Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 7

Çaresizlikten Dayanışmaya: Sarsılan Temeller

İshak Sayğılı

“Her şey için bit tedbir, usul ve çare vardır;


fakat ölüme karşı yoktur, ölüm çaresizdir”

Kutadgu Bilig, 1070

Olacaklardan habersiz, Psikeart’ın sonraki sayısı için belirlediği “Çaresizlik” teması üzerine hazırlamakta
olduğum yazıyı tamamlamak üzereyken, oldukça kuramsal bir havada, metapsikolojik tartışmalarla ve
kliniğe olan vurgularla kapanışa doğru ilerlerken çaresizliği iliklerimize kadar hissettiğimiz Kahraman
Maraş Depremi’nin haberi ile sarsıldım. Korku, üzüntü, hele de öfke üzerime çullandığında yazdıklarıma
çok uzaklaşmıştım. Pek çok kafa karışıklığı ve kararsızlıklarla dolu iken zihnimin işlemediğini hissettim,
herkesle aynı şeyi konuşuyor, sosyal medyada gördüğüm ve duyguma uygun olduğunu düşündüğüm
cümleleri tekrarlıyordum. Hiçbirisi içimdekini anlatmama ya da anlamama izin vermiyordu. Elime
tutuşturulmuş oyalanma araçları gibiydiler ve üstelik oyalamaktan öte her biri üstüme yığılıyordu.
Zaman ilerledikçe, karşılaştığım hikayelerin birbirinden korkunç oluşu tuhaf bir uğraşa doğru
sürüklüyordu beni ve bu uğraşı pandemi döneminden hatırlıyordum. Bilgi peşinde sürükleniyordum
ama aramadığım pek çok şeyi kovalarken buluyordum kendimi. Sismik hareketlerin tetiklenişi ile ilgili
detaylardan, enkaz altındakilere ulaşan teknolojik araçlara dek pek çok ilgisiz bilginin peşinden
dolaştım. Neyse ki, yurt içinden ve yurt dışından meslektaşlarımla kurduğum dayanışma ile yeniden
düşünce ile bağımı kurabildiğimi fark ettim. İnsanlar olarak bir araya geldiğimizde birbirimize
sunduğumuz bir yardım vardı. Böylece, kendimi ülkenin dört bir yanında kurulan dayanışma
faaliyetlerinin içinde buldum. Korkunç bir yıkımın karşısında insanlar bir kez daha çalışkanlığa, emeğe
ve dayanışmaya tutunmaya gayret ediyorlardı. Duyduğum öfke, umutsuzluk ve hatta iş bilmezlikle
suçladığım, sorumlu ilan ettiğim insanlara karşı neredeyse kibirli bir duygu halen yerli yerindeydi ama
onun dibinde yeşeren, umuda tutunan bir parçamı daha çok hissedebiliyordum. Birileri için bir şey
yapabildiğime olan inancım arttıkça bu olumsuzluklar yok olmuyordu ancak, ağırlıkları azalıyordu. Çok
yakınımdan kimseyi kaybetmemiştim, acaba bir kayıp yaşamış olsam da bu dayanışma ağının içinde
olmak bana iyi gelir miydi? Nihayetinde, “doğal” ölümlerin sonrasında da toplumsal bir süreç işliyor,
“yas evi” diye bir alan ortaya çıkıyordu. Yas evleri bir yerde yakınlarını kaybetmiş insanların yemek,
misafir ağırlama gibi yüklerinin paylaşıldığı, onun çevresine bir dayanışma ağının ortaya çıktığı mekanlar
olarak da görülebilirdi. İnsanlar birbirinin acısını azaltabilir, birbirine yardım edebilirler. Öfkem tam da
sakinleştiğim sahada birikiyordu. Çevremde çaresizliğin içinde kıvranan pek çok insanın hissi ve sorusu
ortaktı: Neden kimse gelmiyordu? Neden yardıma gelmesi gerekenler ortada yoktular?

