Download as txt, pdf, or txt
Download as txt, pdf, or txt
You are on page 1of 13

İnsanlar, dini inançlarını, düşüncelerini, alışkan#lıklarını değiştirebilirler.

Ancak bir dini inancı veya


bir kültü terk etmek kolay gerçekleşen bir hadise ol#madığı gibi bir anda olup
biten bir hadise de değil#dir. Aylar, yıllar, hatta toplumlar ve milletler bazında
düşünüldüğünde yüzyıllar alan uzun bir süreçtir. Bu bakımdan hiçbir din, ne ortaya
çıktığı anda ne de
yayılma sürecinde kolay ve çabuk gelişmiştir. Söz gelimi İslamiyetin bile, İslam
peygamberiyle aynı
dili konuşan, aynı kültür ve medeniyete mensup, aynı iklim ve coğrafyada yaşayan
insanlar arasında
kısa denilmeyecek bir süre zarfında kabul gördüğü ve yayıldığı tarihi bir vakıadır.
Çünkü din değiştir#me sürecini etkileyen, hatta belirleyen birçok sosyal,
psikolojik, siyasi, kültürel ve hatta ekonomik faktör söz konusudur. Hatta meseleyi
fert bazında ele aldı#ğımızda
kişisel özelliklerin şekillendirdiği çok yönlü bir muamma şeklinde de görülebilir.
Dolayısıyla din
değiştirmenin, her ne kadar ilk bakışta teolojik ve psikolojik bir hâl değiştirme
olduğu varsayılırsa da
genellikle toplumsal bir ortamda ve bir dizi faktörün etkisiyle meydana gelen son
derece karmaşık bir de #ğişim süreci olduğu unutulmamalıdır.

islamla asıl ilk karşılaşma

Hz. Ömer (634-644) ve Hz. Osman (644-656) dönemlerinde gerçekleştiği söylenebilir.


