlerini başlattı.
Suriye ve Ürdün’ü yokladı ancak onlardan hemen olumlu cevap alamadı. Dolayısıyla 1954-55
döneminde hala Irak’ta İngilizlerle işbirliği yapma potansiyeline sahip bir monarşi olduğu için
ırakla ilişkilerine hız verdi. Bundan sonra 1954’ün mayıs ayında menderes ABD’yi ziyaret
etti. Temmuz 1954’de mısır ve İngiltere arasında bir tahliye antlaşması imzalanınca acaba
mısırın savunma örgütü gündeme gelir mi diye Türkiye yine girişimlerde bulundu ancak
Kahire’den yine ret alınca ırakla çalışmalara yöneldi. Nisan 1954’te ırak ve ABD askeri bir
yardım içeren bir antlaşma yaptı. Bundan hareketle Ocak 1955’de Menderes Irak ziyareti
gerçekleştirdi. Ve Şubat 24 Şubat 1955’de Bağdat paktı adını alacak Türkiye ve ırak arasında
bir işbirliği antlaşması imzalandı. Bu antlaşma da diğer ülkelerin katılımına açıktı. Nitekim
şubatta imzalanan antlaşmadan sonra Nisan 1955’de İngiltere, 23 Eylül 1955’de Pakistan, 3
Kasım 1955’de İran Pakta katıldı. ABD ise bölge ülkelerin tepkisini çekmemek için pakta
doğrudan katılmadı, paktın bazı toplantılarına gözlemci statüsüyle katıldı.

Bağdat Paktına gelince; Diğer ülkelerin katılımına açıktı, iş birliği mekanizmasının


kurulmasını, 4 ülkenin katılımı gerçekleştikten sonra eş güdümlü olarak yılda bir kere
toplanacak sürekli bir konseyin oluşturulacağını, ekonomik ve askeri alanda işbirliği
yapılacağını söylüyordu. Dolayısıyla 1954’de güneydoğu Asya’da kurulan SEATO’NUN
Sovyetleri çevrelemenin Ortadoğu’daki ayağı olarak düşünülmüştü. Paktın 5. Maddesi
önemlidir. Diğer devletlerin katılımına açık olduğu söyleniyor bununla amaç diğer Arap
ülkelerinin de katılmasının istendiği, hedeflendiğiydi. İsrail’i katılımı istenmiyordu
dolayısıyla bunun önüne de taraflarca kesin olarak tanınan herhangi bir devletin oysa ırak
resmi olarak İsrail’in varlığını tanımıyordu dolayısıyla İsrail katılamazdı. Bu yüzden İsrail,
Bağdat Paktının kendine karşı kurulduğu izlenimini düşünecektir.

Fakat Bağdat Paktı siyasi amaçlarına ulaşamadı. Çünkü Batının ve Ortadoğu’nun


savunulmasının kolaylaştırılacağını düşünülen bu pakt beklentiyi karşılayamadı. Arap
devletleri arasında bir kutuplaşma yarattı. Arap devletlerin Mısır başta olmak üzere Irak’ın
böyle bir batı merkezli pakta katılmasını eleştirdiler, dolayısıyla ırak Arap dünyası içerisinde
Batıyla açık ittifak yapan işbirliği yapan bir ülke olarak yalnızlığa itildi. Üçüncüsü İsrail
politikası sertleşti. 1956 Süveyş krizi müdahalesinde, Süveyş krizi patlak verdiğinde İsrail
doğrudan Mısıra askeri müdahalede bulunacaktır. Dördüncüsü pakta katılmayan Arap
devletlerinin Sovyetlere yakınlaşma süreci başladı. Yani Pakt beklenilenin aksine bir sonuç
yaratmıştır.

Türkiye açısından bakılırsa; Türkiye bu pakt aracılığıyla Ortadoğu devletleriyle batının arasını
iyileştirme sürecini başaramadı. 1958’De ırakta darbe meydana geldiğinde ve Irakta monarşi
yıkıldığında ve 1959’da Irak Bağdat paktından resmen ayrıldığını açıkladığında paktın tek
Arap ülkesi de paktan çıkmış olacak ve Türkiye bunu yaparak başarısız olacak. Ayrıca
bölgede bir liderlik üstlenememiş aksine emperyalist politika izlemekle suçlanacaktır.
Üçüncüsü Türkiye bağlantısızlar tarafından dışlanacak, 60’larda Kıbrıs’ın TDP’ye
oturmasıyla beraber Üçüncü dünyayı savunan Arap devletleri Kıbrıs’taki Türk tarafını değil
Yunan kısmını destekler bir pozisyon alacaklardır. Türkiye 1950’lerde bağlantısızlar
karşısında uyguladığı o politikanın negatif sonuçlarıyla 1960’larda karşı karşıya kalacaktır.
Dördüncüsü Türkiye’nin Bağdat paktını kendisine yönelik algılayan İsrail’le ilişkileri
bozulacaktır. Nitekim 1956 Süveyş Krizi de buna zemin hazırlayacaktır. Türkiye Bağdat paktı
aracılığıyla batıdan beklediği desteği de alamayacaktır. Türkiye ekonomisi 1958’den itibaren
büyük bir çöküşe girecek, bu ekonomik çöküş beraberinde bir siyasal krizi de meydana
getirecek 60 darbesine giden sürecin yapı taşlarını meydana getirecektir. Dolayısıyla 1955’E
gelindiğinde Bağdat paktı imzalanmış olmasına rağmen Türkiye’nin o aktif liderlik politikası
başarılı olmamış olacak. Ancak asıl o başarısızlığı ve Arap ülkeleri nezdindeki prestij kaybını
1955’den 60’a kadar bölgede meydana gelen bunalımlar sayesinde görülür. Bu süre içerisinde
Ortadoğu’da bir dizi bunalım söz konusudur. 1956 Süveyş Krizi, 1957 Suriye Krizi, 1958
Lübnan ve Ürdün’de ortaya çıkan krizler, 1958’de Irak’ta meydana gelen darbe TDP’yi
doğrudan etkileyecek ve Türkiye bütün hepsine ilişkin bir pozisyon benimsemek zorunda
kalacak. Benimsediği pozisyon 1950’lerin başında politikanın devamı olduğu için Arap
ülkeleri tarafından Türkiye’nin batının emperyalizm sözcüsü olmakla itham edileceği ve
bağlantısızlar nezdinde prestij kaybedeceği bir durum yaratacaktır.

01.04.2021
1950-55’den sonra 1960’lara kadar olan Ortadoğu’da meydana gelen bunalımlar ve
bunalımlar sırasındaki Türkiye dış politikası vardır.

İsrail 1948 yılında kurulduktan sonra Arap devletlerinin önemli bir kısmı Mısır Irak Ürdün
başta olmak üzere 1948-49’da İsrail’e karşı bir savaş yürütüyorlar. 49 da bir ateşkes ant
imzalanmış olmasına rağmen Arap devletlerinin siyaseti 1970’lere kadar İsrail’in varlığını
tanımamak üzere, varlığının meşru olmadığı tezi üzerine kuruludur.70’lerden sonra değişecek
mısır İsrail’le uzlaşıya varan ilk Arap ülkesi olacaktır. Ancak bundan daha önemli bir şe
vardır. Arap dünyasını bölen bir şey değildir bu. Aksine mısırın liderliğindeki Arap
milliyetçiliğinin anti Amerikancılık ve anti israilcilik temelinde yükselişe geçmesini
sağlamıştır. Savaşa taraf olan ya da olmayan herhangi bir Arap devletinin İsrail’le ilişki
kurması söz konusu değildir. 2019’dan itibaren Trump döneminde başladı körfez devletleri
İsrail’le yürüttükleri örtülü yürüttükleri ilişkileri resmi olarak yavaş yavaş atmaya
başlamışlardır. Bu yüzden İsrail meselesi çok önemli bir konudur. Ancak ondan daha önemli
bir başka konu vardır. Bu da Sovyet Amerikan nüfuz alanı mücadelesidir.

Bölgedeki ülkelerin 50’lerden 70’lere kadar nasır etrafında kümelenenler yani anti israilcilik,
anti Amerikancılık, Arap milliyetçiliği, bağlantısızlık hareketi, Arap sosyalizmi, üçüncü
dünya fikri ve en nihayetinde Sovyetlerle yakın temastır. Bunun karşısında da ABD’nin 1955
Bağdat paktını imzalanması sırasında nasır etkisiyle bölgedeki Sovyet nüfusun artmasını
engellemeye yönelik kendine yakın rejimleri kurma çatışmasını görüyoruz. Kimileri buna
Arap cold war diyorlar. Uzak doğu yani Asya’dan sonra soğuk savaşın deneme tahtası olan
bir ülke de 50’ler boyunca Ortadoğu. Bölgede Nasırcılar nasıra yakın rejimler kurmaya
çalışan Arap devletleri ve nasır karşıtlığı ile ABD ile işbirliği yapma ihtimali olan Arap
devletleri arasında bir bölünme var. Buna literatürde radikaller ve ılımlılar ayrımı deniliyor.
Radikaller Nasır gibi monarşiyi bir darbeyle devrimle yıkıp yerine cumhuriyet ilan eden
ancak demokrasi değildir. Aynı zamanda soğuk savaş koşullarında bölgenin kendi içerisinde
özellikle Bağdat paktı sonuçlarıyla Türkiye Arap dünyasını batıya yakınlaştırmaya çalışırken
Araplar arası kutuplaşmaya neden olmuştur. Irak’ı yanına çekerek Irak’ı ABD ve batıyla
işbirliği yapıyor izlenimi vererek. Arap dünyasında rap milliyetçiliğinin nasırla beraber
1955’den ancak asıl olarak 1956 Süveyş krizinden sonra bir retorik söylem politika ve Arap
halklarını mobilize eden bir ideoloji olarak yükselişe geçmesi bölgenin giderek Sovyetlerle
yakın temasa ve bölgelerde emperyalist geçmişi olan Fransa ve İngiltere gibi ülkelerle hareket
eden ABD’nin de ötekileştirilmesine dayanan bir politikadır.
Türkiye bütün bu konjonktürde 1950-55’de izlediği politikayı devam ettirmiştir. Soğuk savaş
koşulları içerisinde Türkiye kendi bölgesinde Türkiye’nin çıkarı= Batının çıkarı= NATO’nun
çıkarıdır. Ortadoğu’nun kendi içindeki sorunları anlamaksızın yeni bağımsızlığını kazanmış
ülkelerin bağlantısızlık taleplerine kulak tıkayarak, her gelişmeyi komünizm tehlikesi olarak
değerlendirerek aslında bölgede ortaya çıkan krizlerde de batı merkezli bir politika izlemiştir.
Hatta bazen batıdan daha batıcı olmuştur.

1956 Süveyş krizi bölgenin siyasi tarihi açısından çok önemlidir. Zaten bölgedeki kutuplaşma
bir Bağdat paktı bir de Süveyş kriziyle Sovyetlerin bölgeye girişiyle artmıştır.1957 Suriye
bunalımı, 1958 Irak darbesi, 1958 Lübnan olayları, 1958 Ürdün olayları bölgede bazı
değişikliklere neden olmuştur. Özellikle ırak bölgedeki tek batı yanlısı Arap ülkesi olduğu
için darbeden sonra bölgede acaba Nasırcılık yükselişe geçiyor mu diye düşünceler ortaya
çıktı. Ürdün de batı ile işbirliği yapıyor ancak daha çok İngiliz etkisinde, çünkü İngiliz
mandası altında ve ordusu İngilizler tarafından modernize edilmiştir. Rejimler değiştiğinde
Türkiye için tehlike ortaya çıkıyordu. Sovyetlerden dolayı zaten kuzeyden tehdit algılıyor, bir
de şimdi Sovyetlerle ittifak yapacak olan güneyde Arap ülkeleri ortaya çıkarsa güneyden de
mi tehdit algılayacak. Ortadoğu bunalımları soğuk savaşın uygulama alanı haline gelmiştir.
Türkiye’nin bu dönemde izlediği her dış politika aslında Türkiye’nin yalnızlaşmasını
hızlandırmıştır. Bağlantısızlar nezdinde dışlanacak, Arap ülkeleriyle ilişkileri büyük darbe
alacak ve 1960’larda Kıbrıs sorunu gündeme geldiğinde ve Kıbrıs sorunu 3. Dünya tarafından
gündeme geldiğinde de Türkiye kendi tezlerini bağlantısızlar hareketine kabul ettiremeyecek
ve bağlantısızlar Kıbrıslı Rumlarla hareket edecekler. Yani Türkiye yalnızlığının bedelini
1960’larda ödeyecek, 27 Mayıs itibariyle de birkaç politika değişikliğine gidecektir.

1956 Süveyş Krizine bakılacak olursa: 1955’den itibaren mısır Çekoslovakya üzerinden silah
alarak Sovyetlerle yakınlaşma içerisine girmişti. Ve bir yandan da güneyde yukarı mısırda bir
Abdülnasır bir baraj inşa ederek tarım üretimini arttırmak istiyordu. Baraj inşası içinde bir
nakite ihtiyacı vardı. Önce ABD IMF ile krediyi vereceğini söyledi fakat mısırın doğu ve
Sovyetlerle yakınlaşmaya girmesi üzerine vazgeçmiştir. Bunun üzerine Abdülnasır Süveyş’i
millileştirmeyi kafasına koymuştur. Zaten nakit konuş söz konusu olmasaydı Abdülnasır bunu
kendi ideolojisi içinde yapacaktır. Çünkü iktidara geldiğinden itibaren ülkedeki yabancı etkisi,
Süveyş’in kenarındaki yabancı askerlerden duyduğu memnuniyetsizliği üzerine politikasını
inşa etmiştir. 1882’de mısır İngiltere tarafından işgal edilmişti. Ülkesindeki yabancı etkisini
sınırlandırmaya yönelik toprak reformu, millileştirmeler, ülkedeki yabancı şirketlerin
bankaların millileştirilmesi gibi adımlar atmıştı. Elinde sadece Süveyş kanalı kalmıştı.
Aslında Süveyş kanalı 1869’da Fransızlar tarafından inşa edilmişti. Ama daha sonra mısır
maliyesi borçlanmaya başlayıp çöküşe doğru gittiğinden mısır kendisine ait olan kanal
hisselerinin büyük bir kısmını İngiltere’ye satmıştır. Bu yüzden İngiltere kanal şirketi
üzerindeki en büyük haklara sahip olan ülkelerden bir tanesidir ve geçiş hakları üzerinden
önemli bir gelir elde ediyordur. Mısır, Hindistan vs. gibi yollar üzerinde önemli bir güzergah,
İngiltere IIWW sonrası bölgeden çekilmeye başlamış sadece mısırdan dolayı tam
çekilememiştir. Dolayısıyla Abdülnasır kanalı millileştirdiğini, kanal şirketini feshettiğini ve
kanaldan sağlanan bütün gelirin de mısır devletine ait olduğunu ilan etmiştir. Bu konjonktürde
kanal şirketi sahipleri olan Fransa ve İngiltere önce İsrail’le anlaşarak önce İsrail’in
saldırmasını daha sonra kendilerinin mısıra müdahalesini gerçekleştirecekleri bir plan
yaptılar. Mısır ve İsrail 1948’den beri bir ihtilaf halindedir. İngiliz ve Fransız birlikleri mısırı
işgal etmişlerdir. He ne kadar mısır askeri oranda bu büyük güçlere yeterli oranda karşılık
veremediyse de uluslararası kamuoyunda büyük bir tepki uyandırdı bu müdahale. Çünkü
mısır askeri bir agresiflik geçekleştirmemişti. Dolayısıyla ABD ve Sovyetler Fransa ve
İngiltere’yi saldırgan olmakla suçladılar. Dolayısıyla İngiltere ve Fransa mısırdan çekilmek
zorunda kaldılar. Bunun yanı sırı İsrail Sina yarımadasına girmişti Gazze üzerinden
dolayısıyla orayı boşaltmak zorunda kaldı. Süveyş krizi Abdülnasır için askeri bir başarı
getiremese de bölgedeki prestijinin giderek artmasına neden olmuştur. Zaten emperyalist bir
geçmişi olan Fransa ve İngiltere’nin tekrar bir Arap ülkesine müdahale etmesi diğer Arap
ülkeleri tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Her ne kadar ABD de buna tepki göstermiş olsa
da o da batılı bir ülke olarak eleştirilmiştir. 1956 Süveyş krizinden sonra nasıra yakın hareket
etme potansiyeli olan ülkeler bunlardan birisi Suriye’dir. Suriye 1957’den itibaren sosyetelere
yakın ilişkiler geliştirmeye başlamıştır. 1956 Süveyş krizinin sonuçlarından en önemlisi
Sovyetlerin bölgedeki nüfuzun batıya karşı bölgeyi desteklemek üzere arttığını söyleyebiliriz.

Türkiye Süveyş krizinde: İngiltere ve Fransa’nın saldırısını uluslararası hukukun ihlali


olduğunu değerlendirdi. Çünkü egemen bir ülkeye doğrudan bir müdahale söz konusuydu. Bu
da meşru müdafaa kapsamında değerlendirilemezdi. Türkiye bu iki devleti kınamakla beraber
olayın sorumlusu olarak mısır göstermiştir. 1952 hür subaylar darbesi, 1954’de Türk
büyükelçisinin istenmeyen kişi ilan edilmesi daha sonra Türkiye’nin Bağdat paktının
liderliğini üstlenmesi ve batının bölgedeki sözcülüğünü yapması nedeniyle Türkiye ve mısır
arasında bir liderlik mücadelesi başlamıştı. Kriz ortaya çıktığında Türkiye mısırı da suçlar bir
tavır takındı. Bu olaydan Sovyetler yarar sağlıyordu ve bundan en çok endişelenen
Türkiye’ydi. Bu yüzden tekrar Ortadoğu’nun güvenliğinin Bağdat paktına katılmakla
sağlanabileceğini vurgulamıştır. Bölgede artık mümkün olmayan bir şeyi politika olarak
ortaya koymaya çalışmıştır Türkiye. Çünkü mısıra saldırı yapan İngiltere de paktın bir
üyesidir. Türkiye İsrail’e karşı sert bir tutum takınmıştır. 26 Kasım 1956’da İsrail’deki
büyükelçisini çekti ve maslahatgüzar seviyesine indirdi. Dolayısıyla da Fransa ve İngiltere’ye
görece daha yumuşak ama İsrail’e daha sert bir politika izlemeyi tercih etti. Bir yandan büyük
güçleri karşısına almak istemiyor bir yandan da 55 Bağdat paktı tartışmalarını düşünürsek
Arap ülkelerinin önemli bir kısmının önemli bir motivasyonunun İsrail’den tehdit algıladığını
düşünürsek Arap dünyasına uzatılmış olan bir zeytin dalıdır. Türkiye’nin İsrail’e vermiş
olduğu bu tepki Arap dünyasında prestijinin sarsılmasını yine de engelleyememiştir. Çünkü
bu politika Arap ülkelerini tatmin etmedi.(1980 yılında İsrail Kudüs’ün tamamını başkent
olarak ilan ettiğinde Türkiye maslahatgüzarını tamamen çekecek ve 2. Katiplik seviyesine
indirecek, Türkiye İsrail ilişkileri 1990’larda altın çağını yaşayacak ve ilişkiler yeniden
konsolide olacaktır)

1956 Süveyş krizinden sonra bölgedeki kutuplaşma çok daha net bir şekilde ortaya çıkmaya
başlamıştır ve çeşitli Ortadoğu bunalımları/krizleri meydana gelmiştir. Türkiye batıdan daha
çok batıcı bir politika izlemiştir. Bu da bölge ülkeleri tarafından dışlanmasına neden olmuştur.
Süveyş krizine bağlı olarak Sovyetlerin bölgedeki yetkinliğinin artmasına bağlı olarak Ocak
1957’de ABD Eisenhower doktrinini ilan etmiştir. Buna göre artık ABD Ortadoğu’yu
yaşamsal çıkar alanı olarak tanımlıyordu ve 1956’ya kadar Ortadoğu’yla ilişkilerini İngiltere
üzerinden devam ettirmişti ancak artık inisiyatifi ele alıyordu ve bölge ülkelerin komünizmle
mücadelesine yardımcı olacağını ve herhangi bir komünizm tehlikesi ortaya çıktığında her
türlü yardımı yapacağını hatta içeriden talep gelirse askeri yardımı da yapacağını Eisenhower
doktrini çerçevesinde askeri olanaklar da dâhil olmak üzere bölge ülkelere destek vereceğini
belirtiyordu. Çünkü nasır rejiminin kendisi Sovyetlerle yakın temasa girdiği için nasır rejimim
kendisi de Türkiye’den bakınca komünizmle eş görünümdeydi. Hâlbuki öyle değildi.
Eisenhower doktrini Türkiye’de memnuniyetle karşılanmıştı çünkü Türkiye bölgesindeki
Arap ülkelerini batıya yaklaştırma politikası izliyordu. Dolayısıyla da Sovyetlerin bölgeye
girişimini engellemeye çalışıyordu. Eisenhower doktrini 1958’de Lübnan’a da işlenecekti.
1956 Süveyş krizinin etkisi ABD’nin bölgedeki çıkarlarını doğrudan tanımlaması 1957’de
bazı ülkelerde bazı değişikliklerin ortaya çıkmasına neden oldu. Bunların en başında 1957
Suriye akla gelecek.

Suriye mısırdan sonra 1955 silah antlaşması 1956 Süveyş krizi bu fırsattan yararlanarak
Sovyetler Stalin’in ölümünden sonra tek ülkede sosyalizm politikasını biraz daha terk ettiği
bir konjonktürde ve Suriye ve üçüncü dünya ülkelerine yardım başlattığı bir durumda. 1957
Ağustos ayında önce Suriye ve Sovyetler arasında ekonomik ve teknik yardım antlaşması
imzalanacak. Yine 1957 ağustos ayında Suriye devleti üç ABD vatandaşını sınır dışına
gönderecek çünkü rejimi değiştirmeye çalışmaya çalıştığını söyleyecek. Bu nedenle
Suriye’nin ABD büyükelçisi ABD tarafından istenmeyen kişi ilan edilecek bunun üzerine
Suriye ve ABD arasında bir gerilim ortaya çıkacak. Hatta Suriye Sovyetlerle olan
yakınlaşmasını devam ettirecek ve ordusuna daha komünist eylemleri sahip bir genelkurmaya
taşıyacak. Bu da Suriye’nin Sovyet “uydusu” mu oluyor endişesini ABD de ve dahası Adnan
menderes hükümetinin karar vericilerinde yaratmıştır. Yani Suriye’nin önce Sovyetlerle
antlaşma imzalaması sonra ABD diplomatlarını sınır dışı etmesi sosyalist eğilimlilere orduda
yer açmasıyla kuzey komşusunun güneydeki komşusuyla ittifak kurarak çevrelenme
korkusuyla beraber daha agresif bir politika izlemeye başlayacaktır. Aslında bütün bu
gelişmelerden sonra Eylül 1957’de ABD Suriye’ye komşu devletlere Ürdün Lübnan vb. silah
gönderecekti, fakat Suriye’ye doğrudan müdahalede bulunmayacağını açıkladı. Çünkü
Suriye’ye doğrudan müdahale demek Suriye’yle yakın ilişkiler kurmaya başlayan Sovyetleri
doğrudan karşıya almak demektir. Dolayısıyla bunu yapmayacaktır. Fakat buna rağmen
Adnan menderes Suriye sınırına asker yığmaya başlayarak gerilimi doruğa çıkardı ve Suriye
ve Türkiye bir krizin eşiğine geldiler. Buna en büyük tepki gösterenlerden biri Suriye’yken
aynı zamanda Sovyetlerdi. Sovyetler; eğer Türkiye’nin güneyinde bir savaş çıkarsa bunun
bedelini ödemek zorunda kalacağına ilişkin açıklamalarda bulundu. Suriye ve Türkiye
arasındaki bu kriz Suudi Arabistan’ın ara buluculuk teklifi ancak Suriye bunu reddetmiştir.
Konu BM’ye gitmiş Ekim 1957’de ama bir sonuca ulaşılamadı ve ortaya çıkan görüş Suriye
ve Türkiye’nin bunu kendi arasında halletmesi oldu.1957’in sonundan itibaren asker yığmaya
rağmen Türkiye ve Suriye arasındaki gerginlik azalmaya başladı. Zaten o sırada Suriye
mısırla yaptığı görüşmelerle 1958 Şubat ayında birleşik Arap cumhuriyetinin kurulduğunu
ilan ettiler. Türkiye baktı ki Suriye doğrudan Sovyet uydusu olmak yerine mısırla birleşik
cumhuriyet kurarak aslında konu kendi kendine çözümlendi. Türkiye’nin durup dururken
neden bu gerginliği doruğa çıkarttığı düşünüldüğünde ise iç siyaset problemleriyle
açıklanmıştır. 1955-56’dan itibaren Türkiye ekonomisi zor duruma girmiş durumda, içeride
seçimler var, Adnan menderes hükümeti sıkışmış durumda ve genellikle içeride sıkışan
rejimler, meşruiyeti kaybeden rejimler bir meseleyi öz savunma meselesi haline getirerek
aslında iç siyaseti törpülemek isterler. Dolayısıyla Türkiye 1957’de suriyeyle olan gerilim
tırmandırdı sonra birden sönümlendi. Bu tırmanmanın iki önemli nedeni vardır. Bunlardan
biri güvenlik kaygısı ki bunu 1945 Sovyet isteklerinden beri duyuyordur ve yaklaşan
seçimlerdir. ABD Suriye’ye saldırmayacağını açıklasa da Türkiye sınıra asker yığarak
ABD’den daha agresif bir politika izleyebileceğini göstermiş olmuştur.