Beton blokların altında sıkışan, sesini duyduğumuz insanların çoğunun seslerinin yavaş yavaş solup
gidişini seyretmek zorunda kalmıştık. Pek çok insan sahip olduğu gündelik konfordan utanç duyuyordu,
yumuşak ve sıcak yatağında yatmak, basit bir yemekle doymak, ısınmak gibi eylemler suçlu hissetmeye
yetiyor da artıyordu. Bazı hastalar seanslarına yoğun bir uyarılmışlık ve güçlü çaresizlik duyguları ile
gelirken, bir grup insanın seanslarına gelmediğini ya da geldiğinde bir boşunalık duygusu yaşadığını
görüyorduk. Bazı hastalar için kendisi için yardım alabildiği bu çalışmalar şu anda katlanamadığı bir
rahatlık oluşturuyordu. Bir meslektaşım güçlü bir benzetme yaptı; cılız, bitap düşmüş bir bebek ile
bereketli, süt dolu bir meme ayrı düşmüş ve birbirlerinden haberdar oldukları halde birbirlerine
ulaşamıyor gibi hissettiğini söyledi. Kaynakların bu insanlar ile aramıza örülmüş betonları kırmak için
seferber edilmeyişini sindiremiyorduk. Peki söz konusu kaynaklarla kastımız devletin kaynakları mıydı,
bizim kaynaklarımız mı? Nihayetinde bunu konuştuğumuzda o da, ben de güvenli bölgelerdeydik.
İlk refleksim çevremde başlayan kampanyalara maddi katkı sağlamak yönünde oldu. Fakat, güven
meselesinin ötesinde para vermenin eksik kalan bir yönü oluyordu, ayrıca ölçü ne olmalıydı?
Tokluğumuzu paylaşamadığımız insanların açlığını paylaşabileceğimizi ummak bile bir hata olabilirdi.
Toplumsal reflekslerimizin çoğu esasında çoktan kaybolmamış mıydı? Bu bereketli meme ile aç bitap
çocuk zaten uzun zamandır yan yana yaşamıyorlar mıydı? Öte yandan ortaya çıkan dayanışma ağlarının
içinde emek edebildikçe, para bağışları yaparak kurtulamadığım ağırlığın daha kolay azaldığını
hissettim. Fiziki yardımlaşma ağları ile mesleki sorumluluk projeleri iç içe yürüyordu. Sahaya giden pek
çok farklı meslek grubundan kişiler sadece üstlendikleri görev ile değil, kefen bezinin bile bir acil
ihtiyaca dönüştüğü coğrafya ile ülkenin geri kalanı arasında organizasyonu yeniden sağlayan ruhsal ve
zihinsel bir köprü oluşturuyorlardı. Bereketli meme ile aç çocuğun arasındaki beton blokları önemli
oranda azaltıyorlardı. Sivil toplum refleksleri böylesine ketlenmiş bir toplum, kurulan dayanışma ağları
ile adeta yeniden nefes almaya başlıyordu. Pek çok insan inisiyatif alıp bir şey organize ediyor, habersiz
başlayan çabalar bir tırın konteynırında buluşuyordu. Yola çıkan tır daha bölgeye varana kadar yeni
ortaklıklarla yeni fikirlere ve yeni ihtiyaçlara doğru bir çaba başlıyordu. Üstelik bunu korkunç bir acının
ortasında, yıkılmış, felç olmuş, hatta korku ile baskı altına alınmaya uğraşılan bir ülkede
gerçekleştiriyorduk.

Pek çoğumuzun aklına artık, yalnızca eski felaketlerin anıları değil, Gezi Direnişi’ne dair pek çok resim
de geliyordu. O dönem ruh sağlığı çalışanları bir pankart taşımıştı. Pankartta Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi ile özdeşleşmiş Rodin’in ünlü “Düşünen Adam”ı vardı ve altında “Şimdi Düşünme
Zamanı Değil, Eylem Zamanı” yazıyordu. Pankartın eyleme vurgusu muhteşem olsa da psikanaliz
jargonunda hâkim olan ve pek de hayırlı bir durum olarak kavramadığımız “eyleme dökme” olarak
adlandırdığımız düzenekleri çağrıştırmıştı bana. Oysa, Gezi Direnişi, bir eyleme vurma değil tam aksine
düşünmenin, bir araya gelmenin, platformların, forumların ve alternatif organizasyonların yeşerdiği bir
eylemler dizisiydi. Zira, Gezi Direnişi’ni bastıran tüm süreçler boğucu, dayanışmayı zayıflatan, korku ile
düşünceyi ketleyen süreçler olarak belirmişti o dönem. Şimdi de pek çok meslektaşımla beraberken sık
sık kendimizi yasladığımız kuramsal saha üzerine konuşuyor, dünyadaki diğer meslektaşlarla
dayanışıyor ve felaket durumlarındaki ilk müdahaleler dediğimizde aklımıza çok geç gelen psikanalitik
kuramın olanaklarını düşünüyorduk. Kurama yeni bir uygulama sahası icat etmekten öte var olan
pratiğimize dair perspektifimize bir katkı sağlayabileceğine dair bir ümit takip edilebilirdi artık.
Arjantin’den İsrail’e dayanışmasını bizden esirgemeyen pek çok meslektaşımızla iletişimlerimizde
psikanalizin böylesi dönemler için düşünsel sahada önemli bir ketlenmeyi görünür kılabileceğini ve
hatta bu ketlenmeler karşısında düşüncenin önünü yeniden açabileceğini düşündüm. Pek çok farklı
ülkeden gelip arama-kurtarma işlerine destek olan “yabancı” ekipleri misali, değerli bir umudu
perçinliyordu her temas. Nihayetinde psikanalist çaresizlik duygusuna katlanmak ve çaresizliğin içinde
yeni dayanışma yollarını analizanı ile yeniden inşa etmek zorunda olan kişi olarak da görülebilir. Bilen
özne olma konumundan geriye bir adım atmaya cesaret edip, kendi bildiklerinden vazgeçip ne ile karşı
karşıya olduğunu, bu kez birlikte çalıştığı kişiden dinlemeye razı olan kişiye psikanalist denilebilir. Eline
mikrofon geçiren herkesin bizi istatistiklere boğduğu, sürekli travmatik durumlarla nasıl başa
çıkacağımızı baştan bilen ruh sağlığı profesyonellerinin aksine durumun kendine özgünlüğüne daha açık
olan bir bakışı belki de psikanalizin içinden düşünmek daha olanaklı olabilir.