Kafkasya ve özellikle Maveraünnehir’de meydana gelen bu ilk temaslar
Emevîler (661-750) döneminde artarak devam etti. Özellikle Emevîlerin Horasan
va#lisi Ubeydullâh bin Ziyâd’ın 673 senesinde Ceyhun
(Amuderya) Nehrini geçerek Maveraünnehir’e girmesiyle, Türklerin İslamiyetle
“tanışma” dönemi başladı. bu sırada Maveraünnehir’deki Göktürk hâkimiyeti
zayıflamış,
bölgede siyasi kargaşa ve otorite boşluğu baş göstermişti. Maveraünnehir, muhtelif
mahalli idarecilerin ve küçük şehir devletlerinin hâkimiyetinde bulunuyordu.
türklerin İslamiyetle ilk karşılaşma ve tanışma sü#reci, Emevîlerin Maveraünnehir
ve Türkistan’a yani Türk ülkelerine girmeleriyle başladı. Ubeydullâh bin
Ziyâd’ın 673 senesindeki ilk akınından Emevîlerin yıkılışına (750) kadar devam eden
bu süreç, Kuteybe bin Müslim’in bazı icraatı ve Ömer bin Abdülaziz’in
sadece üç yıl süren (717-720) hilafeti dönemi hari#cinde “kötü bir tanışma” evresi
niteliğindeydi. gerçek manada bir İslam fütuhatı olmaktan daha
ziyade bir Arap harekâtına dönüşmüştü. Ele geçiri#len her bölgede büyük katliam ve
yağma yapılıyor, bölge halkına türlü zulümler reva görülürken onlara
İslamı tebliğ konusunda herhangi bir gayret göste#rilmiyordu. Bu menfi yaklaşıma
rağmen İslamiyeti kabul edenler ikinci sınıf muamelesi görüyor, mevlâ
yani köle olarak değerlendiriliyor#du. Mevâlî, Gayrimüslim hukukuna tabi
tutuluyor, Müslüman olsalar dahi Gayrimüslimlerden alınan
vergileri vermeye devam ediyorlardı. Bu yüzden başta Kabac Hatun olmak üzere bölge
halkı, doğrudan doğruya
İslam’a karşı değil, bölgeyi işgal ederek mâl ve gani#met elde etmekten başka bir
şey düşünmeyen, bunu da en şedîd şekilde uygulayan Emevî-Arap ordularına
her defasında karşı koymuşlardı, ancak başarılı olama#yınca zahiri itaat
gösterilerinde bulunarak ilk fırsatta tekrar mücadeleye devam etmişlerdi.
Bu durum 704 senesinde Kuteybe bin Müslim’in Horasan valisi atanmasıyla kısmen
değişti ilk başta oda selefleri gibi davransada türkistandan tutunmanın
islamı yaymakla olacağı fikrine vardı. halka islamı tebliğ etmeye başladı.Buhara
halkının evlerinin, bağ ve bahçele#rinin yarısına
Müslüman Arapların yerleştirilmesi oldu. Böylece hem bölge halkının durumundan
haberdar olarak gizli gizli eski dinlerini yaşamalarını engelleyecek
hem de Müslüman Araplar vasıtasıyla onların İslamiyeti daha iyi tanımalarını
sağlayacaktı. ancak bu uygulama bölge halkının İslam’a ısınmasından çok,
Araplara ve onların şahsında İslam’a karşı bakışlarını olumsuz etkiledi. Cuma
Mescidinin inşası oldu. Cuma namazlarına gelenlere
adam başı iki dirhem dağıtıldı. Böylece Buhara#lıların Cuma namazlarına
gelmelerini, bu vesile ile kalplerinin İslamiyete
ısınmasını hedeflemişti. bölge halkının İslamiyet hakkında bilgi edinmesi,
isteyenlerin dini eğitim almasına
ortam hazırlaması bakımından önemli bir geliş#meydi. Diğer yandan yapılan bu mescid
ve bayram
namâzgâhı, Buharadaki İslam hâkimiyetinin bir göstergesi olup bölge halkından
İslamiyeti kabul
edeceklere eski dindaşlarının baskısına karşı güven ve cesaret veriyordu.Ömer bin
Abdülaziz, hilâfet
makamına gelince faaliyetlerini tasvip etmediği, yolsuzluğa ya da zulme karışan
idarecileri görevden
aldı. O, devlet yönetiminde ve fetih harekâtında ön#ceki halifelerden farklı bir
siyaset takip etmekte ka#rarlıydı. İlk iş olarak Maveraünnehir ve Türkistan’da
ganimet elde etmek amacıyla yapılan fetihleri dur#durdu. Bölge halkını küçük
düşürücü, Müslüman#lardan nefret ettiren haksız muamelelere ve vergilere
son verdi. Cerrah bin Abdullah’a gönderdiği mek#tupta da İslamiyeti kabul
edenlerden alınan cizye ve
haracı kaldırmasını istedi. Diğer yandan Maveraün#nehir’deki çeşitli hükümdarları
İslam’a davet eden
mektuplar yazdı. Takip edilen yeni siyaset kısa süre#de meyvelerini verdi ve
Maveraünnehir halkı yavaş
yavaş İslam’a girmeye başladı.bu politikaları, onun ölümünden (720) sonra
sürdürülemedi. Arap egemenliğinden ve onların
takip ettiği poli#tikalardan kurtulmak için Çin İmparatoru’ndan ya da komşu Türk
beyliklerinden yardım istemeye
başladılar. Türgeş Hakanı Sulu’nun Müslümanları Seyhun nehrinin ötesinden geri
çekilmeye mec#bur etmesi, Maveraünnehir bölgesinde Araplardan
kurtulma zamanının geldiği kanaatini doğurdu. Emevî hanedanına karşı ilk
faaliyetler, gayr-ı
memnun mevâlî kitlesinin nüfus itibarıyla hâkim ol#duğu Horasan’da gelişti. Bu
durumdan istifade eden
Abbâsî ailesi, faaliyetlerini Horasan’da yoğunlaştırdı ve gizlice teşkilât kurup
isyan hazırlığına başladı.İs#yan
hazırlıklarını yürütenlerin çoğu, hatta isyanın askerî lideri Ebû Müslim Horasanî
de bir mevâlîydi.
750 senesinde Abbâsîlerin iktidara gelmesiy#le Türk ülkelerine yönelik fetih
harekâtı durdu. Abbâsî hareketinde yer alan Türkler, ihtilal sonrası
Abbâsî devletinin hizmetinde çeşitli görevler aldı#lar. Abbâsîler, Emevîlerin
mevâlî politikasını de#ğiştirdiler. Kendilerini iktidara getiren Türklere ve
diğer topluluklara iyi davranıp devlet görevlerinde yer verdiler. Böylece Horasan
ve Maveraünnehir’de
İslamiyetin yayılışı büyük bir ivme kazandı.751 yılında meydana gelen Talas
Savaşı’nda
Türklerle Müslüman Arapların yakınlaşmasına ze#min hazırlarken, diğer yandan da
Abbâsî devletinde
görev alan Türklerin sayısının artmasına sebep oldu.Ortaya çıkan cami, zaviye,
ribat vb yapılarda
yürütülen tebliğ faaliyetleri son derece etkili idi.Abbâsîlerin geçmesiyle ilim
hareketleri#nin ağırlık merkezi artık Bağdat idi.
Daha Halife Mansûr döneminde (754-775) başlayan tercüme faaliyetleri devam etti.
Özellikle 813’te halife olan
Me’mun’un 9. yüzyıl başlarında Beytü’l-Hikme’yi (bilgelik evi) kurması, söz konusu
tercüme faali#yetlerinin artmasını sağladı.
Me’mun birçok bilgini toplayarak eski Yunan ve Fars (İran) kültürleriyle ilgili
birçok eseri Arapçaya tercüme ettirdi.
Mutezile olarak adlandırılan bu ekolün temsilcile#ri, aslında İslam dininin
savunucusu olarak orta#ya atılmışlardı.
Zira onlar, bu dinin gerektiği gibi savunulmasının, ancak hasımlarının
kullandıkları
metot ve silahları kullanmakla kabil olabileceği#ne inanıyorlardı. Bu yüzden
yabancı kültürlere
ve özellikle Yunan felsefesine karşı büyük bir ilgi göstermişlerdi.Zamanla itikadî
konuları sadece nakle dayanmayıp
aynı zamanda aklın ve felsefenin ışığı altında in#celemeye ve bunları mutlak
ölçülere göre tefsir ve
te’vil etmeye başladılarMutezile mensuplarını yavaş yavaş dini
meselelerden, üzerlerine aldıkları dini görevlerin#den uzaklaşmaya ve daha çok
felsefi meselelerle
ilgilenmeye götürdü. Artık onlar asıl görevlerini ihmal ediyor, kendilerini sadece
felsefi meselele#re veriyorlardı.
Daha kötüsü ise şuydu: Mutezile mensupları; ameli, imana dâhil ederek görüşlerini
kabul ettirmek için zora başvurmaya başlamışlar#dı. Bu baskı zamanla onlara karşı
tepkiyi artırdı
ve neticede bir müddet sonra, Mutezile’nin zayıf#lanmasına ve daha yumuşak bir
görüş olan sünnet
yoluna dönülmesine yol açtı.

Türklerin İslam Düşüncesi Üzerindeki Etkileri

abbasilerin güçden düşüp parçalanmaya başlamasıyla islam dünyasında fikri siyasi


askeri bir bölünmüşlük ortaya çıktı. türkler ise ortaya çıkan bu bölünmüşlükten
kurdukları türk islam devletleriyle islam dünyasının lideri olmuşlardır. fikri
açıdan arap yarım adası durmuşken türkler fikri açıdan yükselmeye başladılar.
kurdukları medreseler ve diğer eğitim kurumları ile fikri açıdan türkler islam
dünyasının düşüncelerini geliştirmiştir. eski ve yeni uyum içinde uygulamıilardır.
Türkler, İslam âlemine sadece siyasi birlik ve düzen getirmekle kalmadılar. Aklı ve
vicdanı par#çalanmış İslam dünyasında durağanlaşan düşünce
hayatına da yeni bir canlılık getirmek suretiy#le İslam düşüncesinin gelişimine
büyük katkıda bulundular.

