Professional Documents
Culture Documents
Untitled
Untitled
TÜRK-İSLAM DÜŞÜNCESi
Meşşaî okulunun diğer önemli temsilcisi olan İbn Sina da felsefe, mantık, kimya,
matematik ve tıp ala#nında derinleşmiş,
özellikle tıp alanında büyük şöh#ret kazanmıştı. Onun el-Kanun fi’t-Tıb adlı eseri
17.
yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde kaynak eser olarak kullanıldı. Düşünce
sistemini büyük ölçüde Farabî’nin
görüşleri üzerinde şekillendiren İbn Sina, felsefî düşün#cenin gelişimi konusunda
da önemli etkiler bıraktı.
Birunî ise matematik, tıp, coğrafya, tarih, fizik, astronomi ve dinler tarihi başta
olmak üzere çok
sayıda alanda eser vermiştir. Bunların yanında fel#sefeyle de ilgilenmiş, İslam ve
dünya tarihinin en
tanınmış âlim filozoflarından biri hâline gelmişti. Öyle ki Sarton gibi bazı
yazarlar, onu “bütün za#manların en büyük
bilginlerinden biri olarak nite#lendirmiş ve yaşadığı döneme “Birunî asrı” ismini
vermişlerdi.
bu filozof#lar, peygamberlerin vahiyle ulaşmak istediği amaca,
bilge kişinin akılla ulaşabileceğini dile getirmişlerdi.
Adalet, doğruluk, itidal ve yiğitlik kavramlarını açık#layarak vicdanlara erdemin
ilkelerini sunmuşlar,
hurafelere karşı deney yolunu benimsemişlerdi. Başka bir deyimle bilimsel yöntemi
tercih etmişler
Ebu Hanife fıkıh ve İmam Maturidî de kelâm alanında ortaya koy#dukları özgün
yaklaşım ve metodolojileri ile kendi
adlarıyla anılan ekoller oluşturdular ve bu suretle İslam düşünce tarihine damga
vurdular.
Ebu Hanife el-Fıkhü’l-Ekber adlı
eserinde dile getirdiği yöntem ve yaklaşımlar ken#di adıyla anılan bir fıkıh
ekolüne öncülük etmişti.
Fıkıh konusunda akılcı yaklaşımıyla dikkat çeken Ebu Hanife ve onun izinden giden
Hanefîler, fıkıh
usulünde kıyasa yani Kur’an, sünnet ve veya icmâile çözemedikleri meselelerde akla
ve düşünceye
başvurmayı esas aldılar ve bu yüzden “Ehl-i Re’y” olarak isimlendirildiler.
İmam Maturidî ise öncülük ettiği yeni kelâm ekolüyle İslam düşünce tarihine
damgasını vurmuş#tu.
Esasında onun ismine nispetle Maturidîlik olarak adlandırılan bu kelâm ekolünün
çatısı ve temel ilke#leri,
büyük ölçüde Ebu Hanife’nin yöntem ve yakla#şım temelleri üzerine kurulmuştu. İmam
Maturidî,
imanın dil ile söylemek ve kalple doğrulamak ol#duğunu söyleyerek yaşadığı dönemde
büyük tartış#malara konu olan “iman” meselesine açıklık
getirdi. eseri olan Kitâbü’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-Kur’an’da, kendinden
önceki âlimlerin tartışmadığı önemli meseleleri ele alarak bu meseleleri, naklî
delillerin yanında tarihî,
sosyal ve semantik birtakım akli deliller de kullanarak çömeye çalıştı. Türkler,
İslamiyeti kabul ettikleri andan itibaren
başlangıçta hem bir fıkıh hem de bir itikadî mezhep olan Hanefîliği, sonrasında da
Hanefîliğin itikadî
alanda devamı olan Maturidîliği tercih etmişlerdir.
türkler kadîm (eski) ile cedîd (yeni) arasındaki ilişkisine sadık kalarak, eski
Türk devlet ve siyaset düşüncesi ile yeni girdikle#ri kültür
ve medeniyet dairesinde hazır buldukları İs#lam devlet ve siyaset teorisi arasında
makul bir terkip
oluşturdular. Türk-İslam devlet ve siyaset düşüncesi, ilk örnekle#rini Yûsuf Hâs
Hacib tarafından Karahanlılar muhitinde
yazılan ve İslami dönem Türk edebiyatının ilk örneği olarak bilinen Kutadgu Bilig’e
yansımıştı.kut kelimesinden türetilen
“kutadmak” yani “kut sahibi kılmak, kut’a erişmek” fiilinden gelmekte olup
“mutluluk veren bilgi” değil,
“siyasî otorite bilgisi”, “kutlu yani devletli olma ya da kılma bilgisi”
anlamlarına geliyordu.türklerde din işleri ile devlet işleri ayrıdır öyleki türk
devletlerinde
özellikle selçukluklarda hukuki işleri kadılar bakardı şeyhülislam ise bu kararlara
tasdik ediyordu. tuğrul bey bağdata girdiğinde halifenin bütün dünyevi yetkilerini
kendine almış ve halife sadece dini konulardan sorumlu tutulmuştur. bu türklerin
devlet ve din anlayışının birlikte yürütülmesinin tek yolunun ikisini birbirinden
ayırmak olduğunu benimsemişlerdir.İslam devlet ve siyaset düşüncesinin Türk#İslam
devlet ve siyaset düşüncesi üzerindeki en
önemli etkisi ise “merkeziyetçi devlet” anlayışıdır.