Bu uçuşan fikirlerim karamsarlığa karşı bir manik savunma olarak da iş görmüş olabilir ama nihayetinde
yazıma geri dönmekle ilgili bir cesareti sağladığı açık. Birkaç gün önce oldukça anlamsız görünen bu
uğraşın bu uzun süreçli düşünme işinin bir parçası olabileceğini umarak yeniden bu yazıya döndüm.
Elbette yazmamın tek yolu yazdıklarımdan vazgeçmekti ama yazmaya uğraştıkça bu yazı tuhaf bir hibrid
olma hüviyetini korudu. Felaket öncesinin ve felaket sonrasının birbirine uzak iki ruh halinin izleri tuhaf
yarıklar yarattı. Üstelik, bir yandan çaresizliğe boğulduğum, öte yandan çare arayışlarına dahil olduğum
bugünümde çaresizlik üzerine düşünmeye uğraşmanın ironik bir yanı da var.
II

Çaresizlik, dünyadaki deneyimimize en başından sonuna dek eşlik eden bir durum olarak düşünülebilir.
Diğer canlı türlerine göre oldukça uzamış bir yavru bakım süresine sahip olan Homo Sapiens dünyaya
doğduğunda bakıma muhtaç bir haldedir ve bu süre diğer türlere kıyasla oldukça uzundur. Yeni doğan
karşılaştığı ve yaşadığı pek çok durum karşısında çaresizdir ve çare çoğu kez ötekinde, ona bakım veren,
bakımını kabullenmiş olan kişiyle devreye girecektir. “Çare” kelimesi Farsça kökenli olup Türkçe yazı
dilinde ilk karşılaşılan yer Kutadgu Bilig’in yazılarıdır. Kelime çözüm, derman gibi anlamlara
gelmektedir. Dolayısıyla çaresiz kalınan durumun aslında kişinin o konu üzerinde bir çözüm bulamadığı
durum olduğunu varsayabiliriz. Görüldüğü üzere bu kendi üzerine dolanıp duran cümlelerin yazının ilk
haline ait olduğu kolayca anlaşılacaktır. Bu kelimenin zaten ortada olan anlamı üzerine vurguyu
uzatmamın sebebi aslında İngilizce ve Almanca karşılığında daha çok yardımsız kalmak anlamına gelen
“helplessness” ya da “hilflosigkeit” gibi kelimelerle çoğu kez eş anlamlı olarak kullanılmasıyla ilgilidir.
Çözümsüz kalmak ile yardımsız kalmak arasında epey önemli bir fark olduğunu öne sürebiliriz. Yardım
doğrudan bir ötekinin varlığına işaret eden ve eziyet edici durumdan kurtulmak için ya da çözüme
ulaşmak için bir başkasının desteğine ulaşabilmeyi tanımlamaktadır. Bir başkasına yardım edilebilir ya
da bir başkası yardım edebilir. Helplessness kelimesi nadiren kelime köküne de uygun olarak imdatsız
kalmak diye çevrilebilir. Karşıya imdat çağrımızı duyuramamanın ya da onun imdadımıza
yetişememesinin yarattığı korkunç ağırlığın, çaresizlik kelimesinde ne denli taşınabildiğini bilemiyorum
ama öte yandan deneyimin tam da kelimelerin anlamını yitirdiği bir ağırlığa ve yaşamın çok erken
dönemlerine bağlı olduğunu düşününce bir kelimeye sığmayacak bir deneyimden söz ettiğimizi de
söyleyebiliriz. Ötekinin bakımına ölesiye bağlı olan kuramsal bir bebek ile felaketin ardından bizim
yardımımıza, imdadımıza ihtiyaç duyan geniş coğrafyayı düşünmek hiç kolay değil. M.Rielke, “Duino
Ağıtları”nda bizim yardımımıza muhtaç bir canlılıktan söz eder. Acı çekenin acısına sırt dönmenin
doğrudan yaşam karşıtı bir zalimliğe denk düştüğünü söyleyebiliriz. İlk bakışta acıdan kaçınıyor ve
yaşamın canlılığını seçiyor gibi görünse de yaşayana sırtını dönenin kendisi için bile yaşam olanı
kıymetlendirebilmesinin pek de kolay olmadığını öne sürebiliriz. Yardım çağrısına sırtını dönmek,
gücünü aşıyor olsa bile duyarsızlığı seçmenin bir bedeli ve ekonomisi vardır. Suçluluktan kurtulmanın
hızlı yolu, karşıyı suçlamak ve öfkeye sarılmak olacaktır. Çaresiz olana sırtını dönen, çaresizlik
duygusundan ancak bilmiş bir kibirle sıyrılacaktır. Dünya ona göre bilinirdir, belirlidir, düşmanlarla
kuşatılmıştır ve öteki bir çare olarak değil yalnızca onun muhteşem çözüm fikirlerinin önündeki bir
engel olarak durmaktadır.

