Borowczyk'in Her Hali

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 4

Kısadan, Uzuna: Walerian Borowczyk’in Her Hali

İshak Sayğılı

Polonya’da Poznan şehri yakınlarında, 1923 yıllarında dünyaya gelen Walerian isimli çocuk geçtiğimiz
yüzyılın önemli isimlerinden birisi olacaktı. Kimilerine göre bir deha olarak başladığı yolculuğu
pornografik bir sapmayla heba olmuştu, kimileri ise aslında yaptığı her işte kendisinden bir parçayı
sürekli olarak taşıdığını öne sürecekti. Krakow’da resim alanında konservatuar eğitimi alan
Borowczyk, resim ve litografi alanında kendisini geliştirecekti. Henüz öğrenci iken amatör kısa filmler
ve animasyonlar denemiş olsa da onun sinemayla ilk profesyonel buluşması tasarladığı film afişleri ile
olacaktı. Kendi döneminin bilinen karikatür dergilerinde çizimleri yayınlandı, bazı eserleri
yarışmalarda dereceler elde etti ve 1953 yılında bu alanda ilk ulusal ödülünü bir litografi serisi ile
kazanacaktı. Kariyeri tasarladığı animasyonlarla yön değiştirdi. Bu animasyonlardan kimisi yalnızca
birkaç saniye uzunluğunda olsa da dikkat çekmeyi başarmıştı. Stop-motion olarak hazırlanan
animasyonlar o dönem batıda animasyon dünyasına hâkim olan Disney’in parlak kartonlarından
oldukça farklıydı. Animasyon konusunda dönemin bir başka dehası olarak kabul edilen Jan Lenica ile
birlikte çalışmaya başladı. 1956 yılında başlayan bu verimli ortaklığın en akılda kalan işleri “Time Upon
aOnce (1957)” ve “House (1958)” oldu. Bu ikilinin son ortak yapımı olan “House” filmi Brüksel’de
“Uluslararası Deneysel Film Yarışması”nda “Grand Prix” ödülünü aldı. Bu ödül belki de ona Fransa
yolunu açan unsurlardan birisi olacaktı, 1959 yılıyla beraber Borowczyk, Paris’e taşındı ve
animasyonlarını üretmeye burada devam etti. Lenica ve Borowczyk’in hem birlikte çalıştıkları dönem
hem de sonrasında yaptıkları animasyonlar yalnızca animasyon dünyasında değil sinema ve televizyon
dünyasında çok köklü bir değişimin hem habercisi hem de tetikleyicisi olarak kabul edilmektedir.
Terry Gilliam, yıllar sonra başlayacağı ünlü “Monty Phyton” serisinin ana ilhamını bu ikili olarak
gösterecektir.