1 Şubat 1958’de mısırla Suriye arasında Nasırın liderliğinde birleşik Arap cumhuriyeti aslında
soğuk savaş koşullarında Suriye’nin de nasır etkisi altına girdiğini ve o radikallerin bir hat
kurduğunu söyler. Ve bu kurulan birleşik Arap cumhuriyetinin yalnız iki devletle sınırlı
olmaması diğer Arap devletlerinin de katılmasının gerektiğini dile getiriyorlar. Fakat bunun
karşısındaki muhafazakârlar yani cumhuriyetle değil monarşiyle yürütülen Irak ve Ürdün
olmak üzere 14 Şubat 1958’de hemen ırak Ürdün konfederasyonunu kuruyorlar. İlerici
cumhuriyetin karşısında bölgede İngiltere ve ABD’yle işbirliği yapacak iki devletin hemen bir
konfederasyon kurduklarını söylemek mümkündür. Çünkü benzer gelişmelerin kendi
ülkelerinde yaşanmasını istemiyorlar. Nitekim 1958’de Irakta bir darbe gerçekleşmiştir. 14
Temmuz 1958 de general kasım haşemi krallığına son vererek ırakta cumhuriyet ilan
edilmesini sağlayacak ve bu durum hemen Irak’ın Suriye ve mısır birliğine katılıp
katılmayacağını düşündürmüştür. En başta Kasım da bir Arap milliyetçiliği yapacağı
popülizmi yapacağı için Arap milliyetçiliği Irak milliyetçiliğine galip gelecek ve Irak mısır
Suriye birliğine katılmayacak. Fakat buna rağmen 14 Temmuzda ıraktaki darbe Ürdün
Lübnan gibi batıyla işbirliği yapan ve içerisinde Nasırcı unsurların bulunduğu Arap
milliyetçiliğin gelişmeye başladığı koşullarda muhalefetin üremesine ve mevcut iktidarların
meşruiyetlerini kaybedecekleri protestoların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Irak darbesinden sonra Türkiye bir askeri müdahale olasılığı konusu üzerine durmuştur. Ama
ABD ırak konusunda da hareketsiz kalmayı ve görece yumuşak bir politika izlemeyi tercih
etmiştir. Ancak Türkiye açısından kritik olan şey şuydu: ırakta darbe olmasından sonra
Bağdat paktının tek Arap ülkesi olan ırak paktan çıkabilirdi ve paktın Arap dünyasıyla bağını
sağlayan tek ülkesi paktın dışında kalabilirdi. Nitekim 1959’da Irak paktan ayrılınca Bağdat
paktının adı merkezi antlaşma teşkilatı yani CENTO olarak değişti. Merkezi Bağdat tan
Ankara’ya taşındı. ABD, Suriye ve Irak gibi bölgenin görece daha güçlü devletleri öz konusu
olduğunda müdahale gerçekleşmesinden yana bir politika izlemedi. Bu zaten doğrudan
Sovyetlerin ilgisini çekebilirdi. Zaten İngiliz etkisinde olan ve soğuk savaş bittikten sonra d
öyle kalmaya devam eden Ürdün ve Lübnan’da kriz baş gösterdiğinde ABD aynı politikayı
izlemeyecektir.

1958 Irak darbesinin ardından, nasır etkisindeki milliyetçi hareketlenmeler Ortadoğu’da


etkisini göstermeye başladı. Irakta bunun portatifi olarak görüntü. Lübnan bundan etkilenen
ülkelerden bir tanesi oldu. Lübnan’da o sene seçim krizi vardı. Irak darbesinin ardından
Lübnan cumhurbaşkanı ülkedeki Nasırcıların Arap milliyetçilerinin kendi iktidarını alaşağı
edeceğinden korktuğundan ABD’den yardım istedi Eisenhower doktrini kapsamında.
Dolayısıyla hemen darbeden sonra ABD Lübnan da doktrini uyguladı ve iç karışıklıkları sona
erdirip Lübnan’daki mevcut düzeni tesis etmek amacıyla. Türkiye bundan büyük memnuniyet
duyduğunu belirtti. Hatta Lübnan’a müdahale sırasında ABD’nin askeri personelinin NATO
amacı dışında olmasına rağmen incirlik üssünü kullanmasına izin vermiştir. Ancak 1960’larda
bu böyle olmayacaktır. Bu tam Türkiye’nin 1950’lerde ve menderes döneminde bölgede tam
ABD ile ortak hareket ettiğini gösteren en önemli göstergelerden birisidir. Hatta dönemin dış
işleri bakanı Fatih Rüştü Zorlu Türk hava kuvvetlerinin de gerekirse kullanabileceğini belirtse
de ABD bunun bir NATO operasyonu olmadığını dile getirmek zorunda kaldı. Yani incirlik
Lübnan müdahalesi sırasında NATO yükümlülükleri dışında kullanıldı ve Türkiye buna izin
verdi. Ancak örneğin 1960’larda Arap İsrail savaşında ABD’nin kendi üstlerini kullanmasına
izin vermeyecektir. Çünkü o zaman göreli özerk bir politika izleyecektir. Şuanda ise tam bir
batı yanlısı politik izler.

Iraktaki darbeden etkilenen bir diğer ülke Ürdün dür. Ürdün’e de tarihsel olarak en büyük
müttefiki olan İngiltere müdahale etmiştir. Türkiye Ürdün’e yapılan İngiliz müdahalesini de
onayladı. Ürdün’ün bağımsızlığını dışarıdan tertiplenen yıkıcı faaliyetlere karşı korunması
olarak tanımlamıştır. Iraktaki darbeden sonra ülkede Nasırcıların harekete geçme ihtimaline
karşı mevcut düzeni sağlamak için müdahale eden İngiltere’dir.

Türkiye Ortadoğu’daki bunalımlarda bölge devletleriyle işbirliği yaparak değil, onların kendi
içerisinde geliştirdikleri talepleri anlayarak değil, dolayısıyla batıyla yakınlık ve işbirliği
içerisinde bir politika izledi ve bu da Bağdat paktına giden süreçte Türkiye’nin emperyalizmin
sözcüsü olduğu izlenimine yol açmıştır. Menderes dönemi Ortadoğu’da tdp’nin hiç olmadığı
kadar aktif olduğu bir dönemdir ancak elde etmeye çalıştığı sonuçlar itibariyle de başarısız bir
dönemdir. Bağdat paktıyla elde etmeye çalıştığı sonuçlar, Bölgesel bir lider olmak istiyordu
olamadı, Arap ülkelerini batıya yakınlaştırmak istiyordu yakınlaştıramadı hatta Arap
dünyasındaki kutuplaşmalar arttı. Arap ülkelerinin prestijini geçekleştirmek istiyordu bu
gerçekleşmedi aksine her defasında yara aldı, bölgeye Sovyet nüfusunun girmesini
engellemeye çalışıyordu bu da gerçekleşmedi bölgenin kendi içerisindeki gelişmelerden
dolayı.

Filistin sorunu kapsamında TDP’ye bakılırsa: TAKSİM PLANI

1947’de Filistin sorunu BM gündemine taşınmıştı. İngiliz mandası altındaydı ve İngilizler


sorunu çözememişti. Çünkü Filistin coğrafyasında 19. Yüzyılın sonundan beri göç eden
Yahudiler İngilizlerin ülkeden çekilmesi ve bağımsız bir İsrail devleti kurulması yönünde bir
süreç başlatmıştı. İngiltere de bu sorunu BM’ye devretti. BM’den bir komisyon gitti ve
yerinde incelemeler yaptı. Daha sonra bölgenin ikiye bölünüp bir Arap bir de Yahudi devleti
oluşturulsun denmişti. Bu çoğunluk planıydı. Kudüs de BM denetimi altında yani uluslararası
denetim altında olacaktı yani iki devletin topraklarına da doğrudan dahil olmayacaktı. Bu
taksim planında oylanan plandı. Bir de azınlık planı vardı Kudüs ortak bir yönetim altıdan
olacak, Yahudi ve Arap halkları ayrı devlet çatısı altında değil de tek bir devlet çatısı altında
konfederasyon temelinde örgütlenecekti. Araplar genellikle bunu destekliyorlardı. Ancak
BM’ye gelen ve oylamaya sunulan 29 Kasım 1947’deki taksim planına bölgedeki Arap
ülkelerinin ret oyu verdi. Çünkü bu topraklar Araplara aitti, İsrail diye bir devletin kurulması
mümkün değildir, gayri meşrudur. Sovyetler bile 1947’de olumlu oy verdi yani İsrail’in
kurulmasından yana bir politika izledi. Türkiye ise Arap devletleriyle ortak hareket etti çünkü
1948-49’kadar Türkiye Arap dünyasına yakınlaşma politikası izliyordu. Fakat taksim planına
dayanarak Filistin topraklarından İngilizlerin çekilmesiyle beraber 14 Mayıs 1948’De İsrail
devleti kuruldu hemen ardından 48-49’da İsraillin kurulmasının ardından Mısır, Ürdün, ırak,
Suriye gibi ülkeler başta olmak üzere Araplar İsrail’e savaş açtılar ve ilk Arap İsrail savaşı
yaşandı.

Türkiye 48’den itibaren Filistin politikasında bir değişiklik meydana gelmeye başladı. Bu
soğuk savaşın kızışıp Türkiye’nin tamamen ABD merkezine oturmasıyla da alakalıdır. BM
genel kurulu henüz 1948-49 savaşı devam ederken Kasım 1948’de Filistin uzlaştırma
komisyonu kurulması ve taraflar arasında ateşkes sağlanabilmesi için bir komisyon
kurulmasına karar verdi. Arap ülkeleri buna karşı çıkarken Türkiye, ABD ve Fransa’yla
beraber komisyonun içerisinde yer almayı kabul etti. Bu ilk kopuştu 1948’de. Daha sonra en
büyük kırılma 28 Mart 1949’da Türkiye’nin İsrail’i tanıması oldu. İsrail’i tanıyan ilk
Müslüman ülke oldu. Türkiye neden Arap devletlerini karşısına almak pahasına İsrail tanıdı?
Türkiye hem kuruluşundan beri hem de Truman doktrini, Marshall planı daha sonra NATO’ya
girecek batıya yönelik bir politika izliyordu. ABD İsrail’le özel bir ilişki geliştirmeye başladı.
Dolayısıyla bu batı yanlısı bir dış politikadır. Bu da Türkiye’nin İsrail’i tanıması açısından
önemli bir unsurudur. Bunun yanı sıra Türkiye İsrail’in Sovyet uydusu olabileceğini
düşünmüştür. Çünkü İsrail Yahudi topluluğu iki savaş arası dönemde Filistin topraklarına
geldikleri zaman sovyetik bir model olan kolektif tarım çiftlikleri modelinde örgütlenmişti.
Dolayısıyla İsrail’deki bu modelin Sovyetlerden devşirildiği, Sovyetlerle İsrail’e arasında çok
yakın bir temas olduğu yorumları yapıldı. Türkiye ilk başta İsrail’i Sovyetlerle yakın ilişkide
olabileceğini düşündü. İsrail’in zamanla Sovyetlerin gizli bir müttefiki olmadığı ABD’yle
kurduğu yakın ilişkiyle ortaya çıkınca Türkiye’nin İsrail’i tanımasında önünde bir engel
kalmamıştı. Ayrıca Türkiye’deki devletçi seçkinci aydınlar Kemalist ekolden gelen aydınlar
hükümetin Arap yanlısı politikasını eleştiriyorlardı. Araplar karşısında bir denge unsuru
olabileceği düşünülen İsrail’in olması önemliydi. İsrail’in tanınmasından sonra 9 Mart
1950’De iki ülke arasında diplomatikler ilişkiler kuruldu elçiler düzeyinde. Türkiye’nin
İsrail’le yakınlaşması, tanınması ve daha Mart 1957’de diplomatik ilişkilerin kurulması CHP
döneminde atılmış adımlardı ve DP döneminde de devam etmişti. Nitekim Temmuz 1950’de
CHP ile başlayan yakınlaşma DP döneminde de devam ederek Türkiye İsrail’le ticaret
Antlaşması imzalamıştır, İsrail Türkiye’de inşaat faaliyetlerini gerçekleşirmiştir. İsrail’le
kültürel yakınlık kurmuşlardır. Fakat Bağdat paktına giden süreç Türkiye ve İsrail arasında bir
gerginliğe neden olmuştur. Çünkü Bağdat paktının karşısında İsrail paktın kendisine yönelik
hazırladığını düşünmüştür. Nitekim Süveyş krizi sırasında Türkiye İsrail’i kınadı ve
elçiliklerini geri çekerken maslahatgüzar seviyesine indirmiştir. 1956’daki bu gerilimlere
rağmen dönemin İsrail cumhurbaşkanı Ben-Gurion nasırın liderliğindeki Pan Arabizm Sovyetlerle
yakınlaşmaya karşı bunların hepsinin İsrail’in güvenliğini tehdit ettiğini tespit etti ve bölgenin
Arap olmayan ülkeleriyle bir pakt yapılması gerektiği fikrini öne sürdü ve çevresel pakt fikri
gündeme geldi. Bu ülkelere Türkiye, İran hatta Etiyopya da dâhildir. İşlemesi çok zordur.
Türkiye’nin İsrail’le çok açıktan bir ilişki kurması çok zordur. Zaten Bağdat paktı nedeniyle
Arap unsurları batıya dâhil etmeye çalışırken ve Arap ülkelerinin İsrail’le husumeti
bulunurken bu paktta bulunması çok zordur. Bu yüzden literatürde hayalet pakt da denir.
Çevresel pakt ile Arap olmayan ülkelerle geliştirecek bir pakt aracılığıyla İsrail’in
güvenliğinin sağlanması fikridir aslında Ben Gurion’un fikri. Nitekim bunu ABD de
destekliyor.1958 başında Ben Gurion Etiyopya ve İran’la bu çerçevede bir güvenlik
antlaşması imzalıyor. Henüz İran İslam devrimi gerçeklemediği için ve 1951-53 yılları
arasında iktidarda olan ve millileştirmelerden yana olan hatta nasırdan önce nasır benzeri
politikalar izleyen Musaddıkın tasfiye edilmesinden sonra İran, batı ve ABD ile işbirliği
yapıyor. 28 ağustos 1958’de gizlice Ankara’ya geldiler ve gizli bir görüşme yaptılar. Türk
karar vericileri bunda çok titizdiler. Türkiye bu gizli görüşmelerle çevresel paktı kabul ettiğini
açıkladı. Çünkü 1957 Suriye krizi, güneyden de çevrelendiğini düşünüyordu, güvenlik
endişeleri artmıştı, 1958’De birleşik Arap cumhuriyeti kurulmuştu, mısır ve Suriye Sovyet
etkisiyle bir araya gelmişlerdi, Sovyetlerden Suriye’ye askeri yardım akıyordu dolayısıyla
Türkiye bu koşullarda bir güvenlik endişesi yaşıyordu ve böyle bir pakt içerisinde yer almayı
kabul etti. 1958’de ırak darbesi gerçekleşmişti temmuzda, ağustosa gizli görüşme
gerçekleşmişti. Bunun yanı sıra ABD Türkiye’nin paktta yer almasını istiyordu. Üye ülkelerin
komünist akımlara karşı birlikte hareket etmelerinin hedefleyen bu pakt ile bir istihbarat ağı
kuruldu. Fakat bu paktın bir araya gelmesi kısa ömürlü olacaktır. Çünkü pakt 1960’larda
bambaşka bir politika izlemiştir ve İsrail’le ilişkileri kopma noktasına gelecektir. Yani
İsrail’in bu girişimi uzun ömürlü olmaktan uzaktır.1960’larda Türkiye Filistin sorununda
Filistinlilerden ve Arap ülkelerinden taraf aldığı müddetçe İsrail’le ilişkileri kopma noktasına
gelecektir.

İran ile Türkiye ilişkileri IIWW sonrasında gelişmeye başlamıştı. 1951-53 anti batıcı
Musaddık rejimine karşı Türkiye mesafeleri davranmıştır. 1953’de bir CIA operasyonuyla
Musaddık iktidardan gidince Şahın otoritesi İran’da tekrar başa gelince Türkiye ve İran’ın
Bağdat paktı aracılığıyla batı işbirliği içerisinde yer aldılar ve 1979 yılına kadar da bir sorun
yaşamdılar. 1959’da Bağdat paktı CENTO’ya döndükten sonra da İran şahı ırak örneğinden
korkarak örgütün güçlendirilmesini istedi askeri olarak. Ancak örgütün kaynakları sınırlıydı,
Türkiye zaten askeri rejimini NATO’ya devretmişti. Şahın korkusu olan darbe korkusu 27
Mayıs 1960’da Türkiye’nin DP iktidarına ordunun gerçekleştirdiği darbe eliyle son
verilmesiyle gerçekleşmiştir.

15.04.2021
1960-1980 TDP’ye bakılacak.

Bu dönemin bir önceki dönemin antitezi olarak söylenebilir. Göreli özerk olarak adlandırılan
bir dönemdir. Hem uluslararası sistemden hem de kendi iç dinamikten kaynaklı nedenleri
vardır. Uluslararası sistemden kaynaklanan nedenlere bakılırsa öncelikli olarak detant
dönemidir. Kötü savaş koşulları olan bir önceki dönemden farklı olarak 1962 Küba krizinin
ardından iyice belirginleşen ABD ve Sovyetler arasında belirginleşen soğuk savaş döneminin
yumuşama döneminde Türkiye gibi orta büyüklükteki ülkelere politikalarında görece özerk
hareket edebilme imkânı söz konusu oldu. Dolayısıyla uluslararası dinamiklere bakılırsa ilk
olarak detantın ortaya çıkmış olduğu söylenebilir. Detant birlikte bir önceki dönemden farklı
olarak kurulamayan ilişkiler, silahsızlandırma görüşmeleri, 1975 Helsinki nihai senedinin
ortaya çıması, güvenlik sorunların ilişkin görüşmeler derken ABD ve Sovyetler arasında
görüşmelerin gerçekleştirildiği, Küba füze krizi sonrası aralarında kırmızı hattın açıldığı ve
direkt görüşmelerin başladığı, dolayısıyla blok liderlerinin ilişkilerinin yumuşadığı oranda
ilgili bloğa dâhil ülkelerinde o blok içerisinde yürüttükleri politikalarda bir merkez kaç
eğilimler ortaya çıkabildi. Bir önceki dönemden farklı olarak Türkiye ABD bağlantısındaki
menderes döneminden farklı olarak görece özerk bir politika uygulayabildi. 1974’de Kıbrıs’a
müdahale gerçekleşecek, ABD Türkiye’ye silah ambargosu uygulayacak, yani blok lideriyle
arasında gelişen ilişkilerde Türkiye ABD’nin sözünden çıktığı durumlar olacaktır.

Detant dönemiyle ilgili olarak; göreli olarak ABD’nin gerilediği ve ABD gerilemesinin de
dünyadaki ABD imajının zedelendiği bir durum vardır. Bunun sebebi de Vietnam savaşında
ABD’nin adlığı yenilgi hem ABD vatandaşları tarafından içerisinden aldığı eleştirilerdir.
Dahası ABD’nin 1973 krizi ve sonrasında bretton woods sisteminde ortaya çıkan kriz,1971’de
gerçekleştirilen devalüasyon ABD gerilemesine neden olmuştur. Batı bloğunun içerisinde
Türkiye gibi çevre ülkelerde de kapitalizm için kırılmalar meydana gelmiştir. En önemlisi
Fransa ABD merkezli batı bloğu içerisinde daha çok ses çıkaran devletlerden birisi oldu. Yani
bu yumuşama dönemi ABD’nin gerilediği ancak Sovyetler ve üçüncü dünyanın buna karşılık
yükseldiği bir dönemdir. (ABD’nin Vietnam savaşı, ABD vatandaşlarının en çok eleştirdiği
şeylerden birisiydi. Irak müdahalesi de aynı şekildeydi.) 1953’de Stalin’in ölmesinin
ardından, destalinazsyon, tek ülkede sosyalizmin göreli terki, dünyadaki ulusal kurtuluş
mücadelelere tekrar destek verilmesinin gündeme gelmesi, 1960’larda yeniden bağımsızlığını
kazan üçüncü dünya ülkelerinin en başta ne doğu ne de batı taraftarı olan ancak sonradan
Sovyetlerle daha yakın ilişkiler kuran bağlantısızlar hareketinin 1955’ten sonra ortaya çıkması
ve 60’larda güç kazanması, 1973’den itibaren Arap ülkelerinin petrolü bir silah olarak
kullanarak üçüncü dünyacılığa katkı sağlamaları gibi durumlar 1960-80 arası dönemde
üçüncü dünyanın yükselişe geçtiği, ulusal bağımsızlık mücadelelerinin antiemperyalizm
vurgusu, yine Vietnam savaşıyla bağlantılı olarak anti Amerikancılığın hatta Ortadoğu söz
konusu olduğunda anti İsrailciligin yükselişe geçtiği bir dönemdir. Bunda yeni bağımsızlığını
kazanan Ortadoğu Afrika Asya devletlerinin 1950’lerdn itibaren BM ye üye oldukları için
BM ‘de bir sayısal çoğunluk haline geldiler. Buda ABD hegemonyasının rızasının
zorlanmasına yol açtı. Bu da doğu bloğunun yükselmesine batı bloğunun göreli olarak
zayıflamasına yol açtı.

Bunun yanı sıra dünyadaki gelişmeler de dünya sistemini etkiledi. 1960-70’ler ekonominin
yükseldiği yıllar oldu, sosyal refah devletinin yükseldiği yıllar oldu. 80’lerden farklı olarak
göreli olarak korumacı önlemlerin alındığı, devletlerin kalkınmaya öncelik verdiği bir
önemdir. Bununla eş zamanlı olarak bir toplumsal serbestleşme ortaya çıktı, öğrenci ve işçi
hareketleri yükselişe çıktı. Protestolar, örgütlenmeler, sol hareketler yükselişe geçti. 68
hareketi “devrimi” Avrupa’da Fransa başını çekti.