TÜRK-İSLAM DÜŞÜNCESi

Türkler İslamlaştıkça, İslam Türkleşti ve böylece Arap ya da Fars düşüncesiyle


şekillenen İslam top#lumlarından farklı olarak İslam’ın Türk yorumu,
“Türk İslam’ı” ya da “Türk Müslümanlığı” diye#bileceğimiz yeni bir terkip meydana
geldi. İşte bu
terkip, İslam’a mensup Müslüman Türk’ün zihin, ruh ve gönül dünyasının ürünü olan
Türk-İslam
düşüncesinin ve bu düşüncenin yansıması olan Türk-İslam medeniyetinin bir
ürünüydü.Türk-İslam düşüncesinin izleri
o kadar güçlüydü ki, Selçukluları takip eden bü#tün Türk-İslâm devletlerine de
sirayet etmeyi ba#şardı. Sadece siyasi, askeri ve idari sahalarda değil,
hukukta, sanatta ve sosyo-kültürel hayatın hemen her alanında tesadüf edilen bu
izler, Türk-İslam
düşünce tarihinin ana hatlarından birini teşkil etti.

Türk-İslam Düşüncesinin Felsefe Cephesi: Farabî, İbn Sina


ve Birun
Türk-İslam felsefesinin
en büyük filozofları arasında sayılan Farabî, İbn Sina ve Birunî Türk’tü.
Bunlardan özellikle Farabî
ve İbn Sina, akılcı olup Meşşâiyye ekolünün en tanınmış isimleri, hatta Arap
filozofu Kindî’den sonra kurucularıdır.
bu filozoflardan Farabî tıp, musiki, matema#tik ve felsefede ün yapmış, İslam
felsefesini metot,
terminoloji ve problemler açısından temellendir#miştir. Hatta Meşşaî okulunun ilk
temsilcisi sayabileceğimiz el-Kindî, Aristo’nun bazı eserlerini
açıklamıştı. Fakat Aristo ve Eflatun felsefelerini mezceden ve onların görüşlerini
yerine göre Yeni Eflatuncu metodla ilk açıklayan Farabî olmuştu.
Meşşaî okulunun İbn Rüşd dönemine kadar süren 250 yıllık geçmişi, esas itibarıyla
Farabî’nin sistemleştirdiği felsefe geleneği çerçevesinde devam etmişti.

Meşşaî okulunun diğer önemli temsilcisi olan İbn Sina da felsefe, mantık, kimya,
matematik ve tıp ala#nında derinleşmiş,
özellikle tıp alanında büyük şöh#ret kazanmıştı. Onun el-Kanun fi’t-Tıb adlı eseri
17.
yüzyıla kadar Batı üniversitelerinde kaynak eser olarak kullanıldı. Düşünce
sistemini büyük ölçüde Farabî’nin
görüşleri üzerinde şekillendiren İbn Sina, felsefî düşün#cenin gelişimi konusunda
da önemli etkiler bıraktı.

Arapçaya çevrilen ve üzerinde çeşitli şerhler yazılan Aristo külliyatı, Batı


dünyasının düşünce
tarihinde bir dönüm noktası teşkil etti. Öyle ki sko#lastik dönemde Aristo ile
ilgili ciddi araştırmalar İbn
Sina’nın şerhlerini kullanan Büyük Albert ile başlamıştı.

Birunî ise matematik, tıp, coğrafya, tarih, fizik, astronomi ve dinler tarihi başta
olmak üzere çok
sayıda alanda eser vermiştir. Bunların yanında fel#sefeyle de ilgilenmiş, İslam ve
dünya tarihinin en
tanınmış âlim filozoflarından biri hâline gelmişti. Öyle ki Sarton gibi bazı
yazarlar, onu “bütün za#manların en büyük
bilginlerinden biri olarak nite#lendirmiş ve yaşadığı döneme “Birunî asrı” ismini
vermişlerdi.
bu filozof#lar, peygamberlerin vahiyle ulaşmak istediği amaca,
bilge kişinin akılla ulaşabileceğini dile getirmişlerdi.
Adalet, doğruluk, itidal ve yiğitlik kavramlarını açık#layarak vicdanlara erdemin
ilkelerini sunmuşlar,
hurafelere karşı deney yolunu benimsemişlerdi. Başka bir deyimle bilimsel yöntemi
tercih etmişler

Türk-İslam Düşüncesinin Fıkıh ve Kelâm Cephesi: İmam Ebu Hanife ve


İmam Maturidî

Ebu Hanife fıkıh ve İmam Maturidî de kelâm alanında ortaya koy#dukları özgün
yaklaşım ve metodolojileri ile kendi
adlarıyla anılan ekoller oluşturdular ve bu suretle İslam düşünce tarihine damga
vurdular.
Ebu Hanife el-Fıkhü’l-Ekber adlı
eserinde dile getirdiği yöntem ve yaklaşımlar ken#di adıyla anılan bir fıkıh
ekolüne öncülük etmişti.
Fıkıh konusunda akılcı yaklaşımıyla dikkat çeken Ebu Hanife ve onun izinden giden
Hanefîler, fıkıh
usulünde kıyasa yani Kur’an, sünnet ve veya icmâile çözemedikleri meselelerde akla
ve düşünceye
başvurmayı esas aldılar ve bu yüzden “Ehl-i Re’y” olarak isimlendirildiler.

İmam Maturidî ise öncülük ettiği yeni kelâm ekolüyle İslam düşünce tarihine
damgasını vurmuş#tu.
Esasında onun ismine nispetle Maturidîlik olarak adlandırılan bu kelâm ekolünün
çatısı ve temel ilke#leri,
büyük ölçüde Ebu Hanife’nin yöntem ve yakla#şım temelleri üzerine kurulmuştu. İmam
Maturidî,
imanın dil ile söylemek ve kalple doğrulamak ol#duğunu söyleyerek yaşadığı dönemde
büyük tartış#malara konu olan “iman” meselesine açıklık
getirdi. eseri olan Kitâbü’t-Tevhîd ve Te’vilâtü’l-Kur’an’da, kendinden
önceki âlimlerin tartışmadığı önemli meseleleri ele alarak bu meseleleri, naklî
delillerin yanında tarihî,
sosyal ve semantik birtakım akli deliller de kullanarak çömeye çalıştı. Türkler,
İslamiyeti kabul ettikleri andan itibaren
başlangıçta hem bir fıkıh hem de bir itikadî mezhep olan Hanefîliği, sonrasında da
Hanefîliğin itikadî
alanda devamı olan Maturidîliği tercih etmişlerdir.

