Professional Documents
Culture Documents
Çevre Hakkı
Çevre Hakkı
Çevre Hakkı
2041012007
Özet
Çalışmada çevre hakkının konusu ve öznesi üzerinde durulmuştur. Çalışmada çevre ile insan
arasındaki bağlantı, çevre hakkının neden gerekli bir hak olduğu ve çevre ile ilgili alınan
kararların boyutları incelenmiştir. Çevre ile insan arasındaki ilişkinin ne denli değiştiği, çevre
hakkının insan hakkı içerisinde nasıl yer aldığı, çevre hakkının öğelerinin neler olduğu ve
çevre hakkının uluslararası boyutu üzerinde durulmuştur.
Giriş
Bilimsel gelişmelerin ışığında insan çevre ile uyumlu bir varlık olmaktan uzaklaşarak
tamamen çevreye hükmetmeye veya çevreyi kendi ihtiyaç ve arzularınca kullanmaya
başlamıştır. İnsan çevreyi sınırsız ve bilinçsiz bir şekilde tahrip etmiştir. Sanayileşmeyle
birlikte çevreye verilen zararların en üst seviyeye çıkmış ve artık çevrede geri dönüşü
olmayan tahribatlar günümüzde daha da hissedilir duruma gelmiştir. Çevreye verilen zararlar
neticesinde çevrenin yeni bir hak olarak görülmesi 1970’li yıllarda gerçekleşmiştir.
Çevre hakkının da içinde bulunduğu üçüncü kuşak insan hakları, hakların gerçekleşmesinde
bütün toplumun sorumluluğu veya ödevi olduğunu ifade eder. Üçüncü kuşak haklar bütün
toplumun dayanışmasıyla gerçekleştirilebilen haklardır. Bu anlamıyla üçüncü kuşak haklar
diğer haklardan ayrılır. Çevre söz konusu olduğunda sorumluluğu veya ödevi olan ne sadece
insan ne de sadece devletlerdir. Çevreyi daha yaşanır hale getirme hem insanın hem de
devletin sorumluluğundadır.
Çevre hakkı içerisinde bilgi edinme, katılma ve başvuru hakkını da içermektedir. Çevreye
verilen zararların önlenemez boyutlara ulaşmadan insanların haberlerinin olması bilgi edinme
hakkıdır. Çevre hakkında zarar verecek projelerin veya programların önlenmesi veya başka
bir yolla hayata geçirilmesi için çevre hakkında bilgi sahibi olan kimselerin kendilerini ifade
etmeleri katılma hakkıdır. Başvuru hakkı ise insanların çevreyle ilgili sorumluluklarını veya
ödevlerini yerine getirmesini sağlayan haktır. Bu hak ile insanlar çevre hakkında karar alma
sürecine katılabilirler.
Çevre hakkının sınır tanımaz bir hak olması uluslararası boyutta çevre hakkı ile ilgili kararlar
alınmasını gerekli kılmıştır. Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen Stockholm Konferansı,
Rio de Jenario Konferansı ve Johannesburg Zirvesi bu anlamda çevre hakkı ile ilgili önemli
kararların alındığı görüşmeler olmuştur. Görüşmelerin sonunda yayınlanan Stockholm
Bildirgesi, Rio Bildirgesi ve Johannesburg Bildirgesi çevre hakkının sınır tanımaz bir hak
olduğunu ve tüm insanlığı ilgilendiren bir hak olduğunu göstermektedir.
1. Çevre ve İnsan
Çevre: İnsanların ve diğer varlıkların yaşamı boyunca etkileşimde bulundukları ortamdır. Bu
tanımla birlikte çevreyi, karşılıklı etkileşim içinde bulunan fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik
ve kültürel ortam olarak da düşünebiliriz. Çevre canlı ve cansız varlıkların yaşamı üzerinde
etkili olan faktörlerin bütünüdür. Canlı varlıklar; insanlar, bitkiler, hayvanlar ve mikro
organizmalardır. Cansız varlıkları ise su, hava, iklim ve yer kürenin tüm yapısıdır. Çevrenin
bu şekilde sınıflandırılmasının yanı sıra çevreyi, doğal(fiziksel) ve yapay(toplumsal) olarak da
sınıflandırmak mümkündür. İnsanın kendi etkisinin olduğu veya doğal çevrenin unsurlarını
kendi amacına uygun bir şekilde değiştirdiği yapay veya toplumsal çevre; şehir, baraj,
santraller… olarak düşünülebilir. İnsanın etkisinin olmadığı fiziki yani doğal çevreyse; dağlar,
göller, denizler, ormanlar … olarak düşünülebilir. Bu anlamda çevre sadece insan yaşamının
devam ettirildiği bir ortam değil milyonlarca canlının yaşamını devam ettirdiği bir sistemdir.