III

Ruhsal gelişim içinde çaresizlik deneyimi Freud’un kuramında en başından beri vurgulansa da daha çok
1905 yılında bir kavram olarak gelişmeye başlar, bebeğin erken nesne seçimi üzerinde durulurken
çaresizlik deneyiminde alınan yardımın sevgi ilişkisinin de temeli olduğu öne sürülür. “Leonardo Da
Vinci ve Bir Çocukluk Anısı (1910)” metninde ise Freud, çaresizlik deneyimi karşısındaki yardım arayışını
kişinin dindarlığa olan eğilimin kökeninde olduğunu varsayar. Bunu gerekçelendirirken
çocukluğumuzdaki muhtaçlık duygusunun yetişkinlik yaşamımızda nasıl bir tanrı fikrine dönüştüğü
üzerinde durur. Bu tespitten onun söylemediği bir yoruma ilerlersek eğer bir çocuğun bir tanrı fikrine
gereksinim duymadan yaşadığı deneyimin biz yetişkinlerin ek bir utanç uyandırdığı için ancak bir tanrı
eşliğinde deneyimlenebildiğini söyleyebiliriz. Bir yetişkin için ötekinin yardımına muhtaç olmak belki de
kolay katlanılabilir bir duygu değildir, bu sorun ebeveyn ve çocuk arasındaki güç eşitsizliğine benzer
biçimde mutlak güçlü ya da en azından daha güçlü bir tanrı fikri ile ilişkili olabilir. Burada bir yetişkinin
çaresizliğe katlanmak yerine sürekli ona yardım edebilecek kudrette bir öteki ile var olduğunu
söyleyebiliriz. Üstelik, bir toplumsal varlık olarak gelişen insanın, en başından beri yardım ile yaşamını
yürütebildiği açık iken çaresizliğe karşı ötekinin yardımına daha açık olabileceğini umabilirdik. Bu
noktada artık genel ve evrensel bir soyutlama olarak “insan” kavramından konuşamayacağımız açıktır.
Buna iki hızlı gerekçe sunulabilir; öncelikler tanrı fikrinin durağan ve sabit bir kavram olmadığını hatırda
tutmak gerekir, dönemler ve topluluklar arasında değişen tanrılar vardı. İkinci gerekçe ise çaresizliğin
tüm toplumlarda benzer bir utanç uyandırmamasıdır. Bazı topluluklarda dayanışmacı pratikler daha
kolay ortaya çıkarken kimi toplumsal görünümlerde “her koyun kendi bacağından asılır” gibi inanışların
daha yaygındır ve işlerini yardımsız, bir başına yürütmeye yönelik bir övgü bulunmaktadır. Öyleyse
bebek ve bakım verenleri arasında modellenmeye başlayan bu işleyişin, farklı toplumsal görünümler
içerisinde örülebileceği ve farklı katmanlara açılabileceğini söylemek gerekir. İçinde bulunduğumuz
felaketin de bize gösterdiği üzre bunu ne sosyoekonomik, ne coğrafi, ne de genetik etmenlere de
indirgeyebiliriz. Çevre ve birey etkileşiminde sonsuz ihtimaller olduğu, bireyin bile bu ihtimaller
içerisinde ötekinin yardımına açık olma ya da ötekine yardıma açık olma konusunda farklı pozisyonlar
arasında hareket ettiğini söylemek gerekir. Freud, bunları böyle tartışmamış olsa da çaresizliğin
uyandırdığı utanç ve suçluluk duygularına vurgu yapmıştır ve onu savuşturma çabasını kendi kuramının
kalbine yerleştirmiştir.