Türk-İslam Düşüncesinin İrfan#Tasavvuf Cephesi: Hoca Ahmed Yesevî

ürk düşüncesinin tasavvuf cephesinde gördü#ğümüz büyük Türk mutasavvıflarından biri


ve en
önemlisi Ahmed Yesevî’ydi. Pir-i Türkistan, Hace-i
Türkistan, Ev#liyalar serveri gibi unvanlarla anılan Hoca Ahmet
Yesevî, tarihi şahsiyetinden ziyade menkıbevî şahsi#yeti, fikirleri ve kurduğu
Yesevîlik tarikatı ile Türk
milletinin manevi hayatında ve Türk düşünce tari#hinde derin izler bıraktı. Arap
ilmini ve Acem ede#biyatını iyi bildiği hâlde müritlerine, dervişlere ve
çevresinde toplanıp sohbetine katılanlara anlayabi#lecekleri bir dil ile hitap
etmeyi tercih etti. Bunu
yaparken de Allah’ın varlığı ve birliğine, İslam di#ninin özüne ters düşmeyen eski
Türk geleneklerini
dışlamadı. Onların dinle yoğrulan kültürüne renk katacak şekilde mana ve değer
kazanmasını temin
etti. Onun bu metodu, Türklerin büyük bir zorluk çekmeden Müslüman olmalarını temin
ettiği gibi,
kimliklerini kaybetmelerini de engelledi. Tasavvuf ruhunu, dinî ilimlerle
mezcederek her iki kayna#ğın oluşturduğu
engin bilgi ve irfan birikimiyle özellikle konar-göçer Türk kitlelerine ulaşmayı
başardı. Divan-ı Hikmet’i, sadece
dil bakımından değil, her yönüyle Türkçe bir eser
olup göçer Türk topluluklarına fıkhî ve itikadî hu#susları basit ve sade bir dil
ile anlatılması sebebiyle
bütün Türkistan coğrafyasında en fazla okunan ki#taplardan biri oldu. Diğer bir
ifadeyle İslamiyeti,
tasavvuf ve millî kültür, yani Türk düşüncesi pers#pektifinden bir bütün olarak
sundu.
ilk defa bir tasavvuf mesleki vücuda getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm
süren bir etki oluşturan büyük bir düşünür olarak Türk düşünce tarihine damgasını
vurdu.sevî fikir ve düşüncesinin özü,
ahlakî hürriyet#ti. Ahlaki hürriyete kavuşmak, “Hakkı bilmek için
ilk önce kendini bilmek” ve “ölmeden önce ölmek” ilkeleriyle elde edilirdi.Hacı
Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk, Geyikli Baba,
Musa Baba, Abdal Murad gibi sufî dervişler onun
izinden yürüdüler ve Türk insanının gönlündeki
irfan cevherini açığa çıkardılar. Yunus Emre, Âşık
Yunus, Eşrefoğlu, Süleyman Çelebi, Üftade, Yazı#cıoğlu Mehmet manzumeleri de
kimileriyle
aralarında yüzyılları aşan zaman farkı olsa da Ah#med Yesevî’ye ait hikmetlerin
Anadolu ikliminde
bir devamı gibidir.

Türk-İslam Düşüncesinin Devlet ve Siyaset Anlayışındaki


Tezahürü

Türkler, İslamiyet’ten önce kendilerine özgü bir devlet ve yönetim geleneğine ve


bunu çevreleyen
bir kamu hukukuna sahiplerdi. İslam hukukunun tali bir kaynağı olarak, örfî/sultanî
hukuk müesse#sesinin ortaya çıkmasına ve gittikçe güçlenmesine
sebep oldu. Esasen İslamiyet, toplumlar için yep#yeni bir nizam ve hayat tarzı
getirmekle birlikte,
onların eski kültür öğelerini ve alışkanlıklarını toptan veya tamamen
reddetmemiştir.
Örf kavramı, İslam huku#ku içinde zamanla daha da gelişerek bugün kullan#dığımız
manasından yani örf ü âdâttan farklı bir
mahiyet kazandı. Öyle ki hükümdarın sırf kendi iradesine dayanarak, şeriatın
şümulüne girmeyen
konularda, cemiyetin hayrı için koyduğu kanunlar ve bu kanunları koyma salâhiyetine
“örf-i sultanî”
dendi. Esasen örfî kanunların birçoğu, menşe itiba#rıyla örf ü âdâttan ibaretti.
Devlet ve idarî yapıda başlangıçta eski Arap kültür ve gele#neklerinin, daha sonra
ise Bizans ve Sasanî gele#neklerinin izlerini taşıyan İslam devlet ve siyaset
düşüncesi, zamanla kurumsallaştı ve en sistemli haline Abbâsîler çağında ulaştı.

türkler kadîm (eski) ile cedîd (yeni) arasındaki ilişkisine sadık kalarak, eski
Türk devlet ve siyaset düşüncesi ile yeni girdikle#ri kültür
ve medeniyet dairesinde hazır buldukları İs#lam devlet ve siyaset teorisi arasında
makul bir terkip
oluşturdular. Türk-İslam devlet ve siyaset düşüncesi, ilk örnekle#rini Yûsuf Hâs
Hacib tarafından Karahanlılar muhitinde
yazılan ve İslami dönem Türk edebiyatının ilk örneği olarak bilinen Kutadgu Bilig’e
yansımıştı.kut kelimesinden türetilen
“kutadmak” yani “kut sahibi kılmak, kut’a erişmek” fiilinden gelmekte olup
“mutluluk veren bilgi” değil,
“siyasî otorite bilgisi”, “kutlu yani devletli olma ya da kılma bilgisi”
anlamlarına geliyordu.türklerde din işleri ile devlet işleri ayrıdır öyleki türk
devletlerinde
özellikle selçukluklarda hukuki işleri kadılar bakardı şeyhülislam ise bu kararlara
tasdik ediyordu. tuğrul bey bağdata girdiğinde halifenin bütün dünyevi yetkilerini
kendine almış ve halife sadece dini konulardan sorumlu tutulmuştur. bu türklerin
devlet ve din anlayışının birlikte yürütülmesinin tek yolunun ikisini birbirinden
ayırmak olduğunu benimsemişlerdir.İslam devlet ve siyaset düşüncesinin Türk#İslam
devlet ve siyaset düşüncesi üzerindeki en
önemli etkisi ise “merkeziyetçi devlet” anlayışıdır.