İnsanın çevre ile olan ilişkisi ilk insandan beri süre gelen bir ilişkidir. Bu ilişkinin nasıl
değiştiğini ve hangi boyutlara ulaştığını açıklamak çevre hakkının ne için gerekli olduğunu da
açıklamak anlamına geleceği için çevre ile insan ilişkisinin boyutlarına bakmakta fayda var.
İnsanın çevre ile olan ilişkisinin temelinde insanın doğasında çevreye bağımlı olması
yatmaktadır. İnsan bu anlamda yaşamını çevre içinde bulan ve çevrenin koşullarıyla
etkileşime giren bir varlıktır. Bu yüzden insan ile çevre arasında zorunlu bir bağ
bulunmaktadır. Bu bağdan doğan ilişki hep insanın çevreyi kendi ihtiyaçlarını karşılama
temeli üzerinde şekillenmiştir. İnsan zamanla çevrenin bir parçası olduğu düşüncesinden
uzaklaşarak, her şeyin merkezinde insanın olduğu düşüncesine evrilmiştir.
17. y.y bilimsel gelişmelerin hızla ilerlemesi neticesinde insan çevrenin bir parçası olduğu
düşüncesinden uzaklaşarak her şeyin merkezinde kendisinin olduğu düşüncesini geliştirmiştir.
Bu düşünceyle beraber ölçünün sadece insan olduğu düşüncesi de gelmiştir. Bu düşüncelerin
temelinde mekanik doğa görüşü yatmaktadır. İnsanı çevrenin efendisi olarak gören bu
düşünce çevreyi tamamen insanın yönetimine ve denetimine bırakmıştır. Bu bakış açısı çevre
sorunlarının en önemli nedenlerinden bir tanesidir.
Buhar gücüyle çalışan makinelerin icadıyla başlayan sanayi devrimi beraberinde fabrikaların
kurulmasını, teknolojik gelişmeleri ve üretim çeşitliliğini getirmiştir. Hızla yenilenen
teknolojinin bedelini doğal kaynakların hızlı bir şekilde ve bilinçsizce tüketilmesi ödemiştir.
Kârı en üst düzeyde tutmayı hedefleyen kapitalist düşünce üretimi sürekli olarak arttırmayı
hedeflemiştir. “Sanayi ve ticaretin gelişmesi ucuz üretim girdilerinin sağlanmasına bağlıdır.
Bu şekilde oluşacak artık değerler başka sanayilerin kurulmasına yola açar.” (Akman,
Atamer, & Ertaş, s. 1032) Bu şekilde hızla ilerleyen ve gelişen sanayileşme üretilen maldan
geriye kalan ve üretim için kullanılamayacak olan atıklar çevreye büyük ölçüde zarar
vermektedir. Bu atıkların nasıl kullanılması veya çevreye zarar vermeden atılması sorunu
büyük önem arz etmektedir. Atıklardan çevreye zarar vermeden kurtulmak pazar söz konusu
olduğunda üreticinin dezavantajlı duruma düşmesi anlamına gelmektedir.
Sanayileşmenin çevreye verdiği zararlar sadece geri kullanılamayacak olan atıklar değildir.
Sanayileşmeyle birlikte fabrikaların kurulduğu bölgelerde hızlı bir şekilde kentleşme olgusu
kendisini göstermiştir. Fabrikalarda çalışacak insan ihtiyacı bu gelişmenin temelinde
yatmaktadır. Böylelikle ülke nüfusu fabrikaların kurulmuş olduğu yerlerde yoğunlaşmıştır.