Fransa’ya gelişi ile çektiği “Astronot (1959)” oldukça önemli bir ses getirdi. Bu dönemde Chris Marker
ile çalıştı ve onun üzerinde de önemli bir etki yarattı. Marker’ın ünlü “La Jette (1962)” filmi hem
teknik olarak Borowczyk’in tarzını kullanacak hem de film de yönetmen ve eşine rol verecekti. Bu
filmde yıllar sonra yeniden Terry Gilliam’a ilham olacak ve “12 Maymun (1995)” filmi doğacaktır.
Birçoğuna göre o artık Melies’in ilhamını sinemaya yeniden taşıyordu. Melies’in ünlü “Aya Yolculuk
(1902)” filminin bilimsel gerçekliğe tutunmak yerine düşlemi serbest bırakması gibi Borowczyk de
dönemin izleyicisine önemli bir fırsat sunuyordu. İkinci dünya savaşı sonrasında uzaya insan
gönderme işi dönemin Sovyetleri ile Amerika arasında “uzay savaşları” olarak anılan sıkı bir rekabetin
başlamasına sebep olmuştu. Borowzyck, yalnızca bu sıkışıklığın içinde fantastik bir kaçış yolu
keşfetmekle kalmıyor, filmde önce Amerikan uzay aracını sonra da Rus aracını düşürüyor, onlarla
açıkça alay ediyordu. Polonya ve Sovyetler ’in yakınlığı düşünülürse eğer Borowczyk, kendi
memleketine eleştirilerini sunmaktan da geri durmuyordu. İlk uzun metrajlı aksiyon filmi olan “Goto,
Sevgi Adaı (1968)” isimli filmi de doğrudan bu karşıtlık içerisinde okuyanlar çoğunlukta olacaktı. Ancak
onun sinemasını anti-komünist, anti-kapitalist gibi bilindik politik kalıplara sıkıştırmak zor olacaktı,
çünkü nihayetinde Borowczyk’i doğrudan kültür karşıtı olarak tanımlamak daha doğru olurdu. Onun
için insanlığın şimdiye kadar ortaya koyduğu, politik, dini ya da sanatsal kazanımlar oldukça göz ardı
edilebilirdir. Cinselliğe ilişkin soruşturmasında bile esasında alışıldık bir cinsel özgürlük savunusundan
öte cinsellikle ilgili önüne gelen her bariyere rast gele çarpan birisi gibidir. Kullandığı öykülerden
yalan, birbirinin kuyusunu kazan, aldatan figürler vardır karşımızda. İki büyük savaşın arasında
doğmuş ve ikinci dünya savaşının merkezinde ergenliğini geçirmiş birisi olarak insanlığın ortaya
koyduğu pek çok değere kuşkuyla yaklaştığını söyleyebiliriz. Bu dönemde yönetmenin bu tutumunda
yalnız olduğunu söylemek de zordur. Borowczyk, Fransa’ya gelişi ile beraber tam olarak organize bir
grup olmasalar da “Left Bank” olarak bilinen, Chris Marker, Agnés Varda, Alain Resnais gibi
yönetmenlerin arasında anılacaktır. Öte yandan André Breton, Max Ernst, Ado Kyro ve Robert
Benayoun gibi gerçek üstücülüğün önde gelen isimleri onu sürrealist olarak anacaklardır. Oysa kendisi
bu adlandırmaları hiçbir zaman kullanmayacak ve benimsemeyecektir.

Sanat onun için dünyaya ve ilişkilere dair eleştirisini ve güvensizliğini sunduğu bir saha gibidir. Çoğu
filminde tekrarlayan trajedileri izleriz. Aslında 1963 yılında çektiği “Rönesans” adlı kısa film onun
dünyaya bakışına dair önemli ip uçları verir. Dağılmış, parçalanmış, terkedilmiş küçük bir alan bu
filmde zaman akışının tersine akmasıyla yavaş yavaş, teker teker onarılır, toparlanır ta ki son anda
bütün sahneyi yeniden parçalayacak olan bir el bombası ortaya çıkıncaya kadar. Bu anlatı onarımı ve
yıkımı bir sıraya ve bir zorunluluk aksına bindiriyordu. Ayrıca bu film onun set yaratma konusunda
ustalığının da ilk izlerini verecektir. Bu yıkık, kirli ve çürük dünyayı daha sonra “Goto, Sevgi Adası”
filminde yeniden buluruz. “Rosalin (1966)” isimli kısa filminde de benzer bir kirlilik ve yıpranmışlığın
kullanıldığını görürüz. Guy de Maupassant’ın kısa öyküsünden uyarlanan bu filmde yine yönetmenin
eşi oynamaktadır, yalnızca bir monolog ve suç kanıtlarının gösterimini izleriz; yeni doğurduğu
çocuklarını öldürmüş bir anne kendini savunmaya uğraşmaktadır. Bu yapıtı oldukça yoğun bir övgüyle
karşılanır. Bu denli minimalist bir tutumla bu kadar güçlü çağrışımlar uyandırması ile övülür.
Yönetmenin daha sonra da pek çok edebiyattan uyarlamalara başvurduğunu görürüz. Çoğunlukla
kendisinden önceki yüzyılın yazarlarına doğru çekilmektedir. Guy de Maupassant, Sade gibi Fransız
Libertinlerin onun üstündeki etkisi büyüktür. Daha sonraki dönemde sanatsal erotik filmlerin
yönetmeni olarak anıldığı dönemlerde bile bu etkileri görmek mümkündür. Kimileri onun İtalyan ve
İspanyol Mannerism akımından da etkilendiğini öne sürse de özellikle kadına metalaştıran tutumu
onu Sade gibi yazarlara daha çok yaklaştıracaktır. Keza, 1992 yılında “İblisin Anatomisi” adıyla
yayınladığı kendi öykülerde de benzer izleri bulmak mümkün olacaktır.