Tasavvuf İlminin Teşekkül Devri


Tasavvuf ilminin teşekkül dönemi diyebileceğimiz II-III/VIII-IX. asırda mihne
olayları yaşanmış, sûfîlerle fukaha arasında fikrî tartışmalar
gerçekleşmiştir. Tasavvuf ilmi, fıkhın din olarak algılanmasına, ibadetlerin
merasim boyutuna indirgenmesine, ulemanın amelden yoksun konuma
gelmesine ve dinin içselleştirilemeyişine bir tepki hareketi olarak ortaya
çıkmıştır.Nakil ve akıl esaslarının ötesinde keşfe vurgu yapmaya başlayan sûfîler,
tasavvufun akla dayalı kesbî bir ilim değil, işrâka/iç aydınlanmaya dayalı bir
anlayış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre tasavvuf bir varak
ilmi değil, hırka ilmidir. Keşfe, ilhama, ilm-i ledünne, batinî fıkha vurgu yapan
sûfîlerden pek çoğu zındık, kâfir ve mülhid olmakla suçlanmıştır. Erken dönem
kaynaklar, fıkıhçıların elinde sûfîlerin çekmiş oldukları işkenceler
hakkında detaylı bilgiler içermekte ve bizleri bu durumdan haberdar etmektedir.
Daha sonra kimi sûfî çevreler mahkemelere sevk edilmiş,
idam cezasına çaptırılmış, bazıları cezadan yakasını kurtarmayı başarırken diğer
bazıları bu taassubun kurbanı olmuştur.
Fıkıhçıların verdikleri fetva ile hapsolunan, işkence gören ve idam edilen Hallâc-ı
Mansûr (ö. 309/921)
hadisesinde bu baskılar dayanılmaz ve çekilmez bir hal almıştır. Hallâc’ı
“Aşk Şehidi” olarak ilan eden ve onu yücelten sûfîler, bu tutumlarıyla fakihleri
incelikten anlamayan kaba görüşlü insanlar olarak anlatmak
istemişlerdir. lâm tasavvufunun belli başlı esasları ve kaideleri III-IV/X-XI.
asırlarda ortaya konulmuş, tasavvuf ıstılahları teşekkül etmiş ve böylece tasavvuf
ilmi muhteva ve usulüyle İslâmî bir disiplin hâline gelmiştir.

Selçuklu Hükümdarlarının Sûfîlerle Olan


İlişkisi

Selçuklu medeniyeti cami, medrese ve hankâh üçlüsünü ilmî hayatın zemini haline
dönüştüren bir medeniyettir.
Selçuklu sultanları çoğu zaman sûfîlere saygıda kusur etmemişlerdir. Onlar genelde
sûfî çevreleri Allah’a ibadete,
ihlâsa ve tevhide çağıran İslâm tebliğcisi olarak değerlendirmişlerdir. Tuğrul ve
Çağrı Beyler gittikleri yerlerde sûfî
şeyhlerini ziyaret etmişlerdir.Sultan Alparslan sûfîlere karşı sevgide kusur
etmezdi. Bütün servetini
mescitler, hankâhlar ve köprüler gibi hayır kurumlarına harcayarak tasavvuf yoluna
sülûk eden Hassan b. Said b. Hassan’a büyük saygı
gösterir, kendisinden dua talebinde bulunmak arzusuyla onu ziyaret ederdi. Sûfîlere
kapısını
daima açık tutan Sultan Melikşah, önemli sûfîlerin kendisini ziyaret etmesini
istemiş, ziyaretine gelmeyen sûfîlere sitemde bulunmuştur.
Sultan Muhammed Tapar, İmam-ı Gazâlî ile yakın irtibat kurmuştur. İmam-ı Gazâlî
Muhammed Tapar’a yaptığı nasihatlerinde dünyanın fani, âhiretin baki olduğunu
anlatmış, gafillerin dünyaya aldandığını,
akıllıların ise âÂhiret hazırlığına koyulduklarını hatırlatmıştır. Selçuklu veziri
Nizamülmülk, aynı zamanda sûfîlere verdiği
destekle de tanınmıştır. Nizamülmülk’ün yanına rahatça girip çıkabilen sûfîler,
huzura varmak için herhangi bir izne gerek duymamışlardır.
Bu durum kimi zaman Nizamülmülk’ün resmi işlerinde zor durumda kalmasına yol
açmıştır. Sûfîleri kıramayan ve onlara istedikleri kadar
zaman ayıran Nizamülmülk’ün işlerini aksattığını gören danışmanları Nizamülmülk’ü
uyarmışlardır. Nizamülmülk’ün sûfîleri himaye edici ve destekleyici tavrı
nedeniyle olsa gerektir ki, kendisini öldüren batinî isim, sûfî kılığına
girerek yanına kadar yaklaşabilmiştir. Cüveynî ve Kuşeyrî gibi devrin âlimlerine ve
şeyhlerine saygı gösteren ve huzuruna geldiklerinde onlara
saygıdan dolayı ayağa kalkan Nizâmülmülk, Fârmedî geldiğinde ise onu kendi makamına
oturtmuştur.Nizamülk’ün açtığı çığırdan giden Selçuklu vezirleri tasavvufî
düşünceye ve tasavvufî şahsiyetlere hürmette genelde kusur etmemişlerdir. Büyük
Selçuklular’da gördüğümüz tasavvuf erbabı ile olan yakın
ilişki, Anadolu Selçuklu hükümdarları zamanında da devam etmiştir.
Örneğin Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyâseddin Keyhüsrev, ikinci defa tahta
çıkışını Abbasi halifesine bildirmek için
Malatyalı Şeyh Mecdüddîn İshak’ı Bağdat’a göndermiştir. Alaaddin Keykubat ise kendi
ülkesine gelen mutasavvıflarla
genelde yakın ilişkiler içinde bulunmuştur. Bu isimlerin başında Bahaeddin Veled
gelmektedir. Konya’ya gelmekte olan Bahaeddin Veled’i
bizzat karşılamak üzere Sultan büyük bir toplantı tertip etmiş, şehrin bilginleri,
arifleri, fütüvvet erbabı ve zahitleri bu toplantıda hazır
bulunmuşlardır. Sultan I. Alaaddin Keykûbâd Kayseri’de yöneticilerle Türkmen
dervişler
arasındaki geçimsizliğe zamanında müdahalesidir. Anlaşmazlık tehlikeli bir mahiyet
arz edince Sultan, acilen Konya’dan Kayseri’ye geçmiş.
Türkmen dervişler lehine bir siyaset izleyerek onlara muhalif olan bazı idarecileri
idam ederek olayın büyümesini önlemiştir.