“Sanayileşme ile birlikte öncelikle üretim tarzının niteliği değişmiş, artan işgücü
yeni şehirlere gelmiştir. Sosyal yapıda farklılıklar oluşmuş, toplum homojenlikten
sıyrılarak heterojen bir yapıya bürünmüştür. Nüfus hareketliliği ise kırsal
alanlardan kentlere göçlerin başlaması ile hızlanmış, fabrikaların artması, iletişim
ve ulaşımdaki kolaylıklar toplumu kente çekmek için çekici bir güç unsuru haline
gelmiştir. Dolayısıyla kentleşme ve sanayileşme birbirlerini tamamlayan ve
geliştiren olgulardır.” (Kayan, 2018, s. 487)
Kent nüfusunun artışı fabrikaların kurulduğu doğal çevrenin ve yerleşilen bölgelerin tahrip
edilmesini de arttırmıştır. Bununla beraber kentleşmenin kontrol edilemez şekilde hızlanması
ve kentsel atıkların da çevreye zararsız bir şekilde atılamaması çevreye verilen zararı büyük
oranda arttırmıştır. “Kentlerde artan nüfusun oluşturduğu kirlilik kentin normal alt yapısı ile
temizlenemeyecek kadar büyüdüğünde ortaya kent kirlenmeleri çıkmaktadır. Bir diğer deyiş
ile, büyük kentlerde kentin kirlenmesini önlemeye yönelik gelişmeler kentlerdeki nüfus
artışının gerisinde kaldığı için kentleşme her zaman için çevre kirliliğinin oluşmasında etkili
olmuştur.” (Akman, Atamer, & Ertaş, s. 1032)
Bu gelişmelerin ışığında insan ile çevre arasındaki uyum tamamen bozulduğu söylenebilir.
İnsan çevresi ile uyum içinde yaşamak yerine çevreye egemen olmaya başlamıştır. Bu anlayış
neticesinde insan çevreden olabildiğince çok yararlanmaya çalışmıştır. Çevreyi kendi
ihtiyaçlarını giderme açısından kullanma söz konusu olduğunda hiçbir sınır ve engel
tanımamıştır. Hal böyle olunca da insanın çevreye verdiği zararlar kontrol edilemez veya geri
düzeltilemez boyutlara ulaşmıştır.
Bu durumlar ışığında insanın çevreye verdiği zararların yine insanlar tarafından düzeltilmesi
gerektiğini ve insanın çevreyle uyumlu bir şekilde tekrardan yaşamaya başlaması amacıyla
insan hakları içerisinde çevre hakkı da yer almıştır.
İnsan hakları sabit olan veya değişmez olan haklar değildir. Toplumsal gelişmelerin getirileri
neticesinde insan hakları bu değişimler göz önünde bulundurularak dönüşüme uğratılmıştır.
Tarihsel veya toplumsal gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda ilk olarak birey veya kişi
hakları ortaya çıkmıştır. Bu hakların hemen akabinde ekonomik, sosyal ve kültürel haklar
ortaya çıkmıştır. Bu açıdan bakıldığında insan hakları bireysellikten toplumsallığa
toplumsallıktan da küreselliğe doğru bir gelişim veya dönüşüm geçirmiştir. Bu gelişimlerin
daha iyi anlaşılabilmesi için insan hakları kuşaklara ayrılmıştır. “Karel Vasak tarafından
yapılan bu sınıflandırmada tarihsel süreç ön plana çıkmaktadır. İnsan hakları birinci, ikinci ve
üçüncü kuşak insan hakları şeklinde üçlü bir sınıflandırmaya tabi kılınmıştır.” (Turhan, 2013,
s. 369) Birinci kuşak hakları kişi özgürlükleri ile siyasi hakları içermekte ve bireyi bu
anlamda ön plana çıkartmaktadır. Birinci kuşak hakların temel amacı bireyi devlete karşı
korumaktır. İkinci kuşak haklar kültürel, sosyal ve ekonomik haklardır. Bu haklar devletten
ekonomik, kültürel, sosyal imkanlar sağlamasını talep eder. Bu anlamda ikinci kuşak haklar
birinci kuşak hakların aksine devlete pozitif yükümlülükler yüklemektedir. Üçüncü kuşak
