Untitled

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 405

GİRİŞ

Oval Büro karmakarışıktı; hole açılan kapı ara­


lık 'bırakılmış, nöbetçi yok olmuş, kapının dışındaki
koridor Cumhurbaşkanının bürosundan apartopar
çıkartılan iskemlelerle, kanepe ve masalarla, çeşitli
eşyalarla tıklım tıklım dolmuştu. Bürodaki üç ek­
ranlı televizyon dolabı yerli yerinde bırakılmıştı
ama, üstüne yorgan dikişiyle dikilmiş, soluk renkli
bir örtü örtülmüştü. Her zaman o dolabın üstünde
duran aile fotoğrafları da ortalıkta görünmüyordu.
Yazı masasının üstü boştu.
Batı yönüne bakan, hafif bir yuvarlaklığı olan
duvara açık yeşil kitaplıklar yerleştirilmişti. Yıllar
önce, Genel Hizmetler Yönetmeliğinin bir dekora­
törü bu raflara kitap dizileri seçmekle görevlendiril­
mişti; dekoratör kitapları cilt renkleriyle kapak
düzenleri için seçmiş, hepsini kartal biçimindeki
yaldızlı kitap tutacaklarının arasına sıkıştırıp bı­
rakmıştı. Kitap dizilerinin arasmdaki boşlukları,
nereden geldikleri kesin olarak bilinmeyen üç por­
selen vazo dolduruyordu.
6/Şirket
Anlaşıldığı kadarıyla, Cumhurbaşkanı, odanın
karşı duvarına, Beyaz Saray’ın konut olarak kul­
lanılan bölümüne ve karlar altındaki bahçeye açı­
lan yüksek pencerelerle kapüarm bulunduğu du­
vara bakarak düşünmekten hoşlanıyordu. Pencere­
lerin önünde, başkanın doğup büyüdüğü eyaletinin
seçmenlerinin armağanı olan, totem sütunlarını an­
dıran, sedir ağacından yapılmış bir yontu duruyor­
du; iyicil bir ev tanrısı gibi çöküp oturmuştu ora­
ya. Kuzey uçta kalan pencereyle sekreterlerin oda­
sına açılan kemerli kapının arasındaki alçak sü­
tunların üstüne taze çiçeklerle dolu iri vazolar
konmuştu. İki yandaki duvarlarda, Başkanın eşi­
nin Ulusal Sanat Galerisinden seçip aldığı, Oregon’-
un dağlarıyla ormanlarını gösteren yağlıboya tablo­
lar asılıydı.
Elips biçimindeki odanın kuzey ucunu klasik
çizgileri olan bir şömine dolduruyordu. Duvarın
genişliğine göre fazla kaim sayılabilecek süslü bir
çerçeveye yerleştirilen Abraham Lincoln portresi
şöminenin üstüne asılmıştı. Şömine kışın genellikle
yakılmış olurdu ama bu akşam içinde ateş yoktu.
Küller temizlenmiş, ateş tablası güzelce süpürül­
müştü.
Yazı masasının gerisinde, soluk damasko per­
delerle çerçevelenen, yerden tavana yükselen ke­
merli pencereler vardı. Bu pencereler bir kilometre
uzaktaki Washington Anıtı’ndan görülebildiğin­
den, Gizli Servis, çerçevelere on beş, yirmi santim
kalınlığında yeşilimtrak camlar taktırtmıştı; gün­
düz dışarı bakıldığında her şey açık camgöbeği
rengini alırdı. Dışbükey camlar içerideki parlak
ışıkları yansıttığı için pencereler odadaki adamları
kızdırıyordu.
Şirket/7
Cumhurbaşkanının odası on altı terli adamm
emrine verilmişti bu akşam. Kendilerine düşen gö­
revleri yaparken asık suratla oradan oraya dolaşı­
yorlardı; hemen bütün Amerikalıların kutsal say­
dıkları bir yerde bulunmalarına aldırmaz görünü­
yorlardı çoğu.
Kol kalınlığında kara bir kablo, yılan kıvrım­
larıyla dolanarak dışarıdaki prizden içeri uzanıyor,
odanın ortasındaki boşluğu dolduran, üç ayaklı,
dörtgen kameraya bağlanıyordu. Amerikan cum­
hurbaşkanlığının koskoca bir mührüyle bezenmiş
olan yeşil halının üstü, kaim kablonun iki yanında
toplanan, kabarıklıklar yapan beyaz bir brandayla
örtülmüştü. İçeride çalışanlardan biri bezin altın­
daki kabloya takılarak tökezledi, ardından da küfü-
rü bastı.
Gül bahçesine bakan balkon kapıları açıktı
gerçi; ne var ki odanın tabanını yalayan serin ak­
şam havası güçlü lambalardan yayılan ısıyı azal-
tamıyordu. Kameranm gerisinde, her biri bir met­
rekare büyüklüğünde iki reflektör vardı. Kır saçlı
bir adam reflektörlerden birini sağdan sola çevire­
rek yansıyan ışığı masanın gerisinde, Cumhurbaş­
kanının koltuğunda oturan gömlekli, esmer, uzun
boylu birinin üstünde toplamaya çalışıyordu. Göm­
lekli adam nerede oturduğunu düşündükçe sırıtı­
yordu. Bacaklarında blucin, sırtında işlemeli ceket­
le dolaşan bir ışıklandırma uzmanı Cumhurbaşka­
nının koltuğunda oturan adama sokularak yerde­
ki küçük spot lambalarından birini ayarladı. «Bir
dakika kaldı!» diye bağıran bir ses işitildi ve sah­
nenin çılgıncasına devinen parçaları bir anda daha
önce belirlenmiş bir düzene girdi. Naralar fısıltılara
dönüştü. Masada oturan adam kalktı, bir kez çabu-
8/Şirket
cak arkasına baktıktan sonra, koşar adım hole çıktı.
Batıya bakan duvarın kıvrıntısına uyan bir
kapı ardına kadar açılmış, iri kemikli, uzun boylu,
lacivertler giyen bir adam elinde defteriyle içeri dal­
mıştı. Gözlerini kısarak ışıklara baktı, sonra da
araç gereç ormanının ortasmda duran adamları ba­
şıyla selamladı.
«İyi akşamlar, baylar.»
«İyi akşamlar, efendim.»
Çirkin bir erkekti. Kulaklarıyla burnu fazla
iri, çenesi geniş ve fırlak, dişleri çarpık, aralıklı ve
lekeliydi. Aşırı büyüklükteki ellerinin eklemleri şiş­
miş, biçimini kaybetmişti. Güçlü, canlı, dayanıklı
bir insan olduğu izlenimini uyandırıyordu; genel
olarak, çevresine de yayılan bir kalabalık, bir yontul-
mamışlık havası taşıyordu. Bütün contalarıyla so­
munları, bütün kaynak yerleri görünen güçlü bir
makinaydı bu; görünüşü için değil, işlevini yerine
getirmesi için yapılmıştı.
Büyük yazı masasının gerisindeki koltuğa otu­
rurken ses alma uzmanlarından biri boyunbağma
minik bir mikrofon taktı, lacivert ceketi ilikleyerek
ince teli örttü. Büyük ahşap masa ondan önceki
cumhurbaşkanından, müteveffa William Arthur
Curry’den kalmış ve onun dul eşi tarafından yakın
bir geçmişte Beyaz Saray’a armağan edilmişti. Nor­
mal ölçülerden büyük ve yüksek, döşemesi şişkin,
minderleri bol olan koltuk, Curry’nin yerine ge­
çen Esker Anderson için özel olarak yapılmıştı. Is­
marlama yapılmıştı, eşi yoktu; tıpkı cumhurbaş­
kanlığı görevine gelen kişilerin eşi olmadığı gibi.
«Otuz saniye!»
Bir makyaj uzmanı Cumhurbaşkanına sokuldu,
alnındaki teri silip yüzüne terlemeyi önleyen kim-
Şirket/9
yasal bir madde sürdü. Kapıya yakın bir yerde, ta­
ban döşemesinin üstünde duran küçük bir hopar­
lör cazırdamaya başlayınca makyajcı da yana kaç­
tı.
Hoparlörden yükselen ses, «Beyaz Saray’dan,
Başkan Esker Anderson’dan bir bildiri yayınlaya­
cağız,» diyordu. «Cumhurbaşkanı, bildirisini ulu­
sumuza duyurmak için televizyon programlarında
zaman ayırılmasmı istemiştir. Bildirinin metni bi­
ze verilmemiş olmakla birlikte, Cumhurbaşkanlığı
Basm Bürosundan edindiğimiz bilgiye göre, bu ko­
nuşma tarihi bir önem taşıyacaktır. Bayanlar, bay­
lar, ekranlarınızda Amerika Birleşik Devletlerinin
Cumhurbaşkanı!»
Büyük kameranm üstündeki kırmızı ışık yan­
mıştı.
Cumhurbaşkanı oturduğu yerde öne doğru
eğildi, masanın kenarını iki eliyle kavrayıp her­
kesin tanıdığı pozu aldıktan sonra önünde duran
defterdeki satırları okumaya başladı. Sayfalar çok
kaimdi; kolayca çevrilebilmeleri için zımba delik­
leri de çok büyük açılmıştı. Anderson gözlerine mer­
cek taktığı halde, yazılar da daktilo harflerinden
beş kat büyüktü. Cumhurbaşkanı söyleyeceklerini
defterden okuyacaktı bu akşam. Kameranm ya­
nından tabela göstermek, koca koca yazılarla dolu
kartonları havaya kaldırıp söylenecek sözleri ha­
tırlatmak yoktu. Konuşmayı hazırlıksız bir konuş­
ma gibi göstermek için çaba harcanmayacaktı. Bu­
nun önemi yoktu o akşam. Başkan olanak bulursa
kameraya bakacak, başını kaldırırken okuduğu ye­
re parmağmı basacaktı. Kendi kendine, yumuşak
bir sesle konuşmalıyım demişti; bildirinin duygusal
yükü dinleyicilere ulaşmalı. Bu konuşmayı hiçbir
10/Şirket
Amerikalı unutmayacaktı. Nasıl okunmuş olursa
olsun, tarihe geçecek bir konuşmaydı.
«Yurttaşlarım,» diye başladı, «otuz yıldan be­
ri, size ulusumuzla ilgili konuşmalar yaptım. Önce
bir vatandaş olarak seslendim sizlere, ardından bir
senatör, sonra da Cumhurbaşkanı Yardımcısı ola­
rak. Bana verilen bilgiye göre, Cumhurbaşkanı ola­
rak da kırk bir kere televizyona çıkmış, kırk bir ke­
re Amerikan halkma seslenmişim. Tıpkı bu akşam
yaptığım gibi.»
Usta bir konuşmacı olarak tanınırdı Başkan;
gerilimi sürdürmek fırsatını kaçırmayacaktı. On­
dan sonraki on dakika boyunca vatanına olan de­
rin ve sonsuz sevgisinden, Asya’daki savaş ülkede
büyük ayrılıklara yol açtığı halde Amerika’ya bes­
lediği güveni yitirmediğinden söz etti.
Sonra bir an duraladı, kameraların objektifle­
rine bakarak gırtlağını temizledi.
«Açıkça söylemek gerekirse, sizlere yaptığım
konuşmaların hiçbiri böylesine zor değildi. Bazı­
larınız, son zamanlarda Walter Reed Hastanesine
gidip geldiğimi öğrenmiş olabilirsiniz.» Bir kez da­
ha duraladı; dinleyicilerin kapıldığı duyguları yok­
luyordu sanki.
«Oradaki yetenekli doktorlar beni büyük bir
dikkatle elden geçirdiler, ve, dostlarım, çok kötü
haberler verdiler.» Elini yüzünün önünden geçirdi,
huzursuzca. «Hasta olduğumu söylediler bana; şu
anda ellerinde olan verilere göre, ikinci bir cum­
hurbaşkanlığı dönemini sonuna kadar götüreme-
yeceğimi söylediler. Ocak ayında emekliye ayrılır,
evime döner ve kendimi yormazsam daha uzun yıl­
lar yaşayabilirmişim belki. Ama burada, bu masa­
nın başında kalırsam, ikinci cumhurbaşkanlığı dö-
Şirket/İl
nemini benim yerime bir başkasının bitireceği ke­
sin sayılıyor. Beni ikinci bir dönemde seçecek olur­
sanız tabii.»
Kameraman, kapının yanında duran ışıklan­
dırma uzmanına bir göz attı.
«Bunları bu akşam kendim anlatmak istedim
sizlere. Kararımı başkasından değil, benden duy­
manızı istedim.»
Sırtını kamburlaştırıp öne eğildi, başını kal­
dırarak dosdoğru kameraya baktı.
«Hastalığımın bana acı vermediğini bilmenizi
isterim. Öteden beri yaptığım görevi yerine getir­
meme, görevimin gereği olan güç kararları alnu.
ma da engel olmuyor görünüşe bakılırsa. Bundan
ötürü minnet duyuyorum. Şu son dört yıl içinde
çok geç saatlere kadar çalıştım, çok ağır sorunla
üstlenmek zorunda kaldım. Gelgelelim vatanımı
gerçekten sevdiğim için, gelecek kasımda yeniden
adaylığımı koymayı, bağlı olduğum partinin ada­
yı olmayı umutla bekliyordum.
«Ancak bu yeni koşullar ortaya çıkınca, böyle
bir girişimde bulunmanın ülkenin çıkarlarına ters
düşeceğine karar verdim. Onun için, ocak ayında
yeni cumhurbaşkanı yemin edince ben emekliye
ayrılacağım. Benim yerime seçeceğiniz kişi kim
olursa olsun, bu geçiş dönemini elimden geldiğin­
ce kolaylaştırmaya çalışacağıma söz veriyorum.
«Emekliye ayrılınca, Marta’yla birlikte Ore-
gon’a, Gleneden Beach’teki evimize döneceğiz. Çok
güzel bir yerdir. Tanrının bana tanıdığı sürenin
geri kalanını orada tamamlayabilirsem mutlu ola­
cağım. Vatanıma hizmet ederek geçirdiğimiz yıl­
ları, özellikle de bu evde geçirdiğimiz ayrıcalıklı
yılları hep mutlulukla anacağız. Önümüzdeki gün-
12/Şirket
leri aşabilmek için sizlerden destek, Tanrıdan yar­
dım bekliyorum.
«Hepinize teşekkür ederim. İyi geceler.»
Cumhurbaşkanı yerinden kalktı, sağma solu­
na bakmadan odadan çıktı. Televizyon kamerası
onun hareketini izliyordu.

Merkezi Haberalma’nın Başkanı William Mar­


tin, dört bin beş yüz kilometre uzakta, ta San Fran-
cisco’da izliyordu bu yayını. Gözümü dikip ekrana
bakarken, «Orospu dölü,» diye mırıldandı.
Otel dairesinin oturma odasına açüan kapı
aralanmıştı ansızın. Genç Simon Cappell elini kapı
tokmağından ayırmadan kafasını yatak odasına
uzattı. «Buyurun bakalım! Duydunuz değü mi,
efendim? İşi bırakıyor! Ey Tanrım, cumhurbaş­
kanlığı ortada demektir!»
Martin gözlerini ekrana dikmişti. Başını çe­
virmeden, «Ötekiler gittiler mi?» diye sordu usul­
ca.
Simon televizyon alıcısına yürüyerek sesi ka­
padı. Ekranda, Amerika’nın seçkin üniversitelileri­
nin birinden çıktığı izlenimini veren, programı to­
parlamaya çalışan sunucunun görüntüsü kalmıştı
yalnızca Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamanın
dinleyiciler kadar onu da şaşırttığı belliydi.
«Başkanm konuşması bitmeden üçü de gitti­
ler, efendim.»
Martin alıcının önünden kalktı, sinirli bir ta­
vırla parmaklarını çıtlatarak odayı arşınlamaya
başladı. «Simon, hemen Langley’ye dönebilmemiz
için gerekli olan hazırlıkları yap,» dedi. «Bir saat
sonra yola çıkmak istiyorum.»
Şirket/13
Yardımcısı, «Yarın buluşacağınız kişilere ha­
ber vermem gerekecek,» diye söylendi. «Honolulu’-
dan gelmesi beklenenlerle bağlantı kuramazsam bir
saattan fazla zaman isteyebilirim.»
«Uçaktan ararsın onları. Ayrıca, büroya da
haber ulaştır; Esker Anderson’un cumhurbaşkanlı­
ğından çekilmesinin iç politikada nelere yol açabi­
leceğini inceleyip bir özet hazırlasınlar. Başkan
Yardımcısı Gilley’nin adaylığını koyacağını sanıyo­
rum ama başarabileceğine pek inanmıyorum. Cum­
hurbaşkanlığına aday gösterilebilecek herkesin
dosyasını istiyorum. Senin onca deneyin olmuştur,
Simon; bizim büronun politika uzmanı sensin.»
Martin’in dudaklarının köşesinde belli belirsiz bir
gülümseme dolaşıyordu.
Simon dişlerini göstererek sırıttı. «Politika uz­
manlığı bana kaldıysa hepimizin başı dertte de­
mektir. Benim yaptığım politikacılık Başkan Yar­
dımcısı adayının kampanyasında çalışmaktan öte­
ye gitmedi. Üstelik bizim aday seçimi kazanama­
mıştı! Politika uzmanlığı için güzel başlangıç doğ­
rusu! Yine de ben herkesi işe koşar, istediğiniz dos­
yaları en kısa zamanda hazırlatırım.»
İncecik, sırım gibi bir adamdı Simon Cappell,
henüz otuzuna varmadığı halde tepesi açılmış, o
da geriye kalan siyah saçlarını kulaklarının ve en­
sesinin altına kadar uzatmıştı. Gaga burnu yüzün­
de belirgin bir sivrilik yaratıyordu ama yumuşak
bakışlı ela gözleriyle yuvarlak çenesi o yüzü fazla
sert görünmekten kurtarıyordu. George Washing­
ton Üniversitesini parlak bir dereceyle bitirmiş,
ikisinin de dostu olan bir adamm kişisel etkisiyle
William Martin’in yanında iş bulmuştu. Üniversi­
tede okurken, günün birkaç saatinde, bölgesel ko-
14/Şirket
misyonlardan birinin başkanma yardımcı olmuştu.
Simon’ın son cumhurbaşkanı seçimlerinde ön ça­
lışmalarda görev almasını öneren de pek çok yerde
tanıdığı olan bu komisyon başkanıydı. Simon, ki­
şisel duyguları bakımından onda hiçbir heyecan
uyandırmayan Başkan Yardımcısı adayının kam­
panyasında heyecanla çalışmıştı. Başkan Yardımcı­
sı adayında beğenilecek bir yan göremiyor, adamı
güçsüz buluyordu. Gelgelelim işin lojistik yönü ger­
çekten ilgisini çekmişti; üstüne düşen görevi başa­
rıyla yürütüyordu. Başkan Yardımcısı adayının
gönderildiği küçük kentlerle kasabalarda yaşayan
halkı anlıyordu. O insanlara karşı gerçek bir sevgi
besliyordu ve kendisini bir partili olarak görmediği
halde partinin yerel örgütlerinde çalışanlarla çok
iyi anlaşıyordu.

Simon Cappell’in partisi seçimi kaybetmiş,


cumhurbaşkanlığına Esker Scott Anderson, Başkan
Yardımcılığına da Ed Gilley seçilmişti. Ne var ki
William Martin’in Harvard’daki yakın dostların­
dan biri, kampanya çalışmaları sırasında Simon’u
çok yakından izlemişti. Sonuç olarak Martin’e bir
tanıtma mektubu yazıldı ve genç adam CIA’da işe
alındı.
Şimdi de, Simon Cappell, CIA Başkanınm ya­
veri, personel asistanı, idari yardımcısı ve genel
olarak sağ kolu haline gelmişti. Martin’in çalışma
odasına giren çıkan bütün kâğıtları o gözden ge­
çirir, başkanm kesin olarak görmesi gerekmeyen
yazıları başka kanallara yöneltirdi. Patronunun
randevularını da Cappell kararlaştırırdı; telefon
konuşmalarının birçoğunu o yapar ve Martin her­
hangi bir toplantıya girmeden önce toplantıda ele
alınacak konu hakkında bilgi verirdi. Martin’in
Şirket/15
emrinde çalışan binlerce kişiyle patronu arasmda
tampon görevi yapmak, çok zorunlu olmadıkça o
kişilerin Martin’in saatlarım almalarına engel ol­
mak da onun işiydi. Martin’in bütün yolculukları­
na katılırdı (otellerde yer ayırtıp programları yap­
tıktan sonra); yolculuk süresince aksayan bir şey
olmamasına dikkat eder, Başkanın kararlarıyla
gereksinimlerini merkeze bildirir, kuryelerin, önem­
li evrakı bulundukları yerlere gecikmeden getirme­
lerini sağlar, Martin’in temiz gömlek sıkıntısı çek­
memesi için kirli çamaşırların zamanında yıkatıl-
masıyla ilgilenirdi.
William Martin ayağa kalktı. «Horace McFall’a
da haber ver; yarın öğle yemeğini birlikte yiyece­
ğiz. Önemli olduğunu söyle.»
Önemli olmaktan da fazla bir şey, diye dü­
şündü, durum kritik. Esker Anderson görevden
ayrılınca Merkezi Haberalma Örgütünün başkanı
da değişebilirdi. O zaman da geriye yönelik çirkef
karıştırması başlardı. Tanrım, diye düşündü Mar­
tin, olamaz; olmamalı.
Geçmiş, toprağın altındaki paslanmaz çelik
kasalarda, külrengi evrak dolaplarının içindeki ka­
ra kaplı dosyalarda kalmalıydı. Yeni cumhurbaş­
kanı Primula Raporu’nu halka açıklayabilirdi. Or­
talığı heyecana verecek açıklamalarla geriye bakar­
ken kullanılan değişik yargılar, CIA’yı ve CIA’yla
birlikte William Martin’i yıkacak tehlikeli bir silah
haline getirirdi, Primula Raporu’nu.
1

William Martin devlet görevlisi olarak geçir­


diği yirmi dört yıl içinde her iki partinin yönetimi
altında da çalışmıştı.
Partili değilse de kişisel eğilimleri vardı. Har-
vard’da öğrenim yaptığı yıllarda, ¡babasının Cum­
huriyetçi ideolojisinin kendisi için yeterince esnek
olmadığına karar vermiş, Franklin D. Roosevelt’in
ilerici politika girişimlerini heyecan verici bulmuştu.
Üniversitenin son sınıfında Stratejik Servisler Bü­
rosuna girdiğinde kendisini New Deal’cilerden biri
sayıyordu. Babası, yeni kurulan bu dış haberalma
örgütünün başkanıyla aynı okulda okumuş, iki er­
kek okuldan çıktıktan sonra da yakın dost olarak
kalmışlardı. Stratejik Servisler Bürosu’nun başka­
nı, dostlarının, arkadaş çocuklarının birçoğunu
yanma toplamıştı. Martin’i de o listeye alması şans­
lı bir seçme oldu.
Lisede ve Harvard'da futbol takımında oyna­
yan, ardından da S.S.C.B.’nin sıkı beden eğitimi
18/Şirket
kurslarından geçen Martin’in fizik yapısı iyi geliş­
mişti. Orta boyluydu; omuzları geniş, kalçası ince,
kollarıyla bilekleri kaimdi. Gençliğinde saçı kıpkır­
mızıydı ama geçen yıllar bel ölçüsüne birkaç san­
tim eklerken saçlarını da seyreltmiş ve rengini ko-
yulaştırmıştı.
Geniş aim, paslı altın rengindeki kaşları, ela-
yeşil karışımı gözleriyle iri etli dudakları bir araya
gelince, iki kere kırılmış olan burnu pek göze çarp-
mazdı ilk anda. Harvard yülarmda tam tamına ya­
kışıklı sayılmasa da güçlü, sağlam bir delikanlı
olduğu izlenimini verirdi insana. Tümüyle ele alı­
nınca karşı konulmaz bir erkek sayılabileceği dü­
şüncesini paylaşan Radcliffe’li kızların sayısı az
değildi.
Çok iyi İspanyolca konuştuğu için, S.S.B.’ye gi­
rince ilk olarak Arjantin’e gönderildi ve New York
Bankası’nm Buenos Aires şubesinde çalışan bir
memur kimliğiyle görev yaptı.
Stratejik Servisler Bürosu 1940 yılının sonla­
rına doğru Merkezî Haberalma Topluluğu adını al­
dı, William Martin’in de görevde kalması istendi.
Martin, yaptığı işin ilginç bir meslek olabileceğini,
bir yerlerden küçük bir ek kazanç bulursa aylığıy­
la geçinebileceğini anlamıştı.
Haberalma görevlisi olarak geçirdiği yılların
çoğunda Güney Amerika’da çalıştı. Savaş bittik­
ten sonra bile, hemen hemen bir yıl süreyle, Nazi
Almanyasmdan kaçan ve Güney Amerika’ya sığı­
nan yüksek rütbeli Nazilerin ele geçirilmesiyle
görevlendirilen bir haberalma ekibine katıldı. Ar­
jantin’de bulunuşunu açıklamak için Amerikan
ordusuna bağlı bir yüzbaşı kimliğine bürünmüş,
Amerikan elçiliğinde askerî ataşe yardımcısı ola-
Şirket/19
rak çalışır görünmüştü. O yılın sonlarma doğru,
çoğu Güney Amerika’nın Atlantik kıyılarında iş
gören birkaç haberalma ajanını toplaması, adam­
ları örgütleyip başlarına geçmesi emredildi.

Martin ancak 1950 yülarınm sonlarında dön­


dü Washington’a. Aradan çok geçmeden, ona Po-
tomac Nehrinin karşı kıyısında, başkentten iki üç
kilometre uzakta olan, Virginia eyaletinin toprak­
larında kalan Langley kentindeki geniş, modern
CIA ‘kampüsü’nde bir büro verildi. CIA’nm yedi
katlı ana yapısı, bir kentin üç sokak arasını kap­
layacak büyüklükteydi; ek yapılardan biri de kon­
ser ya da kongre salonu olarak kullanılabilecek je-
odesik bir küreydi. Yer altında da örgütün değir­
menlerinin dönmesi için gerekli olan bilgisayar
bantlarının, filmlerle evrakın saklanmasına ola­
nak sağlayan tüneller ve odalar vardı.
Langley’deki kampüsün yapılması için ödenek
ayrılırken Kongre Komisyonu farkında olmadan çok
cömert davranmış, CIA ‘şirketi’nin bütçe uzman­
ları da ellerindeki parayı harcamada alışılmadık
bir ustalık göstermişlerdi. Sonuç olarak, çok güzel
döşenmiş ve güzelce süslenmiş bir yapı olmuştu CIA
merkezi. Ayrıcalıklı konuklar oradan ayrılırken
Washington’daki öbür devlet dairelerinde pek rast­
lanmayan bir zenginlik izlenimi taşır, mermerler­
le camların, pırıltılı madeni eşyayla gözü okşayan
boşlukların etkisi altında kalırlardı. Gelgeldim bu
ayrıcalıklı konukların sayısı pek yüksek değildi.
Yüzlerce dönüme yayılan koruları, çimenlikleri ve
bahçeleri üç sıra telörgü korurdu. Çevredeki kara­
yollarından yapıların hiçbiri görünmez, Şirketin gi­
rişlerine ulaşan yan yolların başında yanıltıcı ta­
belalar bulunurdu. Nöbetçi kuleleri, köpekli nöbet-
20/Şirket
çiler ve toprak altına döşenmiş olan karmaşık bir
alıcı-kablo şebekesi, izinsiz gelenlerin içeri girmesi­
ni önlerdi. Çağırılarak gelen konuklar hep göz
önünde bulundurulur, bir yerden bir yere gider­
ken yanlarma mutlaka biri verilir, koridorlarda is­
tedikleri gibi gezinmelerine asla göz yumulmazdı.
Martin hızla terfi etmişti Langley’de. Başkan
Anderson’dan önceki cumhurbaşkanı William Art­
hur Curry seçildiği yıl, Bill Martin, CIA Başkanı
Horace McFall’m Özel Yardımcısıydı.
Senatör William Curry Amerika Birleşik Dev­
letlerinin cumhurbaşkanı olmadan önce Martin
hiç tanışmamıştı adamla. Gelgelelim politik biyog­
rafilerinin, dergi ve gazete yazılarının, CIA’nın bu
genç, varlıklı, konuşkan senatörle ailesi hakkında
edindiği bilgiyle dolu olan dosyaların yardımıyla,
William Martin için Curry’lerin bilinmedik bir ya­
nı kalmamıştı.
Curry’ye, New York eyaletindeki zorlu bir
kampanya sırasında bağlanmıştı Martin. Politika­
da acemi sayılan Curry, New York eyaletindeki
Demokratik parti örgütüne kafa tutmuş ve eyalet
valiliğine seçilmişti. Masalları yalanlayan bu zafer,
tarihte bilinen en genç New York valisi yapmıştı
onu. Varlıklı ve tutucu bir kapitalistin oğlu olduğu
halde, yoksullarla açlardan, hakları ellerinden alı­
nanlardan duyarlıkla, etkileyici bir havayla söz
ediyordu.
Valiliği pek uzun sürmedi. Curry vali seçildik­
ten iki yıl sonra New York senatörlerinin en yaş­
lısı ölmüştü; William Arthur Curry valilikten isti­
fa etti, vali yardımcısının da onayını alarak, se­
natoya atanmasını sağladı. Ondan sonraki senato
Şirket/21
seçimlerinde de büyük bir çoğunlukla seçimi ka­
zandı.
¡Bill Curry, senato seçimini kazandıkta sonra­
ki ilk dönemde cumhurbaşkanı adaylarmı seçen
eyaletlerde yoğun bir kampanyaya girişti. Ancak
Demokratik Partinin ön seçim kongresine giderken
yanmda herkesten çok delege götürdüyse de cum­
hurbaşkanı adayı olarak seçilmesini sağlayacak
kadar oy toplayamadı.

