Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 226

KIRIM HARBİ

HAYRETTİN BEY
Tercüman
1001TEMELESER

YAZAN:
HAYRETTİN BEY

BASKIYA HAZIRLAYAN
ŞEMSETTİN KUTLU

KIRIM HARBİ
T e rc üm an g az e t e si n d e h az ı rlan an
bu e s e r K e rv an K i t ap ç ı lı k A . Ş.
o fse t t e si sle r i n d e b a s ı l m ı ş t ı r
1001 Temel Eser'i
iftiharla sunuyoruz
T arihim iz e m ân â, m illî be nliğim iz e güç ka­
tan kütüphaneler dolusu bi rbirinde n seçm e eser­
lere sahip bulunuy o ruz . Ede biy at , tarih, sosyo­
loji, felsefe, f o lk lo r gibi m illî ruhu geliş t iren,ona
y ö n v eren k onularda " G e rç e k eserler" elimizin
altındadır. N e v ar ki, elim iz in altındaki bu
eserlerden ç o ğ unluk la ist ifade edem ey iz . Çünkü
devirler de ğişm e lere y o l aç m ış, dil de ğişm i ş,
y az ı değişm işt ir.
Gö z d e n ve gönülden uz ak kalm ış unut ul­
m ay a yüz t ut m uş -A m a de ğe rinden hi ç bir şey
kay be t m e m iş, ç o ğ un luğ u daha da ö ne m kaz an­
m ış- binlerce cilt eser, bi r süre daha el atılmazsa,
t arihin derinliklerinde k ay bo lup gideceklerdir.
Çünkü o n lan derley ip - t oparlay ac ak ve
günümüzün türkçesi ile bask ıy a haz ırlay acak
de ğe rde ki kalem ler, gün ge ç t ik ç e az alm akt adır.

Bin y ıllık t arihim izin iç inde n süzülüp gelen


v e bi z i biz y apan, kültürümüzde " K ö şe t aşı "
vazifesi gö ren bu eserleri, t oz lu raflardan kurt a­
rıp, nesillere ulaşt ırm ay ı plânladık .

Sev inçle karşılay ıp, ümitle alkışladığı m ız


" 1 0 0 0 T e m e l E se r" serisi, M i llî Eğit im Bakanlı­
ğınca durdurulunca, bugüne kadar y ay ınlanan
66 esere y üz lerce ek y apm ay ı düşündük ve
"T e rc üm an 1001 T e m e l Ese r" dizisini y ay ınla­
m ay a karar v erdik. " 1 0 0 0 T e m e l Ese r" serisini
haz ırlayan ç o k de ğe rli bilginler heyetini, y eni
üyelerle genişlett ik. A y rı c a 200 ilim adam ım ız ­
dan y ardım v aadi aldık. T e rc üm an'ın y ay ın
hay at m daki geniş im kânlarım 1001 T e m e l Eser
i ç i n daha da güçlendirdik. A rt ı k karşınıza gu­
rurla, cesaretle çıkm am ız , eserlerimizi göz lere
ve gönüllere sergilememiz z am anı gelmiş bulu­
nuy o r. M i llî d e ğ e r ve m ân âda her kitap ve her
y az ar bu serimizde y erini bulac ak, hiç bir art
düşünce ile de ğe rli değersiz, değersiz de değerli
gibi o rt ay a konm ay acakt ır. Çünkü esas gay e bi n
y ıllık t arihim iz in t emelini, m ay asını gö z ler
önüne sermek, onları lây ı k o ldukları y ere ot urt ­
makt ır.

Bu bak ım dan 1001 T e m e l Ese r'de n m addî


hiç bi r k âr be kle m iy o ruz . K ârım ız sadece gu­
rur, ift ihar, hiz m et z ev ki olacaktır.

K EM A L ILICA K

■■ — c a — ■ — •—

T ercüm an Gaz et esi Sahibi


Y A ZA R ve ESER H A K K I NDA

«İst anbul'da mukim Grekler alelekscr


birtakım namussuz heriflerdir. Bun­
larda ne din var, ne im ân...»
Eski Rus elçilerinden

V i ŞNİ Y A K O F

«K ırım Savaşı'nın Siyasî T arihî» zamanımızdan


altmış beş yıl kadar önce — 1326. 1910 tarihinde— İs­
t anbul’da yayınlanmış, üzerinde önemle durulması ge­
reken bir tahlil eseridir. Kitabın asıl adı (1270 K ırım
Muharebesi’nin Tarih-i Siyasîsi)’dir. Yaz arı Hayrettin
Bey’dir. Yazar, kitabın iç kabında, eserinin yazılışına
başlayış tarihi olarak 16 Haziran 1319 kaydını koymuş-
tur. Bundan da kitabın uzun etüdler ve çalışmalar so­
nunda, yedi y ılda meydana getirildiği anlaşılmaktadır.
Bu «uzun etüdler ve çalışm alar» sözü rastgele söylen-
miş değildir. K itabın okunması sırasında öğreniyoruz
ki Hayrettin Bey, onu hazırlamak için T ürkçe’de ve ya­
bancı dillerde pek çok kaynağı gözden geçirmiş ve ba­
zı batı başkentlerindeki siyasî arşivlerde de sabırlı in­
celemelerde bulunmuştur.
Üzüntü ile belirtmemiz gerekir ki böylesine değerli
ve sabırlı bir siyasî tarih tahlili yapan ve ortaya bö y-
lesine önemli bir eser koyan Hayrettin Bey ’in doğum
ve ölüm tarihleri hususunda — bütün çabalarımıza rağ-
10

men— hemen hemen hiç bir tatminkâr bilgi elde ede­


bilmiş değiliz. Yalnız onun, Tanzimat döneminde yetiş­
miş bi r aydın ve devlet adamı olduğunu, 1893 yılında
sadrazam olup bu görevde uzunca bi r müddet kalan
Halil Rifat Paşa’nın sadaret tercümanı bulunduğunu,
sonraları hâriciyenin iç ve dış görevlerinde çalıştığını
bilmekteyiz. İkinci Meşrut iy et ’ten sonra (1908) devlet
hizmetinden ayrılıp huzur, inziva ve ilmî çalışmalar
köşesine çekilen bu zat zamanının çeşitli dergi ve ga­
zetelerinde tarih ve siyasetle ilgili değerli yazılar da
yayımlamıştır. Ve yine — bir iddia değil— özel bir tah­
min olarak. Hay rettin Bey ’in, Abdülaziz döneminin çok
m eşhur sadrazamı Mahmut Nedim Paşa’nın oğlu bu­
lunduğu da akla gelmektedir.

Burada çok önemli bi r hususa işaret etmek gere­


kiyor. Bilindiği gibi Mahmut Nedim Paşa, bi r sadra­
zam olarak, T ürk tarihinde pek de iyi olmayan bi r isim
bırakmıştır. Devletin o zamanki mevcut düzenini bir
hayli zedelediği bir yana, aşırı Rus taraftarlığı yüzün­
den kendisine «Ne di m o f » gibi lâkap da takılmıştır.
Bu kitabın okunuşu sırasında görülecektir ki Hayret­
tin Bey ’de de Rusya'y a karşı zaman zaman bir eğilim
göze çarpmaktadır. Ancak — y ine ayrıca görülecektir
ki— Hayrettin Bey 'in gerçek bi r Rus taraflısı olduğu­
nu ileri sürebilmeye de imkân yoktur; çünkü bizzat bu
Hayrettin Bey ’in kaleminden, Rusların ve Rus çarları­
nın tarih boyunca Osmanlı Devleti’ne ve T ürkler’e kar­
şı besledikleri, uyguladıkları bütün kin, düşmanlık,
entrika ve plânlar da bütün açıkları ve çirkinlikleri ile
birer birer dile getirilmiş bulunmaktadır. O halde bizi,
Hayrettin Bey ’in Mahmut Nedim Paşa’nın oğlu olabil­
mesi zannına götüren nokta bu «R us taraftarlığı»nda -
11

ki benzerlik değildir. Bizi bu zanna götüren nokta,


Mahmut Nedim Paşa’nın da Hayrettin isminde bir oğlu
olduğu yanında, kitabın iç kapağında «Hay rett in bin
Mahmut Ne dim » mühürünün bulunuşudur. Bu hususu
y ukarıdaki sözümüzü t ekrarlayarak kapayalım: Bu bi r
iddia değil, bi r zandır.

Eserin yazarı Hayrettin Bey ’in Arapça ve Farsça'yı


da çok iyi bilen bunlann yanında — başta Fransızca ol­
mak üzere— birkaç batı diline de sahip bi r aydın ol-
duğu anlaşılıyor. Büt ün bunların ötesinde kendisi T ürk­
lüğe ve Osmanlılığa derin bir inanç ve sevgiyle bağlı
milliyetçi bi r T ürk ve bi r Osmanlı efendisidir. Bu hu-
suslan okuy ucular kitabın hemen her sahifesinde gö­
rüp anlayacaklardır.

Öte y andan Hayrettin Be y, romantik diyebilece­


ğimiz ölçüde, bi r idealisttir. Bi r yandan Osmanlı Dev-
leti'nin son yüzyıllarda uğradığı veya uğratıldığı felâ­
ketlerin en büyük sebepçileri arasında Rusya’yı ve Rus
çarlarını görür, bu durumu bi r çok gerçek belgelerle
belgelerken, öte yandan hemen herkesi bi r hayli yadır-
gatacak bi r görüşü âdeta inat ve ısrarla savunur: T ürk-
ler ve R uslar bi r büt ün olarak birleşmeli (yani hiç de­
ğilse federatif bi r sisteme yönelmeli) böylece birlikte
emperyalist batının karşısına dikilmelidir. Özetlemek
gerekirse Osmanlı İ m paratorluğu’nun yıkılmasını ge­
rektiren ve bunu hazırlayan en büy ük ve asıl kaynak
emperyalist batıdır. Bu batının başta gelen devletleri
de İngiltere ve Fransa'dır. Rusya: a — Bu devletlerle
olan siyasî rekabet yüzünden, b — Y i ne bu devletlerin
kışkırtıcılığı yüzünden Osmanlı İmparatorluğunu yık­
ma ve onu bölüşme işlerine katılmıştır.
12

Yaz arın Rusya hakkındaki görüşlerinin doğru ve


haklı olmasına ihtimal vermek elbette akla ve mantığa
kolay kolay sığar şeylerden değildir. Ancak onun, em­
peryalist batının ve özellikle İngiltere ile Fransa dev­
letlerinin hakkındaki görüşü gerçeğin tâ kendisidir. İn-
giltere ve Fransa, Emin Bülend’in:

Garbın cebîn-i zâlimi affetmedim seni;

T ürk’üm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi,


diyerek ve haklı olarak «k in» duyduğu emperyalist
T ürk düşmanı batı olmaktan tâ ilk zamanlardan bu­
güne kadar bir an bile geri durmamışlardır. En son
K ıbrıs meselesi karşısında İngiltere ve Fransanın ta­
kındıkları çok açık düşmanlık tavrı bunun en son ve en
kesin belgesidir.

Hayrettin Bey, meşhur K ırım Savaşı’nın meydana


gelmesini hazırlayan sebeplerin başında, çok daha ön-
celerdenberi sürüp gelen ve bununla birlikte asıl on-
dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında tam bir bunalım şek­
linde patlak veren «K udüs Meselesi»ni göstermektedir.
Basit ve mahallî bi r mezhep çekişmesi olan Kamame
Kilisesi kavgası — y azara göre— bu iki batı devleti ta­
rafından bilhassa büyütülüp derin bir bunalıma dönüş­
türülmüştür. Gayet tabiî olarak bu bunalıma dönüştür­
me işinin temelinde, onların Ort adoğu’daki menfaatle­
ri ile birlikte, Osmanlı Devleti'ni yıpratıp parçalama
emelleri yatmaktadır. Batılılar, başta İngiltere ve Fran­
sa olmak üzere, daima bu sinsi ve düşmanca gayenin
peşinden koşmuşlardır. Y az ar bütün bu hususları ke-
sin belgeler ve mantıklı ifadelerle gerçekten başarılı
bir şekilde gözden geçirmekte, İngiltere ile Fransa'nın
13
hiç bi r zaman T ürk dostu olm adıklarını ve olmayacak­
larını ispatlamaya çalışmaktadır.

Ancak onun bu haklı görüşünün, belgelere dayalı


tahlillerinin sonucunda vardığı kanaat gerçekten duy ­
gusal ve romantiktir. Bu kanaat hemen hemen şöyle
özetlenebilir: «O halde bu katı ve kindar batının kar­
şısına, bizler Rusya ile bir bütün olarak dikilmeliyiz.
Batı batılı bi r bloktur. Rusya ise bizim gibi doğuludur;
biz de onunla doğulu bir blok kurabiliriz .»

Hayrettin Bey'in bu tezinin geçersizliği ve tutar­


sızlığı — ölüm tarihini öğrenemediğimize göre— belki
de kendisinin daha sağlığındaki en son bir örnek ve onu
izleyen öteki örneklerle bi r kere daha anlaşılmıştır.
Çünkü bu kitabın yayınlanışından üç dört sene sonra
patlayan Birinci Dünya Sav aşı’nda Rusya — Osmanlı
Devleti ile işbirliği yapmak şöyle dursun— en büyük
düşmanı olarak karşısında cephe almıştı. Sovyet ihti­
lâlinden sonraki çeşitli düşmanlık belirtileri ise bu ki­
tabı okuyacak olanların da hatırlayacakları kadar ye­
nidir.

Biitün bu ifadelerle şu noktayı belirtmek istedik-


«K ırım Sav aşı’nın Siyasi T arihi» adlı bu eserde dik­
kate değer iki husus vardır. Bunlardan biri yazarın gö
rüş ve inançlarıdır. Eski deyimle, kendi «siyasî içti-
had»ı olan bu birinci hususa katılmak gerçekten z or­
dur. Ne var ki ikinci husus, yani K ırım Sav aşı’nı ha­
zırlayan tarihî ve siyasî sebeplerin tahlili gerçekten us-
tacadır; çok esaslı araştırma, çalışma ve bunları de­
ğerlendirme ürünüdür. Kitap özellikle bu bakımdan
okunmaya ve üzerinde durulmay a değer bi r nitelik ta­
nımaktadır.
14

Son olarak bi r noktaya daha temas etmeyi uygun


buluyoruz: Y az ann en büyük kusurlarından biri de,
ilmî bi r inceleme y aparken sık. sık hissîliğe kapılması,
bu arada edebî ve sanatlı bi r üslûb kullanmaya çalışır­
ken fikir ve anlatını düzenini yitirmesi, bazı zamanlar
lüzumsuz ayrıntılara girmesidir. Büt ün bunların sonu­
cu olarak kitabın bölümlerinde — sadeleştirme y apar­
ken— tam bi r anlatım ve düşünce birliği sağlamak ger­
çekten zor, hattâ bazı yerlerde imkânsız olmuştur. Bu
it ibarla okuyuculardan, böyle y erler için, şimdiden bizi
bağışlamalarım rica etmek ve elimizden ancak bu ka­
dar geldiğini belirtmek isteriz.
Bizde — özellikle cumhuriyetten bu yana— gerek
daha dar ve daha yoğun olaylar, gerekse büyük ve
önemli dönemler üzerine geniş, bilimsel ve değerli in­
celemeler yapılmış, bunlar çeşitli kitaplar halinde ya­
yınlanmıştır. Hayrettin Be y ’in «K ırım 'ın Siyasî T arihi»
adlı eseri, sonraları çok gelişen ve «Siyasî T arih» adı­
nı alan bu türdeki çalışmaların ilki sayılabilir. Bu nok­
ta göz önünde tutulacak olursa, onun birtakım kusur
ve noksanların, hoş görebilmek daha kolaylaşacaktır.

Şemsettin K UT L U
Y A ZA R I N ÖNSÖZÜ

Yirminci yüzyıldayız.
Bu yüzyılı idrâk edenler, bu yüzyılda yaşamaya
lâyık olduklarını ispat etmek mecburiyetindedirler.
Gerçi insan bildiğimiz mahlûktan başka bi r şey değil­
dir; bin türlü kusur ve leke ile m ahsur ve hastadır. Lâ­
kin yeryüzünde insanoğlunun görüşleri ve düşünüşleri
birbirinden ne kadar farklı olursa olsun mademki ta­
biat kanunu:

Benî Adem âzâ-yı yekdiğerend


ve:
M ûr de r hâne-i hod hükm-i Süleyman dâred (1)
gibi iki ebedî ve ezelî kavramı ortaya koymuştur. Ma­
demki her felâket o yüce hükümlerden uzaklaşmak ve
her saadet yine o medeniyetin, insanlığın temeline dik­
kat edip önem v ermekle mümkündür; bu gerçekler
dikkat ve üVanıklıkia göz önünde tutulursa bütün in­
sanlara düşen en mukaddes görev derhal kendiliğin­
den ortaya çıkar.

Ondokuzuncu yüzyılın ihtiva ettiği devirleri ve


olayları nasıl tertip ve taksim etmek lâzım gelirse gel-

'1 ) Bi rin c i m ısr&ı n a n l a m : •İ n sa n o ğ lu bi r bi r i n i n bi r e r p a r ç a s ı d ı r -,


i k i n c i m ı srâm k i ise: « K a n n c a bi le k e ndi e v in de P e y g am be r S üle y ­
m an 'ı n h ük m ün ü y ür üt ür » .
16

sin, büt ün milletler ve kavimler için ort aya çıkacak hü


küm... Büt ün dinlerin ve mezheplerin birlik olarak ve
aynen kabul edip pekiştirecekleri en başta gelen esas,
insanlıktan ibarettir, ki bıı da insanlık denilen toplu­
luğun yüce ve kutsal direği olan o iki m übarek ve aziz
kavramın içinde bulunmaktadır.

Bin türlü bağlantılar, yüz bin türlü sebep ve me­


selelerle bir karma karışıklık âlemi içinde yaşayan in
sanların, daha doğıusu bitkisel bir gelişmeye mahkûm
gibi görünen Âdem ’in çocuklarının — isterse kaç yüz­
lerce sene sonra olsun— Av rupa’da bugün bir uyanık­
lık eseri ile seçkinleşmiş olduğunda hiç şüphe yoktur.

Artık herkes biliyor ki kanunun üstündeki bir ku\


vet nasıl kötü ve pis, y ada gayrı makbûl ise, adaletin
üstünde bir kanun da öylece tasavvur edilemez, akla
vatkm değildir ve olamaz.

Şu açık seçik gerçeklere göre, insanlık topluluğu­


nun yegâne saadetinin «Hâkimiyet-i Milliy e» olduğu
ondokuzuncu yüzyılın her tarafta uyandırdığı önemli
inkılâplarla gerşekleşip anlaşılmış; insanca yaşamak,
insanlıkla bir olan meşrû hukuka sahip bulunmanın an­
cak milletin aynı inançta birleşmesiyle meydana gelebi­
leceği, her türlü şahit ve belgelere ihtiyaç göstermeye­
cek, mutlak bir gerdek mahiyetini kazanmıştır.
Artık güneş gibi açık ve ortada, güneş kadar in
sanlara çok lüzumlu olan bu gerçeği tarife ve vasıflan­
dırmaya sebep yoktur.
Bir milletin timsali olan Millet Meclisi karşısında
en büyük mevkilerin büyüklüğü, ehemmiyeti sadece
hakka, adalete inhisar eder ve dayanırsa o millet tam
bir güven içinde bakışlarını geleceğe çevirebilir.
17

Bir memlekette devlet kuruluşu, hükümet kurulu­


cu milletin kabul e i i p ortaya koyduğu usûl ve kanun­
ları yürütmekle görevli bi r âletten ibarettir. Büyük
küçük her devlette, her hükümette uyulması gereken
şeyin bir veya birkaç şahsın fikirleri ve tasavvurları
olmamak lâzam gelir. Çünkü öyle olunca kanunların
verimlerinin semeresi olan hak ve adaletin yerine geti­
rilmesi imkânı kalmaz; dünyadan ve olup bitenlerden
habersiz insanlar bi r çobana teslim edilen bi r hayvan
sürüsü derecesine inerler.

Lâkin, çok yazık ki, doğuda şimdiye kadar öyle ol­


duğu içindir ki K oca Osmanlı devleti de — devlet hu-
kukunde bile garip bir bahis teşkil edecek— acaip hırs­
lara ve ihtiraslara kurban olmaktan kurtulamamıştır.

Gaript ir ki büyük bi r insanlık topluluğunu daim a


dağın etmekten başka bir işe yaramayan ve insanlık
ve medeniyet tarihinin kınamalarından ve tenkidlerin-
den hiç bi r vakit kurtulamayacak olan kan dökücü sal­
dırganlıklar, ümitsizce çatışmalar hep vicdan meselele­
rine dayanmaktadır. Bu meselede en büyük sorumlu­
luk sebebi bir cidâl-i kadîm (1) bahanesinden ibarettir
Çok daha gariptir ki, iki yüzyıldan fazladır, Türki-
ve ile çarpışmaktan bir türlü geri kalmayan ve — on-
dokuzuncu yüzyılda olsun— artıik insaflı olması gere­
ken diplomasi, Rusy a’yı bizden daha fazla bedbaht et­
miştir.
Rus diplomatları, Rus devletinin dizginlerini elle­
rinde tutanlar daima bizimle uğraşmış; Rusya'yı kati-

i l ) Bi z z at y a z a r t a ra f ı n d an at ti ç iz ilm işt i r. Eski ç ek işm e , eski düşm an ,


l ı k bi t i p t ük e n m e z b i r sav aş ifibi b i r anüam a g e lm e k t e di r.
18

yen düşünmeyerek daima T ürkiy e’yi yerle bi r etmeye


savaşmıştır. Halbuki Balkan felâketleri Rusya’ya hiç
bir şey kazandırmamış, birçok elem verici, fecî facia­
lar bütün bir ülkenin halkının kan selleriyle ebediyete
kadar lekeli olarak bırakmıştır.

Felâket (için) en büyük akıl v erici ve uyandırıcı


derstir, derler:

Osmanlılığı esirlik derecesine indirmek için dur­


maksızın birbirini takip eden teşebbüsler, müzakere­
ler... adı ve izi ebediyyen pâyidâr kalacak olan milletin
mücahedesinin vatanseverlik dolu yüceliğin karşı — göz
açıp kapayacak kadar kısanın kısası sayılacak az bir
zaman içinde— mahv ve perişan olmuş, artık batmak
üzere bulunduğu sanılan Osmanlılığın parlajk güneşi
bütün göz alıcı parıltıları, bütün tantanası ile gözleri­
mizi kamaştırmaya başlamışt ır (1).
Rusya ise, Japonya’ya yenilgisinden, o dehşetli boz­
gundan sarsılmış, artık (kendisi) uyanmak ve uyandırıl­
mak ihtiyacında kalmıştır (2).

Demek isterim ki her iki devlet felâkete uğramış,


her iki millet uğradığı felâket yüzünden uyanmaya yö­
nelmiştir. Şu halde uyanmanın bahşettiği «Hakim iy e t i
Milliy e» artık görevini yerine getiı^neli ve gerçekleştir­
meli değil midir?
Artık diplomatlar, milletin dizginlerini ellerinde
tutanlar; bin türlü menfaat bağlarıy la birbirlerine bağ­

c ı) Bu sat ı rlar, büy ük üm i t le r uy an d ı ran , 1908 m e şrut iy e t in in i lk y ı l.


l a r ı n d a y az ılm ışt ı r. İy i m se rli k bur a d a n g e lm e k t e di r.
(2 ) R usy a, m e şrut iy e t t e n üc y ı l önc e. U z a k d o ğ u’d a J ap o n lara y e n i l­
m işt i
19

lı olan ya da olması lâzım gelen iki büy ük milletin Y


Maky av el’i rahmetle andıracak — uğursuz bi r anlaşmaz­
lık ve geçimsizliğe gitmesine delâlet etmemeli ve deme­
melidir.
K anaatimce bu gayret ve hizmet, bu çaba ve him­
met medeniyet dünyasında sözünü en iyi bi r şekilde ge­
çirebilecek olan millet meclisleriyle basının görevidir,
Bugün her iki millet hemen mut lu bi r geleceğe an­
layış ve kavrayış dolu bakışlarını dikmeli, geleceğin
gerçeklerini görmelidir.
Meşrutiyet «Şark Meselesi»nin en başta gelen te­
meli olan vicdan emirlerine ait cenk ve kavga sebeple­
rini ortadan kaldırmıştır. Art ık tutulacak yol, her iki
taraf için de, kesin olarak belirlenmiş ve kararlaşt ırıl­
mıştır. Hele ki <mazâ ma m az â!» (3) demeyecek akıllı
bir kimse (de) kalmamıştır.
Osmaniı ve Rus milletlerinin anlaşması, hattâ bir­
leşmesi için şimdiye kadar alınan dersler ve edilen im­
tihanlar fazlasıyla yeter de art ar da. Art ık bunda te­
reddüt edecek bi r Osmaniı yurtseveri, va da Rus yurt­
severi tasavvur edemem. Rus yurtseverleri — ki meşru­
tiyet için canlarım feda etmeleri lâzım gelir— bugün
Osmaniı meşrutiyet hükümetini (kendilerine) pek kıy­
metli bi r y ardımcı bileceklerdir. Artık Rusya, Osman­
lılığa mahsus olan temiz ve nezih dostluğu ve kardeşli-
liği ve bu duyguların mahsulü olan iyi niyeti takdirden
âciz değildir. Geleceğin hayaleti önünde bi r celâdet kı­
vılcımı kesilecek iki büy ük millet v ardır: Bunlar da
Osmaniı ve Rus milletleridir (4).

'3 ) «Ge ç m i ş g e ç m işt ir, g e ç m i ş un ut uî m ah dır». anlam ı n a.


(4) Y a z a n n bu f i k i rl e r i b i r İ n an ç t an çok d a h a f a z l a b i r t e m e n n i an.
lam ı t aşı m ak t ad ı r. Y o k sa o n un g i bi d e ğ e rli b i r t ari h ç i n i n bun a
inanabi(lecA&i k o lay k o la y t a sa v v ur e di le m e z .
20

Biz, Rusya dostluğunun bizim için, bütün merkezî


devletlerin (Bunlar, o günün ortamı içinde batı dev­
letleridir) bütünün kardeşliğine ve dostluğuna eşit bir
önem taşıdığını takdir ve itiraf ederiz. Lâkin OsmanlI­
ların kardeşliği de Ruslar için aynı derecede değerlidir;
bunun böyle olduğu da bi r gerçektir. Elv erir ki eski in­
sanlık dışı hırsların ve düşmanlığın mahiyeti takdir
olunsun.

İşte bu fikir ve inançla K ırım Savaşı'nın siyasî bir


tarihçesini it haf ve takdim ediyorum.

Bunun önemli bir kısmını inkılâptan (iıkinci meşru­


tiyet) önce yazmıştım. Pdk çok şeyleri sükûtla geçiştir­
miş, pek çok şeyleri de kapalı geçmiştim. Allah’a çok
şükür bugün rahatça konuşmak hürriyeti, fikir ve dü­
rünce hürriyeti beni daha geniş muhakemeler yapmaya
yöneltti. Bununla birlikte görüşlerimde bir deği'şme
olmamıştır.
Vicdanımın hükmüyle doldurduğum bu sahifeler
her türlü garazdan ve t araf tutmaktan uzak, aykırı dü­
şüncelerden ve mübalağalardan arınmıştır.

İnsanlar için, yukarıda sözünü ettiğim iki kavram


kadar önemli bir akla yatkın sebepler ve tesirler olma­
dığından, bunlara dayanarak yazdığım şu eserde han­
gi bölüm okunursa okunsun sadece bir maksat, sade­
ce bir çıkarılmalıdır ki bu da Osmanlı ve Rus devlet
ve milletlerinin devamlı dostluk ve kardeşliğidir. Her
Osmanlı bunu istemeli, her Rus da bunu istemelidir.
Meşrutiyet taraftarı olan iki memleket basını aynı te­
melden hareket ederse özgürlüklerimiz için öyle sağ­
lam ve büyük bir dayanak vücuda getirebilirler ki kâ­
inat bir araya gelse artık, doğu, kavgava ve çekişmeye
2)

alet olmaz. T am tersine büt ün yabancılara karşı bir


hikmet ve marifet üstadı, insanlığa yol gösteren bir
mürşit olabiür.
Tradition Politique (1) adı altında yüzyıl lardanberi
süre gelip duran ihtiraslar ve saldırganlıklar plânları,
hakimiyeti milliyeye karşı arlık önemini bütünüyle
kaybetmiştir. Bunda kimsenin şüphesi yoktur, ya da
şüphesi kalmamıştır. Fakat şu yirminci yüzyılda bu
kadarı (da) yetmiyor. Daha ileri gitmelidir. Geçmişin
siyah levhalarını patça parça etmeli, büyük bir iyi ni­
yetle el ele vermelidir. Bundan sonra hükümetler, dip­
lomat lar geçmişe dönmeye değil, ona bakmaya bile
izinli olmadıklarını bilip öğrenmelidirler. Bunun için
gerek Rusya’da, gerek T ürkiy e’de şu iki büyük millet
ve devletin karşılıklı menfaatlerinin temelini inceleye­
rek devamlı ve samimî bir kardeşlik temin edebilmek
üzere senatörlerden, milletvekillerinden, devlet adam­
larından mürekkep büyük heyetler kurulmalı, iki mem­
leketin bütün cemiyetlerini, bütün basınını samimî nu­
tuklar, mantıklı makaleler, doğru fikirlerle kardeşlik
ve samimiyete doğru yöneltmelidirler. Her iki memle­
kette bu maksat uğruna büyük siyasî kulüpler vücuda
getirilmelidir.

İki millet, bahsedilen teşebbüslere başlandığı gün


siyaset âleminde en kesin şekilde bi r adım daha ileri
gidecek, hele özellikle doğu'da kan dökmenin son bul­
duğu kesinlikle ilân edilmiş olacaktır.
Şurası muhakkaktır ki Batı, Doğu'nun bu anlaşma­
sını can ve gönülden alkışlar ve «Şark meselesi»nin

(1) Ge le ne k se l siy ase t veya si y asi g e le n e k g i bi anlam lara.


22

bizcesi, yahut Türkçe ve Rusçası yavaş yavaş ortadan


kalkar...
Almanya ile Avusturya bu politikadan asla z arar
görmez, tersine bunu ister. Çünkü Bism ark’m İstanbul
hakkındaki hırsları bugün Almany a’da bile unutulmuş
hayâllerinden sayılsa gerektir.

Av rupa diplomatları doğu’ya mahsus harika olay­


lara yeni bi r ek teşkil edebilecek öyle ciddî bi r Siyaset
karşısında bulunacakları gün, kendi devletlerine yeni
öir vazifenin yöneltilmiş olduğunu anlayacaklardır. Bu
muazzez vazife ise Lahey K onferansı’nda ortaya atılan
«silâhların ve silâhlanmanın t erki» gibi önemli bi r
teklif adına bütiin başkentlerde birer «mücessem in­
sanlık heykeli» yapmak olacaktır.
Bu K it abın Scrgiizeçt l

Sadaret makamı tercümanı idim. Rahmetli sadra­


zam Halil Rifat Paşa’ya hem tercümanlık, hem müter7
cimlîk ediyordum. Asıl ve esası, başlangıcı ve kaynağı Gi­
rit olan Yunan muharebesi (1) hükümeti halecan ve he­
yecan içinde bırakmıştı. Sadrazam savaş t araf t an olup,
bu düşüncesinde pek ısrarlıydı. Bunun için meydana çı
kacak neticeyi büyük bir sabırsızlıkla bekliyor, savaşıl
safhalarını adım adım izliyordu. Başkumandandan
(gelen) telgraf haberleri, kesin başarının ortaya çıkma­
sına kadar, bol olmak şöyle dursun âdeta nadirdi. Rah­
metli paşa ise meseleleri pek enine-boyuna düşünen bir
zat olduğundan, sonsuz bir m erak içindeydi. Öylesine ki
İngiliz savaş muhabirlerinin savaş alanlanndan mütema­
diyen çekip durdukları t elgrafların kopyalarını aldık­
ça derhal ya şifahî olarak yahut da yazılı olarak tercü­
me ettirir ve vaktiyle Tesalya'da görevli de bulunmuş
olduğu için, muhabirlerin bölge bölge bildirdikleri ha­
berlerden manâ çıkarmakta isabet ederdi.

Savaşın devamı sırasında, sabahlara kadar beklen­


diği vakitlerde bile, rahmetli yatak odasına çekileceği
sırada yeni bi r telgraf olup olmadığını sorar ve varsa
anlayıp dinlemeden dairesine gitmezdi. Bi r müddet
böyle beklemekle geçti. Sonra Milona geçidi ele geçi­

(1) 1897 T ü r k -Y u n a n Sav aşı,


24

rildi, Yenişehir'e girildi. Artık sevincimize son ve sınır


yok. Zafe r zaferi takip edecek. Birkaç sene evvel
rahmetli Eyüp Paşa Atina'yı hedef olarak almıştı. Şim­
di de öyle olacak; Atinaya gireceğiz, işimiz iş... Son
verdiklerimizi, o kalbimizden koparıp . ağlaya ağlaya,
inleye inleye vermiş olduğumuz kıymetli yerleri geri
aldıktan başka, istediklerimizi de alıvereceğiz; artık
her şey elimizde...

Son elemli Rusya savaşından sonra (2) — harpsiz,


darpsiz— birçok kanlar dökmüş, birçok y erler kaybet­
miş olan zavallı milletin yeisi ve bitkinliği zaten son
derecede olduğundan. Y unan şamatalarına karşı ge­
rek halk tabakası ve gerekse ay dınlar sanki elle tutu­
lup gözle görülür bir öfke kesilmişlerdir. Başarı müj
desi gelince artık kendisini dev aynasında görmekten
vazgeçmeyen, Rum azınlıklarımızı kandırıp yollarını
sapıttırarak iç güvenliğimizi berbat etmekten çekin­
meyen, büyük bir devlet katlar kıymetli takat Osman­
lılarca ondan da aziz ve muhterem olan Girit (Akdeniz
Hâkimesi) adamızı elimizden çıkarmak isteyen şımarık
komşuya bir şiddet ve ibret dersi vermek bütün mille­
tin fertlerinin tek emeli olmuştu.

Ne beyhude, emel ne gerçekleşmesi imkânsız ha­


yâl!..
Avrupa hükümdarları şefkat ve merhamete geldi­
ler. Politika fabrikası olan diplomatlar telâşa başladı­
lar. T ürkiy e’ye mahsus olmak üzere bir karar verdi­
ler: «Bo ş yere ilerilere gitmeyiniz, çünkü mutlaka ve
herhalde gerisin geriye döneceksiniz!» dediler. Biz di

1877 1878 O M îî. m h - flu i. 'S a v * M


şaştık, kala kaldık. Ne diyeceğimizi şaşırdık ya da; her
ne dedikse, her ne diyebildikse dedik! Lâkin kendi ken­
dimize bile dinletemedik.

Bu (manevî) bozgun ne kadar ağır, ne kadar acı


idi!

Hiç aklımdan yıkmaz. Birgün tercümanlık odasın­


da gama, endişeye kedere dalmış bi r halde iken «düvel-i
muazzama» (1) elçileri adına baştercümanlan geldiler.
Hariciye Naz ı n ’na ,'y ukarıdaki) bildiriyi toplu bi r hal­
de verip gittiler. Namusuna, vicdanına, î¿isafına gü­
vendiğim Mösyö Roe, bu görevin bitiminden sonra ye­
niden yanıma geldi. Kendisini gö rür görmez artık sab­
rım tükendi. Serzenişti bir şekilde konuşmaya başla­
dım:

« — Av rupa bizden ne istiyor, bizim bütün suçumuz


Müslüman oluşumuz ¡nudıır? Harbettik, galip geldik.
Hakkımızı alacağız, hukukumuzu muhafaza edeceğiz.
Avrupa niçin bırakmıyor? Eğer Y unanlılar galip gelsey-
diler... O zaman Av rupa bu işe karışacak mıydı? Mah­
rumiyet yalnız bize mahsus mu? Hakkaniyet ve adalet
bu mu? ...» dedim.

Karşımdaki endişeli bi r şekilde tebessüm ederek


cevap verdi:

« — Evet, bu dedikleriniz hep doğru. Hem de pek


haklı, pek doğru. Lâkin ben size Av rupa’nın bu devlet
(Osmanlı Devleti) hakkmdaki politikasını kısaca özet­
leyeyim: Bundan sonra Avrupa devletleri, yazık ki, Os

H ) Büy ük de v le t le r: İn g ilt e re . R usy a. F ran sa. A lm a n y a. (A v u s t u r y a .


M a ca ris ta n .)
26

manii Devletine — savaş y oluyla pe kadar t oprak alırsa


alsın— bir kanş y er bile vermeyecektir. Bu art ık bü­
tün devletlerce kararlaştırılmış, değişmez bi r devletler
kuralı şekline girmiştir. Bunun ilçin o fikirden vazgeç­
melisiniz.»

Ben: — Kimsenin yerinde y urdunda gözümüz yok.


Biz zaten bizim malımız olan bazı t opraklan geri alaca­
ğız. Buna o devletler ne kanşır? »

Samimi dostum benim aşın üzüntümü anlamışt ı:

« — Evet, öyle ama; yazık ki bu kararın değişmesi


imkânsızdır. Türkiye'ye, isterse önceleri kendisine ait
olmuş olsun, bi r kanş y er bile geri verilmeyecektir.»
dedi, gitti.

Ben bunun üzerine artık cevap veremedim, tıkan­


dım kaldım. K endi kendime söylenmeye başladım:
Evet, artık biz medenî haklardan düşürülmüşüz. Artık
biz Avrupa haritasında fazla bi r cins mahlûk imişiz.
Artık biz vücudu olmayan bi r v arlık haline gelmişiz.
Açık söyleyelim: Y av aş yavaş — şimdilik— Av rupa kı­
tasından yok olmaya mahkûmuz vesselâm.
Niçin?
tşte müthiş bi r soru!

Evet, yarım yüzyıl önce bizi mahvolmaktan kur­


tarmak, Avrupa'nın banşm ı ve güvenliğini emniyet al­
tına almak, yahut Avrupa devletler muvazenesini ko­
rumak için kesin müttefik tanımak yolunda uzun uza­
dıya görüşmeler yapılmış, anlaşmalar düzenlenip ka­
rarlaştırılmış, Fransızlar ve îngiliz ler ülkemize çuval­
larla altın dökmüşler... Sadece bu iki devletin büyük
milletleri, savaş mey danlannda vüz binden fazla kur­
11

banlar v ermişler (D... Bir seneden fazla Akdeniz yüz-


ierce savaş gemisi, binlerce askerî taşıt gemisiyle çal­
kanıp durmuş. Adı gibi korkunç, zifirî karanlık bi r kış
gecesi kadar dehşetli olan K aradeniz kıyılarında, dağ­
larda, tepelerde, bat aklık içinde, kale ve istihkâm yığın­
ları altında... Üç yüz binden mutlaka pek daha çok ana
baba evlâdı helâk toprağına serilmiş. K itaplıklar dolu­
su yazılar yazılmış. T am iki sene içinde birçok kere­
ler boğaz boğaza gelindikten, yazın şiddeti, kışın şiddeti
birçok zayıfları bitirdikten, ovalar, bat aklıklar mezar­
lık haline girdikten, hasılı kaza ve kader hükmünü bü­
tünüyle yeniıne getirdikten sonra Paris K ongresi ya­
pılmış. Burada galip ve mağlûp bi r karar imzalamış:

Osmanlı Devleti'nin ülke büt ünlüğü -lOsmanlı İs­


tiklâli!

Aradan birkaç sene geçmiş; bu karar bütün zihin­


lerden çıkmış, ya da çıkarılmış. O kararın hükmü pa­
ramparça edilmiş. «Ülke bütünlüğü» kelimeleri karar­
sız birtakım hecelerden ibaret kalmış. Bunların yeri­
ne «devletin taksim edilmesi, bölünm esi» geçmiş. Dost,
düşman el ele vermiş; biz içeriden onlar dışarıdan ol­
mak üzere (2) muntazam ve pek süratli bi r kazma-kü-
rek yarışmasıyla altı yüz senelik çok büyük ve gösteriş­
li bir yapının temellerini sökmeye başlamıştır. Gariptir
ki sonuç bakımından her iki tarafta da bir uyarma.

(1 ) K ı n m S av aşı v e o n d an so n rak i g e li şm e le re t em as e di liy or.


\ 2) Bi li n d i ğ i g i bi bu sö z T an z i m at d ö n e m i n i n ün lü v e d e ğ e rli de v le t
ad am ları n d an F uat P aşa*y a at t i r. F uat P aşa, bi rg ün bi r y abanc ı
di p lo m at a: « A s ı r l a r d a n be r i si z le r d ı şarı d an , bi z le r iç e rid e n ç alışıy o ­
ruz ; y i n e de bu de v le t i y ı k am ad ı k . Dem e k ki d ün y an ı n en k uv v e t li
dev le t i O sm an lı İ m p ar at o rluğ u imiş.*
2$

ders alına belirtisi görülmemiş. İnsaflılık, haklılık (kuru


birtakım saçma sapan Jâflardan ibaret sayılmış. Niçin?
Çünkü biz ettiğimiz ahdi yerine getirmemişiz. Paris
K ongresi’nde söylediklerimizi çarçabuk unutmuşuz.
Baskı görmedikçe, zorlanmadıkça vazifemizi bile aklı­
mıza getirmemişiz. Avrupa ilerledikçe biz gerilemişiz.
Hele bir zamanlar miskince entrikalarla, kişisel niyet
ve maksatlar uğrunda devlet hukukunu, milletin hakla­
rını canımızın istediği gibi feda etmekten bile çekinme­
mişiz. İngiliz politikasını da kırıp geçmişiz. Tepemize
darbeler indikçe bir sülük gibi yapışmış, kanımızı
emip durmuş olanların sadece yüzden olan «vah vaha­
ları ile yetinmişiz. Düşmanın her hamlesinden doğan
bozgunda, devletlere hiç bilip anlamadığımız bi r tak­
lit dili ve tavrı ile protestolar çekerek (sanki böylece
görevimizi yerine getirmişiz gibi) bol bol nefesler al­
mışız.

Gerçekte ise: çünkü zavıf. dciim-a kuvvetlinin hük­


mü karşısında zebundur; işte onun için!..

Bununla birlikte, bize ait kusurlar o kadar çoktur


ki saymakla bitmez. Lâkin Avrupa devletleri (de) T ür­
kiye’nin bu felâketli durumundan sorumlu değil mi­
dirler?

İnsanlık tarihinin karşısında Av rupa politikası hiç


bir zaman sorumlu olmaktan kurtulamaz. Ne çare ki
devletlerce ötedenberi insanlık kitabı sadece güçsüz
olan milletlere okutturulan ufacık bi r elifbâ (alfabe)
parçasından ibaret, insanlık, medeniyetin annesi oldu­
ğu halde onun e,n büyük düşmanı sayılıyor. Politika
adına: Ana da, evlât da birbirlerini inkâr ediyorlar; bir­
birlerinden uzaklaşıyor ve nefret edivorlar.
2Î*

Geçelim!
** *

Bundan on iki on üç sene önce ağır bir hastalık­


tan kalkmış, tedavi olmak üzere —'ilk defa olarak—
Fransa’ya gitmiştim. Daha doğrusu birkaç ay yatağın
esiri halinde inleme ve ıstıraptan sonra, bin bir türlü
mihnet ve müşkülât geçirerek, bi r hayır sahibinin in­
sanlık gösterip y ardımı sayesinde Paris’e gidebilmiş­
tim. Böy le bir başşehirde tabiî olan okuma ve öğrenme
hırsından söz etmeye bile lüzum yoktur. Paris'te her
nedense, takma ad ile kalabildiğim birkaç gün, birçok
kitaplıklara uğradım. Her nereye gittiımse yeni yeni çık­
mış birçok kitaplar gördüm. Bunların hemen hepsin­
de de bizimle iılgili bahisler, konular var. Şark Meselesi.
Kınım Muharebesi..
Merak ettim, meğer o sıralarda Fransa'da o bütün
dünyanın kendisine âşık olduğu Paris’te İkinci İmpa­
ratorluk dönemine ait pek çok hâtıralar, eserler ya-
vınlanıyormuş. O de\;ir ise bizde de pek önemli bi r za­
man parçası: K ırım Muharebesi, Paris Kongresi...
Aldım. Ne kadar hatırât kitabı buldumsa, daha
başka ne gibi tarihle ilgili eserler bulduvsam, gör­
düysem aldım. Eyvah ki bize ait ne akudumsa (hepsi)
bana pek yabancı göründü. Sanki Kınım Muharebesi,
o bizim bildiğimiz — batı devletlerinin maddî ve ma­
nevî yardımı ile— ama bizim yaptığımız bir savaş de­
ğil. Abdülmecit Han, üçüncü derecede bir şahıs b;i!e
sayılmıyor. Büyük Reşit Paşa, Âlî ve Fuat Paşalar he­
men hemen hiç söz konusu edilmiyor. Eserleri incele­
meye koyuldum. Bundan sonra her sene Av rupa'ya gi­
dişte eski yeni birtakım eserler daha edindim. Yine bize
şö re (bizimle ilgili) bi r şev vok!
id

Büy ük Napoly on’dan sonra Av rupa devletlerimi


pek önemli bi r surette işgâl eden siyasî mesele K ırım
Savaşı idi. Bundan dolayı bu konuda ne yazılsa — gerçe­
ğe bütünüyle uymak şartiyle— elbette değeri vardır,
işte bu düşünce ve inanış beni bu konuyu takip etme­
ye yöneltti.

Acaba bizde böyle bir eser yazan olmamış mıdır,


yazılmışsa basılmamış mıdır?

Av rupaMar ne yazmışlarsa ¡kendi görüş açıların­


dan yazmışlar. T abiî (onlar) bizi bizim kadar ve bizim
gibi düşünemezlerdi. Fakat bütün bütün hiç düşünme­
meleri de insafa uygun değil. Bununla birlikt e biz ne­
ler yazmışız acaba?

Pek çok kimseden sordum, soruşturdum. K ırım


Savaşı üzerine T ürkçe yazılmış bir eser bulamadım.
Değerli araştırmacılarımızdan bibliy ofil Ali Em irî Efen­
di, «Saika-i Zafe r» adlı, yüz otuz altı sahifelik, iki fasi-
külü yayınlamış bi r kitapçık verdi. Bu kitap, içindeki­
ler bakımından, K ırım savaşının bi r girişi bile sayıla­
maz. Ama pek güzel yazılmış. Tamamını aradım, kime
sordumsa cevap alamadım (1).

Rahmetli Cevdet Paşa'nm bütün ellerde derin bir


saygı ile dolaşan «T arih»i, Abdülmecit Han’ın saltanat
zamanına kadar ulaşamamıştır. Kendisinin, bundan
sonraki olayları takip etmek için «T ez âkir-i Cevdet»

( l ) A l i Em i ri Ef e n d i 1857’ de d o ğ m uş, 1924’ t e ö lm üş d e ğ e rli b i r id are c i


ve i li m adam ım ız dı r. F at i h't e k i M i lle t K i t a p l ı ğ ı n ı k ur an o dur. A şı
n k it ap d üşk ün ü o ld uğ u için y a z a r k e n disin i «k i t ap h ast ası - o la.
rak nit e li y o r.
il

adı altın d a ikinci b ü yü k ve ön em li b ir es er ka lem e al­


d ığın ı ve b u nu ta m a m la d ığın ı iş itm iş tim . N e çare ki
b unu h ab er veren zat, es erin b aşka ellere dü ştü ğü nü ve
ora d a n da ku rtarılam ayacağım s öylem iş ti. B ilm em
acab a b u m eşru tiyet d ön em kid e o im kâ n s ızlık hâlâ de­
vam etm ekte m id ir? Ra h m etli Ra u f Pa şa’nın (2) da on
iki ciltten m eydana gelm e b ir «K ır ım M u h areb es i Ta ­
r ih i» yazm ış old u ğu söylen iyor. Acab a b u d a nered e?
B en «Kıs as - ı E n b iyâ » ile, o gü zel ya zılm ış ta rih in i oku ­
du kça C evdet Paş a’nın olgu nlu ğu nu n m eftu n u ve kü l­
tü rü nü n hayranı oldu ğu m dan, K ır ım S avaşı için ya zıl­
mış b ir ta rihin de ra h m etli tarafın da n m illete arm ağan
ed ilm iş loidu ğu nu görm ek is terd im . Cevdelt ta rihin in
ilk ciltleri, B ü yü k Reş it Pa şa'm n irfa n kü tü phanesin­
d e kalem e alın m ış , b u b ü yü k dâhinin b ilgece a yd ın la t­
m a la rı ş erefin e u la şm ış tır Şu ndan a n la ş ılıyor ki rah­
m etli C evd et Paşa, ya zacağı eserin en ön em li ya ra tıcı­
sıyla d eva m lı temas halinde öldü ğü nden, için d e yaşa­
d ığı o b ü yü k d ön em in fik ir hareketlerimi, siyasetini
onu n kad ar açık ve b elirgin , dü zenli, sağlam ya zm ak
pek zo r olacak.
B u nu nia b irlik te b u gü n de b eni m eselede kalem le­
riyle d es tekleyip aydın latacak pek çok b ilgili kim se,
çok şü kü r ki, m evcu ttu r. B u konu da b ir es er yazmaık ve
ya yın lam ak h im m etin d e b ulunu rlaHsa <Osmanlı siyasî
tarihi için elb ette ki p ek b ü yü k b ir h izm et etm iş ola ­
ca kla r ve m illetin h afıza sı ken d ilerin e eb ed î olarak
m in n etta r kalacaktır.
***
Fransa a ka d em i ü yelerin den A lb ert Va n d ale »N a-
p olvon ve B irin ci A leks a n d r» adı altın d a ya zd ığı önem-

(2 ) l832'df> d o ğ up 1908’ de ö le n v e K ı n m S a v aşı ’ n a k at ı lan , um r a d an


p a ş a l ı ğ a k a d ar y ük se le n M e h m e t R a u f P asa olmasa a k l a g e le bi li r.
32

li bir kitap için Pet ersburg ve Moskov a’y a kadar git­


miş ve hükümetinden pek çok kolaylık görerek müsa­
adelere mazhar olmuştur. Vandale’ın bu kitabında Til-
sit ve Erfort görüşmeleri, Napolyon'un bazı mektup­
ları, biz OsmanlIların okudukça düşüneceği ve düşün­
dükçe okuyacağı, inceleyeceği öyle önemli bahisler
•'ardır ki, insan bu yoldaki tarih! olayları araştırmaya
bütün bir ömrünü odasa ve binde bi r oranında olsun
hizmete muvaffak olabilse, yeni geniş bir başarıya ulaş­
mış sayılabilir.

Cevdet Paşa'nın tarihi ile Vandale’m bu eseri kar­


şılaştırılırsa gerek üslûp özelliği, gerek tasvir ve ifade,
gerek meramı anlatabilmekteki ustalık bakımlarından
paşanın ötekinden çok üst ün olduğu ve bütün dünya­
nın ilim akademilerinde kendisine bi r saygı makamı
kazandırabileceği derhal anlaşılır Bunun içindir ki
Sultan Abdülmecit gibi ileri fikirli bir hükümdarın
saltanatı zamanında Reşit Paşa, Alî Paşa, Fuat Paşa
gibi büyük devlet adamlarını, büyük siyasetçileri ve
dâhileri yetiştiren önemli bir dönemin olaylarının ve
hükümlerinin Cevdet Paşa gibi değerli bi r tarihçi tara
fmdan kaleme alınmış olmasını temenni etmekten bir
türlü kendimi alamam. Varsa ne büyük bir nimet, yok­
sa yüz bin kere yazık!

Reşit Paşa, Cevdet Paşa'nın maddî ve manevî ba­


kımlardan irfanca besleyeni ve yetiştiricisi olduğun­
dan, Abdülmecit dönemi tarihinin gerçefkten üstün bir
kalem bulunan Ha;: ret i Cevdet’le yazılması Osmanlı
tarihçileri, hattâ Osmanlı milleti için cidden bahtiyar
lık olurdu.

Çünkü düşünüyorum:
Bugün altı yüz senelik Osmanlı devletinim ondoku-
aı nc u yüzyıldaki saadet ve felâketini tasvir eden iki
¡evhası tetkik ve tinkid, bu iki manzaranın güzelliğini
ve dehşetini açıklayıp yorumlamak ne kadar zordur.
Y a bi r zamanlar Avrupa devlet muvazenesi adına cid­
den bi r savunma, sonra parça parça kesilip biçilme­
sine karşı müsaade ya da müsamaha olunan Osmanlı
devlet ve milletinin, memleketinin parlaik mazisini, sö­
nük akibetlerini ibret ve uyanma gözleri altında tetkik
etmek ne kadar elemlidir.

K ırım Savaşı Osmanlı Devleti’nin medeniyet dün­


yasındaki yeni bi r yükselişinin başlangıcı demekti. Biz
bundan nasıl o lur da habersiz kalabiliriz? Bazı tarih
kitaplarımızda okuyabildiğimiz topu topu birkaç sahi-
feden ibarot yazılar, su üzerine çizilmiş nakışlaı çeşi­
dinden pek önemsiz birtakım geçmiş hikâyelerinden
başka nedir? Buna karşılık Avrupa'da, özellikle Fran­
sa’da en azından yedi ünlü tarihçinin birçok belgelere
dayalı eserleri var. Başta Bismark olmak üzere yine pek
çok siyaset adamlarının ciltlerle hâtıraları yayınlan­
mış, hemen hepsinde K ırım Savaşı söz ve inceleme ko­
nusu edilmiş bulunuyor.

Bir diplomatın dediği tekrar edilerek denilebilir


ki K ırım Savaşı gibi bütün Av rupa diplomasisinin de­
vamlı ve gittikçe artan bir çaba ile meydana gelmesini
önlemeye çalıştığı bir gaile veya facia tarihte
gerçekten pek nadir görülmüştür. Bu mesele için har­
canan mürekkep, karalanan kâğıt gerçekten tahmin
ve tasavvurun çok üstündedir. Bu konudaki bütün si­
yasî yazışmaları bi r araya getirmek mümkün olsa bü­
yük bir kitaplık meydana gelebilir. Bu kâğıtlar içinde

F : .<
34

öyle güzel yazılmış notalar v ardır ki, aradan yüzyıllar


da geçse, yine tarihî ve siyasî niteliğini koruyacaktır.
Art ık aczimi unuttum. Belki yayınlayacağım şu
y apraklar ilim, irfan ve ihtisas sahiplerini teşvik eder
düşüncesiyle, toplayabildiğim bütün yazı ve eserleri bi­
rer birer gözden geçirdim, birer bire r sıralayıp ayır­
dım. Fakat konuların çoğu resmî belgelere dayalı bu­
lunduğu halde, okuduklarım Fransızca çevirilerden
ibaret olduğundan ister istemez bir müddet daha bek­
lemeye karar verdim.

Meşrutiyetin ilânı üzerine — elimden geldiği kadar—


bilgileri ve y ararlandığım kay naklan genişletmeyi ba­
şardım. Bununla birlikt e yine birçok şeyler eksik kal­
dığından, Avrupa arşivlerine davalı bazı belgelere da­
ha başvurdum.
Paris'te Hariciye Nezaret i’ne mahsus büyük ve
önemli kütüphanedeki değerli eserlerin birer nüshası­
nı da, dışarıdan tedarik ettim. Hariciye arşivlerinden
doğrudan doğruya istifade edemedim. Çünkü Fransa
hariciye arşivlerindeki bütün evrak tarih ve çeşit itiba­
riyle ciltletilmiş ve 1848 tarihinden sonraya ait bulunan
ciltler henüz y azarlara ve incelemek isteyenlere açıl­
mamıştır. Gerçi özel izin alınmak istenmiş ve bu hu­
susta vaad da alınmış ise de her nedense daha sonra­
ları, niçin olduğunu anlayamadığım bi r engel meydana
çıkmıştır.
Viyana ya gidemedim, hastalanmam bunu önledi.
Muhterem hocam Selânikli T evfik Efendi, bana,
önemli şark meselelerinin Senviboz’dan iktibas suretiy­
le, tarihe giriş olmak üzere kaleme atamasını tavsiye
etmişti. Bunu yapamadım. Çünkü bu mesele sadece
yabancı yazarların kaynak alınması yolu ile yazılacak
35

bir şey değildir. Öyle de olsa yine arşivlere başvurmak


gereklidir. Bundan dolayı, sırf bi r tarihi görüş olmak
üzere, evvelce yazmış bulunduğum özel bir «giriş»d esas
tutarak buna bi r tarih özeti tertip v e ilâvesiyle yetin­
dim.

Şu birkaç sahifeyi dolduran özel ifadelerim fazla


görülmesin. Büt ün bu sözler, yazarı pek âciz ve değer­
siz, fakat konusu pek önemli bi r eserin hikâyesi demek
olduğundan, bunun da tarihî bi r değeri ve niteliği v ar­
dır sanırım. Üzüntü duyulacak bi r şey v arsa o da bi r
tarih eserinin iktidar sahibi bi r kalem t arafından ort a­
ya konulmamasmdan ibarettir. K aldı ki benim en bü­
yük kusurum, bundaki yetersizliği düşünmeyerek şu
kitabı yayınlamaktaki cür’etimdir. Okuyucuların ba­
ğışlamalarım niyaz ederim.

Yeşilköy: Ekim 1909


G İ R İ Ş

Y üce Osmanh devletinin siyasî tarihinin pek önem­


li bi r safihesini meydana getiren «K ı rım Muharebe-i
Meşhuresi» Tiiıtkiye-Rusya siyasî münasebetlerini ince­
lemek için de çok geniş ve elverişli bi r ortamdır.

T ürkiye’de rahmetli Sultan Abdülmecit Han’ın sal­


tanatı döneminde kurulup açılan «yeni dönem » K ırım
Savaşı’nuı meydana gelmesiyle büt ün dünya ve dünya
milletleri nazarında kendisine sağlam bi r y er sağla­
mıştır. Gerçi Yeniçerilerin ortadan kalkmasıyla Osman­
lI Devleti (zaten) başka bi r döneme girmişti. Mahmud-ı
Adlî (1) hazretlerinin büyüklüğü güneş gibi açık ve se­
çiktir. Lâkin gerçek yenilik dönemi, devletimizin bü­
yük devletler arasına girişi üzerine, yenilik teşebbüsle­
ri tarihinden başlar ki bu da hakkıyle Abdülmecit
Han'ın saltanatı zamanının değerli yadigârıdır.