Selçuklular Döneminde Ribat ve Hankâhların İnşa Süreci


ve Fonksiyonları

Tekkeler bir eğitim yeri olarak müritlerin ahlâken yetiştirildiği, mürşitlerin


irşat için hazırlandığı mekânlardı.
tekkelerdeki eğitim ve öğretim hizmetleri, nazarî ve amelî olmak üzere iki yolla
yapılmaktaydı.
Nazarî olan eğitim daha çok mürşitlerin müritlere yaptığı nasihat, öğüt ve
uyarılardan ibaretti. Amelî eğitim riyazet,
itikâf, nafile oruç ve namaz, kırk gün süreli halvet ve çile türü şeyler ile semâ
ve zikirden ibaretti. Selçuklu sultanları Anadolu’da yeni bir şehir ve
bölgeyi fethettikleri zaman, ilk iş olarak orada cami, medrese ve hankâh inşa
ediyor, tüccarları, din adamlarını ve dervişleri bu yerlerde
yerleştiriyorlardı. Sûfî ve dervişler uçlarda toplanarak hem Türkmenlerin
İslamlaşmalarına ve sağlıklı din anlayışına bürünmelerine katkıda
bulunuyor hem de onlara gaza ruhunu aşılıyorlardı. Bu suretle Anadolu, nüfusu ve
kültürüyle İslâmlaşıyor, fetih hadisesi de manen ikmal
ediliyordu.

1. Selçuklu Beyleri iktidarları döneminde teşkilatlı göçlere ihtiyaç


hissetmişlerdir. Göçmen Türk boylarının teşkilatlanmasına katkı sağlayan
tekkeler, bilhassa savaş, kargaşa ve isyan ortamlarında bozulan cemiyet
nizamını tesis etmeye çalışmışlardır. Yaşanan sıkıntılı ortamdan
rahatsızlık duyan kitlelere ruhsal huzur ve manevî terapi işlevini
görmüşlerdir

2. Selçuklular döneminde kurulan tekkelerin en önemli özelliği


birer ribat konumunda bulunmalarıdır. Ribat fonksiyonlu bu tekkeler,
ordularla birlikte memleket açma çabasında olmuşlar ve fütuhat
hareketine girişmişlerdir.

3. Selçuklular döneminde tekkeler, dayanışma ruhundan mahrum


halk kitlelerinin aynı idealler etrafında kenetlenmesini sağlamıştır

4. Devlet için lüzumlu kan ve kol kuvveti olmak suretiyle iman


birliğini sağlamak için gayret göstermişlerdir.

5. Anadolu’da çok yaygın bulunan ve o dönemde büyük işlevler gerçekleştiren Ahîlik


teşkilatı ise meslekî
hüviyete sahip bir tasavvuf zümresidir.

Bahsedilen fonksiyonları sebebiyle tekkeler Selçuklu toplumunda iskân sorununun


çözümünde, yerel anlaşmazlıkların giderilmesinde ve
halkın dinî şuura ermesinde müspet olarak tesir etmişlerdir.

Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında


Sûfî Çevrelerin Rolü

Doğuşunu takip eden kısa süre içerisinde İslâm dininin büyük coğrafyalara
yayılmasının ana etkenlerinden biri, bu dinin bünyesi içinde
barınıp gelişen tasavvuf cereyanı olmuştur. İslâm dinini gayrimüslim toplumlara
tebliğ edip yaymayı en önemli vazifelerinden biri kabul
etmişlerdir.sûfî dervişler, pek çok bölgelerde yoğun bir tebliğ faaliyeti
sürdürerek, oralardaki insanlara İslâm’ı tanıtıp
sevdirmişler ve Müslüman olmalarına vesile olmuşlardır.Alp” ve “abdal” gibi
unvanlar taşıyan bu mürşidler evvela
Bizans topraklarına sirayet ediyor, sonra oraları Müslüman coğrafyası haline
getirmek için faaliyete girişiyorlardı. Türk derviş-gazileri bir şehri
ve memleketi fetheder etmez, derhal bir kısmı oralara yerleşiyor, kalan kısmı ise
daha ileriye doğru gidiyordu. söz konusu zümreler bir İslâm tebliğcisi olarak
faaliyet göstermişlerdir. Esasen bu dervişler uçlarda, henüz İslâmiyet’i tamamen
sindirememiş olan Türkmenler arasında veya Hıristiyan
merkezlerine yakın yerlerde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.bu tebliğci dervişlerin
Anadolu’nun İslâmlaşmasında
oynadıkları rol büyük olmuştur.halkla içli dışlı olmuşlar, çocukla çacuk, fakirle
fakir, aribanla gariban dertli ile dedrtli olmuşlardır.

Selçuklular Dönemindeki Sûfî


İsyanlar

Selçuklular döneminde gerçekleşen en önemli sûfî başkaldırı Babaîler İsyanı’dır.


Baba İshak’ın gerçekleştirdiği bu isyan, Selçuklu
Sultanlarından II. Gıyaseddin Keyhusrev zamanında vuku bulur. 1239-40 yılında
bastırılan bu isyan Selçuklu Devletini oldukça
uğraştırır. Baba İshak olanca çabasıyla Türkmenlerin, köylülerin ve Ahîlerin
uğradıkları siyasî, içtimaî ve iktisadî rahatsızlık ve
adaletsizliklere karşı çıkar. Bu isyanda Baba İlyas’a bağlılığını ön plana çıkaran
Baba İshak, etrafına otoriteden rahatsız olan geniş Türkmen
kitlelerini toplar. Fakat isyan II. Gıyaseddin tarafından 1240 yılında bastırılır.
Başta Baba İshak olmak üzere isyanın elebaşları yakalanarak
idam edilir. İsyan sonrasında sıkı takibat gerçekleştirilir. Babaî derviş ve
halifeleri farklı yerlere dağılarak takibattan kurtulmaya çalışırlar
Selçuklular dönemindeki bir diğer önemli sûfî isyan hareketi, 1278 yılında
gerçekleşen cimri isyanıdır. “Babaîlerin kılıç artıklarının
isyanı” olarak değerlendirilen Cimri İsyanı, Türkmen kitlelerin isyanıdır. Aslında
bir Selçuklu Şehzadesi olan Cimri, yani Alaaddin Siyavuş,
kendisini tasavvufî hayata adadıktan sonra mürşitliğini ilan eder. Karamanlıların
da yardım ve desteği ile bir araya toplayarak, Selçuklu
idaresine karşı hınç duyan Türkmen kabilelerini organize eder. “Anadolu’yu
Moğollardan ve Selçuklu zulmünden kurtaracağım” sloganı
ile ortaya çıkar ve çokça kan dökülmesine sebep olur. Selçukluların 1279’da
bastırdıkları bu isyanın lideri Cimri yakalanıp öldürülür.
Selçuklular Döneminde Tekke-Medrese
Bütünlüğü