“Gerçekçi anksiyetenin belirleyicileri incelendiğinde, kişinin zayıflık ve çaresizlik bilincinin -


Adler'in terminolojisine göre aşağılık duygusu - eğer çocukluktan yetişkinliğe kadar
uzatılabilirse, nevrozların nihai temeli olduğu görüşüne varılacaktır”.1

Freud, çaresizlik deneyimini, özellikle de yaşamın erken dönemine eşlik eden halini oldukça biyolojik
ve fiziksel bir etmen olarak ele alıyordu. “Ben ve O (1923)” metninde üstbenliğin gelişiminde önemli
rol oynayan, biri biyolojik, diğeri psikolojik iki etmenden söz ediyordu: Çocukluktaki çaresizlik ve
bağımlılığın uzun sürmesini biyolojik, fallik dönemin çıkışında, gizil dönemde ödipal kompleksin
bastırılmasını ise üstbenliğin gelişimine katkı yapan psikolojik faktörler olarak ele alıyordu. Bir bakıma
ötekine duyulan gereksinim, iç dünyada onları bir sabit olarak yeniden var etmeye neden oluyordu.

IV

Bu açıklamalardan yola çıktığımızda “öteki” fikrini pek çok açıdan gerekçelendirebilen ruhsal sistemin,
neden kendine yeter olma düşlemlerine habire gerileyip durduğunu anlamak kolay değildir.
“İnhibisyonlar, Semptomlar ve Anksiyete (1926)” metninde Freud, biyolojik olan çaresizlik ile onun
zihinsel biçimi arasındaki ilişkiyi ele alıyordu. Freud, bu ilintiyi kurarken bebeğin anne karnında bir
nesneye sahip olmadığının altını çizer. Bu dönemde bebek tüm gereksinimlerinin bir başka beden
tarafından karşılandığı ile ilgili bir farkındalığa sahip değildir. Bu açıklamalar bize psikanalistlerin sıklıkla
fetusun ana karnındaki deneyimine atfettikleri tüm güçlülüğü (omnipotans) anlamak için de bir
perspektif sağlayacaktır. Nihayetinde anne karnında fetüs stres deneyimleyebilir, ancak bu stresin
azaltılmasında ötekine dair bir tasarım yoktur. D. Winnicott bu geçişin altını önemle çizen
kuramcılardan birisidir. Bebeğin yeni doğduğu dönemde kendi iç dünyasını fark edişinin ertelenme
çabasından ve bunun öneminden söz eder.2 Winnicott, başlıca bebeğin dünyaya gözlerini açtığı ve
yoğun gereksinimler içerisinde olduğu döneme odaklanır ve bu dönemde bebeğin gereksinimlerinin bir
isteğe dönüşmeden karşılanması gerektiğini öne sürer. Esasında bu evrelerde bebeğin çaresizlik
duyumundan korunması amaçlanmaktadır. Gereksinimlerin karşılanmasına ilişkin engellenmeler ne
denli artarsa hissedilen çaresizlik deneyimi de tahammülün sınırlarını o denli aşacaktır. Bir yanıyla anne
ve bebek arasında Winnicott’un tasarladığı gibi bir geçiş sahası inşa edilecek olsa da tahammül
sınırlarının aşılması engellenemeyecektir, bir başka deyişle çaresizlik hissi ruhsal yaşamın önemli bir
parçası olacaktır. Freud bu durumu nevrozun biyolojik kökeni olarak ele alır.