Büy ük Petro Vasiyetnamesi denilen eski tasavvur­


lar ve ihtiraslar, Büy ük Napoly on’la Birinci Aleksandr
arasında Tilsit ve L rf urt ’ta meydana gelen müzakere­
ler,. özellikle Haçlıların y adigârlan olan kışkırtma ve
iftira art ıklan Osmanh Devleti’ni büsbüt ün temelin­
den sarsacak pek çok batılı saldırılarına sebebiyet ver-

(3 ) S ult an İ k in c i M ah m ut 'un , y ak m ç a ğ k a y n ak la rı m ı z d a adı bö y le


g e ç m e k t e dir. Â d i ! , ad ale t d ağ ı t an M ah m ut an lam ı n a.
inişti. İçişleri gerçekten de düşmanların fırsat ları­
nı hedefe isabet ettirecek elemli olayları hazırlamakta
bulunmuştu.

Meselâ bunlardan biri olarak görürüz iki Çar Niko-


la'nm iş başına geçişinin ilk y ıllarında Rusya devleti
1828 ve 1829 senelerinde Osmanlı Devleti ile pek önem­
li savaşlar yaparak, Edim e Anlaşması gibi içindeki
lıükümleri bizim devletimiz bakımından acze ve güç­
süzlüğe örnek sayılabilecek, çok büyük bi r zafer ka­
zanmıştı. O sıralarda Fransa'nın, Moskova hâtıraları
tesiriyle, Rus politikasına özel bir eğilim gösterişi, Rus­
ya nm düşmanı olan meşhur K aning’in yerine İngilte­
re’de iktidara geçen Dük de Vellingt on’un yine aynı te­
sirlerin bi r başka türlüsüyle Rusya’y a karşı tolerans
göstermesi ve Prusya’nın da Petersburg ıicabinesi emel­
lerine uygun bi r meslek tutuşu sayesinde Rusya diplo­
masisi, meydanda tek başına bıraktığı yahut da o hal­
de bulduğu Nem se’yi (Avusturya) — daha doğrusu
Prens Meternih'i— şaşırtıp koca Osmanlı Devleti’ni tek
basına kendi kahır ve tahakküm pençesi altında ezmek
dâvasını gütmüştü,

Lehistan kargaşalıklarımda Grandük Konstantin’in


Varşov a’daki mektupları arasında tesadüf olunan ve
tarihî belgelerin en önemlilerinden biri sayılan, Kont
Nessel - Rod imzalı özel bi r mektupta Rusya devletinin
ve Çar Nıkola’nın, yapmış olduğu bu son savaş sonun­
da elde etmeyi başardığı emeller., gerçekleşmesini ga­
ranti altına aldığı geleceğe ait düşünceler... K ırım Sa­
vaşının meydana gelme sebebini teşkil eden olay lar zinci­
rine bi r rehber olmak üzere gösterilmiştir. Bu belgede
Rus başvekili diyor ki:
« Bu savaşta (1828 -1829) Osm anllann payitahtları­
na kadar ilerleyip Osmanlı Devlcti’ni darm a dağın et­
mek elimizdeydi. Av rupa kıtasında Osmanlı Devleti1 'ni
büsbüt ün bitirmek isteseydik hiç bir devlet buna en­
gel olamayacak, hiç bir tehlike bizi korkutamayacaktı.
i âk i n imparatorun kanaatine göre bizim için Osmanlı
Devleti yalnız bizim himayemiz altında yaşayabilecek
ve bundan sonra sadece bizim emellerimize hizmet ede­
cek bi r hale getirmek; 'kendi ülkemizi yeni fetihlerle
genişletmek bakımından; sonraları (buralarda) sanat,
medeniyet ve servet bakımlarından bizimle rekabete
girişebilecek başka hükümetler kurulmasından elbette
daha faydalıdır. İşte bu kere Osmanlı Devleti ile mü­
nasebetimiz, imparatorun bu özel görüşleri çerçevesin­
de kurulacak ve yürütülecektir. Biz Osmanlı Devleti'-
nin mahvedilmesin! arzu etmediğimiz gibi, kendisini
bugünkü halinde, olduğu gibi tutmanın yollarını ara­
maktayız. Mademki bu hükümet (yani Devlet-i Aliyye)
ancak bize tâbî olmak suretiyle bize faydalı olabilir;
biz de ondan taahhütlerim tamamiyle yerine getirmesi­
ni ve bütün emellerimizin hemen gerçekleştirilmesini
talep ediyoruz.»

Nesel - Rod adı geçen mektupta yapılan savaştan


dolayı istenilen savaş tazminatının bir garantisi olmak
üzere, on sene için Memleketeyn’in (1) işgal altına
alınması kararlaştırılmış olduğu halde, sayısız zorluk­
lar yüzünden bu konu üzerinde fazla duralmadığını ve
Rusya için her ne zaman arzu edilecek olsa oraları zapt
ve işgâl etmenin kolay olduğunu büyük bi r gururla an

( 1) E f lak - Buğ d an : R o m any a.


46

lattıktan sonra. Çar Nik o la’nm bu hususta almış oldu­


ğu kararların Osmanlı devletini — onu çökertebilecek
bir yük altına koymayacak olsa bile— daim a Rusya’­
nın em ir ve işaretine hazır bi r halde tutabilmeye elve­
rişli olacağını ve pek çok seneler Rusya'ya karşı güç­
süz kalacağım, eğer bir daha Rusya aleyhine bir hare­
kete kalkışacak olursa bunun kendi mahvı demek ola­
cağım hissettirip hatırlatacak bi r borç y ükünü bu dev­
lete yükleyeceğini hatırlatmaık istemiştir. Yani (kısa­
cası) Rusya bakımından artık Deli Petro ve K at erina’-
y a atfedilen söylentilerin (vasiyetlerin) gerçekleştiril­
mesi dönemine girildiğini — imâ y ollu olsun— belirt­
mekten kendisini alamamıştır.

Bundan da anlaşılıyor ki, kötü bir talihsizlik eseri


oİ 2 rak, Rusya Edirne’deki başanlı anlaşmayı imzala­
yınca, artık Rus diplomatları: «Bundan böyle Avrupa
yok. bundan böyle Osmanlı Devleti, Rus boyunduruğu
altında ezilip duracak. » gibi garip inançlara sapmışlar­
dır.

Bu inançların bât ıl olduğu çok açık seçikti.

Rusya diplomasisi, Avrupa devletlerini birbirine


düşürerek ve her birini birer türlü avutaralk, bütün
dünyanın diline dolamış olduğu büyük bi r tasavvuru
'hay âli) gerçekleştirmek istiyordu. Halbuki gerçek ala­
nında yalan ve hile siyasetin (asıl) sermayesi değildir.
Devletlerin birbirleriy le ciddî münasebetlerinde başarı­
nın en büyük yol göstericisi hak ve hakkaniyet yoludur.
Kuvvet çoğu zaman hakka galip gelirse de, şunu bilme­
lidir ki bir gün gelir kuvvet ortadan kalkar, ya da sar­
sıntıya uğrar. Hak ise daima yücedir ve hiç bi r zaman
ortadan kalkmaz. Dolayısıyla hakka dayanmayan bir
41

kuvvet ve bir plân her zaman yalan yanlış sonuçlar ve­


rir. T arih bu büyük gerçeklerin ibret ve felsefesiyle
doludur.

Avrupa devletleri (o zamanlar) Osmanlı Devleti ile


Rusya arasındaki bu anlaşmanın Ruslar tarafından böy-
iece yorumlanışından pek ziyade ürkmüşlerdi. Osmanlı
Devleti’ne gelince, bu devlet — zannolunduğu gibi— bo­
yunduruk altında ezilecek bi r devlet değildi. Daha doğ­
rusu ortada bunu yapacak ve yaptıracak bir devlet
yoktu. Lâkin z afer sarhoşluğu, ötedenberi bazı devlet
adamlarının kendilerine meslek edindikleri diplomasi
hile ve desiseleri buraları düşündürür m üy dü’

Osmanlı Devleti'nin içişlerinin genel ve özel du­


rumu, el sanatlarının ve endüstrisinin, hasılı serveti­
nin ve ticaretinin aşırı zayıflığı., bunların her biri bir­
kaç devleti birden yok edebilecek kötü sebepler sayı­
lırdı. Rusya diplomasisi bunları görüyor, Rus diplomat­
ları bizi mahvetmek için Av rupa’v a karşı bu silâhlan
kulanıyordu. Artık bi r müddet daha geçince kimseye
fırsat vermeyecek, biraz daha ezip büzdükten sonra
yalnız kendi başına bizi bi r an yutuverecek... İşte dip­
lomasinin görüşü ve anlayışı bundan ibaretti.

Çar Nikola, daha iş başına geçişinin başlangıcında


büyük z aferler kazanmıştı. Bu sayede bütün R uslann
taassupları galeyana gelmişti. Kendisine âdeta tapıl-
maktaydı. K endisi de bu yüzden büyük fütuhat arzu­
suna kapılmıştı; art ık bu arzudan .kolay kolay vazgeçe­
mezdi. Hele ki Edirne anlaşmasıyla tamamiyle elini
ayağını bağlayacağını umduğu ve avcı el'nde çaresiz
kalmış zannettiği Osmanlı Devletini istediği gibi yap­
mak. istediği zaman öldürüp dilediği zaman ve diledi-
gi y erde diriltmek istiyordu. Bunlar siyasetin icapları­
na asla uymayacak birtakım ihtiraslardı. Artık bu ih­
tiraslar ve kurunt ular büt ün Rus devlet adamlarının
zihinlerini de sarmış bulunduğundan, tabiatiyle impa­
rat or bunların içinde kaynaşmaktan kendini alamıyor­
du.

İşte Rusya’nın bu y oldaki emelleri \e düşünceleri,


gizli açık çaba ve teşebbüsleri, hiç bir gerçeğe v akıf ol­
mayan ve hakkı hak tanımamayı prensip bilen büyük
devletleri pek çok düşündürmeye başlamıştı. Bir müd­
det Doğu olaylarına karşı ilgisiz davranan bu
A v r u p a d e v l e t l e r i nihayet gaflet uykusundan
uyanarak devletlerarası muvazenenin ve Avrupa'nın
genel güvenliğinin ancak Osmanlı Devleti’nin ayakta dur­
ması ile mümkün olacağını yeniden takdir ettiler. Dev­
letin ülke bütünlüğü, memleketin yönetimindeki istik­
lâl bundan sonradır ki bu büyük devletlerce yeni baş­
lan gözönünde tutulacak bi r konu olarak ele alındı.

Siyaset alanında meydana gelen bu büyük değişik­


lik Abdülmecit Han hazretlerinin saltanatı zamanında
gerçekleştirilmiş olan Tanzimat-ı Hayriye gibi yüce ve
uğurlu bir teşebbüsün güzel gelişmesinin sonucu idi.
Bu büyük ve önemli siyasî olay kendisini gösterir gös­
termez Rusya, elindeki çaresiz kalmış avının uçup gi­
deceğini anlamış olduğundan, derhal türlü türlü diplo­
matik bahaneler icadına kalkışmıştır. Bunun üzerine­
dir ki büyük devletlerde de artık iyiden iyiye görüş ve
meslek değiştirmeye doğru bir eğilim başlamıştır.

Zaten birkaç papazın birkaç kilise sandalyesi veya


kapısı, va da bi r ziyaret yeri feneri, bu da olmazsa anah­
tarı için çıkardıkları cahilce çekişmeler ve meselâ Ka-
43

toliklerim Ortodoksları, yahut bunların onları bir ibâ­


det yerine sokmamak için pek ileri vardıkları taas­
sup dolu mücadeleler, milyonlarca Osmanlı uyruğunu
— güya mezhep adına— himaye etmek adı altında Ef­
lâk ve Buğdıah’ı sebepsiz yere zapt ve istilâya kalkış­
mak... çeşidinden rengi ve niteliği bilinmez ve gerçekte
hiç de akla yatkın olmayan bazı meselelerin ortaya çık­
masına meydan verince Batı (Av rupa devletleri) ile Ku-
zey'in (Rusya) birbirine pek zıt bulunan görüş ve anla­
yışları bütünüyle ortaya çıktı. Anlaşıldı ki ı.Vanası mut­
laka gerekli olan biy varlığın (Osmanlı Devleti’nin).ege­
menlik hakları ay aklar altına alınmak isteniliyor, böy ­
lelikle İslamların haklarından başka öteki dinler men­
suplarının bile hakları çiğnenip ellerindeki imkânlar
zedeleniyordu. Bu iş bütün Av rupa’yı hiçe saymaktı.

Bütün bu olaylar olurken Rusy a’da taassup pek


aşırı ve hükümet de ister istemez zamanın bu akımına
boyun eğerek bu aşırı taassuba eğilimli idi. Çar Niko-
!a birkaç sene önce Roma'ya bile gitmiş, Saint Pierre
kilisesinde T anrı’ya y akanlarda bulunmuştu. Bunun
için Rusya’da artık büyük bir fikir ve emel zihinleri dol­
durup yürekleri ele geçirmiş büyülemişti. (Durum o za­
man öylesine varmıştı ki) hattâ Katolik Fransa’da impa­
rator Üçüncü Napolv on hükümete geçtiğini ilân ettiği
zaman Birinci Nikola, Napolyon'u, öteki hükümdarlar
gibi birader diye değil, ancak iyi dost diye anmaya lâ­
yık görebilmişti.

Demek lâzımsa: Rusya diplomatları ve imparatoru


bazı devletleri lâfla avutarak, Fransa’yı önemsemek is­
temiyor, aksine İngiltere bir anlaşma yapıp Av rupa kı­
tasının hesabını — kuzey ve batı olarak— yalnız iki üç
44

devlet arasında hemen görüvermek emelinde bulunu­


yordu.
1848’de Louis Philippe hükümetinin son elemli saf­
hası (1), dokuz sene bi r mülteci olarak Ingilt ere’de
yaşayan Büyiik Napoly on’un t orununa Fransa'ya dön­
mek imkânını hazırladı. Bundan sonra birbiri ardın­
dan gelen olay lar Fransa’yı krallıktan cumhuriyete,
cumhuriyetten imparatorluğa attı. Prens Louis Napol-
von önce Cumhurbaşkanı, biraz sonra da İm parat or
oîdu. Onun saltanat sürdüğü dönem «İkinci İm parat or­
luk » adını aldı.
Bu önemli dönemin tarihini yazan düşünür bir ten-
kidçi, her şeyden önce, o tarihi yazan tarihçileri üç kıs­
ma ayırmıştır: Bunlardan bi r kısmı tarihini yazdıkları
zatın dost ve yakınları, bi r kısmı ise onun düşmanları­
nı va da muhaliflerini teşkil etmek itibariyle her iki
tarafın yazdıklarının da gerçekten uzaklaşmış bulundu­
ğunu gösterir ki pek doğrudur. Bu muhakeme tarzına
göre üçüncü kısım — ki ne o zat ile temas ve münasebet­
te bulunmuş, ne de o zamanın icraat ve telkinlerinin
altında kalmıştır— yalnız gerçeklerin kaynağı olan bir­
çok belgeyi inceleyip eleştirerek bunun sonuçlarını
yayınlamıştır. Bu son kısmın yazmış olduğu t ari h -be l­
geli ve ispatlı bulunması dolayısıyla bütünüyle yalan­
dan ve garazdan uzak bulunur ki, böylelerine bile ger­
çek değilse de genellikle en çok gerçeğe yaklaşmış d-
nilebilir.
Bu ve böyle değerli esaslarla yazılmış bulunan gü­
zel eseri Fransız Akademisi’nin takdirine ve mükâfatı-

(1) F ran sa büy ük i h t i lâli n d e n so n ra k u r u l a n . c um h uri y e t dön em i 184B


i h t i lâ li k apan m ışt ı. Y a z a r bu o la y a i şare t e t m ek t e dir.
45

na en lâyık görülen muhterem yazar. Üçüncü Napol-


yon'un siyasî portresini çizdiği sahifelerinde, İkinci
im parat orluk dönemi kahramanını büt ün kusurları ve
bütün meziyetleriyle, ya da bütün iyilikleri, büt ün çir­
kinlikleriyle dile getirmek konusunda çok büy ük bir
azim ve titizlik göstermiştir. Bize lâzım olan da budur.

Gerekten de Üçüncü Napoly on — yaptığı birçok iş­


lerde— çoğu zaman bakanlarından fazla kendi kendisi­
ne danışırdı. Birçok hallerde ve olay larda fikirlerini ve
etmelerini düşmanlarına karşı olduğu kadar dostların­
dan da saklayıp gizlemiştir. Hem de o derecede ki, hü­
kümet görevlilerinin bazı haberleşmelerine bakılırsa,
bunlarda onun üzerinde durduğu ve tuttuğu fikirlerin
tamamiyle zıddı oları yazılara rastlanır. Napolyon, ilk
gençlik y ıllarında bi r müteemmirdi (1). Ham kalesin­
de esir ve mahpus tutulduğu uzun y ıllar süresinde da­
ima düşüncelere ve hayâllere dalmakla meşgûl olmuş­
tu. İmparat orluğu zamanında da öyle kaldı. Büt ün ha­
yatı öyle geçti. Saltanatının bütün nüfuz ve iktidariyle
birlikte, da .ima teemmürlerden vazgeçmez, dadana dü­
şüncelere ve tahayyüllere dalardı. Hükümet ve devlet
işlerinde meseleleri açıktan açığa müzakere etmekten­
se hendek altından su yürütmeyi tercih ederdi. Diplo­
matlarla görülecek (görülmesi gereken) işleri gizli gö­
revlilere gördürmek, resmî toplantılarda incelenecek

(1 ) M e t i n d e , y u k a r ı d a y az ı ld ı ğ ı g i bi « m üt e e m m i r» v e «t e e m m ür şe k li n ­
de g e ç m e k t e dir. Bun un b i r d i z g i h at âsı o l d u ğ u k an aat i n de y i z . A slı
«m ût sc m m i l» v> -t e e n m ıil» o ! sa g e re k t i r Bu d urum d a bi ri n c i ke
Hrneyi « d üşün e n , d üşün c e y e v e h ay âle d a l a n » , İk in c isin i d e « d ü­
şünm e , h ay âl d alm a* o la ra k d e ğ e rle n d i rm e k g e re k i y o r. N i t e k ’ m
p a r a g ra f ı n an la m ı d a b u . an lam ç e rç e v e sin de b i r h a v a t aşı m ak t a­
dır.
konulan, özel ve gizli olarak, bazı kimselerle müzakere
edivermek, açıkça ve açıkta olması gereken şeyleri bir
sır gibi herkesten saklamak Napo ly o a’un değişmez fik-
ı ı ve ahlâkı idi. K endi nefsinde birbirine pek zıt olan
şeyleri toplamış bulunan bu zat, muhteşem Makyavel
kadar entrikacı, Don K işot kadar da saf görünürdü, iki
yüzlülük edercesine içinden pazarlıklı, saf sayılırcasına
da kinsiz ve garazsızdı.. Devlet ve hükümetlerce büyük
bir taassupla m uhafaz a olunan bazı usûl ve kurallara
uymak, Napoly on’un hiç de umursadığı şey değildi.
Kendisinin saltanat donemi parlak olduğu ¡kadar talih­
siz, basit ve yüzden olduğu kadar dia fecî bi r hükümet
sayılsa yeridir. Bazı z amanlar kimseyi dinlemez, kimse­
yi tanımaz, hiç bi r tehlike gözünü yıldırmaz; dehşet ve­
rici bi r uçurumun yanından bile tereddütsüz ve kor­
kusuz geçerdi Ama (onun) bu halidir ki sonunda hem
kendisini, hem Fransa'yı en derin uçurumlara attı (1).
Kendisi imparat orlukla birlikt e mahvoldu. Fransa da
pek güçlükle, bin bir dert ve belâ çektikten sonra se­
lâmet kıyısına çıkabildi. Hasılı o, bi r devlet adamında
bulunması çak gerekli olan v asıf ve meziyetlerin hep­
sine sahip değildi. Güy a «birtakım faraziyelerden fazla
gerçekleşmesi mümkün olabilecek işlere bakarım » id­
diasında bulunur, halbuki bunun tersini yapardı. En
biiyük zevki, emeli kendi milletini ve A v rupa’yı yaptı­
ğı işlerle meşgûl etmek... hayran bırakmaktı.

Bununla birlikte şu sayıp döktüğümüz kusurlar


Napoly on’u (büt ün bütüne) küçültmez. Kendisine çok

( l ) Bi li n d i ğ i g i bi 1870- 1871 A l m a n .F ra n sı z sav aşı n d a F ran sa y e n i lm l)


v e Üç ün c ü N ap o ly o n A l m a n l a r a e si r d üşe re k t ac ı n d an , t ah t ı n d an
o lm uşt u. Y a z a r bu o la y a işare t e t m ek t e dir.
4?

büyük fikirler vardı. Yalnız bu fikirleri uygulayabilecek


sağ-duyu ve düşünceden yoksundu. K endisini öldürmek
için suikast yapıLdığı zaman bile metanetini zerre ka­
dar sarsmayan bu hükümdarda siyasetten fazla merha­
mete, azim, ıkarar ve ihtiyattan fazla cesaret vardı.
Bakanlar kurulu bi r meseleyi görüşüp tartışırlar­
ken o bi r süre uyuklar gibi durur veya öyle gözükür,
sonra birden gözlerini açar ve bakanların ortaya attık­
ları türlü türlü görüş ve çözüm yollarından hiç haberi
yokmıuş gibi, en önemli bi r k aran hemen o anda cefeJ-
kalem yazdırırdı.

îşte Çar Ni k o la’nm birade r diye tanımadığı bu im­


parat or Napoly on’dur. Bu da — Çar gibi— bi r filkir bes­
liyordu: Fırsat düşer düşmez Rusy a’yı hesaba katmaya­
cak, başka türlü işler görecekti. İkisi de hırs ve gurur
sahibi, ikisinde de azamet ve küskünlük var. Osmanlı
Devleti’nin azminin şiddetine eklenen bu garip yaratı-
Jışlı kimseler ve böyle özel zıtlıklar en sonunda, müs­
tesna bi r devletler ittifakı olan, m eşhur K ırım Savaşı'-
nın çıkmasına y ol açtı.

Geçmişe doğru dönüp bi r bakalım:


Dünyanın olay ları ve hadiseleri öyle hızlı bi r sü­
ratle geçip gidiyor ki ,en büyük zevki ve en büyü'k özel­
liği her şeyi unutmaktan ibaret olan insanoğlu bu eze­
lî, hattâ ebedî gafletini o acaip devrana karşı her dem
taze bi r alışkanlık sayar; o akıl alıcı cereyana ¡kapılıp
gider. Lâkin yine bu gafil insanlardır ki bıraktıkları
türlü türlü eserler ile genel bi r gaflet içinde yüzecek
olan bazı şeylerin devamlı mevcudiyetini ya kasten ya
48

da alıştıkları için gelecek kuşaklara hediye edip durur­


lar.

Bütün insanlarda görülen bu hal, milletlerde ve ka-


vimlerde de en geniş ölçüde kendisini gösterir.

Osmanlı v e Rus milletlerinin hayat münasebetleri


ve sosyal benzerliklerindeki dereceler malûm dur. Bu
iki büyük ve cengâver milletin ruhî y apılan enine boyu­
na incelenirse Türk!.. Moskof!., diyerek birbirine karşı
nasıl bi r küskünlük ve düşmanlıkla dolu olduklarını
görmemek mümkün olur mu? Bu dehşet verici miras
hâlâ mevcuttur. Dolayısıyla her iki büyük milletin çe­
şitli ve değişik mevkilerde ve z amanlarda z afer neşesi,
ya da mağlûbiyet ye'siyle nasıl birbirlerinin can düş­
manı kesildiğini ve bugün Doğu’da gördüğümüz cehale­
tin, sefaletin, felâketin hep o elemli hallerin bi r mey­
vesi olduğunu söylemekte tereddüt edilebilir mi?

T arih y azanlar Türkiye-Rusya arasındaki savaşla­


rın sayısını on bi r (olarak) sayarlar. Ayrıca aralarındaki
savaş süresinin toplamını da otuz beşle kırk beş sene
arasında gösterirler. Hal şudur ki t arihî gerçekler Tür­
kiye ile Rusya arasındaki savaş ve düşmanlık süresini
iki yüz seneden de fazla olarak gösteriyor. Kazakların
hakanlık sınırı ile Rusya arasında bi r ayrım çizgisi teş­
kil ettikleri sırada başlayan ufak tefek anlaşmazlıklar
Büy ük Petro (genellikle bizim tarihçilerimizde bu ad
«Deli Petro olarak geçer) ve K at erina zamanlarında
Rusya'nın nerelere kadar tecavüz edebileceğinin müm­
kün olduğunu bütün bütün meydana çıkaracak savaş­
lara dönüşmüştür. O tarihlerden beridir ki Türkiye ile
Rusya arasındaki cenk ve cidal mütemadi bi r surette
devam edip durmuştur.
Gerçi herkesçe bilinen savaşlar şu son iki yüzyıl
içinde kırk seneyi bulmamış ise de. diplomasi onseki-
zJnci ve ondokuzuncu yüzyıllarda daim a bi r kaynama
hali sürdürmüştür. Bu sürede her iki devletin samimi
münasebetler sürdürdüğü görünüşünün hakim olduğu
dönemlerde bile âdeta gizli bir savaşın bu devletler
arasında kapalı olarak geçmekte olduğuna hükmetmek
zorunluluğu vardır. Hele ay rınt ılara girişince, itiraf
etmek daha z orunludur ki. Rusya önceleri Deli, yahut
K oca Petro'ya yöneltilmekte buhman program ı gerçek
ten tayin edip ortaya kovmamış olsa bile, Sult an Dör­
düncü Mehmet’in saltanatının son y ıllarında Viyana
bozgunu ile ve bu bozgun üzerine — papanın da kışkırt
masıyla— şu bilinen Hıristiyan devletlerle ittifak et­
miştir. Bu arada. K öprülülerin akıllı ve düzenli idare­
siyle K anunî Sultan Süleyman zamanının şanlı şerefli
günlerine dönüşüp yükselen Osmanlı Devleti (kısa za­
manda yeniden) her taraftan ve birden sarsılmaya başla­
mış olduğundan, bizim taarruz ve istilâmızdan çekin­
mesi gereken R usy a’nın — ki K aradeniz ’i bütünü ile
eline geçirmek sevdasındaydı— hakkımızda dürüst bir
siyaset ve kardeşlik beklemek doğru olmazdı. Bundan
sonra ise bu konuda gittikçe artar, bir hızla aynı v o '^ a
devam etmesine de şaşılamaz.
Asıl «şark meselesi» gerçekten bin türlü şaşırtıcı
Kışkırtmaların ve ihtirasların sonucu olduğu halde, bir­
çok y az arlar bunun, T ürkiy e’nin tahammül edilmez ih­
mâl, kusur ve suçlarından meydana gelmiş bulunduğu
Kanaatini beslemişlerdir. Kinsiz, garazsız bi r şekilde in­
celenecek olursa derhal görülüp anlaşılır ki Fatih Sul­
tan Mehmet’in İstanbul’u alıp burada egemen olması,
tarihte yeni bir çağ meydana getirmekle beraber, «şark
F: 4
50

meselesi »nin asıl ve esası, doğumunun başlangıcıdır.


Bu olaylar, sadece Hıristiyanlığın İslâm dinine saldırı­
sı olarak düşünülmelidir. Bunun dışında Doğu ve Batı
kiliselerinin birbirieriy le devamlı anlaşmazlığı, çekiş­
meleri gibi çok önemli bi r konu ve sebep, büyük bi r se­
bep daha mevcuttur. Meselenin «şark meselesi»nin
asıl gerçeğini işte bunda aramak lâzım gelıiır. Rusya dev­
leti içinde kurulmuş olan âdeta elle tutulur gözle gö­
rülür ruhânî bi r topluluğun nüfuzu ise, tabiî olarak,
daima politika işlerinde de kendisini göstermekten
uzak kalmamış ve bu niifuz yine tabiî olarak, daima po­
litika işlerinde ortalığı karıştırıp durmuştur. Çünkü
bu ruhâııî topluluğun varlığının, v ar oluşunun ve yaşa­
yabilmesinin imkânları bütünüyle buna bağlıydı. Doğu
ve bat ı kiliselerinin, başında ve sonunda, ruhânî nite­
liği aslı bulunmayan bir hayâlden başka bjr şey değil­
di. Başkanlık, ruhâm idare ,her türlü mezhep hüküm­
leriyle ve ıkıurallanyla yaldızlanmış; ihtiraslardan ve her
işe burun sokmalarcan meydana gelmiş bi r terkip de­
mekti. Zaman, bütün bu gerçekleri meydana çıkarmış­
tır.

On yedinci yüzyılın ikinci yarısında Avusturya dev­


letinin de bize karşı güttüğü siyaset çok dikkate değer
bi r nitelik taşımaktadır. Sultan Dördüncü Mehmet’in
saltanatı döneminde OsmanlıIar (ikinci defa olanak)
Viyana surlarına kadar gitmiş, Viyana'rıın bi r Osrruanlı
kalesi haline girmesine ramak kalmıştı. O zamana ka­
dar OsmanlIların batıya doğru sözleriyle t arif edilebi­
lecek savaş ve istilâ siyaseti pek çok etkili şan ve şe­
refle taçlanmıştı. Savaş talihi Osman İt Devleti’ni bütün
Av rupa’yı telâşa düşürecek ölçüde son derece parlak
gelişmeler gösteriyordu. İmparat orluk, birkaç ayrı
il

devlet teşkil edecek kadar geniş ülkelere sahip o l­


muştu. Çok yazık ki on altı y ıl kadar devafm eden sa­
vaşlar, K anunî Sult an Süleyman’ın o büyük devletini
ve memleketini şu bilinen K arlofça andlaşmasıyla pek
küçük düşürmüştür.

(Aslında) Avustuıy a, ya da eski Almanya hüküme­


tinin ortadan kalkmasıyla son bulacak olan on yedinci
yüzyıl, birden ve bi r anda T ürkiy e’nin felâketiyle sonuç­
lanmıştır.
Yani: Avusturya tâ ciğergâhma saplanan o kahredi­
ci, yok edici hançerden kendisini (kurtarmak için mey­
dana getirdiği malûm Hıristiyan devletleri ittifakı ile,
muazzam Osmanlı Devleti'nin her tarafından darm a
dağın olmasına sebep olmuş, «doğuy a doğru» siyaseti
(bundan sonra) artık onlarca tek izlenecek yol, tek siya­
set ittihaz kılınmıştır.

Bunda şaşılacak bi r şey varsa (o da) böy le geniş ve


büyük bi r ittifaka karşı Osmanlı Devleti’nin yakalandı­
ğı ve içinde yüzdüğü gaflet ve bilgisizliktir. Y oksa
Avusturya İm parat oru Birinci Leopold’un, ancak yedi
devletin bi r araya gelmesiyle gerçekleştirilebLldiği sa­
vaş sonucu üzerine, yani bu galibiyetten sonra bile Ad­
riyatik denizinde Bosna, Herselk ve Dalmaçya; K ara-
denizde Eflâk ve Buğdan bölgelerine kadar sınırlarım
genişletme fikir ve yolunu tutmaya kalkışması kolay
kolay gerçekleşemiyecek ham bi r hayâl sayılabilirdi.

Vestfelya’da mahv ve perişan olmuş olan Alman


birliğinden elli sene sonra, Ormanlıların birbirini izle­
yen on altı senelik bozgunları sonunda bütün Macaris­
tan ve Transilvanya topraklarının, tâ Demirkapı’ya ka­
dar bütün Tuna vadisinin Almanların eline geçmesi
52

ile çeşitli milletlerden bi r araya gelme yeni bi r Avustur­


ya devleti ortaya çıkarılınca elbette tasavv urlara ve
hayâllere dizgin vuran bi r şey kalmaz. Özellikle Osman-
lı iç siyaseti, böyle pek çak hayâl ve tasavvurun — önce­
leri düşünülmesi bile imkânsızken— onları imkân da­
hiline sokulabilecek bi r duruma getirdiğinden ve bi r
t araftan da Haçlılardan y adigâr kalan özel bi r duygu
ve düşünce her zaman T ürkiy e’ye saldırıp onu parçala­
mayı öngördüğünden, yani etrafımızı çepe çevre sar­
mış bulunan milletlerin t ürlü ihtiraslarına büt ün bu
hususlar da ayrıca v ardım ettiğinden imparator Leo-
pold elbette böyle t asav vurlar yapmaya yeltenirdi. ö t e
yandan memleketinin iç düzeninin ıslâhatı ile meşgfü
bulunan Büyük Pcıro da başka başka fikirler besle­
mekte, türlü türlü plânlar düşünmekteydi. Zannederim
ki vasiyetname denilen şeyler sadece bu dönemin hırs­
lı düşünceleridir ve bu dönemin mahsulüdür.

Siyasî tarih konularının saygı değer üstadı Emile.


Bourgeosi, on beşinci yüzyılın ort alarında T ürklerin
İst anbul’u ele geçirişinin, Av rupa siyasetinin geleceği
için yeni bir hareket hattı tayin ettirdiğine dair bazı ta­
rihçiler tarafından ortaya atılan görüş ve düşünceleri
reddediyor ve şöyle diyor:

«A v rupa’ya T ürklerden önce gelen kav imler de


vardır. Bunlar öyle bi r değişikliğe sebebiyet vermedik­
ten başka —.tam tersine— Av rupa onlara karşı hüküm
ve nüfuzunu geçirebilmiştir. T ürkler, olsa olsa, Avru­
pa’yı eskidenberi tutmakta bulunduğu yolu muhafaza­
da ısrar etmeye mecbur edebilirdi. Bence on beşinci
yüzyılda Av rupa’da görülen değişiklikler, Türklerin
Boğaziçi’ne yerleşmelerinden mevdana gelmiş bi r şev
53

değildir. O yüzyılda papaların, Hıristiyan milletlere ve


onların hükümdarlarına, T ürkler aleyhine yaptıkları
telkin, teşvik ve telklifleri bunlar üzerinde hiç bi r olum­
lu etki yapmış değildir. Art ık Av rupa’da papaların nü­
fuzu kalmamış, hüküm darlar ve milletler kendi ihtiras
ve emellerinin akımına kapılmışlardı. T ek bi r kilise
(Vatikan) istibdadına karşı millî kiliseler kurmak dü­
şünülüyordu. Av rupa'da kaybedilen (T ürkle r tarafından
ele geçirilen) birkaç ülkeye karşılık bat ıda yeni bi r sö­
mürgeler dünyası keşf ve fethetmek ile teselli bulm ak
istiyorlardı. Ort açağ sonlarında meydana gelen yeni bir
görüş akımı üzerine milletlerde siyaset, vicdan, top­
lumsal meseleler konularında büyük bi r değişik beliri­
yordu. Hıristiyanlık ilk önce Protestanlık ve K at oliklik
adlarıyla ikiye ayrılmış, daha sonra Prot est anlar da iki-
vc bölünmüştü. Bundan bi r süre sonra da, Rusların bu
yeni batı medeniyetine y aklaşmalarının gereği olarak,
Grek mezhebi yani Ortodoksluk da batıdaki yerini al­
mıştır. Ortaçağda hiç merhamet ve şefkat gösterilmek
sizin, Hırisliy anlar t arafından takip edilen T ürkler ise,
on altıncı yüzyılda Birinci François’mn aracılığı ile Av­
rupa birliğine girmişler ve o tarihten başlayarak bat ılı
devletlerin ticaret, siyaset gibi münasebetlerine katıl­
mışlardır.»

Paris Üniversitesinde siyasî tarih kürsüsü profe­


sörü oJan fcu derin araştırmacı tarihçinin, özetleyerek
vazdığım bu görüşünü, Osmanlılık noktaî nazarından
tamamlanmaya muhtaç görürsem beni mazıır tutma­
lıdır. O muhterem zatın bilgisine ve kült ür derecesine
karşı çok derin bi r saygı beslemekle birlikte; Avru­
pa'nın yeni ¡medeniyete geçişiyle hasıl ettiği o nurla
dolu ve nur saçan pelişmoleri biitün bütün karanlük-
54

tan uzak ve korunmuş göstermek de tarih bakımından


doğru bi r fikir ve görüş olarak kabul edilemez. Bunu
da itiraf etmek gerekir. Gözlerimizin önünde serili du­
ran türlü türlii siyasî olay lar ortadadır. Bunlar Av rupa­
l I l a r ı n i s t e d i k l e r i zaman insanlık ve medeniyet, yahut
menfaat; istedikleri zaman taassup ve dıiyanet, ya da
kavmiyet perdeleri altında daima aynı görüş ve düşü­
nüş akımımın peşinden gittiklerini ispat etmektedir.
Bu akım ise hep o bilinen eslki mücadeleden başka bir
şey değildir. Hem öylesine ki şu yirminci yüzyılda olsun
bunun devamından utanç duy ulsa yeridir. Bunu söyle­
mekten maksadım yeni medeniyet döneminin faziletini
ve meziyetini inkâr etmek değildir. Muhterem profesö­
rün bu gelişmeler ve değişmeler hakkmdaki yargıları
kesinlikle doğrudur; buna bi r diyecek yoktur. Çünkü
o tarihten sonra (biı daha) Haçlıların ort aya çıkıp bir
sel gibi taşması görülmemiştir. Bununla birlikt e orta-
yaya çıkmış veya çıkarılmış meselelerin bütünü iyice
derinleştirilip incelenecdk olursa yine görülür ki — az
veva çok— o fecî etki hâlâ, en güzel ve en lâtif ağaçları
berbat eden bi r kurt gibi, insanlık topluluğunu kemirip
bitirip duruyor. İnsanlığın irfanının, olgunluğunun en
büyük şahidi bulunan tarih âlimlerinin görevi: Bu kor-
kuç v e müzminleşmiş hastalığı bir taraftan itiraf et­
mekle birlikte öte taraftan da onun herkesçe bilinen
tedavi çaresini kabul ve ilân etmek olacaktır. Y irm in­
ci yüzyılda biz insanlar bunu hâlâ idrâk edemezsek
gerçekten (halimize) ağlanmalıdır. Ingiltere, Fransa,
Almanya gerçekten uyanmış ve bunun sonucu olarak
ileri adım lar atmışlardır. Şimdi kâinat içinde her biri­
nin ayrı ayrı önemli mevkileri vardır. Lâkin bu kadar...
Doğu için politikadan vine eski hamam, eski tas!
3*

Türkiye için söyleyeceğim sözler, ilk Osmanlı pa­


dişahının ölüm döşeğinde, son nefesini verirken büyük
oğluna, veliahdına söylediği sözlerin özet olarak tek­
rarından ibarettir; bunlar Osmanlı Devleti'nin kurulu­
rundaki gerçeği de gösterir ve Osmanlılığın görüşle­
rindeki hikmeti, siyasetlerindeki ulviyeti çok açık se­
çik olarak ortaya koyar.

Sultan Osman Gazi: «Ev lâdım , ben ölüyorum. Ce-


nab-ı Hakk’a çok şükür ediyorum ki senin gibi bi r ha­
lef (benim y olumu izimi takip edecek biri) yetiştirdim.
Sana vasiyet ederim: Adaletten ve haktan ayrılma; ra­
him ve kerîm ol. Uy ruğunda bulunan halkı aynı dere­
cede himaye et. Muham m ed’in şeriatini yaymaya gay­
ret eyle. Padişahlar yeryüzünde bu görevle görevlendi­
rilmişlerdir. V e bunu yerime getirmekle yükümlüdürler.
Allah'ın rızası ancak böylece elde edümıiş olur.»

Şahane ve derin düşünce dolu vasiyeti ile Osmanlı­


lığın yükselmesini, geleceğini garanti altına almak iste­
yen bu değerli hükümdar, böylece devletinim yolunu
ve siyasetini de telkin ve tayin etmiştir.

Mösy ö Bourgeois’nın da it iraf ettiği üzere, Müslü­


manların kendilerine en büyük yol göstericisi olarak
tanıyıp izinden gittikleri K ur’an-ı Kerîm, din yolunda
savaşmayı emretmekle birlikt e din ve mezhep hürriyeti,
dinî görevlerini yerine getirme serbestliği de İslâmlığın
temel kuralları arasında bulunmaktadır, işt e bundan
dolay ıdır ki Av rupa milletleri Osmanlı devlet ve hükü­
metinin her t ürlü m addî ve manevî müsaadelerinden
ancak o sayede istifade edebilmişlerdir. Bunlar, hattâ
bazı konularda, pek âlîcenâpça müsaadelere nail olmuş­
lardır. (bat ılı) T arihçiler bu müsaadeler konusunda da
56

garip garip fikir ve görüşler ileri sürmektedirler. Bu


hususta zamanın Fransız diplomat larına büyük bdr ze-
ffâ, ileri görüş ve başan payı ayırıyorlar. Hattâ diyor­
lar ki:

«T ürkiy e ile Fransa arasında meydana gelen dost­


ça münasebetler sayesinde Av rupa’nın değişik birçok
milletleri, Fransız bay rağı altında ticarî menfaatler el­
de etmiştir. Misyonerler, ticaret müsaadesi ve bahane­
si ile, T ürkiye’nin her t arafına yayılmış; bütün Av ru­
pa Fransa’nın tedbirlerinden y ararlanmışt ır.»

Benim naçiz aklıma göre bunda büyük bi r maharet


yoktur. Türkiye vahşi bir memleket değildi. K uruluşu­
nun temeli hak ve adalet, insaf ve insanlıktı. Birinci
François’nın isteği v e yalvarışı ile başlayan dostluk,
T ürkiye’nin yüce yaradılışhhğma dayanmaktaydı. Türk-
ler, dostlarının ticaretini, onlarla dost oldukları için,
arzu ederlerdi. Din ve mezhep hürriyeti ise, hâkim
iTiâllet (T ürkler) nazarında, her zaman insan olmanın
mukaddes hakları olarak kabul edilmekteydi. Olsa ol­
sa, Osmanlı devlet adamlarının zulmü kendi ülkelerine
ve devletlerine olmuştur. Çünkli devletin temellerini
teşkil eden iyi ve esas düzeni gereği gibi muhafaza ede­
memişler; büy ük padişahların, şanlı mücahitlerin ka­
zandıkları zaferlerin semerelerini nasıl koruyacakları­
nı hakkıyle düşünememişler, ya da düşünmemişlerdir.

Daha açık bi r şakilde ifade edeyim: İlk başlarda


gelen devlet adamlarının kudret ve kendilerine güven­
lerini bi r dayanak olarak kabullenmişler, her işte ona
göre lüzumsuz cömertlik, manâsız tevekkül, yolsuz gi­
dişleri öngörmüşlerdir. Hattâ, çağdaş medeniyete bir
karşı çıkmak olarak kabul edilmese, diyeceğim ki bir
5?

zamanlar patrikleri bile hakkı itirafa m ecbur eden, tdk


hâkim usulü ile hakkı yerine getirme (1) gibi eski üs­
tün özelliklerimizin maddî ve manevî faydaları şu in­
sanlık âleminde, şu yirminci yüzyılda bile hâlâ — hem
de sayılamayacak kadar araç ve imkânlar mevcut oldu­
ğu halde— temin edilememiştir. O mübarek, o ulvî usu­
lü düşündükçe (günümüzde) şer’iye hâkimlerinin (ka­
dıların) hukuk mahkemelerinde görev almalarına şaş­
makta ve teessüf etmekteyim.

Av rupa'dan T ürkiye’ye olan ıslâhata ve bu arada


hukuk mahkemeleri ile onların çeşitli derecelerdeki
yargıçlarına ay kın düşecek bi r fikir beslemiyorum.
L.âkin, bütün Hıristiyan cemaatlerimizde olduğu gibi,
Osmanlı ülkesinin her bölgesinde İslâm ccmaati reisliği
gibi çok nazik, çok önemli bi r şer’î ve sosyal görevle
görevli olan şer’iye hâkimlerimizin (kadılarımızın) as­
lî vazifeleri o kadar çokt ur ki — kanaatimce— bugünkü
adlî bağlılıktan ve meşgûliyetleri lüzumundan çok faz­
ladır denilebilir.

Ne olurdu şer’iye hâkimleri köylerde, kasabalarda,


şehirlerde., aralarında anlaşmazlıklar çıkan ve taraf-
Mz-garazsız, kendisine güvenilir saygı değer bir zatın
yereceği hüküm ve karara kalbini bağlamak isteyen
bütün Osmanlılara hak ve adalet dağıtmak gibi aslî
bi r vazife ile uğraşsaydı. Niz amî mahkemelerin insan­
lara yüklediği bin bi r t ürlü külfet ve vergileri ödemeye
güçleri yetmeyen yüz binlerce insanların kavga ve an­
laşmazlıkları «el sulh seyvid-il ahkâm » (1) görüşü ve

( 1) K adı lı k lar v e k ad ı lı k m üessesesi.


<1? 'B a r ı * büt ün y a rg ı lar ı n e f e n d i si d i r g ibi bir an lam a.
58

inantşı içinde bir çözüme bağlansaydı. Mecburi olma


yan ve belki iki tarafın rızası ile vukuu labiî bulunan
bu yoldaki hükümlerin daha ziyade makbûl, yahut ne­
ticesi itibariyle meşhur: «Şeriat ın kestiği parmak acı­
maz » sözüne uyularak, mahkûm olanlar için bile daha
az elem verici olacağına aslâ şüphe etmemelidir.
Neyse, biz konumuza dönelim:

Devletlere karşı kendi mevkiimizi tayin için, kapi­


tülâsyon çeşidinden uğursuz bir ad alan (2) ve her bi­
ri başlangıçta salt bizim verdiğimiz bir lütuf ve atıfet
iken, sonraları boynumuzun borcu diye yüzyıl! ardan-
beri bizi ezip durmakta olan saf dostluklarımızı, cö­
mertliklerimizi hat ıra getirmek yeter. Am a ne gezer?
İkinci Viyana'nın elemli bozgunu Macaristan, K ırım,
Mora ülkelerini elimizden alır almaz, yedi galip devle­
tin ilk işi ve başlıca derdi OsmanlIları Avrupa'dan çı­
karmak, Asya’ya doğru yeniden itelemek arzusu olmuş­
tur. Zaten mesele azıcık incelenecek olsa, bu yedi dev­
letin aralarındaki birleşmenin bir Haçlılar biçimi bir­
leşme olduğu kanaatine varmamak pek güç olur sanı­
rım. Türkiye ile ilk siyasî münasebetleri kuran Fran­
sa’nın bile bi r aralık nasıl bir cebrî ruhânî ile (3) vefa­
sızlık göstererek düşmanlarımızın safına geçtiği unutu­
labilir ¡mi?
Viyana bozgunu ile birlikt e T ürkiye'yi (de) bitir­
mek teklifinde bulunan Lehistan K ralı Sobieski, (bu
konuda) Rusya’ya öncü olmak istedi. Büy ük Petro'nun

( 2) Bu kit abıjh y a z ı ld ı ğ ı y ı l l a r d a h e n üz k a p i t üla sy o n la r k ald ı rı lm a,


m ışt ı. Bi li n d i ğ i g i bi k ap i t ülâsy o n lar. Bi ri n c i D ün y a S a v aşı 'n a g i ­
ri şi m i z le k aldı rı lm ı şt ı r.
(3) H ı ri st i y an lı k o rt ak t aassubun un z o rlam ası d e n ilm e k ist eniy or.
59

Rusy a’sı ise her şeyden öncelikle Lehistan’ı bitirdi ve


Sohieski’yi tepeledi.

Av rupa’ya OsmanlI'ların geçmesiyle Rum im para­


torluğu tamamiyle çökmüş ve Bizans hükümeti, mez­
hep kurallarının gereği olarak, Moskova'ya intikal et­
mişti. T abir caizse Bizans denilen musibetler heyuîâ-
s? o tarihten itibaren bütünüyle Rusy a’da yerleşmiş,
bir mirasçı tutumunu takınmışlardır. Kiliselerin kub­
belerine, altı üstüne getirilen birer hilâl üzerine haçlar
konularak asılmış, büt ün Av rupa'y a karşı haç’m hilâl’e
karşı olan kin ve düşmanlığı — eski Haçlılar geleneği
ve göreneği üzere— yeniden pekiştirilmiştir. Ne Var iki
bu kin ve düşmanlığın sürüp giden elem verici netice­
lerine «H aç lı Sav aşları» adı verilmemiştir.

İşte Türkiye ve onun vücudunda durmadan yapı-


lagelen türlü türlü cerrahî ameliyeler hep o eski usu­
lün neticelerinden ibarettir. Başta ve sonda harp ve
darbın sebebi hilâl ve haç olarak ortaya çıkmıştır. Her
işte dinî bi r etkinin gizli veya açık niteliği görünen
bu akımın m addî kısmı bölüşme faciası ile pek çok ke­
reler çarpışmış ise de, Allah'a çok şükür ki, bütün
plânlar harfi harfine gerçekleştirilme derecesine ula­
şamamıştır. Dış görünüşte niteliğini t arif etmek pek zor
olacak bi r harika daima bu niyet ve plânlara set çekip
durmuştur.

Gerçekten de «şark meselesi şa’ k’ta değil, garp'


t adır.» diyen zat do ğm düşünmüştür. Çünkü doğu’da
en fazla ilgili bulunan komşularımızın istedikleri şey­
ler ve takip ettikleri maksatlar pek açık ve ortada i d i
Bunlara son vermek de mümkündü. Bazı siyaset adam-
60
lan ise: «şark meselesi garpta değil, bizzat Osmanlı
Devleti’ndedir.» derler. Böylelikle de y üzy ıllardır sü­
rüklenip duran elem verici bir trajedinin başlıca so­
rumluluğunu bize yöneltmek ve yüklemek isterler. K a­
naatimce bunda da yanlışlık yoktur. Dünyada bir «Hak
ve Adalet Mahkem esi» düşünülüp ¡kurulacak olsa ve
bunda şark meselesi sorguya çekilse, elbette ki T ürki­
ye'nin hissesine düşecek sorumluluk da v ardır ve bu
sorumluluk, altından kolay kolay kalkılabilecek bir
ağırlıkt a olmayacaktır. Lâkin, hiç tereddütsüz iddia
edilebilir ki şark meselesini şu m alûm devletler de
kendi istek ve ihtirasları çerçevesinde bi r çözüme bağ-
layamamışlardır. Öt e yandan yine bu Av rupa devletle­
ri mahkeme huzurunda statüko komedileri, ülke bü­
tünlüğünün tamlığı, ya da kuvvetli bir Osmanlı Devleti
şakalan ile hiç bi r yargıcı inandıramayacak, kendileri
de pek büyük bi r sorumlululk payı yüklenip — altından
değilse bile— içinden çıkamayacaktır.

Ben.:e bu noktada en çok teessüf olunacak, şey


Türkiye ve Rusya’nın bunca savaş y apm alanna rağmen,
yine de birbirlerini yakından lanıyanıamış ve her ne­
dense anlaşamamış olm alandır. Bilmem ki ahlâkın fe­
satları bahsinde malûm neticeleri gerektirecek şiddet
ve kuvvet v ar mıdır?

Yalnız «T ürkler İstanbul'da yerleşince bi r mirasa


konımış oldular ¡ki bu da Bizansın da mahvına ve çökü-
şüna sebep olan kendine mahsus ahlâk özelliğidir» (1)
O tarihe kadar Osm anlılar tamamiyle (şehir ve şehir

(1 ) Y az ar , bu sat ı rları n k e ndisin e ai t o lm ad ı ğ ı n ı be li rt m e k iç in, t ı r


n ak için? a h v o n f ak at o n ları n k i m e air bulun d uğ u n u be li rt m iy o r.
61
hayatına) alışıp yerleşmemişlerdi. İst anbul’u alınca ve
buray a geçince tabiî yerleşmek için birt akım eski âdet­
lerini y umuşattılar veya değiştirdiler. Savaş ve din yo­
lunda savaş, küçük yerleşme bölgelerinde y aşama ye­
rine menfaat, istirahat ve sükûn düşünceleri doğmaya
başladı. Dolayısıyla içine girdikleri yeni ortamın kötü
ve çirkin tesirlerine kapıldılar. Osmanlı saray entrika­
ları, eski Bizans entrikalarına rahmet okuttu. İstan­
bul’un almışından sonra (bai ı ’ya göç etmeyerek) İstan­
bul’da kalan zengin ve nüfuzlu BizanslIlar, yeni gelen
İslâm kardeşlerine kokuşmuş bi r toplumun ahlâk ve
âdetlerini peşkeş çektiler. Hasılı daha yeni yeni doğ­
maya başlamış bi r İslâm devleti olan T ürk hükümeti,
keyif ve entrika ile idare edilen bi r devletin yıkıntısına
kondu...» sözlerine ilâve edilecek bi r şey v ardır ki şu
elem verici tarih kelimeleridir:

Rusya da aynı hükümetin yıkıntıları üzerine siya­


setini kurmuşt ur. Hiç bi r zaman da ondan ayrılmamış­
tır. T ürkler no ise R uslar da odur. Bizans yıkıntıları­
nın «Hırist yanlığı kurtaracak, hattâ K atoliklere karşı
Ortodoksluğun galibiyetini sağlayacak sîzsiniz» şeklin­
deki kışkırmalarına, iki yüzyıldan faz la bi r zaman sü­
resi içinde yetişen birkaç milyar insan öyle -körü körü­
ne uymuştur ki, eğer Rusya'dan başka bi r devlet ol­
saydı medeniyet ve insanlık adına şimdiye kadar bin­
lerce defa yeryüzünden kaldırılmış ve defedilmiş ola­
caktı. Tarih, T ürkiye ve Rusya gibi büyük bi r siyaset
sahasını yüzyıllarca kanlar içinde boğan bâtıl bi r cere­
yanın medeniyet âleminde hâlâ fesatlarını ve tahrikle­
rini yürütüp durmasına karşı «lânet, nefret!..» sözleri­
ni ağlay a ağlaya kaydetmeye mecburdur. Takdis olu­
nan Cenab ı Hak adına yazık; ululanan insanlık adına
62

da y az ık... Doğu ve Bat ı artık insanlığım nazarında vah­


şi bi r kan dökücü değilse... bunu ispat edebilmelidir!.»

On beşinci yüzyıl Bizans-Rum imparatorluğunun


en çirkin ve elemli manzaralarını göstermiştir: Ahlâk
fesadı ve miskin bu doğu devletinin ortadan kalkı­
şını ilân ediyor. Bulgar' Ulah, Sırp kavimleri içte istik­
lâl dâvâsı ile isyanda bulundukları gibi, yeni bi r güçle
gelişip büyüyen Osmanlı Devleti’nin kuvvet ve kudreti
de ortadan kalkışı daha da hızlandırır gibi görünüyor­
du.
Büt ün Av rupa’da sözlerini ve hükümlerini geçiren
papazlar, bu doğu imparatorluğunun ort adan kalkma­
sına aslâ önem vermedikleri halde, OsmanlIların İstan­
bul’da yerleşmelerini (yine de) bi r t ürlü havsalalarına
sığdıramıyorlardı. Papazların hükümlerini geçirdikleri
bölgelere kadar girmiş, İspanyolları, Fransız lan bile zi­
yaret etmiş olan İslam ların oralardaki hât ıralarını unut­
turacak yeni bir darbeye uğramamak için, ortaya bir
din ve mezhep kavgası çıkarıldı. Böylelikle bütün Av ru­
pa karmakarışık bir hale getirildi. Ama olacak da so­
nunda yine oldu: İstanbul Osmanlılığın payitahtı ol
mak üzere karar kıldı. Papalar korktuklarına uğradı­
lar. Bunlar hilâl ve haç adına yeni yeni kan dökme se­
bepleri icat ederek dünyayı alt üst etmeye uğraşırlar­
ken Mehmetler Bizans surlarını yerle bi r edecek top­
lar icat etmek, dehşet verici hendekleri kapatmak, ge­
mileri karadan Haliç’e götürmek., ve bütün memleket
halkını aflara ihsanlara garkeylemekle meşgûldürler.
Eskidenberi ülke ele geçiren fatihlerin: «Siyasette
mürüvvet olm az » kuralını uygulamalarına karşılık, bi­
zim Fatih’lerimizin cömertçesine dağıttıkları müsaade­
ler ve atıfetler.. Selim’Ierin dünya haritasını bir hüküm­
63
dar için pek yetersiz bularak yapt ıkları fetihler.. Os­
manlılığın büyüklüğünü ispat için yetmez miydi?
Yazık, yüz kere bin kere yazık ki, on yedinci yüzyı­
lın sonlarında Viyana bozgunu ile başlayan Osmanlı
gerilemesi, on sekizinci yüzyılda büsbüt ün başka bir
manzara aldı. İki yüz elli yıl üstünde oturduğumuz B i ­
zans yıkıntısında canlanıp gelişen dehşet veriai m ikrop­
lar devletin varlığını, belki bütün doğu dünyasını içten
ve dıştan, açıktan açığa incitti kemirdi durdu.