Borowczyk, animasyonları ile canlı aksiyon filmleri arasında ayrım yapmamaktadır. İlk uzun metraj
filmi de bir animasyon olur; “Bay ve Bayan Kabal’ın Tiyatrosu(1967)”. Aslında bu animasyondan kısa
bir kesiti iki yıl önce “Konser” adıyla yayınlamıştır. Bay ve Bayan Kabal karakterleri birbirlerine yönelik
yoğun agresyon barındıran bir çifttir. Bedenler sürekli dağılır, kesilir, yeniden birleştirilir. Kimi
eleştirmenlere göre burada açık bir cinsellik olmasa da aslında anlatılan Kabal çiftinin cinsel
yaşamıdır. Tatminsizlik, güvensizlik ve beklenmedik kötü sürprizler, bedenlerin uyumsuzluğu gibi
temalar oldukça kendine has bir biçimde anlatılır. Kabal çiftinin uzun metrajlı fiminde yönetmen
kendisini filme dahil eder ve kendi yarattığı karakterle kısa bir konuşma yaparken izleriz onu.
Kendisini “Boro” olarak tanıtır. Bu isim onun Fransa’ya geldikten sonra kendisi için kullandığı bir
isimdir. “Boro” aynı zamanda uydurma bir karakterdir de onun için ve belli ki hem kendisi olan hem
de kendisi olmayan bir yönetmen imgesi sunar bize. Az önce bahsettiğim öykü kitabında “Boro”ya
ilişkin biyografik bilgileri sunduğunda hem doğum tarihinin, hem de doğum yerinin aslında
Borowczyk’ten farklı olduğunu görürüz. İlk uzun metrajlı, canlı aksiyon filmi olan “Goto, Sevgi Adası”
filminde tüm karakterlerin adları Goto, Gozo, Goro gibi çeşitlemelerdir ve düşünülebilir ki Boro adı da
tam anlamıyla böyle bir türetmedir.

Bu ilk uzun metraja biraz yakından baktığımızda, onun kısa filmlerinde ve animasyonlarındaki pek çok
temanın tekrar ettiğini görürüz. Film bir adada geçer, bilinmeyen bir adadır burası, yıllar önce
gerçekleşmiş bir deprem sebebiyle ana kara ile olan bağlantısı kopmuştur. Babadan oğula geçen bir
krallıktır ve tüm krallar ve yöneticiler aynı zamanda asker ve komutandır. Açlık, yoksulluk ve pislik bu
adadaki derme çatma kraliyet sarayını neredeyse kemirmektedir. Anlaşmazlıklar tuhaf bir yargılama
sistemi ile çözülmektedir. Görünürde hiç adil olmayan bu sisteme herkes saygı duymaktadır. General
III. Goto, kendisinden oldukça genç bir kadınla evlidir. Ancak uzaklara gidilemese bile sarayın dışında
da vakit geçirmek isteyen bu genç kadın genç bir teğmenden binicilik dersleri almaktadır. Genç
teğmen ve Generalin karısı arasında tutkulu bir aşk da vardır. Her ikisi de bu adadan kaçmanın
hayalini kurmaktadırlar, bir yandan da hiçbir zaman görmemiş oldukları anakaradan da
korkmaktadırlar. Saray yoksuldur ancak sarayın dışında kalanlar daha da yoksuldur. Buraya kadar tarif
edilen ülkenin komünist blok ülkeleri için ne denli güçlü bir metafor olduğu açıktır. Dışardan tuhaf
görünen ancak kendi içinde görece yürüyen bu sistemdeki pek çok tutarsızlık ve adaletsizlik alt sınıf
bir vatandaş olan Gono tarafından fark edilir ve Gono sisteme dair bildiği bütün açıkları kendi lehine
kullanır. O da Generalin güzel karısına aşıktır ve bu uğurda birkaç kişiyi öldürmekten de
çekinmemektedir. Gono, hilebazlığı ve fırsatçılığı yönetimi ele geçirse de istediği güzel kadını elde
edemez. Tüm karakterlerin oldukça karton oluşu, kullanılan ışık, oyuncuların neredeyse animasyon
karakterleri kadar absürt tepkileri, kirli ve paslı bir dünya filme oldukça kendine has ve tuhaf bir hava
vermektedir.