Bu yirmi yıllık süreçte Türkiye de iki darbe bir muhtıra olmuştur. 1961 anayasasıyla beraber
işçi haklarının görece garanti altına alındığı, grev haklarının saklandığı, dolaylarıyla
dünyadaki trende bağlı olarak önceki anayasalara göre ifade özgürlüğünün daha fazla
korunduğu bir anayasadır. 27 Mayısın ardından bir önceki dönemin tasfiye edildiği,
menderesin asılmasıyla birlikte siyaset bir önceki dönemden farklı olarak 27 Mayıs ve
sonrasında çok partili hayata geçiş ve koalisyonlar dönemiyle birlikte Türkiye önceki
dönemden farklı bambaşka bir duruma girmiştir. Sağ sol kavgası 80 darbesine giden süreci
aralamıştır. Ondan önce 1971’de bir muhtırayla ara rejim dönemi yaşandı. 60’da başlayıp
80’e kadar devam eden süreç darbeler ama 60 darbesinden sonra ortaya çıkan siyasal
konjonktür ile 80darbesinden sonra ortaya çıkan konjonktür arasında ciddi fark vardır. 60’dan
sonra işçilerin örgütlenmesi, ifade özgürlüğü, insan hakları, grevler garanti altına alınırken
80’den sonra komünizmle mücadele Türk İslam sentezinin devlet politikası haline gelmesiyle
60 döneminin tezattı olmuştur. 80 darbesinden sonra Türkiye Özal iktidarıyla
neoliberalleşmeye başlamıştır. Oysa 60 darbesinden sonra çok partili hayata geçilmesi,
AP’nin iktidara gelmesi, yine de Türkiye’de sağ muhafazakâr bir koalisyon olmasına rağmen
bir önceki dönemden farklı olarak ekonomik açıdan yeniden Türkiye 30’lardakine benzer
olarak kalkınma planlarını gerçekleştirmeye çalıştı, sanayileşmeye başvurdu, sosyal refah
devletinin yükselişe geçtiği bir döneme şahit oldu. 67’den sona belirli fabrikaların yapılması
için Sovyetlerden krediler alındı. Buna bağlı olarak aslında 60’larda Türkiye ekonomisi bir
genişleme yaşadı, dışarıda bağımlılık azaltıldı, çerideki kalkınmaya öncelik verildi, birinci 5
yıllık kalkınma planıyla beraber Sovyetlerden ilhamla yapıldı, 73’den sonra gerçekleşen
ekonomik açıdan olumsuz olaylar Türkiye ekonomisini zora sokmaya başladı. Bunlardan bir
tanesi petrol şokuydu. Türkiye bundan etkilenmemek için petrol sahibi Arap ülkelerine destek
olmaya çalışsa da bütün dünya etkilendi. Hemen ardından 74’de Kıbrıs’a müdahale
gerçekleşti. ABD askeri yardımı kesti ve silah ambargosu başlattı bu da Türkiye’yi zora soktu.
Bir önceki dönemde Almanya’ya giden vatandaşlar kazandıkları paraları ülkelerine döviz
olarak gönderiyorlardı bu da Türkiye ekonomisini canlandıran bir unsurdu ama 70’lerdne
sonra bu da düşüşe geçti. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi 70’lerden itibaren 80 darbesine
enden olacak şekilde ilerledi. 24 Ocak 1980’de alınan Türkiye’nin yabancı sermayeye
açılması, Türkiye’deki kamu iktisadi teşekkürlerin özelleştirilmesine karar veren 24 Ocak
kararlarının 12 eylülden sonra rahatça uygulandığını söyleyebiliriz. Çünkü 24 Ocak
kararlarının önünde 61 anayasası gibi işverenlere karşı işçilerin haklarını koruyan siyasal
düzenleme mevcuttu. Bu durum Türkiye’nin neoliberal ekonomiyi hızla eklenilmesi 12
Eylülden sonra olabildi. Türkiye’nin durumu göreli özerk bir dış politikadır. Blok liderinden
görece bağımsız hareke etme imkânı kazandığı bir dönemdir. Dış politika kararlarını
Türkiye’deki karar vericiler 27 Mayıs hareketini devam ettirenler ya da daha sonra iktidara
gelen Demirel hükümetleri ya da 1974’de Kıbrıs harekâtı gerçekleştirilirken iktidarda olan
Ecevit hükümeti olsun sağ ya da sol merkezli iktidarlar olsun fark etmeksizin tdp açısından
ulusal çıkarın ön plana alındığı bir dönem olmuştur. 1950’ler özellikle Türkiye’nin
çıkarı=batının çıkarı=NATO’nun çıkarıydı. Ancak 1960’lar ve 70’ler boyunca Türkiye
özellikle 1962’deki Küba krizinden başlayarak 64 yılındaki Johnson mektubunun yarattığı
kırılmayla dış politika alternatiflerini çeşitlendirmeye, çok yönlü dış politikaya geçmeye
çalıştı. Bununla beraber Türkiye’nin çıkarı her zaman ABD’nin çıkarıyla özdeşleşmiş midir
sorgulanmaya başladı ve kendine ait bir ulusal çıkar tanımlaması yaptı. Bu dönemde ABD’yle
eşgüdümlü olmayan dış politika kararları aldı. 1965’de Türkiye BM’De ABD’nin Vietnam
politikasına karşı çıktı. Yine 65’de ABD çok taraflı nükleer güç oluşturmayı önerdiğinde
Türkiye katılmayı reddetti. 1967 Arap İsrail savaşında ABD’nin İsrail’e yardım götürmek için
Türkiye hava sahasını kullanmasına izin vermedi. Oysa Lübnan’a müdahalede incirlik üssünü
kullandırtmıştı. 1968’de ABD ile yaptığı ikili antlaşmada sofayı kendi lehine değiştirdi.
1971’de üçüncü dünyaya yardım kampanyası başlattı. 74’de haşhaş ekibini serbest bıraktı.
74’de Kıbrıs’a müdahale gerçekleşti. Silah ambargosuna bir şekilde direndi, direnebilmek için
ambargo kaldırılmadığı müddetçe ABD ile imzalandığı ortak savunma ve işbirliği
antlaşmasını fesh ettiğini açıkladı gibi birçok örnek verilebilir. Dolayısıyla blok liderinden
özerk hareket edildiği, Sovyetlerle ilişkilerin gelişmeye başladığı 60’ların ortasından itibaren,
üçüncü dünya ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmeye başlandı ve blok aynı bloğa dâhil olduğu
Yunanistan’la beraber Kıbrıs üzerinden bir çatışmanın ortaya çıktığı bir dönemdir. Türkiye
bütün bu süreçte bir önceki dönemden farklı hareket etmiştir. Bunun uluslararası sisteme ve
Türkiye iç dinamiğine etkileri vardır. 1960’dan itibaren Kıbrıs sürecinde bütün üçüncü dünya
ülkeleri ve bağlantısızlar hareketi Rum tarafını desteklemeye başlayacak Türkiye bu
yüzünden bir önceki dönemde izlediği politikanın yanlış olduğunu, Kıbrıs üzerinde bir
meşruiyet zemini aranacaksa bunun bağlantısızlar nezdinde sağlanacağını fark etti ve bundan
sonra üçüncü dünyayla temasını arttırmıştır. Örneğin menderes hükümeti 1950’lerde
Fransa’ya karşı Cezayir bağımsızlık savaşı patlak verdiğinde destek olmadı, ancak 27 Mayıs
iktidara geldikten sonra Cezayir’in self determinasyon hakkına sahip olduğunu vurguladı,
aynı blok içerisinde yer aldığı Fransa’ya rağmen. 1950-60 arası önem tek parti dönemi, 60’lar
öyle değil AP dönemi Ecevit’le beraber CHP msp dönemiyle koalisyonlar dönemi. 71-73
arası dönemi bir koalisyon dönemidir. Buna rağmen dış politikada 27 Mayıstan başlayarak
göreli özerkliğin görüldüğü bir dönemdir. 12 Eylül darbesinin zeminin yarattığı rejim
dönemine kadar. 60’lardan itibaren tdpnin en önemli gündem meselesi Kıbrıs sorunu haline
gelmiştir. Tdp bir önceki dönemde yani IIWW sonrasında en büyük tehdit olarak
Sovyetlerden tehdit algılıyordu, ama 1960-70’lerde üçüncü dünya ve Sovyetlerle geliştirilen
ilişkiler bağlamında tehdidi batıdan Yunanistan’da algılayacaktır. Sadece Kıbrıs değil aynı
zamanda egede de birçok sorun yaşamaya başlayacaktır.

1962 Küba krizi, Haziran 1964’deki Johnson mektubu ardından 1960’ların sonunda
Amerika’dan gelen teklifler ve haşhaş ekiminin yasaklanması ve Türkiye’nin 1974’de Ecevit
iktidardayken bunu kaldırması yani afyon krizi, Kıbrıs krizi ve ABD’nin Türkiye’ye
uyguladığı silah ambargosu 60-80 arası dönemde ABD- TDP arasında ön plana çıkan
olaylardır.

Küba füze krizine bakılacak olursa; Türkiye’ye 1960’ın sonunda orta menzilli Jüpiter
füzelerinin yerleştirilmesi tamamlanmıştı. Bu gerçekleştiği andan itibaren Sovyetler bunu
kendine ait bir tehdit olarak algıladı ve tepki gösterdi. Ancak ABD stratejisine bakılırsa
özellikle 1950 yılında Sovyetler sputniki fırlatmasından itibaren kıtalar arası füze
fırlatabilecek kapasiteye geldiği ortaya çıkmıştı. Bu yüzden Sovyetlere yakın ülkelere füzeler
yerleştirilecek olası bir Sovyetlerin füze atmasına karşılık füze daha ABD’ye ulaşmadan
engellemek önemliydi. Sovyetler de bu füzelere karşı Küba da Castro’nun devrim yapmasının
ardından 19. Yydan beri yani Monroe doktrininden beri ABD’nin arka bahçesi saydığı Latin
Amerika ülkesi olan Küba’ya füze yerleştireceğini açıkladı ve kriz patlak verdi. Sovyetler
dedi ki Küba’daki füzeler ancak ve ancak Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılması
karşısında çekilecektir. Türkiye de bir blok ülkesi olarak füzelerin çekilmesine karşıydı.
Dolayısıyla iki ülke arasında savaşın eşiğine varacak olan kriz, Sovyetlerin Küba’ya gidecek
olan gemilerine ABD’nin ambargo uygulaması hatta Küba’daki rejimi devirmeye çalışmasıyla
nükleer savaşın eşiğine gelmişlerdir. Krusçev ve Kennedy arasındaki yazışmalar sonrasında
bir taraf ambargoyu kaldırmak için füzelerin çekilmesini diğer tarafta füzelerini çekmek için
diğer tarafın füzelerini çekmeyi istemektedir. İlk etapta Kennedy 1963 Nisanına gelindiğinde
Türkiye’deki füzelerini kendi isteğiyle çeker. Krizin sona ermesinde ABD’nin Türkiye’ye ve
NATO müttefiklerine danışmadan Sovyetlerle bir pazarlığa oturarak NATO kapsamında
yerleştirdiği füzeleri 1963’de Küba’daki Sovyetlerin denetim kurmasını engellemek için
söktüğü söylenebilir. Bu olay Türkiye’nin dış politikasında çok yönlü hareket etmesinin bir
başlangıcı olarak kabul edilebilir. Daha sonra gelen Johnson mektubu bu olayı pekiştirmiştir.

Aslında Türkiye görüyor ki; ABD’nin aldığı kararlar, Türkiye’yi tehdit edebilir, güvenliğini
zedeleyebilir çünkü 1963 yılında bu füzeler Sovyetlere karşı yerleştirilmişti ve Türkiye
Sovyetlerden tehdit algılıyordu. Dolayısıyla Türk karar vericileri açısından her daim ABD’nin
en sadık müttefiki olan Türkiye imajı yara almıştır. Daha sonra ABD Türkiye’ye F104, F100
gibi savaş uçaklarını vererek Türkiye’nin konvansiyonel gücünü arttırdı. Oysa Türkiye
Sovyetlerin nükleer saldırısına en açık ülkelerden birisiydi. Küba krizinden sonra Türkiye tek
yönlü dış politikanın zararlarını gördü, pazarlık unsuru yapıldığı için tepkili görünmeye
başladı ve 1960’lardan itibaren Sovyetlerle temas kurmaya başladı. Ayrıca diğer bir sonucu
ulusal çıkardır. Bu olaydan sonra ABD’nin çıkarı Türkiye’nin ulusal çıkarıyla eş midir sorusu
sorulmaya başladı. Bu kriz sonrası Kıbrıs’ta ortaya çıkan gelişmeler ve İsmet İnönü’nün
1963’den itibaren Kıbrıs’a müdahale olasılığı üzerinde durmaya başlaması Türkiye ve ABD
arasındaki ilişkilerin yeniden gerginleşmesine yol açmıştır. 1950’lerin sonunda güneydeki
Rumlar ve kuzeydeki Türklerin bir arada yaşamalarını sağlayacak şekilde 1960 yılında
bağımsız Kıbrıs cumhuriyeti kurulmuştur. İngiltere Türkiye Yunanistan gibi ülkeler de
garantör olmuştu. Hem bağımsız Kıbrıs cumhuriyeti kurulacaktı, Rumlar ve Türkler
konfederasyon şeklinde bir arada yaşayacaktı, devletin başkanı Rum başkan yardımcısı Türk
olacaktı, kamuda nüfusa göre nispi temsil oranı gerçekleşecekti. Buna rağmen adadaki mevcut
yapının değişmemesini sağlayacak olan garantör devletler antlaşma gereğince Türkiye
Yunanistan ve İngiltere olacaktı adanın eski sömürge güçleri olarak. Garanti anlaşması üç
devlet için şunu öngörüyordu: Eğer adadaki durum bozulursa yani Londra ve Zürih
anlaşmalarıyla ortaya çıkmış olan bağımız Kıbrıs cumhuriyeti bozulursa aya taksime varacak
ya Yunanistan’la birleşmeye varacak durumlar ortaya çıkınca garantör devletler adadaki
durumu konsolide etmek için ya tek başlarına ya da başkalarına danışarak müdahale etme
hakkına sahiplerdir.

1963’de itibaren toplumlar arası çatışma ortaya çıkmaya başladı. Rumlar ve türkler arasında
ve bağımsız Kıbrıs cumhuriyetinin işlemediği görüldü ve Kıbrıslı türkler her defasında
türkiyeden müdahale etmesini talep ettiler. 1964’ün başında çatışmanın artmasıyla beraber
mart 1964’de türkiye gerekirse adaya askeri müdahalede bulunma yetkisinde bulunacağını
açıkladı ve üç kere müdahale teşebbüsünde bulunuldu ancak 1974‘e kadar bu müdahaleler
gerçekleşmedi. 1974’deki ilk müdahale uluslararası hukuk açısından uygundur. Çünkü
antlaşmalarla ortaya çıkmış barış bozulmuştur. Türkiye’nin adaya müdahalesi söz konusu
olduğunda Kennedy suikastından sonra yerine gelen başkan Johnson 5 Haziran 1964’de ismet
İnönü’ye hitap eden bir mektup yazdı. Bu mektup TDP’de çok yönlü dış politikaya geçiş için
en önemli temel taşlardan birisidir. Türkiye ABD’ye danışmadan böyle bir karar alamaz.
Türkiye garanti anlaşmasına dayanarak müdahale denileceğine inanmaktadır fakat bu
müdahale taksime yol açabilir yani kuzeyi güneyden ayırabilir. Diğerleriyle görüşmeden
müdahalede bulunamaz. Türkiye’nin Böyle bir müdahalesi Sovyetleri soruna karıştırabilir
NATO üyeleri Sovyetlere karşı Türkiye’yi savunma yükümlülükleri olup olmadığı müzakere
etme fırsatı bulamamışlardır. Yani öyle bir durumda Türkiye’ye savunmayabilir NATO
üyeleri. Oysa Türkiye NATO kurulduğundan itibaren Türkiye’nin NATO’ya girme amacı
olası bir Sovyet müdahalesi esnasında NATO şemsiyesi altında mücadele edebilmekti. Oysa
ABD başkanı mektubunda görüldüğü üzere Türkiye’nin savunulmayacağı söyleniyordu.
Ayrıca Türkiye’nin taraflı müdahalesi BM’nin arabuluculuk faaliyetlerini sekteye uğratabilir.
İnönü görüş alışverişinde bulunabilmek için Washington’a davet ediliyor. Türkiye müdahale
edemez çünkü kendi silahlarıyla değil Temmuz 1947’de Truman doktrininden sonra verilen
askeri yardımlarla bu müdahale gerçekleştirilecek. Fakat bu askeri yardımın verilme amacı
belli, ekonomik istikrarını ve hürriyetini Sovyetlere karşı korumak için kullanılabilir ancak
Kıbrıs’a müdahale için kullanılamaz diyor. 1970’lerde Ecevit’le beraber yükselişe geçen
ulusal savunma perspektifinin gerçekleştirilmesi gerektiğini anlayacak. İnönü cevap vermiştir.
Türkiye hep ABD’ye danıştı, adadaki Rumlar durumu tırmandırıyor ve Türkiye müdahale
seçeneğini gündemde tutuyor, Türkiye garantör devletlerle görüşme yapma bilincindedir
ancak Yunanistan buna yanaşmıyor. Müdahale taksim amacını taşımıyor. Türkiye diyor ki
Türk yunan savaşı ancak Yunanistan Türkiye’ye saldırırsa çıkabilir. BM faaliyetlerinin
aslında sonuç vermediğini dile getiriyor. Bu karşılıklı mektuplaşmaya rağmen 22-23 Nisan
1964’de İnönü Washington’a gitti Johnson’la görüşmek için, düzgün bir çözüme
bağlanamadı. Johnson aynı zamanda Yunanistan’la da görüştü. 1964’de Türkiye adaya
müdahaleyi gerçekleştiremedi ve 1974’e kadar bu durum böyle devam etti.

Bu mektup TDP açısından önemli sonuçlar yarattı:

 NATO’nun Türkiye’nin güvenliğini ne kadar sağladığı konusu Türk kamuoyunda


tartışılmaya başladı. 60’ların ortasından itibaren TİP’in meclise girmesiyle, çeşitli
muhalif gazetelerde yapılan yayımlarla batı bağlantısına yönelik eleştiriler de
gündeme gelmeye başladı ve NATO eleştirilmeye başlandı. Türk solunun en önemli
sloganı “NATO’ya hayır tam bağımsız Türkiye”’ dir.
 Türkiye’nin dış politikasında çok yönlülüğe geçişte bir denge noktası oluşturdu.
Türkiye üçüncü dünya ve Sovyetlerle olan ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. Sovyetlerle
yakınlaşmasının sebebi ekonomik ve askeri yardım almaktı. Üçüncü dünya ülkeleriyle
ilişkilerin geliştirilmesinin nedeni de Kıbrıs konusunda yaşayacağı yalnızlığı ortadan
kaldırmak olmuştur.
 Johnson mektubundan sonra ABD’nin girişimlerinin gözü kapalı desteklenmesi
politikası Türkiye tarafından terk edildi. Örneğin ABD’nin Vietnam’daki faaliyetleri
Türkiye tarafından desteklenmedi hatta karşı çıkıldı.
 ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığına karşı çıkan akımlar güç kazandı.
Antiemperyalizm, anti Amerikancılık akımları yükselemeye başladı. Hatta bu nedenle
Türk karar vericileri bu kamuoyu eleştirilerini öz önünde bulundurarak 1969 yılında
ortak savunma işbirliği anlaşması olan tek bir çatı altında kendi lehlerine toplamaya ve
askerlere bazı sınırlamalar getirmeye çalışmışlardır.
 Türkiye ABD öncülüğünde NATO içi askeri yapılanmalara ihtiyatla yaklaşmaya
başladı. Çünkü sadece Johnson mektubu değil aynı zamanda Küba krizinde de kendi
topraklarına yerleştirilen füzeler kendisine sorulmadan çekilmişti yani Türkiye
pazarlık unsuru yapılabilmişti.
 Silahların büyük bir çoğunluğunun Amerikan kaynaklı olmasının yarattığı
olumsuzluklarla karşılaştır Türkiye. Silah alımının çeşitlenmesi ve yerli savunma
sanayinin geliştirilmesi fikirleri gündeme geldi.

27 Mayıs milli birlik komitesinin, 27 Mayıs hareketinin üyeleri tarafından da bu çok yönlülük
dile getirilmişti. ABD personelinin uygunsuz davranışları daha çok eleştiri unsuru olmaya
başladı. Ülkedeki Amerikan karşıtlığı artmaya başladıkça Amerika’nın varlığı da
sorgulanmaya başladı. Dış politika konularının kamuoyunda tartışılır hale gelmesi partiler
üstü bir konu olmaya başlamasına neden olmuştur. Bu demokratikleşmenin hız kazandığı
dönemlerde olur. Ulusal güvenlik meselelerinin çok daha gündemde olduğu durumlarda dış
politika tartışılamaz hale gelir. Türkiye geç çok partili hayata gelen bir ülke olduğu için
özellikle 1960’ların ortasından itibaren Adalet partisi muhafazakârları da hesaba katmak
zorunda kamuoyundan gelen eleştirileri de hesaba katmak zorundadır. Nitekim 1960’larda sol
akımlar ABD karşıtlığını dile getirdiler ve ABD üslerinde bir azalma meydana geldi. 1965’de
iktidara gelen Süleyman Demirel hükûmeti adalet partisi 50’lerde ABD ve Türkiye arasında
gerçekleştirilen ikili antlaşmaların tek bir açtı altında toplanması gerektiğini fark ettiler.
Çünkü bu antlaşmalar bakanlar kuruluna gelmiyordu, Adnan menderes inisiyatif alarak
imzalıyordu. Tek bir çatı altında birleştirilmesi önemliydi. Nitekim 1969’da ortak savunma
işbirliği antlaşmasıyla beraber o güne kadar yapılan antlaşmalar tek bir çatı altında
birleştirildi.( ancak hangi görüşten parti iktidara gelirse gelsin Türk karar vericileri açısından
Türk dış politikasının ABD ile bağlantısının tamamen kesilmesi hiçbir zaman bir seçenek
olmamıştır.) Türkiye, Türkiye’nin rızası olmaksızın Türkiye’de bulunan üslerden herhangi bir
üçüncü ülkeye yönelik operasyon düzenlenemeyecektir, Türk topraklarındaki üslerin
mülkiyeti Türkiye’ye aitti ve burada Türk mahkemeleri denetim yapma yetkisine sahiptir
ABD’ye kabul ettirdi. Ayrıca Türkiye üsleri sadece NATO çerçevesinde alınmış savunma
önlemlerine katılmak için kullanılabileceği garanti altına alındı. Yani 1958’de Lübnan NATI
kapsamında bir müdahale değildi, ABD inisiyatif almıştı ve Türkiye evet demişti. Ancak artık
Türkiye üsleri alan dışı operasyonlar için kullanılması bu anlaşmayla beraber yasaklanmıştır.
1970’den itibaren ise Türkiye ABD ilişkileri Kıbrıs harekâtından sonra gittikçe sekteye
uğramaya başlamıştır. Ancak Kıbrıs’tan önce sekteye uğratmasına neden olan bir başka kriz
vardı bu da afyon kriziydi.

Afyon krizine göre: başkan Nixon 1969’daki seçim kapsamında Vietnam’daki durumu sona
erdireceğini ve uyuşturucu sorununu çözeceğini dile getirmişti. 1960 ve 70’lerde ABD
gençlerinin uyuşturucu batağına sağlanması kamuoyunda gündemi tutmuştur ve afyon yani
uyuşturucunun ana maddesi türküye Hindistan ve Yugoslavya’da üretiliyordu. Nixon ABD’ye
giren afyonun %80’inin Türkiye kaynaklı olduğunu iddia ederek iktidara geldikten sonra
Türkiye’nin haşhaş ekiminin yasaklanması yönünde baskı yaptı. Ancak afyon üretimi Tayland
gibi Asya ülkelerinde daha çok gerçekleşiyordu fakat ABD’nin oraya müdahale etmesindense
Türkiye’ye müdahale etmesi daha kolaydı. Türkiye burada günah keçisi seçildi. 1970’den
yani Nixon iktidara geldikten itibaren ABD’nin Türkiye üzerindeki baskısı arttı. Demirel
uzun süre buna direndi çünkü haşhaş üretimini gerçekleştiren köylülerden de oy alıyordu.
Ekim 1970’de bakanlar kurulu haşhaş ekilen yerleri tamamen yasaklamadı ancak sınırlandırdı
fakat ABD bundan memnun olmadı ve Türkiye’ye yapılan yardımların durdurulması
gündeme geldi. Tam bu sırada Mart 1971’de Türkiye’de ki muhtıra ile birlikte seçilmiş
hükümetin tasfiyesi ve Nihat Erim liderliğinde bir teknokrat hükümetinin kurulması 1973’e
kadar devam edecek bir ara dönemin ortaya çıkması, aslında Türkiye’nin dış politikasındaki
göreli özerkliğin bir kesintiye uğradığı dolayısıyla haşhaş ekimine direnen yapının da ortadan
kalktığı bir dönem oldu. Bu hükümet bu konuya daha ılımlı yaklaştı ve bu hükümet haşhaş
Ekimini 1971’den itibaren haşhaş ekimini ve afyon üretimini yasakladı. fakat 1973
seçimlerinde Ecevit’in CHP ve msp koalisyonuyla iktidara gelmesiyle beraber 1 temmuz
1974’de bu yasağı serbest bıraktığını açıkladı ve temmuza bunun ardından Kıbrıs’ta samson
darbesiyle beraber Kıbrıs’a müdahale gündem geldi. Yani hem afyon sorunu hem de Kıbrıs’a
müdahalenin ortaya çıkması Türkiye ve ABD ilişkilerinin gerginleşmesine yol açtı. Bunların
ardından Türkiye’ye ambargo uygulanmasını isteyen kongre üyeleri bu isteklerine dayanarak
haşhaş üretimini değil Kıbrıs müdahalesine yönelik ambargo konusunda göstermeye
başladılar. Nitekim ABD 5 Şubat 1975’de Türkiye’ye silah satışını durdurdu ve Türkiye’ye
verilmesi öngörülen 100 milyar dolarlık yardımı da askıya aldı. Bu sırada CHP ve MSP
koalisyonu da dağıldı ve 1975’de Demirel iktidara geldi. Demirel de aynı kararlı politikayı
devam ettirdi. Demirel liderliğinde kurulan Milliyetçi cephe hükümeti de ambargo karşısında
gerekirse ABD üslerinin kapatılabileceğini dile getirdi hatta Demirel hükümeti 25 Temmuz
1975 yılında 1969 yılında imzalanan ortak savunma işbirliği antlaşmasını tek taraflı fes
ederek Türkiye’deki üslerin faaliyetlerini durdurdu. Yani ABD’nin silah ambargosu
uygulamasına karşı bir adım attı ve onları durdurdu.

ABD yönetimi silah ambargosunu kaldırmadan önce fes edilen antlaşmasının yerine bir başka
antlaşmanın imzalanmasını 1976’dan itibaren gündeme getirdi. Çünkü iki ülke arasında
fesihten sonra askeri ilişkileri düzenleyecek hukuki zemin ortadan kalkmış oldu. Bu sefer iki
ülke arasında savunma ve ekonomik işbirliği antlaşması bir önceki antlaşma gibi üsleri ve
tesisleri kendi ulusal çıkarları için kullanamayacağı gündeme geldi. Bu kongre tarafından
onaylanmadı ve silah ambargosu devam etti. Ancak savunma ekonomik işbirliği antlaşması
1980’de imzalanmıştır. Bu imzalanmadan önce 12 Eylül 1978’de silah ambargosunu ABD
kaldıracak, Türkiye bunu iyi niyetle karşılayacaktır. Silah ambargosu devam ederken13 Şubat
1975 yılında Türkiye ambargoya karşılık Kıbrıs Türk federe devletinin kurulmasına karılık
vermiştir. 12 Eylül 1980’den önce ABD ve Türkiye arasındaki üslerin durumunu düzene
oturtacak antlaşma 1972’den itibaren görüşülmeye başlanmıştır ve 29 Mart 1980’de
imzalanmıştır. Ancak 12 Eylül 1980’den sonra bakanlar kurulu kararıyla yürürlüğe girmiştir.
O güne kadar ABD ve Türkiye arasında yapılmış en kapsamlı antlaşmalardan biridir. Silah
miktarından, üs kullanımına kadar birçok konu kapsamlı belirlenmiştir.