haklar dayanışma hakkı olarak anılmaktadır ve içerisinde çevre hakkı, barış hakkı, gelişme
hakkı gibi hakları barındırmaktadır. “Dayanışma hakları, diğer tüm insan haklarının ortak
özelliği olan yasam hakkını ortak payda olarak alır. Dayanışma haklarının uygulanabilmeleri,
toplumda yaşayan kişilerin ortak çabalarına bağlıdır. Bu nedenle, dayanışma hakları adını
almışlardır ve toplumdaki bireylerin olduğu kadar topluluğun tümünün katılımıyla hep birlikte
savunulacak haklardır.” (Kaypak, 2017, s. 5) Günümüzde bilimsel gelişmelerin de etkisiyle
dördüncü kuşak haklardan bahsedilmeye başlanılmıştır. Bu haklar genel anlamıyla bilimin
kötüye kullanımını önlemek için oluşturulmuş haklardır. “Son zamanlarda su hakkı ve bilimin
kötüye kullanılmaması kapsamında insan kopyalanmaması dördüncü kuşak hak olarak ortaya
çıkmıştır.” (Turhan, 2013, s. 369)
Çevre hakkı, insan hakları içerisinde kurumsallık kazanan bir haktır. Üçüncü kuşak hakların
genel özelliği olan toplumsal hareketler çevre hakkı içinde geçerlidir. Çevre hakkının geri
planında toplumsal bir hareketin bulunmasının yanı sıra ve sanayi toplumunun bir eleştirisi de
bulunmaktadır. Sanayileşmenin ve teknolojinin çevre ve bir çevre içinde yaşayan insanın
aleyhinde meydana getirdiği sonuçlar çevre hakkının önemini göstermektedir. Çevre hakkının
gerçekleşmesinden sorumlu olarak ne sadece devlet ne de sadece birey olarak insan
gösterilemez. Bu hakkın gerçekleşmesi için toplumda yaşayan herkesin üzerine düşen
görevleri yerine getirmesi gereklidir.
Çevre hakkı söz konusu olduğun da hak ve ödev veya sorumluluk kavramları birlikte
kullanılan kavramlardır. Çevre hakkının diğer haklardan ayrılan en önemli özelliği budur.
Başka bir tabirle diğer haklar söz konusu olduğunda ödev ve hak kavramları birbirinden ayrı
alanlara işaret ederken çevre hakkı söz konusu olduğunda ödev ve hak kavramları aynı alana
işaret etmektedir. Bu anlamda insan çevrenin korunması yönünden hem bir ödeve hem de bir
hakka sahiptir. İnsanların çevre hakkı ile ilgili ödevleri arasında çevreyi korumak ve
iyileştirmek ve çevresel konular söz konusu olduğunda karar alma süreçlerine katılımda
bulunmaktır.
Çevre hakkının diğer insan haklarından ayrılan bir diğer özelliği de bu hakkın sadece bugünde
yaşayan insanların değil gelecek kuşaklarında bu haktan yararlanması söz konusudur. Başka
tabirle çevre hakkı bugünkü nesli ilgilendirdiği kadar gelecek nesli da ilgilendirmektedir. Bu
anlamıyla çevre hakkının ödevleri arasına gelecek nesle de yaşanılabilir bir dünya bırakma
yer alır. Ancak hakkın sorumlusu olarak gelecek nesil gösterilemez. Gelecek nesil henüz var
olmadığı için bu nesle bir sorumluluk veya ödev yüklemek anlamsızdır.
İnsan haklarının büyük bir bölümü insanların mücadelesi sonucu insanın devlet karşısında
kazandığı haklardır. Çevre hakkı ise böyle bir mücadeleden uzak olarak veya diğer haklara
oranla daha az insan ve devletin karşı karşıya gelmesini gerektiren bir haktır. Çevre hakkı
devlete bireylerden bağımsız olarak birtakım ödevler yüklemektedir. Çevreye yönelik zararlı
faaliyetlerden kaçınma, çevrenin korunması ve geliştirilmesini destekleyen ilkeler gibi
devletin ödevleri vardır.