Medrese ve tekkeler, içtimaî hayatın kendilerine has kesimlerinde, eğitim ve


öğretim
hizmetlerini ifâ ederlerdi. Hankâh ve ribatlarda yeme içme ihtiyacını gideren,
konaklama ve istirahat fırsatı yakalayan öğrenciler
medresedeki derslerine devam ederlerdi. Ayrıca, vakfiye şartlarına göre
zâviyelerin
zengin kütüphanelerinden faydalanırlardı. Selçuklular döneminde medreseler
aralıksız devam eden,
memleketin her köşesinde planlı bir şekilde kurulan, bütün şehir, kasaba
ve köylere kadar yayılan bir resmi kurumu ifade etmektedir.meşruiyet kazanan
tasavvuf ilmi,
tarikatlarla kurumsallaşmış, teşekkül eden tarikatlar medreselerle yakın
ilişki içerisinde olmuşlardır. Selçuklular, inşa ettirdikleri ribat, hankâh, tekke
ve zâviye gibi
tasavvufî kurumların ülke sathına yayılmasını sağlayarak, hem onlara
sahip çıkmışlar hem de Sünnî dünyada tasavvufun kendisini gösterebilmesine ve
anlatabilmesine imkân tanımışlardır.

Anadolu Selçuklular Dönemi İlim Hayatına Etki


Eden Ekoller

İslamiyet’in yayılma süreciyle birlikte çeşitli konularda görüş ayrılıklarının


yaşandığı malum#dur. Bu görüş ayrılıklarından gelen en önemli oluşumlar,
mezheplerdir. Bilindiği gibi Selçuklu#lar tarih sahnesine çıkarken Sünni
ekollerden Hanefiliği benimsemişlerdir. Oysaki Anadolu’da
ilk dönem Selçuklu sultanlarının ve Danişmedli devlet adamlarının Mutezile
mezhebine eğilimli olmalarında aranabilir.
Ancak Bü#yük Selçuklular’ın, Nizamiye Medreseleri’nde genellikle Eşari-Şafii
müderrisleri görevlendir#dikleri görülmektedir.
Eşariliğin,
Mutezile’nin elinde gelişen kelam metodunu hem inanç ile ilgili konuların
temellendirilmesinde
hem de dışarıdan yöneltilen eleştirilere karşı İslam’ı savunmada etkinliği tercih
nedeni olmuş#tur. Ashabu’l hadis gibi nassa öncelik veren konularda
yoğunlaşmamasına rağmen, uygun, dik#katli ve politik bir dil kullanan Eşarilik,
Mutezile’nin maruz kaldığı eleştirilerin benzerlerinden
kendini korumuştur. Selçukluların Anadolu’ya hâkim olma sürecine
kadar bulundukları Harezm ve Horasan bölgelerinde Hanefi-Mutezile eğilimi oldukça
yoğundu.
Moğol tehlikesinden kaçıp gelenlerin genellikle bu bölgeden gelen bilginler olduğu
ve aslında
Mutezile ekolünün İslam dinini aklın ölçü ve kurallarına göre yorumlaması da,
Türklerin zaman
zaman ilmi konularda bu ekole destek vermelerinin doğal olduğu da açıktır.

1. Mutezile

mantık çerçevesinde, İslam’ı asıl tehlike olarak görünen Hıristiyanlık ve


Yahudilikten ziyade, Farslara karşı korumayı hedef edinen Mutezile
ekolü de, yabancı din ve inançlara karşı İslam akidesinin savunucusu olarak ortaya
çıkmıştır. Bu
ekol, hicretin ikinci asrının ilk yarısında Basra’da, meşhur kelamcı Vasıl b. Ata
(748) tara#fından kurulmuştur.

Kuran’ın yaratılmış olduğu, iyiliği emretme ve kötülüklerden sakın#ma, tevhid,


adalet, irade ve fiillerde hürriyet gibi itikadi konuların yorumunda
akla öncelik ve#ren ekol, İlk yüzyıllarda İslam Dünyası’nın sosyal ve kültürel
gidişatı üzerinde
önemli bir etkiye sahip olmuştur.Bu ekol, itikadı konuları sadece nakle
da#yandırmayıp, aynı zamanda aklın ve felsefenin ışığı altında değerlendirme ve
bunları mutlak
ölçülere göre tefsir ve tevil etme çabasında olmuştur.Mutezile’nin, felsefe ile
dini uzlaştırmağa çalışan teolojik sistemlerin ilki olarak İslam Düşünce Tarihi’nde
önemli bir
yer edinmesini sağlamıştır.İslam savunusu görevini üstlenen ekol, İslam’ın dinin
esaslarını felsefi metotlarla açıklamaya
ve bu açıklamaları hasım reddiyelere kabul ettirmek#te başarılı olmaya
odaklanmışlardır.
Felsefeye bu denli yaklaşarak başlan#gıçtaki amacından yavaş yavaş kopan ekolün,
özellikle sorumluluğunu üstlendikleri dini görev#leriyle bağlantılı olarak
teolojik meselelerden daha çok felsefi meselelerle ilgilenmesi, İslam
Düşünce Tarihi açısından önemli bir kırılma noktası olarak düşünülebilir.

Hanefi-Maturidi birleşmesidir. İkinci#si ise Eşari düşüncenin, İslam dünyasında


Sünni anlayışı temsil eden tek ve en önemli ekol ol#duğuna yönelik algı
değişikliği ve bu algı operasyonlarının halk üzerinde yaratığı olumsuz etki#ye
bağlı olarak, Mutezili anlayışın tehlikeli bir zındıklıkla yaftalanmasıdır.
özellikle Abbasiler döneminde etki alanını
özellikle abbasiler döneminde etkisini genişleten ekolün, halifeler üzerinde baskı
kurmayı başarması ve bu baskının toplumsal ayağın
#da ise ekol ait söylemlerin kabul edilmesi için geniş halk kitlelerine
tahakküm uygulanmasıdır.Mutezilenin, metot, din, fel#sefe ve bilim algısıyla İslam
ilmine katkılar sunamadığını ve farklı
yapılar içinde eridiğini ve tarih sahnesinden çekildiğini söylemek mümkündür.
mutezile dini konuları akla ve mantığa dayandırdığı için hadisleri yok saymıştır.
çoğu islam aliminin dini terk etikleri üzerine reddiyeler yapmaları ve devlet
adamlarının halktan ve diğer alimlerden gelen tepkiler üzerine mutezileci devlet
adamlarını kadro dışı bırakmışlardır. devlet desteğini yitiren muteziciler zaman
yokolmuşlardır.