29.04.2021
Türk yunan ilişkileri hep savaş eşiği politikası izler 1921 yunan bağımsızlık savaşından beri
ve iki istisnası vardır. Biri 1930’lu yıllar Mustafa Kemal Venizelos dostluk dönemi bir de
1950’li yıllar vardır. Birbirinin ötekisi olarak kurulmuş, milliyetçiliğini birbiri üzerinden
kurmuş iki toplum bu dönemlerde görece dostluk dönemi başlatmıştır. 1930lu yıllarda İtalya
gibi revizyonist devletlerden tehdit algılıyor ikisi de. Çünkü 1934 de Mussolini’nin Mare
Nostrum yani bizim deniz konuşması vardır Akdeniz için ve Yunanistan ve Türkiye bunları
kendilerine yönelik bir dış tehdit olarak algılıyorlar. 1950’deki tehditkâr devlet de
Sovyetlerdir. 1945’de Türkiye’ye muttasıp veriyor boğazlarda ortak savunma talep ediyor,
Yunanistan’da ise iç savaş var. Komünistlerle merkez hükümet arasında ve meşru hükümet
bunu Sovyetler aracılığıyla gerçekleştirilen bir savaş olarak algıladığı için bir dış tehdit var.
Yani ortak bir dış tehlike var.

Eğer devletler içeriye yönelik eylemlilik içerisindeyse dışarıya yönelik saldırgan bir dil
kullanmazlar. İki devlet de hem 30’lu hem 50’li yıllarda içeride kalkınma dönemleriydi. O
yüzden dışarıda savaş söylemleri, askeri harcamalar gibi dış politikalar gibi konularda içeriye
yönelmişlerdi. Yani 30’lu ve 50’li yıllar hem içeride ekonomik yardımlar hem dışarıda ortak
tehdit algılama nedeniyle bir dostluk süreci yaşamışlardır. Ancak iki dönem arasında bir fark
vardır. 1930’lu yıllar iki devlet çok kutuplu bir dünyada kendi iradeleriyle 1934 balkan
paktına giden süreçte bir dostluk kurarken, 1950’lerde kurulan dostluk bir soğuk savaş
dostluğuydu. Yani işin içerisinde uluslararası sitemdeki soğuk savaş bloklaşması söz
konusuydu. Özellikle 1947 Truman doktrininden sonra iki ülkenin de NATO’ya girmesiyle
bir soğuk savaş bloklaşmasını beraberinde getirdi. Ancak aynı zamanda IIWW sonrasında
yeni kurulan dünya düzeninin temel ilkelerinde olan self determinasyon iki ülke arasında
1930’lardan farklı olarak 1950’lerde yaşanacak ve bugüne kadar sürecek temel problemi de
getirmiştir. BM ilkesi ve iki ülke arasındaki sorunların doğmasına neden olan o ilke self
determinasyona ilkesidir. Self determinasyon ilkesiyle birlikte İngiliz sömürgesi olan
Kıbrıs’ta bağımsızlık talepleri 1945’den sonra özellikle bugün kadar süren Kıbrıs’ı sorununu
ortaya çıkartıyor. Yani 50’lerde ortaya çıkan dostluk bir soğuk savaş dayatması olan
dostluktur ve kısa sürede yeni sorunlarla birlikte ortadan kalkacaktır.

Bu dostluk süreci başlamadan önce Yunanistan Türkiye’den savaş sırasında izlediği


politikalar dolayısıyla eleştirilerini sunmaktan geri kalmadı. Mustafa kemal ve Venizelos
döneminde birçok dostluk antlaşmasının imzalandığını ancak Mustafa kemal öldükten sonra
ve özellikle 1939 sonrasında İnönü döneminde Türkiye yeniden Yunanistan’la dostluk
ilişkisini sona erdiren bir politika işledi. Tevfik Rüştü Aras (Atatürk dış işleri bakanı)
döneminde kurulan dostluk ilişkisine aykırı davrandı dedi ve çeşitli gerekçeler sundu. Hangi
noktalardan eleştirildiğimize bakılırsa: Yunanistan önce İtalya’nın ardından 1941de
Almanya’nın işgaline uğradı ve Türkiye iki savaşa arası dönemde imzalaması olduğu askeri
antlaşmalara riayet etmedi ve Yunanistan’a gerekli yardımı yapmadı. İkinci eleştirisi; resmi
hükümet alman işgaliyle birlikte Girit’e oradan da mısıra geçmişti işgal başlayınca, Türkiye
büyükelçi atamalarını durdu ve resmi hükümet nezdinde değil Almanya’nın kurduğu
hükümeti nezdinde büyükelçi atamaya çalıştı yani resmi hükümeti tanımadı. Üçüncü olarak;
Türkiye savaş sırasında özellikle on iki adalar ve ege adaları konusunda Yunanistan’ın toprak
parçaları üzerinden alman hükümetiyle pazarlığa oturdu. Bizi uzun vadeli asıl etkilen
dördüncü eleştiri ise; savaş sırasında Türkiye’nin izlediği azınlık politikalardır. Yani Türkiye
savaş sırasında kendi ülkesinde kendi vatandaşı olan Rum azınlığa karşı kötü muamele ve
ayrıcalık politikaları izledi. Bu da Yunanistan’la olan ilişkilerin değiştirilmesinin göstergesi
oldu.

İki savaş arası dönemde Türkiye ve Yunanistan’ın imzaladığı antlaşmalara bakılırsa;


 1933 samimi antlaşması: eğer ortak sınırlara bir saldırı olursa Yunanistan’ın Trakya
sınırına bir saldırı olursa birlikte karşı çıkacaklardı.
 1934 balkan antantı: üye devletlerin toprak bütünlüklerine, sınırlarına bir saldırı olursa
ve bu saldırıya bir balkan devleti katılırsa Türkiye ve Yunanistan bu balkan devletine
karşı ortak müdafaada bulunacaklardı.
 1938 eğer bir saldırı olursa düşman askerlerini kendi topraklarından geçirmemeye dair
antlaşmaydı,
 IIWW savaşında Türkiye’nin politikasını belirleyen antlaşma 19 Ekim 1939 İngiltere,
Türkiye ve Fransa arasında üçlü ittifak antlaşmasıydı. Eğer Avrupa’da savaş çıkar ve
ak denize sıçrarsa Türkiye’ye İngiltere’ye Fransa’ya elinden gelen her türlü yardımı
yapacaktı ve Romanya’ya ve Yunanistan verilen güvenceler gerekçesiyle eğe İngiltere
ve Fransa savaş girmek zorunda kalırsa Türkiye elinden geleni yapacaktı. Eğer savaş
Avrupa’da başlar ve orada kalırsa Türkiye iyi niyetli bir tarafsızlık politikası
izleyecekti.

Türkiye gelen eleştirileri tek tek bu antlaşmalar üzerinden cevaplamıştı. 1933 antlaşmasına
göre Almanya Trakya sınırına gelmedi ve saldırı oradan gerçekleşmedi dolayıyla 1933
antlaşması gereği böyle bir yükümlülük yok. Balkan paktına göreyse büyük devletlerden
gelecek herhangi bir saldırıya birlikte müdafaaya Yunanistan çekince koymuştu zaten ve
gelen saldırıda büyük devlete karşı çıkma gibi bir yükümlülüğü yoktu Türkiye’nin.
Bulgaristan saldırı yaptı 1941 yılında Almanya ile birlikte ve yunan Trakya ve
Makedonya’sına girdi. Türkiye kendi toprakları tehdit altındaydı ve o sırada bir teklif geldi ve
o antlaşma gereğince Türkiye savaşa girmedi. Bu antlaşma 18 Haziran 1941’ de Almanya’yla
yapılan saldırmazlık antlaşmasıydı ve Almanya Türkiye’ye 30 km kala durma sözü verdi. Her
Türk sınırına bir saldırı olursa ismet İnönü Türkiye’nin son neferine kadar savaşacağını
söylemişti. Bulgaristan Almanya’yla birlikte Yunanistan’a girdiğinde zaten Türkiye’nin kendi
varlığı tehdit altındaydı. O sırada Almanya’yı kışkırtıp Yunanistan’a yardım dip düşmanı
kendi topraklarına çekmesi mümkün değildi. 1939 üçlü ittifaka bakıldığındaysa Türkiye’nin
yükümlülüğünü yerine getirmesi için belirli ön koşullar vardı. Bunu yerine getirmesi için Türk
ordusuna gerekli yardımın yapılması durumunda Türkiye müttefiklere yardım yapılması
gerekiyordu. Ancak 1941’de henüz Türkiye Almanya karşısında durabilecek kadar yardım
almamıştı, Türk ordusu güçlendirilmemişti. Yani batı ön koşulu tam anlamıyla sağlayamadığı
için Türkiye de savaşa girmedi.

Yani Türkiye diyor ki; biz savaş içerisinde kendi varlığımızı sürdürebilmek için ki temel
politikamız savaş dışı kalmaktı böyle bir politika izledik. Yunanistan’a karşı anlaşmalara
uygun davranamamak ya da Yunanistan’a düşmanlım yapmak üzere bir politika izlemedik.
Antlaşmaların bize verdiği olanaklar dâhilinde savaş dışı kaldık, özellikle 1941 kıtlık yılında
Türkiye Yunanistan’a iki gemi ile buğday yardımı yapmıştır. Yani insani yardımlarını
esirgememiştir. Yani Türkiye dostluğunu insani yardımla göstermiştir. İkinci olarak savaş
sırasında laman direnişine karşı savaşmak isteyen İstanbul Rumlarının Yunanistan’a
geçmesine izin verdik. Dolayısıyla insani bazda bir dostluğumuzu gösterdik. Ancak savaş
koşulları gereği Yunanistan’a yardım etmemiz mümkün değildi diyor. Yunan hükümeti
nezdinde büyükelçi atamamıza ise gerekçe olarak zaten böyle bir konu söz konusu olamazdı.
Çünkü zaten o hükümeti varlığı söz konusu değildi. Dolayısıyla ülkede bulunmayan bir
hükümete büyükelçi atamak 1941’de mümkün değildi. 1943 de hükümet mısıra yerleşti o
zaman oraya büyükelçi atadık diyor. Pazarlık konusunda ise Almanya kendisiyle birlikte
savaşa girmesi konusunda, adalar konusunda pazarlık yaptığını ama savaş sırasın her ülke her
ülkeyle pazarlık yaptı. Türkiye Yunanistan’a dostluğunu göstermek için Almanya’nın adalar
konusunda yaptığı hiçbir teklifi kabul etmedi diyor. Azınlık konusunda ise; Kasım 1942’de
varlık vergisi diye yeni bir varlık türü çıkarıyor Türkiye. Bu vergiye göre savaştan gayri
meşru yollarla zenginleşmiş olan kesimlerden savaş koşulları içerisinde artı bir vergi almasını
öngörüyor. Bütün savaşta olan ve ekonomileri zarar gören ülkeler böyle bir varlık vergisi ya
da ek vergi çıkarabilir. Varlık vergisinin problemi ise aynı vergi din esasından ayırıyor.
Müslümanlar gayrimüslimler ve sabataistler( kendini mehdi ilan eden Sabatay Sevi denen bir
Yahudi var. Akdeniz’deki Yahudiler ona biat ediyorlar ve mehdi olarak kabul ediyorlar.
Ancak haham başı Osmanlı padişahını uyarıp karşı çıkınca mehdiye idam cezası veriyor.
İdam cezasını kaldırmak içinde e Müslüman olmasını şart koşuyor ve Müslümanlığı kabul
ediyor. Ancak Sabatay Sevi ve yandaşları Müslüman görünümü ardında Yahudiliği
sürdürüyorlar. Daha sonra bu dönen ailelere sabataistler deniliyor. Ancak aslında
Müslümanlar şuanda ve dönme de denir.) bu üç kesimden üç farklı vergi alınmaya başlanıyor.
Müslümanlardan daha düşük vergi, dönemlerden biraz daha fazla, gayrimüslimlerden ise en
fazla vergi alınıyor. Öyle büyük bir vergi atfediliyor ki vergiyi ödeyemezsen doğuda zorunlu
çalışmaya taş kırmaya gönderiliyor. Bu insanların çoğu yaşlı olduğu için insani dramlar
yaşanmaya başlanıyor. Bu da Rumlara kötü bir davranış göstergesi olarak adlandırılıyor.
Türkiye’nin zayıf noktası budur. Türkiye savaş içerisinde kara borsa üzerinden gayri meşru
yollardan zenginleşenlere varlık vergisi uygulandı, farklı vergi dilimlerine alması ve eşit
vatandaşlığı çiğneyerek din üzerinden vergi alması zayıf noktayı oluşturdu. Bu insanlar
vergilerini ödeyebilmek için malını mülkünü satmak zorunda kalmıştır. Gayrimüslimlerin
elindeki mal varlığını sermayeyi, gayrimüslimlerden Müslimlere aktarma politikası olduğu
savunuluyor. Bir de bu döneme bakıldığında yedek askere alınan Hristiyanlara silah
verilmiyor, ordu içerisinde zorunlu çalışmaya tabii tutuluyor. Hem askerlikleri uzun sürüyor
hem de askerlik eğitimi aldırılmıyor.

Zaman içerisinde özellikle savaş sorması koşullarda hem Yunanistan iç savaşı hem Sovyetler
notasından sonra karşılıklı olarak özellikle d e1947 soğuk savaşından ABD tarafından
başlatılmasından sonra yavaş yavaş ilişkilerde o soğuk savaş etkisi görülmeye başlandı ve
tekrar dostluk döneminin adımları atıldı. İlk olarak bu adım 1947 Truman doktrinidir. ABD
çevreleme politikasını Sovyetler başlatırken ilk hamleyi Türkiye ve Yunanistan üzerinden
yaptı. ABD tarafından baktığımızda Yunanistan ve Türkiye’nim kötü ilişkiler kurması ya da
rekabet kurması soğuk savaş döneminde çok kabul edilebilir bir durum değildi. Dolayısıyla
1960’larda yumuşamaya kadar olan dönemde her Türk yunan ilişkileri geriliminde ABD
devreye girip soğuk savaş içerisindeki konumlarını ve bu konum içerisinde NATO’nun doğu
kanadında yer alan ülkeler olarak böyle bir lüksleri olmadığını ve blok içi çatışmaya hiçbir
şekilde izin vermeyeceğini hatırlattı ve gösterdi. Dolayısıyla ne önemli kriter ABD’nin iki
ülke arasındaki ilişkilere müdahil olmasıdır. Hemen arkasından Paris barış antlaşması
imzalamıştır. IIWW bitiren antlaşmadır. Türkiye savaşta bulunmadığı için imzacı değildir.
Ancak konular direkt Türkiye’yi ilgilendiren konulardır. 12 adalar İtalya’dan alınıp
Yunanistan’a verildi ve Türkiye Yunanistan’a verilmesi söz konusu olduğunda Türkiye önce
kendi gazetelerinde daha sonra Paris’e gönderdiği notalarda 12 adaların İtalya’ndan
alınacaksa eğer 1912’ye kadar Türkiye’nin olan adalar önce Türkiye’ye verilmesidir. Ancak
İngiltere Türkiye’yi uyardı, Türkiye’nin savaşa girmediğini dolayısıyla savaşın kazananı
olarak çıkmadığını onun için de müttefiklerle birlikte davranmadığını ve söz konusu
olamayacağını söyledi. Tevfik rüştü arasın özellikle gazetelerde yazıları vardır. O zaman
Türkiye ve Yunanistan’ın gözetiminde özerk yönetimi olan denetimlere kavuşturulsun 12
adalar, yeter ki yunan egemenliğine verilmesin diye önerildi. Ancak bu da kabul edilmesi ve
12 adalar Yunanistan’a verildi ve Türkiye bunu kabule etmek durumunda kaldı. Arkasından
bir patrikhane sorunu çıktı. Patrik öldü ve yeni bir patrik seçimi söz konusu oldu. Yeni patrik
ABD’den gönderildi ve Türkiye’de İstanbul Rum patrikhanesinin patriği olarak seçildi.
İstanbul Rum patriği olabilmenin şartlarına bakılırsa öncelikle Türk vatandaşı olması lazımdı.
Oysa bu patrik ABD vatandaşıydı ve Truman’ın mektubuyla geldi. Birkaç gün içeride Türk
vatandaşı yapıldı ve atandı.

Niye ABD patrikhane seçimine dâhil oluyor ve Yunanistan ve Türkiye arasında antlaşma
konusu olmayan iki adayın yerine ABD’den bir patrik gelip sorun hallediliyor/yeni bir sorun
çıkması engelleniyor? Soğuk savaşın bir unsuru olarak bakıyor. IIWW sırsında büyük ana
vatan savaşıdır Sovyetler için ve Stalin ilk kez Marksist ilkelerden ayrılarak bu savaşın
yürütülmesi sırasında milliyetçilik ve ortodoksluk gibi aslında Sovyetlerin ideolojisi içerisinde
yer almayan unsurları savaşta halkı harekete geçirebilmek için öne çıkarmıştır. Bu yüzden
Moskova patrikhanesi Sovyetler tarihimde 1917’Den itibaren ilk kez devlet tarafından
kullanılan bir araç haline getirildi. Özellikle savaş sonrasında boğazlar konusunda Türkiye’ye
baskı yapılırken Moskova patrikliği artık Türkiye gibi Müslüman bir ülkenin denetiminde
etkinliği azaltılmış yani Türkiye’nin egemenliğindeki bir patrikhane olamaz, primus inter
pares(eşitlerin birincisi) olamaz. Dünyanın en büyük Ortodoks nüfusuna sahip olan Moskova
patrikliği primus inter pares olmalıdır iddiası vardır. Dolayısıyla ABD patrik yollayarak
Türkiye ve Yunanistan arasındaki geleneksel sorunu çözerken Moskova’ya da mesaj
vermiştir. Batınında desteğini alan İstanbul patrikhanesi primus inter paresdir diyerek.

Dolayısıyla 45-50 arası süren tartışmalardan sonra 1950’lerde soğuk savaşın da hız kazandığı
dönemde dostluk ilişkileri başladı. Türkiye’de o sırada iktidarda menderes vardı. Menderesin
tem iç politikası; çok partili demokrasiye geçiliyor 1950’de ve ilk kez devletin kurucu partisi
olmayan CHP yerine DP iktidara geçiyor.40.38. türkiedeki bütün sağ partilerin ideolojilerinde
bir fakrlılık olmakla berbaer genellikle aynıdırlar. Bir belirleyici özellikleri
ekonomilerindedir, ekonomik kalkınmaya sürecini başlatacaklarını söylerler.

1950’lerde yunanistana bakılacak olursa 1949’da büyük iç savaş bitti. Ülke çeriisnde çok
ciddi bir sorun var, ülke ikiye bölündü. Komünistler ve komünist olmayanlar diyerek ve
komünistler çok güçlüdür. Savaş bitip komünistler geri çekilmiş olmasına, liderleri
Yugoslavya’ya kaçmış olmasına rağmen ülkedeki o gerginlik devam etti. Dolayısıyla da
Yunanistan’da seçim sistemi nispi seçim sistemi, 1952’ye kadar güçlü bir hükümet
kurulamıyor. 1952’de seçim sistemi değiştirildikten sonra çoğunluk sistemine geçildikten
sonra merkez sağ hükümet iktidara geliyor. Önce 1952’de General Papagos liderliğinde yunan
diriliş partisi iktidara geliyor, 1955’de Papagos ölünce aynı partinin dramı olarak ancak
partinin ismini radikal ulusal birlik olarak değiştirtirken Konstantin Karamanlis iktidara
geliyor. İki ülkenin liderleri olan menderesin de Karamanlis’in de temel dış politikaları
güvenliği NATO üzerinden sağlamaktı. O yüzden iki ülke de 1952’de NATO’ya üye oluyor,
ikisi de köreye asker gönderiyor. İkinci unsur da her iki ülke de içeride kalkınmayı başlatmak
istiyor. İki ülke de tarım toplumu, ABD’den yardım geliyor. Yaptıkları ilk şey tarımda
makineleşmenin başlaması, alt yapının geliştirilmesi, devletçi anlayışın demiryollarından
Amerikancı anlayışın karayollarına dönüşümü gerçekleşiyor, klasik feodalizmden kapitalizme
geçiş var, 1954’e kadar Osmanlı borçları bitiriliyor daha sonra yeni borçlar alınmaya başlıyor,
makineleşme başlayınca köyden kente göç başlıyor. Batı Avrupa’da bu göç gerekli ve
zorunludur sanayileşmenin zorunluluğudur, fabrikalar kurulmuştur, işgücüne ihtiyaç vardır.
Ancak Yunanistan ve Türkiye gibi sanayileşmesini tamamlamayan ülkelerde köyden kente
göç bir proletarya sınıfını yaratamıyor. Aslında bir iş gücü olmayan ama kentlerin
varoşlarında yaşayan gelip geçici işlerde çalışan bir yarı proleter kitleyi oluşturmaya başlıyor.
Dolayısıyla sağlıklı bir modernleşme 5’lerde ne Yunanistan’da ne de Türkiye de
gerçeklemiyor. 60’larda her iki ülkede de sol hareketler yükseldiğinde sol hareketlerin aslında
hitap ettiği kesim kentlerdeki varoş sınıfı olacaktır.

1952’de NATO’ya üyelikten sonra her iki ülke arasında ilişkiler gelişmeye başladı.1952’de
Sofoklis Venizelos yani Yunanistan başbakanı Türkiye’yi ziyaret etti, aynı yılın nisan ayında
menderes, dış işleri bakanı köprülü ile birlikte Yunanistan’ı ziyaret etti. Ağustos ayında
cumhurbaşkanı celal Bayar’ın bir Yunanistan ziyareti var. 52 de celal bayar Türk Lisesi
kuruldu batı Trakya’da. Yani 1952’de hem başbakan düzeyinde hem de devlet başkanı
düzeyinde karşılıklı dört ziyaret gerçekleşti. Dostluk dönemi gerçekleştiği zaman bu iki
ülkede de balkanlara yansır. 1934’de balkan paktı gibi 1953’de de yeni bir başkan paktı
kuruldu. Bu üç devlet arasında kuruldu, diğer devletler zaten doğu bloğu üyesiydi. Türkiye,
Yunanistan, Yugoslavya’ydı. Yugoslavya bağlantısızlar hareketi içerinde yer alıyor ona
rağmen bu iki NATO üyesiyle kurulan ittifakta yer alıyor. Bu ittifakın kurulması Türkiye ve
Yunanistan açısında çok mantıklı değil. Zaten güvenlikleri NATO’ya bağlıydı. Paktın
kurumasında asıl olan unsur Türkiye ve Yunanistan’ın iki savaş arasındaki dönemdeki gibi
iradeleri değil, ABD’nin yönlendirmesiyle kurulan bir pakttır. Yugoslavya’nın bu pakta
katılmasının nedeni ise hem trieste sorunu dolayısıyla bir destek alacağını düşünmesi hem de
1953’De henüz bir özür dileme olmadığı için (1955’de oluyor özür dileme, Tito’dan Stalin
uygulamaları adına özür dileniyor) Sovyet tehdidini üzerinde hissediyor ve bunu Sovyetlere
karşı kendisine güvence vereceği düşüncesi var.

Niye ABD balkan paktını kurmaları için Türkiye ve Yunanistan’ı buna yönlendiriyor?
ABD’de o dönemde Eisenhower var. Nükleer silahlara ağırlık verilecek bu çevrelemenin bir
unsuru değil. Bunun NATO’ya yansıması kitlesel karşılıktı. CIA bir dış politika aracı olarak
kullanılacaktı. 1955 Bağdat, 1954 SEATO gibi ittifaklarla çevreleme denilen bir politika
başlatmıştı. Bunun ilk adımı balkanlardı arkasından Asya arkasından Ortadoğu’ydu. Burada
Türkiye ve Yunanistan Truman doktrini artı NATO üyeliğiyle birlikte batı bloğunu NATO
olarak çevrelemesiydi fakat Yugoslavya buna dâhil değildi. Yugoslavya’yı buna dâhil ederek
çevrelemeyi tamamen tamamlamak istiyordu. Balkan paktı 25 Şubat 1953’de parafe edildi, 28
Şubat’ta imzalandı. Arkasından 9 Ağustos 1954’de Slovakya’da bir ittifak oldu. Pakt ve
ittifak arasındaki fark nedir?
Balkan paktının maddelerine bakılırsa:

 l. Madde, "taraflar aralarında sürekli biçimde işbirliği yapılmasını sağlamak amacıyla,


ortak çıkarlarını ilgilendiren bütün sorunlar üzerinde danışmalarda bulunacaktır
 Bağıtlı taraflar; kendi bölgelerinde barış ve güvenliğin korunması için ortak çabalarını
sürdürmek ve kendilerine karşı kışkırtılmamış bir saldın olursa, gerekli savunma
önlemleri de kapsam içine girmek üzere, güvenliklerini ilgilendiren sorunları birlikte
inceleyecek.
 Ortak savunma sorunlarına ilişkin önerilerini hükümetlerle işbirliği yaparak
sürdürecekler

Yeni Balkan İttifakına göre:

 Taraflar içine girebilecekleri tüm uluslararası uyuşmazlıklarını barışçıl yollarla


çözecekler
 Kuvvete başvurmaktan kaçınacaklar
 İçlerinden birine ya da birkaçına karşı yönelik girişilebilecek her silahlı saldırıya
hepsine yöneltilmiş sayacak, silahlı kuvvet kullanımı da kapsam içine girecek şekilde
bütün savunma yollarını içine alacak önlemleri hep birlikte ortaklaşa alacaklardır.

Paktta ortak görüş bildirecekler, ortak savunma yok, politikalarını uyumlaştıracaklar gibi daha
siyasi bir örgüt var. İttifak ise doğrudan askeri bir saldırıya karşı birlikte hareket etmenin
koşullarını bildiren antlaşmalardır.