İstanbul’un T ürkler tarafından alınması en çok


Rusya'da kötü tesir bırakmıştı. Paleoglarm bir kızı ile
evlenmiş olan Çar Üçüncü İvan, Ortodoksların garip
kışkırtmalarıyla, bir verâset hakkı gibi hastalıklı bir
hayâle itilmişti. Gerçi bi r hayâlin başlangıcı olan bu
ruh halinin önemi ve değeri yok idiyse de, Büyük Petro
zamanında kilisece meydana gelen değişiklikler hükü­
met çevresinde cismânî ve ruhânî sınırsız bi r mutlak
ve büyük nüfuz vücuda getirdiğinden art ık orada sa­
ray demek kilise demek, kilise demek saray demek du­
rumu hasıl olmuştu. İkinci K at erina’nm zamanında bu
durum yeni ve fecî bir safha gösterdi. Bir zamanın
hayâlleri şimdi ciddî tasavvurları ve teşebbüsler sıra­
sına girdi. Rusy a’nın Alman t opraklarına tecavüz etme­
mesi için Prusya ona, Polonya'yı bölüşmek fikrini or­
taya atmıştı. Halbuki Polonya’y a yapılan tecavüzler bi­
rim için yeni bi r savaş ve felâket sebebi oldu. Sonunda
Küçük Kaynarca andlaşması bu facianın bitimini teş­
kil etti. K ayıplarımız hem deniz hem kara bakımından
pek önemli olduğu gibi hak ve hukuk yönlerinden de
pek elem vericiydi. On sekizinci yüzyılın ilk çeyrek dö­
neminde yapılan Pasarofça andlaşması — o daha önceki
ıındlaşma gereği elimizden çıkanlara ilâve olarak—
64

T ürkiye’nin elinden Temeşvar, Hırvatistan Transilvan


va, Iskalavonya bölgelerini de çekip almıştı. K at erina’-
mn sebep olduğu bozgun ise Çeşme’de donanmamızı
yakmak, Yeni Kale, Kerç ve Azak kaleleri gibi çok önem­
li nokt alan elimizden çıkarmakla da bitmedi. K ı nm ,
Gürcistan t opraklan da — Arslanla tilkinin av bölüşme­
si hikâyesi gibi— barış ve sükûn adına Rusya’ya terke-
dildi. K aradeniz’de gemilerini istemedikleri gibi ser­
bestçe dolaştırma hakkı da Ruslara Çeşme faciasının
bir mükâfatı oldu. Birkaç saat içinde düzenlenerek kar­
şılıklı alınıp verilen bu K üçük K ay narca andlaşması
(hicrî: 1190, milâdî: 1774) tarihimizde Osmanlılığın bü­
yük bi r matem ve elem dönemini dile getirir. Bu müna­
sebetle Moîtke’nin yazdığı bi r y orum okunmaya ve in­
celenmeye değer:

«Hüküm et in cehaleti ve delegelerinin her türlü kö­


tülüğe satılmışlığı, o zamanın hükmü ve icabı olarak
sadece eyaletler koparmayı değil, öneminin derecesini
t akdir mümkün olmayacak şartların konulmasını ve
kabulünü kolaylaştırıyordu. Her barış andılaştrr.asmda
yeni bi r savaşın t ohumlan ekiliyordu. Bunlardan sa­
dece, padişahın uyruğunda bulunan bi r halk yığınının
yabancı bir hükümdar tarafından himaye edilmesi hak­
kı, ilerideki her t ürlü veni tecavüzlere bur hak ve basa­
mak teşkil edecek nitelikteydi.»

ilk cümleler sadece lâfta kalacak nitelikte, şahsî


görüş üzerine yazılmış şeylerdir. Cehalet hükmü de
doğru olmadığı sibi. satılmışlık da bi r tek ihaneti de'.il
kabul ederek ileri sürülmüş bi r lâftan ibarettir. Devle­
tin güçsüzlük ve vılgmlık göstermediği zamanlarda de­
legelerimizin azimli ve ısrarlı oldukları muhakkaktır.
65

A d ı ed ilen a n d la ş m a d a ki m a lu m m a d d eyle ilgili cü m ­


leye ceva p verm eye ise lü zu m yoktu r. Ç ü n kü b u m a d ­
de, O s m a n lı D evleti’n in iyi n iyetin i ve tu ttu ğu s iya s et
yolu n d a k i s a m im iyetin i gös terir. N itekim b u nu d evlet
de u ygu n b u lm u ş tu r. Lâ kin o m a d d en in a n d la ş m a ya
k on u lm a s eb eb i ve g erçek h ü km ü s ır f R u s ya d ip lom a ­
s is in in , ortod ok s la rın kış k ırtm a s ıyla bahane a ra m a k ­
ta old u ğu teh lik eli h a llere m eyd a n verm em ek ve b ü tü n
ü lk e çocu k la rın ı a d a letin b ü tü n h a kla rın d a n ta m a m iyle
h is s ed a r etm ek gib i gerçek ten de tem iz ve yü ce b ir O s ­
m a n lı s iya s eti idi. B u n u (el-Hukmü li’l-ğâiibi) (1) ile yoru m la ­
m a ya k a lk ış m a k b ir s iya s et ve b ir m a rifet sa yıla m a z.
Ç ü n kü g a lip m a ğlû b a ka rş ı h er za m a n d ed iğin i ya p tı­
rab ilir. A s ıl h ü n er b öyle b ir ş eyin u zu n öm ü rlü ve b ü ­
tü n d evletlerce m a k b û l olu p ola m a ya ca ğın ı d ü ş ü n m ek
ve on a göre iş görm ektir. Ka ld ı ki M oltk e’n in b a rış
a n d la ş m a la rın a is n a d ettiği b öyle b ir n itelik a kla b ile
g elm ez san ırım .
R u s ya ’n ın ve A vu s tu rya 'n ın b izim le d eva m lı s a va ş
ya p m a la rı ve A vu s tu rya ’n ın R u s ya ’yı b izim a leyh im ize
k ış kırtıp m u s a lla t etm es i b u a n d la ş m a n ın h ü k ü m lerin ­
d en ileri gelm em iş tir. A n d la ş m a h ü k ü m leri a ca ip ols a
b ile, m a k s a t teca vü z ve ta a rru z old u kta n , b a ş k a b ir ifa ­
d e ile, orta d a iyi n iyet b u lu n m a d ık ta n s on ra en a çık
s eçik b ir m a d d eyi b ile k eyfin in is ted iği g ib i d eğiş tirip
yoru m la m a k gü ç b ir ş ey m id ir?
«Kim i m a h k û m etm ek is ters en iz, on u n iki s a tırlık
b ir ya zıs ın ı eld e ed in ; b u n u n ü zerin in e is ten ild iği gib i
h ü kü m verm ek p ek kola yd ır» d iyen b ir d ip lom a t
n e k a d a r d oğru söylem iş tir.

(1) « H ü k ü m g a l i b i n d i r » a n l a m ı n d a A r a p ç a b ir s ö z.
F :5
ot>

İkinci Katerina, ilik hamlede ezip bitiremediği T ür­


kiye’yi bölme ve bölüşme hevesine düştü. Avusturya
imparatoru İkinci Jozef’e bi r bölüşme teklifi bile yaptı.
<Proje Gre k» adını almış olan bu teklif, Bizans impa­
ratorluğunun yeniden canlandırılması anlamına geli­
yordu. T una’nın denize döküldüğü y erlerde Daçya adı
altında yeni bi r hükümet kurulacaktı. Bosna-Hersek,
daha o zamandan Avusturya'ya peşkeş çekiliyordu. İs­
tanbul'da Bizans-Ru:n İmparatorluğu yeniden teşekkül
ediyor, K at erina’nın yeğeni Konstantin Bizans hüküm­
darlık tahtına geçiyordu.

Avrupa’da K at erina ile Jozef yalnız olsalardı bu


«Grek Projesi» belki bir sonuç verebilirdi. Lâkin artık
Batı da uyanmış, kendisinin haberi bulunmadan çevri­
len fırıldakları anlamıştı. Bundan dolayı, bi r aralık bi­
ze müsait olmayan Prusya İngilt ere’ye katıldı. Buna
Fransa büyük ihtilâli de eklendi. Neticede «P roje Gre k»
iki hükümdarın ağzında tıkandı kaldı. Bununla bera­
ber Rusya ve Avusturya’da. Türkiye hakkında pek kö­
tü bi r fikir ve niyet yerleşmiş oldu. Özellikle Rusya'­
da bu fikrin temeli, mezhep adına, gasbedilmiş mirasın
tekrar elde edilmesi şeklinde olduğundan pek uzun
»'e eski kökleri vardı. Daha sonra (bu konuya) o sıra­
da «General Bonapart » olan Biivük Napolyon da müş­
teri çıktı. Ülkedeki Hıristiyan unsurlarımızı bi r ihtilâl
çıkarmaları yolunda kışkırtarak «İ st anbul’da yerleşir
ve oradan bütün dünyaya hükmümü geçiririm » hayâ­
linde bulundu. Biraz sonra Tilsit anlaşmasının müza
kerelerinde. Erfort konferanslarında o fikir ve emel
den vazgeçti. Dünya hüküm et inin m e rkez i olan Ist an
bul m üstesna olmak şar tiyle, Av rupa’da yapacağı fetih
¡eri, Rusva’vı Doğu Ma serbest bırakmakla mübadelev<
67
karar verdi. Rus Çarı Aleksandr Doğu’yu, Büyük Na-
polvon Bat ı’yı aldı. Bu pazarlık da (sonraları) «Ev deki
hesap çarşıya uymaz» misâli boşa çıktı. K ısa zaman
içinde iki anlaşmacı, karşılıklı iki savaşçı oldular; şid­
detle çarpışmaya koyuldular. Aleksandr bizi bıraktı,
Mapolyon’Ia uğraştı.

Yüz bin kere teessüf edilse y eridir ki bizim devlet


ve hükümet adamlarımız, öteki devletlerin bu gibi kar­
gaşalıklarından istifade edememişlerdir. Yabancı dev­
letler ve özellikle Rusya, büyük bir gaile ile uğraşırken
biz beri yanda iç işlerimizi düzeltmeye çalışmamış, ya
da çalışmışsa da bir şey yapamamışız. Öteki diplo­
matlar ise en büyük gailelerle, iç dertleri ve facialarıyla
uğraşırken bile, T ürkiy e’de eskidenberi sürdürdükleri
usûl, âdet ve niyetlerini yine de sürdürmekten, kul­
lanmaktan, gizli örgütler düzenleyip kurmaktan, Bal­
kanlarda yangınlar çıkarmaktan bi r an ve bi r saniye
dahi geri durmamışlardır.
İşte Moralar, Sırbıyalar, K aradağlar o marifetlerin
ürünleridir.
Mısır hidivi Mehmet Ali Paşa’nın, Navari'n felâke­
tine rahmet okutan saldırgan davranışları devlete bü­
tün bütün şaşkınlık vermiş ve bizi pek fena sarsmıştır.
Yine Rusya ile yaptığımız bir savaş sonucudur ki ada­
lar elden çıkmış, daha birçok kıymetli topraklarımız
bize veda etmiştir. Hasılı Mısır gailesi bize çok pahalı­
ya oturmuştur. Gaript ir ki Doğu’da muntazam ve iyi
niyete davalı bir porgramı olmayan, kararlarını işlerin
gidiş ve gelişine göre değiştiren batılı devletler, Rusya
donanmasının Boğaziçine kadar girdiğini ve Hünkâr
İskelesi andlaşmasını haber alıncaya kadar sallanıp
durmuşlardır.
68

Rusya'nın eskidenberi sürdürdüğü siyaseti, artık


emeline nail olmak üzereydi. Karadeniz âdeta bir Rus
gölü halini alıyor, boğazlar Rus gemilerine serbest bıra­
kılıyordu. Rusya Akdeniz'e çıkar çıkmaz Süveyş’i elde
ederek hemen Uzak-Doğu’ya göz dikiyordu. Bu hesap­
lar labit gerçekleştirilmesi zor birer hayâldi. Fransa v?
İngiltere buna razı değildiler. Meternilı ise, Avusturyaep
baskasının malını bölüp bölüştürmede pek değerli bir
müttefik sayılan Rusya’nın, Tuna dolaylarında yayıl­
masından ürktüğü gibi, ayrıca bir devlete bağlı kavim-
lerin istiklâl dâvası ile ayaklanmasını bir ihtilâlden çok
bir isyan olarak kabul ediyordu. Bu da tabiî idi; çünkü
böyle şeyler, sıra ile Avusturya’nın da başına gelebi­
lirdi.
Batının işe karışması, Mısır hıdivinin saldırgan­
lıklarım kesip attı. Rusya’nın boğazlar hakkında elde
ettiği haklar da. 15 Temmuz 1840 Londra anlaşmasıyla
kırklara karıştı, gitti. Pek çok elem verici mecburiyet­
lerin meydana getirdiği sunî bir çocuk olan Hünkâr
li-kelesi andlaşmasının hükümsüz hale gelmesi, doğru­
dan doğruya İngiltere siyasetinin himmeti olan bir
eserdi. İngiltere, gayet t abiîdir ki, bu konuda her şey­
den önce kendi çıkarlarını düşünmüştü. Bununla bir­
likte bu meselede biz ondan fazla kazançlı idik. Dola­
yısıyla kendisinin yardımına minnettar kaldık. O tarih­
ten sonra İngiltere politikası bizde itibar kazandı.

Bıı tecrübeyle de anlaşıldı: Mülteciler meselesi or


taya çıktı. Rusya Eflâk-'Buğdcm’ı işgal ederek, 1848 ih­
tilâlinde Macaristan'a hücum ile, Avusturya'nın yardı­
mına koştu. Türkive'yi tehdit etmekten, hattâ sık sık
onun iç işlerine müdahale etmekten geri durmadı. Lâ
kin artık bütün bıı tedbirler ve teşebbüsler yersizdi
69

İngiltere’nin dostluğu devlet adamlarımızı uyarmıştı.


Büyük Reşit Paşa, Âli Efendi, Fuat Efendi (sonraki pa­
şalar) değerli ve bilgili siyasetleri ve kalemleriyle, sık
sık ve ansızın ortaya çıkan büt ün böy le teşebbüsleri,
daha doğrusu gaileleri bire r birer defediyorlardı. Ama
diplomasi yine rahat durm adı; bu sefer de «Makaa-
mât-ı Mübareke» (1) meselesini ortaya çıkardı.

Böylece geçmişi kısaca gözden geçirişiınwS6n mak­


sat, y üzy ılardır devam eden bin ve düşmanlık sebeple­
rini yeniden anıp açıklamak değildir. T am tersine, bü­
tün bu olayları inceleme ve eleştirmeden geçirerek, baş­
langıçta da iddia ettiğim gibi, iıki> büyük milletin ittifak
ve birleşmesinde hiç bir engel kalmamış olduğunu ha­
tırlatmak istedim.

Cidden ve gerçekten meşrutiyetçi olan iki millet


fertleri için m utlu ve gerçek bi r siyaset versa bu da
ancak Osmanlı ve Rus milletlerinin birleşme ve anlaş­
masında bulunabilir. Y oksa eskidenberi sürdürülen si­
yaset Doğu için şan değil, utançtır. İçinde bulunduğu­
muz yüzyılda bunu hâlâ devam ettirmeyi isteyecek bir
siyaset adamı düşünülmese y eridir (1).

Şimdiye kadar dökülen kanlar, telef olan canlarla,


sarfediılen milyonlar mily arlar ve bu yüzden koca iki
millet evlâdının, servetlerinin, çeşitli ilim, sanat ve hü-

(1 ) O rt a d o ğ u'd ak i baz ı k ulsa! y e rle r, k i li se le r v e be n z e ri e ri k ulla n )! .


m ış eski b i r de y im : M ü ba r e k m ak am lar.
(1) B u ra d a «Doğu» v e « D o ğ u l u » o l a ra k n i t e le n d i ri le n T ürk le r v e R us.
î ard ı r.
70

nerieriniıı, sanatlarının ve ticaretlerinin uğradığı deh­


şet verici sekteler felâketler tetkik ve hesap edilirse;
hu hadsiz hesapsız fedakârlıklara karşılık hasıl olan
neticeler — doğru bir tabirle— neticesizlikler ve yeni
endişeler, itimatsızlıklar düşünülürse gelecekte tutul­
ması gereken yolu tayin etmek için Osmanlı ve Rus
diplomatlarının vazifeleri pek kolaylaşmış olur.
Entrikalar, iki yüzlülükler ortadan kalkar. İki ta­
rafın hakları ve menfaatları temiz bi r vürak ve tarafsız
bir nazarla gözetilirse, İki yüz senelik devamlı birbirini
kırmanın ve öldürmenin, hem de bunları boş yere y ap­
manın ortadan kaldırılması mümkün olamaz mı? (2)

Rusya gibi, Türkiye gibi büyük devletlerin en mu­


kaddes vazifeleri nedir? Memleketlerinin bayındırlığı,
insanlarının mutluluklarının artırılması ve şayet hak­
larına tecavüz olunursa dokunulmazlıklarının korunma­
sı — başka bir tabirle— savunma ve karşılığıyla muika-
bele ile haklarının korunulması değil midir?

Kimse ilişmez, kimse biır şey demez, kimse işine ka­


rışmaz İken ne lüzum ve mecburiyet görülebilir ki, hiç­
bir şeye muhtaç olmayan koca bir devlet kendi memle­
ketinde yerine getirmeve mecbur olduğu, din ve vicdan
bakımlarından mecbur olduğu başta gelen mukaddes
vazifelerini terk etsirı de biçare memleket evlâtlarını,
milletin ge'eceği, medeniyet ve insanlığın temeli olan
vatan yiğitlerini hiç bilmedikleri, hiç görmedikleri dağ
larda bay ırlarda savaşın mihnet ve eziyetleriyle hattâ

(2 ) D e r in b ir ü lk ü c ü lü k w a yn ı ö lç ü d e g a fle t iç in d e yü zen ya za r. b*-s


y a z d ık l a r ın ın ü s tü n d e n üç b eş y ıl b ile geçm ed en fl u s l a n ıı yen i b*
s a ld ır ıy a ¿¿c c e c e k le r in i B ir in c i D ü n y* H a v.ıs ) ç ık a c a ğ ım h er h a l^ - •
olmalıdır.
71

açlıkla susuzlukla öldürsün? Ya da bin t ürlü cenk ve ei-


aal tehlikeleri içimde mahv ve heder etsin?

İslav birliği gibi basit ve bay ağı bir bahane ile is­
tiklâl kazandırılan kavimlerin (Balkan milletleri kaste­
diliyor) şükran ve hamdetmeleri tarzından bahsetmek
istemem. Çünkü kanı pahasına kazandığı bi r nimeti
kolay kolay kim feda eder? Ve tekrar bir boyunduruğa
nasıl teslim olur? Lâkin:

«Art ık elvermedi mi, insanları hayvan sürüsü gibi


hangi tarala isterseniz sürükleyip götürüyorsunuz?
Hakkı elde etmek, hakkı yerine getirmek her işte, her
noktada keyfî emellerden ibaret mi kalacak? »

çeşidinden elemli bir feryat, milletlerin kalplerinin


derinliklerinden kopup coşup taşmayacak mıdır?

Memleketin umumî efkârında hasıl olan cereyanla­


rın hakka, insanlığa ve medeniyete dayananlarına tâ
sonuna kadar engel olmak mümkün müdür? Meşruti­
yet düşmanlığı engizisyonları bu cereyana karşı ne ya­
pabilmiştir?

Bugün artık gerçekleştirilmesi asla i-mikânsız olan


ve kan dökmekten başka sonuç vermeyen uğursuz dü­
şünceler yerine bütün insanlık dünyasını sevinç ve
mutlulukla dolduracak ulu bir siyaset yolu tutalım:
Türkiye ve Rusy a’nın Avrupa ve Asy a'da mevkice, du­
rumca, siyasetçe, işlerin gereği olarak müttefik halinde
yaşaması nasıl tabiî ise; yüz milyonlarca insanoğlunu
medeniyet ve insanlığın nimetlerinden nasip alıp bah
liv ar edeceğine göre, bunun her iki millet nazarında ne
kadar makbûl ve muazzez olacağı da öylesine şüpheden
ve kuşkudan uzaiktır.
72
Hasılı demek isterim ki Doğu’y u baht iy ar etmek
üzere başlamış olan şu mutlu inkılâbda, siyaset ve in­
sanlık adına Doğu için tek selâmet ve başan çaresi
Türkiye-Rusya ittifakmdadır.

Art ık gaflet edecek veya görmezlikten, bilmezlik­


ten gelecek zamanda değiliz. Türkiye ile Rusy a’nın de­
vamlı ve samimî ittifakı ve birleşmesi kadar tabii bir
şey yoktur. Bi r kurşunla on kişiyi birden öldürmek, bir
gülle ile birkaç milyon altın kıymetindeki hir gemiyi
hemen bat ırmak için icadolunan tahrip araç ve gereç­
leri Türkiye ve Rusya isterse ebediyete kadar Doğu’da
(onlara) yabancı kalır. Hem de Doğu, göstereceği istiğ­
na ile, bu alış verişte Bat ı’ya bir ibret dersi bile verir.

Vaktiyle inancım ve görüşüm böyle idi, bundan


sonra da daima böyle kalacaktır!

Geçmişi gözden geçirip ibret alalım. Art ık bundan


sonra geleceğe bakalım ki, bize en yakmı olan odur
Birbirimizin varlığına göz dikmeyelim, derin bir sevgi
ve saygı içinde hep birlikt e ilerleyelim. Hiç bi r engel
yok, hiç bir z orluk ve eziyet düşünülemez!

Doğu çöküntüden ve yok olmaktan masun kalır,


(eğer) başkalarının bizi ihtiraslara sürüklemesine ve
bizzat onların ihtiraslarına oyuncak olmak istemezse!..

Doğu bütün kâinata bir insanlık ve medeniyet ör-


r.eği olabilir; (eğer) aramız da samimiyet ve birleşme
kurulursa!..

Y irm inci yüzyıldayız. Bu yüzyılda yaşamaya lâyık


olduğumuzu, buna hak kazandığımızı ispat edelim. T a­
rihlerimizi okuyalım, hatalarımızı anlayalım!..
ikilik ve anlaşmazlık zamanları gelip geçti. Şimdi
anlaşmak ve birleşmek gerek. Bundan önceleri Doğu’da
çoğunlukla diplomatik idarei maslahat, gününii gün
etmek, ya da yalan söylemek ve aldatmak idi (1). Şim­
di gerçek diplomatlık, ciddiyet ve samimiyetle, hakla­
rı ve barışı korumaktır. Önceleri devletler savaşla, kan
dökmekle meşgul olurdu; şimdi görevleri medeniyet
ve insanlık yolunda hizmet, olgunluğun nurlarına bü­
tün dünyaya yaymaktır.

İhtimâl ki bütün bu sözler, bu fikirler bazı diplo­


matların nazarında hiçtir; yahut masal çeşidinden şey­
ler sayılır ve içlerinde: «R usy a’nın eskidenberi sürdür­
düğü siyasetten ayrılmasının mümkün olmayacağını,
'vine de) türlü türlü gaileler, tecavüzler icat edeceğini.
Balkanların bazan Rusy a’nın bazan Avusturya’nın kış­
kırtmalarına kapılar kendi ülkelerini genişletmeye çalı­
şacaklarını (1), Avust urya’nın Makedony a’ya inerek Al­
manya’ya T riyeste’yi açmak ve Doğu’da da birtakım
Alman emellerine hizmet etmek mecburiyetinde bulun­
duğunu; İtalya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin ayrı ayrı
ihtirasları olduğunu (2), hattâ eski Prusya politikası
olan «T av şana kaç, tazıya tut« prensibinin ebediyete
kadar Rusya'yı bize musallat edip duracağını — keha­
net satan bir taıvırla söyleyerek— hem gafletimize, hem

(D Y a z a r bu k i t abı n ı v e ö z e lli k le bu f i k i rle ri y az ark e n iç v e y a d ış te’ ,


k i n le r alt ı n d a k alm ı şsa, büt ün bu p a r a g r a f t a söyle Jiği v e hep
g e ç i ri şe y ö ne lt t iğ i i sn at ları n h e p si n i n k e ndi g ün ün d e . 'e ay n e n ge­
ç erli bu l u n d u ğ u n a çok g üz e l b i r ö rne k v e rm e d ur um u ı dadır.

( l ) K ı sa b i r süre so n r a Balk an Sav aşı k o pm uş, d un i ro ayn=en böy i


o lm uşt ur
siyaset alanındaki cehaletimize hüküm edenler de bu­
lunur. Olabilir!

Diplomatlarımızdan öyleleri de bulunabilir ki:


«İst anbul'un Türkiye'nin hükümet merkezi oluşu
tarihindenberi, Rusya hükümdarlık hanedanında kilise
kuvvetiyle bütün aile çevresini kaplamış olan ve daima
diplomatlarca hoş görünmek ve parlayabilmek için tek
yol bilinen bu büvük programdan vazgeçmek isteyen­
ler olsa bile, böyle bi r arzunun gerçekleşmesine (yine
de) imkân yoktur. Balkanlarda eskidenberi ellerinde
kitaplar bulunduğu halde ticaret yapan birçok gizli
görevlilerin Rus altınlarıyla hattâ Csmanlı payitahtın­
da neler yapmış oldukları düşünülürse; bu esaslarla ku
rulmuş ve nice kargaşalıklar, ay aklanmalar meydana
getirerek her zaman Osmanlı Devleti’ni ezmiş olan
müthiş bir tutumun ve siyasetin ceffelkalem değişive-
receğine, yerine insanlığı ön plâna alan bir siyasetin
gcçeceğine, inanmak şöyle dursun, bir an için o kanaat­
te bulunmak bile ne sonsuz bir saflık olur. Bugün
Rusya’da — al kanlara boyandıktan sonra— ancak ku­
rulmuş olan «Duma», bile esasında bir millet meclisi
deği!, bir istipdat grubudur. Onların Rusya rnüs’ü-
manian hakkında yürüttükleri günliik siyaset ortada
durmuy or mu? Ruslar hâlâ (dışarıdan gelip de yerlileş
miş) ulan fesatçıların yalanlarına, kandırmalarına ve
kışkırtmalarına kapılıp duruyorlar (3). Hâlâ dostu ve
uiismanı birbirinden ayırmaya muktedir değiller; da­
ha doğrusu bunu yapmak istemiyorlar. Bu açık ger

CJ Y a/ar, K us saray ç e v re si ni saran vpy*« R u s y a 'V ft so n rad an ye i e v i


n alın da R us so y un dan g e lm e y e n R uslasmı** az ı n lı k ları k a s te d iy o r
B ö v İ P İik lf a s ıl R usları n so rum lu g ö r ü lm e ’ e r i d ü ş ü n c e s i z ay ıf lıy o r
7?
peklere rağmen — yalancı ve aldatıcı bir rüya üzeri­
ne— yepyeni bir siyasî yolun çizileceğini tasavvur ve
tahayyül etmeye kalkışacak kimse, kim olursa olsun,
delidir. Bundan dolayı mazur say ılabilir.»
Hükmünü v erirler ve pek haklı görünürler; lâkin
bu böyle değildir.
(Dünyada) Hiç bir devlet yoktur ki kendi nüfuz ve
hüküm çevresini genişletmek zevkinden veya hırsından
arınmış olsun. Sanki pan-cermenizm, pan-ıslavizm var­
dır da pan-islâmizm fikri vok mudur? Hem bu fikir de
ötekiler gibi pek eski, pek dal budak salmış, büyük biı
fikirdir. Pan-cermenizm nasıl büvük fetihler yaparak
daha fazla genişleme hayâlinde bulunabilirse pan-ısla-
vizm de öyle hülyalarda bulunabilir. Pan-islâmizm de,
onlar gibi, hayâlini gerçekleştirme emellerine tutkun­
dur Lâkin hep netice bir: zehî havâl-i muhâl, zehî ze-
hâ'n-ı battal (1).

Sınırlı bi r dairenin çerçevesi içinde yaşayan öyle fi­


kirler bedbahtt ır ve asıl onlar mazur görülmelidir.

Siyaseti arşivlerde saklanmakta olan birtakım kâ­


ğıt parçalarının eğri büğrü yazılarına hasreden ve her
nedense diplomasi müzakerelerini gayet dar bir çekin­
genlik ve söz kısıtlamalarıyla ifade edip türlü türlü te­
vil ve tefsirlerde aravan, iyiden iyiye açıklığa kavuşmuş
bir gerçek karşısında bile hâlâ tereddütlü kalan düşün
ce ve görüşler şimdiki zamanda söz ikonusu bile olamaz
Çünkü yirminci yüzyılın siyaseti ve siyaset anlayışı bu
değildir. Bu çağda yaşayan milletlerin akıllı siyasetçi-

(l i 'J şt e -hey g i bi boş h ay âl, işt e -he y jşribi bât ı l o lm uş i n an ç » g i bi bh


a n la m a goie n eski v e ün lü b i r söz.
76

le n mutlu bir geleceği hazırlayabilecek karakterde yu


ratılmış, özü sözü doğru, seçkin devlet adam ları demek­
tir. Türkiye ve Rusya diplomat dolaplarında, masala­
rında, o dehşet verici dosyalar da iki yüz senedenberi
ortada dolaşıp duran fikirlerin mahsulü ibret dolu göz­
lerimizin önünde değil midir?
Genelkurmay dairelerinin müthiş plânlan her iki
milleti de az mı titretip durmuştur? Bununla birlikte
— farzı muhal olarak— Rusya bu önemli düşünce ve gö­
rüşlere karşı bütünüyle ilgisiz davransa bile Türkiye
—meşrutiyet sayesinde— bundan katiyen perva etmez.
Türkiye’nin büt ün felâketi, insanlığın ruhu olan
meşrutiyet idaresinde (şimdiye kadar) mahrum bulu­
nuşu idi. Av rupa nazarında meşrutiyet şekli dışında ka­
lan herhangi bi r hükümet insanlık düşmanı sayılırdı.
Artık biz bunu anladık.
Fransızırı: «L a voix du peuple est la voix de Dieu» (2)
dediğini, bugün «arzu-yı millet, H ak » olduğunu yalnız
meşrutiyetçiler değil, meşrutiyet düşmanı olan R us’ar
bile, tecrübeyle kabul ve it iraf ederler. Bu büyük hak­
ka dayanan insanlar, artık bu meşrutiyetin hâkim oldu­
ğu dönemde, müstebit bi r hükümetin zulüm ve tecavü­
zünden korkmazlar. Çünkü menfaat ne olursa olsun,
yirminci yüzyılda bütün Avrupa için ne büyülk prensip
meşrutiyet, başka bir tabirle insanlık prensibidir. Onu
ezecek istipdat kuvvetinin savaş ve anlaşmazlık baha­
nesi — ne yüzden görünürse görünsün— hiç bi r zaman
hak olamaz. Daima miskin, daima adî, daima çirkin ve
kötü bir hak yiyiciliktir.

12) T ürk ç'e 'y e: « H a ’ k ı n sesi, H a k k e n s e s i d i r » şe k li n d e a k t arabi li ri z .


F ran sa i h t i lâli n d e n so n ra d i le do lan m ı ş b i r sö z d ür.
77
Zamanımızda Avrupa'daki medenî milletler bir
Mason Loeası gibidir. Meşrutiyet ve medeniyeti hak­
kıyla uygulayıp koruyan bir devletin bir düşmanına
karşılık bin dostu bulunur. Şu halde Osmanlılar için
bundan böyle, öyle ayak satıcıları fesatlarından, öyle
miskin beyinlere mahsus köhne politikalardan, öyle es­
ki zaman usulü yalan dolan ve kışkırtmalardan korkup
çekinmeyi akla getirmek bi r zül ve tenezzüldür. Gerçi
bu kötülüklerin niteliğini de önemsememezlik etmeye­
lim Lâkin samimiyet olursa bütün bu engelleri kardeş­
le müzakerelerle ortadan kaldırmak mümkündür. Ben
biivük komşumuzu aleyhimize yöneltecek olan eski
«düşmen-ı dost-nüma» (l)ları m ı z ı da hesaba katarım.
Rusya meclisi Dum a’ya yapılan itirazlara gelince:
Bunlar da söz konusu olamaz. Zirâ meşrutiyet hak için­
dir Hak bâtıla daima galebe çalar. Bu muhakkaktır.
Aciz ve yılgınlık mağlûbiyet olur. Rusya milletini sava­
şa iterek onu hürriyetinden mahrum edecek miskin
kuvvet, mutlaka insanlığın da düşmanıdır. Hakkı tanı­
mayan bir kuvvet devamlı olarak yaşayamaz.

Rusya’daki büyük (T ürk ve) İslâm kitlesi, bu dev­


letin en büyük bir hayat organıdır. Onun haklarının
varlığı. Rusya’nın hayatının varlığı demektir. Başka
lürlü olamaz. Bugün biz ve Ruslar her iki millet, hürri­
yete susamış, meşrutiyeti koruma uğrunda canımızı fe-
la etmeye yemin içrnişizdir. O halde bu iki büyük mil­
let ve devlet medeni ve İnsanî varlıklarını birbiriv le cid­
dî ve samimî bir işbirliğinde aramaya mecburdur; bul­
mazlarsa bedbaht olacaklardır.

( I ) Dü'jm cn-i do st -n üm â: dost g ö rün e n du«ır.an< v e y a -d o st k ı l ı ğ ı n a ¿ ir


mis d üşm an » g i bi b i r anlam a.
n

Bugün akıllı devlet adamlarının görevi bu gerçek


temellere dayanarak ileri atılmaktadır. Basın da ken­
dilerine pek güzel bir yol gösterici olur. Diplomasi ise
artık böyle bir akıma uymakta tereddüt bile etmez ve
edemez. Çünkü akımlara karşı duranların lâyık olduk­
ları ceza perişanlıktır.

Art ık su uğursu/ geçmişi çiğnemelidir. El altından


iş görmek, avutmak, savmak savsaklamak, inamı gibi
görünmek politikaları hiç bir vakit akla yatkın netice­
ler vermez ve vermemiştir. Zaten bizde Hazreti Mevlâ-
nâ'nm:

«Y a göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün»


şeklindeki derin ve değerli düşüncesi, en büyük si­
yaset tedbiri olarak kabul edilmelidir. İnsanlar içn
kurtuluş bundadır.

Varlığını hisseden milletler uyumaz, uyursa ölümü


yakındır demektir. Dolayısıyla mademki bizim için
Rusya ile gerçekten dost olmak, her iki milletin ve
devletin hayatî menfaatleri gereğidir, buna ciddî ola­
rak çalışmalıdır. Rus diplomasisi buna muhakkak en­
gel değil, gerçeği seven bi r rehber olur. Çünkü diplo­
masi engel olursa, meşrûtiyete de düşman olmuş olur.
Halbuki fedaî vatansever Ruslar, övle değerden düşmüş,
hatalarla dolıu bir diplomasi hatırı için, yüzyıllardır
altında ezildikleri uğursuz bir istipdattan kurt arabil­
dikleri hürriyetlerini ay aklar altna alabilirler mi? Yeni
baştan o zalim ve karanlık geçmişe yıizgeri ederler mi?.
Böyle bir felâkete ihtimal vermek mantıkî inkâra kal­
kışmak olur.
İki devlet arasındaki o eski zihniyeti bütün bütün
ortadan kaldırmak için, her şevden önce hükümdarla-
79

rım ız p a yita h tla rd a b irb irlerin i ziya ret etm eli; sa­
dece elçilerim iz d eğil; n a zırla rım ız, d evlet a d a m la rım ız
devam lı temas halinde b ıılu n m alıd ır. D aha açık s öyle­
yelim : Ka rş ılık lı m ü na seb etim iz ü ç beş siyasî görevli­
nin m ü naseb etiyle kalm am alı; iki m illetin dü şü nü rleri,
nü fu zlu ve ile r i gelen şa hsiyetleri b irleş m eli, sevişme-
li, tanışm alıdır.

M em leket çocu kla rı İs lâ m ve H ıris tiya n d a n m ey­


dana gelm e, d ola yıs ıyla m ü slü m a nlan mü slü manları-
m ızla ve h ıris tiya n la rı h ıris tiya n la rım ızla aynı cinsten
ve aynı m ezh epten olu şan iki kom şu devletin,' iki gü ç­
lü d evletin bu s am im î ittifa kın a , gerçek b irleşm esin e
hizm et edecek a la n la r eb ed iyyen iyi b ir ad la anılacak­
lardır.

***

Acab a yirm in ci yü zyılın tarih s a h ifeleri bu b ü yü k


Dc.ğu siyasetini ya zıp kendi içine alm akla b a h tiya r ola ­
cak m ı?
O s m a n lılar bu b ü viik ve ön em li m eselede, eski ve
vefa lı d os tla n olan In gilizlerin siyasî m esleğin i de göz-
önü nden ayırm as ın la r: D evletin b ölü nü p b ölü şü lmesi
gib i hırs ları ve ihtirasların ta savvu rlarını defala rca
verle b ir eden İn giltere, s ırf kişis el veh im lere da yalı
en d iş elerle kendisine ve m a d d î m en fa atlerin e da rb eler
indirm ek istediğim i,: za m a nlar b ile b izi insa f ve d oğru ­
luk yolu na sevk ve davet etm ekten geri du rm a m ış tır.
İn giliz elçilerin in devam lı teşeb b ü sleri b u na kesin b ir
b elged ir. B iz, son d ereceye kadar Ru sya ile gizli değil,
s am im î ve ga yet açık b ir p olitika tu tm aya u ğraş m alı­
yız İçli dışlı d os tla rım ızı, d ü ş m an la n m ızı seçip a yır­
malıyız; tamamiyle anlaşmalıyız. Bunda başan her iki
t araf için de şanlı oiur, neticede bütün Doğu ihtiraslar­
dan ve ihtiras kışkırtmalarından kurtulur. Bu azim ve
teşebbüs, insanlık ve medeniyet dünyasında son meş­
rutiyet inkilâbımızm bize kazandırdığı yüce mevkii bir
kat daha yüceltir. Başarı elde edilemese bile tarih bizi
her sorumluluktan arıtmış olur.
1270 Türkiye’si (1) Büyük Reşit Paşa’nm değerli
ve akıllı siyasetiyle her an galiptir. Diplomatlarımız
bundan emin olm alıdırlar ve bilmelidirler ki meşruti­
yet Rusyası bizce iyi bir dost olur, aslâ düşman olmaz.
Düşman olacak müstebit bi r devlet ise ebediyyen bütün
A v rupa’nın (da) düşmanıdır. Onun tek dostu yokluk
m ez an olur!

( 1) K ı rı m Sav aşı *mn başlad ı ğ ı 1854 y ı l l a n dö nem i.


T E Ş E K K Ü R

iarüıî araşt ırmalarım için eski sadrazamlardan K â­


mil Paşa, eski sadrazamlardan T ev fik Paşa, Hariciye
Naz ın Rifat Paşa, Paris elçisi Naum Paşa, sadrazamlık
müsteşarı Ziya Bey dendi hazretlerinden nail olduğum
müsaade ve kolaylıkları büyük bi r minnet yâd ve ken­
dilerine baş&a başka sonsuz şükranlarımı arzederim.

Hariciye müsteşarlığında iken vefat eden Fethi


Bey'in yol göstericiliği ve yardımı da cidden hatırlan­
maya lâyıktır.

Paris'te (iken) muhterem Osmanlı elçisinin y ardı­


mı ve aracılığı ile gösterilen kolaylıklar için, Fransa
Hariciye Nazırı Mösyö Pichon hazretlerine teşekkürle^
rimi takdim ederim.

Protokol müdürii Mösyö Muller ile arşiv müdürü


Mösyö Charlo (da) minnettar bıraktılar. Ayrı ayrı te­
şekkürler ederim.

İnsanlığı şiar edinmiş Fransa elçiliği müsteşarı


Mösyö Boppe cenaplarının ve Fransa Hariciye Nazırlı­
ğı nda kendisini tanımakla şeref duyduğum arşivist
Mösyö K erriot ’nun nezaket ve yardımını ise asla unut­
mayacağım. Bu iki samimî Osmanlı dostuna candan ve
yürekten hürmetler ..

F: 6
82

İncelemelerin tasnifinde (bana) rehberlik eden bir


eseri hediye (ve beni) teşvik eylediğinden dolayı Jikdam
(gazetesi sahibi) kardeşim Ahmet Cevdet'e ve yardım­
da bulunan diğer arkadaşlara ayrıca teşekkür borçlu­
yum.

Teşrinisani 1325 (Ekim 1909ı


K UDÜS-1 ŞERİF M ESEL ESİ

«Üçüncü Napoly on olmayaydı Maka-


amât-ı Mübareke meselesi çıkmazdı.
Bu mesele çıkmasaydı, felâket muhak­
kakt ı.» (1)

İ Ç İ N DE K İ LER

1 — K ilise çekişmeleri ve bunun tarihî geçmişleri


2— Rusya ve Avrupa devletleri
3 — Sırrın çözülmesi, yahut sırların açıklanması
4 — Çekişmelerin neticesi veya mezhep talepleri
5 — önem li siyasî belgelerin suretleri

(1 ) Y a z a r bu sö z le ri t ı rn ak i si n d e b u r a y a alm ı ş, f a k a t k i m e ai t o ld u­
ğ un u be li rt m e m i şt i r.
K ilise Çekişmeleri ve Bunun T arihî Geçmişleri

Hiç bi r dinin, hiç bir mezhebin tavsiye etmekten


ve hatırlatmaktan geri durmadığı bir şey varsa o da
herkesin hakkına razı olması ve başkasının haklarına
tecavüz etmemesi değil midir?

İnsanlık, her şeyde olduğu gibi, bunda da güçsüzlü­


ğünü ve kusurunu göstermiştir. Çekişme, ikilik, anlaş­
mazlık, karşıdakini hor görüp küçümseme., her zaman
insanoğlunun lüzumsuz bi r hayat mücadelesi içinde
mahvolup gitmesine y ardım edegelmiştir.
On beş, on altı yüzyıldanberi Kudüste mevcut olan
K amame kilisesinin ve bundan sonra y apılan mâbet ve
ziyaret yerlerinin kimin elinde bulunacağı ve ondan
sonra da kime kalacağı konusu Lâtinlerle Ortodoikslar
ve öteki mezhepler mensupları arasında ya da özellikle
bu iki unsurun papazları arasında ötedenberi türlü
türlü çekişme ve anlaşmazlıklar doğurmuştur.
Bu çekişme ve anlaşmazlığın niteliği, ilk zaman­
larda politika hastalığına bulaşmış değildi.
Orta çağda cehalet ve taassup son derece şiddetli
ve etkili bulunmaktaydı. Yüzbinlerce insan bir kaz ve­
ya ördeğin peşinden giderek (1) yeryüzünün önemli bir

(D Y a z a r bu i f ad e y i m e caz i a n la m d a k ullan m ı şt ı r.
86
raini, birkaç serserinin aldatmasına ve itmesine kapıla­
rak yerle bir etmişlerdir.
Hazreti Ömer Faruk K udüs’ü zaptedip teslim aldı­
ğı zaman, İslâmlığın adaletinin ve yüceliğinin kesin bir
örneği ve belgesi olmak üzere, burada bulunan mu­
kaddes yerlerin bütünüyle muhafaza edilmesini ve âyin­
lerin serbestçe yapılmasını emir buyurmuşlardır.

Bir söylentiye göre bu halife hazretlerinden iki


yüzyıl kadar sonra gelen Harun Reşit, kardeşlik ve it­
tifaka bir nişâne olsun diye, Kamame'nin anahtarları­
nı Charlmagne’a hediye etmiştir (808 - 876). Harun Re­
şidin zamanında frenklerin K udüs'teki kilise ve manas­
tırlara sahip çıkmalarına toleranslı davranmış olduğu
muhakkaktır.

İnsanlık âlemi iv,'in gerçekten bi r ayıp ve yüz kara­


sı olan Haçlılar, nice şahsî garazlar ve nefislerine mah­
sus emellerle yalnız İslâm dünyasını değil, bütün me­
deniyet dünyasını ve bütün insanlığı ebediyete kadar
üzüntülere boğacak olan zulümler ve kötülükler ica­
dına uğraşmışlarken. Selâhaddin Ey y ûbî’den başlaya­
rak Filistin topraklarının baştan başa müslümanların
İdaresi altına girmiş olmasına kadar geçen yüzyıllar
içinde de buralarda hak ve adalet kuralları tamamiyle
hâkim olmuştur. Hıristiyanların mezhep haklan ve
tecavüzden masun ve mahfuz kalmıştır.

Osmanlı Devleti, hak ve adalet giıbi herkese yaygın


iki temele ve dünya düzenine davalı bi r hükümet esa­
sını kabul ettiğinden, insanlığın devamı içitı yegâne
sebep olan bu siyaset yolu Osmanlı padişahlan katında
her zaman göz önünde tutulmuştur. Nitekim Osmanlı
Padişahları hic bir cins ve mezhep ve hiç bir şahıs ve
millet ayrımı y apmadan herkesi aynı saygılı gözlerle
görmüşlerdir. Fakat yazık ki Doğu ve Bat ı kiliseleri
arasındaki çekişme ve ikiliğin bi r türlü eksik olmaması
ve bunların sonraları bin bir türlü politik sebep ve ni-
>etlere itilmesi, dolayısıyla sayısız bölünmelerin ort a­
ya çıkması, Hıristiyanlığın doğduğu y er olan mukad­
des toprakta (Filist in’de), kulların Allah’a tapınıp kul-
iuk ettikleri yerde bile pek çok yolsuzluk ve haksızlık
T o y d an a gelmesine yol açmıştır.
K ulların haklarının bir Allah emaneti olduğunu bi-
leıek adaleti ve hakkaniyeti daima yerine getiren bü-
vük Osmanlı sultanları, Hazreti Öm er Faruk’un yolun­
dan giderek, dinlerin ve mezheplerin serbestliğini sal­
tanat ve hükümetlerinin temel ilkesi olarak kabul et­
mişlerdi. Bu konularda çeşitli milletler tarafından
(müslüman olmayan milletler t arafından) kendilerine
yapılan başvurmaları ve ricaları dalıma iyi karşılayıp
yerine getirmişlerdi. Bunun için zaman zaman ferman­
lar çıkarıp isteyenlere ihsan etmişlerdi.

Ama, çok yazık ki, kiliseleri kendi özel m eramları­


na bir âlet olarak kabul edenler, bu din ve mezhep
meselelerini bütünüyle bir yana koyarak başka yolla­
ra şapmışlar, fırsat düştükçe dış görünüşte geniş halk
yığınlarının hoşlarına gidecek dav ranışlarda bulunmuş­
lar, fakat öte y andan türlü türlü kötülükler, entrikalar
hazırlamaktan çekinmemişlerdir. Meselâ bu arada Lâ-
linlerle Ort odokslar ilk baştan itibaren durmadan Ba­
b I â l i'y i tâciz ve rahatsız ederek devletin zerrece alâka­
dar olmadığı ve son derece civanmertçe müsaadelerde
bulunduğu bir meselede birbirleri aleyhinde bin bir hile
ve dolap çevirip durmuşlardır. Bunlar kâinatın avcısı
olan o kâfir altınları bile, fesatlarının ve maksatlarının
88

gerçekleşmesi için her zaman bir araç olarak kullan­


mışlardır (1).

Gerçeklen de pek değişik ve pek çeşitli inanç ve


mezhepte bulunan Lâtin, Rum, Rus, Ermeni, Süryanî,
K ıptî... gibi değişik kavim ve milletin mukaddes top­
raklardaki çekişmeleri ve birbirlerinin ayaklarım kay­
dırm a çabaları Osmanlı Devleti için lüzumsuz, faydasız
ve zaman zaman da âdeta büyük bir gaile doğurmuştu.

Hüküm ve zamanın icabı ile Ortodoks ve Katolik-


lerin tutageldikleri birbirine zıt ve değişik yollar, ön­
celeri o kadar önemli değildi. İşi bi r t arafın galibiye­
ti ve diğerlerinin mağlûbiyet yahut mahrumiyeti ile ge­
çici bir neticeye bağlam ak mümkündü. Ne v ar ki ara­
dan kısa bir zaman geçer geçmez yeniden fesat ve kay­
naşmalar başlardı. Başkalarının isteği dışındaki neti­
ce tabiatiyle bir başkalarının isteğine uygun düşer., bu
da yeni bi r kaynaşmayı gerektirirdi.

Milâdın üçüncü yüzyılında İmparatoriçe Helen ta­


rafından yaptırılmış olan K amame'nin, aradan yüzyıl­
ların geçmesiyle uğradığı değişiklikler ve tecavüzler ve
sonraları bir zaman nasılsa bir t arafından çıkardan
yangın üzerine yalnız Rusların ve Rumların y ardımları
ile yapılan onarma, Beytüllahım’da çok eskiden kalma
bir emanet olan bi r hâtıranın gaspedilmesi veya çalın­
ması konusundaki cür’et.. hasılı hiç bi r dinin, hiç bir
mezhebin beğenmeyeceği ve hiç bir kitabın emretme­
yeceği birtakım ahval ve hareketler yüzünden bunca

( 1) R üşv e t , p ar a i le adam sat ın a lı p k e ndi t a ra f la rı n ı dest e k le t m e g ibi


k o n ula r k ast e d i li y o r
İ9

kavimler ve milletler arasında türlü türlü anlaşmazlık


ve çekişmeler, düşmanlıklar ort aya çıkıyordu. Geniş
halk tabakasının cahilliğini ve gafletini, meramlarımı
elde etmek için kullananlara göre bütün bu sayılan hal­
lerin her biri bire r ‘ irşattı. Bundan dolayı zaman za­
man cinayetler de işleniyor. Maksat larına ulaşmaik is­
leyenler iıkide birde devlete z orluklar çıkarıp onun ba­
şını ağrıtırken, bi r yandan da durm adan A v rup alı i m ­
paratorlara, krallara şikâyetler y ağdırıy or ve onların
bu bölgedeki ihtiraslarının kabarmasına çalışıyorlardı.

Osmanlı Devleti herkesin hakkını kendisine ver­


mek, hakkı yerine getirmekten başka şey düşünmüyor*
du. İster kendi halkından olsun, ister yabancı uyruk­
tan bulunsun, iki t araf arasında çıkan anlaşmazlıklar
da aslâ bu t araflardan birinin veya onlarıii hükümet­
lerinin destekleyicisi olmuyordu. Me v ar ki tâ ilk za­
man lardaııberi sadece kilise çekişmelerinden ibaret
olan bu kavgalar, zamanla rengini değiştiriyor, mezhep-
anlaşmazlığı perdesi altında birçok siyasî emelleri giz­
liyordu.

Giderek bu hal devletin gailesini artırmıştı. T araf­


ların devleti rahatsız edişi çoğalıyordu. T araflardan
kimse hakkına razı olmuyor, herkes başkasının hakkı­
nı bizzat kendisinin açık seçik bi r hakkı olarak göster­
mek istiyordu. Sözün kısası iki mezhebin kiliseleri bi r­
birinden ayırdığı tarihtenberi, bu iki t araf yani Lâtin-
lerle (kat olikler) Ort odokslar muıkaddes yerleri kendile­
rinin savmak konusundaki dâvalarını terketmiyorlardı.

Lâtinler, K anunî Sultan Süleyman gibi büt ün Av ­


rupa’yı kendisine boyun eğdirmiş bir padişahın salta­
natı zamanında elde etmiş bulundukları özel müsaade­
90

lere dayanarak hak iddia etmekteydiler. Fransa K ralı


Birinci François tarafından, Kanunî Sultan Süleyman'­
ın Bağdat 'ı fethedişini tebrik etmek için padişaha gön­
derilen elçi birtakım hediyeler getirmiş ve bu arada
kralın bazı istirhamlarını ona arzetmişti.

Kanunî Sultan Süley man’ın ihsan ettiği imtiyazları


ihtiva eden andlaşmaya — ki bugün yalnız Fransa ile
değil, bütün batılı devletlerle yapılan andlaşmalara da
buradaki bazı imtiyazlar esas olarak alınm ışt ır—-
bzel bir madde konmuştu. Bu maddeye göre K udüs’te
Lâtinlerin ötedenberi ziyaret ettikleri bi r kısım yer­
ler. kendilerinin malı gibi sayılıyordu. Aynı madde 1740
tarihinde yapılan yeni bi r andlaşma ile daha da pekişti­
rilmişti.

Bundan başka, ortodoks Rumlar, kendi Osmanlı


uyruğu bulundukları için, Lâtinlerin elinde bulunan
Kudüs'teki ziyaret yerlerinden daha kolaylıkla istifade
etmekteydiler. Bu yüzden arada çıkan ve* çıkacak çekiş­
me ve anlaşmazlıklarda her zaman biraz fazlaca istifa­
deli çıkıyorlardı. Dolayısıyla Lâtinler katolik Fransa'­
nın ecnebi himayesine sığınıp katmışlardı.

Ortodokslar, kiliseyi yaptıran İmparatoriçe Helen’­


in Lâtin değil, Ortodoks olduğundan tutturarak, kıdem
dâvasında bulunan katolikleri bazı ziyaret yerlerine
—hattâ misafir ve salt ziyaretçi olarak bile— yanaştır­
mak istemiyorlardı. Bu çekişmelerin arttığı tarihten
yüz, yüz yirmi sene kadar önce yangın çıkarılıp bunun
sonunda kilise sadece ort odokslann yardımıyla onarıl­
mış olduğundan, katolikIerin art ık ona ortaklık haikkı
iddia etmemeleri lâzım gelirdi. Oysa bu yangından dah.%
91

önceleri de kilise yine defalarca yanmış o vakitler ye­


nilenip onarılmasını yalnız Lâtinler yapmışlardı.

Gerçekte Lâtinlerin bazı yerlere sahip bulundukları


inkâr edilemezse de, y ukarıda adı edilen andlaşmada ve
ondan sonraki pekiştirilmcde tam bir açıklık yoktu.
Hangi ziyaret yerlerinin sadece Lâtinlere ait ve hangi
lerinin ötekilerle ortaklaşa bulunduğuna dair belirli bir
yazı-madde bulunmadığından çekişmeler, tartışmalar
bir türlü eksik olmuyordu.

Yine y ukarıda temas edildiği üzere ilk zamanlar


bu çekişmeler hemen hiç bi r zaman önemli bir derece­
ye varmıyordu. Bunlar o zamanki idarede artık olağan
sayılıyordu Böyle anlaşmazlıklar sonunda taraflarca
<ıçılan dâv alar ya oranın bölgesel mahkemelerinde gö­
rülüp bir karara bağlanır, ya da İst anbul’a aksettiri­
lirdi. Burada, dâvanın gelişine gidişine göre, padişahın
bir fermanı ile mesele çözüme bağlanırdı.

Ama git-gide meselenin rengi değişmeye başla­


mıştı.
Ortodoksların her hal-ü kârda bu meselelerde zi
yanlı çıkmadıklarına hiç bir şüphe yoktu. Fakat — far-
zedelim ki— kimin, kimin hakkını gasbettiğini, taassup­
ları yüzünden, anlayamıyorlardı; fakat meselenin ar­
tık bir politik çekişme haline dönüşmüş olduğunu an­
lamamaya imkân kalmamıştı. Evet doğrusu şuydu ki
bu çekişme git-gide politika hissiyatından da daha ge
nişleverek — insanlık gereği— haklı haksız düşünül­
mediğinden. aranılmadığından ve din yerine millet ve
kavmiyet gibi yeni yeni fikirler araya girdiğinden, h?i!<-
ları gasp ve tecavüz konusunda karşılıklı sataşmalar
alıp yürümüştü. Netice olarak Lâtinlerle ortodokslar
92
arasında, birbirlerine karşı karşılıklı derin bir kin ve
düşmanlık uyandırmaktaydı. Bu kin ve düşmanlık kı­
sa bir zamanda asıl kanalından bütünüyle ayrılmış,
anlaşmazlık konusu alkıllardan çıkmıştı. Yüzbinlerce
iıısan, birkaç papazın veya nüfuz sahibinin ardından gi­
derek, birbirlerinin can düşmanı kesilmişlerdi.
Garip bir tesadüftür. Koca Petro zamanında dış
i’ örünüşe bakılırsa Ortodoksluğa sahip çıkıp onu hima­
ye etmek, başka bi r tabirle onun manevî sayesinde nü­
fuzunu pekiştirip emellerini gerçekleştirmek niyetiyle
Rus hükümdarlarında belirlenip birtakım nıhânî kuv­
vet, geniş halk yığınlarınca Rusya’da mukaddes peder
sayılan Birinci Nikola’nm hükümeti zamanında tesiri­
ni icra etmekteydi. İşte bu sıralarda katolik Fransa’da
Prens Louis Philip Napolyon, genel bi r seçimle on iki
milyon Fransızın oyunu kazanarak hükümetin başına
geçmişti. Yine böyle tesadüflerden biri olarak o esna­
larda Papa Dokuzuncu Pie, R om a’ya girme konusunda,
Fransız askerleriyle Napoly on’un yardım ve desteğini
görmüştü.

Kendi ruhâni ve cismânî iktidarına sınırsız dere­


cede güveni olan, bundan dolayı Av rupa’ya küçümser
bir gözle bakan Çar Nlikola, hem mezhep hem de hükü­
met noktai nazarından yeni bir Napoly on’un ortaya
çıkmasından ve bunun sonucu olarak katoliklerin nü
tuzlarının birdenbire tekrar önem kazanmasından asla
hoşlanmamıştı. Bu sırada Fransa’daki iç karışıklıklar
da ciir'et ve cesaretin artmasını sağlamış, bu durum
Çar’ın şiddetli tedirginliğine yol açmıştı. Öte yandan
Napolyon, içinde bulunduğu zamanla gelecek zamank
ıırı her çeşit niyet ve tasavvurlarının bir an önce geı
cekleştirilebilmesi volunda acele eden bir tutum için­
*5
deydi. Bu işin gerçekleştirilebilmesi için her şeyden
önce memleket dahilindeki nüfuz ve kudretinin pekiş­
tirilmesi gerektiğini biliyordu. Bundan dolayı, idare
şeklinin değişmesi esnasında bezginlik getirmiş ve ar­
tık asabı uyuşmuş kalmış olan Fransız milletinin mez­
hep düşüncelerini yeniden uyartıp, onun gelişmesine
çabalıyordu (1). Memleket dışındaki herhangi bir kim­
senin veya zümrenin bu konuda göstereceği tepki ve
taassubu önemli görmüyordu.
Napolyon, nüfuzunu ve mevkiini sağlamlaştırmak
için, özellikle din adamlarının gönlünü almayı, onları
elde etmeyi öngörüyordu. Gerek parlementoda, gerek
ülkenin öteki iç işlerinde sözünü tam geçirebilmek im­
kânını ancak bu yoldan kazanacağını biliyordu. Bu hıı
susta gerekirse elini ateşe bile sokabilirdi. Lâkin itiraf
etmek gerekir ki Kudüs-i Şerif meselesi daha Louis
Philipe'in hükümeti zamanında başlamıştı. Daha o va­
kitler Fransa'da hükümet, katoliklerin istek ve destek­
lerini göz önünde tutma yollarına yönelmişti. Bundan
dolayı Napolyon buralarda bulduğu böyle bir işi — ka-
toliklerle ilgili olduğu için kendi menfaatine de pek
uygun düştüğünden-- tabiatiyle desteklemek ve yürüt­
mek zorundaydı. Onu olduğu gibi bırakamazdı.
Louis Philipe zamanında kendisini iyice gösteren
bu anlaşmazlık ve çekişmenin asıl başlangıcı şuydu:
<Mevlid Isa" (2) denilen makamın üst kısmında bulu­
nan gümüşten yapılmış ve I üt ince bi r ibare ile bezenip
süslenmiş sembolik bir yıldız ortadan kaybolmuştu
Hazreti İsa'nın — söylentilere göre— doğmuş bulundu

( 1) Bi li n d i ğ i g ibi F Y an sa’d a büy ük ih t i lâld e n so nrn bi r a r » din adan


l a n iy iden iy iy e g ö z de n düşm üş, h at t a h ak are t e uğ ram ı şlard ı .
(2 ) İs a ’n ın doyrh- -£u yer .
ğu yerde iki ziyaretgâh bulunuyordu. Bunlardan biri
doğuş, öteki beşik yeriydi. Doğuş Ortodoksların, beşik
yeri de Lâtinlerin elindeydi. Doğuş yerinin tepesinde,
pek eski bir zamandanberi asılı bulunan bu özel yıldız
l.âtince bi r cümle taşıdığından; bu, Lâtinlerin oradaki
haklarının çok eskidenberi sürüp geldiğinin bir çeşit
belgesiydi. Durum böyle olduğuna göre onun kaybol­
ması Lâ tinleri hem çok üzmüş, hem de kuşkulandır­
mıştı. K endileri için büyük bir şeref bildikleri ve mü­
barek yerlerdeki çok eski haklarını pekiştiren, bundan
dolayı âdil bir şahit olarak canları kadar sevdikleri Lâ­
tin ibareli adıgeçen alâmetin, belirsiz bir el tarafından
yşırılmış olmasını esaslı bir dâva konusu tutuyorlardı.
Fransa devleti ötedenberi kendilerini himaye ettiği için
durumu hemen orava yansıtmış ve şikâyette bulunmuş­
lardı. Bunun üzerine meselenin tâ esasından incelen­
mesi gibi gaileler çıkmıştı. İlk bulunan çare ve teklif
şuydu: Devletçe, tıpkı o eski alâmet gibi, bir yenisi yap­
tırılacak ve eski yerine konulacaktı Ne var ki Osman­
lI devletinin bulduğu bu çare ve teklife iki taraftan hiç­

birisi — kendi çıkarlarına zararı olur düşüncesiyle- -


yanaşmamışlardı.
Çok gaript ir Ort odokslar bu yıldızın var olduğunu
kabul ediyorlar, fakat onu oradan kaldırma veya çal­
ma suçunu Lâtinlero yüklüyorlardı. O halde varlığını
kabul ettikleri bir şeyin yenisinin ve aynısının yaptırı­
lıp oraya tekrardan konulmasına itirazları olmaması
lâzım gelirdi. Ama nedense buna şimdi itiraz ediyor­
lar, katiyen razı olmuyorlardı.