Selçuklu medeniyeti cami, medrese ve hankâh üçlüsünü ilmî hayatın zemini haline
dönüştüren bir medeniyettir.
Selçuklu sultanları çoğu zaman sûfîlere saygıda kusur etmemişlerdir. Onlar genelde
sûfî çevreleri Allah’a ibadete,
ihlâsa ve tevhide çağıran İslâm tebliğcisi olarak değerlendirmişlerdir. Tuğrul ve
Çağrı Beyler gittikleri yerlerde sûfî
şeyhlerini ziyaret etmişlerdir.Sultan Alparslan sûfîlere karşı sevgide kusur
etmezdi. Bütün servetini
mescitler, hankâhlar ve köprüler gibi hayır kurumlarına harcayarak tasavvuf yoluna
sülûk eden Hassan b. Said b. Hassan’a büyük saygı
gösterir, kendisinden dua talebinde bulunmak arzusuyla onu ziyaret ederdi. Sûfîlere
kapısını
daima açık tutan Sultan Melikşah, önemli sûfîlerin kendisini ziyaret etmesini
istemiş, ziyaretine gelmeyen sûfîlere sitemde bulunmuştur.
Sultan Muhammed Tapar, İmam-ı Gazâlî ile yakın irtibat kurmuştur. İmam-ı Gazâlî
Muhammed Tapar’a yaptığı nasihatlerinde dünyanın fani, âhiretin baki olduğunu
anlatmış, gafillerin dünyaya aldandığını,
akıllıların ise âÂhiret hazırlığına koyulduklarını hatırlatmıştır. Selçuklu veziri
Nizamülmülk, aynı zamanda sûfîlere verdiği
destekle de tanınmıştır. Nizamülmülk’ün yanına rahatça girip çıkabilen sûfîler,
huzura varmak için herhangi bir izne gerek duymamışlardır.
Bu durum kimi zaman Nizamülmülk’ün resmi işlerinde zor durumda kalmasına yol
açmıştır. Sûfîleri kıramayan ve onlara istedikleri kadar
zaman ayıran Nizamülmülk’ün işlerini aksattığını gören danışmanları Nizamülmülk’ü
uyarmışlardır. Nizamülmülk’ün sûfîleri himaye edici ve destekleyici tavrı
nedeniyle olsa gerektir ki, kendisini öldüren batinî isim, sûfî kılığına
girerek yanına kadar yaklaşabilmiştir. Cüveynî ve Kuşeyrî gibi devrin âlimlerine ve
şeyhlerine saygı gösteren ve huzuruna geldiklerinde onlara
saygıdan dolayı ayağa kalkan Nizâmülmülk, Fârmedî geldiğinde ise onu kendi makamına
oturtmuştur.Nizamülk’ün açtığı çığırdan giden Selçuklu vezirleri tasavvufî
düşünceye ve tasavvufî şahsiyetlere hürmette genelde kusur etmemişlerdir. Büyük
Selçuklular’da gördüğümüz tasavvuf erbabı ile olan yakın
ilişki, Anadolu Selçuklu hükümdarları zamanında da devam etmiştir.
Örneğin Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhüsrev, ikinci defa tahta
çıkışını Abbasi halifesine bildirmek için
Malatyalı Şeyh Mecdüddîn İshak’ı Bağdat’a göndermiştir. Alaaddin Keykubat ise kendi
ülkesine gelen mutasavvıflarla
genelde yakın ilişkiler içinde bulunmuştur. Bu isimlerin başında Bahaeddin Veled
gelmektedir. Konya’ya gelmekte olan Bahaeddin Veled’i
bizzat karşılamak üzere Sultan büyük bir toplantı tertip etmiş, şehrin bilginleri,
arifleri, fütüvvet erbabı ve zahitleri bu toplantıda hazır
bulunmuşlardır. Sultan I. Alaaddin Keykûbâd Kayseri’de yöneticilerle Türkmen
dervişler
arasındaki geçimsizliğe zamanında müdahalesidir. Anlaşmazlık tehlikeli bir mahiyet
arz edince Sultan, acilen Konya’dan Kayseri’ye geçmiş.
Türkmen dervişler lehine bir siyaset izleyerek onlara muhalif olan bazı idarecileri
idam ederek olayın büyümesini önlemiştir.