İttifak 1954’de kuruluyor ancak 1955‘de fiilen işlevsiz hale geliyor. Çünkü 55’de Krusçev ve
bulgarin Belgrad’a gidip Tito’dan özür diliyor ve Sovyet Yugoslav ilişkileri tekrar yumuşama
dönemine giriyor. 1955’den itibaren Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs sorunu ortaya
çıkıyor ve iki ülke arasındaki gerilim giderek tırmanacak şekilde artıyor ve balkan paktı
işlevsiz hale geliyor. Kıbrıs sorunu öne çıkıyor.

Dostluk dönemi olduğu zaman iki ülke de kendi içine yönelik, içlerindeki azınlıklara baskıyı
azaltıyorlar. 1950’lerde eğitim için kitap göndermezler, öğretmen göndermezler, Türkiye’den
batı Trakya’ya Yunanistan’dan İstanbul’daki Rum okullarına öğretmen ve kitap akışı
sağlanıyor. Patrikhanenin gazete çıkarmasını diğer tarafta da Müslümanların gazete
çıkarmasına kolaylık sağlıyorlar. 1950 seçimlerinde ilk kez DP bu dönemde İstanbul
Rumlarından cemaatlerden milletvekilleri çıkmaya başladı. Bu genel baskının azalması
sürecinde ziyaret sırasında 1952’de celal bayar lisesi açıldı. İlk Müslüman azınlık lisesiydi.
Bu çok önemlidir: 1954’de Papagos kanunu çıkarıldı ve ilk kez azınlık okulu terimi yerine
batı Trakya’daki okullara Türk okulları ismi verildi. Lozan’da mübadelede Türkiye açısından
bakıldığında Lozan’da azınlık olarak tanıdığı tek azınlık Müslümanlık üzerindedir. Mübadele
antlaşmasına bakıldığında Ortodoks Rumlarla Müslümanların mübadelesi söz konusuydu,
Lozan’da 39.45. maddeler gayrimüslim azınlık hakları başlığını tanıyordu. Karşılıklılık denen
maddede; tanınan haklar, batı Trakya Müslümanları içerisinde de Yunanistan için geçerlidir
deniliyor. Ancak 1954 tarihli Papagos döneminde Türk terimi kullanıldı daha sonra yeniden
Müslüman terimi kullanılmaya başlandı. Bu Papagos’la ilişkilerimiz açısından önemlidir.
Ancak daha sonra çıkardığı kanunlarla Batı Trakya’daki Müslüman topraklarını kamulaştırma
kararı alabiliyor. Dostluk dönemine baktığımızda Kıbrıs sorunlarının ortaya çıktığı döneme
rastlıyor. Batı Trakya’ya karşı bu olumlu gelişmeleri aslında batı Trakya’ya yönelik bir
olumlu gelişme olarak kabul edilemez azınlıklıklara kötü davranılmadığı gösterilerek aslında
Kıbrıs konusunda adım atılmasına olanak sağlıyor diye bir görüşü vardır Türkiye’nin.
1955’de Kıbrıs sorunu iyice ortaya çıkmasıyla birlikte 90’ların yarısına kadar Türk yunan
ilişkileri sürekli savaş eşiği politikasıyla devam etmiştir.

Kıbrıs’a bakıldığında;

Türkiye’nin güney sınırının güvenliği açısından önemlidir. Stratejik bir önemi var. Batıdan
yunan adalarıyla çevrili olduğu için donanmanın çıkış yapabileceği bir alandır. Aynı zamanda
Ortadoğu’nun denetlenmesi açısından da önemlidir. Kıbrıs her dönemde stratejik öneme
sahipti. Mısır, Persliler, İslam imparatorlukları gibi çok çeşitli uygarlıklar bulunmuştur.
Adanın halkı eski yunandan itibaren kendisini Helen olarak kabul ediyor. Dolayısıyla eski
yunanın etkisi Kıbrıs’taki insanların kimliğini belirleyen ve dilinin eski yunanca kalmasına
neden olmuştur. İkinci önemli nokta Hristiyanlığın ciddi etkisidir. Ortodoks Hristiyanlığını
benimsemişlerdir. Adanın halkının Helen kökenli olması ve Ortodoks Hristiyan olması adada
etkilidir.

Osmanlı adayı Venediklerden almıştır. Onlardan önce de Cenevizliler vardır. Yani adanın
yönetimden Katolik yönetimler, Katolik kilisesi vardır. Bu yüzden ada halkına ortodoksluğu
bırakmaları için büyük bir baskı vardı. Ortodoks Rumları ya da Helenleri sürekli bir serf
olarak kullanıyorlardı. Dolayısıyla1571’de Osmanlı adayı fethetmeye gittiğinde adanın Rum
Helen halkı Katolik baskısından kurtulacakları için Osmanlıyı memnuniyetle karşılamıştır,
direniş yoktur. Osmanlının 1571’de adayı almasının iki önemli sonucu vardır: bir tanesi
doğrudan Rum halkını etkiledi. Osmanlının genel Osmanlı tebaasına yönelik yönetim anlayışı
millet sistemidir. Üç millet remi olarak tanınıyor Rum Ortodoks milleti, Ermeni milleti,
Yahudi milletidir. Ayrıca Müslüman milleti o zaten tebaadır. Bu üç dine mensup olanların
kiliselerini Osmanlı imp tanır. Hahambaşı, ermeni patriği ve Rum Ortodoks kilisesi patriği
resmi devlet görevlisi olarak kabul edilir. Bu milletler kendi dinlerini serbestçe
uygulayabilecekler, iç yaşamlarını kendi gelenek göreneklerini dinlerine göre
düzenleyebilecekler, Osmanlı direkt bunlara müdahale etmeyecek. Bu milletler Osmanlı’ya
vergilerini verecekler ve sadakat gösterecekler. Eğer vergilerini vermez ya da isyan ederlerse
o milletin başı olan din adamları sorumlu tutulur. 1821’de yunan isyanı başladığında Osmanlı
Rum patriğini patrikhanenin orta kapısında idame etti. Millet başı devletin görevlisi, devlete
karşı itaati sağlamakla ve vergileri vermekle sorumlu olan kişidir. 1453’den beri bu sistem
uygulanır ve 1571’de Kıbrıs’ı aldığında yine aynı sistemi uyguladı. Venedikliler adayı terk
ettiği için bütün ada Ortodoks Rumlardan oluşuyordu. Başpiskopos Osmanlı nezdinde
milletinin temsilcisi haline geldi. Kıbrıs kilisesi beş büyük kiliseden hiçbirisine bağlı değil ve
otosefal bir kilisesidir. Kendi kendini yönetme hakkına sahiptir. Tıpkı patrikler gibi mor
mürekkep kullanma hakkına sahiptir. Sadece Kıbrıs için değil bütün Ortodoks âlemi için
ayrıcalıklı bir anlamı vardır. İslam’ın havarilerinden Aziz Barnabas aslen Kıbrıslıdır ve
mezarı oradadır. İlk İncil onun mezarı açıldığında Kıbrıs’ta bulunmuştur. Osmanlı’nın
gelmesiyle Katolik baskının azalması ve ortodoksluğun öne çıkmasıyla önemli bir gelişmedir.
İkinci önemli unsur ise Konya, Niğde, Nevşehir bölgesinden Kıbrıs’a nüfus yerleştirme
politikası uygulanıyor. İlk kez ve kalıcı olarak Helen halkları dışında Müslüman bir nüfus
yerleştiriliyor. Bunlar devlete itaat etmekte zorlanan, kandaş toplum dediğimiz, isyankar
göçerlerdir.

1571’de Osmanlı yönetimi kuruluyor ve 1878’e kadar Osmanlı yönetimi adada devam ediyor.
Bu dönem içerisine bakıldığında kırılma noktası 1821 yunan isyanıdır. Yunan milliyetçiliği
batıdan balkanlara geldiğinde ve yunan milliyetçiliği 1821’de bağımsızlık hareketini
başlattığında aynı hareket Kıbrıs’ta da etkili olmuştur. Adada da bir nüfus Ortodokslar isyanı
başlatmışlardır. Burada da İstanbul gibi Kıbrıs başpiskoposunu da idam edilmiştir. Yunanistan
bağımsızlığını kazandığında isyan bastırıldı. 19. Yüzyılın ilk çeyreğinde Milliyetçilik adaya
girmiş oldu. 1878 yine Kıbrıs’ta kırılma noktası çünkü İngilizler yönetimi alıyor. Çünkü 93
harbini kaybediyoruz ve onun üzerine Yeşilköy antlaşması imzalanıyor ancak şartları çok
ağır. Bu yüzden Osmanlıda ara bulucu olması için İngiltere’ye ortaya koyuyor. O da biraz
yardımcı olduktan sonra Berlin antlaşmasını imzalatıyor buna karşılık Kıbrıs yönetimini
üstleniyor. 1877-78 savaşı sonrasında imzalanan antlaşama üzerinde İngiltere’nin oynadığı
roldür yani. İngiltere’nin büyün doğu politikası Hindistan üzerine kuruluydu. Dolaysıyla
1878’e kadar İngiltere’nin özellikle muhafazakâr partini iktidarında temel politika Osmanlının
toprak bütünlüğünü korumaktır. Yani Hindistan’a giden yolların Osmanlı tarafından
güvencesinin sağlanmasını esas alır. 1877-78 den sonra Osmanlının Rusya’ya karşı
direnmeyeceği anlaşıldığında zaman ve İngiltere’de iktidar değiştiğinde doğu politikasını
Osmanlının toprak bütünlüğü üzerinde değil, Hindistan’a giden yollar üzerindeki önemli
mevkilerin yönetimini üstlenmek üzerinden hareket ediyor. Bunun ilk adımı da Kıbrıs’ın
yönetiminin üstlenmesidir. Adanın yönetimi İngiltere’ye devredilmiştir. 1881’de de mısırda
aynı şey gerçekleşmiştir. 1878’den hemen sonra mısır yönetimi devralınca Kıbrıs’ın önemi
ikincilleşti 4 Temmuz 1878’de İngiltere ve Osmanlı arasında bir antlaşma var. Adadan
İngiltere’nin toplayacağı vergi İngiltere ada için yapacağı masrafları çıkardıktan sonra artan
kısmını Osmanlıya verecektir. Sonuç olarak egemenlik Osmanlıda yönetim İngiltere’deydi.
1878’dne itibaren İngiltere yönetimi devraldı ve bir vali atandı merkezden. Bu valinin altında
bir danışma meclisi kuruluyor. Yerli halkı da yönetime katıyormuş gibi davranıyor. Bunların
içerisinde İngiliz üyeler, hele üyeler, Müslüman üyeler var. Sayısı sürekli değişmekle beraber,
Ortodoks Rum üyelerin sayısı= İngilizler+ Müslümanlar olarak belirlendi. Böl ve yönet
mantığını eğer Rum üyelerin milliyetçi bir istekleri söz konusu olursa Müslümanlar buna
karşı çıkacaklardı. 1821’e milliyetçilik aday girmişti ve Rumların tek talebi enosis yani
birleşmedir. Yunanistan’la birleşme talepleri vardı. Dolayısıyla ada içerisinde Müslümanlarla
milliyetçi Rumları karşı karşıya getirerek isteklerinin reddedilmesini sağlıyorlardı. Çünkü
yunanlar danışma meclisinde milliyetçiliği arttıracak bir istekte bulunduğunda İngilizler karşı
çıkacak, Müslümanlar karşı çıkacak eşitlik sağlanacaktı. Son karar yine İngiliz valiye ait
olacaktı. Bu sistem 1878’den itibaren izlendi. IWW yeni bir kırılma oldu, Osmanlı
Almanya’nın yanında savaşa girince, 1915’de İngiltere adayı taç koloni olarak ilan etti. Yani
Osmanlı egemenliği sonra erdi ve ada İngiltere’nin bir sömürgesi haline geldi. Danışma
meclisi üzerinden kurulan yönetim anlayışı bir ke delindi, İngiltere isteği yönünde
gerçekleşmedi. 1929 ekonomik bunalımı sonrası İngiltere’den gelen yardımlar azalınca adada
vergiler arttırıldı. İlk kez Necati Bey isimli bir Müslüman vergilere karşı çıkan bir oy kullandı
Rumlarla birlikte. Bunun üzerine vali danışma meclisini dağıttı bu kararı kabul etmedi.
Dağıtınca halkta isyan başladı. 1931’de büyük bir isyan yaşandı Kıbrıs’ta. Sonunda
sıkıyönetim ilan edildi. Sistemin çok iyi işleyen bir sistem olduğu söylenebilir.

IWW sonrasında ilhak, Türkiye’de ulusal bağımsızlık savaşı başladı. Anadolu’da hareket
başladığında Kıbrıs’taki Türkler o hareketi desteklediler. Kıbrıs’tan gelip ulusal bağımsızlık
mücadelesine katılan vardı. Türk milliyetçiliği fiiliyata geçmeye başladı. 24 Temmuz 1923
Lozan ve 20. Maddede Türkiye İngiltere’nin Kıbrıs’a ilhakını kabul ettiğini belirtiyor ve 22.
Maddede Kıbrıs’taki Müslümanlara vatandaşlığı seçme hakkı tanınıyor. Türkiye’ye göç
etmek isteyen vatandaşlar olursa iki yıl içinde Türk vatandaşlığının verileceği söyleniyor.
Müslümanlar ya da Rumlar adanın belli bölgelerinde yoğun nüfuslu değildi, tamamen bir
arada yaşadılar. Asla ve asla ortak evlilikler yapmadılar. Dolayısıyla ne kavga ettiler ne de
ortak nüfus oluşturdular. 1931’de isyan çıkıp sıkıyönetim ilan edildiğinde iki savaş arası
dönemde de bir sıkıyönetim yaşadılar ve IIWW başladığında Kıbrıs İngiltere için yeniden
önem taşımaya başladı. Bunun nedeni mısırdan sonra ikincilleşen Kıbrıs’ın yine mısır
nedeniyle önemini kazanmasıydı. Çünkü alman askerleri mısıra kadar ilerlemişlerdi. Mısırın
düşmesi ihtimaline karşı ki Ortadoğu petrolleri savaşın sürdürülmesi için çok öneliydi. Hem
askerler sevk edildi hem de savunmaya yönelik yatırımlar arttırıldı.

06.05.2021
Kışlalar yapıldı, yollar yapıldı Kıbrıs’ta ve bunlarda sürekli Kıbrıslı işçiler kullanılmaya
başlandı. Hala kapitalistleşme sürecini tamamlamamış olan ekonomisinde bir canlanma
başladı, bu ekonomik canlanma siyasi canlanmayı da beraberinde getirdi. Önce Akel kuruldu
yani çalışan halkın ilerici partisi kuruldu. Yani 1921 de kurulmuş olan ama 1931 isyanı
sırasında sıkıyönetim sürecinde kapatılmış olan Kıbrıs komünist partisi yerine Akel kuruldu.
Kuruluşundan itibaren aslında Moskova bağımlı bir partidir. Sovyetlerle her zaman iyi
ilişkileri olmuştur. Hemen arkasından Kıbrıs işçi sendikası kuruldu. Kıbrıs’ta sol sendika ve
ona bağlı partiler harekete geçmeye başladılar. Arkasından Kıbrıs’ta siyasi sahnede sol
hareketin öne geçmesi kilisenin yani muhafazakârların harekete geçmesine neden oldu.
Muhafazakârlar da Kıbrıs ulusal partisini ve buna bağlı da bir sendika kurdular. Yani
Kıbrıs’ta siyasi yapı ideolojiler üzerinden oluştu. 1941’de halk hareketlenip grevler başlayınca
İngiltere şu açıklamayı yaptı; hızla sıkıyönetim kaldırıldı ve seçimler yapılacak. Ve 1943’de
yapılan seçimlerde 5 büyük kentin 2’sinde(Magosa, Limasol) Akel kazandı. Diğerlerini
milliyetçi cephe elde ediyor. Bu kentler: Lefkoşa, Magosa, Larnaka, Baf, Limasol’dür. Türk
kesiminde de bir hareketlenme var. Türkiye’ye bakıldığında bunlar çok ideolojik tabanlı,
dernekleşme süreciyle başlıyor. Kıbrıs milli Türk halk partisi gibi, bunlar zaman içinde
birleşiyor zaman içinde ayrılıyorlar. Merkez sol ve merkez sağdan kişisellik üzerinden kurulu
bir örgütlenme söz konusudur Türk kesiminde. 1940’larda bu Akel’in içerisinde zaman zaman
Türk işçiler de bulunuyor. Sol üzerinden gidebilecek bir işbirliği Rum solu ve Türk solu
arasındaki tek olasılıktır. Fakat Akel’in güçlenmesi aslında iki kesim tarafından da
engellenmiyor. Rum sağ kesimi Akel’e ciddi bir baskı yapıyor. İkincisi ise Kıbrıslı
Türklerden Akel’e üye olanlarla kendi cemaatlerinden baskı geliyor, dışlanıyorlar. Bu yüzden
Türk dolu Rum soluyla bir araya gelemiyor. Akel de içinde Türkleri barındırdığı için kilise
ve Kıbrıs Rumları tarafından Türklerle işbirliği yapıyor suçuyla baskı görüyor. Bütün
baskılara rağmen Akel’de kalmayı devam ettiren çok az insan vardır. Türkler hem
halklarından baskı gördüğü için hem enosis politikalara Türk solcuları kabul edemeyeceği için
harekete çok katılamadılar.