İhtiyar Esker Scott Enderson’u destekleyen


delegelerin sayısı da az değildi ama o da yeterli
oyu toplayamamış, Kongre bir çıkmaza girmişti;
Anderson’la Curry’nin babasının yaptıkları gizli
toplantıda Anderson çabuk davranıp gözünü kır-
pmcaya kadar. Bazıları, Curry’nin Anderson’a bü­
yük paralar ödediğini ileri sürdüler, kimileri de
yaşlı aday adayını korkutarak seçimden çekilme­
sini sağladığını savundular. O toplantıda neler olup
bittiğini ne yaşlı Curry açıkladı, ne de Esker An­
derson. Ne var ki toplantıdan sonra yapılan ilk tur
oylamada Senatör Anderson bütün gücüyle genç
Billy Curry’yi destekledi. Curry ikinci tur oylama­
da cumhurbaşkanı adayı seçildi ve cumhurbaşka­
nı yardımcılığına Esker Scott Anderson’ı getirmek
istediğini açıkladı. Haber yorumcuları, televizyon
seyircilerine bunun akla yakın bir karar olduğunu
anlattılar. Curry New York’luydu, Anderson Ame­
rikanın batı kıyılardan geliyordu. Curry gençti,
Anderson altmışına yaklaşmıştı. Curry liberaldi
seçtiği yardımcı ondan biraz daha tutucu. Curry
zengindi, Anderson yoksul bir ailenin oğlu. Curry’­
nin karısı göz kamaştıran genç bir kadmdı, Ander-
son’ın karısı Amerika’nm orta tabaka ev kadınları­
nı simgelerdi.
22/Şirket
Curry’yle Anderson, kendilerine özgü hava­
larını değiştirmeden, Amerika çapında bir kampan­
yaya giriştiler. Sonuç çok etkili oldu. Curry, televiz­
yon ekranlarında ve dost kitlelerle dolu salonlarda
herkesi büyülüyordu. Esker Anderson da el sıkma
sanatının gerçek ustasıydı. Köy panayırlarında,
kampanya için bağış toplamak amacıyla düzenle­
nen kokteyllerde, kasabaların parti mitinglerinde
tam yerini buluyor ve büyük başarı sağlıyordu.

•Cumhurbaşkanlığı seçimini Curry’yle Ander­


son kazanınca Biily Martin bayağı sevinmişti. Se­
natör Esker Scott Anderson’la arasında yakın bir
dostluk kurulmuştu; Anderson’m yükselişi ona ol­
sa olsa yarar sağlardı. Bili Curry’yi de Franklin D.
Roosevelt’i beğendiği gibi beğeniyordu.
Curry, Amerika Birleşik Devletleri cumhurbaş­
kanlığında yalnızca iki yıl sekiz ay kalabildi. Eylül
ayında bir cuma akşamı, tek motorlu Cessna uça­
ğıyla Boston’dan kalkıp Rochester’daki evine uçan
yorgun bir fabrikatör temsilcisi, New York eyale­
tinin Glenn Falls kentine inmeye hazırlanan cum­
hurbaşkanlığı uçağına, yani Hava Kuvvetlerinin
bir numaralı uçağına çarptı. Cumhurbaşkanının
karısı Jenna Curry o haftayı Lake George’da geçir­
mişti; kocası hafta sonunda karışma katılmaya gi­
diyordu. O koskoca, gümüşlü mavili uçağın kuyru­
ğu koptu, genç cumhurbaşkanı, Cobleskill yakın­
larındaki bir mısır tarlasında can verdi. Başka ölü­
ler de vardı: uçağın askerî personeli, bir doktor,
Gizli Servisin ajanları, Beyaz Saray görevlilerinden
altısı, iki sekreter, cumhurbaşkanının yakın akra­
balarından biri ve Arty adında beyaz bir köpek. Bir
de Amerikan Kara Kuvvetlerine bağlı bir tümge­
neral. Generalin adı Alfred Eugenio Primula’ydı
Şirket/23
Öldüğünde CIA’nın Genel Müfettişi olarak görev
yapıyordu. Primuia Raporu’nun yazarıydı.
Bili Curry öldükten birkaç dakika sonra Es­
ker Scott Anderson yeminini etti ve Amerikan cum­
hurbaşkanı oldu.

Billy Martin’in Senatör Esker Anderson’u ilk


kez yakından görme fırsatını elde edişi Anderson’-
m cumhurbaşkanı yardımcüığma gelişinden çok
öncesine rastlar. Colorado Springs’deki Broadmoor
oteline yapılan bir yolculukta tanışmışlardı onlar.
Ömür boyu devlet hizmetinde çalışmak bir in­
sanı cumhurbaşkanlığı görevine ne ölçüde hazırla­
yabilirse, kendi açıklamasına göre, Esker Scott An­
derson bu göreve o kadar iyi hazırlanmıştı. Dört
kez Oregon eyaletinden senatör seçilmişti. Cumhur­
başkanı yardımcısı olmadan önce bile, seçimlerdeki
yenilmezliğiyle, kendine olan sınırsız güveniyle ün
yapmıştı. Her zaman büyük farklarla kazanıyor,
her seçimden sonra kendine olan güveni biraz da­
ha büyüyordu. Esker Anderson için, yeniden seçil­
mek bütün eski günahlarından arınmak anlamına
geliyordu. Böylece, her seçimde artan oy sayısıy­
la birlikte, Anderson’m politik amaçlarıyla kendi­
ne olan güveninde de geometrik bir yükseliş görü­
lüyordu.
Roma imparatorlarının arasında bile, kendi­
sine Senato Bütçe Komisyonu Başkanı Esker An­
derson kadar korkusuzca kazanç sağlayan kişile­
rin sayısı pek azdır. Komisyon Başkanı Anderson,
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Anderson kimliğini
kazandığında Senato tarihinde görülmemiş rekor­
lara ulaşmıştı: En geniş komisyon bütçesi onunkiy-
24/Şirket
di, en geniş kadroyla en güzel sekreterler onday-
dı, yabancı ülkelere yapüacak yolculukların en
çekici olanlarına Oregon’lu senatör katüırdı mut­
laka.
Senatonun resmi kayıtlarına bakılırsa, Broad-
moor Oteli’ne yapılan yolculuk, Senato Bütçe Ko­
misyonuna bağlı olan ve başkanlığı yine Senatör
Esker Anderson’a verilen Haberalma Denetim Ko-
mitesi’nin, Colorado eyaletinde, Ford Collins’deki
CIA eğitim merkezini denetlemesi için yapılan bir
yolculuktu. Gerçekten de, Bili Martin’le Şirket’in
Planlama Bölümüne bağlı üç CIA görevlisi, Bro-
admoor’da geçen bir hafta içinde Anderson’la öbür
iki senatörü iki kere Ford Collins’e götürmüşlerdi
helikopterle.

CIA başkanı Horace McFall yolculuğun ayrın­


tılarını büyük bir dikkatle tasarlamıştı. Colorado
eyaletinin başkenti olan Denver’deki otellerin hiç­
biri Broadmoor’un lüksünü, yemeklerini ve tatil
atmosferini veremezdi senatörlere. Broadmoor’da
tutulan daireler küçücük, masmavi bir gölün geri­
sinde yükselen Rocky Mountains sıradağlarına ba­
kıyordu. Avrupa’da eğitim gören otel personeli
Amerika Birleşik Devletleri senatörlerinin nasıl
ağırlanmaları gerektiğini bilirdi. Dairelerin teras­
larında verilen zengin öğle yemeklerinde Ren yö­
resinden gelme şaraplar, Meksika’da yetiştirilen
çilekler, otelin özel havuzunda tutulan alabalıklar
sunuluyordu. Garsonlar her an oradan oraya se­
ğirtiyor, Fransız metrdotelin kendisi her şeyi göz­
den geçiriyordu. Daireler, arabalarla şoförler, pro­
fesyonel golf oyuncuları, tohumlama yoluyla balık
üretilen bir ırmağa yapılan gezintiler, tutulan ala­
balıkların bozulmadan Washington’a götürebil-
Şirket/25
mesi için hazırlanan buz kutuları hep senatörlere
yaraşan bir mutluluk yaratmak amacıyla seçilip
tasarlanmıştı. Başkan Horace McFall topluluğa ka­
tılınca seçkin konuklarm onu güleryüzlü karşıla­
malarında şaşılacak bir şey yoktu tabii.

Komisyon Başkanı Anderson, törelere uyarak


ailesini ve yardımcılarını da yanmda getirmişti.
Esker Anderson Senatodaki arkadaşları arasında
açık saçık fıkralarıyla tanınırdı ama Washington
çevrelerinde daha çok keskin zampara olarak ün
yapmıştı. Senatörlüğü süresince, değişik zamanlar­
da üç ayrı kadını hemen hemen aynı anda hoş­
nut ettiği söylenirdi.
Dedikodulara kulaklarını tıkayan Marta An­
derson, kocasının gizli aşklarıyla ilgili yüzlerce hi­
kâyenin Washington çevrelerinde ağızdan ağıza
dolaştığını fark etmez görünürdü; o hiçbir söylen­
ti işitmemişti sanki. Dedikoducular Esker Ander­
son’m hemen her tür kadmla düşüp kalktığını ile­
ri sürerlerdi ama bürosunda çalışan genç kızlarla
daha güçlü ilişkileri olduğu da söylenirdi. Kızların
güzellikleri için seçildikleri besbelliydi. Yine söy­
lentilere bakılırsa, gözde oldukları süre içinde Se­
natöre özel bir sorun yaratmazlarsa, başka hiçbir
yerde rastlanmayan bir iş güvenliği sağlıyorlardı
kendilerine. Büronun sıcak yuvasından ayrılmış
olsalar bile, güçlü Senatör, bu sadık kadrodaki genç
kızların durumuyla ilgilenmekten hoşlanıyordu.
Anderson’m aracılığıyla, birçoğu devlet dairelerin­
de rahat işlere yerleşmişlerdi. Bazıları, Washing-
ton’da halkla ilişkiler büroları açan büyük şirket­
lerce işe alınmışlardı. Kızları gözünün tuttuğu 'be­
kâr delikanlılara tanıştırmayı da çok severdi Ko­
misyon Başkanı. Başkentte sözü edilen evliliklerin
26/Şirket
birçoğu, Tanrının emriyle değilse bile, Senatör Es-
ker Scott Anderson’un dostluğu ve yardımıyla ger­
çekleşmişti.
Marta Anderson’la iki oğlu Colorado yolculu­
ğuna katıldıklarına göre Komisyon Başkanı o haf­
tayı aile babası olarak geçirecekti. Yine de, pat­
ronlarına sadakatle hizmet eden büro kadrosundan
beş kişi, bir ödül olarak bu yolculuğa alınmışlardı.
Bili Martin, uzun yüzlü, güzel bacaklı, uzun boylu
esmer kızı senatörlerin grubunu Colorado Sprin-
gs’e götüren Hava Kuvvetleri uçağında fark etti ilk
kez. Pilotun manifestosu, kızın Senatör Anderson’­
un sekreteri Linda Winton olduğunu açıkladı.
Uçak havalanınca, Martin arka uçaktaki mutfağa
yürüdü.
Parlak mavi renkte spor ceket giyen hostese,
«Kahve var mı?» diye sordu. «Ben sabah kahvaltı­
sı edemedim.»
«Tabii, Bay Martin. Senatör Mihara’ya kahvaltı
hazırlıyorum, isterseniz size de veririm.»
«Sağol, çavuş, kahvaltı istemem. İki fincan
kahve yeter bana.»
Uçağın kuyruğu, eksiksiz bir mutfak haline ge­
tirilmişti. Fırınlarla ocaklar, dondurcu bölümü de
olan buzdolabı ve akar su, hosteslerin, istenen her­
hangi bir yiyeceği hazırlayabilmelerine olanak sağ­
lıyordu. Cumhurbaşkanının Maryland’deki And­
rews Hava Üssü’nde bekleyen özel filosuna bağlı
olan bu jet uçağı her zaman hazır bulundurulur­
du. Washington kenti bir saldırı tehlikesiyle karşı
karşıya kalacak olursa, Beyaz Saray’daki personel
kadrosu kısa sürede kentten uzaklaşabilecekti böy-
lece. Uçak zaman zaman Hükümetin ya da Kong­
renin güçlü kişilerine de ödünç verilirdi. Bütçe Ko-
ıŞirket/27
misyonu Başkanı Anderson istemişse, Beyaz Saray
Beoing 707’yi onun emrine vermekten her zaman
haz duyardı.
Bili Martin büyük porselen fincanları iki eline
alarak duvarlara yerleştirilen ranzalarla ahşap
kaplamalı büro bölmesini geride bıraktı. Senatö­
rün ailesine ve yanında götürdüğü personele ayrı­
lan sıralara yaklaştı. Linda Winton’un yanındaki
boş koltuğa çöker çökmez kıza bir fincan kahve
uzattı.
«Bunu yolladılar size. Ocaktan. Ben de CIA’-
dan Bili Martin.»
Linda kahveyi alırken sıcacık bir gülüşle gü­
lümsedi. «Aklımdan geçeni okumuşsunuz, Bay Mar­
tin. Çok teşekkür ederim.» Konuşmasında güneyli­
lere özgü bir yumuşaklığın izleri vardı. «Benim adım
da Linda Winton.»
«Biliyorum. Manifestoya baktım. CIA’cüarm
özel kaynakları vardır bilirsiniz. Bana Bili deyin,
Linda.»
Genç kız yine gülümsedi. «Bu benim Broad-
moor’a ilk gidişim. Duyduğuma göre eşsiz bir yer­
miş.»
Bu sözlerde bir çağrı havası sezen Martin, kı­
lavuz, hamal, koruyucu ve arkadaş olarak görev
yapmaya hazır olduğunu belirttiyse de kızdan ke­
sin bir karşılık alamadı. Uçak batıya doğru yol
alırken Washington’dan, doğup büyüdükleri kent­
lerden, Linda’nm öğrenimiyle mesleğinden, CIA’-
dan pek de uzak sayılmayan bir yerde yeni tuttuğu
apartman katından, lokantalarla yemeklerden ve
kitaplardan söz ettiler rahatça.
Genç kız konuşurken, söylediği herhangi bir
sözü vurgulamak için sağ elini fincandan ayırıp
28/Şirket
Martin’in koluna dayıyordu ara sıra. Bir kere de
okuduğu bir kitaptan çok hoşlandığını belirtmek
için erkeğin elini kavradı. Martin genç kızın kös-
nül yaradılışlı olduğunu hemen fark etmişti. Kolay
anlaşıyorlardı; onlar birbirlerine ısınırken zaman
akıp gidiyordu.
Senatör Esker Anderson iki kere yanlarından
geçmiş, önce Linda’ya, sonra da Martin’e bakmış­
sa da hiçbir şey söylememişti. Üçüncü geçişinde
öndeki salondan çıktı, elindeki dağınık kâğıt to­
marıyla onlara yaklaştı. Martin’in üstünden eğile­
rek kâğıtları Linda’nın kucağına bıraktı kabaca.
«Bu Allahın cezası raporun başı sonu belli de­
ğil. Bir süre için bu yakışıklı aygırdan ayrılıp biraz
iş yapabilir misiniz acaba?» Kelimeleri yaya yaya
sorduğu bu sorunun ardından gelen gülüş soğuk,
dudakları gergindi.
Genç kız, dümdüz bir sesle, «Elbette, efendim,»
diye karşılık verdi.
Bili yerinden kalkarak geçide çıktı. «Benim
adım Bili Martin, efendim. Bir iki kere Haberalma
Denetim Komitesine bilgi vermek için çağırılmıştım
ama siz beni hatırlamayabilirsiniz tabii.»
Anderson genç adamın sözlerini duymamış gi­
bi boş boş bakıyordu.
«Linda,» diye sürdürdü, «o raporu bitirdiğin
zaman ön tarafa gel. Marta bir takım mektuplarla
uğraşıyor; birinin ona yardım etmesi gerek.» Bir­
den dönerek senatörlerle ailelerine ayrılan ön sa­
lona geçti.
Martin yeniden koltuğuna yerleşirken, «Bize
ayrılacak ödenek gitti gider,» diye söylendi surat­
sızca.
«Yok canım, o kadar kötü olacağını sanmam.»
Şirket/29
İsteksizce gülümsedi. «Herkesin bir derdi var, de­
ğil mi?» Kucağındaki kâğıtlara bakarak ekledi.
«Otele yerleşince ben size bir telefon ederim. Olur
mu?»
Broadmoor’da geçen günler boyunca Martin
arada sırada kızı görmüyor değildi ama bu ancak
Linda’nm her işi bitirdikten sonra ayırabildiği sa-
atlarda oluyordu. Senatör Anderson’m kız için her­
kesten önemli olduğu belliydi ve Anderson, sek­
reterinin Martin’le ilgilendiğini uçakta anlamıştı.
Sekreterin boş zaman bulamaması için patronun
özel bir çaba harcadığmı sanıyordu Martin. Bu
tür bir yolculukta bu kadar çok iş olamazdı aslın­
da. Ne var ki Linda ona zaman ayırmıyor ya da
ayıramıyorsa, Martin kızı sıkıştırmak niyetinde de­
ğildi.

Çok kısa süren ahbaplıkları sırasında Linda’­


nm çok sevimli bir arkadaş, insana huzur veren
çekici bir kadın olduğunu fark etmişti. Gelgelelim
Senatör Anderson kıza el koymuşsa Bili Martin
bu işe hiç bulaşmazdı. Bulaşmamasımn da iki ge­
çerli nedeni vardı. Bir kere, Anderson 'gibi güçlü bir
Senatör, Şirketin bütçesini hemen hemen istediği
gibi ayarlayabilecek olan bir senatör, devlet me­
murluğunu meslek edinmiş birine büyük zarar ve­
rebilirdi. İyilik meraklısı Barış Gönüllülerinden ol­
madığına göre Nijerya’ya atanmak istemezdi Mar­
tin. Daha öznel bir gerekçe de Martin’in, Ander-
son’ı fiziksel bakımdan iğrenç bulmasıydı; Linda’-
yla Anderson arasmda duygusal bir ilişki olabile­
ceğine — dahası, Anderson’m herhangi bir duygu­
sal ilişkiye girebileceğine — inanamıyordu Martin.
Linda o adamın malıysa Martin arayacağmı başka
yerlerde arardı.
30/Şirket
Bir gece, Linda’nın ‘arttırdığı’ saatlardan bi­
rinde, Colorado Springs’in küçücük, loş bir barında
son müşteriler olarak kalmışlar, eve dönmekten
dem vuran barmeni duymazlıktan gelerek konuş­
maya dalmışlardı. Martin sonunda Linda’nm Esker
Anderson hakkındaki duygularını öğrenmeye karar
verdi.
«O adamda benim anlamadığım bir özellik olsa
gerek,» dedi. «Birçok iyi insan onu çekici buluyor,
yanında çalışmaktan hoşlanıyor. Oysa bana sorar­
san çok kaba bir adam. Aslında nasıl bir insandır,
Linda?»
Linda usul usul başını sallıyordu. «O soruya
karşılık verebileceğime emin değilim, Bili. Esker
Anderson bir bukalemundur. Seçmenlerinin gözüne
başka türlü görünür, senin gibi devlet memurları­
nın gözüne başka türlü. Ailesi de bambaşka bir in­
san olarak görür onu.»
Martin diretti. «İyi ama sana nasıl görünü­
yor?»
«Canı isterse çok kibar, çok candan ve sevim­
li olabiliyor.» Bir an duralayıp içkisindeki buzu
parmağıyla karıştırdı. «Bana kalırsa, temelde ger­
çekten iyi bir insan.»
«Ben yakınlarda olduğum zaman iyiliğini ger­
çekten çok derinlere gizliyor. Sen onu kişi olarak
beğeniyor musun?»
«Halka gösterdiği yönlerini hiç beğenmiyo­
rum. Senin gördüğün de o yönleri herhalde. Belki
de öbür yönlerini hiç göremeyeceksin. Biz... bazı­
larımız, gerçek kişiliğini gösterdiği zamanları bi­
liriz. O zaman apayrı bir insan.» İçini çekti. «Kor­
karım ki pek iyi açıklayamadım.»
Soruyu geçiştirmişti. Martin kızm yalnızca
Şirket/31
patronuna sadık bir sekreter olduğuna, duygula­
rının bundan öteye geçmediğine inanmak istiyor­
du. Soruya niye doğru dürüst karşılık vermemişti
peki? Adamın metresi olduğuna inanmak çok güç­
tü. Ancak Senatör Anderson’m Linda’nın gününü
doldurmak için özel bir çaba göstermesi ve anla­
şıldığı kadarıyla, bunun kıskançlıktan ileri gelişi
Martin’i çok, çok temkinli olmaya zorluyordu.
Washington’a döndükten sonra Linda’nm ona
verdiği, rehberde bulunmayan telefon numarasını
hiç kullanmadı. Daha önce listesine aldığı, güçlü
bir senatörün öfkesini uyandırmaktan korkmadan
görebileceği kadınlarla geziyordu.
Colorado Springs yolculuğundan bir ay sonra
Linda ona telefon etti ve birlikte bir eğlenceye git­
melerini önerdi. Temkini elden bırakmayan Mar­
tin bu konuda biraz daha bilgi edinmeyi gerekli
buldu.
«Bugün öğleden sonra buluşup bir içki içelim,
güzel Linda. O zaman uzun uzun konuşuruz. Saat
beşte Duke’ta buluşalım mı?»
«Bugün arabam yok. Çıkınca sen beni eve bı­
rakabilir misin? Ta McLean’de oturuyorum bili­
yorsun.»
Martin bırakabileceğini söyledi. Daha sonra,
içkilerini içerlerken Esker Anderson’la ve mesle­
ğiyle ilgili kaygılarından söz etti. «Sen Anderson’-
m sevgilisiysen benim başıma dert açarsın. Senden
çok hoşlanıyorum, Linda. Gerçekten. Aramızda gü­
zel bir ilişki doğabileceğine de inanıyorum. Gelge-
lelim bazı şeyleri bilmek zorundayım. Ve sana sor­
maktan başka yol bulamıyorum.»
Linda gözlerini içkisine dikerek parmağıyla
buzu karıştırdı — o huyunu daha önce de fark et-
32/Şirket
mişti Martin — sonra da kafasını kaldırıp çok cid­
di bir yüzle genç adama baktı. «Şu anda senin ya­
nında olduğumu Esker Anderson da biliyor, Bili.
Beni bu akşam evime götüreceğini de biliyor. Seni
partiye çağırdığımı da.» Gülmeye başladı ansızın.
«Daha önce söylemedim; parti Anderson’larm evin­
de.» Kahkahalarla gülüyordu. «Zavallı çocuk! Se­
ni tavlamaya kararlı olduğumu, aklıma koyduğum
şeyi er geç başardığımı da bilir o. Anderson ba­
na bir âşık gibi değil bir amca gibi davranmıştır
hep. Büroda çalışan kızlarla onun hakkında neler
söylediğini bilmez değilim. O söylentilerin bazıları
doğrudur üstelik. Ama benim hakkımda bir şey
söyleyen olursa düpedüz yalan söylemiş olur.»
Martin içkisini masaya bıraktı. Elini kızm eli­
nin üstüne koyarken bütün yüzünü kırıştıran bir
gülüşle gülümsüyordu.
«Ondan çekinmene hiç gerek yok, Bili. Aslın­
da senden hoşlanıyor. Seni evlerine götüreceğime
çok sevindi... Gelecek olursan tabii. Ama sen beni
götüreceğini söylemedin, Bili.»
Bili Martin öğreneceğini öğrenmişti. O gece
Linda’yı evine götürdüğünde, arabasını sabahın er­
ken saatlerinde park yasağı olmayan bir yere bı­
raktı.

Senatör Anderson’m evindeki partide, ev sa­


hibi Martin’i bir köşeye çekerek iki gencin birleş­
melerini — en kaba terimlerle — kutladı. Martin
ne şaşırdı, ne utandı; böyle bir şeyle karşılaşmayı
'bekliyordu.
Birkaç ay sonra, Linda eski evinden çıkarak
Georgetown’a, Martin’in oturduğu yerin bir sokak
Şirket/33
ötesine taşındı. Ne var ki kendi evinde geçirdiği
saatler sayılıydı. Linda nehrin karşı kıyısına taşın­
dıktan sonra, herkesçe tanınan, her yerde birlikte
görülen bir çift olmuşlardı.
Esker Anderson genç çifte çok yakınlık göste­
riyordu; onları sık sık düzenlediği eğlencelere ça­
ğırıyor, Martin’e telefon edip komisyon başkanı ola­
rak dikkatini çeken, Şirket’e, henüz göze görünme­
yen sorunlar doğurabilecek konularla ilgili uyarı­
larda bulunuyordu. Bu ‘ödünç kaşıma’ işinde Mar­
tin de ondan geri kalmazdı. Şirket’te ilerlemesini
sağlayabilecek bir senatör vardı o da Anderson’dı
çünkü. Ve böylece, Anderson gizli raporları görme­
ye başladı, resmi kanallardan gelmeyen bilgiler
edindi, Martin’in telefonla verdiği haberlerin yar­
dımıyla, bazı şeyleri herkesten önce öğrendi.
Martin’in görüşüne göre gizli bilgilerin dışarı
sızması denemezdi buna. Bilginin ulaştırılacağı
öbür kişilerin bunları bilmeye hakkı varsa, önce
senatör, ardından da Cumhurbaşkanı Yardımcısı
olan Anderson’m da hakkı vardı. Üstelik Ander­
son haber kaynağını gizli tutmasını, öğrendikle­
rini kimsenin dikkatini çekmeden kullanmasını da
biliyordu. Washington’a yeni yerleşenlerin tipik
davranışları görülmezdi onda; kendi reklammı
yapmak için ucuz yollar aramaz, basma zamansız
açıklamalarda bulunmazdı. Anderson’m edindiği
gizli bilgileri ortaya döktüğü çok ender görülürdü.
Bildiklerini bilgece kullanırdı o; olayların bir adım
önünde olabilmek, sorunları önceden görüp tuzak­
lardan kaçınmak, onu alt edilmez bir güç sayan
meslektaşlarının arasındaki ününü arttırmak için.
Senatörle William Martin’in arasındaki dost­
luk ilerledikçe, konuşmalarında yalnızca dünyanın
34/Şirket
dört köşesindeki ülkelerden değil, Federal Hükü­
metin karanlık dehlizleriyle katakomplarından da
söz etmeye başladılar. Asla ağıza alınmayan bir ko­
nu varsa o da Rio de Muerto’ydu. Anderson, Domi­
nik’te girişüen ve felaketle sonuçlanan bu operas­
yonun tasarlanmasında Martin’in büyük katkısı ol­
duğunu biliyordu ama o konuda soru sorarsa ara­
larında kurulan yararlı ilişkinin sarsılacağını da
anlamıştı.
Bir araya gelerek Rio de Muerto’dan ve Pri-
mula Raporu’ndan söz etmelerini gerektirecek olan
olağanüstü olayları ne Martin sezebilirdi önceden,
ne de Anderson.