2. Eşarilik

Selçukluların Sünni akideyi destekleme propagandasıyla yola çıktıkları bir dönemde,


özellikle
Nizamülmülk döneminde, devletin siyasi işleyişine bir dönem yön veren mezheptir.
Ebu’l#Hasan el-Eş’ari öncülüğünde kurulan
İslami itikat mezheplerinden biri olan Eşari#lik, aklı, Mutezile kadar
önemsemeyen, ancak Eşarilik ve Maturidilik kuruluncaya kadar Sünni
Müslümanların itikadı yönden bağlı olduklar ve temelleri İbn Teymiyye tarafından
atılan Selefi#lik kadar da küçümsemeyen bir ekoldür
itikadı konularda nakle daha çok önem veren, bütün meselelerin ele alınışında ayet
ve hadisleri yeterli gören ekol, Şafiilerin ve Malikilerin benimsedikleri bir
mezhep olmuştur.
Selçuklular döneminde Nizamiye Medreseleri’nde de müderrislik yapan Ebu Muhammed
el#Cüveynî’nin Eşariliğin görüşlerine ilave olarak aklı da
devreye sokması, bu ekole yeni bir boyut kazandırmıştır.Ehl-i Sünnet içerisinde
belirgin ola#rak var olan kelam karşıtı söylemler aleyhinde,
kelamın gelişmesine katkıda bulunmuştur. materyalistlerle, Sümeniyye, Berâhime gibi
peygamberliği inkâr eden
yapılanmalarla, Hıristiyanlık gibi teslisi savunan, tevhide aykırı tanrı
tasavvurlarıyla mücadele
etmiştir. Yine İslam düşüncesi içerisinde yer alan Mutezile, Şia, Kerrâmiyye,
Müşebbihe#Mücessime gibi fırkalarla mücadele ederek kendine ait
bir metot ve İslam inancı ortaya koy#muştur.Mutezilenin katı akılcılığına karşı
çıkarken, kendisi de daha ılımlı olmak suretiyle akıl#cı delilleri
kabul etmiştir.yasal otoritenin desteğinin alınmasında ekole mensup âlimlere
önemli avantajlar sağlamıştır.
kelami açıdan Küllabilik’in, fıkhi açıdan Şafiilik ve Malikilik’in, tasavvufi
açıdan da genel Sufi hareketlerin olduğunu belirtmekle yetineceğiz

3. Maturidilik

bugünkü Özbekistan’ın Semer#kand bölgesinde Matürid köyünde doğan ve tam adı Ebu
Mansur Muhammed bin Mahmud el-Matüridi
olan Maturidi’ni doğum ve ölüm tarihi tahmini açıklamalar dayalıdır. Ebu Mansur el-
Maturidi, kökleri İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye dayanan itikadi
bir mezhep olarak Maturidiliği Semerkant bölgesinde kurmuştur.bu ekolün esaslarını,
dini bilginin temellerini akıl ve nakil olarak belirlemek, ilahi
sıfatları Allah’ın bütün kusurlardan uzak olduğu kabulüyle yorumlamak ve ilahi
fiillerde hikme#ti kabul etmek üzerine inşa edilmiştir.
İtikadı konularda akılla nakil arasında esaslı bir denge kurarak, dini
anlayabilmek için akla güvenmenin zorunlu olduğunu savunan ekol, şeriata aykırı
olmayan konularda aklın esasını kabul etmekten geri durmamıştır.İmam Maturidi için
Kur’an sadece bir
kitap değildir, aynı zamanda onun içinde barındırdığı ayetlerin hem insanları
meraklandırarak,
onları düşünmeye ve araştırmaya teşvik etmek hem de bilenlerin, bilmeyenlerden
üstün olduğu#nun anlaşılmasını sağlamak gibi iki işlevi ve faydası vardır.
kayıtsız şartsız itaatten ziyade, düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya ve bilime
önem verdiği açıktır.
u ekolün Selçuklular döneminde hem bir fıkıh hem de Maturidiliği de içine
alan kelami bir öğreti olarak algılanarak, Hanefi medreselerde yoğun bir şekilde
Hanefi- Matu#ridilik eğitimi verilmiş olmasıdır . Bu sebepledir ki,
Selçuklular döneminde ve onu takip eden Osmanlılar döneminde, Türk denilince akla
Hanefî ve Maturidi gelmiştir.
Selçuklular dönemindeki Hanefi âlimlerin tamamı, itikatta Maturidi’yi imam kabul
et#mişlerdir.
Türkler, Ehl-i Sünnet’in gayretli savunucuları olarak mezheplerini yaymak
maksadıyla ülkenin pek çok yerinde Hanefi eğitimi desteklemiş, Hanefiliğin ve
Maturidiliğin
yayılmasına çaba sarf etmişlerdir.Eşarilik ile Mutezile arasında orta bir yol olan
Maturidiliktir.
İslam dininin temel öngörüsü olan hoşgörüyü anlayışını, hem dini hem de siyasi
hayatın
merkezine yerleştirmiş olan Selçuklular, hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan
farklı kültür
unsurlarına, bu anlayışın ve politikanın içselleştirilmiş bir hayat tarzı olduğunu
açık yüreklilikle
ortaya koymuşlardır. Maturidilik, diğer dogmatik Ehl-i Sünnet ekollerine kıyasla
akılcılığı daha ön plana alan bir fırka niteliğine sahip olduğu açıktır.Türklerin,
fikir hürriyetine, akla ve düşünmeye diğer mezheplerden
daha fazla önem veren Ha#nefi-Maturidi anlayışı içselleştirdikleri ve bir yaşam
öğretisi düzeyine ulaştırdıkları görülmekte#dir.

You might also like