Neticede katoliklerin koruyucusu Fransa şu tek­


lifleri ortaya atmıştı: Birçok ziyaret yerleri Lâtinlere
(ide edilecek, adı geçen yıldızın yenisi yaptırılıp eski
95

yerine konulacak, Kamame kilisesindeki büyük kubbe


de. bundan böyle sadece Lâtinler tarafından onarılacak­
tı. Ortodokslar bunları kesinlikle redderek, tamamiyle
bunun aksi yönde birtakım iddialar ve isteklerle uğra­
şıp duruyorlardı.

Bâbıâlî her iki tarafın da haksızlığını görüyordu,


bu sürüp giden çekişmelerin büyük mahzurlar doğu­
racağını da biliyordu. Uzayıp gidecek olan bu tartışma­
lar sonra içinden çıkılmaz yeni yeni meselelere yol aça­
bilirdi. İki tarafı da susturmak ve itirazları önlemek
için K amame kilisesi kubbesinin Osmanlı Devleti ta­
rafından onarılmasının en uygun çare olacağını dü­
şündü. Duhem Louis Philipe hükümetine, hem Orto-
dokslara — ve bu arada Rusya'da bildirdi. Ancak t araf­
ların hepsi bu âdil ve tek çıkar yol olan teklifi, kendi
arzularının paralelinde bulmadıklarından, reddettiler.
Bu durumda aradan e p e v bir zaman geçti. İş günden
güne şiddetini ve vahametini artırıyordu. Neden sonra
Ortodokslar — dolayısıyla onların koruyucusu Rusya
devleti— kubbe içindeki eski Yunanca yazılı kitabele­
rin olduğu gibi kalması ve zedelenmemesi şartiyle, bu­
rasının Osmanlı hükümeti tarafından onarılmasını ka­
bul ettiler. Ne var kı Fransa hükümeti, 1848 inkılâbın­
dan sonra verdiği cevapta, devletin onarımı yapmasını
kabul etmekle birlikte, eski Yunanca yazılmış o adıge-
çen kitabelerin tamamiyle kaldırılıp yerlerine Lâtince
yazılmış yeni kitabeler konulmasını şart koşuyordu.
Bunlar bu iddialarını şu esasa dayıyorlardı: K amame
kilisesinde eskidenberi mevcut bulunan kitabelerin
pek çoğu Lâtinceydi; o halde bu gelenek devam etme­
liydi. Netice yine t arafların anlaşmazlığı ile sonuçlanı­
yor, bundan dolayı t araflar birbirlerini suçlamakta, çe­
96

kişmede işi sonuna kadar sürdürüp duruyorlardı. Is-


lanbul’daki Rus ve Fransız elçilikleri, aralıksız, bu şi­
kâyet ve isteklerle devleti rahatsız ediyorlardı.

1266 (1850) senesinde İst anbul’da Fransız elçiliğin­


de (görev li) bulunan General Opik, aldığı em ir üzerine,
bıı işe dair yaptığı araştırma ve incelemelerin sonucu­
nu — yahut eMe ettiği tafsilât ve bilgileri— ihtiva eden
bir rapor düzenlemiş, bunu kendi devletine taıkdim et
miştir. Tabiatiyle i - j i n nasıl garipliklerle dolu bir mu­
amma olduğunu bilmediğinden ve elde ettiği bütün bil­
diler de katoliklik gayretine dayalı bulunduğundan, bu
rapor tek taraflı bir yön göstermiştir. Fransa devleti bu
r a p o r u aldıktan sonra İst anbul’da elçisine yeni emirler

ve talimat göndermiştir. Bu emirleri alan elçi ise, K u­


düs’te katoliklerin haklarının gaspedilmiş olduğunu
ileri sürerek tekrar ve eskiden daha da şiddetli istek ve
iddialarla devletin karşısına dikilmiştir. 16 Receb 1266
(28 Mayıs 1850) tarihli bu şifahî istek takririnde, Os­
m a n l I Devleti ile Fransa hükümeti arasında milâdî 1740

yılında imzalanmış bulunan andlaşmanm otuz üçüncü


maddesi hatırlatılmaktadır. Bu maddeyle mübarek ma-
hallerdeki Lâtin haklarının yeniden kendilerine veril­
m e s i istenmektedir. Çünkü adıgeçen yerlerin Lâtinlere

ait bulunduğu — kendilerinin elinde olan— pak çok mu­


teber belge ile de ispatlanabilecektir.

İstenilen şeyler şöylece sıralanmıştır:

Beytüllahm büyük kilisesi: Hazreti İsa’nın doğdu­


ğu v er olan mağara ve bunun içindeki özel yere yeni­
den bi r yıldız sembolü konulması; burasının döşeme
krinin değiştirilip yenilenmesi; K amame kilisesinin
içindeki Be tül d ) mezarı ve «Dihin-i K ıdâs» adı v eri­
len taş; yine kilise içinde bulunan ve Hazreti Mery em ’e
ait olan yedi halka; K amame kilise kubbesinin Lâtinler
tarafından onarılm ası hafckı; kilisedeki her şeyin, 1818
senesindeki yangından önceki hale getirilmesi...
Fransız elçisinin Paris’ten aldığı (ve Osmanlı dev­
letine ilettiği) talimat, Fransız cumhurbaşkanının
(Üçüncü Napolyon'ıın) katolikiik âlemini bütünüyle
avucunun içine almak gibi çok zor ve çok tehlikeli bir
emelin özeti niteliğindeydi.

Napolyorı, bir iki yüzyıllık mezhep imtiyazları, ola­


rak nitelediği bazı eski ahitleri ort aya atarak ve iddia­
larını buna dayayarak, güyâ Fransız lan ve onların hak­
larım koruma dâvası altında bütün katolikleri himaye
¿tme amacını güdüyordu. Gerçekte belki de dâvası bu
kadar büyülk değildi. Fakat general Opik vasıtasıyla
meydana gelen teşebbüs ve müracaatta katiyen tered­
düt edilmeyip bir nayli zamandıanberi Filistin’de bazı
ziyaret ve ibadet yerlerinden çıkarılmış ve mahrum
edilmiş olan Lâtinlarin haklarının bütünüyle geri ve-
r'Imesi isteğinde ısrar edilmiştir. Hattâ Fransız elçisi
—olağanüstü olarak— sadrıazamla hariciye nazırının
bir arada bulundukları bir sıraia onları ziyaret ede­
rek hükümetinin isteklerini kendilerine arz ve teklif
etmiş ve bu hususta bir de yazı (2) sunmuştu. Böyle­
likle Fransa’nın bu meseleye ne derece önem vermekte
olduğunu böylelikle .anlatmak istiyordu. Adıgeçeıı yazı
i;m bir suretini öteki birkaç vabancı devlete de ver-

(t )-E rk c k l-rd e n uz ak v e cî ç e k m i ş k ad ı n * an la m ı n a . M e ry e m 'i n sı fat ı


o l-ı rak k ullan ı lm ı şt ı r.
*2 * Bu y az ın ın hir çeşit ült i m at o m n it e li ğ i t aşıd ığ ı anlaşı lı y o r.
F: 7
98

iniş olması ise işi askerce bitirmek niyet v e kararla­


rında oldukları gibi geçersiz bi r çeşit gizli tehdidin
eseriydi.
Halbuki güyâ Osmanlı devleti nezdinde vuku bu­
lacak teşebbüslerin yabancı devlet elçilerinden mah­
rem kalmayacağı zan ve itikadivle, yahut da başka bir
düşünceyle yapılmış olan bu hareket tarzı, diplomaside
benzeri az görülmüş ve neticesi ekseriyetle kötü sonuç­
lar doğurmuş garip bi r tedbirdi. Bunun, umduklarının
tam tersine, Rusya elçisini ve daha çok Çar Nikola'yı
kızdıracağı şüphesi/di. Öte yandan Osmanlı uyruğun­
da bulunan R um lar da telâş ve heyecana kapılacaklar­
dı.

Dahası vardı. O z amanlar Fransız hariciye nazırı


bulunan Dö Lahit, giriştiği bu çeşit t eşebbüsler yet­
mezmiş gibi, büt ün katolik millet ve devletlere gön­
derdiği bi r genel yazıda bu ortak dâvada Fransa’ya ka­
tılmaları lüzumunu onlara hatırlatıyordu. Bunu öğre­
nen ortodokslar, kendi aleyhlerinde gerçekleşebilecek
olan bu katolik ittifakından dolayı pek çok heyecan ve
telâş içinde kalmışlardı. Bütün bu olup bitenleri', fi­
kirleri bulandırmak için ele geçmez bi r fırsat sayan
devlet düşm anlan (memleket içindeki ve dışındaki ba­
zı çevreler), Osmanlı devletinin kendi uyruğu aleyhinde
Lâtinlerle ittifak ettiği yolunda propagandalara giriş­
mişlerdi. Devlet ileri gelenleri bu hustıslan göz önün­
de tutarak, durum u Fransa hükümetine gereği gibi an­
latmak için çalışmışlar idiyse de — yazık ki— bu iyi
niyetli ve akıllı teşebbüslerin de hemen hiç bi r fay­
dası olmamıştı.
Gerçi ort odokslar esas meselede günahsız değil­
lerdi. Zaten ötedenberi papazlar Cenab-ı Hak k’ın em­
99

rettiğini yasaklamak, yasakladığını emretmek çeşi­


dinden olan şu bilinen hak çiğneyici tecavüzleri — bel­
ki de taassubun gayretiyle— kendileri için âdet ha­
line getirmişlerdi. Bilhassa bi r z am anlar Fransa’nın
kendi iç gaileleriyle meşgûl bulunması, öteki milletle­
rin K udüs’teki emellerini elde edebilmeleri için pek
güzel fırsat lar hazırlamıştı. Bununla birlikt e O&manh
devleti vakit vakit ve her fırsat düştüğünde — kendi si­
yaseti gereği olarak— bütün din ve mezhepler mensup­
larının K udüs’teki m übarek yerlerde mahrum ve me­
yus olmalarını önleyecek özel müsaadelerde daim a bu­
lunmuştu. Bu müsaadeler edilirken, sürüp giden çeşitli
şikâyet ve müracaat ların mümkün olduğu kadar bir-
birleriyle bağdaşt ırılmasını öngörüyordu. Y ani şikâyet
ve müracaatları ort adan kaldırmak için yapılacak şey,
hakka ve adalete dayanılmaik, herhangi bi r şekilde ta­
raflardan birini tutmamak, kinden ve garazdan uzak
kalmaktı.

Sadrazam Reşit ve hariciye nazırı Âlî paşalar, ge­


neral Opik'in bizzat verdiği tafsilât ve izahatı öğrendik­
ten sonra meseleyi yeni baştan enine boyuna inceleme­
ye karar verdiler. K endisine bundan sonra cevap ye­
leceklerini bildirince eiçi yanlarından ayrıldı. Aradan
çok geçmeden elçilik baştercümanı K ur, (tekrar) hari­
ciye nazırına başv urarak işin acelelendirilmesini iste­
mekle birlikt e şimdiden bazı konularda cevabını da
öğrenmek istedi. Hariciye nazın, meselenin Meclisi Vü
tcelâ’da (bakanlar kurulu) inceleneceğini, meselenin
önemli olduğunu ve bu arada ramazanın da gelmiş bu
Jurıması sebebiyle bi r müddet beklenmek lâzım geldi­
ğini ona hatırlattı. 21 Temmuz 1266 (12 Ağustos 1850)
tarihinde Fransız elçiliği bi r daha hariciye nazırlığım*
100

başvurarak 1740 tarihli andlaşmavı söz konusu etti. İs­


tediği şuydu: Mesele gözden geçirilirken bu andlaşma-
daki Fransa (ve katolikler) lehindeki maddelerin esas
olarak alınması noktasında ısrar etti. Ayrıca daha faz­
la vakit geçirilmemesini de talebeydi. 17 sefer 1267 (22
Aralık 1850) tarihiyle Hariciye Nezaretinden adı geçen
elçiliğe bir nota gönderildi. Bu notada elçiliğin şifahî
t akririnin alındığı bildiriliyor, daha sonra Bâbıâlî'nin
ötedenberi dost devletlerle kendi arasındaki andlaşma-
lan daim a adalet ve hakkaniyetle yürütüldüğü, bu
andlaşmalann maddelerine uyulduğu, iki tarafın da
rızası olmadan adıgeçen andlaşma maddelerinin hiç
birinin değiştirilmemiş bulunduğu hatırlatılıyordu.
Bundan böyle de tabialiy le böyle devam edecekti. An­
cak şu kadarı v ardı ki K udüs'te Hıristiyanlık mezhebi­
nin her dalma mensup kimseler bulunmaktaydı. Mü­
barek yerler, Lâtinler (kat olikler) kadar onlarm da
hissedar oldukları bir yerdi. Bunların da ellerine — yi­
ne eskiden şye Osmanlı padişahları t arafından veril­
miş— ferm anlar mevcuttu. Gerek sözü edilen bu 1740
andlaşınasmdan önce, gerek bu andlaşmadan sonra
verilmiş olan fermanlar, senetler ve benzeri muteber
evrak, Osmanlı Devleti tarafından kurulacak bi r kar­
m a komisyon t arafından iyice incelenmedikçe Bâbıâlî
bu mesele hakkında herhangi bir şekilde rey ve müta­
laada bulunmayacaktı. Yani hükümetin, son Fransız
müracaatına verdiği cevap bu hususları ihtiva etmek­
teydi.

General Opik, i rebiülevvel 1267 (25 Aralık 1850)


tarihinde Bâbıâlî’nin bu notasına da bi r cevap yazdı
Cevabında, adı edilen andlaşmamn maddelerinin ve
hükümlerinin gözönıinde tutulduğundan dolay ı meni-
101

ııunluğunu bildiriyordu. Ancak karıma komisyonun ya­


pacağı inceleminin, bu andlaşmadan önce ve sonra ve­
rilmiş fermanlarla öteki benzeri ev raka da teşmil edil­
mesini doğru bulmuyordu. Böy le davranılacak olursa
ydı geçen andlaşmarım hükümlerine ters düşüleceğini
söylüyor ve bu durumdan (peşinen) şikâyet ediyordu.
Netice olarak böy le bi r ıkararı resmen protesto etmek­
le birlikte, durumu hükümetinden soracağını da ilâve
ediyordu.
Bu sırada Avusturya maslahat güzarı Duklaçel de,
3 Şubat 1851'de, Osmanlı hariciye nezaretine bi r nota
verdi. Bu notada Osmanlı devleti ile Avusturya ara­
sında bağlanmış bulunan K arlofça ve Pasarofça and-
laşmalarmm on üçüncü ve Belgrad andlaşmasmm do­
kuzuncu ve Zistovi andlaşmasının on ikinci maddeleri­
ni söz konusu ediyor; bu maddeler gereği olarak Lâtin
rahiplerinin haklannm korunmasından söz ederek, bu
meselede en iyi bi r neticeye varm anın her şeyden ön­
ce /1740 tarihinde I âtinleıin K udüs’te nerelere sahip
bulunmakta olduklarının tetkik ve tayinini tavsiye ile,
bu konu için de bir karma komisyon kurulması gere­
ği üzerinde duruyordu.

Fransa elçisi 2 Şubat 1851 tarihli diğer bi r notada


eski söylediklerini tekrarladıktan sonra; Fransa hari­
ciye nezaretinin, Bâbıâlî tarafından kendi elçiliklerine
bildirilen kararı kabul etmediğini ifade ediyordu. Pa­
ris'ten aldığı cevaba göre Fransa’nın bilmek istediği
şey şuydu: Osmanlı Devleti, 1740 andlaşmasıyla Fran­
sa’ya yükümlenmiş bulunduğu taahhütlerin hükümle­
rine hâlâ bağlı mıydı, bu hükümleri y ürürlükte sayıyor
muydu, saymıyor muydu? Hiç geciktirilmeden bu so­
rularının cevabı verilmeliydi.
102
Anlaşılıyordu ki Napoly on sabırsızlanıyor ve şu
K udüs işini bi r an önce bit irmek istiyordu. Ne v ar ki
meselenin pek pürüzlü bulunduğumu, yapılacak teşeb­
büslerin aksi tesir yaratacağını, hattâ tehlikeli durum­
lar doğuracağını asla hat ır ve hayâlinden geçirmiyor­
du.
Öte yandan esas anVşmazlığı sadece bir «falan ye­
re sahip olm ak» meselesinden ibaret zannederek, işin
ötesine hiç önem vermeyen General Opilk, daima bu
duygularının etkisi altında yaşayıp gittiğinden (ve si­
yasî bi r konuyu hakkıyla yürütemediğinden) Napo l­
yon, bi r süre sonra kendisini bu görevinden azletmiş
\e cnun yerine, Marki De Lavalet adlı bi r zatı ortaelçi
sıfatiyle İst anbul’a göndermişti. Yeni elçi, biri Fran­
sa Başbakanı, öteki Papa Dokuzuncu Pie tarafından ya­
zılmış iki mektubu beraberinde getirmişti. Mekt upla­
rın her ikisi de katolikleriri kaybedilmiş haklarının
yeniden elde edilmesi gereğinden bahsetmekteydi.

Şimdi Fransa artık bütün katolikler adına ve hesa­


bına dâvaya sarılmış durumday dı. Doğrusu mesele bun­
dan daha fazla dağdağalandırılamazdı.

İst anbul’daki büt ün yabancı devlet elçileri gözle­


rini dört açmışlar, işin hangi derecelere kadar v ara­
cağını bekliyorlardı. Rusya elçiliği ise katiyen sükût
etmiyor, sabjr ve temenni göstermiyordu. Rum pat­
rikhanesi, Rum ileri gelenleri ve memurları da işe dört
elle sarılmışlardı.

Başlangıçta Fransa elçisiyle Bâbıâlî arasında ince­


lenip bi r çözüme bağlanacak ufak bi r ımesele zaıınolu-
nan bu iş, dakikadan dakikaya rengini ve niteliğini de­
ğiştiriyor; önemini ve kötüye doğru gidişinin şiddetini
m

artırıyordu. Am ma Fransızlar ve Fransa'dakiler bir


t ürlü bunu hakkıyla anlamıyorlar, yahut anlamak iste­
miyorlardı.

Çok hayrete v e taaccübe değer ki Napoly on güyâ


General Opik’kı hatalarım tamir etmek ve katoliikleri
hoşnut edecek teşebbüsü bir an önce düşünmeden iş
haline getirebilmek için, onun v erine Marki De Lava-
let’i seçip görev lendirdiği halde yeni elçi — y ukarıda
görüldüğü üzere— iadece Napoly on’un, mekânı cen­
net olası Abdülmecit Han hazretlerine gönderdiği özel
mektupla yetinmemiş, Paris'ten doğruca R om a’va git­
miş ve Papa t arafından da yine aynı konulu bi r mek­
tup aldıktan sonra İst anbul’a gelmiştir.

29 Şaban 1267 (29 Haz iran 1851) tarihinde Âlî Paşa


yeni Fransız elçisine bi r cevap yazarak, kendisinden
önceki elçi General Opik’in gönderdiği iki notada ya­
zılı olan hususların Osmanlı hükümetince teessüfle
karşılandığını ifade etti. Çünkü Osmanlı Devleti, 1740
senesinde imzalanıp başka başka bi r andlaşma ile de­
ğiştirilmemiş olan o andlaşımanm hükümlerine tama-
miyl-e bağlıydı ve bütün maddeleri geçerli sayıyordu.
Bununla beraber Osmanlı Devleti ile, Fransa gibi dost
başka devletlerle imzalanmış birçok andlaşmalar v ar­
dır ki, bunların bir veya birkaç maddesinin zamana ve
icaba göre yorumlanıp değerlendirilmesi de bütün dev­
letlere ait bir hakti. Hiç bir hükümet bi r başkasını bu
hakkını kullanmaktan menedemezdi. Aslında işbirliği
y aparak, ortak bi r anlayış içinde hareket edilirse me­
sele bütün t arafların şanlarına lâyık ve haklarım ko­
ruyabilecek bi r surette çözüme bağlanabilirdi. Âli Pa­
şa, bu hususta ümitli olduğunu da ilâve ediyordu.
10«

Bunun üzerine Marki De Lavalet Osman lı Hariciye


Nez areti’ne gitti. Âlî Paşa ile konuyu müzakere etti.
Neticede işin incelenmesi için bir komisyon kurulma­
sı kararlaştırıldı. Komisyon başkanlığına Osmanh Dev­
leti tarafından hariciye tahrirat kâtibi Emin Efendi
tayin olundu. T araflardan da üye olarak ikişer komi­
ser seçildi.

Fransız elçiliğinin komiserleri katolikti; Bâbıâli


de iki ortodoks komiser bulmuştu. Bunlardan biri
Rıım patrikhanesi mensuplarından Aristarhi Bey 'di
Bundan dolayı Fransız elçiliği bu tayine itiraz etti. Ge­
rekçe olarak da Aristarhi Bey ’in mesele ile doğrudan
doğruya ilgili bulunduğunu gösterdi. Lâkin Bâbıâlî, işin
icabı ve gereği olarak gördüğü bu tayinden vazgeçme­
di. Neticede komisyon bu üyelerle toplandı. İnceleme
ve araştırma uzun bi r süre devam etti.

Komisyon toplanıp çalışmalar ilerledikçe Fransa’-


.ıın isteklerinin oldukça haklı bulunduğu ortaya çık­
maya başlayınca Rumlar ve Rus elçiliği durumu öğre­
nip telâşa kapıldılar. Hükümet olup bitenlere ilgisiz
kalmıyordu. Âlî Paşa Fransız elçisiyle görüşerek, konu
üzerinde onunla müzakerelerde bulundu. Neticede söz
konusu ziyaret yerlerinin Lâtinlerle ort oddkslar tara­
fından ortaklaşa elde bulundurulması hususunda yarı
resmî bir karar alındı. Ne v ar ki Çar Nikola 25 Ekim
1851'de, yaverlerinden Prens Gagarin’i özel bi r mektu­
buyla Osnıanlı payitahtına yolladı. Böylece iş çığırın­
dan, başka bir ifade ile, yürümesi gereken kendine öz-
gü siyasî mecrasından çıktı.

Çar Nik ola’nın özel mektubu şu hususları ihtiva


etmekteydi: Osmanlı Devleti, Lâtinlerin istek ve iddia-
105

lanna müsaade etmemeliydi. K udüs't e şimdiye kadar


süregelen statüko muhafaza olunmalıydı.
Ayrıca bu mektupta Sadrıazam Reşit, Hariciye Na­
zırı Âlî Paşalarla sadrazamlık müsteşarı Fuat Efendi ’-
ııin (sonra meşhur T-uat Paşa) bu meselede tuttukları
hareket tarzından da söz ve şikâyet ediliyordu.
K arm a komisyon bundan sonra da iki üç kere da­
ha toplanmakla birlikt e hiç bi r şey yapılamadı. En ni­
hayet Âlî Paşa, Fransız elçisiyle yeni bi r görüşme daha
yaparak bu görüşmede adıgeçen komisyonun süresiz
olarak çalışmalarına ara vermesi gerektiğini bildirdi.
Marki De Lavalet buna itiraz ettiyse de, devletçe işlerin
gereği olarak derhal başka bi r t edbire başv urulması
lâzım geldiğinden, tabdatiyle ona göre hareket olundu.
Diplomaside geçerli ve alışılmış olmayan ve Rus­
ya'nın komşuluk hakkını bahane ederek ileri sürdüğü
kendine mahsus bu garip davranışlar — mutlaka— Mar­
ki De Lavalet ’in dağdağalı hareketlerinden, daha doğ­
rusu Fransa hükümetinin bu işte tuttuğu yoklan ileri
geliyordu (1).
‘ General Opik’in, meselenin önemini ve niteliğini
anlamayarak, Sadrıazam Reşit ve harciye nazırı Âlî
paşaları bi r araya getirerek nota vermesi ve bununla
da yetinmeyip notanın suretlerini — hiç bâr sebep ve
gerek olmadığı hakle— yabancı elçilere bildirmesi ve
onlar t arafından da başka müracaatlar yaptırtması;
daha sonraları da Fransa Başbakanı (da) sıfatiyle Na-
polyon’un ve en büyük ruhânî reis sıfatiyle Papa Pie’-
nin m ekt uplar yazıp yeni bi r elçiyle buray a gönderme-

(1 ) Y a z a r b u r a d a v e d a h a a şa ğ ı d a t araf sı z lı k t an bi ra z uz- Jdaçm ış g i bi


g ö rün m e k t e d i r.
106
si, bu elçinin de — eskisini taklit ederek— şikâyet âvâ-
:c!erkıi göklere kadar çıkarması meselenin asıl ve ger
çek niteliği hususunda Fransa’ca esaslı bi r fikrin mev­
cut bulunmadığını, yahut kasden böyle bi r y ol tutul­
mak istenildiğini ispat etmez mi?
Gerçekte Napoly on (devlet ve hükümet başkanlı­
ğından çıkıp) imparatorluğa hazırlanıyor, ülkesi içinde
nüfuzunun, kudret ve kuvvetinin artıp yükseldiğini, el­
le tutulup gözle görülür hale geldiğini bi r an önce gör­
mek istiyordu. Şurada burada verdiği resmî nutuklarda
bile bundan bahse lüzum görmüş, Filistin meselesini
iyiden iyiye diline dolamıştı. K endi politikası için o ka­
dar şaşaalandırdığı bu meselenin gerçeği aslında o ka­
dar ihtiyacı karşılayacak bir şey değildi. Lâkin zama­
nın gereğinden m idir nedir, o sırada ondan söz etmek
— başka hiç bi r şey y apılmasa bile— yeterli bi r iş y ap­
ma gibi görünüyordu. Zi ra böylelikle halkın duygu ve
düşüncesini işgâl etmiş olmak gibi bir maksadı ge rç ek
ltşiyordu.

Şu kadar ki, Napoly on’un emeülerine katiyen hiz­


met etmemiş olan bu teşebbüs ve hareketler, katolik-
liğin, ortodoksluğa karşı düşmanlığım ilân etme biçi­
mine dönüşüyordu. Napoly on'un asıl karşısında Çar
Mikola vardı; öte yandan Papanın da ort odokslan unut­
maması gerekirdi.

Acaba Fransa'da (o zaman) bütün bunlar nazarı


jtibare alınmıyor muydu?

Napoly on meselenin ayrıntılarını elbette bilemez­


di. Birgün Fransa hariciye nezareti siyasî işler şubesi
müdürü Mösyö Touvanel, bazı işleri kendisine arz ve
ondan emirler aldığı sırada Üçüncü Napolyon, Kudüs
107
meselesinin ay rmt ılarına v akıf bulunmadığım kendisi­
ne bizzat it iraf etmiştir. Bununla beraber, Touvanel
ile birli k t » pek çok Fransız diplomatı, Çar Nik ola’mn
bu işte küçük düşmeyi kabul etmeyeceğini bilmez de­
ğillerdi. Ancak Fransa bir kere işin içine girmiş, ilk
adım lar atılmıştı. A nlan ok geri dönmezdi. Artık yapı­
lacak bir şey kalmıştı. O da (nasıl olursa olsun) bi r çö­
züm y olu bulup işi tatlıya bağlamaktan ibaretti. Bu
konuda Napoly on da aynı fikirdeydi. Am a ne fay da kd
bir meseleye soğukkanlılıkla bakm a zamanı gelinceye
kadar yapılan hatalar baz an pek müthiş neticeler verir.

Mesele gide gide o dereceye geldi ki, bir aralık


Fransız hükümetiyle birlikt e Marki De Lavalet de en
küçük bi r hakkın Lâtinlere geri verilmesini (bile) en
büyük başarılardan bi ri olarak saymaya yöneldiler ve
işin gittikçe büyüy üp tehlikeli bi r hal alacağını sezin­
lemeye başladılar. Şimdi bütün emelleri — büyük veya
küçük— komisyonun çalışma ve incelemelerinden bir
sonuç almaktı. Ne çare ki Osmanlı Devleti'nce im para­
torun mektubu, Rusya maslahatgüzarı T it of’un teşeb­
büs ve şikâyetleri, bunlara katılan yerli ort odokslarm
müracaat ve dilekçeleri, iddiaları artık ister istemez
dikkat nazarına alınacaktı.

Olayların gelişmesine ve gerçekliğine göre Lâtin-


lerin haklarının korunmasını garanti al^na almak pek
tabiî idiyse de, ort odokslarm haklarının korunması da
devletin şanmdandı. Bundan dolayı ort adaki bütün te­
şebbüs, müracaat ve iddiaların tam bi r adalet çerçevesi
içinde incelenmesi gerekiyordu. Bu incelemeler ve
onun icabettirdiği' incelikler Bâbıâlî’ce aslâ dikkat na­
zarından uzak tutulamazdı.
106

Osmanlı Devleti, bütün uyruklarına olduğu gibi,


ort odoksların da şefkatli bi r babası durumundaydı. Ül­
kesi içindeki bütün öteki kavimlerle beraber elbette
tınlan da himaye kanat lan altında tutacaktı. Hükümet
oluşunun sebep ve hikmeti de zaten buydu. Bu akıllı
ve lıaklı kuraldan hiç bi r şekilde dışarı çıkamazdı. Bü-
uin bunlar enine boyuna göz önünde tutuldu, tik iş
olarak ortodoks ve katoliklerden meydana gelme kar­
ma komisyon feshedildi. Bundan sonra, hergün bir ye­
nisi kendisini gösteren gailelere ve z orluklara nihayet
vermek gayesiyle, t araflara bi r teklifte bulundu: Ge­
rek Lâtinler, gerek ort odokslar ellerinde ay n av n bu­
lunan ziyaret yerlerinin hepsine toplu ve bi r arada
olarak ortaklaşa sahip olsunlar; bu y erler ortodokslıı-
jhın veya katolikliğin değil de, bütün halinde Hıristi­
yanların malı bulunsun.

Lâkin ort odokslar bu teklife yine rıza göstermedi­


ler îş bıı kerteye gelince devlet, bütün üyeleri müs-
lümanlardan meydana gelme, yeni bir komisyon kur­
du. Araşt ırma ve incelemeleri bu komisyona tamamlat­

Bu yeni komisyon üyeleri hariciye nazın Mehmet


Rifat Paşa, Meclis-i Vâlâ reisi Y usuf K âmil Paşa, Mec-
lis-i Vâlâ üyelerinden ve din bilginlerinden A ri f Efen­
di, Rumeli kazaskeri Tahsin Bey, askerî şûra üyelerin­
den kazasker Rüştü Efendi ve beylîkçi A rif Bey'di.

Komisyon, çalışmalarının sonucunu Meclis-i Vüke-


lii'ya (bakanlar kurulu) sundu. Mesele yeni baştan eni­
ne boyuna gözden geçirildi. Düzenlenen tutanak padi­
şah hazretlerine takdim olundu. Bu sırada harioiye ne­
zaretine başvurarak sonucu öğrenmiş olan Fransız el­
109

çisi doğru BabIâli’ye koşup durum dan şiddetle şikâyet­


le bulundu; durum u kendisine arz ve izah etmek için
padişahın huzuruna kabulünü isteyip bunda da ısrar
etti. K onu üzerine daha önce sadrıazamüıktan da bi r
arz tezkeresi gelmiş olduğundan, padişah hazretleri
tutanağın yeniden gözden geçirilmesini emretti. Bâbı
âlî'de mesele yeni baştan ele alındı, netice olarak su
sonuca varıldı:

Önce, Lâtinlerin yalnız kendilerine ait bulunduğr


nıı iddia ettikleri ziyaretgâhlann onlara iadesi yoluna
gidilmeyip bu husustaki iddialarının reddolunması;
ikinci olarak K am am e kilisesinin büyük kubbesinin,
her iki tarafça da kutsal tanınan bi r y er olması dola­
yısıyla, bunun yalnız bir tarafın malı sayılmasının caiz
olmayacağı, bunun için ortak sayılması ve küçük kub­
benin ise — eskidenberi süregeldiği üzere— ortodoks-
larda kalması; üçüncü olarak Mery em Ana merkadi de
bütün mezheplerce ortak olduğu halde Lâtinlerin bu
ortaklık dışında tutulmasının münasip görülmediği ve
netice olarak onların da bu yerden istifade etmele'--
ayrıca ellerindeki eski fermanların da bu hususu en*
retmekte bulunduğu; dördüncü olarak Beytü’ lahm bii
yülk kilisesi vüzyıllardanberi ort odokslarm elinde olup
perçi Lâtinler de burasının çok eski zamanlarda kendi­
ler; tarafından inşa edildiğini iddia ediyorlar ise de
bunda da bir dereceye kadar haklı olduklarına göre
kilise içindeki «doğum v eri»nin, kurban kesilen yerin
onlara da açık tutulması, kilise kapısının bi r anahtarı­
nın da kendilerine verilmesi, ancak bunların kilise
içinde geçişten başka herhangi bir haklan olamaması,
bunların dışındaki Fransız isteklerinin yerine getirile­
meyeceği
110

Genellikle eski statükonun korunmasını öngören


Osmanlı Devleti, ortodoks mezhebinden olanlardan bü­
yük çoğunluk kendi uyruğu bulunduğu için, bunlara
karşı bi r teveccüh ve himaye eseri olmak üzere şu
hususu da kararlaştırmıştı:

Mery em Ana'run merkadinin içindeki Mescid-i


urûc (t sa’nin göğe ağdığı y er) da ötedenberi sadece Lâ-
tini er ibadet ede geldikleri halde bundan böyle O rto­
doksların da aynı y erde ibadet etmelerine devletçe mü­
saade olunacaktı. Bu husus bi r tutanakla padişah haz­
retlerine arzedilmiş, padişah hazretleri de gereğinin
yapılması için em ir buyurmuştu.

Meclis-i Hâs-ı Vükelâ'ca verilen bi r karar üzerine


durum bi r kere de Rusya maslahatgüzarı T it of ile Mar­
ki De Lavalet ’e açıklanacak ve onların da görüşleri alı­
nacaktı. Bundan dolayı Âlî Paşa önce maslahatgüzarla
görüşmüştü. Titof, bunda bazı değişiklikler yapılması­
nı öngören bi r müsvedde yapıp yahut yaptırıp bir sure­
tini kendi elçilik maiyet gemisiyle hemen Hocabey ’e
yolladı. Marki De Lavalet ’e gelince, bu zat, Âlî Paşa ta­
rafından kendisine gösterilen bu yeni düzeni — işin ne­
yin nesi olduğunu bilip öğrenmeden— kesinlikle red­
detmiş ve asıl karar 9 Şubat 1852 tarihine kadar ken­
disine tebliğ edilmeyecek olursa, elçiliği terkedip metn-
lelketten ayrılacağını ifade etmişti.

Hasılı t araflar arasında yeniden ent rikalar ve şi­


kâyetler görülmeye başladı. İşin önemi ve nezaketi ve
devletin bu meseledeki mevkii malûm bulunduğundan
— t arafların şikâyet ve anlaşmazlıklarını önlemek ümi­
diyle— Reşit Paşa sadnazamlıkt an azledildi; 26 Ocak
1852 tarihinde R auf Paşa sadnaz am lık makamına ta-
111

vin buyruldu. Reşit Paşa da, bundan üç dört gün son­


ra, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye Reisliği (adliye nat ırlığı)
göreviyle t ekrar bakanlar kuruluna dahil oldu.
Bu değişme bazı özel ümitler altında görünmüş
ve R usların nüfuzlarını kullanmasından dolay ı Latin-
İcre verilen veya verilecek müsaadelerden geri dönüle­
ceği ihtimali akla gelmişse de, bizim devletimizce esas
maksat i'ki büyük devletin (Fransa ve Rusya) devamlı
şikâyet ve müracaat larıyla gittikçe kötüye giden duru­
mu — bi r darbey e uğraıpaksızm— her iki t arafı da
memnun edecek bi r çözüme ulaştırmaktı. Bu, çok te­
miz ve çok katıksız bi r arzu ve niyetti.

Yeni hükümet de, eskisi t arafından hazırlanıp pa­


dişah hazretleri tarafından da tasdik buyrulan eski hü­
kümleri tamamiyle muhafaza etmişti. Bu husus, hari­
ciye nezaretinden yazılan bi r nota ile Fransa elçiliğine
bildirildi. Fransa elçisi bu sefer memnundu. «Hele
neyse, mesele artık kapandı» kanaatinde bulunduğun­
dan, Osmanlı hariciye nezaretine verdiği cevapta yine
de protesto ve bazı ihtiyâtı kayıtlar ortaya atmakla
beraber, işin sonuca bağlanmış olmasından duyduğu
sevincini belirtmekten de geri kalmıyordu. Ayrıca ar­
tık işi daha fazla takip etmeyeceğini, cevap istemeye­
ceğini, verilen anahtarların bile Lâtinler tarafından
(bi r emanet olarak saklanıp) kullanılmayacağını, bir
trminat olarak Âlî Faşa’ya bildiriyordu.

Fransız elçisi, bu sevincin arkasından, 15 Mart 1852


tarihinde, izin alarak hemen Fransa’ya gitmişti.

Meclis-i Vükelâ, münderecatı bilinen Çar’m mektu­


buna da padişah hazretleri adına hemen bi r «nâme-i
hümâyûn» kaleme almış, izni için kendisine sunmuştu.
112

Bunun da muamelesi y apılarak a d ı geçen k aran büdi-


ven bi r tebliğle T it oi'a tevdi edilmişti.

Basılı 6vrak ve yazışmalara göre padişah hazret­


lerinin mektubunda, K udüs işinde statükonun bozul-
madığı ifade ediliyor ve tafsilâtlı bilginin ileride açık­
lanacağı bildiriliyordu. Ancak Rus elçiliği buna ıkanaat
etmeyerek karar altma alınmış olan çözüm yolu ve
statükonun muhafaza edileceği konularına dair t i r fer­
man çıkarılıp kendisine verilmesinde ısrar ediyordu.

Rusya elçiliğinin bu şikâyeti gittikçe artıp önem


kazanmaktaydı. Öyle ki, dışandan biri bakacak olsa,
Osmanlı Devleti sanki ort odokslarm haklarım almış da
I.âtinlere vermiş zannederdi. Oysa böyle bi r dıurum ta-
fciatiyle yoktu. Hepsi baştan başa şamatan, yahut tam
avamca bi r taassuptan ibaretti. Devlet, maddeten ve
mânen ort odokslann haklannı hem de tercihli bi r şe­
kilde muhafaza etmişti. N e çare ki ne R uslar ne orto-
dokslar, hattâ Yunanistan’daki Rum ahali insaf ve ka­
naat göstermiyor; devlet t arafından Filistin toprakla­
rındaki haklarının ay aklar altma alındığından bahis
ve şikâyet ederek şikâyetlerini göklere yükseltiyor,
pek şiddetli düşmanlık gösterisinde bulunuy orlardı.
Aslında bütün bu olup bitenlerin gerçek sebepleri elçi­
lik ent rikalan ve art niyetli bazı ‘kimselerin şarlatan-
lıklanydı.

Rusya, İst anbul’a bi r mektup gönderirken (Çar'ın


mektubu) O sırada I ransa kabinesi nezdinde de başka
bir teşebbüs ve müracaatta bulunmuştu. Rusya’nın Pa­
ris elçisi Mösyö Kiselef, K udüs meselesinin iki devlet
(kendileri) arasında görüşülüp bir çözüme bağlanması
n> ve kendilerinin verecekleri karan Osmıanlı devletine
us

uygulatabileceklerini teklif ettiği gibi, yine Rusy a’nın


Londra elçisi Dubrov nof da, müsait bi r zamanın eriş­
mesine kadar, işin İst anbul’ca tehirine aracılık etmele­
ri konusunda bi r tebliğde bulunmuştu.
Fransa hükümeti; Rusya'nın K udüs işinde hiç bir
hakkı, andlaşması, ilgisi ve müdahale hakkı olmadığı
görüşüyle doğrudan doğruya onunla müzakereye gir­
meyi kabul etmemişti. Hele verilecek karan OsmanJı
devletine bi r çeşit zorla uygulatmak konusunun tutar­
sızlığını da belirterek Rus teklifine red cevabı vermiş­
ti.
Ingilz kabinesi — tarafsızlığını öne sürerek— her
iki devlete de baz ı samimî tavsiyelerde bulunmakla işi
geçiştirmişti.
Büt ün bunlarla birlikt e Titof, her t araftan koparı­
lan velveleler arasında, ort odokslar için alınmış karar­
lan ihtiva eden bi r fermanın çıkanlm asm da pek inad
ve ısrar gösteriyordu. Sonunda, devletçe de bu haklar
zaten mahfuz bulunduğundan, isteği yerine getirilmiş
ve yazılan ferm an — bazı kayıt ve şartlarla bildirilip—
kendisine verilmiştir.

F: 8
Rusy a ve Av rupa Devletleri

K udüs i Şenif meselesi — ki aslı v e esası baz ı ki­


lise ve ziyaret yeri kandilleri, anahtarları, yahut kapı­
lan ve ibâdet hakkı gibi ufak tefek çekişmelerden iba­
retti — çeşitli mezheplerin papaz lan arasında (bizzat)
çözüme bağlanmaları mümkün ve gerekli olan bi r şey­
di. Hal böyle iken bunun, giderek, aldiğı renk ve önem
gerçekten de çak şaşılacak bi r durum dur.

Papazların (durup dururken) y arat t ıklan garip


dâvalar, tuhaf tuhaf tecavüzler hep diyanet ve ibâdet
altında gizlenmiş kendi başına buy ruk birtakım emel­
lerden başka şeyler değildi. Bunlann hepsi, egemen bi r
devlet olarak Osmanlı îm parat orluğu'nun hükümet in­
ce ele alınabilir, haklının hakkı kendisine v erilebilir,
haksız ortadan çıkarılabilir, çekişme ve nifak da ort a­
dan defedilebilirdıi.

Lâkin açlıkça anlaşılıyordu ki on dokuzuncu yüzyıl


ort alanndaki asıl istek ve maksat bu değildi. Asıl istek
ve maksat T anrı rızası için ibâdet görev ini yerine ge­
tirmek ve bu hususta kolaylık elde etmek değildi. Bun­
dan dolayı Filistin’deki ibâdet v e ziyaret yerlerinde,
mezhepler arasıaıda çıkan anlaşmazlığın çözüm işi
— pek tara! sız ve pek garazsız olan— devlete tenkedil-
life

miyordu. Özellikle Rusy a’nın inadı ve taassubu, kato


liklerin taassuptaiki koyuluğu, türlü türlü emeller ve fi­
kirler besleyen zamanın hükümdarları için beklenme­
dik bi r nimet yerine geçmişti, işt e bu olan bitenlerin
zoru ile, her eskiden kalma hastalıklı bi r mirasın tem­
silcisi bulunan kiımseler işe müdahale ediy orlardı. «M ü­
barek y erle r»de artık binlerce politik entrika ort alı«;
kaplamış bulunuyordu.
Acaba bu meselede (gerçekten) Osmanlı Devleti'ne
itimat olunamaz mıydı?
T arihin ihtiva ettiği gelmiş geçmiş dönemlerin de­
ğişik olaylarına dikkatle bakılıp incelenecek olursa bu­
rada pek çok esef verici durum lar göze çarpar ve bun­
ların birbirleriy le mukayese edilmesinden de ortaya
büyük bi r gerçek çıkar.

Bu konuda orta çağa bi r göz atmaktan Haçlılar za­


manındaki elem verici oldu bittileri hatırlamaktan ka­
çınmak — hattâ sadece kaçınmak değil— ürkmemek
mümkün değildir. Salâhaddin-d Ey y ubî’nin siyaset ve
adaletini tarih dünyası (veya dünya tarihi) bugün bile
takdirle ve ululamakla anmaktadır. Bu hususta tered­
düt bile olmadığından onu söz konusu elmeye lüzum
yoktur. Lâkin on dokuzuncu yüzyılın pek tehliıke’ i, pek
müthiş, pek haksız ve pek bâtıl bi r yol ve tutumda di­
renişine karşı sonuna kadar sükût etmek de nasıl
mümkün olabilir? İnsanlar ebediyete kadar insanlık­
tan uzaklaşıp durmakla mı yükümlüdürler?
Çeşitli dinler ve mezhepler arasında — şu kötü, bu
ivi çeşidinden— iyilik ve kötülük mukayeseleri yap­
mak zamanımızda artık akıllara bile «elmemelidir.
Kııdüs-i Şerif meselesinin asıl sebebi bi r din ve mezhep
kavgası olmakla beraber, bunun siyasî tarihe temas
11 7

ed ecek h erh a n gi b ir ta ra fı yok tu r; ya n i olm a m a s ı gere­


kir. O ls a ols a va k tiyle b u cih et a s ıl m es eled e b ir ku kla
rolü n ü yerin e getirm iş sa yıla b ilir. B u gü n a rtık is p a t
la n m ış gerçek lerd en d ir ki A vru p a ’n ın m ü s lü m a n la r ve
d ola yıs ıyla O s m a n lıla r h a kk ın d a b es lem iş ve b es le­
m ek te old u k la rı b a ş ta n a ş a ğı ya n lış fik irler es ki b ir
m a ra zın , es k id en b eri s a çm ış ve s a çm a k ta b u lu n d u ğu
ka ra n lık ve a ld a tm a tozla rın d a n m eyd a n a gelm iş ka ra
b u lu tla rd ır. B unun fa rkın a va rm a m a k O s m a n lı ta rih i­
n i h iç b ilm em ek ve b elki in k â ra yelten m ek d em ek olu r,
ki b u n u n d a n etices i ta rih in gerçek lerin e ka rş ı gü lü n ç
d u ru m a d ü ş m ek m a n a s ın a gelir.

O rta ça ğla rd a n s öz etm eyerek o za m a n k i ola yla rı


ten k id etm eyiş im d e ta rih in çok a çık s eçik gerçek lerin i
itira fta tered d ü d e d ü ş m ek g ib i b ir ş a ib ed en d oğm a -
m a kta d ır. M a ks a d ım , yeryü zü n d ek i b ü tü n in s a n la r gib i
b eş er ola n ve d ola yıs ıyla ya n ılm a ve k u s u rd a n u za k
ka lm a ya n m ü s lü m a n la r için ra s gele b ir ya n ılm a zlık
d â va s ı gü tm ek değild ir. Ta b iî ki b öyle b ir ş ey ga rip
olu r. Y a ln ız şu h u s u s ta h erk es s özb irliği h a lin d ed ir ki
Ku r’a n ’ın h ü k ü m lerin e ve ş eria tın g erek lerin i d a im a
göz ön ü n d e tu tm a k ve k en d ilerin i b u n u n la yü k ü m lü
g örm ek b izim h ü k ü m d a rla rım ız için b a ş ta gelen b ir
pren s ip tir. Bunun s on u cu ola ra k on la r, öteki din lerin
de h a k la rın ı k oru m a ya p ek ziya d e ön em verm iş , ça b a
gös term iş lerd ir.

İs lâ m ş eria tı in s a n lık için p ek yü k s ek, p ek â d il b ir


m ed en iyet reh b eri olm u ş tu r. H a kkı yerin e g etirm ek
için ken d i öz evlâ d ın ı, h a ttâ b izza t k en d is in i fed a et­
m iş m ü s lü m a n la r p ek çoktu r ve b u n la rı u n u tm a k m ü m ­
kü n değildir. B ir ta ç s a h ib i ile, ra s gele ve h a n gi m ez-
118

hepten olu rs a olsu n, b ir fa k iri d a im a aynı m u am eleye


m a zh ar etm ek İs lâ m h ü kü m d a rlan n m fa ziletlerin d en
b irid ir. H ü rriyet ve eş itliğin en p a rla k örn ek lerin i gös­
term iş ola n İs lâ m dininin , m ed en iyet yık ıcıs ı d eğil, tam
ters in e m ed en iyet ku ru cu su ve ya p ıcıs ı oldu ğu nu in­
kâra çalışm ak, gü neşin p arla k ış ın la rın a Ikarşı gözleri­
ni yu m m ak çeş idin den b ir şey olu r.

B ü yü k kü çü k b ü tü n m ü slü m an lann d illerin e d ola ­


d ık la rı ve can gözü yle ü zerin e titred ik leri «Ş eria tın
kes tiği1 p arm a k a cım a z» h ikm et d olu sözü , b izim için,
b izleri savu nmak için ne ka d a r gü zel ve k u vvetli b ir
b elgedir.

D evletim izd e nice pad işa hla r geld iler, cih a n la r fet­
h ettiler. B u nların ik tid a rla rı sonsu z, hü kü m ve nü fu z­
la rı b ü tü n cihana geçerli oldu ğu halde yin e da im a
K u r’an ve ş eria tın em ir ve ku ra lla rı d ış ın d a b ir şey dü­
şü nm ediler; b u n ların d ış ın d a b ir em el gerçek leş tir­
m eyi d eğil u ygu lamak, öyle b ir şeyi akıllanma getir­
m ekten b ile u tandılar. Çü nkü padişah da, padişah ol­
m a kla b era b er, nihayet b ir insandı ve A lla h ’ın ku lu y­
du. Ken d is in in ü stü nde d e b ir hak ve ku vvet vard ı.

Fa tih Su ltan M eh m et H a zretleri, b ü tü n dü nyanın


b aşşehri sayılan İs ta n b u l’u feth etti. Ş am ve ş öh retiyle
b irlik te irfa n ı ve celâ d eti ile de kâin atı titretti. Lâkin
saltanatının m erkezin d e (İs ta n b u l’da) ilk hü kü m et ted ­
b iri ola ra k din ve ulus h ü rriyeti ihsan etm ek oldu
B izza t Ru m p a triğin e asa verd i. Ahlâ k ve m ezhep fe­
s atla rı için d e b erb at olm u ş kalm ış m ilyon la rca halk,
aslâ fik ir ve h a yâ llerin e gelm eyen , b u yü celerin yü cesi
O sm anlı lü tu fkâ rlığı İkarşısında d illeri tu tu larak hay
ran kaldılar (1) ve Muhammed'in şeriatının ne derece­
de ulvî bi r insanlık ve medeniyet kanunu olduğunu
gözleriyle gördüler.
Gerçi Fatih Sultan Mehmet Haz ret leri’nin bu dav­
ranışında siyasî bi r t edbir niteliği de vardır. Ne olursa
olsun bu siyaset bile şeriatın bi r m ey vasi değil miydi?
Fatih — eğer isteseydi— İstanbul hırist iy anlannı ist e­
diği gibi ezip büzebılirdi. Patrikliği de ortadan kaldı­
rabilirdi. (2). İstanbul halkını mıüslüman olmaya zona-,
yabilirdi. Yapm adı, y apmak istemedi. Muhaanmed'in
şeriatı (ve kendisinin adalet, insanlık anlayışı) bu şe­
kilde yürümesine demirden bi r set teşkil^ ediyordu.
Bilindiği üzere <■mezhep imt iy az ları» tabiriyle öte-
denberi anılagelen ve mezhep işleriyle ilgili bulunan
padişah ferm anları ve müsaadelerinim başlangıcı Fatih
Sultan Mehmet Hazretleri nin İst anbul’u hükümet ve
devlet merkezi yaptığı o şanlı tarih döneminden itiba­
ren başlar.

Bizans halkı OsmanlIların mehabet ve celâdet in­


den pek fazla ürkmüş, kuşatmanın dev am ettiği sıra­
da kısmen, göç yoluyla, İst anbul’u terk bile etmişlerdi.
Payitahtta kalan ahali ise pek ümitsiz, pek perişan bi-r
durumdaydı. Açıklamaya hiç lüzum y oktur ki halktaki
bu ruh haletinin başta gelen sebebi hep dân düşmanlı­
ğının sonucu olan telkin ve aldat malardan doğmaktay­
dı. (Onlara müsHiman ordusu şehre girdiği zaman akla

(1 ) 3u h a y r a n lık , a ra d a n çok geçm ed en , R u m la r ın k a r a k te r i gereği o la ­


ra k d e r in b ir k in ve d ü ş m a n lığ a , e n t r ik a y a y ö n e le c e k tir .
'2 ) F a tih S u lta n M e h m e t, p a tr ik liğ i o r ta d a n k a ld ır m a k ş ö y le d u rs u n ,
daha ön cc k a ld ır ılm ış b u lu n a n bu m ü esseseyi y e n id e n k u rd u rm u ş,
tu r . O nu n çok iy i n iy e tle y a p tığ ı bu â lic e n a p lık son ra d a n Tü rk ,
le r e çok p a h a lıy a m al o lm u ş tu r .
Uiı

gelmedik kötülükler yapacağı, asıp keseceği, ırza geçe­


ceği, kendilerine zorla müslümanlık teklif edileceği gi­
bi aldatıcı telkinlerde bulunulmuştu).
Fakat vakta ki saltanat güneşi, bu dünya başşehri
olan, İstanbul’da karar kıldı. Rumlar, bizzat padişahın
izni ile, kendilerine patrik seçtiler. «Din düşmanlığı»
denilen umacının niteliği derhal meydana çıktı. Padi^
şah, Rum patrikliğine seçilen Genadiyos’u — hem de
Bizans hükümdarları zamanında geçerli olan usûl ve
protokol çerçevesinde — özel bir törenle huzuruna ka­
bul etti. Kendisine ve yanındaki öteki din adamlarına
ziyafet verdi. Bundan sonra da, yanına vezirler ve bü-
vük rütbeli subaylar katarak, onu patrikhaneye kadar
uğurlattı. İşte ancak bundan sonradır ki Bizans halkı
Osmanlı saltanatının adaletini ve yüceliğini anla­
mış (!), hicret eden halk yavaş yavaş yeniden İstanbul’a
dönmeye başlamıştır.

Siyasette mürüvvet tasavvur etmeyi bir hatâ ola­


rak kabul eden bazı düşünürler; Sultan Selim’in (Y a­
vuz) cihangir azmiyle Hindist anlara kadar uzayıp ge­
nişleyebilecek olan Osmanlı Devleti’nin Rumeli’ye geç­
mesini büyük bir siyasî hatâ sayıyorlar. Eğer Rumeli’­
ye geçilecekse bunu yaptıktan sonra ahaliye birtakım
ımtivazlar vermek gibi idare hâkimiyetine aykırı düşe­
cek t edbirlere başvurulmamak gerektiğini ileri sürü­
yorlar. «Eğ e r zaptedilen yerlerin halkına bazı imtiyaz
ve müsaadeler vermek yerine mesele kılıca ve devlet
gücüne terkedilecek olsaydı, bu tutum Osmanlı devleti
için gerçek saadet ve selâmet olurdu.» diyorlar.
Yüzyıllardan Ve onların acı gerçeklerinden meyda­
na gelme bir geçmişe temas eden bu muhakeme sonu­
cundan anlaşılıyor ki:
ı2 i

« H e r şeyden önce Yavuz Sult an Selim’in büyük


düşüncesi ve prensibi takip edilmeliydi. Bu y apılmadı­
ğına göre bari Rumeli’de cebir ve şiddet siyaseti kulla­
nılmalıydı. O zaman hıristiyanlar, hıristiyan kalamaz,
toplu halde müslümanlığa geçerlerdi.» denilmek iste­
niliyor. Bunlar gerçi doğrudur ve neticesi de muhte­
meldir. T arih milyonlarca insanoğlunun — belli bi r zor­
lama ve siyaset anlayışı sonunda— din değiştirdiğini
bize bildirmiyor mu?
Fakat benim zannıraa ve inancıma kalırsa fatihle­
rin büyüklüğü, Zenbilli’lerin (1) şeriata bağlılıklarının
ebediyen ayakta ve parlak kalması için tarihin bize
pek çok emsalini verdiği öteki tutum ve davranışların
daha üstünde br t edbir yapmak lâzımdı. Başlangıçta
fethedilen ülk e le r halkına verilen bu müsaadelerin
devletin hâkim idaresine karşı çıkacakları, hiç bir şe­
kilde akla bile gelemezdi. Şefkat ve mürüvvet (hiç b i r
zaman) aciz ve miskinlik manasına gelmediği gibi Os­
m an lI lar d a her türlü tereddüt, korku v e çekingenlik
şaibesinden uzak bulunuy orlardı.

Öte yandan Fatih Sultan Mehmet’in yaptığım sa­


dece «padişahça bir cömertlik», rahmetli Zenbilli'nin
şeriata dayalı görüşünü sadece «müslümanca br uluv
v ücenâb» olarak kabul etrreK için de t"*rih felsefesi v-
bilgisinden bütünüyle hiibersiz olmak demektir. Her
ne denilirse denilsin, Osmanlı Devleti’nin gelip geçen
türlü türlü Haçlılar fırtınalarına karşı direnişi hep Fa
lih'in o siyaseti ve rahmetli Zenbilli’nin o şeriat gö-

U î O n b eş ve on a ltın c ı y ü z y ılın çok d e ğ e r li ilim - d in a d a m la r ın d a n


v< ş e y h ü lis la m la r ın d a n 1525 y ılın d a ö lm ü ş tü r A& ı adı A li b in A h ­
m e t 't ir .
122

rü şü sayesindedir. B u sayede b ü yü k kan d ök m e ve d ö­


kü lm e ih tim a line karşı du ru lmu ştu r.
G ü nü mü zü n siyaset an layışını gözön ü nd e tu tu p d a
geçm iş h akkın da — o zam anın ve o çevrelerin ş artların ı
dü şü nm eyerek— b aşka yold a hü kü m verm ek zaten d oğ­
ru olam az. Çü nkü lıaLkların özgü rlü ğü gib i yen i yeni
ga yelerin b ile — b u gü n ne kad ar reva çta ve itib a rd a
görü nü rse görü nsü n— salt ad alet ve hak olan b ir si­
yasete karşı hü kmü ve tes iri pek az olu r. B u mu hak­
kak b öyled ir. Z amanın d eğişm esi ile hü kü m ve görü ş­
lerin de d eğiş tiğin i in kâ r etm ek elb ette kab il d eğild ir.
B u nu nla b irlik te in sa n la rın yin e o in sanlar olacağın ı,
b azı ga yeler ve fik ir ler itib a riyle görü len yen ileş m ele­
rin asıl ve esasa d oku n m aya ca ğın ı u nu tmam ak gerekir.
H a k hiç b ir zaman değiş m ez. Zaman zam an onu tanı­
mak is tem eyen ler ols a b ile, eninde sonu nda bunun va r­
lığın ı kab u l ve itira f ed erler. B ü tü n m a rifet halkkı ko­
ru yu p savu nm aktadır, en b ü yü k hü ner ondan hiç b ir
zaman a yrılm a m a ktır.