Rio de Muerto, Cam Körfezi diye bilinen geniş


bir koyda Karayip Denizine dökülen boz renkli, sığ
bir ırmaktı. Kıyıdaki beyaz kumsalın sertliğiyle
mercan kayalıklarının yokluğu, o kıyının denizden
yapılacak bir çıkarma için eşi bulunmaz bir yer
olarak belirlenmesine yol açmıştı. Dışişleri ve Sa­
vunma Bakanlıkları görevlilerinden, Amerikan En-
telijans örgütünün ajanlarıyla Bağımsız Dominik’-
in iki temsilcisinden oluşan bir karma komisyon,
CIA’nın planlama bölümünden çıkan tasarıyı onay­
lamış, oraya büyük çapta bir çıkarma yapılmasını
kabul etmişti. Kararı Bili Martin götürdü Horace
McFall’a; çünkü karma komisyonun başkanı Mar-
tin’di. McFall’la Martin tasarıyı Cumhurbaşkanına
sunarak açıkladılar, Billy Curry operasyonu her
yönüyle onayladığını bildirince oradan ayrıldılar.
‘Denizaygırı’ adıyla anılıyordu bu operasyon;
başarısızlıkla sonuçlanmcaya kadar. Harekât sıra­
sında ölenlerin sayısı açıklanınca, basında çıkan
Şirket/35
korkunç yazılarda, o küçük, çamurlu ırmağın adıy­
la adlandırıldı. Resmî raporlarla resmî yazüarda
bile ‘Ölüm Irmağı’ndan söz ediliyordu artık. ‘De-
nizaygırı’ şifresi unutulup gitmişti.
CIA Genel Müfettişinin, operasyonun niçin ba­
şarısızlığa uğradığını açıklayan resmî raporuna da
aynı şey oldu; o rapor da yazarının adıyla adlandı­
rıldı. Başlangıçta, «Genel Müfettişin Rio de Muer-
te Operasyonu Hakkmdaki Raporu» denirken son­
radan herkes Primula Raporu demeye başlamıştı.
Yalnızca Cumhurbaşkanının bilgisine sunulan
bir rapor olarak nitelendiriliyordu. Basma, Cumhur­
başkanının bu rapor konusunda istediği gibi karar
verebileceği açıklanmıştı.
Primula Raporunun CIA Başkanma ulaştığı
günlerde, Başkan Curry de belirgin bir baskı altın­
da kaldığını fark etmeye başlamıştı. Kongre üyele­
riyle basın-yaym organları suçun belirli bir kişiye
ya da kişilere yüklenmesini bekliyorlardı. O zaman
Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan Esker Anderson,
Beyaz Saray’dakilerin baskıdan kurtulması için
Horace McFall’un hiç gecikmeden emekliye ayrıl­
masını öğütledi. Horace da yetmişini aşmıştı ne
olsa. McFall raporu Cumhurbaşkanına sunduğun­
da, Curry, ak saçlı CIA Başkanınm istifasını iste­
meye hazırdı. McFall’u emekliye ayırmaya kararlı
olduğunu Anderson’a bildirince, Cumhurbaşkanı
Yardımcısı, onun yerine Bili Martin’in atanmasını
önerdi hemen.
Basın, Rio de Muerte felaketinin sonucunda
McFall’un kurban edildiğini anlamış ve işin aslını
halka açıklamıştı. McFall bürodaki masasmı bo­
şalttı, üç gün içinde Şirket’ten ayrıldı. Cumhur-
başkanıyla yaptığı konuşma sırasında çok ağır ha-
36/Şirket
karetlerle işten atıldığını ileri süren CBS televizyon
bülteni hakkında hiçbir yorum yapmadı. Beyaz
Saray’ın basın sekreteri de bir açıklamada bulun­
muyor, CIA başkanlığına kısa zamanda bir atama
yapılacağını bildirmekle yetiniyordu.
Cumhurbaşkanı Curry bu olaydan dört gün
sonra öldü, Anderson yemin ederek onun yerine
geçti. Anderson’un evindeki telaşlı ve hüzünlü tö­
renden kırk sekiz saat sonra da Cumhurbaşkanının
randevularını ayarlayan sekreter William Martin’e
telefon ederek onu Beyaz Saray’a çağırdı. Martin
arabasını Beyaz Saray’m güney-batı kapısına ya­
naştırınca, polislerden biri küçük, beyaz nöbetçi
kulübesine girerek Saray’dan telefonla talimat is­
tedi. Bir dakika sonra da geri döndü ve kafasını
arabanın penceresine uzattı.
«Lütfen yirmi beş metre gerileyin, Bay Martin.
Güney kapısını açtıracağız size. Dosdoğru eve gidip
Cumhurbaşkanını görmenizi emrettiler.»
İkinci bir polis güney yönünde ilerleyerek bü­
yük güney-batı kapısından doksan derece farklı bir
yöne bakan ve çok ender kullanılan kapıyı açmıştı.
Martin arabasını ağır ağır sürüyerek güneye bakan
çimenliği aştı ve Beyaz Saray’m herkesçe tanınan
güney yüzüne yaklaştı. Birinci kattaki diplomatlar
girişinde, fraklı bir zenci uşak bekliyordu.
Kapıyı açarken, «Lütfen böyle buyurun, Bay
Martin,» diye söylendi.
Öne düştü, el boyaması Fransız duvar kâğıtla­
rıyla kaplanmış bir kabul salonundan geçtiler. Der­
ken kırmızı halılarla döşenmiş geniş, penceresiz
bir koridoru geride bırakarak dar bir kapının ileri­
sinde yükselen merdivenin önündeki hole girdiler.
Uşak, Martin’i küçük bir asansöre bindirdi.
Şirket/37
«Cumhurbaşkanı yatak odasına çıkmanızı em­
rettiler, efendim. Oda uşağı sizi bekliyor.»
Asansör çok yavaş yükseliyordu. Duvarları, de­
ğişik renklerde tahtalardan yapılmış ince nakış­
larla ve küçük ayna parçalarıyla bezenmişti. Mar­
tin iki yan duvara asılan çerçeveli Beyaz Saray
gravürlerine bakınca bu eşsiz dekorasyonun niçin o
resimlerin altına saklandığını merak etti. Sonunda
kapı açıldı, gri pantolon, lacivert ceket giyen gü-
leryüzlü bir Filipinli konuğu selamladı.
«Cumhurbaşkanı şimdi uyandı, efendim. Ge­
lin lütfen.»
Uşak, Martin’i asansör boşluğunun önüdeki
geniş holün tam karşısına gelen bir kapıya götür­
müştü. Martin kapıyı bir kez tıklattı ve içeriden
Esker Scott Anderson’un gür sesi işitildi: «Girin.»
Otel ölçülerine göre yalın döşenmiş sayılabile­
cek olan oda pek büyük de değildi. Tavan ve du­
varlar beyaza boyanmıştı, dışarıdaki elips biçimi
alanm gerisinde yükselen Washington Anıtı’na ba­
kan pencerelerde koyu mavi perdeler asılıydı.
Açık mavi bir pijama ceketi giyen, düğmelerini
de açık bıraktığı için süt beyazı göğsüyle midesini
göz önüne seren yeni Cumhurbaşkanı her günkü
öğle uykusundan henüz uyanmıştı. Elini koltuk­
altına sokarak kaşmdı.
«Gel, Bili, gel. Seninle konuşmak istiyorum.»
Sesi hâlâ uykuluydu.
Bili Martin, «Sayın Başkanım,» diyerek resmî
bir havayla söze başladı. «İzin verirseniz sizi kut­
layayım. Aynı zamanda, Cumhurbaşkanının ölü­
münden... Cumhurbaşkanı Curry’nin ölümünden
ötürü duyduğum üzüntüyü de bildirmek isterim.
Ben...»
38/Şirket
Anderson elini kaldırarak onu susturdu.
«Curry hakkındaki duygularını çok iyi bilirim,
Bili. O da sana karşı aynı duyguları 'beslerdi. Da­
ha altı yedi gün önce kendisi söylemişti bana.»
Cumhurbaşkanının sözleri Martin’de derin bir
hüzün uyandırmıştı ansızın. Curry’nin ölümünü
haber aldığı zaman gerçekten çok sarsümıştı; onun
gözünde, hayatta kalan son kahramandı Curry.
Gelgelelim Şirket’te hiç gecikmeden yapılması ge­
reken o kadar çok iş çıkmıştı ki, kişisel duyguları­
nı incelemeye zaman bulamamıştı. Oysa şimdi,
Cumhurbaşkanının odasında öyle büyük bir yalnız­
lık duygusuna kapılmış, kaybını öylesine derinden
hissetmişti ki konuşamıyordu.
Martin’in yüreğindeki acıyı silip dalgınlıktan
kurtaran Anderson’m ondan sonraki cümlesi oldu.
«Ben seni CIA Başkanlığına getirmek niyetindeyim,
Bili.»
Martin Cumhurbaşkanına baktı çabucak.
«Şaşırdın mı, Bili?» Babacan bir tavırla gü­
lümsüyordu Anderson. «Şaşırmanı anlayamıyo­
rum. Biz şenle öteden beri iyi anlaşmaz mıydık?»
Kraliçe Viktorya tarzındaki lacivert iskemlelerden
birini gösterdi. «Geç şöyle, otur. Yok, hayır, iskem­
leyi buraya getir. İşi kabul ettiğini söylemeden ön­
ce benim çalışma yöntemlerimle ilgili bazı şeyleri
bilmen gerekir. Ben Bili Curry’den çok başka bir
insanım. Herkes, öyle olduğunu biliyoruz diyecek­
tir ama onların bildikleri de eksiktir. Senin eski
patronun Horace McFall kötü adam değildir; gel­
gelelim o benim CIA Başkanım olamazdı. Ben, o
koltukta oturan kişinin zamanmm çoğunu benim
çıkarlarımı kollamakla geçirmesini isterim, Bili.
Ve sanırım bu işi yapabilecek birisi varsa sensin.»
Şirket/39
Anderson yatağın kıyısına biraz daha yaklaşıp
işaretparmağıyla Martin’i dürtükledi. «O kadar
sıkkın durma, Bili. Ben de senin çıkar mı gözete­
ceğim. O adı batasıca Rio de Muerte fiyaskosunun
senin için bir sorun yaratmasma olanak bırakma­
yacağım. Langley’deki Şirket’te başarılı bir başkan
olmanı istiyorum. Soracak olurlarsa, ben ne Gene­
ral Primula’mn adını duydum, ne de o Allahın ce­
zası rapordan haberim var.»
Belli belirsiz gülümseyerek, «Belki Linda sana
söylemiştir,» dedi. «İyi bir patronumdur ben. Ya­
nımda çalışanları gözetirim. Karşılığında istediğim
tey şey onlarm da beni gözetmesidir. Anlaşüdı mı,
Bili?»
Martin ayağa kalktı. Curry’nin ölümünden
ötürü kapıldığı gecikmiş duygusallığın etkisinden
kurtulamamışsa da yeni Cumhurbaşkanının öner­
diği anlaşmanın ne olduğunu da çok iyi anlamıştı.
Curry’nin yatağında yatan bu kaba adam, Martin’­
in CIA örgütünü ona teslim etmesini istiyordu.
Kendi amaçlarma alet edecekti Şirket’i. Men dak-
ka dukka. Şirket’i istediği gibi yönetmesinin kar­
şılığı olarak, Rio de Muerte olayı örtbas edilecek­
ti. Martin hem korkmuş, hem öfkelenmişti. Ne yap­
mak zorunda olduğunu da çok iyi biliyordu; orası
kesindi. Esker Anderson’m deyişiyle söylemek ge­
rekirse, Cumhurbaşkanı hayalarından yakalamıştı
onu.
Kendini zorlayarak gülkmsedi. «Yeni CIA Baş­
kanınız karşınızdadır, efendim. Teşekkür ederim.»
Cumhurbaşkanı ağırbaşlı bir havayla başmı
salladı. «İşini iyi yapacağmı biliyorum, Bili. Kad­
ro değişiklikleri konusunda Ulusal Güvenlik Kon­
seyine bilgi vermen gerekecek; ancak kimse yapı-
40/Şirket
lacak değişikliklere karışacak değildir. Haa, tek bir
nokta var; Horace’ın süslü bürosuna yerleşip ko­
caman arabasma kurulduğun zaman kimin emrin­
de çalıştığını unutma sakın. Hadi bakalım, sonra
görüşürüz.»
«Teşekkür ederim, Bay Başkan.» Konuşma so­
na ermişti.
Zenci uşakla birlikte asansöre binip aşağı iner­
ken ter basmıştı Martin’e. Anderson sözü General
Primula’ya getirdiği zaman başlamıştı yüzünün
yanması. Yeni Cumhurbaşkanı, Primula Raporu’nu
görmüş müydü acaba? McFall raporu Curry’ye mi
bırakmıştı? Ne kadar zaman için? Curry dosyayı
Anderson’a vermiş olabilir miydi? Ne biliyordu An­
derson? Kesin olarak bildikleri nelerdi ve Bili Mar-
tin’i ne ölçüde avucunun içine almıştı?
Arabası diplomatlar girişine getirilince Mar­
tin her şeyden önce yerdeki kırmızı telefona uza­
narak almacın üstündeki düğmeye bastı.
«Buyrun efendim.»
«Simon Cappell’i istiyorum. 1411.»
«Bir dakika lütfen.»
Birkaç saniye sonra hattan yardımcısının se­
si geldi.
Martin işin önemli olduğunu bilirdi. «Beni
dinle, Simon. Ben büroya geliyorum. Kapıdan girer
girmez seni görmek isterim. Horace’ı nerede bula­
bileceğimizi de öğren. Hemen bugün bulmalıyız
onu. Tony, Jim ve Arnold da 'beni beklesinler.»
«Randevularınız ne olacak, efendim?»
«Hepsini iptal et. Bu akşam için herhangi bir
plan yaptıysan onu da unut.»
«Başüstüne, efendim.»
Araba Potomac Nehrinin üstündeki köprüden
Şirket/41
geçerken CIA Başkan adayı da birtakım planlar
yapmaya koyulmuştu. Simon’ı alakoyacağım sanı­
yordu ama bazı değişiklikler de gerekliydi. Hepsin­
den önemlisi de Primula Raporu’nu bulmak ve dos­
yanın gömülü olduğu yerde kalmasını sağlamaktı.

Cumhurbaşkanıyla konuştuktan bir gün sonra


Horace McFall’la buluştu Martin; Anderson’m Pri­
mula Raporu’nu görüp görmediğini soracaktı ona.
McFall adamın hiçbir şey görmediğine emindi. Es­
ki Cumhurbaşkanı Curry, raporu bir saat içinde,
McFall’un yanında okuyup bitirmiş ve hemen geri
vermişti. Cumhurbaşkanından başka kimse gör­
memişti dosyayı.
Martin, «Curry ne söyledi?» diye üsteledi.
McFall telaşsız hareketlerle piposunu yaktı.
Düzgün bıyıkları, tel çerçeveli gözlükleri ve hiçbir
şey belli etmeyen yüzüyle insanda bir dürüstlük iz­
lenimi, bir güven duygusu uyandırır, herkesin giz­
li yanlarını bilen kasaba avukatlarını anımsatırdı.
«Tek bir şey söyledi: ‘General Primula akıllı peze­
vengin biriymiş.’ Sonra da benim hiç gecikmeden
istifa etmemi istedi. Bir yere yerleştirmek zorunda
olduğu biri varmış güya. Ancak beni övmekten de
geri kalmadı,» diye sürdürdü McFall. «Para sıkın­
tısı çekecek olursam ailesinin kurduğu vakıfta bir
iş bulurmuş bana.»
McFall’ın ağzından daha kesin bilgi edinmek
isteyen Martin, «Rapor konusunda kimseyle konu­
şup konuşmayacağını söyledi mi?» diye sordu.
«Hayır,» dedi McFall. «Konuşmayacakmış gi­
bi geldi bana. Benim de tek söz etmememi istedi.
Gizlilik yemini ettirdi bana. Edindiğim izlenime
42/Şirket
göre o bu işi kesin olarak örtbas etmek niyetin­
deydi.»
Martin eski patronunu biraz fazla sıkıştırdı­
ğını fark ediyordu. «Dosyayı yok etmeni emretti
mi?» diye sordu.
«İşin tuhafı...» McFall teker teker seçiyordu
kelimeleri. «Bana raporun kaç kopyası olduğunu
sordu. Hiç kopyası olmadığını açıkladığım zaman,
‘Çok iyi,’ dedi. ‘Bunu kasana kilitle, senin yerine
gelecek olan kimseye sakla. Ne yapılacağını ona
söylerim ben.’»
«Sonra ne oldu?»
«O konuşmadan üç dört gün sonra öldü.»
Martin hiç istemediği halde biraz daha üste­
lemek zorunda kaldı. «Ama sen raporu kendi ka­
sana koymadm, değil mi, Horace?»
«Hayır, koymadım.» McFall öne eğilmiş büyük
bir ciddiyetle konuşuyordu. «Daha doğrusu o gün
Beyaz Saray’dan dönünce koymuştum da sonradan
çıkardım. Cumhurbaşkanının ölümü pek çok şeyi
değiştirmişti. Primula dosyası gizli bir rapor ol­
maktan da öteye geçmişti artık; tarihin bir par­
çası olmuştu.»
«Onun için de dosyayı Şirket’in arşivlerine kal­
dırdın.» Martin’in kafası bir yerde bir gedik bul­
maya çalışıyordu. Esker Anderson o raporu nere­
de görmüş olabilirdi?
«Evet ama öbür evrakı kaldırdığımız gibi de­
ğil. Herhalde bilirsin, o dosyayı yalnız CIA- Baş­
kanı görebilir. Özel kasada. Şifresini de yalnız gü­
venlik görevlisi biliyor. Olay yaratabilecek olan
başka dosyalar da aynı yerde. Yine de bunun gibisi
yok tabii.»
«Curry’nin bazı kimselere Primula Raporu’n-
Şirket/43
dan söz etmiş olması gerekir, Horace. Anderson’a
söylemiş olabilir mi?»
«Bir açıklama yapmadan söylemiş olabilir. Öy­
le bir rapor olduğunu falan söylemiştir yani. Ona
bakarsan ben de söyledim. Rio de Muerte kıyımın­
dan sonra Haberalma Denetim Komitesi beni tepe­
den tırnağa giydirmişti biliyorsun. Ben de onlara
genel müfettişin olayın gelişmesini incelediğini,
pek yakında Cumhurbaşkanına bir rapor vereceğini
bildirdim.»
Martin derin bir soluk aldı. «Demek raporun
varlığını orada öğrendi Anderson.»
McFall çarpık bir gülüşle gülümsedi. «O yoldan
öğrenmiş olabilir ama başka yollar da var. Washing-
ton’daki herkes birilerinin başma iş açabilecek bir
rapordan söz ediyor. Ancak raporun içeriğini kim­
se bilmiyor. Onu bilen üç kişi, Primula, Curry ve
ben. Primula da Cumhurbaşkanıyla birlikte öldü
tabii. Bilmem haberin var mı, o uçak yolculuğunda
rapor konusunu konuşacaktı Curry’yle.»

McFall gittikten sonra, yeni başkan adayı Gü­


venlik İşlerine Bakan Genel Müdür Yardımcısı
Dave Ashley’e telefon etti ve Şirketin kasalarını
denetlemek istediğini bildirdi. Yer altındaki kasa­
ları yıllardır görmediğini söylüyordu Martin; yeni
görevine başladıktan sonra pek zaman bulamaya­
cağına göre fırsat varken yapıyı iyice dolaşmak is­
tiyordu.
Aynı gün öğleden sonra, Ashley, yeni başkan
adayını bodrumun altmdaki depolama bölümüne
götürdü. Martin, kurşun geçirmez bir kulübede otu­
ran nöbetçiye kimliğini göstermek zorunda kaldı,
her devlet dairesinin kaçınılmaz bir parçası olan
44/Şirket
kayıt defterine adı yazıldı. Ardından da kilitlerin
açıldığını işitti. Turnikeyi iterek yerin üç kat altın­
daki geniş hole girdi. Duvara gömülü olan banka
kasasının kilidi bir şifre ve iki ayrı anahtarla açı­
lıyordu. Kasanın içinde, hemen her büroda görülen
madeni evrak dolaplarının altısı sıralanmıştı.

Martin kasanın bir yanındaki masaya yerle­


şince Ashley her evrak çekmecesini birer birer ta­
şımaya başladı.
Aşağı yukarı kırk dakika süreyle, dikkatle bak­
tığı izlenimini vermeye çalışarak çeşitli dosyaları
gözden geçirdi Martin. Zaman zaman bir iki not
aldı. Sonunda, Ashley, «Genel Müfettişin Rio de
Muerte Operasyonuyla İlgili Raporu» başlığını ta­
şıyan üç kara bloknot uzattı. Duygularını gizleme­
ye çalışan Martin önce birinci cilde uzandı.
Raporda ele alman konular birinci sayfada
gösteriliyor, her bölümün hangi gizlilik derecesine
göre sımflandırılacağı belirtiliyordu. Görevin Tanı­
mı, Araştırma Yöntemleri, Operasyonun Amaçları,
Planlama, Plan Değişiklikleri ve Uygulama bölüm­
leri hep BYEM damgasını taşıyordu. Şirkette ça­
lışanlar da olsalar, yazılanları ancak belirli kişile­
rin okuyabileceği anlamına gelen bu damgayı ba­
kılırsa, bütün ülkede, o raporu görme hakkına sa­
hip olanların sayısı yüzün altındaydı. Başka dam­
galar da CIA Başkamnın kişisel onayı olmadan giz­
lilik derecesinin değiştirilemeyeceğini belirtiyordu.

Martin ikinci sayfadaki bazı bölüm başlıkla­


rının bir dikdörtgen içine alındığını, dörtgenin içi­
ne ‘Yalnızca CIAB için’ damgasının basılmış ol­
duğunu gördü. O bölümleri CIA Başkanmdan baş­
ka hiç kimse okuyamazdı.
Şirket/45
Şöyle başlıyordu tablo:

Gizlilik derecesi: BYEM (Gizlilik derecesi de­


ğiştirilemez)
Gönderen: Genel Müfettiş A.E. Primula.
Alacak olan: Merkezi Haberalma Başkanı
Konusu: Rio de Muerte:
Soruşturma, analiz ve sonuç.

İçindekiler
Birinci cilt:
Görevin tanımı
Kullanılan Yöntemler
RdM Operasyonunun amaçları
İlk Operasyon Planı
Çıkartmadan önce yapılan değişiklikler
Operasyonun Uygulaması
İkinci cilt:
(A) Plana uymayan hususlar
1. Hava desteği.
2. Papaz Julio Betinimes’ın ölümü.
3. B-D Piyade bölüklerinin hareket­
sizliği ve çöküntüsü
(B) Karşılaştırmalı analiz
Çıkarma öncesi yapılan haberalma
tahminleriyle gerçek bulgular.
Üçüncü cilt: Sorumluluğun sınırları
(A) Başarısızlığın nedenleri
YALNIZCA 1. Beyaz Saray’m rolü
CIAB 2. Papaz Benitimes’möl-
İÇİN dürülmesi
3. CIA Planlama Bölü­
münün eylemleri
(B) Genel Müfettişin vardığı
sonuçlar
46/Şirket
Üçüncü cildi önüne çekerken Ashley’e baktı
Martin. Genel Müdür yardımcısı dosya çekmece­
lerini yeniden yerleştirmekle uğraşıyordu görünüş­
te. ‘Genel Müfettişin Vardığı Sonuçlar’ bölümünü
açınca gövdesine bir sıcak dalgasının yayıldığını
farketti birden. Orada okuyacaklarına hazırlıklı
olduğunu sanıyordu; bu fiziksel tepki Martin’i şa­
şırtmıştı. Gövdesi yanıyordu, avuçları terlemişti.
Bu iş fena vurmuştu onu.
Damgalı kağıtlar gıcır gıcırdı; daktilo yazısı
da kusursuz. Harfler koyu ve belirgin, satırlar çift
arayla yazılmış. İlk paragrafta kendi adını gördü.
Ardından da Başkan Curry’nin, Papaz Benitimes’-
m, Durwood Drew’nun ve Nikolai Menshikoff’un
adlarını.

Vardığım sonuçlara göre (1) Rio de Mu-


erte çıkarmasının başarısızlığa uğramasıyla
(2) Cumhurbaşkanı Curry’nin aldığı bazı
kararlarla verdiği emirlerin, (3) çıkarma ya­
pacak olan askerlerin papazı ve ruhanî lideri
olan papazın (Rahip Julio Benitimes) öldürül­
mesinin, ve (4) Cumhurbaşkanı Curry’nin bu
kış Rus Devlet Başkanı Nikolaj Menshikoff’la
yaptığı zirve konferansmın arasında çok ya­
kın ve dolaysız bir ilinti vardır. Başkan Curry
çıkarma ve cinayetle ilgili emirlerini yerine ge­
tirmek üzere William Martin’i (CIAB’a ÖY)
görevlendirmiştir.

Martin bu sayfadaki çirkin kelimeleri düşü­


nerek kaç gecesini uykusuz geçirmişti acaba? Ge­
neral Primula’nın onu eleştireceğini biliyordu; Ge­
nel Müfettiş onu dört kez sorguya çekmiş ve her
Şirket/47
sorgusunda daha düşmanca bir tavır takınmıştı.
Gelgelelim önündeki metin onun düşündüğünden
çok daha ağırdı. Yazıları okudu, ardmdan bir da­
ha okudu.

Benim vardığım sonuçlara göre, R d M


çıkarmasının başarısızlığa uğramasının nede­
ni, Papaz Benitimes’m harekât başlamadan
bir saat önce öldürülmesidir. Bağımsız Domi­
nik askerleriyle yapılan konuşmalardan an­
laşıldığına göre, rahip, batü inançları çok güç­
lü olan bu basit adamlar için, çevresinde top­
lanabilecekleri bir sembol, bir yol gösterici ol­
muştur.
Rahip Benitimes bıçaklanınca haber üç
gemide de yıldırım hızıyla yayümış, subaylar­
la erlerin moralinde ani bir çöküş görülmüş­
tür. Papazm ölümünden bir saat sonra kara­
ya çıkartılmıştır bu askerler. Başarılı bir sal­
dırı harekâtma girişemediklerinden, Domi-
nik’deki rejimin savunucuları eksiksiz bir pi­
yade tümenini yola çıkarıp gece bastırmadan
Rio de Muerte’ye ulaştırmayı başarmışlardır.
Rahip Benitimes’m öldürüldüğünü haber
alan ve çıkarmaya kumanda etmekle görev­
lendirilen Özgür Dominik subayları operasyo­
nu ertelemek istemişlerdir.
Bu istek, CIA adına harekâta başkanlık
eden ve Duluth Victory adındaki sancak ge­
misinde bulunan Durwood Drew’ya bildiril­
miştir.
Sorunun olağanüstü boyutlara ulaştığmı
gören Drew, R d M operasyonunda CIA baş­
kan vekili sorumluluğunu üstlenen Martin’i
48/Şirket
aramış ve gerek durumun ayrıntılarını, ge­
rekse erteleme isteğini kendisine bildirmiştir.
O telefon konuşmasının kayıtları, Martin’in
erteleme isteğini ilk anda geri çevirdiğini ve
harekâtın Planlandığı gibi yürütülmesini em­
rettiğini kesin olarak kanıtlamaktadır.
Bay Martin’in bu emirleri bir gün önce
Başkan Curry’yle yaptığı özel konuşma sıra­
sında başkandan aldığı sözlü talimata daya­
narak verdiği de hemen hemen aynı derecede
kesindir.
Bu raporu düzenleyen kişi Başkan Curry’-
ye soru sormak, Bay Martin’e o talimatı niçin
verdiğini araştırmak hakkını elde edememiş­
tir. O yüzden de sunulan sonuçlar, zorunlu
olarak, Bay Martin’in ifadeleriyle bilinen
başka olayların yorumlanmasından elde edil­
miştir.
Cumhurbaşkanının nasıl bir amaç güttü­
ğü de ancak Bay Martin’e verdiği talimatm
incelenmesiyle anlaşılabilir.

Başkan Curry’ye fena bindiriyordu rapor. Bili


Martin’e de fena bindiriyordu. Bütünüyle ele alı­
nırsa, gerçekten kötü, hem de çok kötüydü.

Bay Martin benimle yaptığı uzun ve ge­


niş kapsamlı konuşmalarda, Rahip Benitimes’-
m gemiden inmeden öldürülmesi emrini Cum­
hurbaşkanının kendisinden aldığını bildir­
miştir. Söylediğine göre, Başkan Curry bu em­
rin gerekçesini ‘en yüksek düzeydeki ulusal
güvenlik ve dış ilişkiler kaygıları’yla açıkla­
mış, Martin’e gizlilik yemini ettirmiştir. Bu
Şirket/49
konuşma yapılırken odada üçüncü bir kişinin
bulunmadığı anlaşılmaktadır.
William Martin’i ikinci kez sorguya çe­
kerken, cumhurbaşkanının, papazın kimliğini
nasıl öğrenmiş olabileceğini sordum. Martin,
cumhurbaşkanı Curry’nin Benitimes admı
kullanmadığını, ancak «Bağımsız Dominik
birliklerinin ruhanî lideri» hakkında sorular
sorduğunu ve papazın admı öğrendiğini açık­
ladı. Verdiği ifadeye göre, cumhurbaşkanı,
papazın Bağımsız Dominik harekâtındaki ro­
lünün ne olduğunu, geçmişini ve Katolik ki­
lisesiyle arasındaki ilişkinin niteliğini öğren­
meyi amaçlayan sekiz on soru daha sormuş.
Yok etme emrini ancak Martin bu soruları ce­
vaplandırdıktan sonra vermiş.
Cumhurbaşkanı bu operasyonu engelle­
mek istemediği, gelgelelim başarısızlıkla so­
nuçlanmasına karar verdiği kanısındayım.
Rahip Benitimes’m adıyla sanıyla kurban
seçilebilmesi için cumhurbaşkanına gerekli
olan bilgiyi William Martin sağlamıştır.
Martin cumhurbaşkanından emir aldık­
tan sonra hiç soru sormadığını da itiraf et­
miştir. Sancak gemisindeki yardımcısı Dur-
wood Drew’ya cumhurbaşkanının bürosundan
telefon ettiğini söylemiştir. Drew, cinayeti iş­
lemekle görevlendirilmiş, konuşma arasında
hangi yöntemlerin kullanılabileceği de söz ko­
nusu edilmiştir. Geminin kalabalık olduğunu
göz önünde tuttuklarından, sonunda bıçak
kullanılmasına karar verilmiştir.
Anlayabildiğim kadarıyla, cumhurbaşka­
nının verdiği emri Martin’le Drew’dan başka
50/Şirket
•bilen yoktur. Cumhurbaşkanıyla konuşmama
izin verilmediğine göre, William Martin’in,
ondan emir alarak hareket ettiğini belirten
ifadesine inanmaktan başka yol görememek­
teyim. Drew, ifadenin kendisiyle ilgili olan bö­
lümlerini kabul etmiş ve doğrulamıştır.
Martin’in bir başka güç adına çalıştığını
ya da vatanına, görevine yahut CIA’ya ihanet
ettiğini gösteren herhangi bir kanıt yoktur.
Ancak Martin, cumhurbaşkanından aldı­
ğı emri CIA’daki üstlerine bildirmemekle ha­
ta etmiştir. Cumhurbaşkanı, söylediklerinin
CIA’dakilerden gizli tutulmasını istemek hak­
kına sahip değildir; gizlilik isteğine boyun
eğilmemesi gerekirdi. Benim görüşüme göre,
Martin’in durumu üstlerine bildirmemiş ol­
ması apayrı ve çok ciddi bir suçtur; CIA baş­
kanı tarafmdan disiplin cesazıyla cezalandırıl­
malıdır. Nereden emir almış olursa olsun, CIA
örgütünde kendi başma iş gören bir kişiye
yer yoktur. Martin’in hiç gecikmeden işten çı-
karümasını öğütlerim.