Yönetmen, nesnelerle en az insan karakterleri kadar yoğun bir bağ kurmaktadır. Sinek, sinek
yakalama, yakalanan sineklerin bir kutuda saklanması daha önceki animasyonlarında ve kısa
filmlerinde oldukça belirgindir. General ve güzel karısının sahilde yaptığı gezinti Kabal çiftinin
animasyonundaki plajla çok benzerdir. Bir obje olarak şapkanın kullanımı da diğer filmlerde
görebileceğimiz bir tema verir bizlere. Bir diğer tekrar ise adanın kendisidir. Hemen hemen tüm
filmlerinde karakterler bir mekâna kısıtlıdırlar. Bu mekân “Hayvan (1975)” filminde olduğu gibi bir
çiftlik, “Blanche (1971)” filmindeki bir şato, ya “Duvarların Arkasında (1977)” olduğu gibi bir manastır
olabilir. Nihayetinde bu mekanlara girmek ve çıkmak için kat edilmesi gereken bir mesafe vardır. Bu
mesafe yönetmenin bizi davet ettiği düşlemle aramızdaki gerçeklik algısı olabilir. Onun düşlemsel
dünyasına girebilmek için izleyicinin gerçekten de uğraştırıcı bir yolculuk yapması gerekir. Onun
karakterleri de bu dünyada kıstırılmış karakterlerdir. Goto adasındakiler denizi aşamaz, “Blanche”
filminde ise şatodan çıkışa izin verilmez, “Hayvan” filminde, evvelce işlenmiş bir günahın kanıtı olan
mutant oğul bir çiftlikte gizlenmek zorundadır. “Dr. Jekyll’in Kadınları (1981)” filminde ise misafirler
köşkü terk edemez. Onun karakterleri delice bir dünyada, kendince işleyen kurallara tabidirler ve her
biri u tuhaf kurallarla kendi cinsel dürtüleri arasına sıkışmıştır.