Ra h m etli C evdet Paşa, Ta rih ’inde Fa tih Su ltan


M eh m et’ten b ahsederken, İs ta n b u l’un feth in in O sman­
lI d evletin in b ü tü nlenip tam am lanm ası dem ek oldu ğu ­
nu b elirtm iş tir. B u b ü yü k b aşarının gerçekleş m esin in
seb eb i, O smanlı m illetin in daim a b irlik b era b erlik ha­
lin de olu şu ve çok yü ce b ir ahlâka sahip bu lu nu şu du r.
Ö te yandan m a lî gü ç ve d evletler siyas etindeki b ilgis i
b akım larınd an O sm anlıla ra ü stü n b u lu nan Rum,!arın
yen ilgis in in seb eb i is e içlerin e kin, ga ra z ve n ifa kın gir­
miş olm as ı; bunun d ış ın d a en derin b ir ahlâk fesadı
için de yü zm eleridir.
Avru pa ta rih leri oku nacak olu rsa, b u n ların Fatih
Su ltan M eh m et hakkında ya zm ış old u kla rı ş eylere ve
ku lla n d ıkla rı d ile şaşmamak eld en gelm ez. As lın d a B i­
zans kalem s ahiplerinin , Avru p a gittik ten sonra, ya z­
dıkla rın da n ve b u nlara inanan Avru palılaırdan elb ette
teş ekkü r ya zıla rı b eklen m ezd i. An cak ne va r ki gerçek
daim a gerçektir. A d a let h er za m a n ölm eyecek izler ve
eserler b ıra kır. Ya la n dolan, kin ve ga ra z b u n la rı orta ­
dan ka ldıram a z.

Fa tih S u ltan M eh m et b ü tü n m ezh ep ilerigelen leri-


ni tan ıd ı ve b u n lârın hepsine geniş m ezhep m ü saadele­
ri verd i. B ü yü klü k etti. O s m a n lılıkta ki m eş ru tiyet te­
m elinin kesin b elgelerin i orta ya koyu p b u nu is pa tlad ı.
H a ttâ d en ileb ilir k i b u gü nkü O sm anlı m eşru tiyetin in
d eğu p gerçekleş m esin e gerçek b ir ya rd ım cı olm a s ı lâ­
zım gelen ve ön em li ve b ü yü k u nsu r, O sm anlı D evleti'-
nın o en şanlı gü n lerin d e gös terd iği b u «evlât- sever-
liık»tir.

S on ra la rı tü rlü tü rlü ih tira sla r, ald a tm a ca la r ve


k ış k ırtm a la r a kıl ve m a ntık çerçeves in i aşarak sü rü p
gelm iş ve âd eta b u b ir â d et h alin e girm iş tir. Ya n lış
yoru m la m a la r, kin d a r telk in ler b u gü n için d evletim i­
zin nasıl hâlâ m ü şfik b ir b ab a old u ğu n u h akkıyla ta k­
d ir ettirm eye en gel olsa b ile b u hal p ek geçicid ir. M eş ­
ru tiyetim izin feyzi, u yanık olm a m ız ve u ya n ık lıkta d e­
vam a kara r veriş im iz için p ek gü zel b ir yol gös terici­
dir. B izim hayatî m en fa a tlerim izi sarsan b irta k ım u y­
du rm a ve geçers iz düşü nce v,; görü ş leri sezip anlam am ak
a rtık mü mkü n d eğild ir. Anla m a k da çok gereklid ir;
çü nkü an la yam ayanlar için a rtık b u ndan sonra (yeıyiı-
zü nde) hayat hakkı yoktu r.

K ılıcın a gü venen pad işa hla rın ın b ü yü klü ğü nü u lu ­


lama ve ta kd ird e bütü n O s m an lılar tek gönü l ve tek
124

vücut halinde olmakla beraber, hıristiyan unsurların


da tâ öncelerdenberi nail oldukları bunca müsaadele­
re ve babaca şefkate karşı pek minnettar bulunmaları
lüzumu son derece acık bir gerçek değil midir? Bütün
niteliği bir adaletsevcrlik siyaseti ve insanlık sevgisin­
den meydana gelen bu müsaadeler, bazı çevrelerce öy­
lesine tevil ve tefsir edilmiş, bu konuda öyle aşırılığa
gidilmişt ir ki sebebini anlamak kolay değildir. Bunun
sebebini o insanların lıırs ve gaflet gibi ahlâik noksan­
larında aramak gerekir. Aslında vaıktiyle tutulan bu
adaletseverlik yolu ve yapılan lüt uf ve ihsanlar her ba­
kımdan yerindedir ve bunlara itiraz etmek mümkün
değildir.
Mezhep konularında verilmiş olan müsaade ve im­
tiyazlardan, bunların kötüye yorumlanıp kötüye kulla­
nılmasından Osmanlı siyaseti korkmaz. Eninde sonun­
da bundan z arar görecek olanlar, o müsaadeleri kö­
tüye kullanıp haklarına razı olmayanlardır. O halde
Osmanlı’ya düşen, devletin kanunlarının temel ilkesini
teşkil eden o ulu ve yüce adaleti yine ve daıima öngör­
mektedir.
Bununla be rabe r ort ada görülen bazı kusur ve ha­
tâları fazla büyütmek de doğru değildir. Bu kusurlar
ve hatâların ortaya çıkması tabiî ve insanlık gereği bi­
raz da zorunludur; o halde bu mazur görülmelidir.
Yüzyıllardanberi süregelen bin türlü görenek kötülük
leri dıişünülmeyip de bunların oluşundan meydana ge­
len kötü sonuçları büyütmede ne manâ vardır? Zaman,
hakka dönüşün çalışkan ve iyi niyetli bi r teşvikçisi­
dir (1).

(1) Y a z a n n a^ın iy i n iy e t i v e i y i m se rli ğ i burad a y ine ke ndini göst e -


t e ri y o r.
125

İs lâ m ş eria tın ın ru h u n u n m eş ru tiyet ve eş itlik ol­


d u ğu n u d os ta ve d ü ş m a n a ka b u l ettirm iş ola n fels efe
ve d evlet a n la yış ı d ü n ya la r d u rd u k ça du ru r. B u n a ka r­
şı, h er n e s eb ep ve b a h a n e ile olu rs a ols u n , orta ya çı­
ka b ilecek zorlu k la rı çiğn eyip g eçm ek h er za m a n k ola y­
dır.
B u a çık ve orta d a gerçekler, ta rih î olu ş la rın b elir­
gin es erleri ve izleri a ra s ın d a b elirgin ola ra k göze ça r­
par.
S özü n kıs a s ı O s m a n lı D evletin in ve b izim p a d iş a h ­
la rım ızın , vicd a n h ü rriyeti gib i b ü yü k b ir m es eled e g ös ­
terd ik leri yü celik , b ü tü n m ed en iyetler ta rih in in a ltın ­
la ya zılm ış s a h ifelerin d en b irin i teş k il ed er, ş öyle ki:
H icrî 860 ta rih in d e Ku d ü s - i Ş e r ifin Ru m p a triki,
İs ta n b u l’a g elerek d evlet yetkililerin e, b izza t H a zreti
Ö m er F a ru k ’u n verm iş old u ğu m ezh ep im tiya zla rın ı
b ild iren b ir b elgeyi gös term iş ; b u n u n ü zerin e yen i im ­
tiya zla rla b irlik te p ek çok ih s a n la ra d a n a il olm u ştu r.
H icrî 923'te, Y a vu z S u lta n S elim Han H a zretleri
za m a n ın d a , g erek R u m la r g erek E rm en iler «M a ka a -
m â t- ı M ü b a rek e» d eki h a kla rın ın koru n m a s ın ı rica et­
m iş ler (1) ve bu rica la rı yerin e getirilm iş tir. H a ttâ
R u m la rın öteki ka vim lere tercih i de yin e b u za m a n ele
a lın m ış tır.
H icrî 9 3 2 ’d e Ka n u n î S u lta n S ü leym a n H a n za m a ­
n ın d a , d a h a ön ce verilm iş b u lu n a n m ü s a a d eler p ek iş ti­
rilm iş , b a zı a yrın tıla r d a söz kon u s u ed ilm iş tir.
L â tin ler «M a k a a m â t- ı M ü b a rek e» d e ya b a n cı d eğil­
diler. O n la r d a ortod ok s la r gib i es kid en b eri a lâ k a d a r

(1) B ilin d iğ i g ib i Y a v u z S u lta n S e lim , M ıs ır 'ı fe th e ttiğ i za m a n , F ilis ­


tin ve d o la y la r ı da O s m a n lı D e v le ti’n in e g e m e n liğ i a ltın a g ir m iş ­
ti,
126

bulunuyorlardı. Dördüncü Sultan Murat (hicri 1047) ve


Dördüncü Sultan Mehmet (hicri 1067) zamanlarında
Lâtinlerle, Ruımlar ve Erm eniler arasımda bazı birbir­
lerinin haklarına tecavüzler görülmüş, devlet tarafın­
dan bizzat şeyhülislâmla vezirler ve kazaskerlerden ku­
rulu yüce bir divan toplatılmış ve t araflar bu divanda
yüzleştirilmişti.
Hicrî 1086'da K öprülü-zade Fazıl Ahmet Paşa’nm
sadrazamlığı günlerinde, bir ara kilise tartışma ve çe­
kişmeleri karşılıklı adam öldürmeye kadar varmıştı.
1084 tarihinde Fransa ile yenilenen bi r andlaşmada
şöyle bi r özel madde vardı:

«Françelu'dan K udüs-i Şerif ziyaretine gelip giden­


lere ve K amâme nâm kinîsede olan rühbanlara dahi ü
t aarruz olunmaya ve K udüs-i Şerif ziyaretine evvelden
varageldikleri üzere v arup gelûb rencide olıunmayalar
ve K udüs-i Şerîf’in dahilinde ve haricinde ve K amâme
nâm kinîsede kadîmden ola geldüğü üzere temekkün
eyleyen frenk rahiplerinin hâlâ sâkin olup ellerinde
olan ziyaretgâhlarına kemâkân frenk rahiplerinin elle­
rinde olup kknesne dahi etmeye.»

Bu özel maddeyle de görülüyor ki Lâtinlerin de,


öteki mezhep mensupları gibi kıdem haklan v ardır ve
tanınmıştır.

İkinci Sultan Süleyman zamanında, Lâtinler yine


Rumların kendilerine engel olmalarından ve âyîn sıra-
sıda kullandiıklan erganonlarma (org) t aarruz ettikle­
rinden şikâyet ederek (yeni bir) nişân-ı hümâyûn (fer­
man) alıyorlar. Öte yandan R um lar da freniklerin y ok­
tan y ere olay çıkarıp bay rak açtıklanndan ve İkilise
içine erganon kovup ortava hirtakım bid’atJar çıkar­
127

dıklarından (1), para kuvvetiyle böyle belgeler elde et­


t iklerinden (2) şikâyette bulunuyorlar. Bu sefer bunla­
ra da, yine eski statükonun muhafazası y olunda bir
ferman veriliyor.
Dikkate değer bi r nokt adır ki K udüs'teki eski ve
gerçek tarihlerini unutmamakla birlikte; Lâtinler,
R um ların Hazreti Öm er Faruk'a at federek ort aya koy­
dukları belgenin aslı ve gerçeği bulunm adığı görüşünü
savunuyorlardı.
Hicretin on ikinci yüzyılının başlarında Lâtinler
K am am e’yi t amir ediyorlar. Bu arada İstanbul'dan,
t amir işini kontrol için Altıparmak Haşan Ağa m übaşir
tayin edilip gönderiliyor.
Y ine o sıralarda her iki t araf da şikâyet ve anlaş­
mazlıkta devam ediyor: Haz ret i Öm er bin Hat t âb (T an­
rı kendisinden razı olsun)- z amanmdanberi geçmişteki
hakimler t arafından verilen belgeler, senetler gereği
olarak K amame ve Beytüllâhim kiliseleriyle buralara
bağlı öteki benzeri y erlerin yönetim hakkı Rumların
elindedir. Melik T ahir zamanında frenk halkı (Haçlılar
ve onlarla birlikt e gelenler) bu y erleri zaptedip ellerine
geçirmişlerdir. Daha sonra Melîk Salâhaddin Eyyûbı,
K udüs’ü onlardan tekrar geri aldığında yeniden Rum-
lara vermiştir. Buraların en son fâtihi Yav uz Sultan
Selim Han Hazret leri de K udüs’ü Rumların eline bırak­
mıştır...

(1 ) D oğu k ilis e le r in d e orgu n ilk o la r a k bu z a m a n la r d a k u lla n ıld ığ ı


a n la ş ılıy o r . B ilin d iğ i g ib i B a tı k ilis e le r in d e çok daha ö n c e le r d e n
org v a r d ı.
( 2) Y a z ık ki bu k o n u la r d a o r ta d a b ir ta k ım rü ş vet ve iltim a s m e s e le *
J c r in in b e lir le n d iğ i, bunu soru m su z k im s e le r ya p sa b ile , s u ç la m a ­
n ın d e v le te y ö n e ld iğ i g öze ç a r p ıy o r .
128
işt e böylece ardı arkası gelmez iddialar çekişme­
ler sürüp gitmektedir. Osmanlı Devleti, hergün uydur­
ma veya asıllı bir yeni belgeye dayatılarak ortaya atı­
lan bu iddia ve çekişmelerin önünü almak gibi çok iyi
bi r niyetle:
«K am am e, bütün hıristiyan milletlerin ortak ziyaret
yeridir. Burasını Rum, Ermeni, Frenk (genellikle Lâtin
asıllı katolibler) ve daha başka hıristiyan milletlerin
rızası ve elbirliği ile onarmah ve eskisi gibi, eski biçi­
mi ve düzeni içinde muhafaza etmeli.»
yolunda kesin bir emir vermiştir. Bu emirle hükü­
met yöneliminin adaletli gereği bi r kere daha gösteril­
miştir.
Lâtmlerin ve ort odokslarm ikide birde devlet kapı­
sına başv urarak elds ettikleri flermanlar ve menşur­
lar (1) ve papazların kadılardan bire r dâva sebebi gös­
tererek aldıkları hüccetler (2) mümkün olup da birer
birer tetkik edilecek olsa, bu konudaki anlaşmazlık ve
çekişmelerin ne kadar enti püften olduğu anlaşılaca­
ğından ve havli şaşırtıcı sonuçlara varılacağından şüp-
de yoktur.
Hele bi r zamanlar Lâtinlerin (bat ıdan) getirttikleri
büyiik bir erganon için «bidat t ir» diye itirazlarla kar­
şılanmasına şaşmamak elden gelmez Bu erganon «se­
sinin galizliği ve K am am e’ve sonradan bir şey kovma
um y asaklığı» gibi gerekçelerle önlenilmiştir. Daha
sonra K amame yanmış, bu arada içindeki eski küçük
erganon da yanmış; Lâtinler bunun üzerine o büyük
trganonun konulmasını yeniden istemişler, nihayet

(1 ve 2) m en ş u r: B ir ç e ş it p a d iş a h fe r m a n ı; h ü c c e t: H ır d u ru m u b e lir
le y e n m a h k em e b e lg e s i.
I2 v
Dunun yüz elli kadar borusu çıkarılarak ve sesi -m ü m ­
kün olduğu kadar— eskisinin, küçüğünün sesine uydu­
rul a raik Kamameye — ortodoksların müsaadesiyle—
konulabilmiştir. Osmanlı valisinden bu husus için alı­
nan izin de bu yoldadır.
Bununla beraber şikâyet ve çekişme yine eksik ol
ınamıştır. «Lât inler kırk yedi boruy u yeniden koydu­
lar, sesini v ükselttiler» denilmiş durmuştur. En sonun
da yine İst anbul’dan bir görevli gitmiş, kırk yedi boru
tekrar çıkarılıp atılmış, ortodoksların dediği olmuş­
tur.
Bu durup dinmeyen şikâyetlerin devamlı tekrar­
lanması ve şiddet kazanması gözden geçirilirse anlaşı
lir ki hükümet bu konudaki t edbirlerinde her zaman
bir tereddüt ve ilgisizlik geçirmiştir.

Sade, biraz önce sözü edilen kesin emir, artık hü­


kümetin bu hususta büt ün şikâyetlere ve çekişmelere
son vermek ve adeleti kesinlikle yerine getirmek ka­
rarında olduğunu gösterir. Bununla birlikt e şurası da
muhakkaktır ki müslüman memurlar, şu papaz lar çe­
kişmesinden siyasî birtakım emeller besletmek ve çı­
karlar sağlamak konusunda keşif ve tahmin gücünden
tamamiyle yoksundular. Bundan dolay ıdır ki K udüs’ün
müslümanlar elinde kalması, bütün bu din ve mezhep
mensupları için büyük bi r nimet sayılıyordu. O halde
bu nitmete karşı t arafların kendi haklarına razı olma­
ları bi r akıl ve insanlık gereğiydi. Ama yazık ki polit i­
ka denilen o dehşet verici hastalık mukaddes toprak
lan da bütünüyle istilâ etmişti; artık haklı haksız be-
lirmemeye başlamıştı.
Dönem dönem bazı Osmanlı sultanlarının yeni
baştan pekiştirdikleri bazı mezhep müsaadeleri, bizzat
F: 9
130

kendi devletimizin zararına sebep olacak birtakım ge­


lişmelerden uzak kalmıyordu.
Hicri 1260 tarihinde Kudüs-i Şe rift e yeni baştan
başlamış olan tecavüzler ve şikâyetler, bunların gös­
terdiği gelişmelerden sonra devletçe büyük bi r uyan­
ma ibret dersi alınmıştı. (Şim di) Türkiye karşısında iki
mezhebin koruyucusunu görüyordu. Bunlardan biri
katolikliği himayeye azmetmiş olan Napoly on’du. Öte­
ki, ortodoksluğu — bizim ort odokslardan kesinlikle
ayırmak isteyen— Rusya, yahut Rusya çarı Nikola idi.

Napolv on’u biliyoruz. Rusy a’nın Nessel - Rod poli­


tikasını da giriş bölümümüzde gözden geçirmiştik. Za­
ten Rusya ile olan anlaşmamızda da bizim taahhüt de­
recemizi gösterecek:

«R ühban zümresine münasip olan imtiyazı ile ria-


vet oluna ve hıristiyan diyanetine asla bi r taarruz ile
îsâl-ı tazyik olımmayıp kiliselerinin t amir ve tecdidine
vücûhla mümanaat olunmay a ve mârülzikr kiliselerine
hizmet eden eşhasa bi r takrib ile t aarruz ve müdahale
',lunm 2 v a» fıkralarından başka bir şey yoktu. Lâkin Rus­
ya oralarda değildi. Onlara göre bütün Rusya ort odoki.
ear ortodoksların büyüğü, çarlık tahtı, aynı zamanda
ortokods ruhânîliğinin de tahtıydı. Dolayısıyla dinsiz­
lerin tecavüzlerini geri çevirmek isterdi.

Bâr de post kavgası vardı. T ürkiy e’nin canı Rus­


ya'nın elinde sayılırdı. Türkiye havli zamandanberi sar­
sılmış, sarsılıp durmuştu. Artık T ürkiy e’nin sözü mü
olurdu? Pet ersburg’dan çıkacak emir derhal yerine ge­
tirilmeli idi.
Rusya diplomatlarının mülteciler meselesinden ib-
-et almamış olmaları gerçekten havret vericidir. T ür­
131

kiye o meselenin çözümünde kendi varlığını tamamiyle


göstermişti. Bunu R uslar niçin anlamanuşlardı ?

İstanbul'daki Rus elçiliği eski andlaşmalardan,


K ay narca andlaşmasımn bazı maddelerinin içindeki
fıkralardan dem vuruyor, iddialarına günden güne kuv­
vet ve şiddet katıyordu. Osmanlı Devleti ise — insaf ile
düşünmeli— daha Rusya büyük bi r devlet şeıkline gir­
meden önceleri bile genellikle büt ün hıristiyanların
haklarım ve özgürlüklerini, mezhep ve dinî âyinlerin­
deki istiklâllerini korumakla tanınmıştı. O zaman şim­
diki gibi böy le hıristiyanları savunma yahut koruma
gibi taraflı iddialara im kân verebilecek en küçük bir
istek ve şikâyet bi le ort ada yoktu. Ort ada dönen bir
şey v arsa o da fesat dolabı idi.

Bu dolapta doğrudan doğruy a Rusya devletinin ne


derecede parmağı olduğuna kolay kolay hükmedil-
mese caizdir. Zira Rusya diplomasi âleminde nice önem­
li işler v ardır ki, en büyük gaileler doğuracak bir isti­
dat gösterirken, diplomat ların t edbirleriyle gayet m an­
tıklı neticelere ulaştırılmıştır. Ve yine nice önemsiz
şeyler olur ki hiç kimsenin akima gelmeyecek, zihni
ne sığmayacak elem verici bi r renk alarak devletler
arasında çok (kötü anlaşmazlıklar uyandırır. Bu Kudüs-i
Şerif meselesinde de Rus diplomasisinin — gerçek ve
açık tabiri ile— elçilik heyetinin pek çok hat alarda
bulunduğunu ve Pet ersburg’un da bu hataların kotiı
tesiri alt ında kaldığım ımıhaltkak saymak isterim (1.)

(1 ) Y a za r R u s y a ’y ı , Rus d e v le t ve m ille tin i d e ğ il, b ir kısın. Kus d ip


İc m a tla n m k u s u r lu g ö s te r m e y i ön görü yor.
132

On sekizinci yüzyılın ilk çeyreğinde idi. K oca Petro


ile İsveç ve K oca Petro ile İngiltere arasında siyasî iliş­
kiler kurmak için aracılık yapan Fransa devletinin de­
le ge-elçisi K ampredon — Pet ersburg’da henüz bir sa­
ray çadırının bile bulunmadığı öyle bi r zamanda— K o ­
ca Pet ro’dan (1) hükümdarca ve arkadaşça bi r davra­
nış görerek hayran kalıyordu. Elçinin belli başlı göre­
vi Fransa ile Rusya arasında bir ittifak sağlamaktı. Lâ­
kin bu ittifakın gerçekleşmesi Fransa'ca, Rusya'nın
her şeyden önce İsveç’le ve İngiltere ile siyasî ilişkileri­
nin yeniden düzenlenmesine bağlı görülüyordu. Çar da,
Rus diplomatlarının aksi düşüncede olmalarına rağ­
men, buna meyilli ve istekli görüriiy ordu.

5 Kasım 1721'de İsveç’le bir barış andlaşması ya­


pıldı. Bu andlaşma dolayısıyla Pet ersburg metrepolil-
liği kilisesinde düzenlenen özel bir tören, orada büyük
bir izzet ikbal görerek yerini almış bulunan delege
K am predon’u bile hayretlere düşürecek bir nitelik gös­
teriyordu. Koca Petro dinî töreni bizzat idare edip
<-pop»larla birlikte İlâhiler söyledikten sonra şansölve
Golovkin’in elinden — devlet adamları ve Sen Sinod
adına düzenlenmiş bir tutanak bile almıştı.—

Bu tutanakta kendisinden, İslav Unvanı olan «ç ar»


yerine, bir Romen Unvanı olan «im parat or»un kabul
edilmesi istirham olunuyordu. Başka bir ifade ile Rus­
ya, Bizans kayserlerinin tacını kendi hükümdarının ba­

nı T ürk i y e ’de T ürk le r t araf ı n d an y az ılm ış e se rle rde P e t ro i ç i » »k o c a-


ün v an ı hem en hem en başk a hiç bi r y a z a r t a r a f ı n d an k ul l a n ı l m a ­
m ı şt ır. '-Koch* un v an ı n ı y az ar, ba t ı l ı l a n n d e dik le ri g i bi -Le g ran d .
d an ç e v irm iş o lsa bi le -büy ük - sı f at iy le y e t i n e bi li rd i . <Koca> an.
t a k T ürk büy ük le ri icın Alem o lm uş bi r sı fat t ır.
133

şına geçiriyordu. Bu istirhamı Çar Petro öyle anlayıp


öyle kabul etmişti. Hattâ bundan hemen sonra söyledi-
ği bir nutukta bunu, imâ yoluyla değil, açıkça ifade
etmekten çekinmemişti. Bu arada, yeniden canlandır­
mak iddiasında bulunduğu şark imparatorluğunun çö­
küp ortadan kalkmasına sebep olan tembellik ve ah­
lâksızlıktan daima uzak durmalarını, o mezhep m aka­
mından, vaiz ve nasihat eylemişti.

işte, bunun gibi siyasî ve tarihî gerçekler ve ince­


likler ort ada durup dururken «De li Pet ro’nun vasiyet­
namesi y okt ur» iddiasını resmen bizzat çarlar bile sö/.
konusu ettikleri halde, Kudüs-i Şerif meselesinde Rus­
ya diplomasi meslekinin bütün hatasını bi r elçilik he­
yetine yüklemekte isabet olamıyacağmı dikkat naza­
rından uzak tutamayız. Lâkin muhakkak bi r gerçek ola
rak diyebilirim ki bütün bu hatanın kaynağı İstanbul
elçilikleri olmuştur. Bunda Rusya elçiliğinin de hisse­
si pek önemlidir; bu olup bitenlerle ispatlanmıştır.

Y ukarıda anlatıldığı üzere, Fransız elçisi Marki De


Lavalet Paris’e memnun olarak gitmişti. Rusya elçisi de
ı srarlar sonunda emeline nail olarak padişahtan fer
man çıkartıp ort odokslara v erdirmiş ve netice olarak
çann ımetkubunun istediklerini yerine getirtmişti. O
halde artık bu meseleye olmuş bitmiş gözüyle bakılabi­
lirdi.
Zaten Fransa elçiliğinin elde ettiği şeyler bir anah
tardan, bir iki ziyaret yerinde ibâdet etme hakkı gibi
ufak tefek müsaadelerden ibaretti. Bununla birlik iv
işin pürüzlerinin eksilmeyip artmış olması ve neticenin
pek karanlık görünmesi sebebiyle, Fransızlar (şim di­
lik) bu kadarla kanaat etmek istemişlerdi. Bu hususla-
134

n , P eters b u rg elçileri a ra cılığıyla Ru s hü kü m etine bil-


a ird ik leri gib i, O sm anlı h a riciye neza retin e elçilik le­
rince gön d erilen p roteston u n da s ırf sathî b ir davranış
lan ib a ret oldu ğu n u b ize an lattıla r. M aksadın şu «çık ­
m az sokak »m için d en ku rtu lm ak oldu ğu b elli olu yor­
du.
B a rış ve selâ m et ad ın a çok teessü fe lâ yık tır ki d ip ­
lom as i b a kım ın da n b u sonu çla id are m asla hat etm ek
ve sü kû neti koru m a k gerekli iken, orta ya çıkan du ­
ru m dan d ola yı gerek R om a ’da, gerek P a ris ’te aş ırı se­
vinç b elirtileri ve ş en likler ya pılm ış tı. As lında bunun
a m acı ora la rd a ki halkı alda tm akta n b aşka b ir şey d e­
ğ ild i ama, gök lere kad ar yü ks eltilen bu sevinç ve ga li
b iyen çığlık la rı Ru s ya’daki geniş halk tabalkasını ve
a yn ca b ü tü n ortod oks dü nyasını kü stü rü p gocu ndu ru ­
yordu .
N is an 1852 yılı son la rın da Fra nsızlar, ortod oks la -
ra a yrıca b ir ferm a n verilm iş oldu ğu nu öğren d iler.
D erh al işin rengi değişti. E lçilik m aslahatgü zarı Sabat-
ya hem en du ru mu Pa ris ’e b ild ird i; öte yandan Âli Paşa'
ya b aş vu rarak adıgeçen ferm an ın b ir su retin i istedi.
N e va r ki  lî Paşa işi savsaklayarak S ab atya ’vı savus
tu rdu ve ferm anın su retini ona verm ed i.

B u ndan sonra S ab atya yin e de ıs rarla, ferm an ı


is tem ekten geri kalmadı. H a ttâ elçi D e L a va let’in Os-
m a nlı h a riciye neza retin e şifahen verm iş oldu ğu tem i
natı red ve in kâ r etti. B azı d evlet ilerigelen leri için Pa
ris ’ten — ken d ilerin e verilm ek ü zere— L ejyon D ön ör ni­
şan lan gelm iş b u lu nm aktaydı. O nları alıkoyu p sahip
lerin e verm em ek için de d iren d i
B u sırada b ir de C harlm agne a d lı Fra nsız savaş ge­
m isinin Çanalkkale b oğazınd an geçm esi meselesi çık-
13?
rruştır. Fransa bu bahaıne ile ısrarlı teşebbüslerinde
ileri gidip nihayet gemi için müspet cevap almıştır. Ce­
vaptan sonra, hâlâ Paris'te bulunan Marki De Lavalet
büyükelçiliğe yükseltilmiş, kendisine yeni talimat ve­
rilmiş ve adıgeçen gemi ile Marsily a limanından İstan­
bul’a doğru hareket etmiştir.

Elçiye büyükelçilik ünvanı verildiği. Mayıs başla­


rında. maslahatgüzar t arafından Bâbıâlî’ye bildirilmiş­
t ir
Marki De Lavalet 1852 yılı Ağust os’unda İstanbul'a
gelmiştir. Kendisini getiren geminin Çanakkale’den geç­
mesi için, önce elçilik baş tercümanı tarafından şifahen
yanılan müracaat üzerine hariciye nezaretimiz, önce
tereddüt etmiş ve bu tereddüdünü karşı t arafa bildir­
mişti. T ereddüdün sebebi, geminin içinde v apur âletleri
bulunan bir kapak olmasıydı. Çünkü o zamana kadar
İst anbul’da o yeni tarzda bir gemi görülmemişti (1).
Maslahatgüzar, daha önce İst anbul’a gelen bi r Fransız
amiraline böyle bi r müsaadenin verildiğinden ve im­
paratorun da bunu pek arzu ettiğinden söz edince artık
tereddütten vazgeçilmişti. Fransızlar, buharla işleyen
böyle bir savaş gemisinin pek seyre lâyı'k olduğunu da
ileri sürüyorlardı. Hasılı bütün bu konuşmalar, müza­
kereler sonunda bu yeni icat gemi — 'içinde bir de Fran­
sa devlet adamı, vaııi elçi— nihayet İst anbul’a gelmiş­
ti.

Fransız savaş gemisi payitahtta ilgi uyandırmış,


ileride bizde de bunun bir benzerinin yaptırılması dü-
şâniilmüş, kaptan paşa (bahriye naz ın) T ersane i âmi-
re’den bazı mühendislerle birlikte çıkıp gemiyi gezmiş
ti.
136

Öteki büyük devletler elçileri t arafından da anlaş­


m alara aykırı görülmeyen bu müstesna kapaklının (2)
İst anbul’a gelişi, onlarca pek büyük bi r mesele y apıl­
mamışsa da diplomatik konuşmalarda ne kadar dik­
katli ve ihtiyatlı dav ranmak gerektiğine, bazan en
ufak bir sözün pek içinden çıkılmaz bi r gaile meydana
getirebileceğine bu küçük olay bir ibret dersi sayılabi­
lir.

Sonradan basılmış bulunan bu konuşmalardan


açıkça anlaşılıyor ki bu gemi meselesi tamamiyle ayrı
bir mesele olup, K udüs konusuyla uzaktan yakından
bir ilgisi bulunmuyordu. Dolayısıyla Bâbıâlî, ısrarında
ileri gidebilir ve bundan dolayı da hiç bi r itiraza uğra­
mazdı. Ancak işin içine Napoly on karışmış ve ısrarında
çok ileri gitmişti. Siyasî durum son derece nezaket ka­
zanmıştı. H e r t araf bi r bahane arayıp duruyordu. (Bun­
dan dolayı) Bâbıâlî müsamahakâr olmay ı tercih etti ve
pek de isabet eyledi. Çünkü hiç bi r önemi bulunmayan
bu mesele, büyük bir devleti kendimize yeniden düşman
etmek gibi bi r tehlikeye sebep olacaktı.

Lâkin ort ada bir gerçek vardı: Fransız elçisinin


böyle bir gemi ile Osmanlı Devleti’nin payitahtına gir
nıesi, orta elçi iken büyükelçilik görevi ile Paris’ten
geri dönmesi, hele Paris'te katoliklerin organı alan
»Deha t» gazetesinin, De Davalet’in bütün yaptıklarını
' e yapacaklarını şişire şişire ve öve öve anlatmaktan

( 1. 2) On do k u/un c u y üz y ı lı n ik i nc i y a n s ı n a k a d a r sav aş g e m i le ri he ­
nüz oskı si st e m dey di . Bu o lay ları n ge ç t f £i sı r ad a sav aş g e m i le ri n i n
dc buharla, ç alı şt ı rı lm ası de n e m e le ri n e g i ri şi lm i ş v e i lk ö rne k le ı
y a p ı l m ış t ı. K az an d ai re le ri n i n üst ü k ap alı o l d uğ u iç in bu t ür g e-
n ı i Urc o z a m a n l a r -K ap ak lı » adı v e ri lm işt i.
bir türlü geri kalmaması, Paris’te yapılan (10 Mayıs
1852) bi r geçit töreninde yabancı kurmay subayları ara­
sında bazı PolonyalI subayların da bulunması... gibi
birçoik haller, zaten kışkırtılmış bulunan ortodoks ta
assubundan dolayı pek üst tetikte bulunan Çar Nik ola’-
yı son derece öfkelendirmişti.

Marki De Lavalet, İst anbul’a dönüşünden sonra


Bâbıâlî’ye müracaatta bulunarak, 8 Şubat 1852 tarihli
nota ile Fransa elçiliğine bildirilen kararın uygulanma­
ya konulmasını talebetti. Daha önce komiser tayin edi­
lip henüz K udüs'e gitmemiş d a n Divaıı-ı Hümâyûn Bey-
likçisi (1'. A fi f Bey ’in, kendisine açık ve yeterli talimat
verilerek görevine gönderilmesini istedi.

Bu teşebbüs ve müracaat tarzından belli oluyordu


ki Fransa diplomasisinin en halis emeli artık ne yapıp
yapıp meseleyi kapatmaktı. Bundan dolayı, elçinin
sadrıazam ve hariciye nazırı ile bi r iki konuşmasından
sonra. A fi f Bey'e gerekli talimat yazılıp verildi; sonra
işin yerinde uygulanmasının sonucu beklenmeye baş­
landı.
Bâbıâlî:
«K udüs meselesi hakkında muahharen karar-gîr
olan suretin mahallince icrası bi r günâ müşkilâta düş­
memek için taraf-ı Devlet-i Aliyye'den bir memur tayi­
nini gerek Rum milleti ve K udüs patrikleri ve gerek
Fransa sefareti canibinden ifade ve istida olunup, vakıa
bu madde umûr-ı nazikeden olarak mahallince suver-ı

(li Be y lik çi ke lim e si, esk i T ürk ç e ’de k i bit ik çi k e lim e sin de n bo z ulm a­
dır. O sm an -m ülk i y e t e şk i lât ı n d a D i v an -ı H üm ây ûn k ale m i n i n baş.
k an ı y dı. Y a n l ı ş o larak : « Be y li k ç i -i Di v ân ı H üm ây ûn , de n i lm i şt i r
v e k i t abı n y a z a n d a bun u böyfle y az m ışt ı r.
138

icraiyyesinde bi r hata vuku bulduğu halde müşkilât-ı


cedide zuhura gelmesi ihtimaline mebni bu hususa mev­
suk ve mutemed bi r zatm gönderilmesi lüzumu derkâr
olduğundan ve hariciye kât ibi Em in Efendi Beyrut ca­
nibinde olarak bu meseleye vukuf ve malûmat-ı kâmi-
lesi dahi bulunduğundan suret-i ımukarrerenim mahal­
lince hüsn-i icrası zımnında efendi-i mumaileyhin me­
muriyeti münasip olacağı »nı daha önceden yazmıştı.

Halbuki aradan çok zaman geçmeksizin Emin


Efendi Bey rut’tan dönmüş olduğundan, bazı resmî ya­
zışmalardan anlaşıldığına göre, A fi f Be y ’in tayini on­
dan sonra yapılmış demek oluyor. Öte yandan Marki
De Lavalet de Emin Efendi’nin tutumundan ve yaptık­
larından şikâyetçiydi. Kendisinin sadnaz am la ve hari­
ciye nazırıyla buluşup görüşmesi bundandı. Gaript ir ki
Fransız elçisi bu buluşm a ve görüşmelerine Rusya el­
çisinin müdahalede .bulunmasına ımeydlan vermemek
için, adı geçen buluşm a ve konuşmayı başka konularda
olmuş gibi göstermiş, böylelikle bütün öteki elçilikleri
yeni bi r teşebbüs ve müdahaleden habersiz bırakmıştı.

A fi f Bey ’e gönderilen talimatın nelerden ibaret


olduğunu bütünüyle bilemezsem de, işlerin gidiş ve
yürütülüş tarzına göre, Osmanlı Devleti’nin bu işi en
iyi bir şeikilde çözüme bağlamak istediği ve dev let ler-
milletler arasındaki anlaşmazlıklara engel olmak iste­
diği pek muhakkaktır. Hattâ bu hususta bizzat padişah
Abdülmecit Han Hazretleri'nin azmi ve çabası anılma­
ya değer.

Padişah hazretleri, her iki imparatorun da hiç bir


tekilde gücenikliğine meydan vermeyecek bi r çözüm
suretinin bulunması gibi kesin bi r arzuda olup, hattâ
m
bu mesele yüzünden sık sık mey dana gelen nazırlar,
sadnaz am lar değiştirmeleri de, elçiliklerden birinin
— daha açık söyleyelim— Rusya elçiliğinin entrikası
sonucu değildi. Sadece ve özellikle padişahın, anlaşmaz
lıklan ortadan kaldırmak arzusundan ileri gelen bütün
tedbirlerin niteliği pek saf ve katıksız idi*.

İşte elçiliklerin, yahut da diplomat ların işe karışma­


sıyla ortaya çıkan bi r işi, yine onlar kendi leh veya
aleyhlerinde olmasına göre y orum luyorlar ve mensup
oldukları hükümetlere de bu yönde iletip onları da al­
datmaktan geri kalmıyorlardı.

Bunalımlı z amanlarda soğukkanlılığını korumak


ve dedikodulara aslâ önem vermeksizin devlet siyase­
tinde son derece ağırbaşlı olmak metanetten uzatklaş-
mamak öyle herkesin y apabileceği işlerden değildir. Bu
y olda elçiliklerin hareket tarzları büsbüt ün kınanamaz­
sa da. takip ettikleri meselede Osmanlı Devleti'nin zor
ve nazik bir durum da bulunduğunu da her şeyden ön­
ce düşünmeleri gerekmez miydi?

Marki De Lavalet. fazla olarak, ort odakslara veri


len fermanın kendi eskidenberi süregelen haklarına
aykırı düşen yönlerinden ve bütün katoliklere yapaca­
ğı kötü tesirlerden bahis ve şikâyetle hiç olmazsa bu­
nun K udüs’te âdet olduğu üzere alenen ve resmen okut-
turulmamasmı teklif etmiştir ki bu da pek gayrı ma-
kum bir şey sayılmazdı. Ortodokslara verilen ferman
mahkeme siciline kaydedilmekle yetinilecekti; lâkin ol­
madı.
A fi f Bey K udüs'e gitti. Am a hemen yeni1 zorluklar
başgösterdi. Gerek Ruslar, gerek Fransızlar «Maka-
amât-ı Mübareke»v e (sanki) birer zafer beratı ile gidi-
140

vor gib iyd iler. Fra nsız konsolosu Fransa’nın Ru sya’ya


ga lib iyetin i, Ru s kons olos u ise ortokods lu ğu n ve d ola ­
yıs ıyla Ru sya ça rın ın hem katoli,kliği h em N a p olyon ’ıı
yere vu rmu ş oldu ğu nu ilân ed er du ru m takındılar.
H er ik i d evletin Ku dü s konsoloslarımın, arka la rın ­
da b ü yü k b ir ka lab alık oldu ğu halde, b u yerlere geliş ­
leri öylesin e b irb irin e zıt gös terilere m eydan verd i ki
m eselenin asıl ve esasının verilen ta lim a t çerçevesin d e
u ygu lanması im kân sız hale geldi. B u du ru m ise çeş itli
kınamalara, itira zla ra h ed ef olm aktan ku rtu lam adı.
A fif B ey, ikid e b ird e yok yere kendini gös teren ve daima
taze ve h a reketli kalan zorlu kla ra karşı ya pacak b ir
şey b u lam adı. İs ta nb u l'a du ru mu b ild irerek ne ya p­
ması gerektiği konu su nda izin ve b ilgi istedi. N ih ayet
her ik i ferm anın a yrı ayrı oku nması ka ra rm a va rıld ı,
bu hu su sta em irler verild i.

Fransa elçis i, işin b ü yü m em es i için su smaya m ec­


b u r oldu . Z aten ta lim a tı d a b u yön deyd i.
İn giltere ka b in es i He Fransa kab inesi — araların ­
daki sam im î m ü n a seb etler gereği ola ra k— işin asıl ni­
teliğin d en fa zla b içim b akım ında n b ü yü tü lm ü ş oldu ğu ­
nu ve b u na elçilerin s eb eb iyet verd ik lerin anla m ışla r­
dı. N e va rk i Fra nsız elçis in in öngördü ğü ve etm ekte de­
vam edeceği b ir nokta vard ı: B ü tü n b ir dü nyaya karşı
yenik görü nm ek, zaten Fransa için m evcu t olm ayan b ir
halksızlığı ken di ü stü ne alm ak dem ek olacaktı. Bu ise
m a ddeten ve m ânen kab u lü ne im kân b u lu nmayan b ir
du ru mdu . H a s ılı Fransa'nın tek ka ygısı ve ih tiya tlılığı
h aysiyetini, d evletlera ra s ı onu ru nu mu hafaza etm ek ­
ten ib a ret kalm ıştı.
A fif B ey, B eytü lla h im ’de b ü yü k kilis en in anahtarı
m eselesinde de çeş itli karşı du rm alara u ğram ıştı. Y e ­
141

niden İst anbul’a sordu. Am a maksat zorluk çıkarmak


olduktan »o nra neler bulunmaz, neler söylenmez? El­
çilikler yine Bâbıâlî ’ye şikâyetler yağdırdılar. İş yine
Meclis-i Vükelâ’va havale olundu. Komisyon üyelerin­
den bazıları çağırılıp bunlardan yeni açıklamalar ve bil­
giler alındı. Neticede Lâtinlere hak verildi. Anahtarın
Lâtinlere teslim edilmesi, padişah emri olarak, Afif
Bey ’e emrolundu. O sırada Afif Bey, hükümetçe yaptı­
rılmış olan (yeni) yıldızı da özel yerine koydurdu.

Resmî belgelerden anlaşılamayan, daha doğrusu


resmî belgelerde kendilerinden söz edilmesine lüzum
görülmeyen şu iki ferman meselesinden dolayı diplo­
masimizi ve devlet adamlarımızı mazur görmek .—bu­
günkü siyaset anlayışına göre— pek kolay değildir.
Gerçi gerek Çar Nikola, gerek imparator Napolyon
kendi fikir ve inanışlarından başka bi r söz dinlemez
karakterde kimseler olduklarından, devlet ilerigelenle
ri için işin içinden kolaylıkla çıkmak son derece zordu.
Ancaık, lât inle re verilen fermandan sonra ikinci bir
ferman daha yazıp (ortodokslara) v ermek ve bıınu bi r­
takım ihtirazî kayıtlarla vermek, sonunda meydana çı ­
kacak muhteviyatını gizli tutmaya yeltenmek pek ga­
rip görünür.

Bugün bi r şaşkınlıktan başka bi r şey sayılamaya­


cak olan böy le bir siyasetin niteliği hususunda hiç bir
şey demeye cesaret olunamaz. Çünkü o konudaki ya­
z ışm alar-gö rüşm eler hâlâ ortaya çıkarılmış değildir.
Fransa ve Rusya arşivlerinde bu iş için inceleme ve
araşt ırma y apma zamanı hâlâ gelmiş değildir. Ortada
142

mevcut yayınlar ise bunalımlı ve heyecanlı günlerde


meydana gelen bazı olayların izlerini açığa v urabilmiş­
im Bâbıâlî hazine-e ev rakında (arşivlerinde) görülen
belgelerin, sözü edilen bu konu ile ilgileri yok gibidir.
İht imâl ki (ileride) arşiv ler vücuda getirilirse kısmen
bizde de önemli kaynaklar bulunacaktır. Yalnız çok bü­
yük bi r noksanımız v ardır ki bunun giderilmesi müm­
kün değildir. Şimdiye kadar diplomatlarımız, yürütül­
mesi ile meşgûl ve görevli bulundukları siyasî mesele­
ler hakkında hariciye nezaretinin müsteşarları yahut
daire müdürleri ile muhabere etmemişlerdir. Bundan
dolayı devletin genel siyasetine ve takip edilen mese­
lelerin büründüğü safhalara dair zamanın hükümlerini
yansıtan gerçeflcler m alûm v e mazbut bi r halde bulun­
muyor.

T eşekkür olunur iki Fransa'da — Almanya ve Avus­


tury a’nın devlet büyüklerinin siyasî hâtıralarının ya­
yınlanması üzerine— Üçüncü Napolyon zamanına ait
birçok hâtıralar yayınlandı da, bugün bu yayınlardan
y ararlanılarak o zamanın siyasî ve tarihî sırlarına dir
pek kolay bilgiler elde edebiliyoruz.

Olayların akışı ve akış tarzı tam bi r tarafsızlıkla


incelendiği zaman görülür ki Fransa elçileri giriştikleri
herhangi bi r teşebbüste mutedil davranmaktan âcizdi­
ler. Lâkin Rusya elçiliğinin (de) pek fazlasıyla buna
mukabele ettiğinde kusur yoktu. Şaşılacak şeylerden­
dir ki Marki De Lavalet'in işi bitirip kapatmak gibi boş
bir zanda bulunduğu sıralarda, Rus elçiliği daha ileri
gitmiş bulunuy ordu.
Bir aralık T it of Rusya'ya dönüyor. Elçilik m asla­
hatgüzarı olan Ozerof, Fransız elçisiyle yaptığı bi r gö­
rüşmede K ay narca andlaşmasmdan söz ederek. Orto­
doksların koruy ucusu olduklarım ileri sürüyor; böyle­
likle Rusların gizli niyetlerini açığa v urmuş oluyor. De
Lavalet bu siyası garibeyi karşılıksız bırakmıyor, tik
önce maslahatgüzara; «Fransa'nın Osımanlı uyruğu odan
katolik Romenler için işin böy le bir iddiası y okt ur* di­
yor. Sonra Bâbıâlî ’ye giderek odam biteni1 tamamiyle
anlatıyor. Öte yandan öteki devletlerin elçileriyle de bu
hususu görüşüp onların dikkatlerini çekmekten geri
kalmıyor. T abiî bu elçiler de hayrete düşüyorlar.

Rusya elçiliği artık (işin) tadını kaçırmıştı. N e v ar


ki Fransa elçisi de ateşe körükle gitmiş, gaile büsbüt ün
alevlenmişti.
Bâbıâli, Rusy a elçiliğinin meselenin başındanberi
kekelediği, ama bu sefer açıkça resmiyete koyduğu o
boş ve manâsız iddiadan pek ziyade sıkıldı. Halbuki
devlet, Rusy a’nın her dediğini ve her istediğini y apıp
verememekle beraber, gerek hükümdarlarımız gerek
devlet adamlarımız onlarla samimî bi r münasebet sür­
dürmeyi durum un bi r gereği olarak kabul ederlerdi.
Bu hususta ve bu siyaset anlayışında çok kararlı idi­
ler.
Hattâ Titof, hariciye nazırı Âlî Paşa ile yaptığı bi r
görüşmede: «Görüyorum ki devletinizin niyeti bu me­
selede Fransa'nın himayetini kabul et mekt ir» şeklinde
bir kınamada bulunduğu zaman, Âlî Pfeşa aslâ telâş ve
hiddet eseri göstermeyerek ve (her zamanki) nezaketi­
ni de elden bırakmayaralk: «H ay ır yanılıyorsunuz. Söz
konusu olan papaz lar bizim değiıl, yabancı uyruğundan-
aırlar Bundan dolayı Fransa'nın himayes olsa olsa
144

yabancı devletler için (1) akla gelebilir; bizimle hiç biı


ilgisi y okt ur!» yollu manâlı bir cevap vermekle yetin­
mişti.

Hiç bi r senet ve mahkeme belgesi, hiç bi r söz ve


anlaşma olmamakla be rabe r — olsa bile— kâinatın hiç
bir noktasında tasavvur ve tahayyülüne bile imkân ol­
mayan bir şeye vücut vermek, bunu varmış gibi kabul
etmek, hasılı hayâli bir kavramı gerçekte varmış gibi
ileri sürerek bir hak iddiasına kalkışmak bugün bir
türlü anlaşılamayan bir vehim ve hayâlden başka ne
olabilir? .

Fakat çok yazık ki ve görülüyor ki o zamanın dip­


lomasi garipliklerinden biri de böyle siyasî bi r hayâl
demeti olmuştur. Ama yine de Bâbıâlî, bu maslahatgü­
zarın diplomasi anlayışı ile asla bağdaşmayan bu ifa­
de tarzına karşı hiç bi r şey yapmaya lüzum görmemiş,
daha doğrusu yeni yeni başka meselelerin çıkmasını
önlemeyi düşünmüştür.

esasen Lâtmlerin haklarının korunması sadece


Fransa’nın değil, katolik bulunan öteki devletlerin de
üzerinde hassasiyetle durdulklan bir konuydu. İspan­
ya, Sordonva ve Napoli hükümetleri (2) de Fransızların
\ap tıkları teşebbüslere katılmışlardı.

Öte yandan Belçika devleti, Rum papazları tara­


lından tahrip edilmiş olan Godfruv a De Buy y on’un (3)
mezarının tamir edilmesini talebetmiş ve Avusturya

(1) .F r a n sa 'd a n de st e k be k le y e n biz d e ğ i l, si z o labi li rsi n i z * an lam ı n a.


( 2) O z a m a n la r bu y e r le r a yrı b ir e r d e vle tti.
(3) H a ç lı la r Sav r^ı F in ıs ıı da O r t a d o ğ u'd a o lm ü* bi r Be lç i k a k ralı .
145

devleti de mevcut anlaşmaların hükümlerine uyularak


Lâtinlerin haklarının gereği gibi korunması için resmî
müracaatta bulunmuştu. Ne v ar ki büt ün bu elçilikle­
rin müracaatları hep rica şeklindeydi. Bunlar arasın­
da sadece İngiltere, 1â meselenin ort aya çıkışındanberi,
tarafsız davranıyordu.
İngiltere bu tutumunu sonuna kadar korumay a ça­
lışmıştır. Bu devletin siyasetindeki kararlılığa ve seba­
ta yeni bir belge ilâve etmiş olan bu hareket tarzı bü­
yük bir dikkat ve önemle gözden geçirilirse yeridir.

İstanbul'da, hıristiyanlarm Filistin’deki ziyaret


yerlerinden meydana gelen bu anlaşmazlık ve çekişme­
ler, büyük devletlerin elçilikleri edasında büy ük tedir­
ginlik meydana getirmiş bulunuy ordu. Bunlara İngil­
tere elçisi bile dahildi. Ancak it iraf etmek gerekir ki
«Makaamât-ı Mübare ke » meselesinin sebep olduğu bü­
yük ve sayısız z orlukların sonucunu hakkıyle keşif ve
tahmin eden de sadece İngiltere elçiliği idi. Elçi bu gö­
rüş ve düşüncelerinde ne kadar haklı ise memleketine
bildirdiği meseleler de oraca o kadar tereddütlere yol
açmaktaydı. Elçi uzun bi r izinle İngiltere’ye çağrıldı.
Ama (yerine bakan) maslahatgüzar da elçisinin fikrine
katılmakta tereddüt etmedi. O da meselenin endişe ve­
rici olduğunu Londra hükümetine bildirm ekte devam
edip durdu.
İngilt ere elçisi, Lord Palmerst on’a yazdığı, 30 Ma­
yıs 1850 tarihli mektubunda:
İşe Papa'nm da karıştığından ve onun vasıtasıyla
öteki devletlerin de teşvik edildiğinden söz ediyor,
«Gerçi Fransa elçisi meselenin sadece bi r haikkı yeni­
den ele almak konusundan ibaret olduğunu tahmin edi-
F : 10
146

yorsa da böyle bir meseleyi siyasî karakterden ayırmak


çok zordur. Ve eğer Rusya da Grek kilisesi lehine işe
müdahaleye kalkışırsa — ki bu normal olarak beklene­
bilir— ortaya genel bir nüfuz mücadelesi çıkacaktır.
Kanaatimce Bâbıâlî, işi enine boyuna düşünüp incele­
yip müzakere etmeden, t araflardan ne birinin ne de öte­
kinin lehinde karar vermemelidir; bundan diiklkatle çe­
kinm elidir» demişti.
Londra hariciye nezareti iıse elçiye yazdığı cevapta:
«20 Mayıs tarihli mekt ubunuz a cevap olarak şu­
rasını beyan ederim ki siz T ürkiye'de Lâtin ve Ortodoks
kiliseleri arasında çıkmasını muhtemel saydığınız her
türlü anlaşmaklıkları ve bunların safhalarını kraliyet
hükümetine bildirmelisiniz. Ancak bu anlaşmazlıklara
şymdilik hiç bir şekilde karışmamalısınız. 7 Harizan
1850)
diyerek bu konudaki Ingiltere politikasının hareket
hattını çizmişti. İki sene birbirini izleyerek hariciye
nazırlığına geçen Lord Palmerston, Lord Gran - vil.
Lord Momsböri, Lord Con Rassıl... dan hiç biri bu ha­
reket hattının dışına çıkmamıştır.

Bu hususta Fransız lan da kesin bi r şekilde sorum­


lu tutamayız. Meselâ Fransa’nın Münih elçisi Touva
nel (1) hariciye nezareti arşiv m üdürlüğüne yazdığı 9
Aralık tarihli bi r mektupta:

«Makaamât-ı Mübare ke’den dolayı İstanbul'da çı­


kardığımız ¡mesele nasıl şeydir? Ümit ederim ki iş, Al­
man gazetelerinin yazdıkları gibi, kötü ve tehlikeli de-

( 1) H en ü z A lm a n y a b ir liğ i k u r u lm a m ış tı ve M ü n ih B a v y e r a 'n m b aş.


k e n tiy d i
ğildir. Doğu'yu iyi bildiğim içsin size temin ederim ki
Rusya bu işe karşı uysallık ve uygunluk göstermeyecek­
tir. Çünkü bu onun için bi r ölüm kalım meselesidir.
Bundan dolayı, eğer Paris’te bu konu üzerinde sonuna
kadar durulacaksa işin bu t arafları iyi bilinm elidir.»

ihtarında bulunmuştu.
Fransa'nın Londra elçisi Valefski de — İngiltere
diplomasisi ile olan temaslarının sonucunda edindiği
kanaatle— bu gerçeği söyleyip t ekrarlamakta kusur et­
memiştir.

im parat o r Napolyon da «T üile ri» sarayındaki bi r


konuşması sırasında:
cMakaamât-ı Mübare ke meselesine yöneltilen aşın
mübalağalı önemden dolayı üzgünüm. Bununla birlik­
te elde etmiş olduğumuz küçük şeylerden hiç birini, hiç
bir şayi geri veremeyiz.»

demekle gerçeği anlatmış oluyordu. Ay nca, elçimiz


K alimaki Bey ile olan bi r görüşmesinde de (Ocak 1852):
«Bâbıâlî Fransa’nın bilinen ve kabul edilmiş bulunan
haklannı tanıyor. Şiımdi bu işi sürüncemede bı rak­
mak Fransa için mümıkünattan değildir. Bi r uyuşana
yoluna gidilmekten başka bi r şey yapılamaz.» demişti ki
bu da gerçeğin tâ kendisiydi.
Fransa'nın Pet ersburg elçisi General K astel Bajak,
özel bi r mektubunda:

«Çar Niıkola Polonya ve mezhep meselelerinde hiç


bi r anlaşma ¡imkânı göstermedi ve göstermeyecektir.
Car’m bütün kuvveti bundan ibaret olup, bütün milleti
ııin kendisini baba tanıması, bu mezhep taassubunun
bi r sonucudur. Onun için Kudüs-i Şerif işini dağdağa
148

landırmak lâzım gelirdi.» yolhı kınamalı sözlerinden


sonra, Çar’ın — aralarındaki samimî dostluğa rağmen—
kendisine K udüs işinden hiç söz etmediğini, hattâ ha­
riciye nazırı Nessel - Rod'un bile bu meseleden haber­
dar edilmediğini bey an ve iddia etmiştir. Ancak Gene-
ral-Elçinin bu iddiasında yanıldığında şüphe yoktur.

Kont Nessel-Rod'un Lüteriyen-Alman olmasından


dolayı bu kadar bilinen bi r meseleden habersiz bulun­
duğuna ihtimal vermek bizim için imkânsızın imkânsı­
zıdır. Çünkü haberleşme zinciri, Rusya kançılaryası­
nın her işte ne kadar bilgili olduğumu ispat edip duru­
yor.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında yayınlanmış bu­
lunan siyasî eserler Rusya şansölyesinin nüfuz ve öne­
minin sınırsız olduğunu biz lere gösteriyor. Şu halde
Fransa ile Rusya arasında ortaya, çıkan bi r meselede
NTesseI-Rod'u habersiz olarak farz ve tasavvur etmek
pek garip düşmez mi? Çar’m kendisine bu bahsi aç­
mamış olmasına gelince: Bu susma Rusy a’nın noktaî
nazarının başka okluğunu gösterir. Rusy a’da önemli
olan ve izlenen yol, T ürkiyeye doğrudan doğruya sözü­
nü ve nüfuzunu geçirmekti. Hele ki İngiliz diplcması-
. inin tarafsız görünen tutumu da bunun için çok elve­
rişliydi.
Rusya Çarı, Fransız elçisi olan generali, askerî ma­
nevralar gibi vesilelerle sık sık çağırıp kendisiyle görü­
şüyor, ona belli etmeden fikirlerini kendisini empoze
ediyordu. Yani bu dış görünüşler ve davranışlar (aıslın
da çekirdekten yetişme bi r diplomat olmayan) genera­
li pek avutuyordu.
İşte Fransızların bu ihtiyatlı düşünce ve görüşle­
riyle birlikte. İst anbul’daki elçilerinin dağdağalıca ha­
149

reketlerden sakınmamaları, daima meselede büyük bir


kusur teşkil edip duracaktır. Bu kusurun biraz «ben-
iik». biraz da işi tahmin edememezlik neticesi olduğu­
nu kabul etmek akla en yatkın görünüyor. Ve bu ku­
surda Fransız elçilerinin, Paris’teki hükümet üyeleriyle
tamamen ort ak bulundukları âşikârdır.
İngiliz diplomasisinin bu tarafsız tutum ve dav ra­
nışı, Avrupa'nın sulh ve selâmetini muhafaza etmek
bakımından, elbette pek talkdire lâyıktı. Hat t â Napol-
yon'un ve Fransız diplomat larının bazan ileri atılmak­
la be raber yine de nefislerim zorlayarak zaman zaman
m üsamahakâr olmalarında Lo ndra’nın bu ileriyi gören
ve ahenkli siyasetinin tesirinden ileri geliyordu.
İngiltere elçisi Sö r Corc Ham ilton Sey mûr da Pe-
t ersburg’da Çar Nik ola ile Şansölye Nessel-Rod’un
dostça bi r dil kullanmalarından ve daima barış tarafa
!ısı görünmelerinden ümitli olup onların iyi niyetli ol­
duklarına inana geldiği gibi Rusya kançılaryasından
Londra elçisi Dubrov nof’a yazılan geniş talimat ihtiva
eden mekt uplarda da ötedenberi yakınlık belirtileri,
dostluk ve samimiyet istekleri eksik değildi. İngiltere,
Çar Nik ala’ya karşı bi r sevgi ve saygı duygusu taşıyor­
du. Gerçekten de Çar Nik ola’nm (o zaman) bütün Av-
rupada büyük ve müstesna bi r mevkii vardı.
İngilt ere’de bi r kısıım siyaset adam ları son derece
barış ve dirlik düzenlik t araf t an idiler. Bunların ileri
gelenleri bizzat Çar’la temasta bıdıunmıuşlar, onun ki-
sisel faziletlerine ve barış niyeti beslediğine vakıf ol­
muşlardı. (1).