Martin bloknotu kapatıp önündeki dosya yı­


ğınının üstüne bırakırken alçak sesle kendine söv­
dü. Ashley, incelemesi için bir tomar evrak daha
çıkarmıştı çekmeceden. Hemen kalkıp giderse yal­
nızca Primula Raporu’nu görmek için geldiği belli
olabilirdi. Bir yirmi beş dakika daha orada otur­
du, kafası çılgınca bir hızla çalışırken görmeyen
gözlerle sayfaları karıştırdı.
«Buradaki dosyalarm kayıtlarını nasıl tutu­
yorsunuz, Ashley?» Martin kasadaki altı evrak do­
labını gösteriyordu.
Şirket/51
«Kimin hangi sayfaları gördüğünü kaydedi­
yorum, Bili. Buradaki dosyaların ¡bir çoğunda, de­
ğişik bölümler değişik gizlilik dereceleriyle sınıf­
landırılmıştır. Onun için de kimin neye baktığını
ve ne zaman baktığını gösteren bir liste tutuyo­
rum.»
«Kimin neye baktığını nasıl bilebilirsin ki?»
«Pek zor değil. Ben yanlarında olmadığım sü­
rece bu dolapların içindekilere kimse bakamaz. Hiç­
bir dosyayı dışarı vermeyiz. Versek, kimlerin eline
geçeceğini hiç bilemeyiz. Fotokopilerin bütün ken­
te yayılabileceğini de hesaba katmak gerek. O da
ayrı sorun.»
Martin olağan bir tavırla konuşmaya çalışa­
rak sordu: «Şu kayıt defterini görebilir miyim?»
Ashley mavi kaplı, ciltli bir defter uzattı.
Son kayıt o günküydü; Martin’le Ashley’nin
kasa dairesine girdikleri saati dakikası dakikasına
belirtiyor, hangi evrakın gözden geçirildiğini birer
birer açıklıyordu. Martin sayfanın ortasmdaki bir
yazıya baktı:
PRİMULA RAPORU — RİO DE MUERTE
3 CİLT — (BÜTÜN SAYFALAR)
Defterin başka hiçbir yerinde Primula Rapo-
ru’nun adı geçmiyordu görünüşte. Martin yanılma­
dığına emin olmak için daha önceki sayfaları bir
kez daha gözden geçirdi. Kasaya inip de generalin
Rio de Muerte kıyımının suçunu kime yüklediğini
araştıran kimse olmamıştı.
Martin umursamaz bir tavırla gerinerek aya­
ğa kalktı. «Bu işi çok güzel yürütüyorsun, Dave.
Seni kutlamak gerek. Herhangi biri buradaki uy­
gulamayı değiştirmeye yeltenecek olursa bana ön­
ceden haber ver lütfen.
52/Şirket
«Elbette, Bili.» Ashley övüldüğü için sevinç­
liydi. «Çok iyi işlediği belli olan bir sistemi değiş­
tirmeye gerek duyulacağını hiç sanmam zaten.»
Martin kasa dairesinden çıkarken defteri imza­
layarak oradaki kayıtların doğruluğuna tanıklık
etmesi istendi. O sayfada Bili Martin imzasının
bulunması, edindiği bilginin karşılığı olarak öden­
mesi gereken yüksek ücretti. Ne var ki o gün öğren­
diklerini mutlaka bilmek zorundaydı.
2

Martin, Langley’deki başkan bürosunda otur­


muş, önündeki uçsuz bucaksız, külrenkli çıplak
ağaç denizini gözlüyordu. Gelgelelim aklı önünde­
ki görünümde değildi. Parmaklarıyla masanın üs­
tünde trampet çalarken, kafası Esker Anderson’m
emekliye ayrılma kararının yarattığı sorunla boğu­
şuyordu.
Çizgili sarı deftere uzandı, sonra da oniks ka­
lemlikten bir dolmakalem çekti. Bu işi belli bir dü­
zen içinde çözümlemezse ezilirdi. Dağınık düşünce­
lerini toplamak için bazı notlar almaya başladı.
1. Yeni bir cumhurbaşkanı seçilecektir.
2. Yeni bir CIA başkanı seçilmesi olasılığı da
vardır.
3. Sonuç olarak, Primula Raporunu okuya­
cak yeni birisi çıkabilir.

Kalemi masaya bıraktı. Ondan sonra neler ola­


bileceği hiç kestirilemezdi. Akla yakın olasılıklar
birer birer sıralanıyordu kafasında. Kongre soruş-
54/Şirket
turması, gazetelere sızan haberlerle üstü örtülü
sözler, ardından da politik suçlamalar. Cezaevini
boylamak pek sözkonusu değildi ama Rio de Mu-
erte olayı akşam haberlerinde yine birinci sırayı al­
dı mı insan cezaevini huzurlu bir sığmak gibi gö­
rürdü.
Başkan yardımcısı Gilley cumhurbaşkanlığına
seçilirse, Anderson ona baskı yaparak benim ye­
rimde kalmamı sağlayabilir diye düşündü. Bunun
karşılığında ödenecek fiyat ömür boyu Esker An­
derson’m tutsağı olmak demekti gerçi; ne var ki
şu an için kötü olasılıkların en hafifiydi bu.

İyi ama biri Gilley’yi altedecek olursa? Cumhu­


riyetçi bir cumhurbaşkanı, öğrencilik yıllarında
Roosevelt’i savunan, Başkan Curry’nin hayranı,
Esker Scott Anderson’m dostu ve adamı olan Wil­
liam Martin’in CIA başkanlığında kalmasına göz
yumar mıydı? Martin, Allah kahretsin, diye dü­
şündü, cumhuriyetçi adaylardan hangisinin en iyi
durumda olduğunu bile bilmiyorum henüz.

Telefonu açıp masanm üstündeki renkli düğ­


melerden birine bastı. Cappell, ilk çalışta almacı
kaldırdı. «O iç politika araştırması ne oldu, Simon?
Biraz daha çabuk olamaz mısınız?»

«Sabahki evraklarla birlikte yollamıştım, Bay


Martin. Masanızda olması gerekir.»

Martin ceviz masanm üstündeki yığmı karış­


tırarak kâğıtları çekti «Evet, buldum. Sormadan
önce bakmalıydım. Teşekkürler.»
Kâğıt tomarının üstündeki boş sayfayı çevir­
di, arkasına yaslanıp gerçek bir ilgiyle okumaya
koyuldu.
Şirket/55

MERKEZİ HABERALMA AJANSI


Genel Müdürlük Bürosu
Alacak olan: CIAB FYI NODIS
Gönderen: S. Cappell

İki büyük partinin ülkedeki (A.B.D.) politik


durumunun incelenmesi isteğine karşılık olarak
hazırlanan tahmin.

Cumhurbaşkanı Anderson’m görevden ayrüma


kararı, iki büyük partinin seçimlerde gösterecekle­
ri aday tahminlerinin yeniden değerlendirilmesini
gerektirmektedir. Cumhuriyetçiler, Gilley’yi An-
dersondan daha zayıf bir aday olarak görmekte­
dirler. Onların kanısı ‘bu yarışta herkesin eşit öl­
çüde şanslı olduğu’dur. Bu yüzden, cumhuriyetçi
aday adayları şimdi daha büyük bir hevesle çalı­
şacaklardır. Cumhuriyetçi Partinin güz seçimleri­
ni kazanmak için olanca gücüyle savaşması bekle­
nebilir.

Cumhurbaşkanının görevden ayrılma konu­


sunda yaptığı açıklamaya inanmak gerekir. Askeri
doktorlarla danışman uzmanların, Anderson’m has­
talığını kan kanseri olarak belirledikleri ve hasta­
lığın son döneminin başlangıcında olduğu saptan­
mıştır. Cumhurbaşkanının Oregon’daki evi yeniden
elden geçirilerek hasta bakımı için daha uygun bir
hale getirilmektedir. Kısacası, elimizdeki bütün
veriler başkanın kesin olarak emekliye ayrılacağı­
nı göstermektedir.
Bugünkü politik durumun incelenmesi aşağı­
da sunulmuştur.
56/Şirket
Demokratların aday adayları :
(1) Cumhurbaşkanı Yardımcısı Edward Mil­
ler Gilley.
Haber yorumcularıyla politika uzmanlarının
çoğu, Demokratik Partinin, şimdiki cumhurbaşka­
nı yardımcısını aday göstereceği kanısında birleş­
mektedirler. Partinin liberal kanadı buna karşı çı­
kacak olsa bile, görevden ayrılan cumhurbaşkanı­
nın onun admı ileri sürmüş olması ve kendi eya­
leti olan Pennesylvania’daki delegelerle endüstri
merkezleri olan öbür eyaletlerdeki delegelerin yo­
ğun desteği, birinci tur oylamada aday seçilmesini
sağlayabilir. Cumhurbaşkanı Anderson, Gilley’nin
adaylığını onayladığını henüz açıklamamıştır ama
partinin aday seçimi kongresinden önce açıklaya­
cağı sanılmaktdır.
E.M. Gilley 60 yaşndadır, cumhurbaşkanı yar­
dımcısı olmadan önce altı kere Pennsylvania’nm
Onbirinci Bölge’sinden Kongre üyeliğine seçilmiş
kongrede Çalışma ve Eğitim Komisyonlarma baş­
kanlık etmiştir.
Texas’m Denton kentinde doğup büyüyen Ali­
ce Mae Brown’la evlidir. Karısı ev kadınıdır. Ye­
tişkin bir kızları (kocası öğretmen), üç torunları
vardır. Gilley’in erkek kardeşlerinden biri Kongre
Tarım Komisyonunca işe alınmıştır.
Gilley’nin cumhurbaşkanlığı yardımcılığına
getirilişi Anderson’m son seçim kongresindeki is­
teğine uygun olarak gerçekleşmişse de, göreve baş­
ladığından beri kendisine devletin yönetimiyle il­
gili önemli bir iş verilmemiştir.
Dosyalarımız, Gilley’i suçlayabilecek ya da kü­
çük düşürecek herhangi bir bilgi edinilmediğini
Şirket/57
göstermektedir. Kongre üyesi olarak çalıştığı sü­
re içinde oylamalarda CIA’dan yana çıkmıştır.
(Dosya no. R 73710.616.001).

(2) Indianapolis Belediye Başkanı Tom


Dobbins.
Tanınması, anlaşılması güç bir liberal olarak
bilinmektedir. Belediye başkanlığında ilk dönemi.
Daha önce Indiana Eyalet Meclisi sözcüsü. Evli,
İKİ çocuk babası. Halktan yana görünür ama çok
varlıklı olabilir. Başkan Anderson cumhurbaşkanı
yardımcısını desteklemekten vazgeçmezse, Dobbins
kendi eyaletindeki delegelerin oylarını bile toplaya­
maz gibi görünüyor. Başkan Anderson onun aday
gösterilmesine karşı çıkabilir.
Cumhurbaşkanı yardımcılığı için de söz konu­
su edilmektedir.
On yü önce bazı uluslararası komünist örgüt­
lerle teması olmuştur. (Dosya no. 23113.606.011).

(3) West Virginia Senatörü Harry Lee Rol-


lins.
Yaş 56, evli, çocuksuz. Senatörlükte üçüncü
dönemi. Tutucu. Sert bir insan, partisine çok bağlı.
Kasaba avukatı. Ailesi varlıklı. Gilley herhangi bir
nedenle adaylıktan çekilirse bir şansı olabilir ama
seçilebilmek için o da Gilley’yi destekleyecek olan
delegelerden destek beklenmektedir. CIA’yla ilgili
oylamalarda tutumu olumlu. (Dosya no. 19730.606
001) .

Cumhuriyetçiler
(I) Richard Monckton.
Tutucuyla orta arası. Yaş 56, Amy Curtis’le
58/Şirket
evli. Çocuğu yok. 18 yıl süreyle Illinois eyaletinden
senatör seçilmiştir. İki yıl süreyle Senato Dış İliş­
kiler Komisyonu’nda üyelik, dört yıl da komisyon
başkanlığı yapmıştır. William Arthur Curry cum­
hurbaşkanlığı seçimlerine katıldığı yıl, cumhuri­
yetçi parti adayı olan James Dudley’yle birlikte
başkan yardımcılığına adaylığını koymak için se­
natörlükten istifa etmiştir. Curry seçilip Dudley
yenilince, Monckton politikadan çekilerek Chicago’­
nun en büyük hukuk şirketlerinden birinde birin­
ci ortak olmuştur. Şirketin adı: Monckton, Carr,
Goldwein, Pozzi ve Hail.
Varlıklı olduğu sanılmaktadır; yoksul bir çift­
çi ailesinin çocuğu olarak doğmuştur. Yedi büyük
Amerikan şirketinde yönetim kurulu üyesidir. Bu
şirketlerin dördü, hukuk şirketinin müşterileridir.
Hukuk şirketinin önde gelen müşterileri arasında
bazı çokuluslu şirketler, bir yatırım şirketi, bir ban­
kacılık holdingiyle bir gazete sahibi de vardır.
Senatörlükten istifa ettikten sonra, genellikle
müşterilerinin işi için, sık sık yabancı ülkelere git­
miştir. Senato Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı
olarak dostluk kurduğu yüksek rütbeli yabancı dev­
let memurlarıyla olan temasını sürdürmüştür. Son
temaslarının listesi A ekinde sunulmuştur. (Dosya
no. 02110.613.110).
Monckton senatörlükten istifa ettiğinden beri
sürekli olarak partisi için çalışmış, hemen her eya­
lette adayların sözcülüğünü yapmıştır. New York’-
lu ve Chicago’lu Cumhuriyetçi iş adamlarından bir
grup, onun adına yardım toplamak için örgütlen­
diklerinden, bu hizmetlerinin karşılığında küçüm­
senmeyecek bir ücret aldığı da doğrudur. Amerika
Birleşik Devletlerinin dostu olan bazı yabancı ül-
Şirket/59
kelerden (bak. dosya no. 91139.613.011) para aldığı
da bilinmektedir.
Monckton şu anda en güçlü aday adayıdır. De­
lege olarak seçileceği sanılan kişilerin oylamaları­
na göre, yüzde yediyle yüzde on dört arasmda de­
ğişen bir farkla önde gitmektedir.
Güçlü bir savunma sistemi kurulmasından
yanadır, uluslararası dostluklara önem verir. Se­
natodayken genellikle CIA’ya olumlu oy vermiş­
tir. (Dosya no. 71891.613.211).
Ona zararlı olabilecek herhangi bir bilgi edi-
nilememiştir. Göze batmadan, hatta sıkıcı denebi­
lecek bir ömür sürerek yaşamıştır.

(2) New Jersey Eyalet Valisi Thomas J.


Forville.
Valilikte üçüncü dönemi, on yüdır bu görevde.
Yaşı 61, Glenna Forbes’la evli. (Üçüncü evliliği;
bundan önceki iki karısından ayrılmış. Değişik ka-
rüarmdan beş çocuğu var. Aşağıda açıklanan ki­
şisel notlara bakınız.)
Milyarder olduğu söylenen müteveffa annesi
Jannette Dougherty Forville’in tek mirasçısı. Ken­
di kişisel serveti 300 milyon doları bulmaktadır.
Forville Vakfını yöneten mütevelli heyetindeki
üç kişiden biridir, annesinden kalan servetin ko­
runması görevi de vasiyetnamede ona verilmiştir.
Liberal eğilimlidir; ulusların birbirlerine yak­
laşmalarından yanadır.
Forville Vakfı, valinin politik varlığının önem­
li ve ilginç bir bölümünü oluşturur. Merkezi Prin­
ceton Üniversitesinde bulunduğu halde okula vakıf
bağımlı değildir. Ekonomi uzmanlarıyla toplumbi­
limcilerden tutun, coğrafyacılarla fizikçilere varm-
60/Şirket
caya her türlü insan çalıştırır; kadrosu üç yüze ya­
kındır. Sürekli kadronun dışında, önemli burslar
ve ödüller verdikleri kişiler de vardır. Kadro dı­
şında görev yapan, bu uzmanlar, mütevelli üye­
lerden aldıkları talimata göre, çağdaş sorunlar,
ulusal ve uluslararası sorunlar üstünde çalışırlar.
Vali Thomas Forville onların çalışmalarından
elde edilen sonuçları Forville ailesinin ekonomik
ve politik çıkarları için (bu arada da kendi çıkar­
ları için) kullanmaktan kaçınmaz.
Amerikan hükümetiyle yabancı hükümetlerin,
Forville’in özel sektördeki rakiplerinin çalışmaları­
nı izleyen özel bir haberalma ajansı (adı Fortel)
Forville’lerin yabancı ülkelerdeki girişimlerinin
başarıyla yürütülmesine yardımcı olur. (Savunma
Bakanlığı Haberalma görevlilerinin Fortel’le ilgili
son raporu A. 10142.469.227 no.lu dosyadadır.)
Forville adaylığını koyarken vakfın kaynakla­
rından yararlanmayı tasarlamıştır. Anlaşıldığı ka­
darıyla bunda yasalara aykırı bir şey yoktur. Aşa­
ğıda adı geçen kişilerden oluşan göz kamaştırıcı bir
uzmanlar kurulu önemli konulardaki yazıları ha­
zırlayıp öğüt vermektedir.
Uzmanlar kurulu:
Dunlop Graham
Princeton’da ekonomi profesörü. Daha önce, Baş­
kan Curry’nin yönetimi sırasında Cumhurbaşkan­
lığı Ekonomik Danışmalar Konseyi’ne başkanlık
etti.
(Dosya no. 36792.613.110)
Almon Dressier
New York and Eastern Trust Co.’nun eski ge­
nel müdürü ve yönetim kurulu başkanı, daha ön-
Şirket/61
ce, A.B.D. Cumhurbaşkanlığı Bütçe Kurulu Baş­
kanı.
(Dosya no. 20012.613.110).
Cari A. Tessler
Harvard’da Uluslararası İlişkiler profesörü.
Cumhurbaşkanı Curry’yle Başkan Anderson’m
Ulusal Güvenlik İşleri Özel Danışmanı. (Geçici
danışmanlık görevleri.)
(Bak. dosya no. 91933.676.000’den 007’ye ka­
dar)
J. Brode Stanley
Tarımsal araştırmalarıyla Nobel ödülü kazan­
mıştır. Eski Tarım Bakanı Yardımcısı.
(Dosya no. 49136.613.110).
Forville’in Amerikada ve yabancı ülkelerde
yaptığı işler arasında madencilik, petrolcülük, kent
emlakçiliği, tarım endüstrisi, haberleşme, kamyon
taşımacüığı ve kereste işleri sayılabilir.
Vali Forville, dört yıldan beri cumhurbaşkanı­
nın Dış Haberalma Danışmanlar Kurulu’nda görev
yapmaktadır. Dr. Cari Tessler’in Forville Vakfı’nda
yaptığı çalışmaların sonuçlarını Forville bu kurul­
da değerlendirmektedir. (Tessler’in çalışmalarının
özetini ve CIA’yla yaptığı son temasları öğrenmek
için 91934.767.OlO.’a bakınız.)
Eski dosyalar, valinin politikaya atılmadan
önce yabancı ülkelerde bazı aşırı ve uygunsuz ha­
reketleri olduğunu göstermektedir. (99919.613.111
ve 112’den öğrenilebilir.)
Parası bol, kadrosu geniş olduğu halde liberal
görüşleri ve boşanmalarından ötürü aday seçim­
lerini kaybedebilir.
Kamuoyu Araştırması ve Bazı Notlar
Lou Harris şirketi altı hafta önce yaptığı bir
62/Şirket
kamuoyu araştırmasında şu soruları sormuştu:
«Cumhurbaşkanlığı seçimleri bugün yapılacak
olsa, Demokratik Partiyle Cumhuriyetçi Parti de
aşağıdaki adayları ¡gösterseler kime oy verirdiniz?»
Kararsızları hesabın dışında tutunca alman
sonuçlar şöyledir:
Cumhurbaşkanı yardımcısı Gilley: oyların
% 47’si Vali Thomas Forville: oyların % 47’si cum­
hurbaşkanı yardımcısı Gilley: oyların % 49’u Ric­
hard Monckton: Oyların % 46’sı
Bu oylamanın, ön seçim kongresine katılacak
delegeler arasında değil, genel nüfus dağüımı için­
de yapıldığına dikkati çekmek isterim.
Yazar ve gazeteci Robinson’ın on iki gün önce
New York Times’da belirttiğine göre, Cumhuriyetçi
delegeler kesin olarak tutuculardan yana çıkacak­
tır. Robinson’ın kanısı odur ki, seçim kongreleri
bugün yapüacak olsa, Monckton oylamanm ilk
turlarında adaylığı kazanacaktır.
Collyer, üç hafta önce Post dergisine yazdığı
bir yazıda aynı görüşü savunmuştur.

CIA’yı İlgilendiren Hususlar

Yukarıda da belirtildiği gibi, önde gelen üç


cumhurbaşkanı adayından — Gilley, Richard
Monckton ve Forville — hiçbirinin CIA örgütüne
karşı olduğu sanılmamaktadır.
Gelgelelim Richard Monckton, on yılı aşkın
bir süreyle Curry’nin politikadaki en amansız düş-
manı olmuştur. Yedi yıl önce yapılan cumhurbaş­
kanlığı seçimi kampanyasında, Monckton rakibinin
karşısına keskin ve kaba bir silah gibi dikilmiştir
ama aslı aranırsa ikisinin arasındaki düşmanlık
Şirket f63
çok daha önce dillerde gezmeye başlamıştır. Genç
senatörler olarak birbirlerinin rakibiydiler, Curry’­
nin ölümüne kadar birbirlerine düşman kaldılar.
Söylenilenlere göre, Monckton cumhurbaşkan­
lığına seçilirse, Federal Hükümette Curry’nin za­
manından kalma her şeyi değiştirecektir ve bunu
açıkça belirtmiştir. Monckton’a yakın kaynaklar­
dan edinilen bilgiye göre, eski senatör, Curry yöne­
timini solu ve seçkin zümreyi kayırmakla suçla­
maktadır.
Monckton da dostlarını kayırıp düşmanlarını
cezalandırmaktan yana olan partizan bir politika­
cıdır.
CIA örgütüyle yöneticilerini Curry yönetimi­
nin kalıntısı olarak yahut Curry’ci olarak görmesi,
onun seçilmesiyle burada bazı sorunların doğabile­
ceğini belirtmektedir.