1947 yılında savaştan sonra işçi partisi başa geliyor ve sömürgelere yönelik temel politikası
sömürgelere bağımsızlık verilmesidir. Dolayısıyla hızla Kıbrıs kesiminden de bağımsızlık
talepleri, self determinasyon hak talepleri gündeme gelmeye başladı. Rumlardaki kilise
önderliğindeki bu istek Kıbrıs’ın geleceğini belirleme hakkı Yunanistan’la birleşme yani
enosis doğrultusunda kullanılmasını talep ediyorlardı. Bu 1947’deki Paris barış konferansı
toplandıktan sonra Kıbrıs’tan telgraflar gelmeye başlıyor enosis isteğinin gerçekleşmesi
doğrultusunda. Buna neye dayanarak istiyorlar? 1947 Paris’te on iki adların İtalya’dan alınıp
Yunanistan’a verilmesi fırsatını değerlendirip Kıbrıs’a enosis hakkının tanınmasını istediler.
Fakat koşullar İngiltere için uygun değildi, mısırda bir milliyetçi hareket başlamıştır.
İngiltere’nin er ya da geç mısırdan çıkacağı ortadaydı. Ortadoğu illerinin denetlenmesi için
Kıbrıs bir uçak gemisi olarak görülmüştür. Dolayısıyla Kıbrıs’ın enosisi gerçekleştirmesi için
hiç uygun bir zaman değildi. Kıbrıs’ta ekonomik ve siyasal reformların yapılacağı söylendi
İngiltere tarafından bu yüzden İngiltere hiçbir şekilde Kıbrıs’a enosis ya da self
determinasyon hakkı verileceği ihtimali verilmedi. Bu sefer Kıbrıs halkı Yunanistan’a baskı
yapmaya başladı. Yunan parlamentosu 1947’de temel politikanın Kıbrıs’ta enosisin
gerçekleştirilmesi olduğunu karar bağladı. Dolayısıyla 1947’den itibaren yunan
parlamentosunun temel Kıbrıs politikası Kıbrıs’ın enosisi gerçekleştirme amacı oldu. Bu
arada koşullar Yunanistan’ın İngiltere’ye karşı bir Kıbrıs’a tam destek vermesine olanak
sağlamıyor. Çünkü savaş sonrasında İngiltere’yle ilişkilerini niye bozmak istemez? Çünkü
Yunanistan’da iç sava var ve İngiltere’yi Kıbrıs dolayısıyla karşısına almayı bunu göze
alamıyor ayrıca yardımlar da azalmış durumdaydı. Yani fiilen bir eylemde bulunmuyor,
sadece politikayı belirleyip karar belirliyor. Karar alındıktan sonra İngiliz valisi sosyal ve
ekonomik reform dediği şey aslında bir self determinasyon ortamına gidecek ortamı yaratmak
değil, daha fazla Kıbrıs halkının yönetime katılması doğrultusunda yapılacak reformlardan
bahsediliyor. Yeni bir anayasayla bu reformları düzenlemek üzere 1 Kasım 1947’de bir
kurucu meclis toplanmasını öneriyor. Türkler Rumlar ve Marunîlerden kurucu meclis
toplantısına çağıyor. İngiliz vali bu çağrıyı yatığında Kıbrıs kilisesi hiçbir şekilde self
determinasyonu gündeme getirmeyecek bir toplantıda yer alınmayacağını söylüyor. Akel ilk
başta katılma kararı alıyor. 10 Rum 7 Türk 1 Marunî 1 İngiliz yargıçla bir kurucu meclis
toplantısı yapıyor. Akel burada self determinasyon değilse bile self yönetime gidilmesi
gerektiğini söylüyorlar. Türkler buna karşı çıkıyorlar. Bunun nedeni özerklik yönünde
atılacak ehr adımın enosise gideceğini düşündükleri için ve en sonunda vali self government
içermeyen bir anayasayı kurucu meclisin önüne getiriyor onaylaması için ama Akel
temsilcileri toplantıyı terk ediyor ve 12 ağustosta meclis yeni bir anayasa yapmadan siyasal
reformları gerçekleştiremeden dağılıyor, fesih ediyor kendi kendini. Rumlar yok, kilise
olmayınca işlevsizleşiyor. 1947’dkei kurucu meclise Akel’in katılmasını kilise Rumlar
üzerinde kullandı ve Akel’in hükümetle işbirlikçisi olduğunu hızla yayamaya başladı ve
Akel’le sağ milliyetçi parti ve kilise arasında sürekli Akel’in kendisini milliyetçilik açısından
kanıtlamasına yönelik bir hareket ve eleştiri başladı. Bu da Akel’in daha fazla enosis dile
getirmesine yol açtı. Akel ne kadar çok enosis dile getirirse Türkler de Akel’den o kadar
uzaklaşmak durumunda kaldı. Dolayısıyla ortaya çıkan bu durum yalnız kalan Türklerin
İngiliz hükümetiyle sömürge yönetimiyle işbirliği yapmak zorunda bıraktı. Bu milliyetçilik
yarışı bundan sonraki süreçte Rumlar arasında başladı. Akel, kurucu meclise katılıp toplum
nezdinde düşen prestijini toparlamak için 1949’da birleşmiş milletlere başvurdu. Bu başvuru
aslında Kıbrıs’ın iç politikasına yönelik bir başvuru söz konusuydu. 15 Ocak 1950’de bir
Pazar günü kilisede referandum açtı enosis istiyor ya da istemiyorum diyerek ve sonuçlarını
valiye sunacağını söyledi. Katılanların neredeyse hepsi enosis istiyoruz dendi. Ancak bu
referandumda Türkler ve Akel yoktu. Yani tamamen kilisenin yani sağ muhafazakâr kesimin
fikriydi. Vali bunu dikkate almayacağını söyledi. Kilise bu sonuçları çeşitli heyetlerle
yaygınlaştırmaya çalıştı. 1950’De önemli bir değişiklik oldu, Kıbrıs başpiskoposu öldü. Genç
bir piskopos geldi 14 Ekim 1950’de. Başpiskoposluk hem ortodoksluk tarihi açısından
önemlidir hem de kilise siyasi liderlik yaptığı için millet başı olduğu için siyasi bir önemi de
vardır. Baf doğumlu, genç, iyi eğitimli bir lider. Hızla Kıbrıs davasını uluslararasılaştırma
politikası izliyor. Bunu BM üzerinden ancak Yunanistan üzerinden mümkündü. Bu yüzden iç
savaşın bittiği bu dönemde Yunanistan halkını canlandırmak için Atina’ya gidiyor, hükûmeti
sıkıştırma konusunda halkı yönlendiren bir liderdir. 1950’de Makarios Yunanistan üzerinde
bu baskıyı uygularken, Yunanistan politikası Türkiye’yle son derece iyi politikaları var.
Temel politika NATO’ya girmektir. İngiltere’yle ilişkilerini bozmak istemediği bir ön e.
Kıbrıs sorunu bütün bu dış politikasını bozacak bir şekle dönüşecek. 1952 seçimlerinde
General Papagos iktidara gelirken mecbur kalıyor ve Kıbrıs sorununu gündeme alacağını
söylüyor. Bu yüzden Yunanistan’ın ilk resmi politikası İngiltere ile ikili ilişkiler çerçevesinde
Kıbrıs sorununu çözmektir. Yani Kıbrıs sorununu BM’ye götürecek ama aynı zamanda
İngiltere ile ilişkilerini bozmayacak. Dolayısıyla BM’den önce İngiltere’yle yapacağı
görüşmelerle İngiltere’nin self determinasyon hakkını enosis doğrultusunda olsa da tanımasını
sağlamaya çalışıyor. 1953’de İngiliz dış işleri bakanı hasta ve Yunanistan’a geliyor. Papagos
görüşmek istiyor ancak hastalığı nedeniyle görüşmeyi reddediyor. Ama Papagosun baskıları
sonucunda gayri resmi olarak kabule diyor. Burada Papagos İngiltere’nin Kıbrıs hakkındaki
politikasını nasıl bir politika izleyeceğini soruyor. Bu kadar İngiliz hükümetine karşı için bir
halkın olduğu bir yerde yönetime sahip olmaktansa enosise evet diyen ama adada üs
bulunduran İngiltere’nin stratejik ihtiyaçlarını daha fazla gidereceğini söylüyor. Ada
çoğunluğunun büyük bir çoğunluğunun Rum olduğunu ve her yerde olduğu gibi self
determinasyon hakkı olduklarını söylüyor ama dış işleri bakanı çok sinirleniyor. Papagos
açısından bu görüşme olumsuz geçiyor. Arkasından 1954’de Kıbrıs da siyasi hareketler
başlayınca İngiliz koloniler bakanı açıklama yapıyor; İngiliz uluslar topluluğu içerisinde öyle
topraklar vardır ki bu toprakların özel koşulları nedeniyle hiçbir zaman bağımsız olması
beklenemez. 28 Temmuz 1954 de yapılıyor bu konuşma. İngiltere diyor ki hiçbir şekilde
bekleme yani böyle bir bağımsızlık. İngiltere’nin bu inadının nedeni Ortadoğudur. Çünkü
petrol önem taşımaya başlıyor. Oradaki manda yönetimleri BM’ye bağlıdır. MC ile manda
yönetimi kuruldu ve bağımsızlaştı buradaki devletler manda yönetimi sona erince. Ortadoğu
petrollerini denetlemek istiyor. Ancak bundan daha önemlisi stratejik önemi olan mısırda
1952’de nasır darbesi oldu ve iktidara gelmesinden itibaren İngilizler mısırdan çıkması
doğrultusunda bir politika izliyor. 1954’de darbeyi yapan grupta olan necip de tasfiye edildi.
Nasır doğrudan iktidara geldi Yani Yunanistan’ın ikili ilişkilerle bu Kıbrıs sorununu çözme
politikasının gerçekleşmeyeceği anlaşıldı.
Türk kesimine baktığımızda Kıbrıs Türkleri Türk vatandaşlığını seçenler döndü ama çoğu
İngiliz yönetiminde kalmayı tercih ettiler. Tıpkı Hatay’ın 1939’da katılmasına kadar
Türkiye’ye olduğu kadar Kıbrıslı Türkler de Kemalist reformları takip etmiştir. Türkiye’de bir
devrim mi yapıldı hemen Kıbrıs’ta da Hatay’da da uygulanmaya geçiyor. Kemalist reformları
uygulamayan misakı milli sınırları dışındaki Türkler batı Trakya’dır. Kemalist reformlar
modernleşme aydınlanma reformlarıdır. Bulundukları toplumlarda etnik azınlıklar
çoğunluktan dini olarak da farklılarsa milliyetçilik ve dini kimliği arasındaki çizgi çok incedir.
Hatay ve Kıbrıs’ın özgünlüğüne bakarsak batı Trakya daha feodal değerler üzerinden giden
daha köylü bir toplumdur. Bu yüzden modernleşme karşısında direnç gösteriyor. Oysa Kıbrıs
ve Hatay gelişkin bir ticaret merkezidir. Dolayısıyla modernleşme süreçlerine ve dış dünyaya
çok açıklardır. Sınıfsal yapı ve coğrafi olarak daha dışa açıklar. Kıbrıslı Türklerin İngiliz
yönetiminden yunan baskısı olmadan kurtulabilmelerinin tek yolu Türkiye üzerinden
geçmektedir. Özellikle Türkiye’de eğitim gören Kıbrıslı öğrenciler Ankara ve İstanbul Kıbrıs
Türk dernekleri kuruyorlar, basınla temasa geçerek halkı harekete geçirmek istiyorlar.
Dolayısıyla Türkiye’nin sorunla bir an önce ilgilenmesi gerekiyor diyorlar. Hürriyet
gazetesiyle irtibat kuruyorlar, bu Kıbrıslı öğrencilerin haberlerini manşete çıkarmaya
başlıyorlar. 1950’de öğrenciler randevu alıyorlar hükümetten ve dış işleri bakanı Necmettin
Sadak’la görüşüyorlar. Bakan bir açıklama yapıyor; Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktu,
gençlerimiz beyhude yere telaş yapıyorlar, İngiliz hükümeti görevini başka bir hükümete terk
etmeyecektir. 1950 seçimlerine gidilirken ne CHP ne de DP gündemine Kıbrıs’ı almamıştır.
Bu şekilde bir tavır takınmasının nedeni vardır. 1950’Den sonra DP den Fuat Köprülü dış
işleri bakanı oluyor. Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu yoktur diyor. Aynı politikayı devam
ettiriyor. Bunun sebebi NATO üyeliğidir. Bu 1950’den sonra antikomünizme dönüşüyor.
NATO’ya girmenin ön koşulu oradaki bir devletin seni veto etmemesi bu yüzden İngiltere’yle
ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyor. İkincisi 1950’lerde Yunanistan’la bir dostluk dönemi
yaşanıyor bunu bozmak istemiyor. 1951’de Yunanistan’dan Türkiye’ye ziyaret geldiğinde
onlar da enosisten dolayı aralarının bozulmasını istemiyor. Kıbrıs sorunu Türk yunan dostluğu
çerçevesinde halledilebilir diyor Adnan Menderes. Bizim için önemli olan Türk Yunan
ilişkileridir diyor. Yunanistan anlıyor ki Türkiye çok fazla karşı çıkan bir tutum almayacak
uluslararası camiada diye düşünüyor. Ayrıca Türkiye’nin Kıbrıslı öğrenciler dışında bir
hareket yok. Bunun nedeni ne? Türkiye’nin kuruluş belgesi olan Misakı Milli de Kıbrıs yoktu.
Dolayısıyla Türkiye’nin 1983 Özal iktidarına kadar dış politikası mantığı Kıbrıs ve Hatay
istisnadır misakı milli dışında bir politika yürütmemektir. Onun için Lozan’da terk edilmiş bir
Kıbrıs Türkiye’nin gündeminde değildir. 1954’de Türkiye’den büyük bir rahatlamayla ayrılan
Yunanistan 16 Ağustosta Papagos MC’ye başvuruyor ve genel kurulun gündemine Kıbrıs’taki
self determinasyon hakkının orada yaşayan halka uygulanması talebini dile getiriyor.
Kıbrıs’ın bu yöndeki politikası 1952-54 arasında İngiltere’yle ikili ilişkiler içerisinde bu
sorunu çözmekti 54’den sonra bu konuyu uluslararasılaştırma yoluna gitti. Hemen B planı da
devreye sokuldu. BM’de bunun kabul edilmemesi durumunda İngiliz yönetimini Kıbrıs’ta
yönetemez hale getirmek için silahlı örgütlenmeler hazırlanması gündeme geldi. Yunan
ordusuyla 1950’den itibaren B planı hazırlandı. Hi örgütü liderlerinden biri Kıbrıs’a
yollanıyor. Başpiskoposun zoraki onayıyla eğitim verilmeye başlanıyor. 1954’de genel
kurulda Kıbrıs görüşülüyor burada ilk kez İngiltere ile Türkiye davranıyor İngiltere isteği
üzerine. Aynı tezleri öne sürüyorlar. Kıbrıs İngiliz yönetiminde olduğuna göre BM
antlaşmasına göre BM yetkisine girmez Çünkü ulusal yetki alanındadır. BM’nin ulusal yetki
alanına müdahale etme yetkisi yoktu. Yunanistan ise tam tersini savunuyor. Bu ulusal yetki
alanına giriyor, taç koloninin bir parçasıdır diyor. Yunanistan’ın tezi Kıbrıs’ın da tıpkı
Hindistan gibi bir sömürge olduğunu İngiltere’nin bir ulusal yetki olmadığını iddia ediyor.
İkinci tezleri Türkiye ve İngiltere’nin bu adanın İngiltere’ye devredildiğinin Lozan’da kabul
edildiği (20. Madde) dolasıyla Yunanistan’ın kendi imzaladığı bir antlaşmayı yok saymasının
uluslararası hukuk açısından tehlikeli olacağını söylüyor. Yunanistan ise kendisinin Kıbrıs’ın
geleceğini İngiltere bağlamadığını Türkiye’den İngiltere’ye adanın devrini Lozan’da
imzaladığını beliriyor. Üçüncü olarak her iki tarafta İngiltere Kıbrıs’ın stratejik öneminden
bahsediyor, Yunanistan ise Kıbrıs dost bir ülkede olmalı ama Yunanistan eğer Kıbrıs’ta enosis
gerçekleşirse İngiltere’ye vereceği üstlerle İngiltere’nin stratejik ihtiyacını karşılayacağını
söylüyor. Türkiye yakınlık meselesini öne sürüyor. Çok yakın olduğunu Anadolu’nun bir
parçası olduğunu dile getiriyor. Yunanistan’da buna karşılık nüfusun çoğunluğunun Helen
olduğunu söylüyor. Sonunda BM konuyu gündeme almama kararı veriyor. Bu İngiltere ve
Türkiye’yi memnun ediyor, şimdilik kelimesi de Yunanistan’ı mutlu ediyor. Dolayısıyla
adada silahlı faaliyetler başlıyor. Makarios aslında grivasın adaya gelip silahlı örgütlenme
yapmasından çok hoşlanmıyor, liderin kendisi olduğunu, alternatif silahlı güç eğitecek bir
liderin olması hoşuna gitmiyor ancak mecburen onay veriyor. Eyleme geçme kararı
alındığında Makarios tarafından şu yetki veriliyor: sadece suikastlar yapılacak hiçbir şekilde
kitlesel eyleme iç savaşa dönüşecek faaliyetler yapılmayacak. 1 Nisan 1955’de ilk kez bir
EOKA eylemi gerçekleşiyor. Açılımı Kıbrıs mücadelesi ulusal örgütüdür. Terör eylemleri de
bu tarihte ilk kez Rum tarafından başlatılıyor. EOKA sadece İngiliz görevlilere değil Akel
üyelerine de suikast eylemleri düzenliyor. 1958’e kadar Türkleri hedef alan doğrudan Türkleri
hedef alan bir eylemi yok, İngiliz hükümetini geçersiz kılmaya çalışıyor ve Akel
(komünistleri). Ama Türk polis görevi yürütüyorsa, İngiliz yönetiminde çalışan bir Türk varsa
bireysel olarak o yönetimi temsil ettiği için öyle suikast eylemleri yapılmıştır. Adada terör
eylemleri arttıkça İngiltere 20 Haziran 1955’de Türkiye ve Yunanistan’ı Londra’da
toplanacak doğu Akdeniz’in siyasal ve savunmaya ilişkin sorunlarını görüşmeye ilişkin bir
konferansa davet ediyor. İlk kez 1955 yılında Türkiye İngiltere’nin daveti üzerine resmen
Kıbrıs sorununa taraf oluyor ve Türkiye’nin gündemine Kıbrıs giriyor. Fatin rüştü zorlu 29
ağustos 1955de Londra’daki bu konferansa katılıyor. BM’deki tezler karşılıklı konuşuluyor.
Fatin Rüştü zorlu ilk kez 1955de Türkiye’nin ilk kez resmi Kıbrıs politikasını açıklıyor.
Adada statüko yani İngiliz yönetimi korunmalıdır. Bunda bir değişiklik olacaksa Kıbrıs eski
sahibine geri verilmelidir. Eski sahibi Osmanlı dolayısıyla Türkiye’ye evrilmelidir.

1955 konferansı devam derken Türkiye’de önemli bir olay oluyor 6-7 Eylül olayları. Türk
talebe birliği bir miting düzenliyor. Mitingin sonunda bütün Rum dükkânlar yağmalanıyor,
Beyoğlu’nda bütün dükkânlar yağmalanıyor, Rumlara ve gayrimüslimlere korku sağlanıyor,
en çok İzmir ve İstanbul’da bir baskı ortamı oluşuyor. Bu varlık vergisinden sonra
gayrimüslimlere karşı yapılan ikinci eylemdir. Bu varlık vergisinin altında da milli sermayeyi
millîleştirme politikasının bir uzantısıdır. Bu eylemlerin yapılma sebebi de Selanik’te
Atatürk’ün bir bomba atıldığı bu yüzden Türk halkının galeyana geldiği söylendi. Ama
aslında sonra ortay açıktı ki mit eliyle ses bombası atıldığı ortaya çıktı. Adnan menderes bu
eylemlerin komünistler tarafından yapıldığını söylüyor. Aziz nesin, hasan izzet dinamo gibi
sol aydınlar tutuklanıyorlar. Ancak sonra Türk talebe birliğinin bu eylemleri düzenlediğini
aslında hükûmetten sessiz onay çıkmasıyla bunun başladığı iddia ediliyor. 6-7 Eylül olayları
yassı adada 27 Mayıs darbesinden sonra DP davaları sürerken oradaki davalardan biri 6-7
olay davalarıdır. Bu davalarda mahkeme Fatih rüştü zorlunun Türkiye’ye telefon açıp benim
burada elimi rahatlatmam için Türkiye’de biraz olay çıkaran Türkiye’nin Kıbrıs olayında taviz
vermeyeceğini gösterin dediği bunun üzerine de hikmet bil aracılığıyla düzenlendiği iddia
ediliyor. Fatih rüştü zorlu bu iddiaları kabul etmiyor. 6-7 Eylül davaları yapılırken olaya
Yunanistan girmiştir. Yunanistan dedi ki bu bomba Atatürk’ün evine atıldığına göre, Selanik
de benim toprağım olduğuna göre eğer buna da dış işleri bakanı ve başbakan bu komploya
taraf olduysa onun yargılama yetkisi bendedir dedi. Bunun üzerine mandara ve fatih rüştü
zorluya karşı davanın Yunanistan tarafından kullanılacağı anlaşılınca çete kurmaktan 6 yıl
ceza verildi ve hemen kapatıldı dava.

Yani 1955’den itibaren Londra konferansından itibaren Türkiye Kıbrıs sorununun resmi
taraftarlarından biri haline İngiltere etrafından getirilmiştir. Bu sorun Türkiye’nin tarafı
değilken İngiltere tarafından getirilmiştir. Çünkü İngiltere’nin politikası böl ve yönettir. Bu
şekilde dünyaya gösteriyor ki bu aslında sadece bir self determinasyon sorunu değil, eğer ben
adadan çekilirsem adada bir iç savaş yaşanacak çünkü adada Türkler yaşıyor ve yunan
yönetimini kabul etmeyecekler. Adada bir iç savaş çıkarsa Rumlar ve Türkler arasında.
Dolayısıyla bu Türkiye ve Yunanistan’a yansıyacak. Bu da NATO’nun güney cephesinde
yaşanan bir savaş olacak. Buna da Sovyetler bir şekilde dâhil olur. Dolayısıyla bu batı bloğu
ve ABD’ye İngiltere’nin adada kalmasının gerekçesi olarak gösterilmiştir. Uluslararası
camiada bu politikayı izlerken adada fa her gelen vali reform paketiyle geliyor. Ancak bunlar
her zaman liberal reformlar olmuyor. Adada terör eylemleri arttıkça vali askeri kanattan
yollanmaya başlıyor. Eski ordu mensubu vali olarak yollanıyor. Ancak Makarios açıklanan
bütün reformları reddediyor. İngiliz hükümeti hiçbir şekilde Makarios’la anlaşamayacağını
anlayınca onu sürgüne yolluyor. Bunun üzerine Kıbrıs Rum kesimi o sürgündeyken hiçbir
reformu görüşmeyeceğini söylüyor. 1956’da adada bu reformlar tartışılırken İngiltere bir
yandan da Türkiye’ye koloniler bakanı adadan İngiltere’nin çekilmesiyle adanın
bölünebileceği mesajını veriyor. Türkiye ilk kez 1955’den asıl 1956’dan itibaren temel
politika olarak taksim tezini kabul ediyor. Yani adanın ikiye bölünmesi kuzeyin Türkiye’ye
katılması güneyin de Yunanistan’la enosisin gerçekleştirilmesi. Adanın iki NATO üyesi
arasında paylaştırılması tezini öne sürüyor. Dolayısıyla 1955 sonu 1956’dan itibaren u tez
gündeme getiriliyor. 1958’de meclis bunu resmi tez olarak onaylayacak. Ya Kıbrıs ya ölüm,
ya taksim ya ölüm adı altında mitingler yapılmaya başlanıyor. 1957’den itibaren volkan
kuruluyor Kıbrıs’ta. Kıbrıslı Türklerin silahlı örgütüdür bu. Türkiye’nin Kıbrıs konusunda
taraf olduğunu belirtmesi Kıbrıslı Türkleri harekete geçiriyor.

Türkiye’nin politikasının değişmesinin nedeni: Kıbrıs sorunu yoktur derken, Türkiye’nin


birinci önceliği Kıbrıs değildi ve Kıbrıs dolayısıyla batı ile ilişkilerini bozmak istemiyordu.
Ama 1955’de zaten İngiltere’nin politikası da Türkiye’yi işin içine katarak ülkeden ayrılırken
böl ve yönet olduğu için Türkiye’ye bir şans tanınıyor. Batıyla arasının bozulma durumu yok
çünkü zaten İngiltere destekliyor.
Dolayısıyla 1957’den itibaren volkan teşkilatlanması yapılıyor. Kıbrıslı Türkler olası bir
saldırıya karşı kendi içlerinde silahlanıyor ve Makariossuz bu iş olmayacağını anlayan
İngiltere 1957’de onun sürgününü kaldırıyor. 1958 yılı içerisinde Rauf Denktaş ve fazıl küçük
bir Türkiye ziyareti yapıp Adnan menderesle görüşüyorlar ve askeri destek talep ediyorlar.
Türk halkını silahlandırmaları ve askeri olarak hazırlamalarını talep ediyorlar. Ancak bunu bir
NATO üyesi olarak resmi olarak yapmalarının mümkün olmadığını dolayısıyla derin devlet
kanalıyla yapılacağını, albay rıza vuruş gönderiliyor adaya. 1 ağustos 1958’de Türk
Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruluyor, Kıbrıslı Türkler silahlandırılıyor, askeri eğitim
alıyorlar ve TMT’nin kurulmasından itibaren EOKA’nın sadece İngiliz hükümetine karşı
suikastlarla yetinmesi mümkün değil. Türklerle karşılıklı çatılmalar başlıyor. Yani
İngiltere’nin planı işler hale geliyor. 57 sonu 58 itibariyle devreye ABD giriyor. ABD enosis
ve taksim üzerinden bir güneydoğu kanadında bir çatışmanın çıkacağını anlayan ABD
Türkiye ve Yunanistan üzerine bir baskı uygulayarak yeni bir politika ortaya atılıyor. Her yıl
BM’de 54’den itibaren Kıbrıs sorunu gündemde kalıyor. ABD’nin bu yeni politikası iki tarafa
da kabul ettiriliyor. Bu formül bağımsız Kıbrıs formülüdür. İki taraf üzerinde de baskı olunca
iki tarafta geri adım atıyor. İngiltere çıkıyor, 1959 boyunca hazırlıkları tamamlanan Kıbrıs
cumhuriyeti 1 ağustos 1960’da bağımsızlığını ilan ediyor. Önce Zürih’te bir konferans
toplantı. Bu konferansa Menderes ve Karamanlis dış işleri bakanı olarak da fatin rüştü zorlu
ve Averof Şubat 1959’da yeni kurulacak devletin anayasası Türkiye ve Yunanistan arasında
Kıbrıslı Türkleri ve Rumları katmadan ana çerçevesi çiziliyor. Londra konferansında bu
metinlere makarios ve fazıl küçük Rauf Denktaş ikilisi de davet ediliyor. Makarios bu
antlaşmaları imzalamak üzere gelmedim içeriğini tartışmak üzere geldim diyor. Karamanlis
imzalanmasından bir gece önce makariosa bu antlaşmaları imzaladın imzaladın eğer
imzalamazsan bundan sonra Yunanistan Kıbrıslı Rumların arkasında olmayacak. Hem
türküye hem İngiltere’yle mücadele etmek zorunda kalırsın deyince imzalamak zorunda
kalıyor. 19 Şubatta Londra antlaşmaları imzalanıyor. Londra’ya giderken menderesin uçağı
düşüyor. Resmi heyetten birçok kişi ölüyor. Menderes şans eseri canlı çıkıyor, antlaşmaları
bir hafta gecikmeli imzalıyor. 1 ağustos 1960’da bağımsız devlet olduğu gün BM’ye de üye
oluyor. Çeşitli antlaşmalar imzalanıyor. Burada önemli olan Kıbrıs cumhuriyetinin kuruluşuna
ilişkin temel antlaşmadır. Çünkü burada kabul edilen ilkeler 60 anayasasında da yer alıyor.
Burada antlaşmalar yapılıyor temle çerçeve çiziliyor, 60’da Kıbrıs halkı tarafından yeni
anayasa kabul ediliyor 1 Ağustos 1960’da. Bu antlaşmaya göre baktığımızda Kıbrıs başkanlık
rejimiyle önetilen bağımsız bir cumhuriyettir deniliyor. Cumhurbaşkanı Rum, başkan
yardımcısı Türk olacak deniliyor. Cumhurbaşkanını Rumlar seçiyor, yardımcısını Türkler
veriyor. Dolayısıyla ayrı ayrı genel oyla 5 yıl için seçiliyor. Cumhurbaşkanı ölür ya da
hastalanırsa yerine temsilciler meclisi görevi devralacak, başkan yardımcısı görevi yapamaz
hale gelirse meclisin başkan yardımcısı görevi devralacak. Dolayısıyla Türklük ve Helenlik
üzerine ikili bir yapı kuruluyor. Devletin resmi dili Rumca ve Türkçe olacak. Resmi belgeler
iki dilde de yayımlanmak zorunda. Devletin bayrağı cumhurbaşkanı ve yardımcısı tarafından
seçilecek. Bununla birlikte devletin resmi bayrağının yanında Türk ve yunan bayrakları
birlikte asılabilecekler. Türk ve Rumların bayramları Kıbrıs’ta resmi bayram olarak
kutlanacak. Yani iki halkın birbirlerine karşı zaferlerini kutladıkları bayramlar Kıbrıs’ın resmi
bayramları olarak kutlanacak. Yasamaya bakıldığı zaman meclisin %70 i Rum %30’u Türk
olacak. Her iki toplumdan milletvekilleri ayrı ayrı seçilecek. 5 yıl için seçilecek. 50
milletvekili olacak. Meclisin yanı sıra meclisin içinde ayrı ayrı cemaat meclisleri olacak. Bu
cemaat meclisleri kendi iç kültürel ve medeni yaşamlarını düzenleyecekler. Eğer topluluk
meclislerinde bir yetki konusunda anlaşmazlık olursa bir Türk bir Rum ve bir tarafsız yargıçta
oluşacak tüksek anayasa mahkemesi kurulacak. Cumhurbaşkanı ve yardımcısı bu tarafsız
yargıcı seçecek.

Yürütmeye bakıldığında bakanlar kurulu 10 bakandan oluşuyor 7 bakan Rum 3 bakan


Türk’tür. Dışişleri, savunma ve maliye bakanlığı olan en önemli üç bakanlıktan Türkler
savunma bakanlığını seçmişlerdir. Dolayısıyla yürütme cumhurbaşkanı ve yardımcısı ve
bakanlar kurulu eliyle yürütme erki kurulacaktı. Cumhurbaşkanı ve yardımcısını meclisten
çıkan yasaları ayrı ayrı ve birlikte veto etme yetkisi vardı. Tek bir istisnası vardı: Türkiye ve
Kıbrıs’ın birlikte üye oldukları örgüte Kıbrıs’ın da dâhil olma sürecini veto etme yetkileri
yoktu. Bu örgüt NATO’dur.

Kamu hizmetleri yönetime bakıldığındaysa yine 30-70 oranı korunuyor. Orduda da bir tek bu
oran değiştiriliyor, 60-40 oluyor. Her birlikte bir komutanın Rum olması durumunda
yardımcısı Türk ya da tam tersi yapılacaktır. 5 büyük kentte Türklerin ayrı belediyeleri
olacak. Ortak işleri yürütmek için bir eş güdüm komitesi kurulacak belediyelerde.

Yargı yetkisi de böyle bir yapı üzerine kurulu. Eğer davacı ve davalı aynı etnik gruptansa
yargıçlar o etnik gruptan olacak, eğer farklı etnik gruptansa yüksek mahkeme tarafından
belirlenecek karma mahkeme kurulacaktır. Bu yüksek mahkeme iki Rum bir Türk bir tarafsız
yargıçtan oluşacak.

Anayasanın çerçevesi bu şekilde çizilmiştir. Yani iki etnik grubun varlığı üzerinden hiçbir
federasyonda görülmeyecek kadar etnikliğin öne çıkarıldığı bir kurum kuruldu. Böyle yapısı
olan bir devlete uluslararası hukukta sui generis devlet denir. Yani hiçbir tipe girmeyen
merkez, federasyon vb. devlete girmeyen kendine özgü bir devlettir. Vatikan da aynı şekilde
böyle bir devlettir. İmzalanan antlaşmalara bakıldığında iki tanesi önemlidir.