(1? Bu i f ad e ay n e n m e t in de şö y le di r: «e âz ı m -i ricftl ç a r i le t e m ast a b u ­


lun m uşlar, fe z & i l-i z &t y esins v c o f k âr-ı sulh i y y e si n e v â k ı f o lm uş­
lardı.*-
ıso

Bundan dolayı iki devletin siyasi münasebetleri


gayet dostça ve gayet samimî idi. Onun neticesi olarak
da Çann kişisel haysiyetine karşı büyük bi r itina gös­
terilmekteydi.

Manş’ın beri yakasında, Fransa'da görülen baz ı şı­


marıklıkların — böyle muhterem bi r zata karşı yapılan
şımarıklıkların— onlarca hoş görülmesi tabiî idi. Y ine
bunun içindir ki İngiltere’ce, Fransa’nın K udüs mese­
lesi hakkmdaki iddiası — haklı görülmekle be raber—
y ürütülüş bakım ından beğenilmiyordu. Ingilt ere poli­
tikası sanki Rusya tarafını destekler gibi görünüy or­
du (1).

İngiltere’nin Pet ersburg elçisinin, Rusya'nın mık­


natıslı kuvvetine bu kadar kapılmış olmasında başka
sebepler de bulunmakla birlikte, başlıca sebep başkay­
dı ve o da şuydu: Napoly on’un geçmişteki tutumu, 1848
kaynaşmaları, Fransa’da cumhuriyetle imparatorluğun
birbirini izleyip durması İngilt ere’de garip fikirler ve
inanılmayacak duyguiar uyandırmıştı. Hat tâ bi r ara
Fransa’dan bi r kara kuvvetinin ansızın İngiltere'ye sal­
dırıp burasını istilâ edeceği endişeleri bile ort alığı kap­
lamıştı. 'Birinci Napoly on’un hâtıraları zihinleri ve fi­
kirleri berbat ediy ordu (2). Üçüncü Napoly on da enin­
de sonunda onun fikrini canlandıracak deniliyordu. Bu
yanlış fikirler o kadar kuvvet bulmuşt u ki, bi r ara şid­
detli bi r fırtınanın İngiltere sahillerine attığı bi r Fran-

(1 ) Y a z a r , d ah a or-.celeri İ n g i lt e re 'n i n t ara f sı z lı ğ ı n d a n söz et m işk en,


bi ra z so n r a bu şe k ilde y az abi li y o r.
(2 ) Bi li n d i ğ i g i bi N ap o ly o n t io napart , Bri t an y a a d a la r ı n ı i şg âl e de re k
İ n g i lt e re devCetini o rt ad an k ald ı rm ak le se bbüsün d e bulun m uşt u.
İ n g i li z le ri n un ut am ad ı k ları h usus bud m .
ısı
sız gemisi bi r istilânın öncüsü bile sayıldı ve bu yüz­
den pek çok telâş edildiydi.

T abiîdir ki bu gribi tezahürlere rağmen sonunda İn­


giltere tatmin olundu. Deniz aşırı komşuların iyi niyetli
barış dilekleri birbirlerine gösterilip telkin edildi. Zi­
hinler daha soğukkanlı bi r şekilde düşünmeye başladı
lar. Lâkin ne olursa olsun İngiltere Av rupa’da bi r sa­
vaş çıkmasından ve özellikle bu savaşta Fransa'nın ve
K apoly on’un büy ük bi r rol oynamasından ürkmektey­
di 1814-1815’deki Birinci Napoly on savaşları unutul­
mamıştı. Hâtıralarda hâlâ bunun izleri yaşarken yeni
bi r tecrübeye ne lüzum vardı?

ö t e yandan İngiliz hâriciyesi, eninde sonunda bu


K udüs meselesinde z arar gören ve görecek olan, hak­
larına halel getirilmek istenen devletin Osmanlı Devleti
olduğunu - olacağını bilip görüyordu. Ancak Rusya Ça-
n ’nı kırmayı aklına bile getirmediğinden, zaman za­
man bu konuda Osmanlı devlet adamları t arafından
hasbihal y ollu şikâyetler ort aya çıktıkça İngilt ere elçi­
liği: «L o ndra’dan gelen talimat bizim bu işe müdahale
etmemize engeldir. İngiltere, Fransa’y a ve Rusy a’y a kar­
şı t arafsızlığını muhafaza edecektir. Ancak eğer Os­
m a n l I Devleti, mesele hakkında tarafsız bi r hüküm ve­
rilmesini bizden isteyecek olursa İngilt ere size y ar­
dımcı olmayı o zaman bi r görev bilecekt ir.» tarzında
ciddî ve samimî ifadelerden geri durmuyordu. Bunun­
la birlikt e işin bu kadarla bitmeyeceği bilindiği için,
doğrudan doğruy a Rusya ve Fransa elçilikleri arasında
meselenin halli yolunun aranması zorunluydu.

Rusya için en büyük engel Marki De LavaJetti. Çar


Mikola’nın büy ük hatırı için, daha doğrusu İngiltere’-
152

nin kesin olarak barışı ¿coruma t eşebbüslerine uymak


jçin Marki De Lavalet feda olundu.
Dış görünüşte De Lavalet, bazı özel sebepler ileri
sürerek, hükümetinden Paris’e dönmesi için izin iste­
mek mecburiyetinde bulunmuştur. Halbuki gerçekte
artık işin püsküllü bi r belâ halini almış olduğu Fran­
sa hariciye nezaretince de bilinmekteydi. Barışa dönük
bir sonuca varmak, barışçı görünmek ümitleri böyle
bir fedakârlığa katlanmayı gerektiriyordu.

İst anbul’da İngiltere, Rusya, Fransa elçilik görev­


lerinin maslahatgüzarlara emanet edildiği bu sıralar­
da, elçilerin uzunca bire r süre izinli bulunmalarını ba­
hane ederek here ü m erç içinde bıraktıkları siyasî bir
çevreden uzaklaştıkları şu esnalarda, zaman denilen si­
yaset dâhisi hükmünü büyük bi r şiddetle y ürütüp du­
ruyor, Av rupa’nın her t arafına birçok engeller atıp ka­
çıyordu.
İngiltere, Napolv on’un teminatını — kendisine sö­
zü geçirmekle de— pekiştirip belgelendiriyordu.
Peki ya Rusya, y a Çar Nikola?
Evet, işin bu yönü pek karanlıktı.
Rusya'ya göre Napoly on’un tek niyeti ve tek siyasî
tutumu, hükümet anlayışı kendi nüfuz ve iktidarını ge­
nişletmek, şanını şöhretini dünyanın bi r tarafına yay­
maktı. Bu ise Rusy a’nın kendi politikasına bütünüyle
ters düşmekteydi, (onlara göre) Anlaşılıyordu ki Üçün­
cü Napolyon, amcası Birinci Napoly on’un saltanat dö­
neminde Fransa’ya karşı (hemen bütün Av rupa devlet­
leri t arafından) kurulmuş olan «îttifak-ı Mukaddessin
son artıklarım ve kalıntılarını da mahvetmek isteye­
cekti. Halbuki Çar Nikola, Cumhurbaşkanı Napoly on’a,
daha sonraları hitap hususunda bile — ikendi san ve
153

haysiyeti zedelenir düşüncesiyle— pek cimri davran­


mış: «K ardeşle ri Cenab-ı Hak ihsan eder, biz insanlar
sadece dost intihap edebiliriz » sözlerini sarfederek bü­
tün Av rupa hüküm darları içinde sadece kendisini, yani
,n un im parat orluğunu meşrû olarak tanımadığını an­
latmak istemişti.

Büt ün hüküm darlar birbirlerine yazdıkları mek­


t uplarda birbirlerine «k arde ş» hitabını, bi r de «i y i » sı-
l'atı ile (bon frère) pekiştirdikleri halde Çar Nik ola (im ­
parat or Napoly on’a) herkesten sonra yazdığı kutlama
mektubunda ancak iyi dost (bon ami) demişti. Hattâ
Napolyon, bu ifadeden dolayı Rus elçisi K iselef’e çok
manâlı bi r sakilde teşekkürde bulunmuştu.

K at olik Fransa gibi kuşkulu ve kararsız bi r hava


içinde bulunan bi r hükümet başkanma, y a da yeni bir
hükümdara karşı mağlûp olmayı Çar Nikola akimdan
bile geçirmezdi. Rusy a’nın Paris elçisi Kiselef, kendi
hükümdarının düşünce ve karakterini pek iyi bildiğin­
den, Fransa’nın iç ve dış ahvalini, devlet reisinin veya
hükümdarının bütün niyet ve emellerini özel bi r itina
ile öğrenip bunun sonucunu devletinin hükümdarına
bildirmekte kusur etmezdi. Bundan dolay ıdır ki Üçün­
cü Napolyon, Çar Nikola için bi r can düşmanı olarak
kabul edilmekteydi.
Garip bi r tesadüftür ki İngilt ere’nin İstanbul elçi­
si Lord Ist ranford da Çar hazretlerinin pek çok nefret
ettiği bi r kimseydi.
1833 y ılında İngilt ere devleti Lo rd Ist ranfo rd’un
Pet ersburg elçiliğine tayini için Rusy a’dan agreman is­
temiş, buna red cevabı almıştı. Elçi, Rusy a’nın kendi
şahsına ait bu tutum v e davranışından tabiî çok gücen-
154

mişti. Gayet t abiîdir ki kalbinde Rusya hakkında bir


sevgi ve saygı duygusunun bulunmasına imkân yoktu.
Ama, İngiliz elçisi Ist ranford İst anbul’dadır, diye Rus­
ya'nın bunu bi r savaş sebebi saymasına da imkân yok­
tu.

Gerek Rusya gerek başka devletlerin kabinelerince


İst anbul’daki İngiliz Sult am lakabıyla anılan Lord Ist-
ranford’un bi r savaş sebebi olduğuna, yahut Y üce Os­
m anlI Devleti’ni savaşa sevk ettiğine dair ort ada aslâ
tek bi r belirti ve belge yoktur. Bununla birlikt e bu
adamın T ürkiy e’de pek büyük dost luklar gösterdiğini;
rahmetli Sultan Abdülmecit Han’ı, ileriyi gören akıllı
ve iyi niyetli uyarışlarıyla, daâma desteklediğini, devle­
timizi bazı siyasî gerçekleri göz önüne koyarak koru
may a çalıştığını söylemek ve bunu böy le kabul etmek­
te tereddüt etmemek lâzımdır. Bilmem ki gerçekleri ol­
duğu gibi söylemek bizde neden İngiliz taraftarlığı ve­
ya Rus taraftarlığı olarak sayılıyor?

Av rupalılarca İngiliz sultanı lakabı ile lakaplanan


baba Istranford'un, son derece Türk ve Türkiye dostu
olmakt an başka, önemli bi r kusuru yoktu. Bizim mem­
leketimizde sürdürdüğü saltanat ise, AvrupalIların kıyas
ladığı gibi, bir nüfuz ve tagallüp, değil, katıksız, art ni­
yetsiz, mertçe bir dostluktu.

Bu görüşümüzü ispat etmek için inceleme ve araş­


tırma yapmak gibi bi r zahmete girişecek değiiiz. H e r
şeyden önce şunu belirtmek isteriz ki — Allah’a minnet­
ler ve şükürler olsun— Türkiye o zaman Must afa Reşit
Paşa gibi büyük bir diplomata sahipti. Bu siyaset dâhi­
si, elbette hiç yanılmaz ve hata işlemez olmamakla
beraber, öyle hangi t arafa istenilirse çekilip götüriilebi-
lecek rastgele bir adam da hiç değildi. Mustafa Reşit
Paşa’mn — bazı kusurları ile birlikt e— derin kült ürü
ve siyasî zekâ ve kavrayışı, büt ün Av rupa kabinelerin­
de bulunan ve arşivlerde saıklanan diplomat ik belgeler­
le de bilinmekte ve kabul edilmektedir. Onun siyasî
/azılan ve yazışmaları enine boyuna incelenecek olur­
sa. devleti idare etmekteki üstün kabiliyeti ve kişiliğine
mahsus olan derin tefekkürün kabiliyeti, bizzat düş­
manları t arafından da samimiyetle itiraf edilir.

Reşit Paşa, kendine göre bir görüş felsefesi bulu­


nan, ileriyi gören ve meseleleri enine boyuna inceleme­
sini bilen bir devlet adamıydı. O günler için Osmanlı
siyasetinin dayanak noktasını İngiltere’de bulmuş ve
oraya güvendiği nispette başarıy a ulaşmıştı. Dostça
ılıtygu ve düşüncelerinden istifade etmiş olduğu Ingi-
I17 elçisi — büyük bir diplomat olduğu kadar— eğer
T ürkiy e’ye samimî bir kardeşlikle bağlı ve bu bağda
dürüst olmasaydı. Reşit Paşa’nın nazarında bu İngiliz
sultanının ne önemi olabilirdi?
Lord Ist ranford'un Rusya’yı sevmemesi, bizi sev­
mesi için yeterli değildi. Zaten tarih bu yolda verilen
hükümleri t araf tutmak gibi bir şaibeden uzak göremez.
T arihçiler için bu tarzda bir düşünce yanlıştır. Nasıl
ki Lo rd Ist ranfo rd’un bazı fazla müdahaleleri üzerine
durumu Londra kabinesine şikâyet etmekte hiç tered­
düt göstermeyen de yine Reşit Paşa olmuştur.
Reşit Paşa, Av rupa meselelerinde kendi özel düşün­
ce ve görüşünü rahatlıkla ifade edecek bi r .siyasî dehâ­
ya malik Tür.k oğlu T ürk olduğu halde, kendisini bi r
yabancının aydınlatmasına muhtaç bir kimse olarak
tasavvur etmek için her şeyden önce Osmanlı tarihi*-
nin birçok gerçeklerini inikâra çabalamak lâzım gelir.
156

Bu hususta akla bi r şey daha ge le bil«' ki bu da ba­


zı devlet adamlarının eskidenberi bi r t arafa meyil gös­
tererek o tarafın emellerini gerçekleştirmeye hizmet
etmeleridir. Bu konuda da o zaman için ve Reşit Pa-
ş.a’nm yüksek onuru adına bi r istisna yapmalıdır. Onun,
her bakımdan efradını câmî, nğyârını mân! (1) olan bü­
tün resmî yazışma ve müsveddelerinde hiç bir devlete
karşı bi r eğilim ve aciz göstermediği, bütün tutum ve
davranışında sadece devletinin şanmı ve şerefini dü
şündiiğü çok açık bi r şekilde görülüp anlaşılabilir.
Bundan dolayı, yabancı yaz arlar bu husustaki fikir ve
görüşlerini düzeltmelidirler.

Hülasanın hülasası: Türkiye, Lord Ist ranfo rd’un


diplomatlığından — bi r dost, bi r samimî kimse olmak
suretiyle— elbette istifade etmiş olabilir. Çünkü bu
zat Türkiyede mevkii muhterem ve muazzez bi r dost
niteliğindeydi. Am a bu yüzden onun mevkiini sultanlı­
ğa kadar çıkarmak, yani böy le göstermek, ortadaki
açık bi r aykırılığı gerçeğin kendisi gibi göstermekten
baş »a bir şey değildir. Lord Ist ranford’dan olsa olsa,
bazan bizim şikâyetimiz olmak akla gelebilirdi ise de
bu şikâyetler de gayet sınırlı bi r çerçevede kalırdı.
Muşt ala Reşit Paşa’yı Rusy a’nın amansız bir düş­
manı gibi tasavvur etmeyi de hiç incelemeden karar
verilmiş bi r m übalağa saymak lâzımdır. Reşit Paşa
Rusya’nın asla ve katiyen düşmanı değildi. Kudüs-i Şe­
ri f meselesinde Reşit Paşa’nın da birt akım tarizlere

( 1) T ürk ç e m i z i n eski v e k uv v e t li b i r sö z ü. Ge re k li le ri iç ine alan , g e r e k ­


si z le ri i ç in de n uz ak t ut an g i bi b i r a n l a m a g e le n bu sö z le « büt ün
k usurla rd an a rı n ı k v e büt ün iy i y ö n le ri k e n d i n d e t o p l a m ı ş de n ­
m ek ist e nm işt i r. Eski T ürk ç e n i n b i r be lâg at ö rn e ğ i di r.
15/

hedef olması, onun Rusy a’ya düşman oluşuna bi r delil


sayılamaz. Reşit Paşa, devletin ve milletin haklarını
savunmak konusunda nasıl İngiliz t araf t an sayılmaz
idiyse, hakkıyle vazifesini yapmış olmasından dolayı
kendisini bir Rus düşmanı olarak görmek de doğru ol­
maz.

Bu konuda Sultan Abdülmecit Han Hazretlerinin


tuttuğu siyaset tarzını ululamak gereklidir.

Abdülmecit Han bir padişahtı. Osmanlı ülkesinin


refaha ve saadete ulaşması demek, bizzat kendisinin
de mesut olması demekti. Bundan dolayı o, ömrünün
sonuna kadar Rusya ile dostluğu muhafaza etmek arzu­
sunu beslemiştir. K endisi katiyen savaş t araft an olma­
dığı gibi, büyük komşusuyla dost olmanın, kendi dev
letinin saadeti için de çok lüzumlu olduğunu takdir­
den âciz değildi.

Rahmetli hakan. Çar Nik ola’ya karşı iyi niyet gös­


termekten ve bunu ispata çalışmaktan hiç bir vakit ge­
ri kalmamıştı. Bununla be raber bir Osmanlı padişahı
için devletin ve saltanatın haklarını zedeleyecek her­
hangi bir tutum ve davranışta bulunması, hattâ bu
hususta tereddüt etmesi mümkün müydü?

Reşit Paşa defalarca sadrazamlıktan ayrıldı. îngi


îlz SuHanı, Fransa elçisi aylarca İst anbul’da bulunma
dılar. Ne o ldu0 Osmanlı politükası, kendi ç ık arlanm
uvgun olan yolu muhafaza etmektalii azminden ve di
renişinden zerre kadar bir şeyi eksiltmedi, eksilteme?
di de...
O zaman kurulmuş olan kabinelerin hepsi Rus dü-
manı ve İngiliz dostu değillerdi ya!. Ama bunların hep­
158

si aynı niyet ve gayeyi taşıyordu. Bu niyet ve gaye dev


letin ve memleketin haklarım, saltanatın şanını ve ica­
bını düşünmek ve ona göre hareket etmekti; hepsi de
böyle yaptılar.

Rusya ile iyi münasebetlerimizi korumak için, o


sıralarda mey dana gelen K aradağ gailesinde gösterdi­
ğimiz anlayış ve hazımkârlık da anılacak olanlardan­
dır. O zaman Av ustury a’dan gelen General Layinken’in
acı ültimatomunu Osmanlı mütefekkirleri ne zaman
zihinlerinden çıkarmaya gayret etseler, kalplerindeki
keder ve elem izlerim yine de yok etmek imkânını bu­
lamazlar.
Demek isteriz ki Rusya diplomatları, Çar Ni k o la’-
nm bile doğruyu görmemesine ve yanılmasına yol aça­
cak siyasî bir meslek tutmuşlardı. Türkiye ne kadar
yaklaşmak isterse istesin, Rusya diplomasisi o kadar
korkunç görünüyordu.
Rus diplomatları ne istiyorlardı?
O zaman Rusya’nın diplomatları küçük adamlar
değillerdi. Bunu itiraf etmekle beraber — ortaya atıla­
bilecek itirazlardan da çekinmeyerek— diyebiliriz ki
K udüs işinde onlar da ne istediklerini bilm iyorlardı (1).
ö y le zannediyorum ki ne istenildiği tamamiyle belir­
lenmiş de değildi. Hedef malûm değildi. Kilise anahta­
rı, ibadet yeri, derken bütün ortodoksluğu himaye...
Bu nasıl siyasetti?.
Acaba bu hatalar, bi r asabiyet halinin neticesi
miydi? Mutlaka!.,

(D O y sa R us d i p lo m at ları ne y ap ı p ne i st e dik le rin i ç o k iy i bi li y o r la r ­


dı- H e r f ı rsat ve i m k ân d a O sm an lı de v le t in in i ç iç i şle ri n e k arışm ak ,
k arı şt ı rm ak v e o nu e lde n g e ld i ğ i n c e y ı p rat ı p z ay ı f lat m ak .
15*

Avusturya Başvekili K ont Dubayst, hâtıralarında


Rusya diplomasisinin fâhiş hatasını ifşa etmiştir. Nes-
sel-Rod görevinin başından çekildikten sonra, yani iş
işten geçtikten sonra, birgün Dresden şehrinde K ont
Dubayst ile maziden bahsedip dururken:
«Çar Ni k o la’nm bir konferans teklifini kabul et­
mek istediği halde buna kendisinin engel olduğu»nu
itiraf etmiştir (1).
Rus şansölyesi, velinimeti olan Çar’ın şeref ve hay­
siyetini korumak endişesiyle, savaşa (kendisinin sebep
olduğunu ne kadar ileri sürerse sürsün ve bunda hak
kazanırsa kazansın, artık Rusya diplomasisinin salt bir
hata olan tutumunu makûl ve meşrû göstermek imkânı
v ar mıdır?

Mademki imparator Napoly on'un milletinin özgür­


lükleri dâvası gibi bo m balarla Do ğu’vu sarsacağı bili
niv or ve hiç değilse hissediliyordu; mademki İngiltere
savaş istemiyordu: o halde niçin Rus diplomatları
— Türkiye diplomat ları kadar olsun— iki komşu devle­
tin münasebet lerinin iyileştirilmesine hiç gayret gös­
termediler de, daha sonra Üçüncü Napoly on’un yüzün­
den hem bizi, hem de Rusları çok inletmiş olan malûm
elemli olayların çıkmasına sebebiyet verdiler?

Hatanın neresinden dönülse kâr sayılır. Bu çok


açık gerçeği tanımamak bir diplomasi kuralı mıdır?
Galiba Rus diplomatları bu hususta hata etmedikleri
iddiasında idiler. T ürkiy e’yi ortadan kaldırmak hülya­
sını bi r gerçek sanmışlardı. Halbuki, böyle bi r inançta

( i) K ır ım S a v & ş fn ı ö n le m e k iç in d ü ş ü n ü len k o n fe r a n s a iş a r e t e d ili


yo r .
161)

idiyseler, niçin o yolda metanet göstermiyorlardı? öt e ki


devletler T ürkiye’nin mülkî bütünlüğünden bahsedip
dururlarken niçin onlar da bu görüşe ¡katılıyorlardı?
Hattâ neden İngiltere'ye teminat veriyorlardı? Rusya
için bundan daha büyük bir siyasî hata olur muydu?

(Bu a r a d a ) T ürkiye d i p lo m at ları n ı n da h at aları


bulunduğunu itiraf etmek zorunludur. Öyle nazik ve
önemli bir zamanda Pet ersburg'da oturan bir elçimiz
bile yoktu. Diplomatlarımız, buradaki elçiliğin hüküm­
lerine mahkûm gibi g ari p bir halete karşı şaşa K alıy or­
lardı. Halbuki İstanbul elçiliğinin zararını tecrübe ile,
defalarca tecrübe ile öğrenmiştik. Rusya'ya: «Dost
olalım, ittifak halinde bulunalım, iki devlet için de se­
lâmet bundadır.» diyecek ve meram anlatacak adam­
larımız yok muydu* Niçin mülteciler meselesindeki
başarılarını düşünerek yine o y o ld a teşebbüslerde bu­
lunmadılar. O zaman da hükümdar Çar Nikola idi. Şan­
sölye yine Nessel-Rod idi. Çar, padişahımızın kişiliğine
i li m ad ederek nasıl bir yaverini gönderdiyse, biz de
Çar'm iyi niyetine güvenerek tarafların arasını bulabi­
lecek bir elçi gönderebilirdik. Niçin göndermedik?

Padişah, işin hiç bir döneminde kimseye mani ve


muarız olmamıştır. Prusya ve Rusya saraylarında iyi
geçinmek vasiyetleri nasıl muntazam bir surette devam
edip du/rmuşsa, bizde de Rusya ile hoş geçinmek, dost:
olmak ötedenberi padişahlarımızın düşünce ve tutum­
ları ile belli olmuştu Bu düşünce ve tutumun Rusya'­
dan korkmak gibi âdi bir sebep altında olmadığı, tam
tersine Doğu’daki kan dökücülüğün ortadan kalkması
gibi ulvî bi r arzudan ileri geldiği, kahramanca savaş­
larımızla meydanda îdi.
161

On sekizinci yüzyılın sonlarında Üçüncü Salim ile


Çar Pavlo arasındaki samimî ahitleşmeler her iki t araf
için ne güzel bi r ders, aydınlatıcı bi r dersti. Hasılı hiç
şüphe yok ki teşebbüste bizim de birçok kusurumuz
vardı. Bununla beraber, meseleyi ne y olda düşünüp
incelersek inceleyelim, görüyoruz ki bütün bu tasavvur
ettiğimiz yatkınlaşma ve anlaşma isteklerine her halde
çok güçlü W r engel vardı. Bu müthiş engel: Rusya çar­
larında — babadan ve dededen geçmek suretiyle— mey-
<ıana gelen, dolayısıyla onların temsilcilerinde de faz­
lasıyla bulunması lâzrm gelen garip bi r ruh haleti. Bi­
zi hiçe saymak, baş başa gelip hesaplaşımalk elde bir...
l âkin ondan daha önce Napoly on’a da haddini bildir­
mek isteniliyordu.

T ürkiye hükümdarlarında, dolayısıyla diplomat la­


rında artık savaş ve nüfuz ve tagaliüp emel ve düşün­
celeri, genişleme gayeleri mahvolmuş ve ortadan kalk­
mıştı. Lâkin çarlarda ve tabiî olarak diplomasilerinde
o büyük büyük emeller, o korkunç pro jeler hiç ortadan
kalkmamış, diri diri fırsat bekliyordu (1).
Buna bi r de Napoly on’dan intikam, kin, garaz ilâ­
ve olunsun.

Halbüki — güyâ Napoly on'a rağmen— Rusya dip­


lomasisinde düşünülen tedbir; bizim kalbimizin derin­
liklerine yıldırım gibi indirilecek zehirli bi r hançer
imiş. Bu meydana çıktı. Bir taşla iki kuş vurmak fırsa-
*ı hoşlarına gitti...

( 1) E s i ri n d e z am an z am an R us ç a r i a n n ı n iy i n iy e t in de n , h a t ı l Bi rin c i
N i k o l a ’n m ay ru g ö rüşt e bulun d uğ u n d a n söz e de n y az ar, bu t ari h i
ve si y asi per-ç.'gi de hiç b i r v a k i t un ut m am ak t ad ı r.

F : 11
162

Bunu bize açıklayan şey: İngiliz parlamentosu ile


«Pet ersburg Gazetesi» arasında karşılıklı yapılan söz
düelloları, imâlar olmuştur. Vc en son olarak da bir
Alman gazetesinin havadis-füruşluğu (2). Ve nihayet
Londra arşivlerinin pek sağlam kilitler altında bulunan
bi r gözünden çok önemli ve çok gizli bi r dosyanın «T av -
m is» fırtınalarına teslim edilişi!

(2 ) E le g e ç ir ile n b ir h a v a d is i h e r k e s te n fin c e o r ta lığ a ya ym a k iç in


g ö s te r ile n ça b a yı b e lir tm e k iç in ya za r «h a b e r s a tıc ılığ ı' a n la m ın a
bu ta m la m a y ı k u lla n ıy o r .
Sım n Çözülmesi, yahut, Sırlatın Açıklanması

Çar Nikola'nın haleti ruhiyesini tasvir ve t arif ede­


bilmek için ciltler dolusu tarihî eser okunup incelene­
cek olsa, yine de (onun hakkında) bazı tereddütlerden
kurt ulabilmek mümkün değildir.

Yalnız, bizzat diplomasimizin de tecrübe ettiği bir


şey var idiyse — t ekrar ediyoruz— düny ada hüküm ve
hükümetini her şeyin üstünde bilen Rusya çarının ço­
ğu zaman, makûl olan şeylere pek de yabancı durm a­
ması idi. Bu durum a göre T ürkiye siyaset adamları
.—Ateş saçağı sardığı halde— eski tecrübeleri tekrar­
lamak gafletinde bulunmuş, Prens Gagarin'in görevine
karşı fırsatı ganimet bilerek, karşılıklı bi r elçi gönder­
mek ve bu elçi vasıtasıyla aradaki anlaşmazlıkların bü­
tün safhalarını birer bire r anlatıp İmparatoru iikna
eylemek imkân ve ümidini akıllarına getirmemişlerdir.

İnsafla düşünülecek olursa o srada Rusya'nın bize


karşı olan t avır ve davranışı bam başka olduğundan,
diplomatlarımızın yüreklerinde korku ve endişe, zihin­
lerinde bin türlü kuşku ve şüphe mevcut bulunduğunu
da dikkat nazarına almak gerekir. Bununla birlikte
bütün bu endişeler ve güvensizlikler bize göre yeni bir
şey olmadığından, son tedbire başvurulmalı idi, neden­
se vuı^ılmadı, belki de böyle bir imkân bulunamadı.

Av rupa’ca Çar Nikola daha başka tanınmıştı:


İM

Her şeyden önce (bu adam ) hiç ummadığı ve bek­


lemediği bi r zamanda, kardeşi Grandük Konstantin’in
tahttan feragat etmesi sayesinde imparator olm uşt u(l).
im parat or olur olmaz, daha t oplar kendisinin taht’a
çıkışını ilân ettiği dakikalarda, dehşetli bi r ihtilâli bas­
tırmak, canını ve mevkiini kurt armak gailelerine düş­
müştü.
Rus milleti gibi, hükümdarlarının nefsinde her tür­
lü kutsal kuvvetlerin bulunduğuna inanmış ve alışmış
bi r milletin mutlak itaat ve teslimiyeti belliydi. Bu yüz­
den hürriyet ve meşrutiyet taraftarlarının çıkardıkla­
rı ayaklanma tam bir bozgunla sonuçlanmıştı, ö t e yan­
dan Rom anoflar daim a kendi başlarına buyruk, kendi
bildiğini, aklı erdiğini, canı istediğini yapan ve hüküm­
darlığı böyle anlayan kimselerden meydana gelmek­
teydi. Dolayısıyla bütün kendisinden öncekilerde nasıl
bir ruh haleti varsa, onların meşrû varisi olan Nikola'-
da da aynı ruh haleti bulunmaktaydı.
Bu arada Polonya bölüşmesinin ve paylaşmasının
da bu zat üzerinde yarattığı duy gu ve düşünceyi söv-
iemeye hacet yokt ur sanırım.
Bütün Avrupa'yı düşündüren 1848 (Fransa’da Üçün­
cü Napoly on’un, Cumhurbaşkanı iken, cumhuriyeti kal­
dırıp kendisini im parator ilân etmesi ve bununla il­
gili olaylar) cereyanını da bunlara ilâve edersek Çar
Nik ola’nın halini az çok belirlenmiş olarak karşımızda
buluruz.
7aten sadece taht'a çıkışı zamanındaki acılan, Çar
NTikola’yı Fransa’dan soğutmak için yeter bi r sebep

(1 ) B ilin d iğ i vc k ita b ın y a z a r ın ın da daha y u k a r ıla r d a y a z d ığ ı g ib i,


N ik ır a im p a r a to r o la r a k ta h ta ç ık m a m ış . , t e iz a n s 'a v a r is o lm a k
e m e liy le k en d i k e n d is in i İm p a r a to r ilâ n e ttir m iş tir .
165

sayılmaz mıydı? 1848, onun yarasına tuz ekmiş oldu


ihtilâlin Danimarka'da, kendi ülkesinde, Almanya’da,
Sicilya’da Macarist an’t a... arka arkay a ortaya çıkma­
sı hem nefret, hem km, hem endişe, hem intikam sure­
tiyle Rusya çarında bi r gazap tufanı meydana getirmiş
¿ribiydi. Özellikle Macaristan, bütün bütün Avusturya’
nm elinden uçup gideceği bi ^ sırada, Çar genç impa-
rat or’un im dadına yetişti. K arşılığında hiç bi r şey bek­
lemeksizin, hiç bi r şey istemeyerek Macar ihtilâlini bas­
tırdı. Rus askeri karşılıksız, bi r fedakârlıkla Macaris­
tan’daki here ü mercin önünü aldı; sonra çekildi gitti.
Bu karşılıksız askerî yardımın Çar Nikola’da uyan­
dırdığı (ve uyandıracağı) gurur v e övüncün az olması­
na imkân olur muydu?

Viy ana kongresinde (1815) söz konusu edilip hesa­


ba katılmamış ve ötedenberi sarsılmasında kusur edil­
memiş olan T ürkiy e’yi — böylesine bi r galibiyetten
sonra— artık önemsemenin imkânı v ar mıydı? Artık
Nikola, Doğu'da tek hüküm ve nüfuz sahibi kimse de­
mekti.
Prusya, bi r de Polonya payını almış ve dolayısıyla
Rusya’ya birkaç türlü bağla bağlanmıştı. Avusturya ve
cnun sevgili im paratoru ise, Çar’ın tam bir centilmen
davranışından ve y ardımından, minnet tar kalmıştı.

İngiltere, centilmen Çar'm dostça beyanatına, Rus­


ya elçiliğinin — Nessel-Rod'un hergün devam eden hak
arayan şikâyetlerine k arşı -- büt ün büt ün ilgisiz kalabi­
lir miydi'?
Büt ün Av rupa’da saygılara nail olan Çar Nik ola’nm
ve kendisinin devletinin şan ve haysiyeti meselesi el­
bette her şeyden önce düşünülecek meselelerden biriv-
İ6t

di. Bunun içindi ki Lo ndra kabinesinin barış taraftar-


terliği, sükûn arzusu son dereceyi bulmuştu. Büy ük e t
çilerin geri alınması, elçiliklerin maslahatgüzarların
elinde bırakılması da bu yüzdendi.

Fransa’da (durum ) böy le değildi. Cumhuriyet ve


imparatorluk safhaları çok dikkat çekici olaylardan
sayılıyordu. Sanki Fransa'nın her hali: 1848, Prens Na-
polyon’un başkanlığı, sonra imparatorluğu; Av rupa’nın
bütün Bat ı dolay larında saygı ile karşılanmakta bulu­
nan Çar Nikola'y ı kızdırmak, sinirlendirmek için — baş­
ka bi r ifade ile— Doğu'yu parçalamak suretiyle Na-
poly on’u parm ağı ağzında baka kalacak bi r dehşetli
oyuna düşimnek için bahaneler icat edip duruyordu,
yordu.

Olayların ve olacakların önüne geçilemez. T arih


tenkidleri, bin t ürlü ulusal musibetler buna bi r çare
bulamamış, bi r t edbir gösterememiştir. Meselâ Napol-
yon, Bordaeux şehrinde bi r nutuk veriyor:

«Fransa rahat ve mutlu oldukça Av rupa’nın da


asayişi yerinde demektir.»
sözleriyle barış için teminat veriyor. Buna (karşı­
lık Çar Nikola:
«Acaip; Fransa kendisini dünyanın mihveri üzerin­
de mi sanıyor? »
diyor. Rusya’nın gayretkeşi olan Avusturya başve­
kili prens Şuvarçen-berg:
«Fransa nezle oldupu zaman Avrupa aksırır» v r ’ lu
alaycı bi r karşılıkta bulunuyor. Bi r Ingiliz diplomatı
ise:
«Napolv on az konuşuyor, am a konuştukları daima
çerceğin t ersidir» demekte tereddüt etmiyor.
167

Bununla Napoly on’un yalancı olduğu kanaatine


varamayız. Fakat barışın ve selâmetin devamlı olacağı­
nı müjdelediği tarihten belki daha yirmi dört saat bile
üt-çmemişken savaş ilân ediliyor, netice alarak yarmi
dört saat önceki sözleri gerçeğe ters düşmüş oluyordu.

Sözün en doğrusu Prens Bism ork’ın Birinci Vil-


he lm e arzettiğidir. Birinci Vilhelm, Napoly on’la ilk
defa görüşen Bism ark’m dönüşünde, bu zat hakkında
nasıl bi r fikre v ardığım sorduğu zaman, Bism ark de­
mişti ki:
«İ m parat or'un (Napoly on’un) şöyle bi r bedbahtlı­
ğı v ar: Meselâ Av rupa'nın herhangi bi r yerinde, hattâ
Tataristan’da bile bir felâket mey dana geldiği zaman,
bunun suçunu hep kendisine yüklerler. Hangi olay
olursa olsun mutlaka onun adı ort aya atılır. Faraza
Çin’de hava bozuk olduğu zaman bile bunun sebebi ola­
rak Napolyon gösterilebilir.»
Hasılı Çar Nikola bu adamı çekemiyordu. Hat tâ
o lu m imparatorluğu meselesi için, Berlin'de Prusya
kralı ve Avusturya imparatoru ile görüşmesinde, o z a­
man Saksonya başvekili olan K ont Bay st ’ı görüy or
Napoly on’un imparatorluğunun tanınması gerektiği
K ont Bayst kendisine inandırıcı birtakım sözler söyle­
yip deliller ort aya koyuyor. Bunun üzerine Çar Nikola,
ist er istemez:
«Pek âlâ, kendisini öyle tanıyacağız ama, evlâtları
m asla!..»
diyor. Napolyon'u deviremeyeceğini o zaman iyice
anlıyor, büyük bi r kin ve öfkeyle payitahtına dönüyor
K ulak dolgunluğu, zihin alışıklığı pek âdi ve pek t a­
biî olan T ürkiye'nin bölüşülmesi meselesini gerçekleş­
tirerek kâinatı hayretle bırakmak düşüncesini tatbik
168

t lm ek istiyordu. Telâş ve tereddüde lüzum görmüyor-


du. Zaten kim olsa kendisini sevdirmek, tatlı dav ra­
nışlar ve tatlı sözlerle herkesi kendi t arafına çekmek
pek kolaydı. Çar hem İngilt ere elçisini, hem Fransız
elçisini kendine çekip meftun ediyordu. Hat tâ İngiliz
elçisi, Rusya'nın Osmanlı sınırlarında yüz kırk bin as­
ker topladığım haber alıyor, Nessel-Rod’u sıkıştırıyor,
şansölye cenâplan da çar hazretleri de daima ban ş ve

siikûn taraflısı olduklarından dem v urarak kendisini


başlarından savuyorlardı.
Çar ile İngiliz elçisi Seymun arasındaki o meşhur
buluşup görüşmeler de o esnalarda başlıyor. Yüzy ıllar­
ca sır olarak kalması muhtemel bulunan bu buluşma
ve görüşmelerin ortaya çıkmasına sebep Rus diploma­
sisinin bazj imâli y ay ınlandır.

HüJasa edelim:

9 Ocak 1853 te Gran-düşes Helen t arafından büyük


bir suarede, Çar bi r ara kalabalık içinde İngiliz elçisi­
nin yanına sokulmuş. O sırada Lo ndra’da (16 Aralık
1853) Lord De rbi’nin yerine iktidar makamına geçen ve
hemen hemen üyelerinden hiç birisi Fransa imparator­
luğuna sempati beslemeyen Lo rd Aberddn kabinesini
nıodh ü sena etmiş, Aberdın’le kırk yıllık hukuku ol­
duğundan söz ederek kendisini t ebrik etmesini elçiye
söylemiştir. Çar'm konuşmasının bundan sonraki kıs­
mı da şöyledir:

«İngilt ere hakkındaki duy gu ve düşüncelerimi bi­


lirsiniz. Her iM devletin, yani İngilizlerle benim-benim-
le îngilizlerin en iyi ve en samimî bi r münasebet içinde
169

bulunmamız hem çok önemli, hem de çok gereklidir. Bu


ihtiyaç bugün hissedildiği kadar hiç bi r zaman hissedil­
memiştir. Rica ederim, bu sözlerimi L o rd Con Rassel’e
yazınız. Biz anlaşır ve müttefik haline gelirsek artık Av­
rupa'nın Batı t arafı için hiç bir kaygımız kalmaz. Baş­
kalarının düşündükleri v e düşünecekleri benim için hiç
önemli değildir. Osmanlı Devleti'ne gelince: Bu ayrı
bir meseledir. Bu memleket perişan bi r halde olduğun­
dan, bizlere bu yüzden pek çok z orluklar çıkabilir.»
Çar Nikola'nın ağzından pek tabiî bi r şekilde Os-
manlı Devleti aleyhine çıkan şu ¡kelimelerin manâsı
İngiliz elçisini ilk anda uyarmışsa da, Rusya'nın İngil­
tere ile ittifak edip Fransa’yı buna aldırmamak ve Os-
manlı ülkeleri üzerinde iki devletin kendi aralarında
uzlaşmaları gibi'i k i büyük ve önemli maöcsadı yuvarlak
ve müphem lâflarla imâ ve ifadeden ibaret kalan bu
konuşma; kendisince üzerinde uzun uzun durulmay a
düşüniümeye, soru sormaya cevap almay a ihtiyaç gös­
termiştir.
Nikola, bunları söyleyip y anından ayrılmak üzere
iken Sö r Hamilt on üeymtır, onun önünde durarak:
«Haşm et li; sözleriniz Lo ndra’ca büyük bi r mem­
nunlukla karşılanacaktır. Fakat, Türkiye hakkmdaki
endişeleri giderecek birkaç söz söylemez misiniz.'*»
diye sormuştur. Bunun üzerine Çar biraz tereddüt­
ten sonra-
«T ürkiy e işleri berbat bi r haldedir. Biz anlaşmalı­
yız. Bakınız kollarımızın arasında bi r hasta v af; hem
de pek hasta... Eğer bu hasta, gerekli kararlar alın­
maz ve t eşebbüsler yapılmazsa, yani biz bunları yap­
madan elimizden giderse büyük bi r bahtsızlık olacak.
Fakat şimdi size bundan bahsetmenin sırası değil.»
170

demiştir. Bunun üzerine Sö r Hamilton, impara­


torun yanından çekilmesi gerektiğini anlamış ve şu ce­
v abı vermekle yetinmiştir:
«Zât-ı haşmetâııeleri buyuruy orlar ki adam hasta­
dır. Şu halde aff-ı h&şmetânelerine güvenerek derim ki:
Hasta ve zay ıf bi r udama müsait bulunmak, âlicenâb
ve kudretli bi r kimsenin görevidir, ona böyle bi r görev
düşer.»

Aradan beş gün geçer geçmez, 14 Ocak'ta, Başvekil


K ont Nessel-Rod, Çar hazretlerinin kendisiyle görüş­
mek istediğini, İngiliz elçisine bildirmiştir. Elçi der­
hal davete gider ve imparatorun huzuruna çıkar. Çar
Miköla'yı yalnız bulur. Gran-düşes Helen’in sarayında
başlayan o kısa ve esrarlı konuşmayı yeniden tekrar­
lanmaya hazır bulur. İm parat or bu sefer de, yine eskisi
gibi samimî v e içli dışlıdır ama, karşısındakine karşt
dikkatli bi r nutuk vermeye ve bunun mükemmel olma­
sına özenmektedir:

«İm parat oriçe K at erina'nm emellerim ve tasavvur­


larını bilirsiniz. Bu emeller ve bu tasavvur bu güne
kadar uzanıp gelmiştir. Yalnız ben, bunca geniş ülkele­
re sahip olduğum halde, o fikirlerden ve o niyetlerden
hiç birisini miras olarak kendime kabul etmedim. Mem­
leketim o kadar geniş ve mevki bakım ından da o ka-
ı a r sağlamdır ki, sahip bulunduğumdan daha fazla bi r
ııüfuz ve iktidar istemek benim için akıl v e mantığa
aykırı düşer. T am tersine, size herkesten önce ben di­
yeyim ki biz im için en büyük ve hattâ tek tehlike, bu
gün pak büyük olan devletimizi bi r kat daha genişlet
mek olabilir. Artık T ürkiy e’den korkacağımız bi r du­
rum da yoktur. Türkiye'nin şimdiye kadar egemenliği­
171

ni koruyacak bi r durum u vardı. Am a artuk kimsenin


rahat ve huzurunu kaçırabilecek bi r halde değildir.
Biz, T ürkierin taassubundan veya bi r saldı n ya­
pacaklarından korkacak zamanda değiliz. Şimdifki halde
bizim menfaatlerimiz için .bundan daha elverişli bi r
durum istenilemez.

Ancak işin şu t arafı v ar ki: Bu devletin sınırları


içinde pek çok hıristiyan yaşamaktadır. Ben bunların
menfaatlerini korumakla yükümlüyüm. Bu bana, an­
laşmalarla (? ) sağlanmış bi r haktır. Y alnız büy ük bi r
emniyetle diyebilirim ki, ben bu hakkı da tam bi r iti­
dal ile kullanmaktayım. Hat t â açıktan açığa it iraf ede­
rim: Baz ı taciz edici vaz ifeler bile o hakla bi r karışık­
lık gösteriyor. Bununla birlikt e katî bi r vazifenin yeri­
ne getirilmesinden geri durmam, duram am: Bugün Rus­
y a'da kurulu düzendeki mezhebimiz bize Doğu’dan gel­
miş olduğundan, bu münasebetle aslâ gözden uzak tu­
tamayacağımız birt akım hissiyât v e vazifeler mevcut­
tur.

Bugün, sizce de bilinen bi r mevkide bulunan Os­


m anlI Devleti, — geçen gün size söylediğim gibi— ya­
vaş yavaş öyle bi r bitkinliğe ve zayıflığa düşmüştür ki,
biz ne kadar bu hastanın ömrünü uzat mak istersek is­
teyelim — ve rica ederim inanınız ki kendisinin hayat
ta kalmasını sizin kadar ben de arzu ediyorum— ansı­
zın vefat e d i p kollarımız arasm da kalabilir. Ölüleri
canlandırmaya, diriltmeye m ukt edir değiliz. Eğer T ürk
Devleti düşerse, bi r daha kalkmamak üzere düşecek­
tir. Size şu soruyu soruyorum: Böy le bi r hadiseye kar­
şı d av ran m ak , bi r here ü merce uğramaktan, apansız
ve başka bi r idare usulü tasarlamadan, bi r felâketle
172
sonuçlanması muhakkak olan bir Avrupa savaşma m a­
ruz olmaktan daha iyi değil midir? işte bu nokta üze­
rine hükümetinizin dikkat nazarım çekmek isterim.
Çar’ın bu açıklamalarına karşı Ingiliz elçisi, Os­
m anlI Devleti’nin başka z am anlarda da uğram ış o ldu­
ğunu bunalımlardan — tam mahvolacağı sanıldığı bir
sırada— kurtulmuş olduğunu ve Ingiltere'nin bu ist e
nilen yolda geçici yüklenmelere girmeyi ötedenberi ar­
zu etmediğini, İngiltere'nin bu devlet ile çok eski bir
dost bulunması dolayısıyla, Çar’ın adım ettiği mirastan
nefret ettiğini cesaretle ileri sürdü.
im p arat o r N lk o la şö y le c ev ap v e rdi:

«Gerçi bu prensip iyi ve her zaman iyidir, öz ellik­


le şimdiki gibi karışık ve değişikliklerle dolu bi r za
inanda... Bununla birlikt e yine de bizim anlaşmamız
ve gaflet halinde bulunmamamız çok önemli ve çok
»ereklidir. İşt e size dostça ve mertçe söylüyorum: İn­
giltere ile ben bu hususta bi r anlaşmaya varabilirsek,
artık başkalarmın düşündüklerini ve y aptıklarını önem­
siz sayarım.

Ne istediğimi size açıktan açığa söyleyeceğim-


Eğer Ingiltere günün birinde İst anbul’da yerleşmek
hülyasında ise ben buna müsaade etmeyeceğim. Şi­
rin böyle bi r niyet beslediğinizi söylemek istemiyorum.
Ama böyle hallerde açık seçik ve samimî konuşmak
daha iyidir. Bana gelince: Ben de orada aslâ yerleşme­
mek taahhüdünde bulunmaya hazırım. Lâkin mal sahi­
bi gibi yerleşmemeye... Y oksa emanet suretiyle olursa
demem ki... Eğer şimdiden ihtiyatî t edbirler alınmaz
ve her şey kendi haline bırakılacak olursa... bi r zaman
gelebilir ki beni İstanbul’u işgale m ecbur eder...»
173

Elçi, Londra kabinesinin böyle bi r konu hakkında


taahhütlerde bulunmaya pek niyetli olmadığını t ekrar
etti.

1844 yılı Haziranında İngiltere seyahatinde Dük De


Vellingtdn, Lord Aberdin, Sör R obert Peyi gibi İngiliz
devlet adamlarıyla şark meselesini bahis konusu etmiş
ve adı geçen mesele hakkında İngilt ere ile Rusya ara­
sında bir ittifak yapılması İkonusu ortaya atılmıştı. Bu
konu Nessel-Rod tarafından düzenlenip İngiltere kabi­
nesine yollanan bi r muht ırada y er almaktaydı.

Çar, şimdi muhatabı olan İngiltere ölçisine bunları


da hatırlatarak, eğer iki devlet arasında bir ittifak
mevcut bulunmazsa, ortaya çıkabilecek bi r durumun
ileride kendisini İngiltere'nin menfaatlerine aykırı bir
harekete m ecbur edebileceğini ileri sürüy or buna karşı
t edbirler alınması lüzumunu tekrarlıyordu. Sonra: İs­
tanbul tarafından K udüs meselesinde Rusya’ya karşı
bazı vaatlerde bulunulduğunu, oysa şrmdi bu vaatler­
den dönüldüğünü ve yerine ge.tirilmek istenmediğini, bu
durum karşısında kendisinin kesin olarak çoık azimli
bulunduğunu ilâve ediyordu.

Sör Hamilton Seymur, İngiltere tarafından Rusy a’­


nın haklı olan isteklerinin anlayış ve iyi kabulle karşı­
lanacağım, ıkendi'sinin bunda şüphesi bulunmadığını,
ort ada endişe edilecek bi r husus varsa bunun Çar haz ­
retlerinin emetl ve niyetlerinden dolayı değil, Günev
Rusya’da yapılan ve yapılagelmekte olan askerî yığı­
naklardan doğduğunu, cevap olarak arz ve ifade etti.
Çar bu cevaptan sonra elçiye, yanından ayrılması için
izin verdi ve ayrılırken dedi ki:
174

«Aram ızda geçen konuşmayı kraliyet hükümetine


bildiriniz ve kendilerinin bana iletilmesini uygun gö­
recekleri cevabı almaya hazır olduğumu da yazınız.»
Böy le bir tavsiyeye acaba lüzum v ar mıydı?
Elçi zaten Çar’ın sözlerini harfi harfine hükümeti­
ne yazıyordu. Çok şaşılacak şeydir ki. Pet ersburg'da
bütün Doğu’yu kanlı bi r tufana boğacak nitelikte olan
bu dehşet verici konuşm a-görüşm der cereyan ederken,
Londra’da Rus elçisi Baron Bronofun feryatları ve
Türkiye ile Fransa'ya karşı yönelttiği tenkid ve suçlar
m alar da bu başkentte büyük bir iyi niyet ve önemle
dinleniyordu.
İngiliz basınına gelince, başta ünlü Times (23 Ocak
1853) olduğu halde, Osmanlı Devleti aleyhinde çok ağır
yazılar yayınlıyor, dermansız koca bi r cisim olan T ür­
kiye’nin yıkılışından dem vuruyordu.

İngiliz kabinesi, şüphesiz, bu cereyana tâbî değil­


di. Hariciye nazırı Con Rassıl, Pet ersburg elçisine — ke­
sin, fakat nazik bi r dille— yazdığı cevap mektubunda
(9 Şubat 1853) özellikle şöyle diyordu:

Çar hazretleri, ötedenberi tutageldikleri akla yat­


kın, garazsız ve bütün Av rupa’ya faydalı politikadan
dolayı tebrike lâyıkt ır (!). (1) Bu politikanın başarıyla
sonuçlanması da, ancak Osmanlı Devleti hakkında son
derece itidalli davranmak ve kesin istekler yerine dost­
ça müzakere (kapıları açmakla mümkün olabilir.
Bugün için T ürkiy e’yi harcamaya ihtiyaç göstere­
cek hiç bi r bunalım yoktur. Makaamât-ı Mübareke me-

( 1) Bu ü n le m iş a r e t i a s ıl m e tin d e y o k tu r , d ik k a ti çek m ek iç in kon m u ş­


tu r
175

s eles i kötü ve teh lik eli b ir d u ru m gös term em ekted ir.


On yed in ci yü zyıl s on la rın d a Ü çü n cü G iyyom ile On
d örd ü n cü Lou is a ra s ın d a , İkin ci C h a rles m ira s ın ın ta k ­
s im ed ilm es i g ib i b ir O s m a n lı D evleti'n in ta k s im ed il­
m es i d ü ş ü n ü lem ez. B u n u n za m a n ın ın n e za m a n gelece­
ğ in i ta h m in ed eb ilm ek de im kâ n s ızd ır. B u ndan b a ş ka
İn giltere’n in b izza t O s m a n lı D evleti leh in d e, R u s ya ’ya
tek lif ed eceği u zla ş m a kon u la rın d a A vu s tu rya ile F ra n ­
s a ’yı b u k on u la rın d ış ın d a b ıra k m a k is e vicd a n en im ­
kâ n d a h ilin d e d eğild ir. Z a ten b öyle b ir tertib a t ve ta ­
s a vvu rla r m a h rem ka la m a z. B ir kere orta ya d ökü lü n ce
d e s u lta n ın b ü tü n d ü ş m a n la rı b u n d a n ces a ret b u la ca k ­
la rd ır. O za m a n la r, d os tla rı n e k a d a r ih tiya t gös terir­
lers e gös ters in ler, h a s ta n ın ölü m ü b u s eb ep ten ola ca k ­
tır. B u ndan d ola yı, O s m a n lı D evleti ile ilgili b u lu n a n
a n la ş m a zlık la rın çözü m ü için b ü tü n b ü yü k d evletlerin
b ir a ra ya gelm es i ve kon u yu b irlik te görü ş m eleri g e­
rek ir.»

İn giliz ka b in es i b u n u n la d a yetin m eyerek , verd iği


ceva p m ek tu b u n u n , son u n d a :

«İn giltere — eğer g erek irs e— R u s ya ile d a h a ön ce­


d en a n la ş m a k s ızın , Tü r k iye’n in ta k s im ed ilm es i k on u ­
s u n d a b ir ü çü n cü d evletle h iç b ir m ü za kereye g iriş m e­
yecek » d en ilm iş , b öyle b ir va id d e b u lu n u lm u ş tu r.
20 Ş u b a t 1853 gü n ü a kş a m ı, velia h d gra n d ü k ü n s a ­
ra yın d a S ör H a m ilton , R u s ya Ç a rı N ikola ile tek ra r b u ­
lu ş m u ş tu r. B u ü çü n cü b u lu ş m a ve görü ş m ed e Ç ar, d oğ­
ru elçin in ya n ın a gid erek, on a h er za m a n k in d en çok d a ­
h a fa zla iltifa tla rd a b u lu n m u ş ve a ra la rın d a şu k on u ş ­
m a b a ş la m ış tır:
Ç a r— C eva p a ld ın ız m ı?
Elçi — Evet haşmetli, aldım, önceden tahmin eden
siz haşmetliye arzettiğim gibi...
— Bunu maatteessüf haber aldım. Hükümetiniz
maksadımı anlamadı. Asıl önemli olan şey, bir hasta­
nın öleceği zaman ne y apılacağından ziyade, o zaman ne
yapılmayacağının İngiltere ile (birlikte) tayin etmek­
tir.
— Fakat hastanın ölüm halinde bulunduğunu gös
terecek ortada hiç bir sebep yok.