Martin kâğıtları bir yana fırlatarak koltuğuna


yaslandı. Demek ki, sırayla ele alınırsa, Gilley’nin
seçilmesini yeğlemek gerekiyordu; o olmazsa Forvil­
le. Son olasılık Monckton’dı. Hayır, CIA başkanı
olarak düşününce, Monckton’un seçilmesi hiç söz
konusu edilmemeliydi.
Simon Cappell sessizce odaya girip gırtlağını te­
mizledi. «Kongre üyesi Atherton’la öğle yemeği yi­
yeceğinizi unutmuş muydunuz efendim?»
«Geldi mi o?»
«Dışardaki salonda bekliyor. Bir içki verdik.»
Martin önündeki politik araştırma raporunu
masasının en üst çekmecesine koyarak kilidi çevir­
di. «Git söyle, hemen geliyorum.»
Başkanın çalışma odası, öndeki salondan, pi-
64/Şirket
rinç kâğıdından yapılmış incecik, sürgülü kapılarla
ayrılabiliyordu istendiğinde. Böylece, bej mermer
şöminenin çevresindeki alçak koltuklarda oturan
konukların Martin’in masasını görmeleri önlenmiş
oluyordu. CIA başkanmın bekleme odasının ötesin­
de ikinci bir salon daha vardı. Kongre üyesi Ather­
ton orada oturuyordu tek başına. Bir elinde içkisi­
ni tutuyor, kucağına yaydığı New York Times ga­
zetesinin birinci sayfasına göz gezdiriyordu.
Martin’in dairesindeki bütün odalar gibi, bura­
da da duvarlara ot liflerinden dokunmuş bej rengi
kumaş kaplanmış, kumaşın üstüne, doğudan gel­
me süsler, ölgün renkli tablolar ve basit çerçevele­
re yerleştirilmiş gravürler asılmıştı. Tavan, sıradan
bir devlet dairesindeki tavanlardan daha alçak gö­
rünüyordu. Ustaca gizlenmiş olan ampuller yerdeki
kaim, sarı halıyı, kapıların antika pirinç tokmakla­
rını sıcak bir aydınlığa boğmuştu. Tik ağacıyla ko­
yu renk maundan yapılan eşyalarda da belli belir­
siz bir doğu havası seziliyordu.
Bili Martin kimsenin giremediği özel koridor­
dan geçerek CIA başkanmın özel yemek odasına
daldı, iki kişilik masayı, ortadaki porselen kâseye
doğuya özgü bir sanatla yerleştirilmiş olan süsen
çiçeklerini gözden geçirdikten sonra odanın ucunda­
ki kapıyı açıp salona girdi ve Atherton’a seslendi.
«Sayın Kongre üyesi, seni beklettiğim için özür
dilerim!»
«Hiç önemi yok, Bili. Ben de bugünkü Times’i
okumak fırsatını buldum.» Atherton ayağa kalkın­
ca kucağındaki gazete yere kaydı.
«Zamanın sınırlı mı, Jack?»
«Saat üçte bir komite toplantısına katılmam
Şirket/65
gerek. Beni oraya götürecek bir araba bulabilirsen
bol bol zamanım var.»
Martin duvardaki küçük pirinç levhaya bastı.
Beyaz ceket, siyah pantolon giyen papyonlu bir gar­
son hemen kapıyı açarak pırıltılı siyah ayakkabıla­
rıyla içeri girdi usulca. Martin kongre üyesinin boş
bardağını işaret etti. Atherton bir içki daha içece­
ğini başıyla belirtti. Garson Martin’in ne içeceğini
de öğrenince çıkıp gitti.
Atherton, o gün öğle yemeğine oturan her
Washington’lunun dilinde gezen soruyu sordu he­
men.
«Bu emekliye ayrılma sözünün arkasındaki ger­
çek nedir, Bili? Kongre üyelerinin çoğu Anderson’-
ın çok hasta olmadığını savunuyorlar. Onların dü­
şüncelerine göre, Anderson savaşı kazanamadığı
için görevden ayrılmak zorunda bırakılmış.»
«Hayır, Jack, hasta o. Gerçekten çok hasta.
Yoksa Tanndan başka hiç kimse onu görevden ay­
rılmaya zorlayamazdı bence. Krallığından, Gücün­
den ve Şanından büyük bir haz duyuyor.»
«Bu dönemin sonuna kadar dayanabilir mi der­
sin?»
«Dayanmasına dayanır da neden dayansın? Ne­
den dayanmak istesin? O kadar hasta olduğuna gö­
re neden şimdiden ayrılıp evinde oturmasın?»
Atherton bir buz parçasını dişlerinin arasında
kırdı. «Neden olacak, bundan sonraki seçim kong­
resinde etkin bir güç olabilmek için. Bence nedeni
bu. Şimdi ayrılacak olsa onun yerine otomatik ola­
rak Gilley geçecek. Seçim kongresine de o katıla­
cak. Anderson da Oregon’da kıçının üstünde otu­
rup olayları televizyonda izlemekten başka bir şey
yapamayacak. Oysa biraz daha dayanırsa herkes
bir süre daha merakta kalır. Üstelik bilileriyle an-
66/Şirket
laşma yapabilir. Siz geçiş döneminde güçlük çıkar­
mazsanız ben şu adayı desteklediğimi açıklarım di­
yebilirim.» Gülümsüyordu Atherton. «Ne de olsa sı­
radan bir ölümlü olduğunu anladı artık.»
Garson sessizce içeri girip yuvarlak gümüş tep­
si içinde getirdiği içkileri verirken Martin de çarpık
bir gülüşle gülümsedi. «Senin söylediğin şeyin adı­
na ne diyoruz? Ölüm halindeki politika mı? Gel ha­
di, içkilerimizi yemekte bitiririz.» Öne düşerek ko­
nuğunu yemek odasına aldı. Odanın bir duvarı pen­
cerelerle kaplıydı; dışarıda dar bir teras vardı. Onun
gerisinde alçak bir duvar, en arkada da Virginia
ormanlarının uçsuz bucaksız denizi, kül.rengi çıplak
ağaçlar. Yemeğe oturdular, garson karides kokteyl­
lerini getirdi.
Bütçe konusunu konuşmak için kararlaştır­
mışlardı bu yemeği. Atherton, Kongre Haberalma
Ödenekleri Komitesi’nin en önemli Cumhuriyetçi
üyesiydi. Kongre üyeleriyle dostluğu pekiştirmek de
Bili Martin’in en önemli işlerinden biri. Martin, ko­
mite ve komisyon başkanları olan Demokratlarla
ne kadar yakın ilişki kuruyorsa, azınlıkta olan par­
tinin komisyonlarda görev alan üyeleriyle de aynı
ölçüde yakın dost olmaya çalışırdı. Jack Athertson
komite başkanı kadar güçlü olamazdı ama birlikte
çalıştığı öbür Cumhuriyetçi üyeleri etkileyebilirdi.
Kaldı ki partisi günün birinde iktidara geçerse o
zaman da o komite başkanı olacaktı.
Martin’in derdi para sorunuydu. Her yıl NASA’-
ya ayrılan bütçede CIA için gizli bir ödenek bulu­
nurdu mutlaka. O yıl, NASA çiçeği politikacılara
eski güzelliğini kaybeder gibi görünmüş, NASA büt­
çesinde büyük bir kısıntı yapılması olasılığı doğ­
muştu. Izgara etlerle yeşil salatayı yerlerken, Mar­
tin, uzayda gerçekleştirilmesi düşünülen düzenli se-
Şirket/67
ferlerin CIA için neden önemli olduğunu açıkladı.
İnsanların yöneteceği bu uzay araçlarımn am­
bar büyüklüğündeki kapılar mm açılmasıyla Rusla­
rın uzaya yerleştirdikleri yüzlerce uydunun aracın
içine çekilebileceğini, Rusların, bu uyduların aracı­
lığıyla Amerika’nın ve başka ülkelerin havadan çe­
kilmiş fotoğraflarını elde ettiklerini anlattı. Düzen­
li seferler yapılırsa uzay pilotları bu uyduları bağlı
oldukları üsse getirebilecekler, o değerli ödüller Şir-
ket’in uzmanlarınca incelenebilecekti.
Martin, pencere pervazına uzandı, sefere kon­
ması düşünülen aracm plastik maketini Atherton’a
verdi. Ardından maketin üstündeki kapıları açtı ve
Rusların uydularından biri olduğu varsayılan bir
başka maketi aracm içine atıp kapıları kapadı. Bu
armağan kongre üyesini pek sevindirmişti.
«Yalnız sana anlattıklarımı kimseye söyleme,
Jack.»
«Doğrusu bunları anlattığın çok iyi oldu. Uzay
seferleri programı için tasarlanan bütçenin ne ka­
darı size ayrılacaktı?»
«Dokuz yüz milyon kadar bir şey. İstersen sa­
na kesin hesabı getirteyim.» Martin bir kez daha
pencereye uzandı ve pervaza yerleştirilen düğmeler­
den birine bastı. Birkaç saniye sonra Simon Cappell
koridora açılan kapıyı araladı.
«Yardımcım Simon Cappell’i tanıyorsun, değil
mi?»
Atherton, içeri giren genç adamı dostça selam­
ladı. Simon şefinin ne istediğini öğrenince dışarı
çıktı, bir iki dakika sonra plastik kaplı bir zımbalı
defterle döndü. Defteri masanm üstüne, Atherton’-
m yanma koyarak bir grafik gösterdi. Bir yerde,
kırmızı bir çizgiyle 935 milyon sayısı görünüyor­
du. «Tam olarak söylemek gerekirse, Düzenli Sefer
68/Şirket
programı bütçesinde bize ayrılacak olan para 935
milyon dolar, efendim.»
Martin sayıyı başıyla doğruladı. «O defter sen­
de kalsın, Jack. Hangi devlet dairelerinin bize ne
ödenek ayırdığı hep yazılıdır orada.»
Atherton sayfaları karıştırıyordu. «İçişleri büt­
çesinden bile payınızı alıyorsunuz ha? Vay vay, bi­
zim köydeki vatandaşlar ormandaki ayının da ca­
sus olduğunu bir bilseler...»
Martin gülümsedi. «O kadar değilse de İçişleri
Bakanlığını ilgilendiren uluslararası kongrelere ka­
tılan bir iki adamımız var. Okyanuslar, Kuzey kut­
bundaki foklar, çevre sorunları falan gibi konuların
ele alındığı kongreler. Böylece, ajanlarımız gözden
kaçırmak istemediğimiz bazı ülkelere girip çıkabi­
liyorlar.»
Cappell odadan çıkınca Martin bütçe konusunu
kapadı. «Bir an için yine parti politikasına dönelim,'
olur mu, Jack? Cumhuriyetçilerin durumunu açık­
lar mısın bana? Ben onları pek anlayamıyorum.»
Atherton alaycı bir tavırla hırladı. «Al benden
de o kadar. Cumhuriyetçilere akıl erdirebilirsen du­
rumu sen açıkla bana!»
«Nasıl oluyor da Monckton gibi suratsız, renk­
siz bir adam Forville kadar canayakm, yetenekli bi­
riyle çekişiyor?»
«Bu iş tavşanla kaplumbağanın yarış etmesine
benzer, Bili. Richard Monckton cumhurbaşkanı
yardımcısı olacağım diye senatörlükten istifa ettiği
günden beri cumhurbaşkanı adaylığı için çalışıyor.
Kaç yıl önceydi istifa ettiği? Beş yıl mı? Hayır, al­
tı.. Onca yıldır kampanya için para toplayacağım
diye ülkenin bir ucundan öbürüne dolaştı. İki mil­
yon kilometre yol yaptı belki, on milyon kişinin eli­
ni sıktı. Hepsi ön seçimlerde delege olarak görev-
Şirket/69
lendirilecek binlerce ilçe başkanını gönül borcu al­
tında bıraktı.»
«Peki ama bu adamlar Forville’in tarafsızlarla
Demokratların oylarını bile toplayacak kadar üstün
bir kişi olduğunu farketmezler mi?»
«Ederler. Ederler ama yazın ön seçimler yapı­
lacağı zaman Philadelphia’daki parti kongresinde
toplandıklarında, Monekton’m adamları her delege­
nin dirseğini yakalayıp başlarlar konuşmaya. ‘Sen
geçen yıl ilçe teşkilatın için para toplamaya çalışı­
yordun, bir yemek verecektin de konuşacak adam
bulamıyordun. Kim yerinden kalkıp da Ashtabula’-
ya geldi senin için? Richard Monckton mı, yoksa
o dalgacı milyarder Forville mi? Bilmem akimda
mıdır, savın ilçe başkanı, bizim Dick Monckton se­
nin için kıçını yırttıydı..’ Bu da bir yöntem, hem de
küçümsenmeyecek bir yöntem.»
«Belki haklısın ama Forville’in yetenekleri hiç
ağırlık taşımıyor mu? Üstelik adamın bulunmaz bir
kadrosu var.»
«Kuşkusuz öyle. Aslında, kişisel zekâ ve yete­
nek bakımından birbirlerine eşittirler. Gelgelelim
Forville’in arkasındaki ekip eşsiz bir ekip. Geçen yıl,
benim bölgemde, San Diego College’da bir konuş­
ma yaptı. Konusu dış politikaydı ve gerçekten bir
dahî gibi konuştu.»
Martin sırıtarak çenesini kaşıdı. «Hiç kuşkusuz
o konuşma Cari Tessler’in kaleminden çıkmıştı. Tes-
sler arkasında olduktan sonra herkes dahî gibi ko­
nuşabilir.»
Atherton başını salladı. «Bilir misin, Harvard’-
dayken Tessler benim de öğretmenim olmuştu. Be­
nim için büyük bir şanstı.»
«Şimdi hiç görmüyor musun?»
«Ara sıra. Forville geçenlerde bana ödünç ver-
70/Şirket
di adamı. Gelip de bana Ortadoğu konusunda bil­
mem gereken şeyleri öğretmesi için yüklüce bir ek
ücret de ödedi. Tuhaf adam bu Tessler. Madison
otelinde kalırım, başka yerde kalmam diye tuttur­
du. Ona oda bulmak için otelin sahibine baskı yap­
mak zorunda kaldık. Boş oda değil boş dolap bile
yoktu otelde. Ne var ki bizimki de orada kalamaz­
sam hiç gelmem diye diretiyordu.»
Martin başını iki yana salladı. «İsrail konusun­
da sağlam düşünebiliyor mu? Yahudi bir aileden
geldiği için nesnel olamayabilir diye düşünmüştüm
ben.»
«İsrail’e karşı çok sert bir tutumu var. Aşın
bir sertlik gösteriyor diyebilirim. Psikologların tela­
fi mekanizması dedikleri durum olabilir ama san­
mıyorum. Yahudi savunucusu olan karısı. Ne var
ki karı koca on yıldır ayrı yaşıyorlar ve kadın ko­
casına herhangi bir etki yapabilecek durumda de­
ğil. Belki de Tessler’in öbür Yahudilere karşı olum­
suz bir tutum benimsemesinin nedeni o kadındır.
Çocukları büyüdüğü halde boşanmaya yanaşmıyor
hâlâ. O da Harvard’da ekonomi profesörü oldu.»
Martin, «Tessler’in çocukları olduğunu unut­
muştum,» diye söylendi dalgın dalgın. «Aile babası
havası yok ki adamda.»
«Çok haklısın. O kendini mesleğine adamış. Ba­
na kalırsa ailesinden kaçmak için yapıyor bunu.
Karısıyla hiç konuşmuyor. En büyük oğlu babasının
branşında öğrenim yaptı. Yale’de doktora öğrenci­
si şimdi. Gelgelelim babasından nefret ediyormuş.
Doktora tezinde de Tessler’in jeopolitik felsefesine
karşı çıkıyormuş. Duyduğuma göre Dış Politika
Dergisi bundan sonraki sayısında oğlanın doktora
tezinden bazı bölümler yayınlayacakmış.»
«Cari neden tırnaklarını yer şimdi anlaşıldı.»
Şirket/71
«Evet, ne tuhaf değil mi? Gerçekten tırnak diye
bir şey bırakmıyor Cari; neredeyse kökünden yola­
cak tırnaklarını.))
«Jack, Harvard’daki öğretim üyelerinin arasın­
da nasıl barınıyor o adam?»
«Özel yeteneğiyle bence. Eminim ki Tessler’in
görüşleri o bölümdeki herkesin görüşüne aykırı. An­
cak o kadar büyük ünü var ki istediğini yapabili­
yor. Oradakilerin çoğu ondan nefret ediyorlarmış
duyduğuma göre. Biraz savunduğu görüşlerin yan­
lış olduğuna inandıkları için, ama daha çok kıskanç­
lıktan ötürü. Konferanslarından büyük paralar ka­
zanıyor. Benim gibi aptal kongre üyelerine yardım
etsin diye Forville de olukla para akıtıyor adama.»
Martin, «Forville cumhurbaşkanlığına seçile­
cek olursa,» diye mırıldandı, «Tessler’i Dışişleri ba­
kanı yapar mı acaba?»
«Belki. Ama ben cumhurbaşkanı olsam onu
başka bir yere yerleştiririm. Ulusal Güvenlik danış­
manı olarak hemen yanımdaki odaya oturturdum
onu. Böylece de sizin, Savunma Bakanlığmdakile-
rin ve Dışişlerindeki mendeburların neler yaptığını
bilirdim hep.»
«Forville’in kazanabileceğini sanıyor musun,
Jack?»
«Bana kalsa onu seçerim tabii. Aday seçimini
kazanırsa sanırım Gilley’yi alteder. New York, New
Jersey ve Ohio’yu Forville alır. Pennsylvania’da da
Gilley’nin karşısında Monckton’dan daha başarılı
olur.» Atherton tatlı tatlı gülümsedi. «Cumhur­
başkanı yardımcılığına benim gibi bir California’lıyı
seçerse Batının oylarını da toplar. Texas’da biraz
güçlük çeker; îllinois’da da öyle. Ama sanırım ki
kazanır.» >
72/Şirket
Martin üsteledi: «İyi hoş da ön seçim kongre­
sinde ne olacak?»
«Şimdiden kesin bir şey söylenemez. Ancak
bahse girecek param olsa Monckton’ın ya ikinci ya
üçüncü tur oylamada aday seçileceğine bahse gi­
rerdim.»
«Ya Demokratlar? Gilley’nin adaylığı kesin mi
sence?»
«Kesin sayılır. Beklenmedik bir şey çıkar da
kendisi çekilirse o zaman başka tabii.»
Meyve tabaklarındaki karpuz dilimlerini biskü­
vilerle yerlerken Martin yine Monckton’dan söz et­
meye başladı. «Sen senatörü tanır mısın, Jack?»
«Birlikte kongre üyeliği yapmıştık bir ara. Za­
man zaman parti toplantılarında da karşılaşıyo­
rum ama çok iyi tanıdığımı söyleyemem. Harvard’-
lı sınıf arkadaşlarımdan biri Monckton’m Chicago’­
daki şirketinde ortak. Onun dediğine bakılırsa, şir­
ketteki hiç kimse Monckton’ı iyi tanırım diyemi-
yormuş. Dünyayla pek ilgisi olmayan bir adam. Ko­
nuşkan değil, insan içine çıkmaktan hoşlanmıyor.
Pırıl pırıl bir kafa; eğlence sayılabilecek hiç bir uğ­
raşı yok. Okuldayken ‘boyuna inekliyor’ derdik öyle­
lerine.»
Martin kafasını kaşıdı. «Nasıl olmuş da senatör
seçilmiş? Anlattığına bakılırsa îllinois’lu politika­
cılara hiç benzemiyor.»
Kongre üyesi bir eliyle masaya tutunarak is­
kemlesinin arka ayakları üstünde sallanmaya baş­
ladı. «Meramın elinden bir şey kurtulmaz derler ya!
Senatör olmaya karar verdi, senatör olmak için ge­
reken her şeyi öğrendi. Ben eminim ki yapmak is­
tediği her şeyi yapabilir; başkalarından daha iyi ya­
par hem de. Soğuk ve hesapçı namussuzun biridir
ama bazı konularda gerçekten ateşli olduğu görül-
Şırket/73
müştür. Curry’yle arasındaki kan davası tipik bir
örnektir. Curry’nin adamlarından birine bir taş ata­
bilmek için koca Sahra’yı kanayan dizleriyle elle­
rinin üstünde emekleyerek geçerdi o herif. Bu gün
bile geçer.»
Martin sordu: «O düşmanlık nasıl başladı,
Jack?»
«O da Monckton’ı çok iyi anlatan hikâyelerden
biri. Curry’yle birlikte senatör seçildiği yıllara da­
yanıyor. İkisi de senatör ama Monckton yoksul bir
aileden gelme; İllinois üniversitesini zorlukla bitir­
miş. Para bakımından yani; hem okumuş, hem ça­
lışmış. Yoksa notları yedi yıl süreyle hep tam nu­
mara; hukuk fakültesini bitirinceye kadar hep böy­
le. Oysa Bili Curry doğduğu günden beri gümüş ka­
şıkla beslenmiş tabii. O adamın Yale’i bitirdiğine bi­
le emin değilim.»
«Sanırım haklısın.» Martin başını sallıyordu
ağır ağır.
«Her neyse, Monckton Dış İlişkiler komisyonu­
na geçmeden önce bunların ikisi de Senato Banka­
cılık ve Finans Komisyonunda çalışıyorlardı. Curry,
Monckton’m bankacılardan yüklüce bahşişler aldı­
ğını öğrenmiş — her konuşma yaptığında iki, üç bin
dolar kadar bir para alıyormuş. Öğrendiklerini ba­
sma ulaştıracağına Monckton’a uğramış bir gün;
durumu bildiğini, o konuda bazı şeyler söylemek zo­
runda olduğunu açıklamış. Bana kalırsa kötülük et­
mek istememiştir ama Monckton tepeden bakan bi­
ri tarafından aşağılandığını hissetmiş. Para gerek­
liydi onun için! Komisyon bankacılık kararnamele­
rinden birini incelerken bankacılardan para alma­
nın yanlış olacağını o da biliyordu sanırım. Ne var
ki Curry’in ona yasalardan falan dem vurmasına
dayanamamış. Durumu anlamışsındır sanırım. Seç-
74/Şirket
kin, pahalı üniversitelerde okuyan zengin adam, Or­
ta Batı’da doğup büyüyen, halktan gelme bir za­
vallıya ders veriyor! Monckton’m tepesi atmış ve
Curry’yi bürosundan kovmuş. O günden sonra bir­
birlerine düşman oldular. Bana kalırsa Monckton,
Curry’nin yiğitliğine kızmıştı; nefreti bundan doğ­
du. Curry de Monckton’ı uğraşmaya değmeyen aşa­
ğılık bir yaratık olarak görüyordu. Onun tutumu
Monckton’ı büsbütün kızdırıyordu tabii.
«Derken ikisinin de cumhurbaşkanı adayı ola­
cağından söz edilmeye başladı. Curry’nin babası pa­
raya dayandı ve ön seçimlerde oğlunu başkan ada­
yı seçtirdi. Monckton da Cumhuriyetçilerin ön se­
çim kongresine katıldı ama Dudley doğu eyaletle­
riyle California’yı ve Texas’ı toparlayıverince baş­
kan yardımcısı adaylığıyla yetinmek zorunda kal­
dı. Monckton o yenilgiden pek çok şey öğrendi emi­
nim. Cumhurbaşkanı olmak için çıldırıyor adam.
İnadını, kararlılığını hiç küçümseme. Tuttuğunu
koparanlardandır.»
Martin, «Onu iten nedir?» diye sordu.
«Pek bilmiyorum. İnsana öyle geliyor ki çift­
liklerde yetişen yoksul bir çocuğun kaymak tabaka-
dakilerden üstün olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
Öç alma isteği de çok güçlü sanırım.»
«İyi bir cumhurbaşkanı olur mu?»
«Herhalde. Bir söz vardır bilirsin. İnsan o kol­
tuğa oturdu mu yerini dolduracak kadar büyür, yü­
celirmiş. Sen bunun doğru olduğuna inanmaz mı­
sın? Monckton da kötü bir başkan olmaz herhalde.
Yine de, dilerim ki denemek zorunda kalmayalım.»
Martin, saatma göz atarak, «Hüü, saat ilerle­
miş,» diye söylenip kahve fincanını itti. «Seni
Kongreye götüreceğiz daha. Ben de Beyaz Saray’a
Şirket/75
gitmek zorundayım.» Pirinç levhaya üç kez bastı.
«Çıkarken bürodan geçelim.»
Martin’le Atherton büroya girdiklerinde Simon
Cappell yazı masasının başında bekliyordu. Masa­
nm üstündeki evrak çantasının kapağına daktiloy­
la yazılmış, sarı renkli bir kart bıraktı. Günün ran­
devularını gösteren bir çizelgeydi bu.
«Beyaz Saray’daki randevunuzun yeri değişti,»
dedi Cappell. «Batı kanadında, bakan Donnally’nin
bürosunda bekliyorlar sizi. Sekreteri telefon edip
randevu saatim değiştirdi. Cumhurbaşkanıyla saat
üçte görüşeceksiniz.»
Martin, «Bunun ne anlama geldiğini pek kesti-
remedim,» diye söylendi. «Hadi gidelim, Jack. Sen
önce beni bırak. Kusura bakmazsan seni şoförüm
götürür.»
«Kusura bakmak ne demek? Biz zavallı kongre
üyeleri, sizin gibi cumhurbaşkanlığına bağlı olan
ayrıcalıklı kişilerin arabasına binmekle gönül bor­
cu altına gireriz. Bir daha doğarsam bürokrat ola­
cağım ki bana da bir makam arabası versinler. Bu
kentteki taksi şoförlerini zengin eden bizleriz.»
Martin’in uzun, görkemli arabası George Was­
hington otoyolunda ilerlerken CIA başkanı pencere­
den dışarı bakıyordu. Beyaz Saray’daki randevusu
üç buçuktaydı aslında; Cari Tessler’in yardımcısıy­
la Güney Amerika’daki gelişmeleri konuşacaktı. Oy­
sa şimdi her şey değişmişti. Bakan Donally ve cum­
hurbaşkanı. Bu karışım Demokratik parti politika­
sı kokuyordu. Esker Anderson’m, ünlü (adam kan­
dırma) yöntemlerinin kokusu da duyuluyordu bi­
razcık. Bitmek bilmeyen bir ikindi olacaktı herhal-
3