Bir tiyatro uyarlaması olan “Blanche” da oldukça iyi övgüler alır. Yine yaşlı bir derebeyi, genç ve güzel
karısı ile derebeyinin yiğit yakışıklı oğlu arasında bir üçgen ortaya çıkar. Genç kadın, sarayda kapana
kısılmış gibidir. Filmin başından başlayarak kafesteki güvercin ile bu kadının arasında bir benzerlik
kurulur ve nihayetinde gelişen olaylarla gerçekten de bir kafese kapatılır. Ne cinsellik ne de aşk
kutsanamaz. Karakterlerin aşklarını yücelttikleri her an tuhaf bir alaycılığın gölgesinde kalır. Güçlü
olan ile güzel olan arasında tuhaf bir uyuşmazlık vardır. Onun dünyasında insanlar güvenilir olmak
istediklerinde beceremezler, doğruyu yaptıklarını sandıklarında hata işlerler, güvendiklerinde
aldatılırlar. İnsana dair pek çok yetersizlik ve insanların bu yetersizliği ört pas ederken takındıkları
kibirli tutumları onu oldukça rahatsız etmektedir. Bu haliyle esasında eline geçen her fırsatta
kalıplaşmış olan her şeye saldırır. Uzun metrajlı işleri ile kazandığı başarılarla beraber Boro’nun kısa
filmlere, özellikle de animasyonlara olan ilgisi azalır. “Ahlaksız Öyküler (1974)” filminde Erzebeth
Bathory, Lady Drakula gibi bilindik öykülere de yer verdiği 10 kısa öykü sunar. Bu film oldukça büyük
bir sansasyon yaratır. Fransa’da dahil pek çok ülkede yasaklanır ya da sansürlenir. Bu kez
eleştirmenler de ikiye ayrılmıştır, kimisi yönetmenin cinselliği kullanım biçimini “ucuz” bir hile olarak
görürken kimileri için sanatsal alanın sınırları zorlanıyordu. Bir yıl sonra çektiği, Polonyalı yazar Stefan
Zeromski’den uyarladığı “Bir Günahın Öyküsü (1975)” adlı filmi bu kez Polonya’da çeker. Özellikle iç
mekân çekimlerindeki özeni, setlerde kullanılan objelerin detayları, ışık ve oyuncu kullanımı önemli
övgüler alır. Ancak, aynı yıl çektiği “Hayvan” isimli filminde yer alan, bir kurt adam ile bir kadın
arasında tecavüzden, sevişmeye dönen uzun sahne oldukça sert eleştiriler alır. İnsan ve doğa
karşıtlığına, dine dair önemli bir eleştiri sahası açılmış olsa da bu sahne ile daha çiğ ve pornografik bir
esans filmin dokusunu oldukça örseliyordu. Oysa, aynı yıl ressam Bona Mandiargues’in salyangoz
temalı resimlerinden yola çıkarak yarı belgeselimsi kısa filminden pek çok fikri de bu filmde
kullanmıştı. Salyangozların tuhaf cinsel döngüsünden ilham alan Borowczyk, filmin her yanına bu
hayvanları serpiştirmişti.

Onun yönetmenliğine ve filmlerindeki yapımcı rolünü de üstlenişine şahit olanlar aslında onun
sinemasında ne kadar planlı olduğunu ve tüm süreçlerde ne istediğinden ne denli emin olduğundan
söz etmektedir. Filmlerin daha çekim süreçlerinde iken esasında sonrasında ona yönelecek olan
eleştirilerden haberdardı. Dolayısıyla onun sinemasında ticari ya da başka kaygılarla bir kaymadan, bir
sürüklenmeden söz etmek oldukça zordur. Stendhal’ın “Roma’da Gezintiler” kitabından uyarlanan
olan ve çok ses getiren işlerinden birisi olan “Duvarların Ardında (1977)” filmi, yönetmenin eski eşi
Ligia Borowczyk/Branice ile de birlikte son çalışması olur. Bu filmde manastı hayatında kapalı kapılar
ardına sıkışmış gizli cinselliğin bir dizi olayla açığa çıkması sonrası klişenin tekrar kontrolü sağlama
uğraşı ele alınır. Oldukça güçlü bir konu olsa da önümüzde, çıplaklık içeren sahnelerin uzunluğu filmi
bir anda çıplak rahibelerin merak edildiği bayağı bir erotik film hattına düşürmekte. Yine de
yönetmenin kışkırtması filmin her köşesine yayılmakta. Özellikle de rahibenin mastürbasyon
yapabilmek için oyduğu tahta dildonun arkasına İsa figürünü işlemesi ve bu figürle yaptığı
mastürbasyon sahneleri çoğu ülkede sansürlenir. Borowczyk, gün geçtikçe sanatsal erotik filmler
çeken bir yönetmen olarak konumlanmaya başlar. Kimilerine göre bu konformist bir sahadır ancak
yönetmenin filmleri bu anlamda da türün gerekliliklerini karşılamaktan uzaktır. Erotik sinema
izleyicisinin beklentileri ile onu kısa filmleri ve animasyonları ile tanıyıp takip eden izleyicilerin
beklentilerini bir potada eritebilmek pek de kolay olmasa gerek. Gerçi yönetmenin böyle bir derdinin
olduğunu öne sürmek bir yandan naif bir tutum da olabilir. Seksenli yılların başında iki İngiliz korku
öyküsü; Jack the Ripper ve Dr. Jekyll’in serbest uyarlamaları diyebileceğimiz iki film çeker. Her iki
filmde de daha önce kariyerinde hem Frankestein’ı hem de Dracula’yı canlandırmış olan oyuncu Udo
Kier ile beraber çalışır. İlk film olan “Lulu (1980)”, kışkırtıcı olsa da eleştirmenleri yine mutlu etmez.
Bir yıl sonra çektiği “Dr. Jekyll’in Kadınları” ise yine büyük sansürlerle karşılaşır, ancak
eleştirmenlerden daha iyi notlar alır. Bu iki film de mizah, agresyon, korku, erotizm gibi unsurları
birlikte kullanır. Ancak bu dönemlerinde öykülerin uyarlamalarında ciddi bir yaratıcılık gösterse de
öykülerin sahnelenişinde tuhaf bir aksama ve ritim sorunu filmlere adaptasyonu çok güçleştirir.