— Evet, evet ölüyor. Fakat sizin hükümetiniz, Os­


m an lI Devleti'nde hâlâ bazı yaşama belirtileri v ardır
inancına yöneliktir. Şu halde yanlış malûmat almış de­
mek oluyor. Size t ekrar ediyorum: Hasta ölüyor. Biz
böyle bi r olayın bizlerî gafil bi r halde bast ırmasına as­
la razı olamayız. Mutlaka bi r ittifak yapmamız gerek
mektedir. (Ah (ne olurdu) sizin devlet adamlarınızdan
biriyle, meselâ Lord Aberdin ile on dakikalık bir görüş­
mede bulunmam mümkün olsaydı.. Çok kolaylıkla
aramızda bi r anlaşma meydana gelirdi. Benim emelim
bir andlaşma, yahut bi r protokol değil, (şöyle) genel
yapıda bi r anlaşmadan ibarettir. Y arı n yine geliniz.
İngiliz elçisi artık hayretler içindeydi. Kendisinin
en çok dikkat nazarını çeken şey. Çar Nikola'nın bu ıs­
rar tarzıydı. Çünkü bi r hükümdarın komşu bi r devletin
çok yakında çökeceğinden böylece bahsetmesi için, bu
hali beklemekten çok daha fazla, bu neticeyi alknava
azmetmiş olduğunun belirlenmesi lâzım gelirdi.
Elçi, İngiltere hariciye nazın Con Rassıl’a (21 Şu­
bat 1853) yolladığı raporda:
«Çarın düşüncesi artık iyice açıklığa kavuşuyor. İs­
tediği şey, Fransa dışarıda bırakılarak, T ürkiye’nin
paylaşılmasıdır.»
177

Ert esi gün elçinin çarla yaptığı konuşmada da bu


düşüncesini pekiştirmekten geri kalmamıştır.
Bu dördüncü görüşme on beş dakika devam etmiş­
tir:
Çar — Emin olunuz ki felâket çok yakındır. Bi r
dış savaş, hıristiyanların ayaklanması, eski T ürk düze­
nine bağlı olanlarla yenilik t araftarlarının birbirleriy le
olan anlaşmazlık ve çekişmeleri... Büt ün bunlar felâ­
keti çabuklaştıracak şeylerdir. Ben, yapılmasına mü­
saade olunmayacak şeyleri tanzim etmek isterim.
Elçi — Şu ifade buy urulan menfî şartlar neler ola-
calk?
Çar (biraz düşündükten sonra) — Ben istemem k i
İstanbul; Ruslar, Fransızlar, İngilizler, y a da başka bi r
devlet t arafından işgâl oîunsun. Y eni bi r Bizans impa­
ratorluğunun ortaya çıkmasına da aslâ müsaade etme­
yeceğim gibi... ö t e yandan Yunanistan'ın genişlemesini
de istemem. T ürkiy e’nin, birtakım ihtilâlcilere sığına­
cak olacak ufak tefek hükümetlere bölünmesine de hiç
nz a gösteremem. Böy le bir çözüm tarzına katlanmak­
tan ise savaşırım. Hattâ tek bi r can, tek bi r t üfek ka­
lıncaya kadar savaşırım.
Elçi — O halde Osmanlı Devleti’nin hiç bi r vilâye­
tinin, hiç bi r kimse t arafından zaptedilmesine müsaade
edilmeyeceğini, devletin — dostça bi r anlaşma sağlanın­
caya kadar— bir kalın altında kalacağını ilân etmeli!.
Çar (biraz sıkılarak) — Güç olacak, hıristiyan-
iarla T ürkler cenkleşecekler.
Elçi — Bakınız haşımetmeâb. aramız da bi r fark
var. Siz haşmetli daima T ürkiye’nin yıkılışından söz
ediy orlar; biz ise şimdiki durumunun daha kötüleşme­
sinin önüne geçmek istiyoruz.
F : 12
178

— Ah, siz de bana (başvekilim) Nassel-Rod gibi


söylüyorsunuz. Halbuki felâket olacaktır.
Elçiyle Çar arasındaki konuşma ötdki devletler
üzerine geçti.
Çar — Ben Fransa'dan endişeli değilim; o bizi bo-
zuşturmaya uğraşıp duruyor. Ben sizinle ittifak ettik­
ten sonra bundan ötesi benim umurumda bile değildir.
Elçi — Y a Avusturya, haşmetli?..
— Avusturya mı? Rusya'ya uygun düşen bir du­
rum Avusturya’ya da uygun düşer.
Çar, bundan sonra sultandan, şu gözü dönen ef en­
diden, bahse girişerek, ona karşı beslediği mutedil tu­
tumdan söz edip kendi kendisini övmeye koyuldu.
Elçi — Ah haşmetli, eğer zavallı T ürkler size kar­
şı (v erdikleri sözlerini tutamadılarsa — belki de Fran­
sa’dan çekindikleri için— tutamadılar.)
Çar sözlerine devam ediyordu:
— Eflak ve Buğdan, benim himayem altında, müs-
lakildir. Bulgaristan ile Sırbist an da niçin müstakil ol
masın? Mısır’a gelince, bu ülkeyi İngiltere’nin isteme­
sini bulurum. İstediği zaman işgal edebilir. Girit ’
teki K andiye limanına gelince...

— Biz İngiltere ile Hindistan arasında sadece ko­


lay bi r irtibat vasıtası arzu ederiz.
— Sarayınıza yazınız k i beoı andlarıma istemiyo­
rum. İstediğim bir centilmen sözünden ibarettir.
Çar Nikola, bu konuşma sırasında Fransa’nın Tu­
nus’u elde etmek maksadını taşıdığını, onun Doğu'daki
durum ve tutumunun Rusya bakımından önemle kar­
alanm adığını, hattâ Fransız tehditlerine karşı durmak
için — dolaylı olarak— Osmanlı padişahlarına yardıan
teklifinde bulunduğunu da söyledi.
179

O sıralarda hariciye nazırlığından ayrılan Con Ras-


sıl'ın yerine geçen Lo rd K lararendon da, kendisinden
önceki meslektaşının görüşlerine (katılarak, elçi Sör
R am ilt on’a yazdığı bi r cevapta: «Osm anlı Devleti’nin
yıkılışı (zannolunduğu gibi) o kadar yakın değildir; be­
nim kanaatim buduı Şimdiki durum u korumak en ak­
la yatkın t edbirdir. Eğer bi r felâket meydana gelecek
olursa, adı geçen devletin kalıntılarının taksimi o za­
man toplanacak bi r kongre tarafından tanzim olunur.»
diye yazmıştır.

Nessel-Rod, Çar Nikola'dan daha ihtiyatlı bir adam


olduğundan, bu konudalki açıklamaları tehlikeli gö rü­
y or ve bu tehlikeyi mümkün olduğu kadar sınırlama
teşebbüsünden geri kalmıyordu. Nit ekim kendisi, gü­
ya Çar’la elçi arasında geçen bu görüşmeleri zapta ge­
çirmek amacı ile geniş bi r tasarı kaleme almıştı. An­
cak, — bir kopyası Ingiltere elçiliğine de verilmiş olan
bu tasarıda— öylesine idareli bi r dil kullanmıştı ki,
arada geçen konuşmalar öylesine değişik bi r kalıba so­
kulmuştu ki ne kadar hayret edilse yeriydi. Arad/i bö-
Jüşme, paylaşma ile ilgili sözlerin hepsinin aslı ve nite­
liği değiştirilmişti. Daha doğrusu — t âbir yerinde ise—
evvelce (Çar t arafından) her ne söylenmiş ise banların
hepsi red ve inkâr edilmişti.

Türkiye bakımından bu konuda ne demek lâzun ge-


le.ceğini düşünmeye bile hacet yoktur. Faıkat bu sözle­
rin cereyan şekli ve niteliği nasıl olursa olsun, bi z le rc :
dikkat ve uyanık olmaktan uzak tutulamayacak başlıcr-
nokta yine Rusya diplomasisidir. Çünkü şu fecî konu?
ma konusunda aracı bulunan, yalnız kendi başına Ça^
Nikola değil, yine Rus siyasî örgütü idi.
180

Büy ük b*r hayretle karşılanacak hallerdendir ki.


Çar Nikola İngiliz elçisiyle sıkı fıkı konuşurken, Fran
sız elçisi General Kastel Bajak ’ı okşamayı, İm parator
Napoly on’a muhabbet ler göndermeyi de unutmuyor­
du. Hat tâ K udüs meselesini iki hükümet arasında
çözümlemek için, son zamanlarda Paris’ten gelen tek­
life karşı Fransız elçisine memnunluğunu bildirmiş,
«Şu sefil T ürklere bir ders verileceğini» imâ edivermiş
ti
Çekişmelerin Ncticesi veya Mezhep İstekleri

Sııltan Mahmûd-ı Adlî (İkinci Mahm ut) zamanında


tâ temelinden sarsılmış bulunan bi r devletin yıkılacağını
tahayyül etmek için, gerçi belki bi r diplomat olmaik bile
gerekmiyordu. Çar Ni k o la’nın nazarında, belki böy le bi r
tahayyüle engel olacak ort ada başka hiç bi r sebep de
yoktu. Yalnız Çar’m diplomatları için sorumluluğu ge*
rektirecek haller pek çoktu. Çünkü Türkiye, Polonya gi­
bi bi r ort amda da değildi. Polonya (kendisini paylaş­
mış olan) devletlerce mide fesadı icadına kadar varmış
iken, şimdi ikinci bir bölüşme ve paylaşmayı düşünme­
ye kalkışmak nasıl mümkün ve akla yatkın olabilirdi?

İngiltere Mısır’ı, Girit'i, K ıbrıs'ı almak için Rusy a’­


nın ne gibi ve nerede yardımına muhtaçtı, ö t e yandan
Rusya’nın genişlemesinden İngiltere’ye fay da mı yok­
sa z arar mı gelebilirdi? Avusturya — kendisine yaptığı
yardım için, Çar’m ne kadar minnettarı olursa olsun—
arslan postundan kumanda edecek olan Rusy a’nın ken­
disine lâyık göreceği bi r payı nasıl kabul edebilecekti?

Hiç kuşku ve şüphe etmem ki, Rusya Çarının zih­


ninde kararlaşt ırılmış bi r paylaşma-bölüşme plânı bile
voktu. 1844’de İngiltere’deki müzakereler ham bi r ha­
yâlden ibaretti. İngiltere’nin o vakit sertlik gösterme­
mesi ise, Av rupa'da o dönemde adamakıllı güçlenmiş
182

ve kendisini göstermiş oían Rusya Çarını o manasız rü­


yasında oyalamak politikasının gerekleri sonucuydu.

Lâkin Rusya diplomatlarının tuttukları y olu nasıl


yorumlamalıdır? K aradeniz’i bi r Rus gölü haline getir­
mek için bunların hayâl kurma güçlerinin pek m üba­
lağalı olması gerekir. T ürkiy e’yi şöylece sıkıştırıp çe­
kiştirmekle ruhsuz bi r ceset hi ne getirip yere serme­
nin mümkün olamayacağını Rus diplom at ları az mı tec­
rübe etmişlerdi? Balkanlarda ufak tefeik idareiler 'küçük
devlet modelleri) meydana getirerety T ürkiye’yi darma
dağın etmek suretiyle Rusy a’nın niııuz ve egemenliğini
Avrupa'nın büt ün Doğu bölgesine yay mak ne kadar tat­
lı ve sevimli bi r hülya olursa olsun, âmin denilecek bir
dua değildi.
Bi r başka t ürlü düşünelim:
Rusy a’nın Türkiye'den bi r korkusu v ar mıydı? Hat ­
tâ artık ortada bi r savaş ihtimali kalmış mıydı? Tanzi-
mat-ı Hay riye’nin ilânı; T ürkiy e’nin artık iç meseleleriy­
le uğraşmaya, hem de pek çok, göz açamayacak dere­
cede uğraşıp çalışmaya m ecbur ve maHkûm bulundu­
ğunu resmen it iraf etmek değil miydi?

Rusya diplomat ları T ürkiye'nin her türlü ıslâhat


yapmasından ne z arar göreceklerdi? Ticaretlerine mi
durgunluk gelecekti’ Memleketlerinin sınnllan mı zor­
lanacaktı? Farzedelim ki T ürk milletinin yiğitliğinden,
savaşçılığından çekiniyor idiyse, buna karşı kendi sı­
nırlarında kesin t edbirler almaktan Rusya âciz mi bu­
lunuyordu?

Rusya'nın, Balkanlardaki nüfuzunun elden gitme­


sini büyük bi r kayıp niteliğinde değerlendirmesi için
de hiç bi r sebep bulamıyoruz. Çünkü bu uğurda y apı­
183

lan fedakârlıkların bir bütçesi (blânçosu) yapılacak ol­


sa, Rusya siyaset adamları Rus milletine karşı milyar­
larca can ve kan hesabı verebilecek hiç bi r eski belge
gösteremezler. H e r ne yapılmışsa baştan başa heder
olup gitmiştir. Eski düşüncelerin, köhnamiş prensiple­
rin mantıksızlığını anlamak için diplom at lar yeni yeni
dersler almak ihtiyacında m ı idiler?

İst anbul’u da {yatırımızdan çıkarmayalım. Fransa


ve İngiltere, hattâ Avusturya siyaset adamları, değil İs­
tanbul’u K aradeniz hâkimiyetini bile Rusy a’y a bağışla­
yıp hediye edemezlerdi.

Paris’te hükmünü ve sözünü geçirmek için Rusya'­


yı uğraştırmak fırsatını ganimet bilen Bism ark’m ge­
nel siyaseti ve siyaset anlayışı dikkatle ve uyanıklıkla
gözden geçirilsin: Derhal görülür ki- Bismark, Rusy a’­
nın ve daha doğrusu Rus diplomatlarının tek hedefleri­
nin ve emellerinin İstanbul olduğunu — 'kendisi daha
Pet ersburg elçiliğinde iken yeterince öğrenmiş oldu­
ğundan— masa başında ülkeler fethetmek plânlan ile
gözleri açılan ihtiras sahiplerini her gün yeni bi r gaile
ortaya at arak boğuşt urmak için ne tatlı diller döküp
durmuştur.
Zannolunmasın ki Bism ark gafil bi r adamdı. İs­
tanbul’un Rusy a’nın eline geçmesinin bu dünyada m üm ­
kün olamayacağını belki herkesten çok daha iyi Bis-
mark bilirdi. Lâkin onun maksadı başkaydı: Kendisi
Fransız düşmanı idi. İngiltere başa belâ... Rusya Avus­
t urya’ya küskün ve ondan nefret etmekte... Bism ark
için bi r Fransa-İngillere-Rusya ittifakı kuruntusu Al­
man politikası adına dehşet v erici bi r felâketti. Bis­
m ark’m istediği şuydu:
•84

Rusya'yı Fransa ile Ingiltere'nin razı olmayacak­


ları bi r illetle (meselâ Osmanlı Devletini y ıkıp ona sa­
hip olmakla) illetli bulundurmak. Rus diplomasisi za­
ten illetliydi. Bütün mesele bu illeti, bu hastalığı art ır­
m ak ve körüklemekti. İşte, sonraları prens De Bism ark
olan, zatın okşadığı siyaset buydu. Bu siyasetin bütün
hüküm ve kuvveti, Rusy a’yı ötedenberi Türkiye'den
ayırmaya, uzak tutmaya yönelik bulunuyordu.

Gaript ir ki, Rusya'yı avutmak için Bism ark’ın bes­


leyip büyüttüğü komşu ihtirası, en ziyade Almanya'­
nın endişe duyduğu bir büyük gaile niteliği gösteriyordu:
Pan-islâvizm.

Demek ki Rus diplomat larında iki dehşetli silâh


vardı: Kilise, Pan-islâvizm.

Çar Nikola bu iki cereyanın Rus hâriciyesi ile el­


çiler arasında aldığı şiddet ve istikamete kapılmaktan
kendini bi r türlü kurtaramıyordu. Birçok olağanüstü
haller de buna y ardım edip duruyordu.

T arih, bu iyi yürekli İm parat oru (1) — bu bâtıl ina­


nışından dolayı— doğrudan doğruya sorumlu tutamı­
yor. Belki bi r üstünlük gösteremediği, diplomasi cende­
releri arasında kısılıp kaldığı için az çok kınanabilir.
Çünkü hükümdarlığın şanına düşen: Bir olağanüstü
davranışta bulunmak, kan dökücülük plânlarına yanaş-
mamaktadır.

i l ) Bi rk aç sa h i f e y u k a r ı d a Ç a r 'ı n , İ n g i li a elçisiy im k o n ul m a l a rı m
k ay d e de n y az arı n , ay n ı Ç a r h ak k ı n d ak i bur a d a k i sö z leri ay n rn
bö y le dir.
185

Ş a n s ölye N es s el- R od ile F ra n s a ve İn giltere elçileri


a ra s ın d a k i m ü n a s eb et, in s a n ı gerçek ten s iya s etten n ef­
ret ettirecek d ereced e b ir n etice verm ek ü zere idi.
İn giltere elçisi, Lon d ra k a b in es in e ka rşı, Ru s d ip ­
lom a s is in i â d eta m ü d a fa a ed ip d u ru yord u . Ç a r ile ol­
d u ğu gib i, N es s el- R od ile ola n görü ş m elerin d e de o
k a d a r d ış görü n ü ş te a ra la rın d a öyle b ir s a m im iyet va r ­
dı ki, S ör H a m ilton için, Ru s d ip lom a s is in in özü sözü
b ir olm a d ığın a h ü k m etm em ek m ü m kü n olm u yord u .
H ele elçi ile ş a n s ölye a ra s ın d a a lın ıp verilen b a zı m ek ­
tu p la r oku n s a , o es n a la rd a b ir Ku d ü s m es eles in in ya ­
kın b ir gelecek te b ü yü yü p de s on u n d a b ir Kırım S ava -
ş ı'n a k a d a r u za n a ca ğın a a s la ih tim â l verilem ezd i.

Ru s h â riciyes in in ka p a lı ta b irler, m ü p h em s özler­


le, çok ön em li b ir m a k s a d ı d evletlerin gözlerin d en s a k­
la m a k için ön görd ü ğü p ek içten kon u ş m a la r, h a k ve
g erçeği d es tek ler g örü n ü r ifa d eler in s a n ı s on d erece
ş a ş k ın lık la ra b oğa r.
N es s el- R od , b ira z k u ş k u la n m ış b u lu n a n İn giliz el­
çis in e ya zd ığı b ir özel tezkered e d iyord u ki:
«R u s ya ’n ın h im a ye etm ek is ted iği ortod oks m ez­
h eb in in h a kla rı, va k tiyle ya h u t Ka yn a rca a n d la ş m a s ın -
d a n s on ra Yu n a n lıla rın O s m a n lı ü lkes in d e is tifa d e ede-
geld ik leri h a kla rd a n ib a rettir. O s m a n lı s u lta n la rın ın
A vru p a kıta s ın d a s a lta n a t s ü rm eye b oş la d ıkla rı ta rih ­
ten itib a ren ih s a n b u yu ra geld ik leri m ü s a a d e ve im ti­
ya zla rı id d ia veya is tem ek d eğild ir.»

İn giltere d ip lom a s is i, p ek s a d e ve p ek d oğru b u ld u ­


ğu b u ve b u n a b en zer ifa d elere itim a t ettiği için d ir ki,
a d ıgeçen m es elen in F ra n s a ile R u s ya a ra s ın d a çözü m ­
len m es i gerek tiğin d e ıs ra r ed ip d u rm a kta yd ı.
,86

Paris elçisi Lo rd K av ley ’in Londradaki hariciye na­


zırlığına yazdığı (6 Ocak 1853) raporda: «Fransa hariciye
naz ın Droine De Louis, Rusya elçisi K eselef'e Makaa-
mât-ı Mübareke meselesinin iki devlet arasında ve her
iki devletin şanlarına, arzularına uygun düşer bi r bi­
çimde çözümlenmesini iısteriz. Fransa hükümeti hakkı­
nı elde etmek isteğinde en son dereceye kadar ısrarlı
değildir. Eğer Rusya da aynı barışçı görüşt e bulunursa,
işin dostluk çerçevesi içinde bir sonuca bağlanabilmesi
için ort ada hiç bir engel kalmayacaktır.» dediği bildiril­
miştir.

Halbuki bu sıralarda kont Nessel-Rod, Sö r Hamil-


ton Sey mur’a aynı mesele için büyük şüpheler ve en­
dişeler uyandıracak birtakım ifadelerde bulunuy ordu.
Birgün İngiliz elçisi
— Bu kutsal y erler meselesi epey endişeli bir du­
rum gösteriyor,
dediği zaman. K ont Nessel-Rod bundan istifade
ederek:
— Gerçekten de endişe edilecek bi r meseledir.
Bunun sonunun kötüye varmak üzere bulunduğunu siz­
den saklayamam,
y ollu garip bir cevap vermişti.

İngiliz elçisi daha fazla bi r merakla, meselenin bir


anlaşma yoluyla sonuca bağlanmasını, şu sırada arada­
ki T ürkiye'nin z or ve tehlikeli durumunu daha da zor­
laştırmaktan kaçınılması gerektiğini ileri sürünce, Rus
şansölyesinin cevabı kısaca şöyle olmuştu:
— Ben buna bir çare göremiyorum!
Rus hâriciyesinde bu tarzda konuşmalar olurken
sınırlarda da durmadan askerî yığınıklar vapılmaktav-
187

dı. Beşinci lordunun EfKak-Buğdan'a doğru yürümesi


ve dördüncü ordunun da hazırlıklarının tamamlanması
emirleri İngilizleri büsbütün telâşa düşürmüştü.

tngilizler, resmî bi r yazı ile durum u derhal Rus-


lardan sordular; bu askerî yığınakların sebebini öğren­
mek istediklerini bildirdiler (8 Ocak 1853). Bu yazıda
şeyle demliyordu:
«Makaamât-ı Mübare ke meselesinin barışçı bi r
yolla çözüme bağlanması ve T ürkiy e’nin halklarının ve
bütünlüğünün korunması hakkmdaki Rus beyanları ve
tedarikleri ile bugünlerdeki askerî sevkiyat ve yığına-
ğm birbiriy le nasıl bağdaşt ırılacağı anlaşılamamıştır.
Babıâlî’nin doğrudan doğruya alâkadar olmadığı böyle
bi r anlaşmazlık — ki bunun müşküâta uğramadan da
bir çözüme bağlanması mümkündü— dolayısıyla Fran­
sa'nın öfkesini harekete getirmek ve netice olarak onu
da karşılık vermeye mecbur eylemek, T ürkiye'nin ege­
menlik haklarını, saltanat nüfuzunu tehlikeye düşür­
mek do ğru mudur? Bu askerin sınırlarda birikmesi,
Osmanlı Devleti’nin uyruğu olan Sırplar arasında bir
fesat sebebi olmaz mı? Fransa’nın düşmanlan: «F ran­
sa hükümetinin şu kutsal y erler meselesinde aradığı
şey, Av rupa’yı şaşırtıp devletler arasında bi r kargaşa­
lık çıkarm aktır» diyorlardı. Bu dedikleri ya doğrudur,
ya değildir. Eğer doğru değilse, o halde en vahim neti­
ceyi gerektirecek bi r politikayı yanlış bi r bahaneye da­
y atmaktadırlar demektir. Y o k eğer doğru ise bu takdir­
de de Fransa’ya isnat olunan tasav vurlara müsait ha
tali bi r yol tutulmuş demek oluyordu. Rusya’nın dost­
larının, kendisiıuk n hiç bir hakkını terketmesini iste­
meyecekleri şüphesi/ ise de — mademki her şey müza­
kere yolu ile de elde ı !ilebilir— başarıyı bi r askerî
lfcv

gösteride aramamak gerektiğini ifadeye m ecburdurlar.»


K ont Nessel-Rod, elçinin bu telâşlı beyanlarını çok
mübalağalı olarak v asıflandırıp geçiştirdikten sonra şu
cevabı vermiştir:
«İngilt ere devleti, gerek Paris’te, gerek İst anbul’da.
Rusya'nın haklı isteklerini desteklemeye ve Fransız
kabinesinin iddiaların; reddedip çürütmeye <yardım etti­
ği t akdirde ort ada lelâşı gerektirecek bi r durum yok­
tur. Bizim samimî görüşümüz ve kanaatimiz bu d u r »

Fransa'nın Pet ersburg elçisi Kassel P«*ıjak da Rus


hâriciyesinde aynı şekilde bi r muameleye mazhar olu­
yordu. Hat tâ elçi: «F ransa’nın son uzlaştırıcı teklifi,
Rusya’nın askerî hazırlıklarından daha önce yapılmış­
t ır» diyerek pek önemli bi r lugât parçalayıcılıkta bu­
lunduğu halde, Çar Nikola, kendisiyle görüştüğü bir
sırada bundan memnun olduğunu bildirm iş ve şöyle
demişti:
«Makaamât-ı Mübareke meselesiyle ilgili bulunma­
yan şu bizim askerî harekât bahsinde mübalağa edil­
miştir. Maksadımız Rus bandırasına karşı yapılan ha­
karete bi r mukabele tesiri uyandırmaktan başka bir
şey değildir.^

Oysa ortada öyle bi r Rus bandırasına hakaret m e­


selesi yoktu. Ve Çar bu arada (yine uyutmak için) ba­
rışın korunmasından ve Osmanlı Devleti'nin ülke bü­
tünlüğünden de söz etmiştir.

K ont Nessel-Rod, Baron Brunof 'a yazdığı (24 Ocak


1853) geniş bi r yazıda, İngiltere ile Rusya arasındaki
münasebetlerin samimiyetinden söz ettikten v e İngiliz
devlet adamlarım birçok defalar pohpohladıktan sonra,
f-ransa diplomasisini kınamaya koyuluyordu. Marki De
189

1-avalet’in İst anbul’da elde ettiği fermanla Ortodokslu­


ğun haklarının ay aklar altına alındığını, Beytüllahim
anahtarının Latinlere verilmesi suretiyle Doğu’da La
tinlerin ort odokslara karşı galip getirildiğini, bi r olup
bitti olan bu fenalıklara karşı şimdi artık bi r deva, bir
çare bulm ak lâzrnı geleceğini yana yakıla anlatıyordu.
Eiitün bunlardan sonra da deniliy ordu ki:

«Fenalık olmuştur. Şimdi artık onu menetmek de­


ğil, ona karşı bir çare bulmak lâzımdır. Ortodoks mez­
hebinin imtiyazları ay aklar altına alınmış, sultanın, im­
parat ora resmen verdiği söz tutulmamıştır. Şimdi bu
olan bitene karşı hiç olmazsa kaybedileni bir dereceye
kadar düzeltecek bi r sonuç elde etmeye çalışılmalı­
dır.

Eğer biz de Fransa'ya bugünkü neticeye ulaştıran


cebir ve tecavüz siyasetini kendimize örnek olarak al­
saydık... eğer biz de — onun gibi— Osmanlı Devleti’nin
şan ve şerefine karşı ilgisiz bulunmaydık, uzun uzun
düşünmeksizin kesin ve belli bi r hareket noktasına v a­
racaktık. Varacağımız bu hareket noktası: tehdit ve
kuvvet kullanmaktı. Lâkin biz, ötedenberi clduğu gi­
bi. şimdi de T ürkiy e’nin haklarının korunmasını arzu
etmekteyiz. Şimdiye kadar başarıy a ulaşamamış olm ak­
la birlikte, yine de son bir defa olmak üzere uzlaşma
yolunu arayacağız. Hat tâ şu anda bile bunun için bir
çare düşünmekteyiz. Bu düşündüğümüz çarenin başlı
ca noktaları imparator t arafından tespit edilmişse de
henüz kesinliğe kavuşmamıştır.

Biz gerçi barış yollarını denemekten başka bi r şey


düşünmüyoruz; fakat Fransa’nın T ürkiye’de elde etmiş
olduğu manevi nüfuzun bizim teşebbüslerimizin sonuç
J9i>

vermesini engelliyeceğinden şüphe ediyoruz. Zira, belki


dc Fransa, Bâbıâlî’nin tereddütleri karşısında, hiç bir
muhalefetle karşılaşmadan bütün sahillere donanma­
sını hareket ettirerek en ufak bir isteğini bile topları­
nın ağzını çevirmek suretiyle elde etmeye kalkışabilir.
İşte bunun içindir ki imparatorumuz, yapılacak müza­
kereleri destekleyecek bazı ihtiyâtî ön t edbirler almak
gereğini uygun görmüştür.

Hasılı bu tedbirlerimiz hiç bi r suretle Osmanlı


Üevleti’nin egemenliği ile çatışacak bir maksada yöne­
lik değildir. T am tersine bir yabancı diktatörlüğüne
karşı mevcut egemenliği muhafazadır. Hulâsa derim
ki: İmparatorun fikrince bizim hazırlıklarımızın sebep
ve hikmeti, maddî olmaktan ziyade, manevî bi r netice
almak maksadını taşımaktadır.
İşte bu konulardaki söylentilerin endişe doğuraca­
ğım düşünerek böylece gerçeği açıklamış bulunuyoruz,
üm it ederiz ki İngiltere hükümeti bu tedbirlerimizin
asıl niteliği konusunda yanlış bir fikre ve kanaate ka­
pılmayacaktır. İmparatorun başka z amanlarda da bi r­
çok sebeplerle Türkiye'ye karşı göstermiş olduğu iti­
dalli muameleler bu seferki tutumuz için de yeterli bir
delildir. Ortak bi r menfaat, Doğu’da barışı korumak
için hem Rusya'nın hem İngilt ere’nin gayret gösterme­
sini gerektiriy or...»
Pet ersburg kabinesinin, daha doğru bi r deyimle
Şansölye Nessel-Rod'un Lo ndra’ya savurup gönderdiği
bu şikâyet fırtınaları boş yere değildi. Çünkü o sıralar­
da idi ki A fi f Bey, kendisine verilen talimat dahilinde
icraatta bulunmuştu.
A fi f Bey'in K udüs’teki bu icraatı Fuat Efendi’nin
(paşa) hariciye nazırlığı zamanına tesadüf etmiştir. Ov-
191
sa bu, Pet ersburg hâriciyesinde şahsi bi r kin ve gazap
uyandırmıştı. Fransa elçiliği de hoşnut değildi. O da
Fuat Efendi’den şikâyetçiydi. Ne v ar ki iş bitsin diye
busmayı tercih etmişti. Hat t â İngiltere elçiliği masla­
hatgüzarı K olonel Ross, Ocak 1853 tarihinde, Lo ndra’­
daki kendi hariciye nazırlığına: <'Kudüs-i Şerif meşe-
leşinin tehlikesi gerek Fransız ve gerek Rus elçilerinin
barış taraflısı olmaları sayesinde iyi bir sonuca bağla­
nabildi.» yollu bir m üjde yollamakta pek acele etmişti.

Fransa elçisi bi r anlaşma ve uzlaşma teklif ettiği


zaman Çar ile şansölyeden (bu durum Rusya’da olmalı,
yazar buray ı belirtmiyor) sadece kuru bi r memnunluk
kelimeleri işitmişti. Am a meselenin müzakeresine giri­
şilmek istenilmemiş, elçilik avutulmuş — Lo ndra’y a ol­
duğu gibi— Paris elçisi K iselef’e de kınayıcı bir mektup
yazılmıştı.

Fransa hariciye nazırı Droin De Louiıs, zaten Rus­


y a’ya teklifi — her şeyden önce, alınmış olan kararların
değiştirilemeyeceği konusunda İngiltere kabinesi ara­
cılığıyla Bâbıâlî’den verilen teminattan sonra— yapmış­
tı. Fakat Rus şansölyesinin, Paris elçileri aracılığı ile,
kendilerine yaptığı tenkidkâr tebliğin Fransa’ya ağır
gelmemesi de mümkün değildi. Bu teklife cevap ola­
rak, Nessel-Rod tarafından yapılan karşılığın ihtiva et­
tiği kınam alar Fransa hariciye nazırını teessüfe ve şikâ
yete m ecbur etmişti. Oysa Nessel-Rod böyle yazılı ha­
berleşmelerde ve görüşmelerde daima zeytinyağı gibi
üste çıkmasın bilen bir diplomasi üstadı idi. Derhal
buna da karşılık vermekte gecikmedi. Zaten konuyu
ve onun aslını esasını ayrıntılı alarak açıklamak için
yazılmış kabul ettiği bir mektubun Fransa kabinesi üze-
tinde kötü etki yaratmasından üzüntü duyduğunu.
Fransa iie dostça münasebetler bağlayıp bunu devam
ettirmenin Çar hazretlerini çok memnun ve mahzuz et­
mekte olduğunu, Rusya'nın da aynı duy gu ve düşünce­
lerle mukabelede bulunacağım. Mösyö De La Coure’un
iyi niyetine bir belge olarak karşılandığım; Çar'ın, Os­
manlI Devleti’nin çöküntüden kurtarılması hususunda
Fransa He birlikt e çaba harcamaktan bahtiyar olacağı­
nı, sınırlarda ve sınır dolay larında asıkerî hareketlerin­
den maksatlarının — herkes tarafından arzu edilen—
bi r çöküş felâketini önlemek için alınmış bi r t edbir bu-
luduğunu, yani bunun Osmanlı Devletine ve devlet
adamlarına karşı sadece manevî bir baskı olduğunu ve
bunun baskıdan ibaret kalacağını gerek Pet ersburg’da-
k: Fransız elçisine bildirerek, gerek kendi Paris elçileri
aracılığı ile, Fransız hükümetine anlattı durdu.

Rus şansölyesinin Paris elçisine yazdığı (8 Şubat


1853) ayrıntılı bir mektupta görülen aşağıdaki bölüm­
ler de, Rusya’nın, Fransa’ya karşı yürütmekte olduğu
garip yolu ve tutumu göstermektedir;

«R us bakanlar kum lu, her bakımdan kendilerince


öngörülen ve bütün Rusy a’ca da önemle karşılanan bir
neticenin gerçekleştirilmesi için elinden gelen hiç bir
şeyi esirgemeyecektir. Bakanlar kurulu, bu konuda
Fransa’nın teşebbüslerine ve yardımlarına güvenmekle
övünür. Avusturya’nın da — Türkiye ile olan and'aşma
larına dayanarak— işe karışması ile ortak bi r etkide
bulunacağından eminiz.

İst anbul’da girişilecek yeni ve etkili t eşebbüsler bu


yolda gelişecek ve bu suretle Türkiye'ye, bize karşı olan
taahhütleri hatırlatılmakla beraber, Filistin toprakla
n ııd a ki M akaam aî-ı M iib a reke m eselesinden d ola y) b a­
şında ve sonu nda b izim le Fransa arasında b ir görü ş a y­
rılığı ve çekişm e b u lu nm adığı ve Tü rk iye’nin va rlığın ın ,
iç gü ven liğin in, ken d i hü kü metinin icra a tın da egem en
b ü tü n b ü yü k d evletlerce arzu ed ilm ek te oldu ğu b ild i­
rilecektir.

G eneral Kas tel B a ja k ’tn teb ligatınd an an laşıld ığı


ü zere, ş im diye kad ar Fransa'nın İstanb u l elçiliğin e ve­
rilm iş olacağı ta b iî bu lunan talim at da hiç şü phesiz
b ütün bu görü ş ve dü şü ncelere u ygu n dü şecektir. Bu
ta kd ird e ise, İs ta nb u l'd aki elçilerim iz arasında karş ılık­
lı olarak d oğm as ını o kad ar arzu ettiğim iz halde b ir
a irlü b aş ara m ad ığım ız u zlaşma da gerçekleş eceğin ­
den, hâlen b izle^ i çok m eşgû l eden b u m eselenin mu tlu
b ir sonu ca varm a sı s eb ep leri hazırla nm ış olacaktır.

Rus dip lom a sis in in o zamana ya da gen ellikle b ize


yön eltilen şu tu tu m ve sözlerin den b ir gerçek payı ve
koku su çıka rm a k cidden im kâns ızın im kânsızı olan
b ir şeydir. B u nu nla b ivik te bu b eyanatta görü len açık
Iık ve seçikiik, bütü n Avru pa d ip lom a tla rın ı aldatma-
sa b ile, hiç olm azsa on ların zih in lerin i karış tırm aktan
ve vanlış yola yönelm ekten geri kalm ıyordu .

(N itek im ) Fransa kab inesi bu teşeb b ü sleri iyi kar­


şılayarak bunun fiili sonu çlarını b eklem eye karar verdi.
Ancak İn giliz kab inesi işin sonu nu ku rcalam akta de­
vam etti. S ü r H a m ilton S evm u r, Kon t N ess el- Rod ’a:

«Ru s ya ile Fransa arasında ya pıla ca k m ü zakereler


nerede ya pıla ca ktır, Peters b u rg'd a m ı, İs ta n b u l’da m ı?»
yollu b ir soru yön elterek b anım açık '-e ke^in cevab ını
istedi. N essel- Rod. yapıla cak m ü za kerelerin Osrnanlı
F : 1?
194

Devleti nezdinde olmasının bir çok sebeplerle (? ) (1)


faydalı olacağı cevabmı verdi. 8 Şubat 1853 tarihinde de
Prens Mençikof’un olağanüstü elçilik göreviyle İstan­
bul a gönderildiği bildirildi. Fransa hükümetine de ay­
nı yolda bilgi verdi.
Bu olağanüstü elçilik görevinin nasıl bi r şey oldu­
ğunu anlayabilmek imkânı yoktu. Fakat İngiltere artık
şu K udüs işinin — ileride T ürkiye’de meydana çıkarıl­
ması veya hazırlanması düşünülen önünü almak gibi
iyi bi r niyetle— bir an önce bitirilmesine azmetmiş ol­
duğundan meseleyi ¡kararsızlığa terketmek istemiyor­
du. Fransa ve onun imparatoru Napoly on da kendi dev­
leti için İngiliz dostluğunu çok önemli biliyordu. Bun­
dan dolayı bu devleti yanında bilerek neticeyi mümkün
olduğu kadar sükûnet ve müsamaha ile bekliyordu.

T arafların anlaşmaları ve_ aralarının bulunması ko­


nusundaki yazışma ve haberleşmeler uzun uzadıya ve
birer birer gözden geçirilecek olursa, Rus diplomasi­
sinin ne kadar hatalı bi r yol tutmuş bulunduğunu gör­
mek ve onu suçlamak gibi bi r mecburiyet karşısında
kalınılır. Bu itiraf, kont Nessel-Rod’un diplomatlığını
inkâr etmek demek değildir. Kont Nessel-Rod pek us­
ta v e tecrübeli bi r zamane siyasetçisiydi. Lâkin sınırlı
ve belli bi r çerçeve dışına çıkamayacak olan meslekini
(tutumunu) sonuna kadar muhafaza etmiş olmasına
göre, pek yanlış bir y ol tutmuş olduğuna hükmetmek
lâzım gelir.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında Büyük Napol­
yon, Birinci Aleksandr gibi sözlerini dünyaya geçiren

( ı ) Bu işaret, e se ri n y a z a n t a ra f ı n d an k o nulm uşt ur.


195

kim s elerin s ın ırs ız s iya s î ih tira s la rı a ra s ın d a d oğu p g e­


liş m iş ve ka rş ıs ın d a — O s m a n lı D evleti için — s a d ece
b ir Pren s M etern ih b u lm u ş ola n R u s ya ’n ın ş im d iki ş a n ­
sölyesi, öyle ya n lış h es a p la r ve öyle b oş h a yâ ller p eş in ­
de koş u yor, im p a ra toru n u da öyle verim s iz g a ilelerle
yoru yord u ki, b u gü n b ü tü n Ru s ileri d evlet a d a m la rın ın
b u S a k s on ya lı N es s el- R od p olitik a s ın ın b ü yü k s u çlu lu ­
ğu n u görm em eleri, b u n d a tered d ü t etm eleri im k â n s ız­
d ır sanırız.

1848 ih tilâ lin d e, ya p tığ ı a s kerî ya rd ım la A vu s tu r­


ya 'yı ve va k tiyle elçilik a rk a d a ş lığı ya p tığ ı Lord A b er-
din gib i b ir İn giliz d ip lom a tı ile ola n özel m ü n a s eb etle­
ri s a yes in d e İn giltere’y i k en d i ta s a vvu rla rın a ve ih ti­
ra s la rın a h izm et ed ici ya n lış b ir yola yön elten b u a d a ­
m ın, b izza t d evletin in b a ş ı b u lu n a n Ç a r N ik ola ’ya ya p ­
tırd ığı ş eyler d ü ş ü n ü lü rs e — m ed en iyet ve in s a n lık n a ­
m ın a — ve on d oku zu n cu yü zyıl n a m ın a tees s ü f etm e­
m ek eld en gelm ez.

S on d erece d ik ka te ş a ya n d ır ki h er d evletin h ü k ü ­
m et d a ireleri ve özellik le s iya s etin m ih verin i teş kil
ed en p olitik a şu b eleri, va rlık la rın ı — m a a les ef— h ep a y­
n ı çerçeve için d e s ü rd ü rü p yü rü tm eye m a h kû m b u lu n ­
d u ğu n d a n N es s el- R od 'u n o za ra rlı s iya s eti de b u a n la ­
yış için d e sü rm ü ş tü r. N etice ola ra k k on t N es s el- R od ’-
u n b u za ra rlı m ira s ın ı d ip lom a s i u zm a n la n en in d e s o­
n u n d a a n la m ış la r ve b u n d a n p ek çok ş ik â yetlerd e b u ­
lu n m u ş la rd ır.
G erçi s iya s ette m a tem a tik çe k es in lik a ra m a k, d ü ş ­
man p olitik a s ın d a a çık lık s eçik lik a ra m a k ka da r gü ­
lü n ç b ir ş ey is e de; d ip lom a s in in en u fa k b ir h a d is e­
n in b ile b a za n en zor b ir m es ele, h a ttâ b ir ga ile ya ra -
196

ta bileceğini düşünmek ve buna göre t edbir almak de­


mek olduğunu unutmamak gerekir, «Herkesi oyalıyo­
rum » zannederek ve bütün düzenini buna göre yürüte­
rek emellerini ve ihtiraslarını gerçekleştirmek hırsına
kapılmak daha gülünç ve daha da gariptir.

Gerek Nessel-Rod’un kendi kaleminden çıkmış ol­


sun, gerek kendisinin fikir ve telkinleriyle başkaları
tarafından yazılmış bulunsun, K udüs meselesi ile bü­
tün siyasi yazışmaları bugün bile anlaşılmaıktan ve
bundan bi r sonuç çıkarabilme imkânından yoksundur.
Bunlarçja ne sağlam bi r üslûp, ne de inandırıcılık bu­
lunmaktadır.

Bir diplomat elbette bir meselede neticeye v arabil­


mek için c meselenin bütün ayrıntılarını, önünü sonu­
nu inceleyecektir. Ama karşıdaki ile gerçekten bir an­
laşmaya varmak isteniiivorsa, meram bu karşı tarafa
son derece kısa, sağlam ve özetli olarak iletilmelidir
Kont Nessel-Rod’un yazılarında bunun tam tersi göze
çarpar. Biınu, sadece bir Osittanh yazarının duygu ve
düşünceleriyle söylemiyoruz. Kim olursa olsun bu hu
susta aynı vicdanî kanaate varacaktır. Bunda hiç şüp­
hemiz yoktur.
Nessel-Rod’un hataları (sade başka devletlere ve
bize değil) Rusya'ya ve Rus diplomasisine de pek pa
halıya mal olmuştur. Eğer o zamanlar Rus devlet adam
lan arasında büyük bir usta yetişip de bu devletin Şar)
politikasını akla yatkın ve mantığa uyar bir yola yö
neltseydi, herhalde bütün Avrupa siyaset âleminde par
makla gösterilecek bir kimse olacaktı. Çünkü Rusy a’
nın en fazla sükûna ve ıslahata muhtaç bulunduğu öyl
bir zamanda. Avrupa'ya karş* izlenecek sağlam ve b:
w
lirli bir siyaset bu devlete ■ çak büyük fay dalar sağlaya­
caktı.
Çarların ötedenberi var olduğunu red ve inkâr et­
tikleri Büy ük Petro Vasiyetnamesi gibi boş fikirlerle
koca Rusya devletinin siyaset adam larım zehirlemek
için icat edilen gaileler, Rusya diplomasisini düşürmek­
ten ve Rusya’nın hayatî menfaatlerini berbat etmekten
başka bi r işe y aramamıştır.

Buna tarihi şahit olarak gösteririz.

Mençıkof, 28 Şubat 1853 tarihinde İstanbul'a gel­


miştir.
Rus hariciye nezaretinin bildirdiğine göne Prens
Mençikof'un görevi K udüs meselesinin çözümüne ça­
lışmaktan ibaretti. Bâbı âlî ile Rus devleti arasında bu
Prens aracılığı ile yapılacak müzakerelerde, bi r sene
cnce katoliklere verilmiş olan geri alınması kesinlikle
söz konusu edilmeyecekti. Bu hususlar hariciye neza­
retlerinin yazısında resmen açıklanmıştı.

Lâkin İst anbul’daki Fransız elçiliği maslahatgüza­


rı K olonel R.oss, Meııçikof’un padişah katında yaptığı
teşebbüsler ve istekler konusunda kendi devletlerine te­
lâş uyandırıcı yazılar yazdılar. Bu yazılar 1853 yılı Nisan
başlarında yazılmıştı. Bunun üzerine, bir süredir izin­
li olarak ülkesinde bulunan İngiliz elçisi Lord Straford
De Redklif, Paris’e ve Viy ana’ya uğray arak ve bu ülke­
lerin kabinelerine İngiltere’nin K udüs politikası hak­
kında bilgiler verip açıklamalar yaparak, çabucak gö­
revi başına (İst anbul’a) döndü. Bunun hemen ardın­
dan da yem Fransız elçisi Mösyö De La Cour, ortaelçi
sıfativle, Osmanlı payitahtına geldi.

Ingiltere elçisi İst anbul’a gelir gelmez, K udüs me­


selesinin kısa zamanda kesin bir sonuca bağlanıp çö­
zümlenmesini teklif etti. Zaten Bâbıâlî bu hususta,
Mençikoi t arafından yapılan müracaat üzerine, bir ka­
rar almaya hazırdı ama, bu kararın büt ün tarafların
şikâyetlerine son verecek nitelikte olması için de Fran­
sa elçisinin gelmesini beklemek gerekiyordu.

Birkaç gün sonra Mösyö De La Cour da geldi. K en­


disi Mençikof ile görüştürüldü. İngiltere elçisinin ara­
cılığı ile t araflar arasında kesin bi r anlaşma oldu.

Anlaşma metni, Meclis-i Hâs-ı Vükelâ (bakanlar


kurulu) tarafından bi r tutanakla padişaha sunuldu. Pa
dişah hazretleri de buna göre bir ferman çıkardı. Buna
göre: K amame kilisesi, padişah hazretleri tarafından
ihsan buyurulacak bi r masrafla tamir edilecekti. Bev-
tüllahim kilisesi kapılam m bi r anahtarı Latinlerde bu­
lunacaktı. 1847 y ılında kaybolan vıldız-alâmetin bir y e­
nisi — hıristiyanlara bir y adigâr olmak üzere — devlet
tarafından y aptırılıp yerine konulacaktı. Bu yöredeki
hiç bi r hıristivan millet, ötekinin üstünde ve fazlasın­
da hak elde edemeyecekti. Mery em’in mezarında önce
Rumlar, ikinci o!arak Ermeriiler, üçüncü olarak Latin*
ler dinî törenlerini yapabileceklerdi. Bey tüllahim’deki
frenk manastırına bitişik olan iki bahçenin idaresi
Rumlarla Latinler arasında aynı haklarla yürütülecek­
ti Velhasıl hep mezhep mensupları ort aklaşa veya ken­
di başlarına sahip bulundukt an ziyaret yerlerini de
—eskidenberi oldughı gibi— yine avnı düzende muha­
I «*

faza edeceklerdi. Bütün bu hususlar için iki av n fer­


man çıkarılmıştı.

**

Bütün bu hususları ihtiva eden fermanın metni


şövledir:

«K udüs mutasarrıfı vezir Ahmet Paşa ile kadı ve


nakibül-eşrâf ve meclis azasma netice-i mukarrerâtı hâ­
vi vazılan fermanın sureti şudur:»

(K udüs-i Şerif’in dahil ve haricinde kâin bazı ziva-


retgâhlardan dolayı Rum ve Latin milletleri beyninde
vuku bu!an münazaat ve ihtilâfının hail ve tesviyesi zım­
nında sen ki m ut asarnf-ı müşârülileyhsin sana ve sair
lâzım gelenlere hitâben bin iki yüz altmış sekiz senesi
temâziyülevvelinin evâhiri tarihiyle müverreh ve bâlâ
sı hatt-ı Hümâyûn-ı şeref-makrûn-ı şâhânemle müzey­
yen tasdîr kılınan emr-i âlî-şâmmm bazı ahkâmı henüz
icra olunmadığı bu defa taraf-ı şâhâneme arz ve ifade
olunmuş ve husus-ı mezkûrun icrası matlûb-ı şâhânem
bulunmuş olduğundan keyfiyyet mecâlis-i vükelâ-yı
fihâmımda ledilmüzakere emr-i şerif-i mezkûrun izah
ve te’kidiyle beraber tetmîm ve tasrihi zımnında altı
bendi şâmil tanzim olunan bi r kıt’a v arakada «Bey tül-
lahm kilisesinin büy ük kubbesinin bi r anahtarı Latiıı-
lere kilise-yi mezkûrde kadimî veçhile m üıûr verilmeyip
derûnunda icrâ-yı âyîn etmek ve t asarrufunda Rum­
larla iştirâk hakkı verilmemiştir v e bununla beraber
kilise-yi mezbûrun hâl-t hazin bozulması ve derûnunda
Latin tâifesi t arafından icrâ-yı âyîn edilmesi velhasıl ge
rek kiliseden mağaray a ımürûr ve übûrca ve gerek ci­
20i!

hât-ı saire ile h iç b ir ta ra fın yen id en b ir şey ihdâ siyle


öteden b erü ve eiyevm câ rî olan u su lü ta ğyîr eylem esi
ru hsatı verilm em iş tir. M a d em ki kilise- yi m ezb û r kap ı­
cısı ka dîm den b eri teb ea-yi D evlet i A liyyem ’den Ru m
pa p azı b u lu ndu ğu ndan ve b u kap ıcın ın ka d îm i hakk-ı
inü rû ru olan m ileli m en 'e ka t’a salâh iyeti olm a d ığın ­
dan b u ndan b öyle kem âfiss âb ık icrâ olu nacaktır. B ey-
tü llahm kilisesi derû nu nda olan m a ğarada m evcu t olu p
b ir sekiz yü z kırk yed i senesinde kayb olan gaaib odan
yıld ıza mutabıık ola ra k ta raf- ı eşref- i şâhânemden mil-
let-i İs eviye’ye b ir yadigâr- ı alenî olm a k ü zere mü ced-
deden k a t’an liln izâ va z’ olu nan yıld ız ile m ilel- i îs evi-
ye’den hiç b irin e hakk-ı mahsu s ve ced îd verilm eyip
vakta n m in el evkaa t b ir tağayyü r gelm eyecektir. Kab r- i
H a zret- i M eryem ’d e âyîn ve ziyâ rete is tih ka kı olan m i­
lel-i İs eviye b eh er gü n icrâ-yı âyîn ve ziyâ ret ed ecek ler­
dir. Miılel-i sairenin icrâ- yı âyîn ve ziyâ ret eylem elerin e
m ânî olm am ak ş a rtiyle tulû-ı Ş em sten b a de' ile h er sa­
bah Ru m la r ve b âde E rm en iler ve anla rı m ü teakip La-
tin ler b irer b u çu k saat icrâ-yı âyîn eyleyeceklerd ir. Ve
b u su retin tertib i D evlet- i A liyye’nin hü kü m ve ruhsa-
tivle icrâ olu nmu ştu r. V e B eytü llü hm ka ryes in d e ef-
tenc d evrin e mu ttasıl olan ik i k ıt’a b ağçe kem â fis s âb ık
Ru m ve Latin m illetleri tarafın dan n izâ ret olu narak
hiç kimsenin hukuk-ı tefevvu kiyyes i olm a ksızın şimdi-
ve kad ar nasıl is tim â l olu n u yor ise yin e olvech ile ku l­
lanıla caktır. B u nlardan m âdâ hiç b ir m illet hakkında
em âvir- i resrniyye ile yeniden icrâ olu nmu ş mü saadât
olm a dığınd an cü m lesi hâl-i hâzırı ü zere ib kaa kılına ­
caktır. E lh â letih â zih î Kudüs-i Ş e r ifte Ru m ve La tin
ve E rm en i m illetlerin in gerek m ü ştereken ve gerek
m ü stekillen ellerin d e bulunan ziva retgâ h la r kemâ-kân
2»)>

,edlerinde müst emirren ibkaa olunacaktır.» deyû m u­


harrer ve mestûr olduğundan varaka-i mezkûre taraf-ı
e^ref-i şâhâneme ar ı ve istîzân olunup ber minvâl-i mu­
harrer icrası hususuna irâde-i seniyye-i mülûkânenı sü-
nûh ve sudûr ederek muktezâ-yı miinîfi üzere Divân-ı
Hümâyûn'umdan işbu emr-i celîlil-kadrim ısdâd ve bâ­
lâsı hatt-ı hümâyûn-ı şekvet-makrûn-ı şâhânemle bittev
şîh tesyâr olundu. Sen ki m ut asam f-ı müşârüliley h ve
mevlânâ ve m üftü ve sair mûmâileyhimsiniz keyfiyyct
mâlûmunuz oldukta işbû emr-i âlî-şâmm sicill-i mahke­
meye kayd ve sebt olunarak bilâ lağay yür ve daima ve
müstemirren hükm-i celîli üzere amel ve hareket eyle
yesiniz Şöyle bilesiz. Alâmet-i şerîfeme itimat kılasız.

fi 1 evâhir-İ reccb sene 69


K IR IM SA VA ŞININ Sİ Y A SÎ T AR İHİ

Hazırlayan: Şemsettin K UT L U
Önem li Siy asî Be lge le t in Sure t le ri

K itabımızda incelediğimiz siyasî meselenin asıl ve


esası, Türkiye ile Rusya arasındaki münasebetlerin ge­
nel politikasından ¿.nemli bir tarih gerçeği çıkarmak­
tır. Bundan dolayı bu bölümdeki diplomatik belgelerin
ilkinin, büyük küçük hepimizin kalbimizde ve kafamız­
da yeri bulunan «De li Petro Vasiyetnamesi» olmasın­
da zorunluluk v ardır.
Bunun için birkaç söz söylemeye lüzum görüyo­
ruz:
«T arih-i Cevdet»in de bi r suretini alıp neşretmiş
olduğu bu vasiyetname gerçekten v ar mı yok mu? Bu
husus Av rupa tarihçilerince büt ün büt ün şüpheli bi r
durumda kalmıştır. Bazı tarih tenkidçileri: <>Öyle bi r
vasiyetname y okt ur» diyerek ceffelkalem bunun v arlı­
ğını inkâr etmişler, bazıları ise bunu söz .konusu etmeyi
bile lüzumsuz görmüşlerdir.
T abiîdir ki biz Osmanlılar, genellikle mevhum (veh­
medilmiş) savılan bu belgeyi — özet şeklinde bile al­
sa— gözden geçirmek mecburiyetmi duyarız. Bununla
birlikt e — mademki maksadımız gerçeğin tâ kendisi
elan hallerdeki olay lara göz atmaktır— uydurma oldu­
ğu şaibesinden (ay ıp v e lekesinden) kurtulamayan bu
kâğıt parçasının niteliği hakkında, ilgili uzmanların
özel görüşlerini gözden geçirmekte fayda vardır.
m

Ünlü Rus yazarlarından Valiçevski, koca Pet ıo adı­


nın yirmi milyon kilometrekare geniştiğinde ve yüz yir­
mi milyon nüfusu bulunan büyük bi r devletin şan ve
azametine bağlı olduğunu. Deli Pet ro’nun katiyen öl­
meyip hayatta bulunduğunu, trans-Siberiyan gibi dün­
yalara yaygın bir demiryolu hattının bile o büyük zatın
eşsiz dehâsının ileriyi görüşlülüğünden meydana geldi­
ğini — pek parlak bir dille— tasvir edip anlatmakta pek
fazla itina göstermiştir.

Bu yazarın tarihî eserlerinden biri olan «Büy ük


Pet ro» adlı eser okunacak olursa, T rans-Siberiyan’a va­
rıncaya kadar Rusy a’nın elde ettiği bütün büyük eser­
lerin o dönemin yüceliğinden meydana geldiği, yani
bunu böyle telâkki ettiği anlaşılır. Halbuki o döneme
ait muamelelerin ve ahvalin geçirdiği ilerleme ve geri­
leme safhalarının Valiçevski gibi inceleyip mukayese
çimek lâzım gelse ve o zamanki teşebbüs ve ıslâhat dü­
şüncelerinin fay dalan ve noksanlan, hattâ zararları
araşt m lacak olsa, pek de hoşa gidecek bi r hüküm ve­
rilemez.

Lâkin buraları bize ait olmadığından «ac aba Trans-


Siberiyan gibi medeniyetin çok büyük bi r eserinin
'T rans-Balkanik) gibi siyasî huzmeleri de v ar mıydı? »
sorusunu hatırlamamak mümkün olamıyor. Yazık ki
işin bu yönleri sükutla geçiştirilmiştir. Yalnız Rus si­
yasetinin Bizans’a aşın bağlılığını ileri süren ve bu ka­
naatte bulunan Valiçevski, bazı tarih gerçeklerini bü­
tünü ile akıllardan çıkarmak azminde görünüyor. Ga­
liba yirmi milyon kilometrekare, bu büyük tarihçiye ka­
lırsa, kâfi de değil. Avrupa yaşamaktan bitkin, eski As­
ya yaşamamış olmaktan vılgm... Dünyanın bütün na-
205

za rları, b u nların arasında b u lu nan b ü yü k ku vvete, Ru s­


ya ’ya, yön elik... B u ndan kim i memnu n, kim i en d iş eli...
B u nu nla b irlik te V a liçevs ki ces u r b ir ta rih çid ir.
H iç perva etm eden P etro’nun b a b asını ara ş tırıyor; b u ­
lam ıyor, d elilli b irta kım b elgelere b aş vu ru yor ve görü ­
yor ki Petro, b irgü n — sarhoş b u lu ndu ğu b ir anda— ya­
nında b u lunan b irin i gös tererek:

— B a ri bu (îva n M u sin Pu ş kin) b ab am ın oğlu ol­


duğunu biliyor. Ya ben kimin oğluyum? S enin mi Ti-
hun Istreşniyef? îtaat et, korkma, söyle söyle, yoksa
seni boğazlarım.
d iyor. H erif:

— Am an haş m etli, m erh a m etin e s ığın ırım , ne ce­


vap vereceğim i b en de b ilem iyoru m . B en ya ln ız d eğil­
dim ki...
cevab ın ı veriyor. V e ya za r daha n eler neler ya zıyor!.
(o h ald e) b u zat b izim a ra d ığım ız vasiyetnam e me­
selesi için de çok cü retli görü ş ler orta ya atm aktan çe­
kin m em iş tir.

Koca Petro'n u n özel hayatından, ga rip ahlâkından


söz ediyor. Ç a r ailelerin in B izans hayat tarzına, B i­
zans tefekkü r çevresin e m a ğlû b iyet derecesinden b ah­
sediyor. Koca P etro Avru p a ’da iken M os kova sarayın­
da döndü rü len entrikalarda n ve bunun ü zerine d ön ­
dü ğü zaman b izzat kendisinin ya p tığı ceza la n d ırm a la r­
dan b ahsediyor. Onun b ir h izm etçi evlâdı, b ir evlâ t ka­
tili b ile oldu ğu nu söylü yor. Tü rlü tü rlü ahlâ ks ızlıkla ­
rından dem vu ru yor ve en nihayet:

«O nu n, b öyle olm as ıyla b erab er, engin b ü yü klü ­


ğü nü n b ü tü n şu s ayılıp dökü len kü çü klü klerini hiçe in­
206

direcek derecede olduğunu» hatırlatıyor ve sonra diyor


ki:
«Pet ro vasiyetname bırakmamıştır. Gerçi mufassal
yazılmış ve her t arafa dağıtılmış, kendisine vasiyetna­
me ad takılmış bir kâğıdın mevcut oilduğunu bilmez
değilim. Lâkin bunun maddeten kabule değer, uygu­
lanma kabiliyeti bulunan bir hükmü haiz olmadığını
dikkat nazarına almak gerekir. Bu kâğıtta Petro adına
bütün Av rupa’nın Rusya tarafından zaptı ve fethi için
geniş ve açıklamalı bi r program bulunduğu halde, ken­
disinden sonra imparatorluk tahtına geçecek kimsenin
kim olması gerektiği hususunda biç bi r belirleme yok­
tur. Demek ki adı edilen bu kâğıt, bu yazı ciıddî ve önem­
li bi r şey değildir.