Beyaz Saray’ın batı kanadı, gelen geçen turist­


lerin hiç dikkatini çekmeyen, bisküvi kutularını an­
dıran bir yapıdır. Turistler genellikle sarayın çok
iyi tanınan ön cephesine, sütunlara, bayrağa ve bir
yay çizerek uzayan araba yoluna bakarlar. Sonra da
bakışlar ilk büyük yapıya, büroların bulunduğu,
Victoria tarzı mimarisi, sundurmaları, dorik sütun­
ları, eğimli külrengi çatılara, bacalara ve başka ba­
calara kadar yükselen on değişik biçimde pencere­
leri olan yapıya yönelir.
Bu iki yapının arasında kısılıp kalan batı ka­
nadını pek az kimse farkeder. Toprağa çömelmiş
gibidir o yapı. İkinci katı araba yoluyla aynı düzey­
dedir; üçüncü kat, ölgün yeşil renkli, içbükeyli ça­
tının saçağı altına gizlenmiştir. Pennsylvania Ave-
nue’den geçen turistler, bu yapının arka cephesinde
kalan büroyu, cumhurbaşkanmın batıya, geniş çi­
menliklere bakan çalışma odasının pencerelerine ge­
çirilen kurşun işlemez camları göremezler.
Theodore Roosevelt batı kanadını yaptırdığında
üçüncü katı kullanmaya gerek duymamıştı; perso­
nel kadrosu üçüncü bir katı gerektirecek kadar ge-
Şirket/77
niş değildi. Gelgelelim onun akrabası olan Frank­
lin D. Roosevelt’in zamanından beri üçüncü katta
da bürolar vardı. Çağırıldıklarında çabucak yanma
gelebilmeleri için Esker Anderson da en yakın adam­
larını oraya yerleştirmişti. Üstelik Beyaz Saray kad­
rosunda görevli olanlar cumhurbaşkanının hemen
yanında, batı kanadında çalışmayı bir onur sayıyor­
lar, kendilerine tanınan bu ayrıcalıktan büyük haz
duyuyorlardı. Son cumhurbaşkanının zamanında,
Washington’in önde gelen ev sahibeleri, gazetecileri
ve kulisçileri, Beyaz Saray görevlilerinden hangile­
rinin daha önemü olduğunu hesaplamak için garip
bir ölçek kullanmaya başlamışlardı. Genel kural
şuydu: Kadrodaki birinin masası cumhurbaşkanı­
nın masasına ne kadar yakınsa (ölçüler metre ola­
rak) o adam o kadar güçlü ve etkindir.
Washington gazetecilerinin yaydığı efsanelerin
pek çoğu gibi, bu söylenti hem gerçeğe aykırıydı
— öyle olduğu da kolayca kanıtlanabilirdi — hem de
herkesçe inanılıyordu.
O inanç, Esker Anderson’m göreve başladığı yıl
içinde yayıldı ve batı kanadında metrekareye düşen
insan sayısı tarihte görülmemiş bir düzeye erişti.
Yapının üçüncü katı küçücük bölmelerden oluşan
bir köstebek yuvası haline geldi. Bazı bürolara ulaş­
mak için mutlaka bir başkasının bürosundan geç­
mek zorunda kalıyordu insan. Her görevliye, en azın­
dan şu demirbaş eşyalar veriliyordu: Bir masa, iki
iskemle, on düğmeli bir telefon ve her odaya imzalı,
yazılı bir Esker Anderson fotoğrafı. Bitişikteki dev
boyutlu külrengi yapının bir yerinde, modern bir
fotoğrafçı atölyesi vardı ve Anderson’ın hemen he­
men elli değişik pozda çekilmiş renkli fotoğrafları
sürekli olarak çoğaltılırdı.
78/Şirket
İmzalaması için getirilen fotoğraf destelerini
gördü mü önündeki işi genellikle bir yana bırakırdı
cumhurbaşkanı. Her resmin üstüne, alacak olan ki­
şinin kimliğini belirten bir kart iliştirilir, ilk adı ya
da takma adı kullanılması gerekiyorsa o da ayrıca
not edilirdi. Cumhurbaşkanıyla ilişkisinin niteliği
(aslında imzalı bir resmi hakketmek için tanışıklık
bile gerekli değildi) imzanın üstüne nasıl bir söz
yazılabileceği de belirtilirdi. Cumhurbaşkanına ko­
laylık yaratan bu cümleleri hazırlamak için orta de­
receli devlet memurları saatlarca daktilolarının ba­
şında oturup düşünürlerdi. Fotoğrafların yerleştiril­
diği sarılı kahverengili tahta çerçeveler de Beyaz
Saray’ın marangozhanesinde toptan üretilirdi.
Batı kanadıyla onun ötesindeki külrenkli bü­
yük yapının arasında dar bir sokak vardır. Beyaz
Saray arazisinin sınırında, sokağın ucundaki kapı­
da cumhurbaşkanının özel polisleri nöbet tutarlar.
Yol, tek yönlü bir yol olduğundan arabalar güney­
batı kapısından girip kuzeybatı kapısından çıkmak
zorundadırlar. CIA başkanmm arabası güneybatı
kapısından girerken Martin kongre üyesi Jack At-
herton’m kolunu tutup, «Hoşçakal, Jack,» dedi. «Yi­
ne görüşelim. NASA bütçesiyle ilgili bir gelişme olur­
sa bana da bildir lütfen.»
«Olur,» dedi Atherton. «Öğle yemeği için de, be­
ni buraya kadar getirdiğin için de teşekkür ederim.»
Martin’i iki kapının arasında bir yerde, batı ka­
nadının zemin kat kapısının önünde bıraktı. Çift
camlı kanadın gerisindeki tıkışık antredeki masasın­
da oturan üniformalı polis Martin’i tanımıştı. Se­
lam verip telefona bir şeyler söyledi usulca. Konu­
şurken önündeki basılı kâğıdın boş yerlerini de dol­
durmuş ve evrak sepetine koymuştu.
Şirket/79
Bir dakika sonra polisin karşısındaki asansö­
rün kapısı açıldı. Ekose etek giyen uzun boylu, gü-
ğel bir kız kafasını dışarı uzatarak, «Bay Martin,»
diye seslendi. «Yukarı gelir miydiniz lütfen?»
Çok eski ve çok küçük olan asansör yaşma uyan
bir hızla yükseliyordu. Zamanı gelince kapıları ya­
vaş yavaş açıldı ve hiç de göz alıcı olmayan üçüncü
kat göründü. Holün sağında üç teleks takırdayıp
duruyor, karşı duvarda eski model bir su soğutucu­
su görülüyordu. Yerdeki yeşil renkli uzun keçe, ha­
lı sayılıyordu besbelli. Kız, konuğu peşine takıp ko­
ridorun en ucuna yürürken Martin de önünden geç­
tiği açık kapılardan içeri bakıyordu. Kâğıtlarla kap­
lı masalardan, büyük telefonlardan ve Anderson’m
renkli fotoğraflarından başka bir şey göremedi; bir
odada bayrak da vardı. Telefonlar çalıyor, kadınlar­
la erkekler oradan oraya seğirterek insana bir telaş,
bir yorgunluk duygusu veriyorlardı. Yer çok dardı
sanki; görevli sayısı yetmiyor, zaman yetmiyor gi­
biydi.
Ekose etekli genç kız Martin’i yüksek pencere­
leri olan bir odaya soktu. Gelgelelim terasın beyaz
duvarı pencereden herhangi şeyin görünmesini en­
gelliyordu. Yalnızca Beyaz Saray’ın konut olarak
kullanılan bölümünün dam saçakları görünüyordu;
o da ancak güçlükle. Bir dış büro olduğu anlaşılan
bu odada, gri madeni masalarda çalışan üç sekre­
ter vardı. Martin içeri girince göz ucuyla bakıp iş­
lerini sürdürdüler. Açık yeşil duvarlara takvimler
ve daktiloyla yazılmış listeler asılmıştı. Bu takvim­
lerle Anderson’m üç imzalı resmi odanın tek süsle­
riydi. İçeride iskemle de olmadığından geldiği haber
verilinceye kadar ayakta bekledi Martin.
Bir dakika sonra sağmdaki kapı açıldı ve Ça-
80/Şirket
lışma Bakanı Al Donnally eşikte göründü Mavi
gömleği buruşmuş, boyunbağı çarpılmıştı.
Elli sekiz yaşlarındaydı Donally; boyu kısaydı,
çoğu yüzünde ve belinde toplanan on kilo kadar
bir fazlalığı vardı. Kıvırcık saçları ağarmaya baş­
lamıştı. İnce çelik çerçeveli gözlükleri yüzüne bir
saygınlık veriyordu; gözlükler olmasa, içerlek çe­
nesi o izlenimini silebilirdi belki. Al Donally, Hart-
fort kentinin parti merkezlerinde yetişmiş bir adam­
dı. Şimdi Çalışma Bakanı olmuştu ama bakanlığın
yolu sendikaların iş bulma bürolarından geçmiş de­
ğildi. Çok uzun bir zamandan beri Esker Scott An­
derson’m politik işlerini çevirirdi Donally; ve yıl­
lardır, hiç göze batmadan, sessizce çalışıp durmuş­
tu. Son aylarda, kişiliğine hiç uymayan bir çıkar­
cılıkla bir bakanlık istemiş, isteği de kabul edilmiş­
ti. Senato üç hafta önce onaylamıştı kararı. Küçük
küçük odalardan oluşan bu daire eski bürosuydu.
Kişisel eşyalarıyla yardımcılarını Çalışma Bakanlı­
ğındaki süslü büroya taşımak olanağını bulamamış­
tı henüz. Beyaz Saray’ın politik işleriyle hâlâ o uğ­
raşıyordu ve insan böyle bir iş yapıyorsa o işi ancak
Beyaz Saray’dan yürütebilirdi. Çalışma Bakanlığı
herhangi bir yerden yönetilebilirdi oysa.
Al Donally’nin bakanlığa atanması cumhurbaş­
kanının Walter Reed hastanesine gidip gelmeye baş­
ladığı günlere rastlıyordu. Bazı kimseler, bu atama­
yı yeterince değerlendiremediklerini düşünüyorlar­
dı şimdi. Şimdi, geriye bakınca, bu atamanın sadık
bir yardımcıya verilen ayrılış armağanı olduğunu
anlıyorlardı. Bazı dar görüşlü gazeteciler Donally’­
nin Çalışma Bakanı olmasını eleştirmişlerse de, sen­
dika ve iş çevrelerinden hiç bir tepki gelmemişti.
Onlar, Donally’nm cumhurbaşkanına çok yakın ol-
Şirket/81
masının Beyaz Saray’daki durumlarını güçlendirebi-
leceğinin farkındaydılar.
Martin yeni bakanla hiç tanışmamıştı ama Do­
nally onu herkese gösterdiği dostlukla karşıladı.
«Buyurun, girin. Şöyle oturun. Öğleden sonraki
programınızı altüst ettiğim için özür dilerim, Bili.
Gelgelelim cumhurbaşkanının sizinle gözden geçir­
mek istediği bazı konular hiç gecikmeye gelmiyor.»
Donally masasına döndü, Beyaz Saray’ın kalın,
antetli kâğıtlarından birini alıp Martin’in yanma
oturdu.
«Cumhurbaşkanının bugün sizinle konuşmak is­
tediği iki konu var. Sizin söylemek istediğiniz başka
şeyler varsa lütfen bildirin ki onları da elimdeki lis­
teye ekleyeyim. İlk nokta FBI’yla ilgili. Yakındıkla­
rı bir konu var.»
Martin başını iki yana salladı. «Hey Allah, yine
neymiş? Elmer Morse buraya gelip adam fitleyece­
ğine doğrudan doğruya bana söylese ya!»
Donally buruk bir gülümsemeyle bakıyordu.
«Duyduklarıma bakılırsa FBI’yla aranızdaki ilişki­
nin aksayan yanları var.»
Martin, «En hafif deyimle öyle söyleyebiliriz,»
diye karşılık verdi alayla. «Aramızda bir anlaşma
yapmıştık. Birbirimize bilgi verecek, birbirimizle ko­
nuşarak görev çatışmasını — elden geldiğince —
önleyecektik. Gelgelelim aşağı yukarı sekiz ay ön­
ce, Morse, irtibat memurlarmı başka görevlere ver­
di ve bizimle konuşmaz oldu. Şimdi neden dert ya­
nıyor peki?»
«CIA’nm, kararnameye aykırı olarak, New
York’ta bazı işlere karıştığını cumhurbaşkanına
söylemiş dün. Birleşmiş Milletler’de görev yapan
bir elçiyle ilgili bir şeymiş. Dediğine baküırsa siz
82/Şirket
işe karıştığınız için, FBI tavladığı bir ajanı, iki ta­
rafa da çalışan bir ajanı elden kaçırmış.»
«Evet, durumun ne olduğunu biliyorum.» Mar­
tin ciğerlerine çektiği havayı usul usul saldı. «As­
lı aranırsa bu konuyu Örgütler-arası Haberalma
Kurulu’nda geçen hafta tartıştık. Ne var ki Morse
bu kurul toplantılarına temsilci yollamaktan çok­
tan vazgeçti. Onun için de olan biteni bilmiyor ta­
bii. Durumu ben açıklayayım mı size? Yoksa aşa­
ğıda mı anlatayım?»
Donally başını iki yana sallayarak gülümsedi.
«Ben hiç bir şey bilmek istemem. Ey yüce Tanrım,
hiç işim yoktu da Elmer’la ikinizin arasına girecek­
tim!»
«Eh, hakkınız yok değil.»
Donally gırtlağını temizledi. «Cumhurbaşkanı,
Ed Gilley’nin seçimi kazanma şansmı düşündükçe
kaygılanıyor; o işte herkesin yardımcı olmasını is­
tiyor. Konuşulacak ikinci konu da bu.»
Martin kaşlarını kaldırdı. «İyi ama, sayın ba­
kan, ben ne yapabilirim. Politikacı değilim ben;
devlet memuruyum, devletin emrindeyim. Bizim
Şirket de öyle.»
Donally’nin telefonuna bağlı olan düğmelerin
içinde bir teki kırmızı renkteydi ve o kırmızı düğme
birden ışıklanmıştı. Aynı anda da odanın öbür
ucunda tiz sesli bir zil çalmaya başladı. Martin o
zırıltıyı duyunca eskiden kullanılan kapı zillerini
anımsamıştı.
Donally, «Affedersiniz,» diye mırıldanarak ma­
sasına uzandı, kırmızı düğmeye basıp telefonu kal­
dırdı. Zil sesi birden kesilmişti. «Buyurun efendim.»
Birkaç saniye dinledikten sonra almacı yerine bı­
raktı. «Şimdi aşağı inmemizi istiyor. Koridorda bu-
Şirket/83
luşuruz.» Martin’in sözünü bitirmesine fırsat ver­
meden fırladı, dışarıya, sekreterlerin çalıştığı bü­
roya geçerek bir dolabın kapağını açtı.
Martin de paltosuyla evrak çantasını toplayıp
onun arkasından çıkmak zorunda kaldı. Çalışma
bakanmı koridorda buldu? Donally ceketini giymiş,
boyunbağım düzeltmiş, soğutucudan doldurduğu
suyu içiyordu. Asansöre bineceklerine ikinci bir
koridora saptılar, soma da dar bir merdivenden
aşağı indiler. Birinci kattaki koridorların genişli­
ği üçüncü kattakilerin iki katma yakındı. Yerde,
duvardan duvara uzanan halılar, duvarlarda Ame­
rika'nın dağlarıyla kırlarını gösteren, yaldızlı çer­
çevelere yerleştirilmiş yağlıboya tablolar vardı. Kori­
dorun ortasındaki bir kaidenin üstünde Lincoln’in
bronzdan yapılmış büstü duruyordu. Üçüncü kat­
taki köstebek yuvasıyla buranın sakin atmosferi
arasında belirgin bir fark vardı.
Koridor duvarlarının otuz derecelik bir açıyla
sola döndüğü noktada karşılarına çıkan beyaz ka­
pının önünde bir masa, masanm başında da bir po­
lis görülüyordu. Polis, elindeki telefona tekdüze bir
sesle bir şeyler söylüyordu. Martin’le Donally yak­
laşınca masanın orta çekmecesinin altına uzandı.
Martin kapıdaki kilidin küçük bir tıkırtıyla dön­
düğünü, bir yerlerde, boğuk sesli bir zilin çaldığını
işitti. Donally kanadı itti, Martin de onun peşinden
yürüyerek Oval Büro’ya girdi.
Bu odaya en az on kere girmişti Martin; ne
var ki her gelişinde yeniden heyecanlanıyordu.
Odada krallara özgü denebilecek görkemli bir şey
de yoktu aslında; olsa olsa Amerikan silahlı kuv­
vetlerinin beş sancağı belki. Parlak renkli savaş kur­
deleleri, tepelerinde büyük, yaldızlı kartalları olan
84/Şirket
beş sancak. Eşyaların olağanüstü bir özelliği yok­
tu. Gelgelelim düşünen insanların kafalarını ve
duygularını etkileyen bir yerdi burası; tıpkı Runny -
mede gibi, Gettysburg gibi, Westminster katedra­
liyle Concord’daki köprü gibi. Oval Büro’da öylece
durmak bile etkiliyordu Martin’i.
Solda, yere kadar inen cam kapıların ardında
gül bahçesi uzanıyordu. Kapıların yânmdaki yük­
sek kaidelerin üstünde de limonlukta yetiştirilen
bahar çiçekleriyle dolu iki koca vazo göze çarpıyor­
du.
Cumhurbaşkanı masasının üstüne eğilmiş, ke­
ten örtü serilmiş bir tepsiyle, beyaz porselen tabak
içinde getirilen yemeğini yiyordu. Acelesi vardı san­
ki; dikkatini toplamış hızlı hızlı atıştırıyordu. Bir
yandan da dörde katlayıp telefona dayadığı ga­
zeteyi okuyordu. Masanın üstünde başka hiç bir kâ­
ğıt yoktu ama politik anlamı olan ufak tefek şey­
lerden oluşan bir koleksiyon epey yer kaplıyordu.
Martin bu masa-üstü sembollerini gözden ge­
çirdi. Altından yapılmış minik bir bayrak direğine
çekilen bir Amerikan bayrağı. Pirinçten yapılmış
bir eşek. Porselen bir fil (Vietnam fili). Minuteman
uzay araçlarının plastik maketi. İkinci bir maket;
bu da aya inen kapsüllerden biri. Bir tahta parçası
(hiç kuşkusuz Abraham Lincoln’m kütüklerden ya­
pılmış köy evinden); küçük bir cam kutuya kon­
muş, kutunun üstündeki ufak pirinç levhada ne ol­
duğu açıklanmış. Ortasında altın masa saati bulu­
nan mermer bir yazı takımı. Bir mermi.
Bu tür koleksiyonlar en çok kongre üyelerinin
masalarında görülür (işine geldiği zaman Esker
Scott Anderson da övünerek onlarla bir tutardı ken­
dini) ve her koleksiyon sahibinin kimliğini gösterir-
Şirket/85
di. Ya da kim olmak istediğini. Yahut da konukla­
rına nasıl bir insan olarak görünmeye çalıştığını.
Anderson kapının ziliyle hiç ilgilenmemiş, ba­
şını gazetesinden kaldırmamıştı. Donally, «Sayın
başkanım,» diye seslenmek zorunda kaldı. «Bay
Martin burada.»
Cumhurbaşkanı o zaman kafasını kaldırdı, çe­
nesiyle masanın önündeki koltukları göstererek ağ­
zını sildi ve çatalmı tabaktaki son et lokmasına
sapladı. Lokmasını çiğnerken Çalışma Bakanına
bakıyordu. «New York belediye başkanı olacak na­
mussuz boklu çöplerinden ötürü beni suçluyor yi­
ne. Onun boklu çöplerini ben toplatmıyorum ki.
Ben o hergelenin Bedford-Stuyvesant’taki çöpleri
için ne yapabilirim, Al? Söyler misin lütfen?»
Donally, «O yazıyı okudum,» diyerek Ander-
son’ı yatıştırmaya çalıştı. «Alçakça bir saldırı. Çöp­
lerin kaldırılması için federal hükümet bir program
yaptı ama New York kenti çöpleri boyuna Atlantik
Okyanusuna döktüğü için o programdan yararlan­
ma hakkını kaybetti. Şimdi de suçu size yükleme­
ye çalışıyor.»
Cumhurbaşkanı masasını yumrukladı. «Bu
herifin yaptığını yanma bırakacak mıyız peki?»
Donally yine yatıştırıcı bir sesle konuştu. «Bir
araştırayım, efendim. Ben de az önce okudum ya­
zıyı.»
Cumhurbaşkanı gözlerini Bili Martin’e dikmiş­
ti. «Sen de kötü adamlarla uğraştığını sanıyorsun,
değil mi, Bili? ‘İçte ve dıştaki düşmanlar’ derler ya,
ben dıştakilere çoktan razıyım. Sağmal inek gibi
oturuyorum burada; gazetelerin birinci sayfalarına
geçeceğim diye yırtman üç paralık politikacıların
boktan bir neden bulup bana saldırmalarını bekli-
86/Şirket
yorum. Adamım diye yanıma topladığım adamlar
da kıçlarının üstünde oturup dalga geçiyorlar.» An­
sızın gevşemişti sanki. Sıcak bir gülüşle Martin'e
baktı. «Çabucak geldiğin için teşekkür ederim, Bili.
Neden çağırdığımı anlatayım.»
Martin gırtlağını temizledi. «Sayın başkanım,
ben de sizin hastalığınıza çok üzüldüğümü belirt­
mek isterim. Gerçekten çok üzgünüm, endişeliyim.
Emekliye ayrılmak zorunda kalışınız beni çok üz­
dü.»
O konuşurken cumhurbaşkanı boş boş bakıyor­
du; söylenenleri hiç duymuyordu sanki. Büyük bir
umursamazlıkla sürdürdü: «Elmer Morse buraday­
dı dün. İyice tepesi atmıştı. Dediğine bakılırsa siz
onların başlattığı bir işe karışmışsınız New York’-
ta. Bana bak, Bili, siz New York’ta FBI’ya engel
oluyorsanız bunun hemen sona ermesi gerek. Mor­
se benim için bazı çalışmalar yapıyor ve o işleri
kimsenin bok etmesine razı olamam.»
Martin, «Saym başkanım,» diye başladı. «Bili­
yorum ki...»
Anderson öne eğilerek masaya abandı. «Ben de
senin bildiğini biliyorum, Bili. Bu FBI konusunu
daha önce konuşmuştuk çünkü. Morse haklı. İki
haberalma örgütü çekişmeye başlarsa sonuç kötü
oluyor gerçekten. Aslında neden iki haberalma ör­
gütüne gerek duyulduğunu da anlamıyorum ya.
Niye biri eşmiyorsunuz sanki?»
«Bakm, efendim, durumu açıklamaya çalışa­
yım. Aslmda CIA işbirliği yapmaya hazırdır, razı­
dır. Ancak hakça konuşacaksak...»
«Bok yeme! Hak falan söz konusu değil şim­
di. Federal Büro bir işe başlamışsa siz sittirip gi­
deceksiniz oradan! Onlara engel olmayacaksınız.
Şirket/87
Önemli olan bu! Önemli olan kimin kimi incittiği
değil, yapılan işten sonuç alınması. Aranızdaki çe­
kişmenin sona ermesi gerek diyorum.»
Martin dümdüz bir sesle karşüık verdi. «Çe­
kişme olmaması gerektiğine ben de inanıyorum, sa­
yın başkanım.»
«Tamam, oğlum. Öyleyse anlaştık demektir.
Mesele kalmadı öyleyse.» Cumhurbaşkanı dev bo­
yutlu koltuğuna yaslandı. «Seninle konuşmak iste­
diğim ikinci konu da cumhurbaşkanı yardımcısının
durumu, Bili. Sonu gelmeyen bazı işler var... Söz­
gelimi az önce konuştuğumuz haberalma. organizas­
yonu gibi sorunlar... Ben bu görevde kalacağım şu
birkaç ay içinde o işlerle uğraşamayacağım. Onları
benden sonraki üstlenecek, Bili. Ve birçok neden­
den ötürü, benden sonra bu koltuğa oturacak olan
kişinin yanlış bir kişi olmaması zorunludur. Bunu
benim kadar sen bilirsin.»
«Elbette, efendim.»
«Şimdi sorun şu: Benim yerime kim geçmeli?
Sırrımı sana açacağım, Bili. Kararımı Al’den baş­
ka bilen yok. Ancak senin de bilmen gerekiyor, çün­
kü buraya uygun bir kişinin getirilmesi senin için
de çok yararlı olacaktır. Sana güvenebileceğimi sa­
nıyorum.»
«Sayın başkanım, o bakımdan...»
«Kararımı gizli tutacağına güvenebüirim, de­
ğil mi?»
«Elbette, efendim.»
«Çok düşündüm, Bili. İnceden inceye düşün­
düm günlerce. Ve sonunda Ed Gilley’de karar kıl­
dım. Onun gücünü de bilirim, zayıf noktalarını da.
Her şey göz önünde tutulursa bence en uygun kişi
o. Sen aynı kanıda değil misin?»
88/Şirket
Martin boğazını temizledi. «Bilirsiniz, efen­
dim, CIA’nm politikaya karışması...»
«Zırvalama, Bili.» Anderson masaya bir yum­
ruk indirmişti yine. «Devletin bütün memurları po­
litikaya karışırlar. Öyle olduğunu sen de bilirsin.
Politika olmasa bu çark dönmez. Herkes saf saf el­
lerini kavuşturup, ‘Aman Tanrım, ben bu pis poli­
tikaya bulaşmayayım,’ demeye başlasa ne olur bi­
lir misin? Benden sonra bu göreve Riehard Monck-
ton denen pezevenk gelir. Riehard Monckton’m bu­
rada oturup emir yağdırması CIA’daki temiz vic­
danlı, politikaya bulaşmayan adamların hoşuna gi­
der mi dersin? Sen bizimkine politika diyorsan o
orospu çocuğunun yapacaklarını gör hele. Sabah,
öğle, akşam politik bokunu yedirecek sizlere.»
Martin sonunda başını salladı. «O konuda si­
zin haklı olduğunuza eminim, efendim.»
«Allah kahretsin, elbette ben haklıyım. Aslın­
da benim yerime Gilley geçeceğine Monckton geçse
— kişisel olarak — ben daha rahat yaşarım. Eski
cumhurbaşkanlarının korunup gözetilmeleri yerle­
rine geçen kişilerin onları büyük bir aşkla sevmesin­
den ileri gelmez biliyorsun. Onun gerisinde yatan
şey kişisel çıkar kaygısıdır. Başka hiç bir şey de­
ğil.»
Martin’le Donally aynı anda başlarını sallaya­
rak bu görüşü onayladılar.
«Onun için, benim yerime Monckton gibi na­
mussuz bir kurt gelirse işim iş. Çünkü o beni korur­
sa kendi yerine gelecek olan kişinin de onu koru­
yacağını bilir. Bir örnek koyar ortaya. Oysa bizim
kaz kafalı Ed Gilley böyle şeylere akıl erdiremez.
Ama Monckton bu göreve gelirse sen kendin için
yarar umamazsm. Ülke için de yarar umamazsm.»
Şirket/89
Ali Donally, «Sayın başkanım,» diye söylendi.
Tarih sizi en çok bu vatana ve bu ulusa olan büyük
sevginizden ötürü anacaktır.»
Esker Anderson hiç duymamış gibi davrandı.
«Sen Ed Gilley’ye yardım etmek zorundasın,
Bili,» diye sürdürdü. «Dış haberalma konusundaki
toplantılara o pek katılmamıştır bilirsin.» Martin
o konuda bir şeyler söylemek istercesine baktıysa da
cumhurbaşkanı hemen ekledi: «Yoo, ben de biliyo­
rum. Çenesi düşük olduğu için çağırılmıyordu top­
lantılara. Ancak senin ona söyleyebileceğin öyle şey­
ler var ki seçim kampanyasında adama yararı do­
kunur. Bir soran olursa bilgisizliği ortaya çıkmama­
lı hiç değilse. İnsaf canım, bu herif cumhurbaşkanı
yardımcısı ne olsa.»
«Elbette, efendim, sizin izniniz olduktan sonra
cumhurbaşkanı yardımcısına bilgi vermekten kı­
vanç duyarım. Kaldı ki o da bu devletin yetkili ki-
şilerindendir...»
«Tamam, Bili, aferin. Bu tutumun çok yerin­
de. Yalnız ona neler söyleyeceğini iyi düşün. Sen­
den öğreneceği her şeyi on dakika içinde başkaları­
na anlatacağını akimda tutmalısın. Şimdi gelelim
Alün isteğine.»
Martin şaşkm şaşkın baktı. «Anlayamadım,
efendim.»
Al Donally oturduğu yerde kıpırdanmaya başla­
mıştı. «Siz telefon ettiğinizde o konuyu açacak za­
man bulamamıştık, efendim.»
Cumhurbaşkanı, kesin bir tavırla, «Ona iste­
diklerini söyle, Al,» dedi.
Donally Martin’e döndü. «Duyduğuma göre si­
zin şirkette Forville’le Monckton’m yabancı ülkeler­
deki tanıdıklarını, oralarda neler yaptıklarını birer
90/Şirket
birer açıklayan dosyalar varmış. İlk olarak onlara
bir göz atmak istiyorum.»
Martin yüzünün kızardığını hissediyordu. «O iş
çok tehlikeli, efendim,» dedi. «Bilemiyorum. Olabi­
leceğini sanmıyo...»
Cumhurbaşkanı kocaman ellerinden birini ha­
vaya kaldırarak onu susturdu. «Bundan sonrasını
Bill’le ikimiz konuşabiliriz, Al.» dedi. «İstersem seni
yine çağırırım.»
«Emredersiniz.» Donally yerinden fırladı, bah­
çeye açılan alçak pencerelerin yanındaki bir kapı­
dan dışarı çıktı. Kanat aralanınca arkadaki odadan
gelen daktilo sesleri işitilmişti.
Cumhurbaşkanı ellerini kavuşturdu, dirsekleri­
ni masaya dayayıp başını havaya kaldırarak öne
eğildi. «Bana bak, Bili, durumu gözden geçirelim ön­
ce. Ben nicedir seni kolluyorum biliyorsun. Benim
CİA başkanımsın sen. Buraya geldiğimden beri kim­
senin sana saldırmasına izin vermedim. Bunları
biliyorsun, değil mi?»
«Benim için yaptıklarınızdan ötürü minnet du­
yuyorum, efendim.» Gergindi Martin.
«Tamam öyleyse. Ne kadar minnet duyduğunu
göstermenin zamanı geldi şimdi.»
«İyi ama bu iş duyulursa ikimize de zarar ve­
rir, efendim.»
«Bok! Bundan böyle hiç bir şey zarar veremez
bana. Bırak da orasını ben düşüneyim. Beni kaygı­
landıran sana zarar verebilecek olan şeyler.» Cum­
hurbaşkanı babacan bir tavırla konuşuyordu şimdi.
«Sen aslında Primula Raporu’ndan kork, Bili. Baş­
ka hiç bir şeyden değil. Bu kentteki eşeklerin hep­
si öyle bir rapor olduğunu biliyor. Ancak içindeki­
leri yalnızca bir iki kişi biliyor. Biz de bu durumun
Şirket/91
böyle kalmasını sağlayacağız, Bil. Gelgelelim onu
yapabilmek için de buraya kendi adamımızı oturt­
malıyız. Bu göreve Monckton gelirse, ilk hafta için­
de senin bağırsaklarını deşer. Oysa Gilley benim sö­
zümü dinleyecektir. O da seni kollayacaktır yani. O
bakımdan bana güvenebilirsin.»
Anderson ayağa kalkmış, konuşmanın sona er­
diğini belirtiyordu. Bir takım manevralarla altedilip
çaresiz kaldığını hisseden Martin de ayağa kalktı.
«Sayın başkanım...» diye başladı.
«Ben biraz da Linda’yı düşünüyorum, Bili.»
Cumhurbaşkanının sözleri yoğun bir sis bulutu gi­
bi sarıyordu Martin’i. «Dominik’teki iş kongre so­
ruşturmasına kadar gidecek olursa karın da güç
durumda kalır. Kızın öyle bir şeyi yaşaması doğru
olmaz. O şimdi çocuk doğurup günlerinin tadını çı­
karmalıydı. Dinle, evlat, sen de dünkü çocuk değil­
sin artık. Linda ne zaman doğuracak? Canına yan­
dığımın, bu dünyadan göçmeden vaftiz babası ola­
mayacak mıyım ben?»
Martin öfkesini gizleyebilecek kelimeleri bul­
maya çalışıyordu.
«Doğrusunu isterseniz henüz bir tasanınız yok,
efendim. O dosya konusuna gelince...»
«Tasarıymış! Şimdiki gençler hep böyle za­
ten.» Anderson iri elleriyle Bill’in kolunu kavramış,
konuğu kapıya doğru yürütmeye başlamıştı. «Her
şey Allahın cezası tasarılara göre olacak. Linda
ateşli kızdır. Yürü hadi, evine git de çocuk yap! Oğ­
lan olursa adını da Esker koyarsınız. Bak o hoşuma
gider.» Kemerli çıkış kapısının tokmağını tutuyor­
du artık.
Martin cumhurbaşkanına döndüyse de Ander­
son işi boğuntuya getirmeye, Donally’nin isteğine
92/Şirket
karşı çıkılmasına fırsat vermeden Martin’i kapıdan
itmeye kararlıydı.
«Sen hiç üzülme, Bili. Gilley’le ikimiz seni kol­
layacağız. Sen de bizim için bu küçük iyiliği yapı­
ver. Linda’ya da sevgilerimi ilet.» Kapı açılmıştı; ke­
sintisiz bir zil sesi duyuluyordu. «Geldiğin için teşek­
kür ederim, Bili.» Kanat Martin’in arkasından ka­
panınca zil sesi de kesildi. Holde, telefon almacına
bir şeyler mırıldanan polisten başka kimse yoktu. O
da Martin’e bakıp konuşmayı kesti.
«Yolu bulabilir misiniz, efendim?»
«Bulurum, sağol.» Martin asansöre yürüyerek
düğmeye bastı. Öfkeliydi, öfkesine gem vurmak zo­
runda kalmıştı. Esker Anderson’ın amaçlarını giz-
leyememesi, incelikten yoksun oluşu bir kez daha
iğrendirmişti onu.
Zemin katın batı kapısından çıkınca arabası­
nın onu beklediğini gördü. Şoför, kuryenin bürodan
getirdiği evrakı uzattı. Martin büyük sarı zarfı açıp
içindeki kâğıtları hiç düşünmeden gözden geçirme­
ye başladı ama aklı daha önemli sorunlardaydı. Gil­
ley’le işbirliği yapacaktı tabii. Başka çaresi var mıy­
dı ki? Cumhurbaşkanı Primula Raporu’yla mahve-
debilirdi onu. Hem de kendisi hiç zarar görmeden.
Araba köprüden geçerken Martin yapılması ge­
reken şeyleri tasarlıyordu. Cumhurbaşkanı yardım­
cısının güvenini kazanmak için onunla bazı iş ko­
nuşmaları ayarlamalıydı. Adam bunca zamandır
her konunun dışında tutulduğuna göre karşısına çı­
kan fırsatlara dört elle sarılırdı herhalde.
Monckton ve Forville dosyalarını Donally’ye
vermenin tehlikeli olacağını biliyordu Martin. Bi­
rinden biri cumhurbaşkanı seçilecek olursa bunun
sonu neye varırdı? Öç almaya kalkarlarsa Martin’-
Şirket/93
in canına okur, Şirket’e de zarar verebilirlerdi. Peki
ama Donally’ye ‘Iıh, iş yok,’ demenin yolu? Sağ
ayağını arabanın külrengi halısına vurup duruyor­
du. Bir süre hiç bir şey yapmadan beklemeye karar
verdi.
Peki ya Beyaz Saray politikacılarının Gilley için
böyleşine kaygılanmaları ne anlama geliyordu?
Cumhurbaşkanı yardımcısının Cumhuriyetçilerden
birine yenileceğinden mi korkuyorlardı. Biraz da o
doğrultuda düşünmenin gerekli olduğunu seziyordu
Martin. Vali Forville’i bir düşünmeliydi. Ya da Ric-
hard Monckton’ı. Olacak şeyse tabii. Pek olacak şe­
ye de benzemiyordu ya.
Forville’le nasıl ilişki kurabileceğini tasarlama­
ya çalıştı. Forville’in adamlarından biriyle konuşa­
caksa en iyisi Tessler’di. Ansızın, bu işi nasıl bece­
rebileceğini fark etti. Tessler’i, Jack Atherton’m
onuruna vereceği yemeğe katılmak üzere Washing-
ton’a çağıracaktı. Tessler’in kendisini tam bir salon
erkeği saydığını öğrenmişti Martin. Çağıracağı öbür
konuklar da göz kamaştırıcı bir liste sayılırdı. Mut­
laka gelirdi Tessler.
Araba evinin önündeki kaldırıma yanaştığında
Martin kucağındaki evrakları okumamıştı bile. Yi­
ne de sıkıntısı epey hafiflemişti. Forville’in özel ha­
beralma örgütünün verebileceğinden çok daha
önemli bilgiler sağlayabilirdi Tessler’a. Şoför kapıyı
açarken Martin de kendisiyle bahse giriyordu; o
kurnaz Harvard profesörü de satın alınabilirdi. Ev­
rak çantasını kolunun altına kıstırıp arabadan çık­
tı, taş döşeli bahçe patikasından yukarı yürüdü.
Anahtarı kilide sokarken bir saniye kıpırtısızca
durdu ve Linda’nın evde olmaması için dua etti.
4 -

Linda ve Bili Martin’in evliliği Esker Ander-


son görevden ayrılacağını bildirmeden birkaç ay ön­
ce sallanmaya başlamıştı. Linda onun evine taşın­
madan başka kadınları da sevmişti Martin; gelge­
ldim Linda’nm yeri ayrıydı. Hemen ilk günlerde ev­
lenmekten söz etmişti ona. Yeniden evlenmenin za­
manı gelmişti. Fiziği ve sağlığı kusursuzdu gerçi;
görenler yaşının kırk bir, kırk iki olduğunu sanı­
yorlardı ama aslı aranırsa elliye yaklaşıyordu. İkin­
ci bir evlilik yapacaksa çok gecikmemeliydi artık.
Ve Linda’yı yıllardır yatıp kalktığı kadınların hep­
sinden daha dişi, daha doyurucu buluyordu. Başlan­
gıçta Martin’i çok şımartmıştı Linda; o da şımar­
tılmaktan çok hoşlanmıştı. Güneyli dilber havası,
ve telaşsız tavrıyla vazgeçilmez bir kadın olmuştu
Bili için. İyi bir ev kadını, usta bir aşçıydı. Gerek­
tiğinde bilgili bir aydın gibi konuşuyor, gerektiğin­
de susmasını bilen bir arkadaş oluyordu.
Martin evlilikten söz etmeye başladığında Lin-
Şirket/95
da henüz onun evine taşınmamıştı. Genç kadın önce
bu öneriye karşı çıkmışsa da Georgetown’a taşın­
makla erkeğe bağlandığını da göstermişti. Aradan
çok geçmeden düğün için tasarılar yapmaya başla­
dılar. Düğün Williamsburg’da yapıldı ve yalnız bir­
kaç yakın dost çağırıldı. Cumhurbaşkanı Anderson
kendi el yazısıyla bir pusula yazmış, bir tuğgeneral­
le yollayarak törenden hemen sonra genç çifte ve­
rilmesini istemişti. Anderson’larm düğün armağanı
olan yaldızlı antika ayna da birkaç gün sonra elle­
rine geçti.
Bili Martin düğünden az sonra karısında bazı
değişiklikler görmeye başladı. Evlenmeden önce Lin­
da ortak yönlerini, ve benzerliklerini göz önüne se­
rerdi hep. Ancak evlendikten sonra ortak yönlerini
değil de aralarındaki uyumsuzlukları görmeye baş­
ladı. Linda spordan, jimnastikten nefret ettiğini
açıkça söylüyordu şimdi. Oysa kocası jimnastik
yapmadan duramazdı. Linda politikadan başka bir
şey düşünmüyor, kendine toplum içinde önemli bir
yer edinmek istiyordu. Martin Washington’m top­
lum hayatından hiç hoşlanmaz, CIA başkanı oldu­
ğu için çağırıldığı yüzlerce kabul töreniyle yemeğe
gitmekten kaçınırdı. Gelgelelim şimdi, çağırıldıkla­
rı yerlere gitmekte diretiyordu Linda. Kendisi de
sık sık konuk çağırmaya başlamıştı; çok kez büyük
toplantılar düzenliyordu. Bill’in Georgetown’daki
küçük evinde sekiz kişi ancak yemeğe oturabilirdi
oysa. Linda daha büyük bir ev aramaya başladı. Ye­
ni tabak çatal takımları, yeni sofra örtüleri ısmar­
ladı.
CIA başkanmın karısı rolüne daha çok zaman
ayırabilmek için kısa bir süre sonra Beyaz Saray’­
daki işinden de ayrıldı. Çok geçmeden bir para so-
96/Şirket
runu doğdu evde. Martin para biriktiren erkekler­
den değildi. Aldığı aylık da bin sekiz yüz doları aş­
mıyordu. Linda parayı öyle rahat harcıyordu ki,
kocası, babasından kalan küçük mirasın anapara­
sını çekmeye başladı. Linda’mn harcamaları bitmez
tükenmez tartışmalara yol açıyordu artık.