Uzun süre animasyonlara ara vermiş olsa da kariyerinin son kısa animasyonu 1984 yılında “Scherza
Infernal” adı ile çeker. Bu kısa animasyonda şehvetli iblislerle dolu cehennem ile tanrının saflık içinde
yarattığı güzel kızı konu edilir. Kız olgunlaştığında, Tanrıya cehenneme gidip iblislerle sevişmek
istediğini söyler ve kendisini istekleri ile bir olmakla, dürüst olmakla savunur. Bu bir bakıma
Borowczyk’in kendi savunusudur. Ona yöneltilen eleştirilere karşın kendi tutumunda bir değişikliğe
gitmez. Kariyerinde attığı en aykırı adımlardan birisi de “Emanuella” serisinin beşinci filminin
yönetmeni olmayı kabul etmesidir. Bu film erotik sinemanın gereklerine daha uygundur ancak yine de
Borowczyk vari bir düş ile gerçek arasında tuhaf bir düzlemde akar. Sonraki ve son uzun metrajlı filmi
olan “Aşk Dalgaları (1987)” da erotik sinemaya daha yakındır. Sonrasında da bazı erotik dizilerin
birkaç bölümünde yönetmenlik yapmış olsa da daha çok resim ve heykel gibi plastik sanatlarla
uğraşmış ve 2006 yılında, 83 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Ölümü sonrasında hakkında pek çok
belgesel çekilmiş, 2014 yılın 1959-1984 arasındaki işleri güncellenerek DVD seti olarak yayınlanmıştır.
2018 yılında Kuba Mikurda “Love Express: The Disappearence of Walerian Borowczyk” isimli bir
belgesel yayınladı. Bu belgeselde Terry Gilliam, Slavoj Zizek, Andrzej Wajda, Neil Jordan gibi isimler
yönetmenin kendi üzerindeki etkilerini anlattı. Bu yazıda yönetmenin uzun ve hareketli kariyerini bu
kısıtlı alanda toplamak olanaklı görünmese de daha çok kariyerindeki dönüşümlerine dair
izlenimlerimi sunmaya gayret ettim. Herkes kendi Boro’sunu seçmekte özgür elbette ama benim onu
en etkileyici bulduğum zamanlarının 1960 ve 1970 arası dönemde yaptığı işler olduğunu
söyleyebilirim. Nihayetinde kariyerinin her döneminde etkisi bir ülkeyle sınırlı kalmayan, yaptığı işler
her zaman merak uyandıran bir sanatçı olarak geçtiğimiz yüzyıla önemli bir iz bıraktı.

You might also like