Doğrudan doğruya bi r saltanat mirasçısı bulun­


mayan koca Pet ro’nun, kendinden sonra makamına ge­
çecek bi r veliahd tayin etmediği halde, ölümünden yüz
sene sonraki Rusya ile Av rupa’nın kaderini düşüneceği­
ne ihtimal verebilir misiniz?

Unutmayalım ki Rusya Saksonya’nın, Prusya’nın,


Danim arka’nın ve İngiltere'nin özel y ardımları saye­
sinde v e ancak on sekiz yıl uğraştıktan sonra İsveç’i
mağlûp etmiş, Polonya’yı yine de elde edememiş, son­
ra Türkiye ile yaptığı çarpışmada (1) bozguna uğra­
mıştı. Böy le tecrübeler geçirmiş olan koca Petro’nun
bütün bi r Avrupa hakkında öyle bi r düşüncede bulun­
ması akla yatkın düşer mi?

(1) Balt ac ı M o h m e t P a ş a i le P e t ro a rası n d a 1711'do y a p ı lan ün lü Prut


sav aşm a v e P e t ro 'n un bu sav aşt ak i büy ük y e n i lg i si n e işare t e di l,
m e k t e di r
20"

Anladığıma göre vasiyetnamenin ilk safhasını, 1811


yılında Paris’te yayınlanan, «R usy a Devleti’nin Politi­
kası ve İlerleyip Gelişm esi» adlı eser teşkil etmiştir.
Bunun yayınlanma tarihinin Büy ük Napoly on’un ihti­
ras ve ondan sonra da çöküş dönemine rastlaması dik­
kate değer. Hat tâ o sıralarda İngilt ere’nin Pet ersburg
elçisi bulunan Sö r Robert Vilson, adı geçen eserin bir­
kaç nüshasının Fransa dış münasebet ler naz ın Dük De
Bason'un eşyaları arasında bulunm uş olduğunu ileri
sürmüştür.
Bu eserde vasiyetname metni, Rus hükümdarları­
nın özel arşivlerinde bulunan gizli ev rakın bi r özeti al­
mak üzere, gösterilmiş ve öyle adlandırılmıştır. Bunun­
la birlikt e bu kitap çabucak unutulmuş, 1836 senesine
kadar sözü bile edilmemiştir.

Berhodç bu konuda şöyle bi r fikir ileri sürmekte­


dir: «Vasiyetname haline getirilen bu eser; Vilmen.
Kont Mulyen ve Sainte Helen hâtıratmın ve Fransa'da
Senato’da söylenen imparator nutkunun bazı bölümle­
riyle mukayese edilerek incelenirse, bu vasiyetnamenin
sahibinin (Pet ro değil) bizzat Birinci Napoly on’dan
başka kimse olmadığı anlaşılır.» diyor. Şurası dik­
kate değer ki vasiyetnamenin gerçek olup olmadığı tar­
tışma konusu olduğu sırada, bunun Fransa hariciye
nezaretinde bir kopyasının bulunduğu inkâr olunmuş­
tu. Halbuki orada mevcuttur ve öyle bi r y erdedir ki
tarihi ve kaynağı hakkında hiç bi r tereddüde imkân
yoktur: Üçüncü Napolyon'un saltanatı sırasında ve K ı­
rım Savaşı yıllarında...
Bununla birlikt e böyle bir vasiyetnamenin v arlı­
ğı veya yokluğu meselesi bence ikinci derece de bi r şey­
dir. Hele Rusva’nın genel siyaseti ve genel kuvveti

hakkınd a b u ndan çıka rıla b ilecek hiç b ir işe ya ra r hü­


küm yoktu r. Petro, kendi adm a orta ya atılm ış ve ya y­
gın la ş tırılm ış olan b öyle b ir kâğıt parçasm ın b ir satırı
m b ile ya zm a m ıştır. Bu , tarih ilm i b akım ından artık
ispat dereces ine u laşmış kesin b ir gerçektir. V a s iyet­
namenin 1811 yılın d a b as ılıp yayınlanan 11 maddesi.
Ru sya devletin in 1725 tarih inden b u yana takip ettiği
siyasî yolu n b ir sergisidir. İşte ası! vasiyetnam e, büyü k
Pctro'n u n bütün Avru pa 'ya karşı — a rş ivlerd e gizli ka­
p alı d eğil— apaçık b ir ş ekild e yü rü ttü ğü bu yold an ib a­
rettir.»
E vet V a liçevs ki b öyle d iyor. Ya n i eserinin bu ön em ­
li b ölü m ü n de vas iyetn am en in aslı fa s lı olm a d ığın ı is­
p at için Koca P ctro’nun son gü nlerin de nasıl hastalan­
dığım , nasıl yazı yazmak arzu su nda bu lundu ğu nu (h er
şeyi teslim ed in iz...) k elim elerin i ya zıp b u n ları tam am ­
lamadan b ıra ktığın ı ileri sü rü yor. P etro bu ndan sonra
kızı An ’ı istem iş ve o da b ab asının yanına gitm iş s e de
a rtık tek b ir h a rf b ile konu şacak d u ru m da olm a d ığın ı
ve saltanatına varis tayin etm ediğin den, Ru sya'nın Lit-
vu nyalı b ir h izm etçi kadın olan Ka terin a elin de kaldı
ğın ı ilâ ve ediyor. B u ndan sonra zamanın karikatü ris t­
leri ta rafından yapıla n b ir resm i ( l ) h a tırla tıyor ve
«Ru s ya da — Fransa’nın N a p oîyon ’dan ferya t ettiği gi­
b i— D eli Petro'nu n ölü m ü nde o o o f...f...f... ded i. D ola­
yıs ıyla m eza r hazırlan ıp da Petro d efn ed ild iği zaman,
yin e de Katerin a'da n daha cidd î gözyaşı döken olm a ­
m ıştır. Z ira çevresin d e çok kan vard ı (2 ).» diyor.

(1) K ari k at ürd e bi r ke di i a r e l e r t araf ı n d an d e f n e d i lm e k t e di r, (y az arı n


n ut u).
(2) Bu c üm le ile P e lro 'n un . i st e d i k le ri n i görçeJatestinutfk; içiıı çok
k an d ö k m üş o ld u£ u h at ı rlat ı lm ak t ad ı r
Valiçevski'nin cüretine ve anlatımındaki katılığına
pek küçük bi r örnek teşkil eden bu y ukarıdaki bölüm­
ler, bizce henüz bilinmeyen bİF tarzda garp bi r tarih
yazarlığının ürünleridir. Doğrusu bunu anlayıp kavra-
maktan âciz olduğumuzu itiraf etmek gerekir.

Bununla birlikte, ne denilirse denilsin. Batı mede­


niyetini cebir ve kahır yoluyla Rusya'da yerleştirip y ay ­
gınlaştırmak isteyen K oca Petro’nun azim ve metaneti
oyle her hükümdarana sip olmuş meziyetlerden değil­
dir.
Rus tarihçilerinin tenkitçi görüşleri ne olursa ol
sun, koca Pet ro’nun büyük Rusya’ya Av rupa’ya bütün
özellikleri ve heybetiyle tanıttırdığını, onu Av rupa me­
deniyet ailesi içine kattığını it iraf etmeyecek kimse yok­
tur.
Tanınmış y az arlardan Galiçin, Latince yazılı bir
kitabede aşağıdaki sözlerin bulunduğunu söylüyor:

'«Eskiler, hattâ İskender ve Sez ar (bile) Çar Pet ro’-


dan daha üstün olamamışlardır. Vaktiyle kahramanla­
ra kumanda ederek savaşa girişmek kolaydı. Lâkin
ölümünden sonra rahata kavuşabilen K oca Pet ro’nun
uyruğu olan halk yığınları, öyle savaş meydanlarında
şan şeref kazanmak emeli ile ölümden konmayacak
adam lar değildi. Bunlar adam dendikleri halde, ancak
ana yakınlaşabilen kaba heriflerdi. K oca Petro burula­
rı, hem de istedikleri dışında, medeni insanlar haline
getirdi.»
Büyük Frederik. Valt aire’e yazdığı bir mektupta
demiştir ki:

«i y i t esadüfler ve bazı elverişli olayların yardımı


ve yabancıların bilgisizliği sayesindedir ki Çar — K oca
F : 14
2ıo
Pet ro’yu kastetmiştir— bir muhayyel kahraman gibi
görülmüş ve sayılmıştır. Onun kısmen çağdışı bulunan
akıllı bi r tarihçisi ise aradan meçhuliyet perdesini kal­
dırmış, K oca Petro yu bizlere bütün kusurları ve bu
arada, az da olsa bulunan, faziletleriyle tanıtmıştır.
Onun artık her şeyi bilen ve her şeyi derinleştirmek
isteyen biri olmadığı anlaşılıyor. Göz kamaştırıcı bir­
takım yeni yeni hayâllere dalmaya bağlı okkığu mey­
dana çıkıyor. Artık onun, hiç bi r tehlikeden korkma­
yan ve çekinmeyen cesur bi r savaşçı olmadığı, tam ter­
sine korkak ve cesaretsiz bi r adam olduğu belirleni­
y or...»
Sözün kısası her şeyi yakıp yıkmak, her yeri kasıp
kavurmak, milletinin bi n senelik alışkanlıklarını alt
üst etmek ve Av rupa’nın en yeni usullerini, metodları-
m Rusy a’y a sokmak... gibi halleriyle kendine özgü bir
ün ve ad bırakmış olan K oca Petro, bizzat kendi sal­
tanatı zamanında uğradığı felâketleri bile pek kolay
tamir edememişti.

Daha o zaman «hıristiyanlık sürüsü»nün «Osmanlı


K urt u» aleyhindeki feryat ve şikâyetleri, esas ve hükü­
met anlayışı Bizans anlayışına dayalı bulunan, Bizans
medeniyet ve ihtiraslarını kendisine tek bi r rehber ta­
nıyan bu şöhret delisi Rus hükümdarına pek kuvvetli
bi r silâh vermişti.
(Grek-Rus im paratoru Birinci Petro) unvanını ta­
şıyan tablolarını A v rupa’da yaptırtmış v e Osmanlı Dev-
Icti’nin bütün Rumeli ülkelerinde bunları dağıttırmıştı.
Osmanlılar bütün bu olup bitenleri bilmiyor, görmü­
yor, öğrenmiyor değillerdi. Hattâ:
«Petro, Büyük İskender gibi, büt ün dünyayı fet­
hetmek arzusunda bulunuyor. Buna meydan vermeme
211

liyiz» (1). diyen Osmanlı Padişahı Üçüncü Sultan Ah­


met Han'ın bu sözlerini birçok Av rupa tarihlerinde gör­
mekteyiz. Durum böyle olduğuna göre vasiyetnamenin
bizimle ilgili maddelerini önemle karşılamaktan uzak
durabilir miyiz?
O zamanın siyasetine ait delillerden biri olmak üze
re, Rusya’nın İstanbul elçisi Vişniy akof’un kendi hükıi-
metine yazmış olduğu bi r mektubun şu bölümlerini ün­
lü tarihçi Albert Vandal, kitabında şöyle naklediyor:

«T ürkler, Rus askerleri kendi sınırlarına yaklaşır


yaklaşmaz genel bir iç isyanın patlak vermesinden şüp­
heleniyorlar. İst anbul’da yaşamakta olan Grekler (İ s­
tanbul’un yerli R um lan) büyük bi r çoğunlukla birt a­
kım namussuz heriflerdir. Bunlarda ne din var, ne
iman... T ek düşündükleri ve uğraştıkları şey paradır
Bizi de (Rusları kastediyor) T ürklerden daha fazla sev­
mezler. Lâkin memleketteki bu Grekler ve özellikte
Bulgarlar, Ulahlar, Moldav lar ve daha başka milletler
zulümden (!) kurtulmak için öylece çalışıyorlar ve R us­
ya’ya öylece sadık görünüyorlar ki zât-ı haşmet-sımât
ları (Çar kastediliyor) uğrunda canlarını feda etmekten
bile çekinmeyeceklerdir. İşte bunların (T ürkler kaste­
diliyor) sadece gururlarını ay aklar altına almak için
değil, bu zalim unsuru (! ) büsbüt ün mahvetmek için en
en uygun zaman şimdidir.»
Polonya’nın taksim edilmesi sırasında, «hem ağlar,
hem de memleket kapar olan» Maria Terez politikası-

(1) On se ki z inc i y üz y ı ld ak i b i r O sm an lı p ad i şah ı n ı n b u uz a k g ö rüş,


î ülüğ ün ü, o z am an d an ik i y üz y ı l so n ra, İ k in c i D ün y a S av aşı so n­
l a r ı n d a Ç ö rç i l v e ö z e lli k le R uz v e î t d s g ö st e re bi lm i ş olsaûardı be lk i
da d ün y a bug ün k ü g i bi iki k am p a bo lün m üş o lm az dı.
212

ııın, Ru s ya'ya karşı ya p tığı ya rd ım ı ve gös terd iği iyi


n iyeti de da im a ak ıld a tu tm alıdır.
Ç a r B irin ci N ik ola , b ir va siyetn am e olm a d ığım ifa ­
de etm iş ve b u nu p ekiş ’.irm iştir.

Ç a r Ü çü ncü Alcks a n d r da, b ir mü naseb etle, Koca


Fetro'n u n vasiyetnam e b ırakm ad ığın ı h a tırla tm ış tır.

G erçekten hayret ed ilm eye d eğer b ir n okta d ır ki,


Fransız ya za rların ın çoğu b u konu da su smu şlardır. On­
ların bu su sku nlu kları acab a vas iyetn am en in varlığın a
m ı, yoksa yoklu ğu na m ı d elâ let edecek? D eli P etro’nun
ve kendisinden sonra gelen ça rla rın gerçek siyaset a n ­
layışlarının ve p lâ n la rın ın enine b oyu n a in celem elerin i
yapan, b u hususta b ü yü k b ir b ilgi ve m eharet gös teren
Fra nsız ya za rla rm m «va s iyetn a m e va r d ır » ya da «yo k ­
tu r» d em elerin de herhangi b ir m a hzu r ta savvu r olu na­
b ilir m i'5
Ya ln ız ü nlü ta rih i S enyib oz, bu m eşhu r kâ ğıt par­
çasını yok fa rzetm ek ted ir

B izim >çin, vasiyetnam eden fazla, b u nu n tayin edip


b elirttiği siyaset yolu nu ve anla yışın ı b ilm ek daha
ön em lid ir. S iyasî ta rih le ilgili eserlerd en öğren ild iğin e
göre, Koca P etro’nun kendinden sonra gelen lere ya d i­
gâ r b ıra ktığı özal d iplom asi tarzı ve anlayışı, b izza t
kendisinin tek b aşına çizm iş oldu ğu b ir plân sayıla­
maz. Çünkü bu hü kü m darı kü çü k yaşından itib aren
eğiten ve yetiş tiren m u allim lerin hemen hepsi yabancı
oldu ğu gib i b u nların -—en b ü yü k, en parlak za fer taç­
larını Ru sya çarının b asma koyab ilm ek için— göster-
m

d ik leri yoiia r, ted b irler ve va sıta la r d a Ru s ya ’nın ulusal


çıka rla rı ile tani b ağdaşacak n itelik te d eğild i.
N e çare k i Ru s hü kü m da rla rı ya b a ncılara karşı
fa zla m eyilli id iler, on la rın kış kırtm a la rın a ve yön elt
tik leri h ayâ llere ka pılm akta n k en d ilerin i kıırta ram ı-
yorla rd ı. Koca P etro da b u a kım a u ymu ş b u lu nm aktay­
dı. Yok s a aslın da Ru s ların dışa d ön ü k s a ld ırıla rı tâ
Ü çü ncü İva n za m a n m d an b eri ken d in i gös term eye b aş­
lam ıştı. Ru s hü kü m da rla rı ku zeyd e İs veçlere, Litva n-
valara, gü neyd e Ta ta ris ta n ’a ve Tü rk iye’ye d oğru yü ­
rü yü p du rm u şlardı. Şu hale nazaran D eli P etro'ya is-
nad olu nan b öyle b ir vas iyetn am e m evcu t olm asa b i­
le — ki b ü yü k b ir ih tim a lle gerçek de b u du r— yayılan
ve yayınlanan b u vas iyetn am en in n eler ih tiva etm ekte
oldu ğu zaten ta rih çe m eçhû l olm ayan h ir şeydi.
Ka ra d en iz’le B a lıık d en izi arasında sıkış m ış olan
ve kend ine çıkış yerleri tem in etm ek ih tiya cın d a b u b i­
nan Ru sya'nın b u m aksada yön elik dü şü nceleri ve te­
şeb b ü sleri b ir m ecb u riyetin ifa d es i ola ra k kab u l ed ilip
bu na kim se itira z etm eyecek b ile olsa b u nu gerçek­
leş tirm ek için cih a n girlik hayâ lin e yön elm ek, insanlığa
ve m eden iyete karşı b ir m a za ret teş kil ed eb ilir m i? Bu
hr zam an ve h er yerd e soru lacak b ir su aldir. D ola yı
yıs ıyla b u yolu izleyen lerd e m u tlaka b ir teş vikçi arana­
b ilir.
Ra h m etli C evd et Paşa, d eğerli eserin de (ta rih in d e)
d iyor ki:
«P e tr o ’rnın tasavvu ra tı pek vâ si is tifa sın a öm rü nü n
vefa etm eyeceği d erk â r oldu ğu ndan kend isinden sonra
b akıyye- i ta savvu ra tm in ifa s ı için b ir va siyetn am e tah­
rir ile 1138 f'hicrî) (m ila d î: 1725) ta rih in de desîse-lıâ-
ne-i dü nyayı terked ip gitm iş tir.
214

Ve eğerçi Petro efkârını herkesten ihfâ edüp vefa­


tı dahi fiic'eten gibi zuhur ederek kendü kalemiyle
öyle bi r tâlimnâme yazmaya vakti olmadığı bazı
müverrihin tarafından iddia olunmuş ise de evvelce
vazup bırakmış olması muhtemel olduğu halde, Pet-
t o’nun vasiyetnamesi unvanı ile hayli vakitten beni
meydana çıkıp münteşir olan v araka ol zamandan bu
günlerimize kadar Rusya devletinin kâffe-i harekât-j
Tesmiyesinin ve harbiyvesinin bir icmâl-i saaıkı görü
ııür.»
Halbuki koca Pet ro’nun füc’eten (bir anda, ansı-
sızm) vefat etmediği, kış ortasında suya atılıp kurt ar
dığı bi r gemici yüzünden soğuk almış ve hastalığı şid­
detlenerek ölmüş olduğu bugün ispatlanmış bi r gerçek
tir (1). Vasiyetnameyi evvelce muhakkak yazdığına dz
hükmedemeyiz. Çünkü yazmamış olduğu görüşü de ile­
ri sürülebilir, özellikle yazıldığı konusunda ileri sürü­
len fikirler inandırıcı olmadıktan başka, belgeler de
yeterli değildir. Yalnız, Cevdet Paşa’nın icmâl-i sadık
tabirine dikkat etmek ve önem vermek gerekir (2). Fa­
kat bu da Deli Petro döneminden önceki Rus siyaseti
rA unutmamak kaydıyla olmalıdır.
Tarih-i Um um înin (3) altıncı cildinde Murat Bey
diyor ki:

(l> Y a z a n n i spat lanm ış o la ra k n it e le diğ i bu k o nu üz e ri n d e ç ok a y k ı rı


g ö rüşle r de bulun m ak t ad ı r. Bi rç o k k ay n ak lar, P e t ro 'y u h alk ı n g ö ­
z ün d e k ah r am an laşt ı rm ak iç in bö y le b i r o la y m uy d uruld uğ un u, bi r
G ri k urt arm ak iç in k e n di h ay at ı n ı hiç o say d ı ğ ı k an aat i n i n y a y ı l­
m ak ist e n d i ğ i n i i le ri sürm üşle rd i r. Ö t e y an d an Ç a r ’ m suy a düşü,
şün ün g e rç e k o ld uğ un u, f ak a t bun un sarh o şluk t an i le ri g e ld i ğ i n i
i d d i a e d e n le r de v ard ı r.
(2 ) ls m â l- i s a d ık : G erçeğe u ygu n b ir Ö zet a n la m ın a .
ı3 î M u ra t B ey. M iz a n c ı M u ra t o la r a k da a n ılır . R u s ya T ü r k le r in d e n
o la n ve 1 9 1 2 'd e İ s t a n b u l'd a ö le n bu z a tın ç e ş itli ve d e ğ e r li e s e r le r i
v a r d ır .
215

«Pet ro yalnız kendinden sonra gelecek çarlar için


vasiyetname suretinde bi r program bırakmışt ır ki, san­
ki Rus hükümdarları bugüne gelinceye kadar hep bu
program gereğince hareket et mişlerdir ve edegelmek-
tedirler.»
Petro'nun vasiyetnamesinin özeti şöylece y apılabi­
lir:
1 — Rusya, askeri daima savaşa alıştırıp hazır bir
halde bulundurmalı. Sulh ve asayiş zamanını savaşa ve
savaşı sulha bir sebep olarak bilip tanımalı.
2 — Av rupa’dan bilgili subaylar, ilim ve fen adam­
ları getirtilerek bunlardan Rus milletinin maddeten ve
manen istifade etmesini sağlamalı.
3 — Av rupa’da cereyan eden büt ün ban ş işlerine,
anlaşmazlık ve çekişmelere ve özellikle Rusya’ya büyük
yakınlığı bulunan Almanya olay larına her fırsat düştük­
çe müdahaleden geri kalınmamalı.

4 — Lehistan’da iç kargaşalıklar ve bölünmeler çı­


karmalı, kral seçiminde rüşvet verilerek nüfuz sağla­
malı ve bu vesile ili; Rus askerlerinin bu ülkeye soku­
larak oranın taksimi imkânlarının tamamlanması yo­
luna gidilmeli.
5 — İsveç’i Rusy a’ya karşı savaş ilân etmeye mec­
bur etmeli; îsveç ile Danimarka arasında devamlı iki­
lik çıkarmalı ve bunu beslenıeli.

6 — Rusya im paratorluk hanedanı üyeleri daima


Alman hükümdarları hanedanı arasından kız almadı ve
bu bağlantı ile Rusya menfaatlerinin Alman m enfaat ­
leri ile birleştirilmesine çalışılmalı.
7 — Deniz kuvvetimizin çoğaltılıp genişletilmesi
için Ingiltere ile ticaret işlerinde ittifakı öngörmeli.
216

Mahsûllerimizin İngilt ere’ye gönderilmesi ve orada sa­


tılması yoluyla ticari münasebet ve bağlantıları sağla
malı vç bunun sonucu olarak Rus ticareti ve denizciliği
geliştirilmeli.
8 — Kuzeyde Balt ık ve güneyde Karadeniz kıyıla­
rına yayılmalı.
9 — İsveç’i zayıf düşürmek için İngiltere ve Prus­
ya (A!m any a)’yı ittifaka almalı. Avusturya'yı Türkiye
aleyhine kışkırtarak K aradeniz ’de limanlar ve tersane­
ler ve kaleler yapmalı. Mümkün olduğu kadar T ürkiy e’
ye ve Hindistan'â yaklaşmalı. İst anbul’a hükmeden bü­
tün dünyanın gerçek hükümdarıdır.
10 — Bi r yandan Avusturya ile ittifak edip kendisi­
ni oyalamah, öte yandan öteki Alman hüküm etlerinin)
teşvik ederek, Avusturya’da Rusya'nın nüfuzunu garan­
ti altına almaya bakınalı.

11 — Türkleri Av rupa'dan (Rumeli ve Balkanlar­


dan) uzaklaştırıp çıkarmak için Avusturya’nın iht ira­
sını kabartmalı ve İst anbul’un fethi üzerine ya öte­
ki devletleri Avusturya'ya musallat etmeli, y a da ona
da küçük bir hisse vermek suretiyle rekabet duygusu­
nu ve kıskanmasını kırmalı.
12 — Türkiye ile Macaristan’da ve Lehistan’da pa­
panın ruhanî egemenliğini kabul etmeyen hıristiyanlar
Rusya'ya çağırılmalı, Rusya'da yeni (ve tabiî Rus hiz­
metinde) bir ruhanî makam kurulmalı.

13 — Hindistan ticaretin mihveri olduğundan, İran


devletinin ortadan kaldırılması işini aceleştirmeli ve

( 1) Bi li n d i ğ i g i bi A lm an birlif t i o «im an lar da h » g e rç e k le şt irile n ! e.


m is ti.. K
mümkünse Doğa ülkelerinin eski ticaretini Suriye top­
rak lan üzerinden yeniden canlandırarak dünyanın
iimbarı sayılan Hindist an’a kadar gitmeli.

14 — Iran, îsveç, Lehistan ve Türkiye zaptedildik-


ten sonra Av rupa’nın paylaşılması önce Fransa’ya eğer
o buna razı olmazsa Avust urya’ya teklif olunmalı; bun­
lardan iıkisi de rıza göstermezlerse aralanna fesat so
kurak hepsini işgâl etmeye çalışmalı ve bunun sonunda
fırsattan ist ifade ile hücum ederek Av rupa kıtasının
bütün kalan kısmım da zeptedip ele geçirmeli...

Şu özelin okunmasından da anlaşılır ki böy le bir


vasiyetname mevcut olmasa gerektir. Am a unutmamak
gerekir ki böyle bir vasiyetnamenin mevcut olmaması
Rusya'nın maluk ve eskidenberi süregelen iht irasları­
nı gösteren olayları ve şahitleri yine de ort adan kaldı­
ramıyor.
Rusya'nın, Av rupa medeniyetini ülkesine sokmak
için koca Petro zamanında y apılan delilikler K atenna
zamanında da devanı etmiş değil midir? Daha sonraları
da bu prensipler takip edilmedi mi? K oca Pet ro’nun
banladığı delilikler, bugün t arihlerde büyüklükler ola­
rak anılıyor. Çünkü Rusya, daha ilk R om anof hüküm-
danna sahip olıır olmaz, mezhebi v e siyaseti tek bir
iktidarda toplamıştır. Biri Cermen, öteki Rus panla-
i i (1) olmak üzere, iki büyük kavmin ihtiras selleri — ki
bu seller sınırsın ve tehlikelidir— ne hizmet edici bir
gidişe bağlanıp durmuşlur. Bu gidişin şimdiye kadar
sebep olageldiği gösteriler ve değişmeler o derece ta-

i l ) M ut a assı p bi rle şm e v e bi rle şt i rm e , ay rı c a ırk ç ılık d âv ası g üt.ro*» t *,


ra f t a r l a n .
218

ıih gerçeklerindendir ki bunları ayrıca açıklamaya kal­


kışmak bile abes olur.
Kat erina zamanındaki ruh haletini gösteren bi '
karikatür hatırlanmaya değer. Bizzat Valiçev ski’nin bil­
dirdiğine göre, bu karikatürde împaratoriçe Katerina
bir bacağı Varşov a’da, bir bacağı da İstanbul üzerinde
olduğu halde fistanıvle bütün Avrupa hükümdarlarını
hattâ papayı da kaplamış bir halde görünmektedir.
K at erina’nın bütün siyasî faaliyeti, bir yandan” çe­
şitli vasıtalarla bütün Av rupa’da adını ve şanını andır­
mak... öte yandan da Osmanlı Devletini büsbüt ün mah
vetmek, K ırım ’ı ve Karadeniz limanlarını zaptetmek,
ay nca Polonya’yı da haritadan silmek noktalarına mün­
hasır kalmıştır. K at erina’nm bu fetihler ve teşebbüsler
için — Rusy a’nın gerçek çıkarlarından daha çok— teş­
vik ve ihtiraslara kapıldığında herkes aynı görüştedir.
On yedinci yüzyıl sonlarında, OsmanlIların Viyana
bozgunu üzerine Avusturya imparatoru; papa ve Vene­
dik cumhuriyeti, Polonya kralı ve Moskova çarı ile bir-
leşerek Türkiye’nin çökertilmesi yollarını aramay a gi­
rişmişti. Yalnız On dördüncü Louis, bu devletlere ka­
tılmamış, bizimle dost kalmak siyasetini tercih etmiş­
ti.
İşte o sırada yayınlanan bazı takvimlerin (1) ihti­
va ettiği karikatürlerden ikisi v ardır ki bunlar da Al-
bert Vandal t arafından hatırlatılmaktadır:
Bunlardan birinde T ürk, hasta bir halde, ıstırap
vatağında görünüyor. Hekim ler etrafını almış ve her
biri kendi tedavi tarzını tavsiye etmekle meşgul (he-

il) M e t i n d e t ak v im oJarak g e ç m e k t e dir. Adı e d ile n e se rle ri n b u gü n


y ı llı k d e d i ğ i m i z t ürde n şe y le r o l d u ğ u a k la g e le bi li r.
219

k im lerin de Tü rk iye'yi p a yla ş m a k is teyen d evletler ve


özellik le R u s ya ’yı tem s il ed en kiş iler olm a s ı a k la g el­
m ek ted ir).
İk in ci k a rika tü rd e Tü rk iye b ir çörek b içim in d e
gös teriliyor. A vu s tu rya , Polon ya , V en ed ik h ü k ü m d a r­
la rı (ve ta b iî Ru s çarı) çöreği p a rça lıyorla r. B u n la rın
etra fın d a d iğer A vru p a h ü k ü m d a rla rı b u lu n u yor.
A lb ert V a n d a l, bu ka rik a tü rlere ilâ ve ettiği m ü ta ­
lâ a d a , D oğu 'd a k i p a yla ş m a ve b ölü ş m e fik rin in ik i b u ­
çu k yü zyıllık old u ğu n u ve fikrin, R u s ya 'd a n d a h a önce,
A vu s tu rya ’d a d oğd u ğu n u ileri sü rm ü ş tü r.
B u ndan a n la ş ılıyor ki orta A vru p a , a rtık b u gü n
gerçek leş m iş b u lu n a n C erm en b irliğin i en gels iz ve za h ­
m ets iz m eyd a n a getirm iş , öteki p a n öylece ka la ka lm ış -
tır. D oğu p a n ın ın geçird iği ka n lı s a fh a la rın ı za ten in ­
kâ r etm ek im k â n ı yok tu r (1).
D eli Petro va s iyetn a m es iyle Ka terin a ’n ın ta s a rla ­
d ık la rı ve ya p a b ild ik lerin d en s on ra b izce in celen m eye
lâ yık b u lu n a n en ön em li ta rih î b elge, ça r B irin ci A lek ­
sandr ile N a p olvon B on a p a rt a ra s ın d a ki m u h a b ereler
ve Tils it ile E rfort’u n kon u ş m a la rıd ır.
G erçi, ola yla rın geliş m es i ve s on u çla r gözön ü n d e
tu tu la ca k olu rs a b u m u h a b ere ve kon u ş m a la rın ön em i
p ek aza lır, id d ia s ın d a b u lu n a n la r d a va rd ır. A n ca k, b i­
zim için s öylen en ş eylerin n iteliği — h er n e ş ekild e te­
vile ve yoru m la m a ya ka lk ış ılırs a ka lk ış ıls ın — h ep a çık
s eçik old u ğu n d a n , b izim b u n la rı bu ş eyleri m u tla ka
gözd en g eçirm em iz gerekir. Ya ln ız ş u ra s ın ı d a s öyleye­
lim ki Tü rk iye'n in p a yla ş ılm a s ı, on d oku zu n cu yü zyı-

(l)B ilindiği gibi bu kanlı safhalar özellikle Tü rkiye'yi ve Tü rk halkı­


nı hedef tutmuştu.
220

hn başlarında Rusya ile Fransa arasında pek uzun uza­


dıya muhabereleri vt- konuşmaları zorunlu kıldığından,
fcu konuyu özetlemek katiyen caiz değildir. Ancak şu
da v ar ki, özellikle son belgesel açıklamaların ışığın­
da, bu konu hakkında en azından birkaç eser yazmak
uile gerekir; mesele o derecede geniş ve önemlidir. Do­
layısıyla biz işin bu tarafım yine geleceğin araştırmacı­
larına ve kalem sahiplerine bırakarak ve bunların oku­
nup incelenmesini tavsiye ederek — özetin özeti olan—
esaslı noktaları buray a alıyoruz:

Büt ün tarihlerde görülür ki Bonapart ile Aleksandr


arasında cereyan eden muhabere ve muhavereler; biri
A v rup a'n ı n bölüşülmesi, öteki bütün dünyanın bölüşül­
mesi şeklinde iki p lân üzerine kurulmuştur.

Avrupa'nın — yahut T ürkiye'nin— bölüşülüp pay­


laşılması ki bu iş Rusya ve Fransa arasındaki bi r itti­
fakın sonunda gerçekleşecekti; çar Birinci Aleksandr'ın
başvekili R om ançora göre şu aşağıda gösterildiği gi­
biydi:
<H — Rusya: Eflak, Buğdan, Besaraby a ve Bulgaris­
tan ülkelerini alacaktı.
— Fransa: Arnavutluğu, Bosna’nın bir kısmını.
Mo ra’yı Kandiye'yi (Girit adasında).
I I — Avusturya: Hırvatistan'ı ve Bosna'nın kalan kıs­
mını
mmı.
| — Sırbistan müstakil kalacak ve Avusturya hü­
kümdarlık hanedanından bir prense veya Rus gran-
düşeslerindeıı biriyle evlenecek herhangi bir prense
t erilecek...»
D iinvamn b ölü şü lm esi de ş öyle dü şü nü lü yordu :
« n — Buğdan, Besaraby a, Ef>.k, Bulgaristan ve
Rumeli’nin bi r kısmı, Meriç nehrinden tâ denize ka­
dar bir sınır çizgisi teşkil etmek üzere Rusya’nın ola­
caktı.
H ı — Fransa Bosna'yı, Arnavutluğu, Mora'y ı, K andi-
y e’vi, K ıbrıs’ı, R odo s’u, bütün Akdeniz adalarını, İz­
mir'i ve doğu kıyıların;, Suriye'yi, Mısır'ı alacaktı.
j p — Bu hesapça Avusturya da büt ün Sırbist an'ı bü­
tünüyle bi r Nem se eyaleti haline gcıirecek, Makedon­
y a’yı — Fransa’nın Arnavutluk sınırım tahkime ya­
rayacak olan not’ ardan başkasını*— Selanik de dahil
olmak üzere alacak, yani Üsküb’ten Orfano üzerine bir
çizgi çekilerek Nem se (Avusturya) denize kadar ine­
cekti.
— Hırvatistan — ki bunda bahis konusu değildir—
Napolyon'un düşüncesine bırakılarak ya Avusturya’ya,
ya Fransa'ya geçecekti...

Bu iki bölüşmenin hangisi kabul olunursa olunsun


üç devlet (Rusya, Avusturya, Fransa) Hindist an’a gön-»
derilecek askerî kuvvetlere katılacak, bu katılış karşı­
sında Rusya’nın Hindistan üzerinde hiç bir iddiası ol­
mayacaktı.»
Romançof ile Fransa’nın Pet ersburg elçisi General
Ko!en-kur (Dük De Visans) arasında, aşağıdaki dör<
noktada da anlaşma görülmüştü:

1 — İst anbul’a R uslar sahip olacaklardı.


2 — Eğer Fransa, Rusya'nın İstanbul'a yerleşme­
sine rıza gösterirse, Çanakkale boğazı Fransa’ya verile­
cekti. (Bu durumda Avusturya, Makedony a’da uğraya,
cağı ziyanı Hırvatistan ya da Bosna’da telâfi edebile
çekti).
222

3 — Bu iki nokta üzerinde kesin bir anlaşma ol­


madığı takdirde, imparator Aleksandr'ın daha önce
ileri sürdüğü gibi, İstanbul’da müstakil bir devlet kuru­
lacaktı.
4 — Rusya imparatorunun, Fransa’ya takdim ettiği
Suriye ile Mısır’ın fethedilmesi için, ona askerî yar­
dımda bulunup bulunmayacağı bildirilecekti.
Bunun bir de notu vardı:

Eğer Çanakkale boğazına Fransa sahip olur, ya­


hut İstanbul’da Avı upa kıtasında kendine bağlı y erler
olmak şartiyle müstakil bir devlet kurulursa, Rusya
bu ziyanını gidermek için Asy a’da, T rabz on dolayların­
da yeni topraklar edinecekti.

Bu lâubali diplomat pazarlıklarının ne zaman ce­


reyan ettiğini de gözlerimizden uzak tutmamalıyız. Na:
polvon, o zaman İngiltere'yi bitirmek istiyordu. İngil­
tere ortadan kaılkınca, daha doğrusu, İngilt ere’nin Av­
rupa kıtasında hüküm ve nüfuzu kalmayınca Napolyon
için bütün Av rupa’yı yutmak işten bile değildi. Ancak
İngilt ere’yi bitirmek, yalnız Avrupa'daki baskılarla bi
tebilecek bir iş miydi? Napolyon, İngilt ere’nin can evi
olan Hindist an’a kadar gidecek, düşmanını asıl orada
ınahv ü perişan edecekti.

General Kolen-kur Rusya imparatorunu bu yolla­


ra sürüklemek istiyordu (1). Fransa, Rusy a’dan Hindis­
tan için imdat askeri bekliyor, Ruslar için İstanbul’u
ele geçirmek hayâli de bundan dolayı, oynanan facia­
nın her perdesinde en etkili rolü oynuyordu.

ıı) S anki Ru s Ç a r 'ın m b ö y le b ir a rzu s u ve ih tir a s ı yo k m u ş g ib i.


223

Romançof ise Fransa elçisinin isteklerinin kolay


kolay yerine getirilmesinin mümkün olacağını sanmı­
yordu. Am a Çar Aleksandr:
«İst anbul’u Rusya va vermeli; T ürkiye’nin bö lü­
şülüp paylaşılması işinde İstanbul’un Rusya’nın eline
geçmesi Rus milletinin biricik emeli ve arz usudur.» di ­
yordu.
Nihayet olumsu/ bir netice ile son bulan bu boşu­
na müzakerelerin bıraktığı tereddüt izleri dolayısıyla,
tarihçiler yeri ve zamanı geldikçe (bu tatsız ve laubali)
konuyu hatırlatmaktan /kendilerini alamazlar.

Bölüşme ve paj'laşma fikrinin bi r başka türlüsünü


tasvir ve tavsiye eden bi r başka diplomat da Prens De
Bism ark olmuştur.

Prens De Bism ark «Mülahazât ve Hat ırat » adlı ese­


rinde (Rusy a’nın gelecekteki politikası) başlığı altında
önemli bi r bölüm yazmıştır. Bu bölümde prensin her
şeyden önce hatırlattığı şey, Rusya’nın — Fransa ile ne
kadar müttefik olursa olsun— Almanya ile bir savaşa
katlanmaktan hiç bir fayda görmeyeceği hususudur.

Prensin düşüncesine göre Almanya da Rusya ile


savaşmaktan bi r fayda göremez. Olsa olsa savaş tazmi­
natı bakımından — eğer Rusya galip gelecek olursa—
Almanya’dan daha fazla istifadeli çıkabilir. Bununla
birlikt e alacağı savaş tazminatı da ancak aynı savaşta
yapmış olduğu masrafın karşılığına tutacaktır. Doğu
Frusya’nın Rus topraklarına katılması ilhak edilmesi
arzusu Rus sivasetince pek uygun değildir. Batı Prus
224

ya ve Püzen eyaleünin Polonya'ya ilhak edilmesi de


Rus Devlet adamları t arafından destek görmemekle­
dir. O halde gerek Ruslar, gerek Almanlar bakımın­
dan, bu iki devletin birbirleriy le savaş yapmaları için
ciddî bir sebep bulmak güçtür. Yalnız, sırf işsiz güç­
süz kalan askerî kuvvetleri oyalamak için, Balkanlarda
b;r savaşa girişmek ihtimali vardır.
«Rusya, yeteri derecede hazır olduğunu hisseder et­
mez — ki bu da Karadeniz'de büyük bir donanmaya sa­
hip bulunmaya bağlıdır— 1833 Hünkâr İskelesi anlaş­
masında olduğu gibi: Petersburg kabinesi, sultana İs­
t anbul'daki mevkiini temin etmek şartiyle, Rusya evi­
nin kapısının anahtarı olan Karadeniz Boğazını Rus­
ların K aradeniz Bogazı'nı kapamalarına müsaade et­
mesini teklif edecektir.

Babıâii’nin, Rusya tarafından yapılacak böyle bir


himaye teklifini ¡kabul edeceği, yalnız mümkün değil,
muhakkak gibidir; eğer iş mahirce bir şekilde idare
edilebilirse...
Yinmi otuz sene evvel Osmanlı Devleti, öteki Avru
pa devletlerinin — bir kıskançlık sebebiyle— Rusya’ya
karşı T ürkiye’ye her zaman garanti verebilecekleri zan
ve tahmininde bulunabilirlerdi. Ingiltere ile Avustur­
ya'nın o zamanki politikaları Türkiye’ye sahip çıkmak
onu korumaktı (Rusy a’ya karşı). Fakat Gladston’un
sonraki konuşmaları, gerek Lo ndra’da gerek Viyana’-
da, böyle bi r himaye ve koruma havasım gidermiştir.
Zira, eğer Avusturya İngiltere’nin bu niyetinden emin
olsaydı, Meternih P.ayştag'da eskldenberi tuttuğu yol­
dan geri dönmezdi. Daha Sı n m Savaşı zamanında bi­
le, bir zaman önce Avust urya’yı Rusya ve Çar Nikola’ya
bağlamış olması lâzım gelen minnettarlık izleri ve
225
eserleri art ık geçerliliğini yitirmiştir. Avusturya başve­
kili K ont Duboul, bıı duy gulara son verdirmiştir. Paris
K ongresi’nde ise Avusturya, yeniden Me t em ih politi­
kasına dönmüştü.

Ingiltere’nin münasebetsiz politikası sebep olma­


saydı 1856'da, — isterse karşılığında Bosna verilsin—
Ne Ingiltere’den, ne de T ürkiy e’den ayrıcalık göster­
meyecekti. Şimdiki duruma göre ise Osmanlı Devleti,
kendi menfaatlerini feda etmeksizin, Rusy a’nın sınır
komşuluğu dolayısıyla vaad edebileceği tam ve yeterli
bi r yardımı artık İngiltere ile Av ust urya’dan bekleye­
mez.

Rusya hazır ve amâde olunca, şahsî ve samimi ola­


rak, halifeye saraydaki mevkiin ve bütün ülkelerini
—yalnız düşmanlarına karşı değil, hattâ kendi uyruğu­
na karşı da— garanti etmek teklifinde bulunabilecek­
tir. Buna karşılık da K aradeniz Boğaz ı’nm kuzey giriş
kısmında yeterli ist ihkâmlar kurm ak ve buray a asker
yerleştirmek isteyecektir.

Bu teklifler acaba kabule lâyık olacaik bir netilikte


midir? Farzedelim ki Osmanlı Devleti y a kendiliğinden,
ya da yabancı bi r devletin etkisi ile, Rusy a’nın teklifle­
rini reddedecektir. Bu konuda bir karar verilmeden ön­
ce yeni K aradeniz donanması — Rusya’nın evinin anah
tarım elde etmek için gerekli gördüğü— gidip Boğaz ’ın
girişini zeptediverecektir. Bunun üzerine ihtimal R us­
ya, Be rlin’de im paratora başvurarak, eğer İngiltere ve
Avusturya Rusy a’nın ileri gitmesine silâhla muhalefet­
ti.' bulunmak isterlerse, kendisinin Almanya’ya güvenip
güvenmeyeceğini soracaktır

F : 15
226

Benim kanaatime kalırsa böyle bir soruya verile­


cek cevap menfi olmalıdır (1). Zannederim ki Rusların
İstanbul’da gerek diplomasi yönünden, gerek askerî
kuvvet yönünden yerleşmeleri ve başşehri müdafaa et­
meleri Almanya'ya faydalı olur. Çünkü o takdirde biz.
Rusya’nın aleyhine olarak, İngiltere ile Avust urya’nın
oyuncağı olmak durumuna düşmeyiz. Avusturya du-
çar-ı taarruz mirasının kadar bekleriz (2): Bu bizim
için bi r savaş sebebi teşkil eder.
Avusturya için de Rusy a’nın İst anbul’da yerleş­
mesi uygun düşer. T ürk ülkelerinin bölüşülüp payla­
şılmasında Avust urya’nın da ortaklığı ancak Rusya ile
anlaşması sonunda gerçekleşebilir. Viy ana’da ne kadar
sabırdı davranırlarsa, kendilerinin hisseleri o kadar bü­
yük olacaktır.
Şimdi bi r de farzolunsun ki Rusy a’nın Berlin’den
yapacağı soruya uygun bi r cevap verilmeyecektir. Ayrı­
ca belki de gelecek cevap tehdit tarzında olacaktır. O
zaman ne olacak? Rusya — 1876’da yaptığı gibi—
Rayşt ağ’da Avusturya ile ¡birleşmeye çalışacaktır. Bu
zaman müsaade zemini pek genişleyecektir: Doğuda
Türkiye zararına olduğu kadar, Almanya’da da bizim
zararımıza...
Eğer Rus politikası Avusturya dostluğunu elde et­
meye muvaffak olursa biz (Almanlar) yeni bi r «Y edi

( 1) B u r a d a c üm le , m a n â bak ı m ı n d an , « o lm am alı » şeküinde bi t m e li d i r;


f ak a t m e t i nde ki a slı n a ba ğ l ı k alm ak düşün c e si y le o ld uğ u g i bi a l ı n ­
m ışt ır.
«21 M e t i n d e de ay nent » « A v u st ur y a d uç ar-ı t a ar ruz m i rası n ı n kadA r
be k le ri z * se k lin de dir. T abi at i y le c üm le de n b i r m an& ç ı k m am ak t a,
dır. K e n d i m i z y o rum lam ak t an ise c üm le y i bö y le c e v e o ld uğ u g i bi
alm ay ı uy g un g ö rd ük . Be lk i o k uy uc ular, y a z a n n k ast e t m e k ist e diğ i
m an ây ı d ah a d o ğ ru v e ra h a t bula bi li r le r .
yıl savaşı itt ifakı» karşısında bulunacağız. Zira Ren
nehri dolaylarındaki menfaatleri doğuda y a da Boğaz-
lar'daki menfaatlerinden çok daha önemli olan Fran-
ba’yı bizim aleyhimizdeki bi r ittifaka inandırıp çekmek
daima kolay bi r iştir.

Rusy a’nın İst anbul’a saldırması halinde Avustur­


ya, İngiltere ve İtalya devletleri, Fransa'dan daha önce
işe koşacaklardır. Çünkü Fransa’nın Doğu’daki men­
faatleri bunlannki ıcadar acele değildir. Fransa’nın en
büyük menfaati Fransız-Alman sınırında olsa gerektir
Rusya’nın kışkırtacağı Doğu siyaseti ile ilgili bunalım­
larda Fransa ne yeni bi r Bat ı politikası tutabilir, ne
de — Almanya ile bir anlaşma ve ilişki kesme yapma­
dıkça— Rusya’nın aşkına İngiltere ile birlikt e bi r savaş
taraflısı olabilir.

Almanya’nın en büyük menfaati barışın ve sükû­


nun korunmasındadır. Büt ün komşularımız ise— ister
gizli, ister açık ve resmen olsun— hiç istisnasız, v ar­
lıklarını savaşlar sonunda sürdürebileceklerini düşü­
nüp böyle emeller besliy orlar...»

Prens De Bism ark'ın bu düşünce ve görüşlerinden


sonra, Rusya'nın küçük Balkan hükümetlerinin meyda­
na getirilmesi uğrunda katlandığı büyük fedakârlıklara
karşılık minnet ve şükran yerine onlardan daima z or­
luklar gördüğünü, dolayısıyla Rusya'ya en sadık görü
nen K aradağ’ın bile bu sadakatinin menfaatinin deva­
mı süresince devam edeceğini ileri sürüyor ve diyor
ki:

«Eğer Pet ersburg’da şimdiye kadar yapıla gelen


hatalardan pratik bir ders, bir ibret dersi alınmak iste
22b

nilirse, askerle topııu verdiği kesin neticelere daha fada


yönelmek ve önem v ermek gerekecektir. İmparatori-
çe K at erina’ya, ikinci yeğenine Konstantin adını verdi­
ren serap, tarihî bir tecrübenin sonu değildir. Öyle ta­
savvur ederim ki ?u yaşadığımız tecrübe dünyasında,
Rus diplomasisi Doğu meselelerinde daha bilimsel bir
şekilde davranacaktır.
Rusya, Doğu’daki kuvvetlerini çoğaltmak için, her
şevden önce K aradeniz’deki yerini garantiye m ecbur­
dur. Eğer bat ary alar ve torpillerle K aradeniz girişini
iyice kapatmaya muvaffak olursa, güney Rusya Baltık
kıvıları Rusya’sından daha iyi bi r korunma altında bu­
lunacaktır.
işte Petersburg kabinesi, Rusya K aradeniz'i kapat­
mak ve bu fikre — ister hayat, ister para, ister tehdit
yoluyla olsun— Osmanlı Devleti’nin rızasını almak esas­
larıyla hareket ederse, vuıkarda gösterilen tarzı daima
düşünecektir. Osmanlı Devleti, Rusya’nın dostça tek­
liflerine (!) rıza göstermez ve karşılaştığı tehditlere
karşı kılıcını çekerse, Rusya’nın başka bir taraftan da
saldırıya maruz kalması muhtemeldir. Eğer tatlılıkla
boğazları kapatmayı elde edebilirse belki başka devle*
ler bu durum karşısında seslerini çıkarmazlar. Zira
her biri kendi komşularının ve Fransa’nın nasıl bir tu­
lum izleyeceklerini bekleyeceklerdir.
Rusya'nın Avrupa’nın güney doğusunda üstün bu­
lunması, öteki devletlerden çok daha fazla, Almanya’­
nın çıkarınadır. Hattâ tamamı tamamına burada bir-
leşebilir denilebilir .»
Şu özetlenmiş satırlardan da açıkça anlaşılıyor ki
Avrupa siyaseti Rusya’yı bu volda kışkırtmakta mahir­
dir. Bundan dolayı iurasını hatırlatmak isteriz: Uzak
229

doğu felâketleriyle doğudaki kan dökücülüğü Rusy a’yı


faydalandırmamış, başka devletlerin işine yaramış ba­
tı! bir fikirdir.

***

Almanya başvekillerinden Prens Klovis De Hohen-


l.ohen’in hâtıralarında, 93 (1877-1878 Osmanlı-Rus Sa­
vaşı) Türkiye muharebesine ait bölüm ü incelerken, aşa­
ğıdaki hususları belirliy or ki siyasî bakımdan büyük
bir önem taşımaktadır:
('Berlin, 8 Kasım 1876. Bugün im parator hazretle­
rinin (Birinci Vilheim ) huz urunda idim. Pet ersburg’
da hâlâ büyük gaileler çıkacağına ihtimal verildiğini
ve yalnız İngiltere'den hoşnut bulunduğunu söyledi,
Çar Aleksandr, Liv ady a’da huzuruna kabul ettiği İn­
giltere'nin Pet ersburg elçisi Lord Luft os'a dedi ki:
özellikle şu üç noktayı unutmayınız:
1 — Büyük Petro’nun vasiyetnamesi yoktur.
2 — Hindist an’da aslâ fetihlerde bulunmayacağım.
3 — Hiç bi r vakit İst anbul’a gitmeyeceğim.
Çarın bu sözleri İngiltere’de iyi bir tesir bıraktı.
Bununla beraber İm parat or Vilhelm endişelidir. Kana
atince Gorçakof, Rusya'nın istek ve emellerini gerekti­
ğinde silâhla elde etmek fırsatını hiç bir zaman kaçır­
mayacaktır. Rus askerinin kuvveti ve önemi üzerinde
durulabilirse de her halde Osmanlı askerinden daha ivi-
ilir.
Paris, 19 Kasım 1876. Tiyer ziyaretime geldi. K en­
disi Rus politikası hakkında pek şaşkın ve kötümser-
ciir. «Ben Rus devlet adamı olsavdım, barışı ve düzeni
korumak için imparatorun ayaklarına kapanırdım.
Ciinkü Rusya İngiltere'nin kudret ve satvetini bilmiyor.
23ü

Faraza Rusya Osmanlı Devleti’ni mağlûp edecek olsa


bile, İngilt ere sonunda Rusya'ya savaş ilân etmek zo­
runda kalacaktır.» dedi.
Öte yandan Tiyer, Rusy a’nın İstanbul'a gitmek is­
temediğine dair sözlerini gülünç buluy or (1).»

Birinci Abdülhamit Han ile împaratoriçe K aterina


arasında yapılan ve altı sene savaştan sonra birkaç
saat içinde pek garip bir surette yazılıp imzalanıvermis
bulunan Kaynarca andlaşmasının tarihimizle (eserimiz­
le) ilgili maddeleri:

7. m adde — Devlet-i Aliyye'miz taahhüt eder ki hı-


risliyan diyanetinin hakkına ve kenîsalarına (kilise)
kaviyyen sıyânet ede v e Rusya devletinin elçilerine ruh­
sat vere ki her ihtiyacında gerek on dördüncü maddede
zikrolunup mahrûse i Konstantaniyye’de beyân olunan
kenîsa-yı mezkûre ve gerek hademesinin sıyânetine ib-
râz-ı tefhimât-ı mütenevvia eyleye ve elçi-i muaileyhin
arûzu Devlet-i Aliyye’min dost-ı sâfı v e hem-civânı olan
devlete müteallik adamı mûtemedi tarafından arz ve
tebliğ olunmağla Devlet-i Aliyye’miz tarafından kabul
eylemelerini Devlet-i Aliyye'miz taahhüt eder.

8. m adde — Rusya devletinin gerek rehâbîn zümre­


sinden ve gerek sair reâyâsından olanlara tamamen

( 1) F ran sa Başbak an ı n ı n , bu sö z leri g ülün ç bulm ası n d a. ne kadaı


h ak lı o ld uğ u pek ç a buk anlaşı lm ı şt ı r. Bi li n d i ğ i g i bi sav aşı k az an an
R uslar, Ç ar 'ı n : -H i ç b i r v ak i t İ st an bul’ a g i t m e y e c e ğ i m » sö z ün e ra£
m e n. Y e şi lk ö y 'e k a d a r g e lm i şle r v o bu r a d a d urd ur u ld uk la rı için
A y a s o f y a ’y a ç an t ak m ak i m k ân ı n ı e ld o e de m e m işle rdir.
23i

ruhsat v crila ki K udüs-i Şerif ve sâyeste-i riyâret olan


sair mahallere seyahat edeler. Bu gûnâ yolcu ve sey­
yahlardan gerek K udüs-i Şerîf'te ve gerek sair mahal­
lerde esnâ-yı tarîkte dahi bi r türlü cizye ve haraç v er­
gi aslâ bi r teklif taleb olunmaya, sair düvelin reâyâla-
rına verilen ferm anlar ve yol emirleri mersûmuna da­
hi veçhi lâyıkı üzere edâ oluna ve mademki Devlet-i
Aliyve’miz arazisinde ikaamet edeler, kendülerine bir
dürlü dahi ü taarruz olunmayup kuvvet-i ahkâm-ı şe­
riat muktezâsmca tamamen himâyet ve sıyânet oluna-
nalar.
14. madde — Düvel-i saireye kıyâsen kilisâ-yı mah-
susadan mâdâ Galat a tarafında Bey oğlu nâm mahalle­
nin yolunda tarîk-ı âm da Rusya devleti bi r kenîsa bina
ettirmek câiz ola ve işbû kenîsa kenîsâ-ı avâm olup
Dösografa Kenîsası tâbiriyle tesmiye ve ilelebed Rus­
ya devletinin elçisi sıyânetmde olup her dürlü taarruz
ve müdahaleden emin ve beri ve hârâset oluna.

Mekânı cennet elası Üçüncü Selim Han'la Çar Pav-


Ic arasında hicri 1213 (1792) tarihinde imzalanan anlaş­
manın bazı maddeleri:
1. Madde — Padişâh-ı âl-i Osman hazretleri ve c e­
m i rusy alulann imparatoru ve padişahı devletleri ve
reâvâları arasında gerek berde v e gerek bahrde ilele­
bed sulh ü salâh ve hubbü tevâdve hüsn-i v ifaak baakî
ve ber-karâr olup bu de f’a beynel-devleteyn akdolunan
işbû tedâfii ittifak hasebiyle beynlerinde hâsıl olacak
rabıta şol mertebede kavî ve müstahkem ola ki bi r ta­
rafın dostu taraf-ı âhânn dahi dostu ve kezâlik bi r câ-
nibin düşmeni cânib-i âhârin dahi düşmeni ola. Bina
232

berîn padişahı âl-i Osman ve Rusya imparatoru v aid ve


taahhüd ederler ki âsâyiş ve emniyet cânibine dair olan
cemî mevadda hâlisâne muhabere ve müzakere edüb
kendi mülklerinde her gûnâ taarruzu def’ ve âsâyiş-i
ammenin istihsali için bilişt irâk ve bilmüzakere ikti­
zâ eden esbâba teşebbüs ederler.
4. madde — Devleteyn-i muâhedeteyn eğerçi dü­
vel i saire ile müzakereye ve maslahatları icâbedebile-
ceği muâhedâtın rabt ına k'el-evvel muhtardırlar. An­
cak ahad hümâ âhâre sarâhaten taahhüd eder v i o ma­
kûle muâhedât vakten-minel-evkaat ve vechen-minel-
viicûh biri birinin ednâ z arar ve ziyân ve hasârâtını
müstalziım olacak yahut tamâmiyet-i memâlik cânibi­
ne noksan tertîb edecek nesneye kat ’â şâmil olmay a ve
belki hasb’el-makdûr ahad hümâ âhânn şan ve emni­
yet ve menfaatini vikaaye ve tahsil etmeyi tarafeyn
v a’deder.
12. madde — Âl-i Osman padişahı ve Rusya impa­
rat oru işbû tedâfiî ittifakı tevsi-i memâlik dâiyesiyle
değil belki mücerred vikaaye-i tamâmiyeti memâlik-i
tarafeyn ve tahsîl-i emniyet-i reâyâ-yı cânibeyn ile dü-
vel-i sairenin iL°i-ân baakî olup âsâyiş-i ammeye elzem
bir muvâzene-i mülkiyyenin husûlünü müstelzim olan
hev’et-i kaviyyelerini halelden hıfz ve hârâset etmek
niyvetiyle rabtettiklerinden Nemçe imparatorunu ve
İngiltere ve Prusya krallarına ve mahzâ hayra mebnî
ve tahsîl-i emn ü selâmete mübtenî bu gûnâ muâhedeye
iştirake hâhişker olacak diivel-i saireyi işbû ittifaka
ciuhûle dâvet edecekleri mukarrerdir.

SON

You might also like