Martin’in geç saatlara kadar büroda kalması


karısının onun için yaratmaya çalıştığı toplum er­
keği rolüyle de çelişiyordu; böyle olması kaçınıl­
mazdı. Martin birkaç dakika zaman kazanmak için
gece giyeceği şeyleri büroya götürmeye, orada so­
yunup giyinmeye başladı. Toplantılara çok geç ka­
lırsa Linda’nın onu korkunç bir öfkeyle karşılaya­
cağını biliyordu. Çağırıldıkları yerlere hiç gideme­
diği de oldu birkaç kez. Sonuç olarak karı kocanın
arasında çok çirkin sahneler geçti. Martin hemen
her konuda karısıyla çekişmek durumunda kaldığını
fark ediyordu. Evlenmeden önceki ilişkilerinde hep
edilgin davranan, karar vermeyi hep Martin’e bı­
rakan Linda şimdi isteklerinde diretiyor, onun ka­
rarlarını eleştirip eylemlerini küçümsüyordu.
Esker Anderson ölümcül bir hastalığa yakalan­
dığını açıkladığından beri Linda iyice içine kapan­
mış ve kocasından büsbütün uzaklaşmıştı. Heyecan­
la, umutla düşlediği toplantılara çağırıldığı halde
gitmiyordu. Eve konuk çağırmaktan da vazgeçmiş­
ti. Sigarayı arttırmış, eskisinden de çok içki içmeye
başlamıştı; çoğu günler ilk martiniyi öğle yeme­
ğinden önce hazırlıyordu artık. İnce gövdesi büs­
bütün incelmiş, kemikleri çıkmıştı. Martin karısı­
nın pek uyumadığını da biliyordu. İçkinin ve ya­
tıştırıcı ilaçların etkisiyle sabaha karşı ancak dalı­
yor, uykusunda kendi kendine konuşup boyuna
sağdan sola dönüyordu.
Şirket/97
Linda Martin içine kapanışının nedenlerini hiç
açıklamamıştı kocasına. Açıklamasına da gerek
yoktu. Olayların dizilişi, Esker Scott Anderson’ın
hastalığıyla Linda’nın sıkıntısının arasındaki ilinti­
yi açıkça gösteriyordu.
Karısı bu konuda hiç bir şey söylemediği için
Bili Martin önce itildiğini düşünerek kıskançlık duy­
muş, ardından da öfkeye kapılmıştı. Eski tartışma­
lardan sonra başarıyla kullandığı bazı yöntemlere
başvurarak Linda’nm sessizce katlandığı bu acının
duvarını aşmaya çalıştı. Ne var ki Linda kocasının
her yaklaşımını küçümsemeyle, ağır alaylarla karşı­
lıyordu.
Cumhurbaşkanıyla Linda’nm arasındaki ilişki- '
nin hiç bir zaman sona ermemiş olduğunu bir yılı
aşkın bir süredir seziyordu Bili Martin. Bir yıldır
hep kuşkuluydu. Kendisi sık sık kentten ayrıldığı
için Linda herhangi bir aşk ilişkisini kolayca sür­
dürebilirdi. Anderson’la buluşup buluşmadığı belli
değilse de adamı hâlâ sevdiği apaçık ortadaydı. Lin-
da’nm yanında olduğu saatlarda duygularını gizle-
yemez hale gelmişti Martin. Linda da kocasından her
gün biraz daha fazla nefret ettiğini açıkça belli edi­
yordu. Esker Anderson’m hastalanmasından koca­
sını sorumlu tutuyordu sanki; sanki cumhurbaşka­
nından ayrı kalmasına yol açacak olan oydu. Karı
kocanın birbirlerinden soğuyuşları gözle görülür,
elle tutulur bir nitelik kazanmıştı ama bu durumu
yaratan nedenleri ortadan kaldırmak Bili Martin’in
gücünün sınırlarını aşıyordu. Herkesten güçlü olan
ve ona iğrenç bir kişi gibi görünen Anderson’la boy
ölçüşemezdi. Linda’yı kazanmaya uğraşmayacaktı.
Karısı Esker Anderson için gözyaşı döküyorsa Bili
Martin o kadını istemezdi.
98/Şirket
Anderson hastalığını açıklamadan bir ay önce,
Bili Martin bir Virginia kentinin banliyösünde dü­
zenlenen tenis yarışmalarında Sally Atherton’la ta­
nışmıştı. İran elçiliğinin verdiği yemekli toplantıda
hem yenilip içilecek, hem de kapalı salonlarda te­
nis oynanacaktı. Toplantıya Martin’ler de çağrıl­
mışlardı, Atherton’lar da. Kongre üyesi Jack Ather-
ton’ın karısıydı Sally. Martin ilk anda fiziksel bir
çekicilik bulmuştu kadında. Sally’nin boyu Martin’-
in çenesine geliyor, düz sarı saçları güneş yanığı te­
ninin üstünde açık renk parıltılarla ışıldıyordu. At­
letik bir yapısı vardı; güçlü olduğu kadar dişi gö­
rünüşlüydü. Beli ince ve esnek, kolları yuvarlak, bi­
lekleri güçlüydü. Çıkık elmacık kemikleri yüzüne
güzel bir biçim veriyor, köşelerinde gülücük kırışık­
ları olan kahverengi gözlerini vurguluyordu.
Jack Atherton seçildiği günden beri Washing­
ton partilerinde sık sık rastlanan bir kişi olmuştu.
Eski Harvard arkadaşları, kongredeki meslekdaşla-
rı ve Washington lobicileri Atherton’ları her türlü
toplantıya çağırıyorlardı. Ne var ki güzel Sally ba­
ğımsızlığını ilan etmişti. Çağırıldıkları kabul tören­
leriyle partilere kocasını tek başına yolluyordu çok
kez.
Sally Atherton başkentte kendi bildiği gibi ya­
şamak niyetindeydi ve bu yaşam tarzında politika­
nın hiç yeri olmayacaktı. Duygularını kocasından
başka kimseye açmamıştı ama kocasının kongre
üyesi olmasına kesinlikle karşı çıkmıştı. Yine kim­
senin bilmediği ikinci bir nokta Atherton’ların
kendi aralarında vardıkları anlaşmaydı. Karı koca,
Jack Atherton kongre üyeliğine seçilmeden önce
karara varmışlardı. Jack politikacı olursa karısı da
gönlünce yaşayacaktı. Görünüşü kurtarmak için de
Şirket/99
normal bir karı koca gibi davranacaklardı. Mutlu
bir çift olarak görünmek ikisinin de işine geliyordu.
Jack kongre seçimlerinde adaylığını koyunca
Sally kocasının politik hırsı uğruna kampanyaya
bile katılmıştı. Bu adayın çok güzel bir kadınla ev­
li olan, övgüye değer bir insan olduğu imajını yay­
mak için gereken yerlerde görünmüş, halkın karşı­
sına çıkmıştı. Jack, San Diego seçimlerini büyük bir
çoğunlukla kazandığı gibi ondan sonraki seçimlerde
de kongredeki yerini korumuştu.
Yeni kongre üyeleri yemin ettikten birkaç gün
sonra, ağaçlıklı sokaklarla dolu olan eski George-
town’da bir ev buldular. Jack her zamanki temkin­
li tutumuyla evi yalnız iki yıllığına kiraladı. İkinci
kez de seçilince Atherton’lar aynı sokakta bir ev
satın aldılar.
Kısa bir süre sonra Sally bir sanat galerisinin
sahibiyle tanıştı; onun aracılığıyla da bazı ressam­
larla, eleştirmen ve resim öğretmenleriyle, fotoğraf­
çılarla. Bu insanların toplum içinde kendilerine öz­
gü, ayrı bir yaşam biçimleri vardı. Sally onların
dostluğunu heyecan verici buluyordu ama kendi seç­
tiği bu kişilere bile fazla yaklaşmıyor, araya bjr
uzaklık koymaya, kimseyle çok yakın arkadaş olma­
maya özen gösteriyordu.
Jack de kimsenin karısına benzemeyen bu gü­
zel kadının apayrı bir dünya kurmasıyla övünüyor­
du. Karısının soyut fotoğraflarını bürosuna asıyor,
Sally’nin onu da götürmeye razı olduğu sayılı sergi
ve açılışlarda karısına gururla arkadaşlık ediyordu.
İran elçiliğinin düzenlediği yemekli tenis par­
tisine katılmaya son anda karar vermişti Sally. Jack
Atherton çok sevindi. Tenis, kan kocanın paylaş­
tıkları ender eğlencelerdendi. Ne var ki Sally, Was-
100/Şirket
hington’daki tenis toplantılarının tenisle pek ilgili
olmadığını, partiye gider gitmez anladı. İçlerine on
tane tenis kortu sığdırılan iki büyük yapının ara­
sındaki camla örtülü bölmede çok zengin bir bar ve
büfe kurulmuştu. Dört profesyonel oyuncu bir nu­
maralı kortta kendi başlarına gösteri yaparlarken,
konukların çoğu yemek ve içkilerle, Washington
politikasıyla ilgileniyorlardı. Tenis maçını izleyen­
ler bile sayılıydı. Gelgelelim Sally Atherton eline
bir içki alıp barın yanında dikilerek havadan su­
dan konuşmaya razı olamazdı. Pencerelerden birin­
de boş bir koltuk buldu, tek başına oturup maçı iz­
lemeye koyuldu.
Tenis şortu ve tenis pabuçları giyen yakışıklı
bir erkek de az sonra onun yanma ilişti. Elindeki
sıcak meze ve havyar tabağını kadına uzattı, Sally’-
nin soğuk tavrına hiç aldırmadan gülümsedi.
«Programa göre biraz sonra sizinle maç yapmamız
gerekiyor,» dedi. «Benim adım Bili Martin.»
«Merhaba.» Sally belli belirsiz gülümseyerek
uzatılan yiyecekleri istemediğini göstermek için ba­
şını iki yana salladı. «Bana bunları yedirip oyu­
numu yavaşlatmak niyetinde misiniz?»
«İyi bildiniz.» Bili Martin bir sır verecekmiş­
çesine yaklaşmıştı kadına. «Bir şey söyleyeceğim
ama aramızda kalsın,» dedi. «Dünyanın parasını
harcayıp düzenledikleri bu güzelim eğlence çok sı­
kıcı değil mi?»
Sally Atherton öyle bir bakışla baktı ki karşılık
vermesine gerek kalmadı. «Siz böyle kepazeliklere
sık sık katılır mısınız?» diye sordu.
«Ne yazık ki katılıyorum. Ya siz? Sizi daha ön­
ce gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Güzel bir yüz
gördüm mü genellikle aklımda kalır da.»
Şirket/101
Sally utanmış göründü. «Ben hemen hiç katıl­
mam. Jack yalnız gezer çoğu zaman. Bugünkü top­
lantının eğlenceli olabileceğini sanmıştım. Yanılmı­
şım.»
«Sizin Galeri Alberta’da bir serginiz yok muydu
bu günlerde?»
Sally Atherton bu söze çok şaştı. «Evet, soyut
fotoğraflarımdan bazıları orada sergileniyor.»
«Nasıl gidiyor sergi?»
«İyi sayılır.» Sally bu adamın onun ilgilendiği
konularla ilgilenebileceğini anlayınca rahatlamıştı
sanki. «Bazı iyi eleştiriler çıktı. Resimlerin on bi­
rini de sattım. Bu sayı umduğumdan epey fazla.»
«Hepsi satılmadan ben de gidip göreyim bari.»
Gülümsüyordu Martin.
Sally adamın şu ünlü Bili Martin, CIA başkanı
Bili Martin olup olmadığını sormaya hazırlanırken
korta çağırıldılar. Onlara gösterilen korta doğru yü­
rürlerken, Jack Atherton karısına Martin çifti hak­
kında bilgi verdi. Sally, Linda Martinde eski patro­
nu Esker Anderson’m arasında bir ilişki olduğunu
ima eden kocasına biraz kızmıştı. Ancak işittikleri,
Martin’i daha ilginç bir erkek haline koymuştu, da­
ha ilginç, belki de daha kolay elde edilebilecek bir
erkek. Üç oyun oynadıktan sonra kortu başkalarına
bıraktılar ve dört kişilik bir masaya oturarak içki­
lerini ısmarladılar.
Linda Martin’le Jack Atherton hemen Esker
Anderson’dan, o günkü temiz su yasası tartışmala­
rındaki tutumundan, Jack’in, Meksika’dan kaçak
gelen işçilerin California’da tarım alanında çalışa­
bilmelerini öngören yasa önerisinden, California se­
nato seçimlerinden ve Jack’in politikadaki gelece­
ğinden söz etmeye koyuldular. Sally makineli tü-
102/Şirket
fek hızıyla sıralanan bu politik konuları birkaç da­
kika dinledikten sonra birinin ayağına bastığını
farketti. Eğilip baktı, Bili Martin onun ayağına vu­
rup duruyordu. Başını kaldırınca adamın kafasını
bir yana eğerek göz kırptığını gördü. Bir iki daki­
ka geçince izin isteyip masadan kalktı.
Kadınlar tuvaletinden çıktığında Bili onu eşik­
te bekliyordu. Başını sallayıp gülerek, «Onlar hâlâ
aynı konuyu konuşuyorlar,» dedi. «B zi saatlerce
akıllarına getirmezler. Sakin bir yerde birer içki içe­
lim mi.»
Şampanya içerken, birbirlerini yoklan, asma ge­
liştirdikleri ilk konuşmanın konularına dönmeye ça­
lıştılar. Gelgeielim İran elçiliğinin danışmanı bir­
kaç dakika sonra yanlarına sokulup ortalıkta görün­
meyen bir çiftin yerine maç yapıp yapmayacakları­
nı sordu. Üç oyun daha oynadılar, ardından da Lin-
da’yla Jack’in yanma döndüler. Onların b:zı kesil-
memişti hâlâ; yine politikadan söz ediyorlardı. Ev­
lerine dönerlerken Sally yeni tanıdığı bu ad. m n ar­
kadaşlığından gerçekten haz duyduğunu farketti.
Arabada otururlarken, karı koca, jatk Ather-
ton’ın yapacağı Asya yolculuğundan söz ettiler. Her
cumartesi kongre üyesi Albert Dunney ve karısıyla
tenis oynarlardı; o hafta için bir tenis arkadaşı bul­
mak gerekecekti. Sally kocasının yerine Mart.n’i ça­
ğırmayı önerince Jack Atherton kaşlarını havaya
kaldırdı ama ses çıkarmadı. Ve böylece, ertesi gün
Sally yeni arkadaşına telefon edip Bili Martin’l te­
nis oynamaya çağırdı. Martin de kadını görmeye
can atıyordu. Sally’nin sesini duyunca ondan ne
kadar hoşlandığını iyice anlamıştı. Cumartesi günü
öğle saatında Atherton’larm evine uğrayıp Sally’-
yi almaya söz verdi.
Şirket/103
Bili Martin, Sally Atherton’a iyice tutulduğunu
o cumartesi günü farketti. Kadının Georgetown’da-
ki evinden Riverbend Kulübü’ne giderlerken İran­
lIların düzenlediği eğlenceden söz ettiler. İkisi de
Linda’yla Jack’ın çok uygun bir çift olacaklarını
kabul ediyorlardı. Linda tenisten, daha doğrusu her
türlü spordan nefret ederdi. Jack’in politika me­
rakı onu mutlu etmişti. Linda’ya göre, Jack gece­
yi kurtarmıştı.
Sally, «Sen de benim kurtarıcım oldun,» diye­
rek gülümsedi. «Ben Washington’m toplum hayatı­
na ayak uydurabilecek kadınlardan değilim. Öyle
bir toplantıya gittim mi, gerçekten soluk alamıyo­
rum.»
«Ben on beş yıldır buradayım,» dedi Martin.
«Bir oksijen tüpü kullanmadan bütün bir gece o
abuk sabuk konuşmalara katılmayı ben bile başa­
ramıyorum hâlâ. Aslını söylemek gerekirse yıllarca
hiç bir toplantıya gitmedim ben.»
«Sonra neden başladın? CIA başkanı olduğun
için mi?»
«Hayır, karımdan ötürü. O toplantılara gitmez­
sek Linda çekilmez bir kadın oluyor. Partilere git­
tikçe canlanıyor sanki.»
«Jack de öyle. Gelgelelim ben ona katılmıyo­
rum. Ya yalnız gidiyor, ya kızkardeşini falan götü­
rüyor. Linda tutturursa sen onunla birlikte gitmek
zorunda kalıyor musun?»
«Gitmezsem arkasından gelen mızmızlığa ve
hırçınlığa katlanmak çok daha zor. Benimkisi ölüm­
lerden ölüm beğenmek.»
Riverbend Kulübü’nde yaptıkları maçta Mar­
tin herkesten iyi oyun çıkardı, üstelik arayı pek faz­
la açmamak için kendini tutmaya çalıştı. Yine de
104/Şirket
her oyunda Dunney’ler kaybettiler ve daha çekiş­
meli bir maç çıkaramadıkları için Sally’yle Martin­
den özür dilediler. Dönüşte, Dunney’ler hep birlik­
te Arlington’daki evlerine gidip birer içki içilmesi­
ni önerdilerse de Sally erkek arkadaşım erken bir
saatta karısına teslim etmeye söz verdiğini ileri sü­
rerek gitmekten kaçındı.
Bill’le ikisi kulübün otoparkından çıkarlarken,
«Seni dosdoğru evine bırakamam,» dedi erkek. «Be­
ni bu kadar erken göndermek zorunda değilsin. Lin­
da geç saatlara kadar eve dönmez. Bir yerde bir şey­
ler içip yemek yiyelim mi? Leesburg’dan pek uzak
değiliz sanıyorum.»
Sally, «Hayır, pek uzak değiliz ama birer içki
içip ayrılalım,» dedi. «Eve erken dönmek istiyorum
ben. Linda’yı da iyi kötü tanıdım. Seni niçin geç
saatlere kadar sokaklarda gezdirdiğimi açıklamak
zorunda kalmak hiç işime gelmez.» Leesburg’a ka­
dar hemen hemen hiç konuşmadılar.
Eski bir hanın birahanesinde gözden uzak bir
bölme buldular. Bölmenin yan duvarlarıyla tavanda­
ki mertekler hep elle oyulmuştu. Madeni bardaklar
ve pirinçten yapılmış küçük eşyalar on sekizinci yüz­
yıldan beri müşterilerin elinde geziyor, hana, mut­
faktan çıkan tatsız yemekleri bağışlatan bir hava
veriyordu. Mumlar, mum alevlerinin arkasında par­
lak pirinç yansıtıcılar tahta masayı loş bir ışıkla
aydınlatmıştı. Bili Martin kadının karşısına geçece­
ğine onun oturduğu tahta sıraya yerleşti. Birbirleri­
ne bakmak için yan döndüklerinde çıplak bacakları
Sally’ninkilere değiyordu.
«Yemek için bir masa ayırtayım mı? Kalmak
istemediğine emin misin?»
«Sağol, Bili, olmaz. Gerçekten kalamam. Jack
Şirket/105
burada olmadığına göre en iyisi eve dönmek. Ben
cin-tonik içerim.»
Martin on sekizinci yüzyıl kılığıyla hizmet eden
kıza içkileri söyledi.
«Jack yolculuğa çıkınca sen hep evde mi oturur­
sun?»
Sally karşılık vermeden önce bir an düşündü.
«Hayır, bu hafta durum değişik. Jack’le ikimiz,
evliliğimizi cambaz ipi haline getirdik, onun üstün­
de duruyoruz. Dengeyi bozacak bir şey yapmak is­
temiyorum.»
«Dengeyi mi?» Martin şaşırmıştı.
«Son zamanlarda sorunlar gittikçe arttı ne ya­
zık. Bu yolculuk çok kötü bir zamana rastladı. O
gitmeden önce her şeyi kararlaştırabileceğimizi um­
muştum ama olmadı. Jack dönünce pek çok şey an­
laşılacak?»
«Sen nasıl oy kullanacaksın?» Bili Martin bu
özel soruyu yumuşatmak için gülümserken servöz
kız büyük bardaklardaki soğuk içkileri, içkilerin ya­
nı sıra da küçük bir sepet krakerle minik bir çöm­
leğin içine doldurulan peyniri getirmişti.
«Bazan, dostluğumuzu bozmadan, işi uzatma­
dan boşanıversek diyorum. Gelgelelim bu öyle çap­
raşık bir konu ki neyin doğru olduğuna karar ve­
remiyorum bir türlü. Birbirimize karşı hıncımız yok.
Bizimkisi öyle bir durum değil. Birçok bakımdan,
Jack geçinilmesi kolay bir insandır. Benden hiç bir
şey istemez, hiç bir şey beklemez.»
Dirseklerini masaya dayadı, uzanıp bir peçete
alarak kâğıdı katlamaya başladı.
«Evleneli çok oldu mu?»
«Doğduğumdan beri evliymişim gibi geliyor ba­
na. Tanıştığımızda on yedi yaşındaydım. On seki-
106/Şirket
zimde evlendik. Jack, Harvard’da hukuk okuyordu.
Ben de Radcliffe’in birinci sınıfındaydım. İkimiz de
aynı lokantada yemek yerdik sık sık. Orada tanış­
tık. Jack’i tanıdığım günlerde bir dost gerekliydi
bana; duygusal bakımdan sığınabileceğim biri ge­
rekliydi. Jack bu gereksinimlerimi karşıladı. O yıl­
larda bayağı güzeldim ben; eve dönerken peşime sü­
rüyle erkek takılırdı.» Martin’e bir göz attı çabu­
cak, sonra da katlayıp durduğu kağıt peçeteye dik­
ti bakışlarını. «Manhasset’te, genç kızlar aileleri ta­
rafından korunurlar. O yüzden Cambridge’deki sal­
dırılarla baş edecek şekilde yetişmemiştim, ne yapa­
cağımı bilemiyordum. Jack benim koruyucum oldu
yani.»
Martin şakacı bir tavırla söylendi: «Bana pek
romantik gelmedi bu iş.»
«Değildi. Ben de on beş yaşımdan beri, roman­
tik ilişkilere girdiğimden duygusallıktan bıkmıştım
zaten. İstediğimden fazlasını yaşamıştım onların.
Jack beni o baskıdan kurtardı. Sekiz on kere çıkıp
gezdik de ancak ondan sonra öptü beni. Balayma
çıkıncaya kadar da yatmadık.» Sally de alaycı bir
havayla gülümsedi. «Jack normal Amerikan erkek­
leri gibi güçlü ve çapkın değildir. Doğrusu o sırada
ben de cinsellik merakında değildim. Cinselliğin be­
nim için asla heyecan verici olamayacağına inan­
mıştım.» Başını çevirip bir başka bölmede oturan
genç çifte baktıktan sonra fısıltı denebilecek bir
sesle sürdürdü. «O inancım evlendikten tam bir yıl
sonra değişti.»
«Neden? Jack o konuda bir kitap mı okumuş?»
Bill’in sesinde belirgin bir alay vardı.
«Hayır. Üzülerek söyleyeyim ki inancımı değiş­
tiren başka bir erkekti.» Kafasını kaldırıp dosdoğ-
Şirket/107
ru Martin’in gözlerinin içine baktı. «Biz evlendik­
ten az sonra Jack hukuk bitirme sınavlarını verdi
ve bir deniz piyade birliğine alındı. Ardından da
Kore’ye yollandı. Güz başında ben de öbür öğren­
ciler gibi yatakhaneye döndüm. Parmağımdaki pı­
rıltılı nikah halkası bir yana bırakılırsa öbür öğ­
rencilerinden hiç farkım yoktu.»
«O yüzük Harvard’daki korkusuz kadın avcıla­
rını uzaklaştırmaya yetmedi mi?»
(Her zaman değil. Biz’m İngiliz edebiyatı bö­
lümünde bir adam vardı, yüzüğe hiç önem vermi­
yordu. Ş;mdi düşünüyorum da, Jim sana çok ben­
ziyordu aslında. Yalnız onun güzel bir bıyığı vardı.
Yaşı da otuza yakındı sanırım.»
«Ona mı âşık oldun?»
«I utuldum demek daha doğru olur. Evlendik­
ten sonra eski güvensızLk duygularından kurtul­
muştum. üstümdeki oask ıa kalkmışt-; daha rahat
bir insan olmuştum artık. Daha rahat ve daha me­
raklı. Onun çın de bük-ç kere Jim’le gezme e çık­
tım. Cinselliğin çok güzel bir şey olduğunu söyler­
di boyuna. Ben de benim için çok korkunç bir şey
olduğunu "â dedim. O g ne kadar edind:ğim deney­
ler, Jack’ie geçirdiğimiz haftalar bana bu inancı
vermişti. Benim için sonuç sıfırdı hep. Sonunda,
Jlm’in söneceklerini kan-1 lamasına izin verd'm.»
Martin elini Sally’nin parmaklarının üstüne
koyarak kad nm elini ok adı. Sally, bu hareketin
söylemek istediği şeyleri bitirmesine engel olaca­
ğını düşiinürcesine elini çekti hemen.
Martin yumuşacık bir sesle sordu: «Gerçekten
güzel oldu mu?»
«Tanıdığım erkeklerin içinde, sevişmeyi kendi­
ne değil eşine adayan tek erkek odur. Aslında ona
108/Şirket
çok şey borçluyum herhalde. Gelgelelim bu ilişki
bana öyle büyük bir suçluluk duygusu veriyordu
ki sonunda onunla buluşmaktan vazgeçtim, bir koza­
nın içine kapanarak Jack’in dönüşünü beklemeye
başladım. Yine de, o eşsiz adamı hiç unutmayaca­
ğım.»
«Jack dönünce ne oldu?» Kadını konuşmaya
zorluyordu. Martin.
«Jack göğsü nişanlarla dolu bir kahraman ola­
rak döndü. Ne var ki San Diego’daki ‘mutlu’ kavuş­
mamız korkunç oldu.» Sally’nin yüzü o günlerin
kötü anılarını yansıtıyordu.
Bili, «Ne oldu?» diye diretti.
«Ben artık o toy üniversiteli değildim tabii.
Aradan geçen zaman içinde çok düşünmüştüm, ol­
gunlaşmıştım. Nasıl yaşamak istediğimi kesin ola­
rak biliyordum artık. Nasıl bir insan olmak istedi­
ğimi de biliyordum. Yine Jack’in kanadının altına
sığınmak rahatlık ve huzur sağlardı gerçi; gelgele­
lim ben kocamla eşit olmak niyetindeydim. Şimdiki
Kadın Hakları akımının öncülüğünü yaptım yani.»
Gülmeye çalıştı.
Bili de gülümsedi. «Senin bağımsız bir kadın
haline gelmen Jack’i şaşırttı mı?»
«Sık sık mektup yazardım ona; düşüncelerimin
hangi doğrultuda geliştiğini anlaması gerekirdi ama
anlamamış. Jack ikimiz adına karar vermişti. Nere­
de oturacağımızı, kiminle çalışacağını, kongre se­
çimlerinde adaylığını koyacağını falan hep karar­
laştırmıştı. Bana nasıl yaşamak istediğimi sorma­
ya bile gerek duymadı. San Diego’daki bir hukuk
şirketinde iş bulmuş, La Jolla’da satın alacağı evi
bile seçmişti. îlk taksidi ödeyebilmesi için anasıyla
babası yardım edeceklerdi. Raflara döşenecek kâ-
Şirket/109
ğıtlarm seçimini bana bıraktılar neyse ki. Başka
hiç bir konuda söz hakkım olmadı.»
Martin, «Öyle yapmaları herhalde çok hoşuna
gitmiştir,» diye söylendi alayla.
«Ben senden ayrılıyorum dedim. La Jolla’daki
evini, kongre üyeliğini falan bir tarafına sok, ben
yokum dedim. Tartışmalar oldu, epey gözyaşı dö­
küldü, bana yalvarmaya başladı. Sonunda bazı şey­
lere söz verdi. Onun yanında kalırsam istediğim gi­
bi yaşamama ses çıkarmayacaktı. Kabul ettim. Bu
anlaşmaya North Island Antlaşması dedik. O gürül­
tülü sahneler olduğunda ‘ikinci balayım’ geçirmek
için North Island’daki bir otele gitmiştik. Geriye ba­
kınca anlıyorum ki ayrılırım demem de blöften baş­
ka bir şey değilmiş. Başımı alıp gidecek yürek yoktu
bende. Aslında kendime güvenim de yoktu ama Jack
onu bilmiyordu.»
«Demek o günden beri gönlünce yaşıyorsun.»
«Aşağı yukarı. Ben onun yanında kalmayı ka­
bul ettim, Jack de bana hiç karışmayacağına söz
verdi. Yalnız mesleğine ya da politikadaki başarı­
sına gölge düşürmemeye dikkat etmek zorundayım.
Bunu akılda tuttuğum sürece ne istersem, kiminle
istersem yapabilirim. Jack hiç karışmaz; eleştirmez
bile. Eksik olmasın, verdiği sözü tutuyor gerçekten.»
Bili Martin gırtlağını temizledi. «Bu onun er­
keklik gururunu, cinsel gücünü etkilemiyor mu?
Kendisini bir koca olarak görebiliyor mu hâlâ?»
Sally parmağını bardağının kenarında gezdir­
di. «Jack Atherton’la karısını bir arada tutan şey
cinsellik değildir ki. Jack günün birinde cumhur­
başkanı olmayı umduğu için sürüyor bu evlilik. Bi­
raz da ben yalnız yaşamaktan korktuğum için. Hep­
si bu. Jack’in ailesinde bir sürü misyoner var. Cin-
110/Şirket
sellik ve evlilik konusundaki düşüncelerinde onla­
rın etkisi altında kalmış sanırım. Jack için ne ka­
darı gerekliyse, bizim aramızda yalnız o kadar cin­
sellik vardır. O da pek fazla değil.»
Martin, çam tahtasından yapılmış olan masa­
nın damarlarını parmağıyla izleyerek, «Herhalde
senden ayrılmak istemiyordur,» diye söylendi usulca.
«İstemiyor ama çelişen duygular içinde. Guru­
ru, ‘arkadaşlar ne derler’ kaygısı benimle evli kal­
masını söylüyor. Öte yandan, hiç bir zaman Cum­
huriyetçilerin cumhurbaşkanı adayı olamayacağını
da anlamaya başladı. Üstelik boşanmak pek büyük
bir ayıp sayılmıyor artık. Ben olmasam da San Di-
ego’dan kongre üyesi seçilir. Ayrıca da son zaman­
larda benimle pek rahat değil, içten içe onunla alay
ettiğimi sanıyor.»
Servöz kız ikinci içkileri getirdi.
Bili, «Alay ediyor musun?» diye sordu.
«Hayır, etmiyorum aslında. Bildiğim kadarıyla,
onu kıracak hiç bir şey yapmıyorum. Sen benim ve­
rip veriştirmeme de bakma. Doğrusunu söylemek
gerekirse sanırım benim en iyi dostum Jack’dir. Yal­
nız karı koca olarak pek başarılı değiliz. Bir çok ba­
kımdan... Jack’den ayrılmak... çok zor olacak...tı.»
Ansızın sesi değişti. «Ama sen bunları bilmezsin de­
ğil mi, Bili? Linda senin ilk karın sanırım.»
«Hayır. Savaş yıllarında kısa süren bir evliliğim
oldu. Karım öldü.»
Sally, «Çok üzüldüm,» diye mırıldandı.
«Çok eski bir olay.» Dümdüz bir sesle konuşu­
yordu Martin. «Karım Arjantinliydi. Orada tanış­
tık. Bir araba kazasında öldü.»
«Senin için çok acı bir şey.»
«Çok uzun bir süre acı çektim, evet.»
Şnrket/111
«Anladığıma göre onunla mutlu olmuştun.»
«Evet. Topu topu altı ay evli kaldık; birbiri­
mizi sürekli olarak göremezdik bile. Ben çok zaman
yolculuğa çıkıyordum, o da çalışıyordu. Yine de gü­
zel bir evlilikti. Yaşasaydı daha da güzelleşebilirdi.»
Eski konuya dönmeye çalışarak, «Jack’den ayrılır­
san ne yapacaksın?» diye sordu. «Washington’da ka­
lır mısın?»
«Bilmem. Nerede ekmeğimi kazanabilirsem ora­
da otururum herhalde. Neyse, bunlar ileride düşü­
nülecek şeyler. Ne yapacağıma karar bile vermedim
daha.» Birden toparlanarak, «Onun için de şimdi eve
dönmek zorundayım, Bay Martin,» diye söylendi.
«Sen de beni kapının önünde bırakıp hemen uzak­
laşmak zorundasın.»
«Bu kadar ölçülü davranmanı anlamıyorum,
Sally. Benim ne kusurum var?»
«Herkesçe tanınan bir devlet memuru olduğu­
nu — ve herkesin tanıdığı bir kann olduğunu —
bir yana bırakırsak, hiç bir kusurun yok. Aslı ara­
nırsa çok hoşuma giden yanların da var. Ancak ben
kararımı verdim. Jack’le aramdaki ilişkiye belli bir
çözüm getirmeden işleri büsbütün karıştırmayaca­
ğım. O yüzden seni tenis oynamaya bile çağırma-
yacaktım az kalsın. Sonra Jack’le konuştum, o ça­
ğırmamı yanlış bulmadı. O istemeseydi çağırmaz-
dım.» Bir an duraladı. «Hem dur bakayım, İranlI­
ların gecesinde senin yanında Linda Martin adın­
da biri yok muydu?»
Kadının şakası gerginliğe son verdi, Martin kıs
kıs güldü.
«Adı yabancı gelmiyor. Siyah saçlı bir kadın
mıydı?»
«Evet, iyi hatırladın.»
112/Şirket
«Bana birkaç dakikanı verirsen o durumu
açıklayabilirim.»
«Korkarım ki zamanım kalmadı, Bay Martin.
Acıklı hikâyenizi bir başka gün anlatırsınız. Bugün
sıra bendeydi. Bilir misin, ilk kez anlattım bunları.
Dinlediğin için teşekkür ederim.» Bili Martin hesa­
bı isterken o da çantasından dudakboyasım çıkar­
dı.
İki yanı ağaçlıklı Georgetown yolunda ilerler­
ken hemen hiç konuşmadılar. Yalnız Bili kadının
elini sımsıkı tutmuştu.
Langley’deki CIA kampüsünden geçerken Bili
birkaç soru daha sormaya karar verdi.
«California’dayken nasıl yaşıyordun, Sally?
Jack kongre üyeliğine seçilmeden önce yani.»
«Genellikle Jack kendi yoluna giderdi, ben de
kendiminkine. Fotoğraf çekmekten hoşlanıyordum;
birkaç kursa gittim, evde kendime bir karanlık oda
yaptım. Evimiz denize yakındı, deniz sporları da
yapardım. Eğlence olsun diye yağlıboya tablolara
çalıştığım da oldu. Jack de hukukla, politikayla uğ­
raşırdı.»
«Seçim kampanyasında yardımın oldu mu?»
«Evet, hiç hoşuma gitmediği halde onu da yap­
tım. Toplantılar, kahve içerek geçirilen saatler, ora­
dan oraya dolaşmalar falan... Oranın halkı, beni
kongre üyesinin güzel sanatçı karısı olarak görür.
Jack’le evli kaldığım sürece anlaşmanın o maddesi­
ne de bağlı kalacağım.»
«Bir iş sözleşmesinden konuşur gibisin.»
«Evet, bizimki bir iş sözleşmesi aslında. Karşı­
lıklı bir anlaşma. Böyle olması övünülecek bir şey
değil ama evlilikleri hesaba, mantığa ve çıkarlara
dayanan kadınların sayısı da az değil.»
Şirketim
Erkeğin yüzüne bakıyordu bunları söylerken,
Martin mavi Fiat’ı eskiden kalma görkemli evlerle
dolu ağaçlıklı sokağa sokarken gülümsedi.
«Atherton’larm evine geldik,» diye söylendi.
«Keşke yol biraz daha uzun olsaydı. Seni ne zaman
arayabilirim, Sally?»
«Lütfen, Bili, bu haftayı bir atlatalım. Bakalım
Jack dönünce neler olur.»
«Sen beni arama, ben seni ararım demeye ge­
tiriyorsun galiba,»
«Evet, öyle. Üzülme, yine görüşeceğiz.» Uzanıp
erkeği yanağından öptü. O kısa öpücük çok anlam­
lı olabileceği gibi hiç bir anlam taşımayabilirdi.
Bahçe yolunu koşarak geçti, kapının kilidini çevi­
rip el salladı.
Martin ön kapının kapanmasını bekledi, sonra
da yola koyuldu. Yıllardan beri böyleşine canlı his­
setmemişti kendini.
5