Bunlardan biri Garanti antlaşmasıdır. Haşa geçerlidir. Kıbrıs cumhuriyeti ile Türkiye
Yunanistan arasında imzalanmıştır. 1. Maddesi Kıbrıs cumhuriyeti bağımsızlığının toprak
bütünlüğünün sürdürülmesine ve aynı zamanda anayasasına bağlı kalınmasını, herhangi bir
devletle tamamen veya kısmen siyasi ve ekonomik birliğe katılmamayı yükümlenir. Herhangi
bir devletle birleşmeyi ya da adanın taksimini doğrudan ya da dolaylı teşkil edecek hareketi
yasak ilan eder. Oysa bir devlet eğer egemense o devlette anayasa değişikliği halkın iradesiyle
söz konusudur. Oysa Kıbrıs’ta 60’da anayasanın sürdürülmesi de devletin görevidir. 2. Madde
de İngiltere Türkiye ve Yunanistan bu durumu tanımakta ve garanti etmektedir. 3. madde
Kıbrıs cumhuriyeti Yunanistan Türkiye Kıbrıs cumhuriyetinin kurulması sırasında
İngiltere’nin egemenliğinde kalan bölgenin bütünlüğüne uygun davranmayı ve anayasayı
garanti eder. 4. Madde en önemlisi bu antlaşmanın hükümlerine uygun davranılmaması
durumunda Yunanistan Türkiye ve İngiltere bu hükümlere uyulmasını sağlamak için gereken
girişimler ya da önlemler için birbirlerine danışırlar. Ortak davranmak mümkün olmadığı
takdirde bu üç devlet sadece bu antlaşma ile oluşturulan düzeni yeniden kurmak için ayrı ayrı
harekete geçmek hakkına sahiptir. Türkiye bunu gerekirse askeri müdahale olarak anlıyor
ancak Yunanistan bunun askeri müdahale olamayacağını söylüyor. Ne amaçla harekete
geçebilir? Anayasal düzeni yani 60 düzenini tekrar kurmak için harekete geçebilir garantör
devlet.

İkinci antlaşma ittifak antlaşmasıdır. Kıbrıs cumhuriyeti Türkiye ve Yunanistan arasında


imzalandı. Ortak savunma için işbirliği yükümlülüğü getiriyor. Burada İngiltere yok. Taraflar
Kıbrıs cumhuriyetinin bağımsızlığına ya da toprak bütünlüğüne karşı doğrudan ya da dolaylı
yöneltilen bir saldırıya karşı korumayı onaylıyorlar. Kıbrıs’ta üçlü karargâh kuruluyor. Sonra
imzalanan ek protokolle 900 yunan 650 de Türk asker bulunacak. Yani Kıbrıs’taki 2000
kişilik %60 Helen %40 Türk ordunun dışında böyle bir ordu kurulacak. 17 Şubat 1959 tarihli
İngiliz hükümeti bildirisi var. Buna göre garanti antlaşmasının 3. Maddesinde geçen adada
İngiliz hükümetine iki tane egemen üst veriliyor. Yani İngiltere hükümeti Londra’da ne kadar
egemense bu üstlerde de o kadar egemedir. 99milkare içerisinde onun yargı yetkisi var.
Dolayısıyla İngiltere sömürgesinden ayrılırken hem böl yönet politikası uyguluyor hem de
maksimum avantajlı çıkmaya çalışıyor. Bir devletin ülkesi toprakları, hava sahası ve kara
sularıdır. Dolayısıyla İngiliz iki üssü de denize kıyısı olan topraklar olduğu için kıta sahanlığı
var, kara suları var, münhasır toprak sahası var.

Dolayısıyla garanti antlaşması ittifak antlaşması anayasa temel antlaşması ve İngiliz hükümet
bildirisine bir arada bakıldığında Kıbrıs kendine özgü benzeri olmayan bir sui generis
devlettir. Devletin anayasasında bağımsız, egemen ve üniter olduğu yazılıdır. Ancak bağımsız
devlet başkasına bağlı olmadan anayasasını değiştirebilen bir devlettir. Oysa Kıbrıs’ın
anayasası değişmez ve 60 anayasasına bağlıdır. Yani bir antlaşma size dayatılıyorsa ve siz bu
antlaşmayı değiştiremiyorsanız bağımsız değilsinizdir. Egemen devlet ise o ülkede ve ülke
üzerinde yaşayan nüfus üzerinde yasam yürütme yargı erkini kullanabilmesi demektir. Oysa
Kıbrıs bütün ülkesinde ve ülke üzerindeki nüfusta egemenlik yetkilerini kullanamıyor. Çünkü
zaten 99 mil karesi İngiltere toprağında ve egemenlik yetkisi yok yani Kıbrıs egemen devlet
değil. Üniter devlet değil çünkü yasamadan yargıya kadar her noktasında iki toplumluluk
üzerinde kurulu bir yapı var. Federasyon olmadığını söylüyor.

Böyle bir anayasa var. Çünkü anayasa temelde normal ülkelerde halkın çıkarı üzerinden
kurulur burada ise amaç Batının ve NATO’nun çıkarlarını korumaktı. Dolayısıyla işlerliği de
çok uzun ömürlü olmaz. Sonuç olarak 1959 antlaşmaları bir başarı olarak kabule dildi. NATO
içi çatışmayı önleyerek bir bağımsız Kıbrıs çözümü bulundu. Bu antlaşmalar imzalandıktan
sonra onay için TBMM’ye geldiğinde isme İnönü bir konuşma yaptı. CHP ret oyu veriyor DP
tarafından onaylanan bu antlaşmalara. Kore’yi de eleştirmişlerdi. Taksim 1958’de TBMM’de
resmi politika olarak ilan edildi, bundan vazgeçilmiş olmasını eleştirdiler. Ancak büyük
güçlerin ve ittifak manzumesinin yani NATO’nun zorunlu kıldığının sebep olduğunu da
anlayışla karşılıyorlar. 1960’ların ortasına kadar TDP konuları partiler üstüdür. Bütün davalar
onay verirler, milli konulardır. Eleştirilen nokta meclise danışılmadan hükûmetin kararı
olması, bunun hükûmetinin yetkisini aşmasıdır. 50’leirn ikinci yarısı DP ve CHP arasında çok
ciddi gerilimlerin yaşandığı, kutuplaşmaların yaşandığı bir dönemdir. Taksimin meclisten
geçememesi için ret oyu veriyorlar. Ama 1 Ağustos 1960’ta Kıbrıs cumhuriyeti kuruluyor.

13.05.2021
1960’ta devlet kurulduktan sonra hem Türkiye’de hem de Yunanistan’da bazı değişiklikle
yaşandı. Yumuşama süreci başladı. Ancak 60’lardaki yumuşama süreci 50’lerdekinin tam
tersine bloklar arsı görüşmeler bşlayınca abd ve Sovyetler arası görüşmeler bloğun diğer
üyelerine de yansıdı. Bundan sonra blok içinde 1950’lerde NATO’yu zayıflatmamak için dış
tehdit kullanılırken şimdi NATO içerisinde anlaşmazlıkları olan ülkeler ya da Varşova paktı
içerisindeki ülkeler birbirilerine karşı diğer gücü yani Sovyetleri bir koz olarak kullanmaya
başladılar. İkinci önemli sonucu da blok içi çatışmalar gün yüzüne çıktı Kıbrıs sorununun
ortaya çıkması gibi. 1950’lerdeki gibi kapatılan sorunlar gün yüzüne çıkabilmeye başladı.
Türkiye’de 1960 ihtilali 27 Mayıs sonrası Kıbrıs sorununu 1955’den beri gündeme getiren ve
bağımsız Kıbrıs çözümüne onay veren hükümet iktidardan düştü, önce bir askeri hükmet
akasından ismet İnönü başkanlığında koalisyonlar hükmet 65’den sonra da adalet partisi
iktidara gelmiştir. Dolayısıyla Kıbrıs çözümüne destek verme hükümeti ortadan kalktı.
Yunanistan’da da benzer sorun yaşandı. 1961’de Karamanlis iktidardan ayrıldı yerine
koalisyon hükümeti kuruldu ve 1967’de Yunanistan’da da bir darbe gerçekleşti. Dolayısıyla
iki ülkede de iktidarlar değişti, sosyal ekonomik durumlar değişti. Artık tarımda makineleşme
sağlanmıştı, kırdan kente göç olmuştu ve o kentlerde sanayi gelişmediği için şehirde varlığını
sürdürmeye çalışan bir nüfus ortaya çıktı. Bu da iki ülkede solun kitleden alanını oluşturdu.

Bu ortam içerisinde Kıbrıs’a bakıldığında 16 ağustos 1960’da bağımsızlığını ilan etti. Bu


sırada seçimler yapıldı anaysa kabul edildi. Makarios devlet başkanı fazıl küçük de başkan
yardımcısı oldu. Bunlardan biri Helen halkının lideriydi ve enosisi savunuyordu diğeri
Türklerin lideriydi ve taksimi savunuyordu Dolayısıyla birbirine karşıt iki milliyetçilik
iktidara gelmişti. Uzkaşı olmazsa devletin ayakta kalması mümkün değildi. Makarios 16
ağustosta bir bağımsızlık konuşması yaptı. Bu konuşmaya göre bir uzlaşı dili ortaya çıkmıştı.
Kıbrıs cumhuriyeti sadece doğu batı arasında değil kuzey güney arasında da bir köprü
olacaktır dedi. İlk mesajı uluslararası sisteme verdi. Yani üçüncü dünya ülkesi olarak
bağımsızlık politikası izleyeceğinin mesajını verdi. Türklerinin barış içerisinde yaşama
niyetleri olduğunu, içtenlikle işbirliği yapacağını, özgürlüğün sadece bir hak değil görev
olduğunu, bu çerçevede Türklere karşı devletin bir sorumluluk taşıyacağını söyledi. Ama aynı
zamanda EOKA şehitlerini de andı. Oysa EOKA 1958’den itibaren Türklere de silahlı saldırı
düzenlenmişti. Bu nedenle konuşma hem uzlaşı niteliği taşırken aynı zamanda Makariosun
niyetlerinden vazgeçmediğini gösterdi.

Anayasanın ilerleyebilmesi için düzenlemeler yapması gerekiyordu. Devletin devlet


olabilmesi için askeri silah tekelinde elinde tutması gerekiyor. Sonra vergiyi alamsı gerekiyor
çünkü hizmet sunacak. Dolayısıyla ilk gündem eğelen şey yeni devletin vergi yasasını ortaya
çıkarması olmuştur. Ancak yeni vergi yasaları meclise sunulduğu zaman Türkler kabul
etmediler. Çünkü mecliste kurulan iki cemaat meclisinde çoğunluk sağlanması gerekiyordu.
Türk cemaatinde gereken oy toplanamadı. Dolayısıyla İngiliz vergi yasası 3 ay uzatıldı. İkinci
kez gündeme geldi, Makarios dedi ki yeni vergi yasası gündem eğirmezse İngiliz yasalarına
göre vergi toplayacağını söyledi. Denktaş da bunun anayasaya aykırı olduğunu söyledi. Türk
toplumuna da bu şekilde vergi toplanırsa vergi vermemelerini boykot yapmalarını söyledi.
Dolayısıyla vergi konusu kilitlendi ve devlet vergi toplayamaz oldu İkinci anlaşmazlık noktası
silahlı kuvvetlerin oluşturulmasıydı. Türk tarafı talep etti ki; Türklerden oluşan birliklere Türk
komutanın atanmasını söyledi. Oysa Makarios bunun mümkün olamayacağını ulusal birlik
oluşturulması için Türk komutan Rum yardımcı ya da tam tersinin olması gerektiğini söyledi.
Ancak fazıl küçük karma kimlik konusunun orduda disiplinsizliğe ol açacağını söyledi ve
veto hakkını kullandı silahlı kuvvetlerin oluşması konusunda. Arkasından kamu hizmetlerinin
oluşturulması gündeme geldi burada da Makarios uyuşmazlık yaptı %30 ve 70 kuralına
uymadı. Türk nüfus içerisinde yeterli eğitimli insan olmadığı için bu oranların göz ardı
edileceğini söyledi ve yine beş büyük kentte Türk belediyeleri kurulacaktı ancak Makarios
buna onay vermedi. Yani dört konunun ikisinde yani ordunun oluşturulması ve vergide
Türkler bürokrasi ve belediyelerin oluşturulmasında Rumlar direnince devlet kurulduğu andan
itibaren işlevsizleşmeye başladı ve toplumlar arsı gerilimler artmaya başladı. Makarios 1962
Kasımda bir Ankara ziyafeti vardır. İnönü’ye konuyu açar anayasanınım bu koşullarda
işlemediğini dolayısıyla bağımsız ve egemen bir devlet olarak anayasayı değiştirme niyetinde
olduğunu söylüyor. 62’de koalisyon hükümeti kurulmuş ve hiçbir şekilde Türkiye’nin buna
izin vermeyeceğini söylüyor. Çünkü garantör devletlerden birisiydi. Garanti antlaşması
anayasanın korunmasını içeriyordu. Bu dönemde Türkiye’nin gündeminde Kıbrıs birincil
önceliği değildir. Çünkü ikinci bir darbe girişimi var. Talat aydemir harp okulu öğrencilerini
sokağa çıkarıyor, 60 darbesinin ayrım kaldığını dolayısıyla bu darbenin tamamlanması için
ikinci bir harekette bulunuyor. Hükümet 1962’de ilk darbeyi durdurdu. 1963’de Talat aydemir
ikinci bir harekette bulununca idam edildi. Demokrasiye geçilen her dönemde modernleşme
sürecinin, devrimlerin tamamlanmadığını savunuyorlar 80’e kadar. Türkiye’nin temel siyasi
problemi vardır devletin hâkimi kim? Askeri sivil bürokrasi mi yoksa eşraf mı? Makarios
Türkiye’den istediği onayı almadan döndü 1962’de. 30 Kasım 1963’de anayasanın 13
maddesini değiştirdiğini söyledi. Bu maddelere bakılırsa cumhurbaşkanı ve yardımcısının ayrı
ayrı veto yetkilerini kaldırılmasını istiyor, vergi yasalarına veto uygulamasının kaldırılması,
ayrı belediyelerin lav edilmesi, adli sistem ve silahlı kuvvetlerin birleştirilmesi yani Türk ve
Rum ayrımının ortadan kalkması, ordu içerisindeki asker sayısının nüfus oranına uygun
şekilde düzenlenmesi, %20-80 olması gerektiğini söylüyor. Gerekli yasların yapılmasını
istiyor. Türkler bu durumda azınlık haline gelirler. Makariosun baştan beri yapmak istediği
şey iki kurucu üzerine kurulmuş devletten Türkleri azınlık konumuna dönüştürmekti. Türkleri
razı edebilmek için eğer anaysa değişir de Türkler azınlık konumunda ulus devletin parçası
olursa Lozan’da batı Trakya’daki bütün Müslüman Türklere tanınan hakların Kıbrıs’ta da
Türklere tanınacağının güvencesini veriyorlar ancak bu çok ciddi bir statüko kaybıdır ve
Türklerin kabul etmesi mümkün değildir. Arkasından üç garantör devlete bu niyet bildirildi.
Türkiye kesinlikle bunu gündeme dahi almayacağını söyledi. Bunun üzerine Makarios ben
sizden izin almıyorum sadece egemen ve bağımsız devletin başkanı olarak durumu
bildiriyorum dedi. Dolayısıyla 1964 yılına gelindiğinde bütün bu siyasi gündem toplumlar arsı
gerilimi arttırmaya başladı. Bu gerilimli ortam içerisinde 21 Aralık 1963’de Lefkoşa’daki bir
olay toplumlar arsı silahlı çatışmaları başlattı. Lefkoşa’nın bir Türk mahallesinde Kıbrıslı
Rum bir polis devriye geziyor, Türklerin kullandığı bir arabayı durduruyor kimlik soruyor iki
arasında bir çatışma çıkıyor silahlar patlıyor Türkler yaralanıyor ya da ölüyor. Lefkoşa’daki
bu olay bütün Kıbrıs’ta duyulduğunda tekrar Türkler ve Rumlar arsı çatışmalar başlıyor.
Türkler azınlık olduğu için hızla antlav denilen belirli köylerde toplanmaya başlıyorlar. Belirli
bir alan Türkler yığılıyorlar ve etrafa eski TMT üyeleri buranın korunmasını üstleniyorlar. İlk
ayrılma bu toplumlar arsı çatışmanın başlamasından sonra Kıbrıslı Türklerin güvenliklerini
sağlamak için belirli köylere göç etmeleri ve orada toplanmalarıyla başladı. Daha önce
Türkler ve Rumlar he birlikte yanı köylerde yaşıyor sadece birbirleriyle evlenmiyorlardı.
Daha sonra Türk yönetimi devletten çekinmeye başladı. Bu koşullar altında cumhurbaşkanı
yardımcısı ve bakanları hükûmetten çekildi ki bu çok büyük bir hataydı. Bu hareketi hükümeti
protesto etmek için yaptı ancak kurucu olduğu hükümetten çekilmek 1960 Kıbrıs
cumhuriyetini Rum kesimine bıraktığı onların temsil etmesine izin vermesine neden oldu. Bu
sırada Rumlar daha sonra 66’da ortaya çıkacağı gibi, iç işleri bakanlığı Akritas planı denilen
yeni bir plan ortaya koydu. Bu planla Türklerin tasfiyesi olayını başlattılar. Yani İngiliz
yönetimine karşı anti kolonyal mücadele değil doğrudan Türkleri pasifize etmeye yönelik plan
ortaya koydular. Bu planın uygulamaya konması iki tarafın da toplumlarının liderlerinin
yükselişe geçmesine neden oldu. Toplumlar arası gerilmelere otomatik olarak Türkiye ve
Yunanistan’a yansıyordu. İngiltere bir girişimde bulundu. 15 Ocak 1964’de Londra’da bir
konferans topladı bu konferansta Türk resmi tezi haline gelecek tezi Denktaş dile getirdi.
Coğrafi olarak ayrılmış nüfus mübadelesini gerçekleştirmiş iki toplumlu bir federal devlettir.
Yani Türkler ve Rumlar olarak kuzey ve güney olarak coğrafya ikiye bölünecek. Nüfus
mübadelesi yapılacak. İki federe devlet üzerinden kurulmuş bir federasyon olacak. Bu tezin
1955’den itibaren Türkiye’nin savunduğu 58’de resmi olarak TBMM’de kabul edilen
taksimden farkı nedir? Taksim tezinde ada kuzey güney olarak ikiye bölünecekti ama kuzey
Türkiye ile birleşecekti güney ise enosis ile Yunanistan’la birleşecekti. Taksim adanın
Yunanistan ve Türkiye arasında bölünmesiydi. Oysa federasyon bölümünde Kıbrıslı Türk ve
Kıbrıslı Rumlar arasında bölünmesiydi. Türkiye ve Yunanistan burada söz konusu değildi.

Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların tezlerine bakılacak olursa; çözüm İngiltere ile ikili ilişkiler
içerinde sağlansın, BM bir çözüm sağlasın ya da ABD baskısıyla bağımsız cumhuriyetti.
Türkiye’nin tezi ise Kıbrıs sorunu yok, statüko korunsun, bozulacaksa eski sahibi Türkiye’ye
verilsin, arkasından Kıbrıs Türkiye ve Yunanistan arasında NATO içerisinde bölünsün,
arkasından bağımsız Kıbrıs cumhuriyetidir. 64 de Türkiye bir daha atıp yeni bir tez ortaya
koydu Rauf Denktaş ile. Burada da Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar Türkiye, federasyon dediği
zaman bağımsız Kıbrıs çözümüne sarıldılar ve federasyondan kaçtılar. Türkiye ne zaman
konfederasyon dedi ondan sonra federasyona geçtiler. Türkiye ne zaman bir tez ortaya atsa
Kıbrıslı Rumlar bir önceki teze sarılıyorlar. Denktaş bu çözümü gündeme getirdi ve Rumların
görüşünü açıkladı bir tarafta. Dolayısıyla çoğunluğun çıkarlarına uygun yeni bir anayasanın
kaleme alınması, yani Makarios’un 1963’de dile getirdiği 13 değişikliğin yapılmasına karar
verildi. İki tane uzlaşmaz tezden bahsediyoruz. Sonunda İngiltere siyasi bir çözüme varamadı
ama adada gerilimi arttırmak için 10000 kişilik bir NATO kuvvetinin adaya girmesini Türk ve
Rum toplumları arsındaki çatışmanın NATO tarafından engellenmesini önerdi. Türkiye ve
Yunanistan buna itiraz etmedi. Ancak Makarios buna itiraz etti. Bağlantısız bir dış politika
izleyeceği iddiasında bulunuyor doğu ve batı kuzey ve güney arasında köprü kuracağım
diyordu. Bağlantısız bir devlette kendi topraklarında NATO askerlerini istemez. Bu yüzden
bunu hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini söylüyor. Konuyu 1964’de BM’ye götüreceğini
söylüyor. Bunun sebebi genel kurulda ki bağlantısızların çoğunluğu ve ikinci güvendiği şey
de Sovyetler birliğidir. Sovyetler birliğinin Kıbrıs’la çok yakın ilişkisi vardır. Çünkü
bağımsızlıktan sonrada adada Moskova bağlantılı AKEL partisi kapatılmadı ve Sovyetler
Makariosa tam destek veriyor. Dolayısıyla NATO içerisinde konu çözümlenemeyince BM’ye
götürüldü. İlk kez 4 Mart 1964’de Kıbrıs’la ilgili 186 sayılı karar kabul edildi. 1964’den beri
Kıbrıs sorunu BM’nin gündeminden hiç düşmedi. Çatışmanın durdurulması kararına varıldı
ve ilk kez adaya BM barış gücü yollanması kararı alındı. Sebebi de toplumlar arası çatışmayı
önlemektir ve bu güç hala adada bulunmaktadır. Barış gücü çatışmaları nasıl durduruyor? BM
gücünün silah kullanma hakkı yok kendisine saldırı olmadığı müddetçe. İki silahlı gücün
arasına yerleşiyorlar, BM’ye saldırmak mümkün olmadığı için iki tarafta birbirine silah
kullanamaz hale geliyor. Taraflar arasında bir tarafa yönelik askeri şiddet kullanma yetkisi
yoktur. 1964’den itibaren konu BM gündemine hem New yokta hem de barış gücünün
gelmesiyle birlikte fiilen adada barış gücü bulunmaya başladı. Grivas Kıbrıs’a gelmişti onunla
birlikte adaya gizlice yunan askerleri gelmeye başladı. Adada 900 yunan asker vardı zaten, 60
antlaşmalarına aykırı olarak yunan askerleri gelemeye başladı bunun üzerine TMT yeniden
canlandırılmaya ve Türkiye’den gizlice adaya silah yardımı gelmeye başladı. Makarios bunun
üzerine 4 Nisan 1964’de ittifak antlaşmasını tek taraflı olarak reddettiğini söyledi. Türk
hükümeti çok taraflı bir antlaşmadan tek taraflı olarak çekilmenin mümkün olmayacağını
bildirdi. Ve bunu hiçbir zaman Türkiye’nin kabule etmeyeceğini söyledi o sırada
Yunanistan’da seçimler oldu. 1964’de Yorgo Papandreu iktidara geldi. Merkez sağ bir
iktidardır. Muhafazakâr olmayan liberal merkez sağ bir iktidardır. Bütün bu karşılıklı
anavatanlardan gelen silahlanmalar ve gerilimler artarken Makarios yeni hükümetle görüşmek
üzere Atina’ya gitti ve Yorgo ile arasında bir ortak savunma antlaşması imzaladı nisan ayında.
Bu antlaşmaya göre: Kıbrıs soruna NATO içerisinde ya da Türkiye ile Yunanistan arasında
yapılan ikili görüşmelerle değil BM kanalıyla çözüm aranacak, nihai hedef enosis olacak,
yapılacak hiçbir girişim Türkleri kışkırtacak nitelik taşımayacak, dolayısıyla haklı bir zeminde
olmaya dikkat edilecekti. Son olarak da Türkiye’den gelecek bir saldırı karşısında Yunanistan
Kıbrıs hükümetine yardım edecekti. Bu süreç sonucunda 20000 yunan askeri adaya girdi.
Yani bu antlaşma artık Yunanistan’ın Kıbrıs hükümetine destek vereceğini söylüyordu. Nihai
hedef enosis olacaktı. Antlaşmaya göre alınan kararları NATO, Türkiye ya da Yunanistan
çerçevesinde değil Makarios alacak ancak bir saldırı gelirse Yunanistan destek verecekti.
Kıbrıs sorunu Yunanistan’ın, Türkiye’nin ya da NATO’nun sorunu değil Kıbrıslıların
sorunudur. Alınacak kararları Makarios alacak ve Yunan hükümeti de bunu detekleyecekti.Bu
antlaşma iyice gerilimleri arttırdı. 16 Nisan 1964 de time gazetesi muhabiri ismet İnönü’ye
adadaki gerilim artarsa bu gerilimler ve çatışmalar Türk yunan ilişkilerine bu da NATO’ya
gelirse ve ABD müdahale ederse Türkiye’nin herhangi bir hareketine ne yapacaksınız
sorusunu soruyor. İsmet İnönü de böyle bir durum ortaya çıkarsa yeni bir dünya kurulur ve
Türkiye de orada yerini alır cevabını vermiştir. Bu da batıyla olan ilişkilerin gözden
geçirileceğini söylemek istemiştir. Gerekirse Sovyetlerle ilişkiler geliştirilir. Türkiye’de de bir
müdahale gündem eğlemeye başlıyor. Çünkü Rumlardan hem sayıca hem silah gücü olarak az
sayıdalar. Rumlardan gelecek bir kitlesel saldırıda yok olma ihtimalleri var. Ama Türkiye’nin
müdahale yapacak durumu hazırlıkları söz konusu değil. Havadan destek yapacak paraşüt
yok, gemi yok çıkartma yapacak, teçhizat olarak ordu buna hazır değil. Üstelik 64’e
geldiğinde bir askeri darbe iki tane de Talat aydemir darbe girişimi yaşamış dolayısıyla
ordudaki hiyerarşik yapı alt üst olmuş durumda ve bununla dış hareket yapmak çok mümkün
değildir. Bunun üzerine görüşmeler sürerken ismet İnönü ABD’yi haberdar edelim
müdahaleden diyor. Bir rivayete göre bunu yapamamasının gerekçesini Johnson mektubuna
bağlayacaktı yani ABD karşı çıkacağı bir müdahaleyi yapamazdık diyecekti çünkü
hazırlığımız yoktu diyemeyecekti.
Sonuç olarak 5ahziran 1964’de Johnson mektubu geldi. Bu bir dönüm noktasıdır. 1947’den
beri gelen silahları Kıbrıs’a müdahalede kullanamazsınız. Eğer siz Kıbrıs’a müdahale derseniz
ve Sovyetler bu sırada size bir müdahalede bulunursa NATO’nun Türkiye’yi savunma
sorumluluğu ortadan kalkar diyor. Bağlantısız Makariosu ortadan kaldırmak için bir NATO
müdahalesi olarak algılayabilir Sovyetler çünkü. 1952’Den beri bütün güvenliğini NATO’ya
ve gelen askeri yardımlara bağlamış Türkiye doğrudan güvenliğinin tehdit altında kaldığını ve
NATO’nun korumayacağını anlıyor Türkiye. İsmet İnönü buna sert bir şekilde yanıt veriyor.
Eğer müttefiklik ilişkilerimizi bu şekilde koşullara bağlarsak o zaman Türkiye’nin de aynı
şekilde NATO içerisindeki görevleri gözden geçirme hakkı doğar diyor. Ancak mektubun
sonunda Johnson’un Washington davetini kabule diyor. Bu mektup ilk kez NATO üzerinden
güvenliğin sorgulanmasına neden oluyor. Türkiye yumuşamanın ve bloklar arası görüşmelerin
başlamasıyla çok yönlü politikaya geçiyor. 60’larda Sovyetler Türkiye’ye İskenderun demir
çelik fabrikası gibi çeşitli fabrikaların yapımında 50’lerdne beri menderesin reddettiği Sovyet
yardımları Türkiye’ye gelmeye başlıyor bu mektup sonucunda. İkinci olarak üçüncü dünya
ülkelerine yönelik politikalarda özellikle BM’de Kıbrıs konusunda destek almak için
geliştiriliyor çeşitli heyetler gönderiliyor.22 Haziranda İnönü Washington’a gidiyor. Bu
görüşmelerden sonra yayınlanan ortak bildiride 1960 antlaşmalarının geçerliliğini onaylıyor.
İnönü mutlu ayrılıyor çünkü derdi zaten 60 anayasasının devamlılığını sağlamak
değiştirilmesin engellemekti. 24 Haziranda da Johnson Papandreou görüşmesi oluyor. Aslında
Johnson üçlü bir görüşme öneriyordu Papandreou hiçbir şekilde Türklerle Makarios olmadan
oturmayacağını söyledi. Çünkü Kıbrıs sorununun yetkilisi Makarios’dur dedi. Johnson
Papandreou görüşmesi sert bir görüşme oluyor. Bu uzlaşmaz tavrınızı sürdürürseniz Sayın
Papandreou Türkiye’nin hava gücünün sizin hava gücünüzden çok daha güçlü olduğunu size
hatırlatırım diyor. Papandreou da hatırlatırım ki bölgede Türkiye’den güçlü bir başka hava
gücüne sahip kuvvet var ben de o devlete hatırlatırım diyor ve bahsettiği devlet Sovyetler
birliği. Yan NATO üyesi devletlerarasında Sovyetler bir koz olmaya başlıyor. Arkasından
Papandreou Yunanistan’da demokrasi işler ve ben demokratik bir devletin temsilcisiyim
dolayısıyla burada bir karar alıp yunan halkın uygulatamam diyor. ABD dış işleri bakanı
yardımcısı da sert cevap veriyor. ABD bir fildir Yunanistan bir piredir. Pireler filleri çok
rahatsız ederlerse filler bir silkilirler ve ortada ne demokrasi ne de parlamento kalır diyor.
67’de Yunanistan’da ABD eliyle bir darbe gerçekleşiyor yunan ordusu tarafından ve yunan
demokrasisi ortadan kalkıyor. Yani bu Papandreou tarafından olumsuz geçiyor bu görüşmeler,
İnönü için ise istediğinin elde ettiği ilişkiler oluyor. Temmuz 1964’de ABD dış ileri bakanı
Cenevre’de yeni çözüm planıyla bir konferans topluyor. 9 Temmuz 1964 de başlıyor birinci
Cenevre görüşmeleri. Burada çözüm planı olarak şunu söylüyor: Karpas bölgesinde
Türkiye’ye egemen bir üs verilecek, istediği kadar asker bulundurabilecek. Kıbrıslı Türkler
saldırıya uğrarsa iltica edebilecek ve Kıbrıs’ta Rumların veya Yunanistan’ın egemenliğinde
kalacak. Adada kalan Türklerin iki ya da üç bölge belirlenecek buraya özerklik tanınacak.
Batı Trakya’da tanınan hakların aynısı tanınacak. BM’den gözlemci komiser atanacak buraya
denetlemesi için. Türkiye’nin güneyden gelen bir saldırıya karşı savunmasını
kuvvetlendirebilmek için meis adası Türkiye’ye verilecek. Bu planı Türkiye kabule diyor
ancak Makarios kabul etmiyor. Hiçbir şekilde yeni egemen üs vermeyeceğini bunun gizli bir
taksim olduğunu söylüyor. Oysa Yunanistan onay veriyor. Oysa o da onay verseydi enosis
gerçekleşmiş olacaktı fiilen. Bu itiraz karşısında dış işleri bakanlığı fikir değiştirdi 25-30
yıllığına kiralamaya dönüştürdü üssü. Ancak Türkiye de bunu kabul etmedi. Dolayısıyla
Cenevre konferansları Temmuz 64’de başarısızlıkla sonuçlandı. O sırada gerilim iyice arttı.
Özellikle Erenköy bölgesinde Türkler antlavlarını kurmuşlardı. Sürekli Rumlar silahlı devriye
geziyorlardı ve sürekli bir saldırı bekliyorlardı. Çünkü kaçacak yer yoktu bir taraf denizdi.
Müdahale etmesi konusunda Türkiye’ye baskı artmıştı. Ağustos 1964’de Türkiye ilk defa
Erenköy bölgesine hava kuvvetleriyle müdahale ediyor. Erenköy bölgesindeki Rum askerlerin
bu saldırıda tepeden bombalıyor. İlk müdahale1964’de. Karayla desteklenmemiştir. Bu 64
krizine bakıldığında iki şey söylenir. Sovyetlerin tutumu Türkiye karşısında son derece serttir.
Bunu NATO içerisinde üçüncü dünya devletine karşı yapılan emperyalist bir saldırı olduğunu
açıklıyor ve dolayısıyla Sovyetler açısından bakıldığında bu bir NATO içinde adayı paylaşma
planıdır. Krusçev bir mesaj gönderiyor Makariosa. Yabancı işgal karşısında Kıbrıs’a yardım
edeceklerini söylüyor. 1 Ekim 1964’De Kıbrıs ve Sovyetler arasında askeri yardım antlaşması
imzalanıyor. Mısıra olduğu gibi Kıbrıs’a da Çekoslovakya’dan silahlar gelmeye başlıyor.
Yani Makarios Sovyetlerle ilişki kurarak hiçbir şekilde NATO’yu adaya müdahale
ettiremeyeceğinin mesajını veriyor. 1964’Deki bu Sovyet müdahalesi Feridun cemal erkinin
Sovyetlere ziyaretiyle Türkiye’nin 60’lardna sonra ilişkilerinin gelişmesini sağlamıştır.
Türkiye BM’den destek almak üzere üçüncü dünya ülkelerine iyi niyet heyeti yolluyor.
Sadece Kıbrıs konusunda destek istediği için hiçbir ekonomik ilişki geliştirmediği için bu
niyetler başarısız oldu. BM de bağlantısızla her zaman Makariosun lehine kararlara imza
attılar. Dolayısıyla 1964 İnönü’nün ziyaretiyle destek alınmıştı. Ama Türkiye her zaman bu
tür krizlerde kendi azınlıklarına baskı uygulamayı tercih eder. Türkiye önce patrikhaneyi sınır
dışı edeyim diye düşündü. Ancak sonuçlarından çekimser kaldı. 16 Eylül 1964’de 1930
antlaşmalarını fesih etti. Bunlar; dostluk, tarafsızlık ve hakemlik antlaşması, ikamet ticaret
seyrüsefain antlaşması. Bu antlaşamaya göre iki ülke vatandaşları birbirlerinin ülkelerine
serbestçe girebilecek yerleşebilecek ticaret yapabilecek işletme açabileceklerdi. Bundan önce
30 Ocak 1923 de imzalanmış olan Lozan’da mübadele antlaşması vardı. Türkiye’de yaşayan
Türk vatandaşı olan Ortodoks Rumlarla Yunanistan’da yaşayan yunan vatandaşı olan
Müslümanlar 1 Mayıs 1923 den itibaren karşılıklı mübadele edecekler terk ettikleri ülkeye
izin olmadan gidemeyeceklerdi. 30 antlaşması mübadelenin bu yasağını kaldırmıştı.
Birbirlerine serbestçe gidebileceklerdi. 1 hafta içerisinde bu gelip yerleşen 17.000 yunan
vatandaşı ülkelerine dönecekti. Oysa onlar 1930’dan beri Türkiye’de yaşıyorlardı. 6-7 Eylülde
Türk vatandaşı Rumlarda bir azalma olmadı ama 64 kararı sonrasında o Rumların kurdukları
ailelerdeki Türkler de gitmek zorunda kaldılar. 74’de tamamen ortadan kalktı. En büyük etkisi
8600 yunan uyruklu insan ama toplamda 17.000 Rum terk etmiş oldu. Bunların taşınmaz
mallar daha sonra bir kararname ile donduruldu mallarını da kullanamaz hale geldiler. Ancak
80’de bu hakları geri verildi Özal hükümetinde. Dolayısıyla 64’dün en büyük yıkımı
Türkiye’de yaşayan Rumlar üzerine oldu. 64’de bir BM kararı var. Ateşkes çağrısında
bulunuyor. İki taraf içinde dengeli bir karar ama soruna çözüm getiren bir karar değil.

1965’de Türkiye’de adalet partisi iktidara geldi. Merkez sağ bir parti. DP’nin devamı
olduğunu iddia ediyor. Temelde içeride kalkınma istiyor ve dış politikada gerilimlerden
beslenmezler. Dolayısıyla iktidara geldiğinde gerilim arttığında Kıbrıslı öğrenciler TMT’de
mücadele etsinler diye kayıtları dondurulmuş ve Kıbrıs’a gitmelerine izin verilmişti şimdi bu
savunma görevi yapan öğrencilerin geri dönmesi istendi. Yumuşama sağlandı, Türk subaylar
geri çağrıldı. 64’de sınır dışı edilmiş olun Denktaş’a baskı yapılmaya başlandı adadaki
yumuşamayı sağlama konusunda. Türkiye yavaş yavaş adada yumuşama adımları atmaya
başladı. 67’de Yunanistan’da albaylar cuntası iktidara geldiğinde 9-10 Kasım’da önce
Türkiye’de arkasından sınırda Dedeağaç’ta bir görüşme yapıldı. Ama bu görüşmelerde
Demirel’i bir ortak çözüm bulmak üzere gitmişti. Daha masaya oturmadan albaylar cuntasının
temsilcisi enosis demeye başladı. Çünkü enosisi orada sağlarsa Yunanistan da meşruiyet
sağlayacağını düşünüyordu, demirle hemen masadan kalktı, diplomatlar araya girdi tekrar
masaya oturttular görüşme yapıldı ama ortak bildiriden bir mantıklı yol çıkmadı. Bu
görüşmelerde başarısız olunca Kıbrıs muhafız birliği Türklerin yoğun olduğu geçit kale ve
Boğaziçi’ne bir saldırı gerçekleştirdiler 67’de, birçok Türk öldürüldü. Türkiye bir protesto
verdi ve yeni bir müdahale gündeme geldi. Bu sefer kuvvet komutanları ve Demirel masaya
oturdu ve yine hiçbir hazırlığın olmadığı söylendi. İki ülke üzerindeki gerilimle ABD
temsilcisi araya girdi ve Türkiye’nin lehine karar aldı. Türkiye ve Yunanistan’ın garantör
devlet olduğu tekrar dile getirildi ve Yunanistan’ın derhal Kıbrıs’taki gizli askerlerini geri
çekmesi zorunlu tutuldu. Ölen Türklere tazminat ödenmesi zorunluluğu çıktı. Barış gücü
adadaki kanun dışındaki silahlara el koyması kararı alındı, Grivas bir daha sınır dışı edildi ve
bir daha geri dönmesi yasaklandı. Dolayısıyla 67’de adada ABD girişimiyle gerilimlerin
düzeyi düşürüldü. 67’in ikinci olayı aralıkta Kıbrıs geçici Türk yönetiminin kurulması
açısından önemlidir. Bu yönetimin başkanı fazıl Küçük yardımcısı Rauf Denktaş oldu.
Federasyon doğrultusunda ilk adım olarak Türk tarafı kendi federe devletin çekirdeği olarak
geçici yönetimi kuruyoruz dendi. Arkasından Lübnan’da başladı. Toplumlararası görüşmeler
başladı 68’de. Bu görüşmelerde Kıbrıs Rumları üniter devleti ve genişletilmiş özerk yerel
yönetimleri savunuyordu. Devlet anayasası değişecek üniter olacak Türklere özerklik
tanınacaktı. Türkler ise iki bölgeli iki etnik gruplu federasyon tezini öne çıkarmaya başladılar.
Farklı tezlerle de olsa toplumlar arası görüşmeler başladı. 67’in son dördüncü önemli sonucu
Demirel hızla çıkarma araçları satın almaya başladılar, İtalya’dan paraşüt alınmaya başladı,
Kıbrıs’ın haritaları çıkarılmaya başlandı. Dolayısıyla bir çıkarma harekâtı için askeri
hazırlıklar Demirel hükümetiyle başladı. 74’de Türkiye adaya müdahale ederken buna
hazırlanmış olmanın avantajıyla yapabilmiştir. Bu sırada Türkiye ve Yunanistan arasında
gerilimler azalmaya başladı ancak Kıbrıs Rumları ve Yunanistan arasında gerilimler artmaya
başladı. Çünkü 1967’den sonra enosis Kıbrıslı Rumlar arasında azalmaya başladı. Çünkü
Kıbrıs’ta demokratik bir yönetim var, AKEL partisi siyasi hayatın vazgeçilmez bir unsuru
olarak faaliyet gösteriyor. Komünistlerin hapisse atıldığı, işkence gördüğü bir dönemde
AKEL hiçbir şekilde enosis lafını ağzına almıyordu. Kıbrıs’ta Makariosa ayrıca albaylar
cuntası baskı yapmaya başladı ve Makarios devletin başkanı olmanın avantajını kullanmaya
enosis yerine Kıbrıs başkanlığını tercih etmeye başladı. Bu sefer Kıbrıslı Rumlar ve
Yunanistan arasında gerilim artmaya başladı. Daha sonra yunan cuntası Makariosdan
kurtulmanın yollarını aramaya başladı. Önce bir siyasi komplo hazırladılar. Kıbrıs’ın üç
piskoposu ile Yunanistan’a arasında bir anlaşma yapıldı. Bunun sonucunda Makaraiosun hem
devletin başı hem de kilisenin başı olamayacağını, Ortodoks teolojisine aykırı olduğunu bu
yüzden iktidardan birisini bırakması gerektiğini söylediler. Bunun üzerine Makraios patrikleri
topladı ve patrikler bunun Ortodoks dünyası açısından bir sorun teşkil etmediğini söylediler.
Bu darbeyi destekleyenler tarafından Makarios’a üç darbe girişim vardır. En son bir uçak
kazası girişiminde pilot öldü ancak o sağ çıktı. Ve Türk toplumu üzerinde karizmasının daha
da armasına neden oldu. 3 Temmuz 1974’de Makarios en sonunda cuntaya çok sert bir
mektup yolluyor. Ben sizin atanmış valiniz değilim. Bağımsız ve egemen devletin
cumhurbaşkanıyım. Siz bana ne yapacağımı dikte edemezsiniz diyor. Bunun üzerine 15
Temmuz 1974’de darbe girişimi var Makarios’a karşı EOKA’ya bağlı bir gazeteci tarafından.
Sarayından bir şekilde kaçtı ve önce Bafa kendi şehrine gitti orada radyodan halka bir
açıklama yaptı. Ölmedim, BM’ye gidip görüşeceğim, darbeye karşı direnin diye çağrı yaptı.
Kıbrıs’taki çalışmalar darbeyi destekleyen Rumlar ve Makariosu destekleyenler arasında
çatışmalar yaşandı. Bülent Ecevit afyon yasağının kaldırıldığını bildirmek için giderken
havaalanında bu darbenin gerçekleştiğini öğreniyor ve hemen anakaraya dönüyor. Bu
darbenin arkasından yunan cuntası vardır, o yüzden yunan cuntasıyla görüşmeme gerek
yoktur. Garantör devlet olarak Londra’ya gidiyor, amacı İngiltere’nin de olaya garantör devlet
olarak Türkiye’yle birlikte müdahale etmesini sağlamak. Ancak İngiltere destekte
bulunmuyor. Yardımcısı ben gidip yunan hükümetiyle görüşeyim barış sağlayamazsam
hazırlık yapın diyor. Daha sonra birazcık zaman istiyor ancak Ecevit eğer ülkenize dönmek
istiyorsanız bir an önce havaalanına gidin diyor ve sisko da çıkartma yapılacağını anlıyor. 20
Temmuz 1974’de çıkartma yapılıyor. 20-22 Temmuzda adanın kuzeyinden müdahale ediliyor.
Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasındaki çıkartma sona erdi. Türkiye ve Kıbrıs Rumları arsında
bir müdahaleye dönüştü. İki gün sonra BM ateşkes çağırasına uyuldu. 25-30 Temmuz
1974’de Cenevre’de bir konferans toplandı BM’nin de katıldığı, ABD Sovyetler Türkiye
Yunanistan dış işleri bakanları var. Cenevre konferansına bakıldığında 5 günün sonunda ortak
bir protokol imzalanıyor. Bir mevcut statüye ilişkin durum düzenleniyor. Adadaki Türk
askerlerinin ateşkes durumuna göre statüsü düzenleniyor, acil tedbirler düzenleniyor,
Kıbrıs’ın geleceğine yönelik statüsüne ilişkin bir bölümü var. Protokol bakıldığında Kıbrıs
cumhuriyetinde mevcut durumda ateşkes hattı 25 Temmuz 74 günü saat 2 itibariyle askerlerin
bulunduğu yer olarak belirleniyor. İki taraf arasında BM barış gücü olarak kurulacağı
söyleniyor yani güvenlik bölgesi kurulması sağlanacaktır. Bu barışla çatışmaların
engellenmesi sağlanacaktı. Harekât başladığında Kıbrıslı Türkler o ara bölgeye geldiler. Yani
bu harekât adayı fiilen ikiye böldü. Güneydeki Türkler güneyden bir çıkartma olmadığı için
bekliyorlardı ama olmadı ki büyük katliam güneyde oldu. Çünkü Güney’deki Türkler orduyu
karşılamak üzere silahlarıyla birlikte sahile giderken Türk askeri güneyden çıkmadı ve
Rumlar oradaki Türklerin çoğunluğunu katletti. Bu yüzden güneyde açısından harekât kötü
sonuçlandı. Asıl önemli olan ise Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin olarak 4. Ve 5. Maddesidir. 5.
Maddeye göre barışın iadesi ve hükümetin tekrar tesisi konusunda taraflar anlaşmıştır ve
bakanlar şunu not ettik diyor: Kıbrıs cumhuriyetinde Kıbrıs cumhuriyetinde fiiliyatta Rum ve
Türk olmak üzere iki mutlak iradenin olduğunu not ettik. Adı geçen hükümetler gelecekte
buna Bundan çıkabilecek sonuçlara göre bir düzenleme yapılacaktır. Cenevre’de birinci
konferansta imzalanan protokolde aslında adada iki özerk yönetim olduğu gelecekteki yeni bir
çözüm anayasada bu durumdan çıkacak sonuçlar göz önünde tutularak kaleme alınacaktır.
Dolayısıyla Cenevre protokolünde bunun not edilmesi demek federasyona giden sürecin not
edilmesi demektir. Birinci Cenevre konferansından sonra ikinci bir Cenevre konferansı
Kıbrıslı Türklerin ve Rumların katılımıyla yeniden toplanacaktı. 12 Ağustosta Türk toplumu
Rauf Denktaş ve klarides de katıldı Yunanistan ve Türkiye dışında. Turan güneş ve Ecevit
arasında bir şifreleşme yapıldı. Ayşe tatile çıktı diyerek. Ankara’dan böyle bir haber gelirse
konferansı derhal bitir ve yeni bir harekât başlayacak. Çükü ordu sürekli olarak hükümeti
ikinci bir harekâtın zarureti üzerinden ikna etmeye çalışıyor. Çünkü ordu küçük bir alan
kısılmış durumda herhangi bir Rum veya yunan saldırısı durumunda denize dökülecek . Bu
yüzden ikinci bir harekât yapıp işgal ettiği alanı genişletmek istiyor bu durumda çok fazla
adada kalamayız diye bir açıklama yapıyor. İkinci Cenevre konferansına Türkiye iki temle
tezle geldi. Biri Türkiye’nin teziydi kantonel teziydi diğeri Rauf Denktaş’ın iki bölgeli iki
kesimli 64’den beri gelen Federasyon teziydi. Rauf Denktaş’ta alternatif bir tez ortaya
koyuyor. Adada İsviçre gibi 5 kanton olacak. Türkler ada topraklarının %34 ünü kapsayacak
bunlar Türklerin yoğun yaşadığı yerler olacak. Burada Türkler özerk yönetime sahip
olacaklar. Bu iki çözüm planı sunuldu. Bu sırada Ankara’dan BM’ye bir telgraf geliyor. Bu
görüşmeyi bir gazeteci olan Birand’la yapıyor. Başbakan Ecevit, Turan Güneş’e söyle Ayşe
tatile çıkacak diyor. Daha sonra turan güneş yunan dış işleri bakanıyla görüşüyor ya hayır ya
evet diyeceksin diyor. O da tam yetkili değilim bana 48 saate verin Atina’ya gidip yunan
hükûmetiyle görüşeyim diyor. O da şuan karar verebileceğini söylüyor. Karar verilemeyince
toplantı dağılıyor. Türkiye 14 Ağustosta ikinci harekâtını gerçekleştiriyor ve bugünkü Kıbrıs
cumhuriyetinin bulunduğu sınırlara kadar geliyor ve bunlar Atilla hattı olarak belirleniyor.
Kıbrıs’tan önemli bir İngiltere’ye göç olmaya başlıyor, dolayısıyla nüfus azlığını Anadolu’da
Kıbrıs’a göçle gerçekleştiriyor. 74’den sonra Rumlarında a itiraz ettiği şekliyle Kıbrıslı Türk
nüfusu azalırken ama Türklerin nüfusu sabit kalacak şekilde o toplumun kültürüyle çok d
uyum sağlamayan bir göç söz konusudur. İkincisi buraya gelen ve kuzeyden gelen Türklere
Rumlardan kalan mallar tapu olarak veriliyor. Evin sahibi haline getiriliyor. Oysa güneyde
Türklerin bıraktığı mallar Türklerde kalmaya devam etti, kiraya verildi ya da devletleştirildi.
Olası bir durumda malların sahibine verilebildi. Ancak Türkler bunu yapmadıkları için mülk
sorunu ortaya çıktı. Yönetimde ciddi sorunlar olmaya başladı. Kendisini her konuda söz
sahibi zanneden bir Türk büyükelçi var. Kıbrıs’ın kendi Türk idaresi var bir cumhurbaşkanı
var. Askeri komutan var ve askeri başarıdan sonra kendisini en büyük söz sahibi zannediyor.
Bir de TMT’nin başı bayraktar var. Kıbrıs yönetimine ilişkin ziya müezzinin oğlunun başında
olduğu ekonomik koordinasyon kurulu var. 5 tane kendisinin iktidar olduğunu düşünen bir
iktidar yapısı var. Kıbrıs cumhuriyetinde 1974’den sonra yaşanan sorunlar ikisi arasında
yaşanan sorunlardan kaynaklanmadı aynı zamanda Türkiye ve Kıbrıs arasındaki yeni
yönetiminden çıkan sorunlar da gündemin 1. Maddesi haline gelmeye başladı. Türkiye
Kıbrıs’ı kurtaran güç olarak kabul ettiği için kendisini ve egemenliğine karışmaya başlayınca
oradaki Kıbrıslı Türkler ve Türkiye arasında gerilim artmaya başlamıştır.

Kıbrıs’ta Rauf Denktaş’ın çözümüyle sorun çözüldü. Tabi Rumlar için bu böyle değil. Zengin
bölge kuzeyde, mülklerinin büyük bölümü orada kaldı, Kıbrıs hükümeti böyle bölünmüş bir
devleti kabul etmiyor. Hukuken çözülemese de Rauf Denktaş için fiili olarak çözülmüştü.
Türk yunan ilişkilerinde bundan sonra Kıbrıs sorunu birincil sorun olmaktan çıktı. Yerini ege
sorunlarına bıraktı.

You might also like