1S. Freud. “Introductory Lectures On Psycho-Analysıs”, Lecture XXV, 1917


2D. W. Winnicott “The development of capacity to concern””. In: The Maturational Processes and the Facilitating
Environment. New York: International Universities Press, 1965, ss.73-83.
Esasında tüm güçlülük bebeğin ötekine ilişkin bir tasarıma sahip olmadığı bir dönemdir ki bu Freud’un
narsizm kavramına oldukça yakındır. Narsizmin Freudcu tasarımında libidinal akış nesneden çekilir ve
benliğe aktarılır, ruhsal aygıt bir anlamda ötekisizleştirilir. Ötekinin varlığında tüm güçlü bir duyumu
yeniden inşa etmek olanaksızdır, öteki belirsizliğin yuvasıdır. Çaresizliğimize derman olacak olan öteki
iken, tuhaf bir yanılgı nedeniyle güçlülük duyumuna ancak ötekini yok ederek erişebileceğine dair bir
yanılgı içerisindedir insan. Belki tanrısal saha bu anlamıyla ötekine olan ihtiyaca karşı da derin bir sezgi
olabilir, yok edilemeyecek ve boy ölçüşülemeyecek bir öteki. Bu keşif sorunu bir süre göksel katlara ya
da uhrevi dünyalara ertelese de yetişkinliğin parçası olmak zorunda olan kardeşliğe, dayanışmaya
vurguyu azaltan, uzaklaştıran bir çözüm olma riskini kendi içinde taşır. Üstelik, uhrevi yaşama vurgunun
artması ve ölüm fikrinin ağırlığının azalması ile tüm güçlülük yanılgısı sürdürülebilir. Oysa tüm
güçlülüğün kaynağı olan yaşamın erken aşamaları en kırılgan olduğumuz zamanlardır. Bebek bir
ötekinin varlığını fark etmediği sırada bir güce sahip olmadığı gibi, sonrasında ebeveynlerine atfedeceği
kadiri mutlaklık da bir yanılgıdır. Ancak bebeğin söz konusu yanılgıları bir yanıyla da koruyucudur. Din
ve çevresindeki fikirler tümden dayanışma karşıtı ilan edilemez. Bu noktada L.A. Feuerbach’ın ayrımını
hatırlayabiliriz. Hocası Hegel’in dinin sevgiyi besleyebileceği fikrine karşı çıkmaz ama tanrı fikrinin insan
sevgisinin önüne geçtiği her dini kavrayışın hatalı olduğunu öne sürer. Tanrılar ölümsüzdür, ölümlü olan
insandır.

Freud’un Narcissus’u ilk andığı metin ile çaresizliği kuramının merkezine çektiğini öne sürdüğüm metin
aynıdır: “Leonardo Da Vinci ve Bir Çocukluk Anısı (1910)”. Freud, yıllar sonra “Bir Yanılsamanın
Geleceği” metninde kendi kendine hayali bir karşıt yaratır ve onunla bir mülakata yapar. Kendi
kendisine ilginç bir soru yöneltir:

Görünüşe göre o zamandan bu yana, dinin oluşumunda genellikle baş rolün atfedildiği insan
zayıflığı ve çaresizliği faktörünü keşfettiniz ve şimdi bir zamanlar baba kompleksi olan her şeyi
çaresizlik terimlerine dönüştürüyorsunuz. Bu dönüşümü açıklamanızı rica edebilir miyim?3

Cevaben de aslında bunların nasıl da aynı şeyler olduğunu açıklar. Çaresizlik daha çok Freud’un kaygı
ya da travma üzerine düşüncelerini anlamak için odaklandığı bir duyum olsa da aslında toplumsallık
üzerine olan kuramının da merkezinde durmaktadır. Özellikle, “İnhibisyonlar, Semptomlar ve Anksiyete
(1926)” metninde çaresizlik deneyimine oldukça güçlü kavramsal bir zemin kazandıktan sonra Freud,
bu deneyimi topluluk ruhsallığıyla ve dinlerin ortaya çıkışı ile bu kez daha güçlü bir biçimde
ilişkilendirmeye başlar.

Tanrılar üç aşamalı işlevlerini sürdürmektedirler: doğanın dehşetini kovmalı, özellikle ölümde


görüldüğü gibi insanları Kader’in acımasızlığıyla uzlaştırmalı ve ortak bir uygar yaşamın onlara
yüklediği acıları ve yoksunlukları telafi etmelidirler. 4

Bu alıntıyı deprem gerçekleşmezden önce seçmiştim, ama nihayetinde depremden önce de kaderin
acımasızlığı ile uzlaşabilmemiz için tanrı fikrinden fazlaca destek alınan bir süreçteydik. Fıtrat,
mukadderat vb. kelimeler sayısız felaketten sonra çokça kullanıldı. Belki de bu acılar hızla yok
edilmemeliydi, yüreğimizi burkan bu acılar, taşıdığımız huzursuzluk hissi ötekini kollayan bir toplum için
önemli bir işlev üstlenebilirdi belki. Büyümek ya da olgunlaşmak denilen süreç de böylesi bir süreç
olarak tanımlanamaz mıydı? Güçlü ve muktedir tanrılar güçsüzlüğümüzü hızlıca göz ardı etmemize
neden oluyor olabilir ve hatta belki de güçlü devlet bile böyle düşünülebilir. Birey kendi gereksinimlerini

3 S. Freud “Future of An Illusion”, Standar Edition, 1927


4 S Freud, 1927 a.g.e.
tam olarak karşılayabilecek soyut bir ideale bağlandığında yalnızca kendi güçsüzlüğünden değil öteki
için işlevinden de kolay kaçıyor olabilir. Yine Freud’a ses verebiliriz:

Küçük bir çocuğu 'şımartmanın' istenmeyen sonucu, nesneyi kaybetme tehlikesinin (nesne her
çaresizlik durumuna karşı korumadır) önemini diğer tüm tehlikelere kıyasla büyütmektir. Bu
nedenle bireyi, motor ve psişik çaresizlikle karakterize edilen yaşam dönemi olan çocukluk
durumunda kalmaya teşvik eder.5

Bu tanım yalnızca çocuk için değil bir yetişkin için de geçerlidir. Ebeveynin konumuna soyut bir ideali
koyarak düşündüğümüzde tablo yerine oturmaktadır. Soyut ideallere (din, devlet, para vb.) yapılan aşırı
vurgu öteki ile iç içe geçmiş olan yaşamımıza karşı indirgeyici bir bakışı tetikleyecektir. Bu soyut idealler
karşısında insan yaşamı hızla sayılara indirgenebilir, gözden düşebilir, feda edilebilir, ihmal edilebilir.
Vatan fikrinin vatandaştan kıymetli olduğu, zaten bize gereksinimi olmayan kudretli tanrılara gösterilen
özenin insandan esirgendiği düzenleri, soyut olanın yaşamın tüm verimliliğini sömürdüğü, ketlediği
işleyişler olarak görebiliriz. Göçük altındakilere yönelik canhıraş uğraş sürerken devletin elinin
yetmediği yerlere “Sela” seslerinin ulaştırılması ne anlama geliyordu ki? Ölüme karşı mücadele etme
azminin, ölümle kolaycı bir uzlaşıya çevrilmesi yönünde bir müdahale olarak okumaya çok açık bir
tutum olarak okunabilir. Oysa, insanın kırılganlığı onun kıymetinden eksiltmez, güçlü olanın değil zayıf
olanın himaye edilmesi gerekir. Freud, 1916 tarihli “Geçicilik Üzerine” adlı makalesinde yaşamın
kırılganlığından kedere kapılan dostlarını buna benzer fikirlerle yatıştırmaya uğraşır, geçici olanı yitip
gideceği için kıymetli bulur ama belki de ölümlü olanla zamanımızın azlığı, onun bu dünyadaki kısıtlı
vaktidir onu kıymetli yapan. Bu durumda ölebilen her şeyin, yani yaşamın kıymetli olduğunu da
söylemiş oluruz. Thomas Aquinas, nasıl olurda bir incinin bir fareden daha değerli olabileceğini sorgular
ve eğer tanrısal bir düzenin hâkim olduğu bir şehir olsaydı bunun böyle olmayacağını öne sürer.
Felakette hepimizi sarsan ve muhtemelen sarsmaya da devam edecek olan yaşamın
kıymetlendirilemediği bu düzenle bir kez daha yüzleşmek zorunda olmaktı. Ve yine benim para vererek
kurtulamadığım yük de bu sorunla ilgiliydi. İmar affından, çürük binaya, yapılmamış hazırlıklara,
esirgenen seferberliğe neden olan para ile ilgili kaygılardı. Bu yüzden, şimdi bir miktar parayı vererek
bir rahata eremiyorduk belki de. Üstelik para iyilik ve yardım gibi bazı nitelikleri satın almaya
uğraştığında boşa düşüyordu. Nitelik ve nicelik birbirinden kopuyor, bir değer sorunu ortaya çıkıyordu.
Ne kadar para vermem beni iyi biri yapar? Miktardan bağımsız düşünsem bile bütçemin yüzde kaçını
vermeliydim? Ülkede ortaya çıkan insanlık krizlerinde milletvekillerinin bir aylık maaşını bağışlaması,
felaketzedelerin kayıplarına yönelik tazmin paralarının açıklanması ile ilgili gelenek yine tekrar etti. Ne
var ki, bu jestleri beni onlarla dayanışma içerisinde hissettirmeye yetmedi. Sorun miktar değildi, paraya
tahvil edilemeyecek bir değer olabileceğini akıllarına bile getirmiyor oluşlarıydı.