Çevre ile ilgili alınacak kararlara insanların katılmasını sağlayan katılma hakkı, kararlar
hakkında bilgi sahibi olan otoritelerin kendisini dinletme veya sesini duyurması olarak
anlaşılabilir. İbrahim Özden Kaboğlu’nun katılma hakkının içeriği ile ilgili düşüncelerini
Hakan Olgun şu şekilde aktarır; Katılma hakkının beş farklı pratiğinden bahsetmek
mümkündür. Bunlardan tepki gösterme; halkın çevreye zararlı gördüğü bir kararı gösteri,
toplantı veya dilekçe gibi yollarla reddetmesini ifade eder. Birlikte hazırlık çalışması; bilhassa
sivil toplum örgütlerinin dâhil olduğu bir süreçte, çevre politikası ve genel düzenlemelere,
müzakereler ve tartışmalar yoluyla katılmayı içerir. Danışma; idarece yaygın olarak
benimsenen resmî bir katılım yolu olarak, ‘sürekli komisyonlar’a katılma, kamuoyu
yoklamaları ve ‘danışma niteliğinde referandum’ gibi yolları ihtiva eder. Kararlara katılma;
sözgelimi bir reform çalışması esnasında mevcut kuruluş ve komisyonlara danışılmasını
anlatır. Çevre yönetimine katılma ise; çevreyle ilgili sivil toplum örgütlerinin, kendi
girişimleriyle korunmuş olan doğal alanları işletmeleri, kendilerine verilen resmî görevler
çerçevesinde millî parkları korumaları veya vatandaşların çevreye ilişkin farkındalıklarını
artırmaları gibi faaliyetleri ifade etmektedir. (Olgun, 2017, s. 8)
Başvuru hakkı ise çevre ile ilgili insanların sorumluluklarını veya ödevlerini yerine
getirmesini sağlayan haktır.
“Bu hak, hak arama özgürlüğünün çevre hakkı yönünden kullanılmasını ifade
etmektedir. Çevre değerleri karşısında yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere ve
çevreye zarar verenlere karşı başvuru yoluyla sorumlular ortaya çıkarılarak, idari,
hukuki ve cezai yaptırımlar uygulanmazsa, çevre hakkının bağlayıcı özelliğinden
söz edilemez. Bireysel olarak veya toplu halde, çevreye zararı önlemek,
durdurmak ya da verilen zararların giderilmesi amacıyla şikâyette bulunma
olanağı veren ve gerektiğinde yürütmenin durdurulması gibi acil durumlara ilişkin
usulleri de kapsayan, özgül idari ve yargısal başvuru yollarının tanınması bu
hakkın kapsamı içerisinde yer almaktadır.” (Demirel, 2011, s. 15)
Tüm pissu, atık su ve katı atıklar uygun bir biçimde bertaraf edilmesi,
Kentsel nüfusa yeterli atık hizmeti sağlanması hedeflenmiştir. (Çamur & Vaizoğlu,
2007, s. 300)
Uluslararası toplumda çözüm bekleyen çevre sorunlarının sayısı ve çeşidi her geçen gün
artmaktadır. Bu yüzden çevreyi ve çevreyle birlikte insanlığı da yok etme pahasına büyüme
arzusu yerini çevreyle uyumlu bir yaşam ve kalkınma planına bırakmalıdır. Çevrenin yok
olması demek yaşayan her şeyin yok olması demektir.
Çevre söz konusu olunca uluslararası düzenlenen konferanslar çevre sorunlarının ne denli
büyük boyutlarda sorunlar olduğunu göstermektedir. Bu yüzden çevre üzerinde sadece belli
başlı kimselerin değil bütün insanlığın söz sahibi olması ve çevre ile uyumlu bir yaşam
sürmenin niçin gerekli olduğunu bu konferanslar göstermektedir.
Kaynakça
Akman, A., Atamer, M., & Ertaş, A. (tarih yok). Endüstri ve Çevre Kirliliği. 1029-1047.
Çamur, D., & Vaizoğlu, S. A. (2007). Çevreye İlişkinÖnemli Toplantı ve Belgeler. TSK
Koruyucu Hekimlik Bülteni, 297-306.
Demirel, O. (2011). İnsan Hakları Açısından Çevre Hakkı. İstanbul: Yüksek Lisans Tezi,
Marmara Üniversitesi.
Olgun, H. (2017). Bir İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı ve Türk Hukundaki Yeri. Uluslar
Arası Politik Araştırmalar Dergisi, 33-52.