Doğuşunu takip eden kısa süre içerisinde İslâm dininin büyük coğrafyalara
yayılmasının ana etkenlerinden biri, bu dinin bünyesi içinde
barınıp gelişen tasavvuf cereyanı olmuştur. İslâm dinini gayrimüslim toplumlara
tebliğ edip yaymayı en önemli vazifelerinden biri kabul
etmişlerdir.sûfî dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ faaliyeti
sürdürerek, oralardaki insanlara İslâm’ı tanıtıp
sevdirmişler ve Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.Alp” ve “abdal” gibi
unvanlar taşıyan bu mürşidler evvela
Bizans topraklarına sirayet ediyor, sonra oraları Müslüman coğrafyası haline
getirmek için faaliyete girişiyorlardı. Türk derviş-gazileri bir şehri
ve memleketi fetheder etmez, derhal bir kısmı oralara yerleşiyor, kalan kısmı ise
daha ileriye doğru gidiyordu. söz konusu zümreler bir İslâm tebliğcisi olarak
faaliyet göstermişlerdir. Esasen bu dervişler uçlarda, henüz İslâmiyet’i tamamen
sindirememiş olan Türkmenler arasında veya Hıristiyan
merkezlerine yakın yerlerde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.bu tebliğci dervişlerin
Anadolu’nun İslâmlaşmasında
oynadıkları rol büyük olmuştur.halkla içli dışlı olmuşlar, çocukla çacuk, fakirle
fakir, aribanla gariban dertli ile dedrtli olmuşlardır.
1. Mutezile
2. Eşarilik
3. Maturidilik
bugünkü Özbekistan’ın Semer#kand bölgesinde Matürid köyünde doğan ve tam adı Ebu
Mansur Muhammed bin Mahmud el-Matüridi
olan Maturidi’ni doğum ve ölüm tarihi tahmini açıklamalar dayalıdır. Ebu Mansur el-
Maturidi, kökleri İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye dayanan itikadi
bir mezhep olarak Maturidiliği Semerkant bölgesinde kurmuştur.bu ekolün esaslarını,
dini bilginin temellerini akıl ve nakil olarak belirlemek, ilahi
sıfatları Allah’ın bütün kusurlardan uzak olduğu kabulüyle yorumlamak ve ilahi
fiillerde hikme#ti kabul etmek üzerine inşa edilmiştir.
İtikadı konularda akılla nakil arasında esaslı bir denge kurarak, dini
anlayabilmek için akla güvenmenin zorunlu olduğunu savunan ekol, şeriata aykırı
olmayan konularda aklın esasını kabul etmekten geri durmamıştır.İmam Maturidi için
Kur’an sadece bir
kitap değildir, aynı zamanda onun içinde barındırdığı ayetlerin hem insanları
meraklandırarak,
onları düşünmeye ve araştırmaya teşvik etmek hem de bilenlerin, bilmeyenlerden
üstün olduğu#nun anlaşılmasını sağlamak gibi iki işlevi ve faydası vardır.
kayıtsız şartsız itaatten ziyade, düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya ve bilime
önem verdiği açıktır.
u ekolün Selçuklular döneminde hem bir fıkıh hem de Maturidiliği de içine
alan kelami bir öğreti olarak algılanarak, Hanefi medreselerde yoğun bir şekilde
Hanefi- Matu#ridilik eğitimi verilmiş olmasıdır . Bu sebepledir ki,
Selçuklular döneminde ve onu takip eden Osmanlılar döneminde, Türk denilince akla
Hanefî ve Maturidi gelmiştir.
Selçuklular dönemindeki Hanefi âlimlerin tamamı, itikatta Maturidi’yi imam kabul
et#mişlerdir.
Türkler, Ehl-i Sünnet’in gayretli savunucuları olarak mezheplerini yaymak
maksadıyla ülkenin pek çok yerinde Hanefi eğitimi desteklemiş, Hanefiliğin ve
Maturidiliğin
yayılmasına çaba sarf etmişlerdir.Eşarilik ile Mutezile arasında orta bir yol olan
Maturidiliktir.
İslam dininin temel öngörüsü olan hoşgörüyü anlayışını, hem dini hem de siyasi
hayatın
merkezine yerleştirmiş olan Selçuklular, hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan
farklı kültür
unsurlarına, bu anlayışın ve politikanın içselleştirilmiş bir hayat tarzı olduğunu
açık yüreklilikle
ortaya koymuşlardır. Maturidilik, diğer dogmatik Ehl-i Sünnet ekollerine kıyasla
akılcılığı daha ön plana alan bir fırka niteliğine sahip olduğu açıktır.Türklerin,
fikir hürriyetine, akla ve düşünmeye diğer mezheplerden
daha fazla önem veren Ha#nefi-Maturidi anlayışı içselleştirdikleri ve bir yaşam
öğretisi düzeyine ulaştırdıkları görülmekte#dir.