VI

Hannah Arendt’in “emek”, “iş” ve “eylem” arasına getirdiği ayrımı hatırlayabiliriz. Emek bizi kendi
zorunluluklarımıza bağlarken, “iş” kavramı Arendt’e göre işlevsel amaçlara, kar ya da dayatma gibi
sahalara bağlayacaktır. Oysa eylem (action) insanın emek ve işi özgür seçimlere bağlayabildiği bir alan
olarak tarif edilir. Eylem, kendi zorunluluk ve dayatmalarımızı, haz arayışımızı aşan bir saha olacak ise
aslında ötekinin yararının gözetildiği, öteki adına sorumluluk ile eyleme geçilen bir ruhsal işleyişe işaret
ediyor olabilir. Aktivist diye tarif edilen bireylerin bugün “duyar kasan” insanlar olarak tarif edilmesi de
aslında ötekinin acısına sırtını dönmek olarak tarif etmeye uğraştığım hal ile ne denli uyumlu
görünmektedir. Yazının girişinde bahsettiğim “Düşünen Adam” pankartını belki böyle de okuyabiliriz,
kastedilenin eyleme dökme değil Arendt’in tarif ettiği gibi eyleme geçmek olduğunu, ağaçlar için, doğa
için ya da desteğimize gereksinim duyanlar için orada olma isteği olarak okuyabiliriz. Bu bağlamda hayır

5 S. Freud “Symptoms, Anxiety and Inhibitions” Standart Edition, 1926


işi ile dayanışma arasındaki ayrımın ne denli keskin olduğunu yeniden düşünebiliriz. Bugün yukarıdan
aşağıya başlayan kampanyalarda toplumsal olarak hayır severliğe teşvik edilirken dayanışma
duygusunun çok geride kaldığını, kendi aramızdaki örgütlenmelere alan tanımadığını, yardımına
koşmak istediğimiz ile karşılaşmaları azalttığını düşünüyorum. Bağış işlerini küçümsemekten öte
derman olmadığı bir derde işaret etmek niyetim

Dayanışmanın her daim çare olmadığı açık ama gelecek ve geçmişi birbirine bağlayacak olan bir uğraş
olarak görülebilir. Kaybedileni kaybetmemek için uğraşmış olmak, hastalığında, sağlığında,
yoksulluğunda, varsıllığında dayanışmış olmak bize onu kaybetsek de taşıma hakkı verir. Katliamların,
soykırımların, savaşların yıkıcılığı bir yanıyla da bu geçişleri toptan budadığı için topluluğu bir
tarihsizleşmeye mahkûm kılmasıdır. Savaşların övüldüğü koca bir tarih anlatısı varken belleğinde
korkunç boşluklara mahkûm bir toplumsal hayatı sürdürüyor oluşumuzu belki de buradan
düşünebiliriz. Dana Amir (2012), önerdiği “içsel şahit” kavramına değinebiliriz. Yazar, yaşamımızın
başlangıcında bizim çaresizlik deneyimlerimizde kimi zaman elinden bir şey gelmese bile, bizi
yatıştırmayı başaramasa bile bizimle orada birisinin bulunmuş olmasının, bizim derdimizle dertlenmiş
olmasının değerinden söz eder. Zamanla bebeğin ona şahitlik eden bu şahidi içselleştirdiğini ve
yaşamının ilerleyen zamanlarında çaresizliğe düştüğünde bu olumsuz duyguya daha çok
katlanabildiğini belirtiyor. Bu deneyimi içselleştiremeyenlerimizin ise çaresizlik karşısında suçluluk ve
utanç duygularına daha hızlı kapıldığını ve ne kendi içinde olan biteni ne de dışarıdan ne yaşadığını
anlayabildiğini, yoğun kaygılara sürüklendiğini düşünebiliriz. Özetle kimse bizim çaresizliğimize
tahammül etmedi ise biz de büyük olasılıkla ne kendimizin ne de bir başkasının çaresizliğine tahammül
edemeyiz. Burada tahammül etmenin acıya eşlik eden aktif bir tutum olduğunun altını çizmemiz
gerekir. Boulanger (2016) bu aktiviteyi pasif izleyicilikten aktif şahitliğe geçiş olarak adlandırmaktadır.
Hakkıyla şahitlik edebilmek için önemli bir eylemlilik içinde olmak gereklidir. Bir bakım verenin bebeğin
acısına duyarsızlığı ile acıyı dindirmek için elinden bir şey gelmemesi arasında derin bir fark vardır.
Önümüzdeki dekatları etkileyecek bir çaresizlikler serisi ile kuşatıldık. Artık, binlerce öksüz ve
yetimimiz, sakat kalmışımız, acı içinde olanımız var. Çaresizlikle enseyi karartmak yerine bir kardeş
dayanışmasına tutunabiliriz. Yaşamı kıymetlendirmeyen, ölümü sıradanlaştıran her tutuma karşı uyanık
olmalıyız. Öteki ile temasımızı azaltan, suçluluk duygumuzu hızla yatıştıran hayırsever bir duruştan öte,
dertlerle dertlendiğimiz, çözüm yolları üzerine düşünmeye uğraştığımız, yeni yollar yaratabilecek
eylemci ve dayanışmacı yollara şimdi çok ihtiyacımız var. Dayanışma yaşatır!

12-02-2023
İstanbul

You might also like