Beyaz Saray’dan birkaç sokak ötede, Kuzeyba­


tı G Sokağı 1839 numaraya rastlayan köşede, ka­
pısına, sayıları hiç de az olmayan taş basamaklar­
dan çıkılan eski bir ahşap yapı vardır. Tıpkı Was-
hington’m geçkin ev sahibeleri gibi, henüz boyan­
mış olduğu halde ileri yaşın çöküntüsünü gizlemesi
olanaksızdır. Victoria mimarisini yansıtan kuleleri
sıkı korseler içinde dimdik yükselir, çevresini saran
yeni apartmanlara ve aşağıdaki sokağın günlük
hayhuyuna tepeden bakar. Havasıyla bile toplum­
sal üstünlüğünü belirtir Kulüp.
Sokak kapısının üst yarısı dantel perdeler ge­
çirilmiş camlardan oluşur. Alt yarıdaki kabartma
tahtalardan birine, kulpundan çevrilerek çalman
bir eski zaman zili yerleştirilmiştir. Zil sesi duyu­
lunca, beyaz servis ceketinde, siyah pantolon ve si­
yah papyonunda en küçük bir leke bulunmayan, kır
saçlı, tepesi dazlak, yetmiş yaşlarında ufak tefek
bir adam kapıyı açar. Girişteki dar koridorda, mo­
deli yıllar önce seçilmiş olan siyah üniformalı ve ko­
lalı beyaz önlüğüyle gelen kır saçlı kadın hizmetçi
karşılar girenleri.
Şirket/115
G Sokağı Kulübü, üyeleriyle üyelerin konukla­
rına eski zamandan kalma rahat odalar, seçme yi­
yecekler ve içkiler verebilir. Evleri ya da apartman
katları, zorunlu konuklar listeleri yahut toplumda
yer yapma umutlan kadar geniş olmayan kimseler
çok kez orada parti verirler. Bu Washington parti­
lerinde bir de onur konuğu bulunmazsa olmaz. As­
lında onca insanı oraya toplamanın gerekçesi onur
konuğunun varlığı değildir ama bunu ne ev sahip­
leri açıklar, ne de konuğun kendisi.
Bili Martin bir parti vermeyi aylardır düşünü­
yordu. Hem onları daha önce çağırmış olan kişi­
lere borcunu ödemek için, hem de kongrede sözü ge­
çen önemli kongre üyeleriyle, Beyaz Saray görevli­
leri ve Washington diplomatlarıyla dostluğu tazele­
mek amacıyla. Martin’in çağırmayı düşündüğü ki­
şilerin çoğu kongre üyesi olduklarına göre, onur ko­
nuğu olarak Jack Atherton’dan iyisi bulunamazdı.
Böylece, Sally Atherton’ı da bir daha görebilecekti.
Atherton kongrenin Haberalma Denetim ve Ödenek­
ler komisyonunda görev yaptığından, eğlence mas­
rafları da Şirket’in bütçesinden, ‘meclis üyeleriyle
ilişkiler’ faslından ödenebilirdi. Martin’in aldığı ay­
lıkla geçinmek zorunda olan biri için bu da önem­
liydi.
Profesör Cari Tessler oldukça geç yollanan da­
vetiyeye karşılık verip geleceğini bildirince, Martin’­
in bu eğlenceyi düzenlerken güttüğü kişisel amaca
bir de politik amaç eklenmiş oldu.
Simon Cappell eğlenceden birkaç hafta önce G
Sokağı Kulübü’nün planını çizdi, yemek salonunu,
onar kişilik masaların çevresine yerleştirilen iskem­
leleri birer birer işaretledi. Martin çağırmaya karar
verdiği kişilerin listesini her akşam evine götürü-
116/Şirket
yor, kimin nereye oturtulacağını büyük bir dikkat­
le kararlaştırıyordu. Sonunda davetiyeler bastırıldı
ve bürodan postaya atıldı.

MERKEZİ HABERALMA BAŞKANI


ve
BAYAN MARTİN
VERİLECEK OLAN AKŞAM YEMEĞİNİ ONUR­
LANDIRMANIZI RİCA EDERLER.

CIA’nm kartografi bölümünde çalışan bir ka­


ligrafi memuru haritaları bir yana bırakıp daveti­
yelerin boş yerlerini doldurmak emrini aldı. Konuk­
ların ne kılıkta gelecekleri, alt köşedeki ‘siyah pap­
yon’ kelimeleriyle belirlenmişti. Erkekler smokin,
kadınlar uzun tuvalet giyeceklerdi.
Kimin gelip kimin gelmeyeceği belli olunca Si-
mon’m elindeki oturma planına yeni işaretler ya­
pılıyor, bazı adlar silinip yeniden konuk listesine ba­
kılıyordu. Çağırılanlardan biri gelemeyeceğini bil­
dirirse yedek listenin ilk sırasındaki kişiye bir da­
vetiye yollanıyordu çabucak. Ardından da oturma
planı bir kez daha değiştiriliyordu. Protokole sıkı sı­
kıya bağlı kalmak zorunluydu çünkü.
Oturma planı, yemeğin verileceği günden dört
gün önce son ve kesin biçimini aldı. Sonra da kü­
çük beyaz kartlara konukların adları basıldı. Bu
kartlar zarflara yerleştirilecek ve kulübün girişin­
de hazır tutulacaktı. Her kartın üstünde, masayı
simgeleyen bir yuvarlak, masanın çevresindeki is­
kemlelerin numaraları ve kapıyı gösteren bir işaret
vardı. X işaretli kırmızı bir yazı konuğun kaç nu­
maralı masaya oturacağını belirtiyordu. O kartlar
olmasa, Washington sosyetesi kolay kolay yolu bu­
lamayabilirdi.
Şirket/117
Washington partilerinin acemisi olmayanlar,
önce kendi kartlarındaki masa numarasına, sonra
da masaların ortasındaki çiçeklerin üstüne konan
numaralı kartonlara bakarak yerlerim bulurlar. Bir
masaya oturması gereken herkes yerini alınca gar­
sonlardan biri çiçeklerin üstündeki kartonu alıve-
rirdi.
Davetiyelerde, küçük beyaz kartlarda ve elle
yazılmış olan yemek listelerinde CIA’nm dört renk­
li amblemi vardı. Taşradan gelen konuklar her za­
man ele geçmeyen bu andaçları ceplerine ya da
çantalarma atarlardı. Bazıları yemek listesini ma­
sada dolaştırır, masa arkadaşlarının listeye imza
atmalarını isterlerdi. Masada ünlü bir politikacı
varsa bu istek daha sık yinelenirdi.
Simon Cappell ilk konuklar gelmeden bir saat
önce her şeyi gözden geçirmiş, sonra da oturma pla­
nını, kartları ve konuk listesini girişte bekleyen
uşağa vermişti. Bili Martin’le karısı birkaç dakika
sonra kapıdan girdüer. Kır saçlı kadm hizmetçi
paltolarını aldı. Martin kemerli kapıdan geçip ye­
mek salonuna giderken Linda oturma salonuna,
bir başka yetmişlik ihtiyarm hizmet ettiği bara yö­
nelmişti.
Kare biçimi yakası derince oyulmuş, bol kollu,
pırıltılı siyah kumaştan yapılmış bir tuvalet giyi­
yordu Linda. Siyah saçlarını arkasına toplayıp to­
puz yapmış, topuza, beyoğlu taşlarıyla bezenmiş bir
toka takmıştı. Başka hiç bir takısı yoktu. Gözleri­
nin çevresi mavinin değişik tonlarına boyanmıştı.
Bedenine yapışan düz siyah tuvalet köprücük ke­
miklerinin sivriliğini vurguluyor, Linda çok zayıf
ve gergin görünüyordu. Hareketleri sinirliydi, te­
laşlıydı.
118/Şirket
Barmen bir martini uzattı, Linda adama tek
söz etmeden içkiyi aldı. Kocasının peşinden gidin­
ce Martin’i yemek salonundaki altı masanın orta­
sında buldu.
«Çiçekleri kim aldı?» diye sordu.
«Sanıyorum kulüpten aldırdılar. Giderken eve
götürmek ister misin?»
«Alay mı ediyorsun? Ben bu geceyi elimden
geldiğince çabuk unutmak isteyeceğim. O Allahın
cezası dans işini akıl etmesen olmazdı sanki. Hani
erkence dağılmaya çalışacaktık? Dans etmeyi çı­
kardın, herkes ikiye kadar kalır artık.» İğneleyici
bir sesle sordu: «Sen kimi etkilemeye çalışıyorsun
kuzum?»
Martin öfkelenmemeye kararlıydı. «Güzel olur
diye düşünmüştüm. Konuklarımız dans etmekten
hoşlanırlar sanıyorum.» Karısına sokularak, «Ken­
dini bırak da eğlenmeye bak,» diye söylendi.
Yemekten sonra dans müziği çaldırmayı son
anda düşünmüştü Martin. Böylece, başkaları camlı
terasta — o eski yapının tek çağdaş bölümü olan
dans salonunda — dans ederlerken kendisi Profe­
sör Cari Tessler’i bir köşeye çekip Forville’in cum­
hurbaşkanlığı konusunu açabilecekti. Ne var ki ta­
sarısını karısından gizliyordu. Çünkü Linda Mar-
tin’e anlattıklarının bütün ayrıntılarıyla Esker An-
derson’a iletilmeyeceğinden emin olamazdı artık.
Martin kendi oturacağı iskemlenin sağındaki nu­
maralı kartı düzeltip gülümsedi. Sally’yi tenis oy­
nadıkları günden beri görmemişti. Birkaç hafta
geçmişti aradan. Sally’nin sağma, kongre üyesi At-
herton’m Harvard’daki eski profesörü Cari Tessler
oturacaktı. Tessler’in sağma da yeni Finlandiya el­
çisinin karısı Madam Ritaka. Bayan Ritaka için
Şirket/119
özel olarak seçilmişti o yer. CIA’nın sınırsız kaynak­
ları yanlış bilgi vermemişse, Madam Ritaka kendi
dilinden başka dil bilmiyordu. Cari Tessler de Fin­
ce konuşmazdı. Tessler’in ilgisini dağıtacak hiç bir
şey olmamalıydı bu yemekte. Martin onu sağlama­
ya kararlıydı; ama hakça, ama hileyle.
Simon Cappell yemek salonuna girerek onur
konuklarının geldiğini haber verince, Martin, yar­
dımcısını Linda’yı aramaya yolladı. Karısının da
kapıda durması gerekiyordu artık.
Atherton’lar paltolarını çıkarmış kemerli kapı­
dan geçiyorlardı. Sally, dolgun göğüslerinin çizgi­
lerini ortaya koyan, yere kadar dümdüz inen,
omuzları açık beyaz tuvaletiyle gerçekten gözalı-
cıydı. Onun tek süsü de kolundaki örme altm bile­
zikti.
Martin bu kadına karşı daha önce de istek duy­
muştu. Şimdi, güneş yanığı teniyle ve bütün güzel­
liğiyle karşısında bulunca o istek göğsünde bir boş­
luk yaratmış, hemen doyurulması gereken fiziksel
bir açlık halini almıştı. Evliliğinin sona erdiğini
kesin olarak biliyordu artık. Ve bu bilgi kadına kar­
şı duyduğu isteğe yeni bir nitelik kazandırmıştı.
Martin konuklarını G Sokağı Kulübü’nün sa­
lonuna alırken Linda dopdolu bir kadehle çıkıp
geldi.
«Sizi gördüğüme çok sevindim,» diye söylene­
rek yanağını Jack Atherton’m yanağma dayadı.
Ardından da Sally’ye döndü. «Bu tuvalet de gü­
neş yanığı omuzları göstermek için yapılmış doğ­
rusu.»
Sally gülümsedi. «Paskalya tatilinde Jack’le
ikimiz Palm Springs’e gitmiştik. Orada yandım.»
«Belli,» dedi Linda. «Besbelli.» İçtiği içkilerin
120/Şirket
etkisi altındaydı şimdiden; dili peltekleşiyordu.
«Ben nicedir güneş yüzü görmedim. Oysa bizim
CIA başkanı Florida’dan yeni döndü. Ama o iş için
gitmişti tabii. İş yolculuğu. Yine de onun rengi hiç
ağarmıyor. Gelgelelim ben hep buradayım, hep bu­
radayım.»
Jack Atherton kıs kıs güldü. «Sen bütün Was­
hington kadınlarının söylediğini söylüyorsun, Lin­
da. Çocuklar, bu akşamki eğlence için size teşek­
kür ederim. Yakın dostlarımızın birçoğunu çağırdı­
ğınız için ayrıca sevindik.»
Martin, «Biz de bu fırsatı verdiğiniz için teşek­
kür ederiz,» diye söylendi. «Simon’m dediğine ba­
kılırsa şurada, piyanonun önünde durup gelenleri
karşılamalıymışız. Umarım bu formalite sizi sık­
maz.»
Garson bir tepsiye doldurduğu çeşitli içkileri
getirdi. Küçük kümeler halinde yerleştirilmiş skoç
viskisi, Amerikan viskisi, portakal suyu ve marti­
ni bardakları.
«Skoç lütfen.» Garson tepsiyi çevirerek skoç
bardaklarını Jack Atherton’ın önüne getirdi. O bir
bardak aldı, Martin de İkincisini. Sıra Linda’ya ge­
lince Martin bir kaşını havaya kaldırarak çenesiy­
le portakal sularına işaret etti. Linda bir an durak­
ladı, ateş püsküren bakışlarla kocasma bakıp bir
martini kadehine uzandı.
Birkaç dakika içinde konukların çoğu gelmiş,
karşılanmış, ellerine birer içki alıp yemek öncesi
gevezeliklerine başlamışlardı. O zaman Jack Ather­
ton ev sahipleriyle karısını bırakarak bütün gün te­
lefonla aradığı bir meslekdaşıyla konuşmaya gitti.
Linda da Profesör Cari Tessler’in dışişleri bakanı
yardımcısıyla yaptığı heyecanlı konuşmanın konu-
Şirket/121
sunu merak etmişti. O da iki erkeğin yanma soku­
lup kulak kabarttı.
Washington’da verilen partilerin çoğunda, gü­
rültü, belli bir saattan sonra her türlü iletişimi ön­
leyecek düzeye ulaşır. Ses hacmi, salonun büyüklü­
ğü ve ısısı, konukların sayısı, cinsiyeti ve mesle­
ğiyle orantılı olarak geometrik bir artış gösterir.
O gece, desibel eğrisinin daha da büyük bir hızla
yükselmesine yol açan önemli bir etken Esker Scott
Anderson’m görevden ayrılma kararıydı.
Küçük toplulukların çoğunda, gelecek aylar
içinde rastlanılabilecek olasılıklar kokteyllerle bir­
likte sıralanıp tüketiliyordu. Yeni bir cumhurbaş­
kanı seçilecekti. İşler değişecek, atamalar olacak,
kadrolar boş tutulurken bazı kişiler eski yüksek
mevkilerinden indirilecekti. Devletin politikası ye­
niden gözden geçirilecek, bütçeler sıkı sıkı incele­
necekti. Yuvalarında yaşarken güçlü adımların
yaklaştığını işiten karıncalara benziyorlardı Was-
hington’lılar; tehlike işaretini iletiyorlardı birbir­
lerine.
Gürültü iyice artınca, Martin yanında duran
Sally Atherton’ın çıplak kolunu tutup kadmı ara­
lık kapıdan yemek salonuna götürdü. Gevşekçe
tutmuştu Sally’nin kolunu, parmakları yumuşak
deriyi okşuyordu. Sally bu hareketi farketmemiş
göründü. Beyaz üniformalı dört servöz masaları son
bir kere gözden geçiriyorlardı. Kapıdan girip ora­
cıkta duran çiftle hiç ilgilenmediler.
Martin, «Sevgili tenis eşim, sana bir şey sora­
cağım,» diye mırıldandı. «Bu gece vatanma bir hiz­
mette bulunmak ister misin?»
«Ne demek istiyorsun, Bili.» Sally gülümserken
şaşkın şaşkın bakıyordu.
122/Şirket
«Cari Tessler bu gece buradan ayrılmadan ön­
ce onunla konuşmam gerekiyor. Yemekte senin ya­
nında oturacak. Güzel bir kadmla güzel şarapların
onu yumuşatacağını umuyorum; o zaman ben is­
tediğim gibi yoğururum adamı. Bir fırsat yaratıp
yemekten sonra Tessler’i bana göndermeyi becere­
bilir misin acaba? O saata kadar senin kölen ola­
cağına hiç kuşkum yok.»
Sally bir kahkaha attı. «Korkarım ki sen be­
nim erkekler üstündeki etkimi gözünde büyütüyor­
sun, dostum. Ben kimsenin yazgısını değiştiremem.
Yine de senin için elimden geleni yapacağım. Neler
çeviriyorsun diye sormak yersiz kaçar herhalde.»
Martin ağırbaşlı bir tavırla karşılık verdi. «As­
lında sana açıklamaya çekinmezdim, Sally. Gelge-
lelim hikâye çok uzun. Doğrusunu istersen senin
konuyu bilmende yarar var bence. Neyse, sen bu
akşam Tessler’i mutlu edersen bu iş de mutlu bir
sona erer belki.»
«Gerçekten merak ettim, Bili.» Sally elini er­
keğin koluna dayayıp gözlerini onun yüzüne dik­
ti. «Durum biraz daha iyi şimdi. Ben de hafta so­
nuna kadar boşum. Arar mısın beni?»
«Arar mısın ne demek! îlk fırsatta.» Kadını
anlamlı bir bakışla süzdü. «Bu gece çok güzelsin,
Sally. Ayakta duracak hal bırakmadın bende.»
«Ayaklarmı sıkıca bas, bay başkan. Bunları da­
ha sonra konuşuruz.»
«Çok geçe kalmazsa sevinirim.» Martin kadı­
nın elini sıkıp gülümsedi, yine gürültülü salona
döndüler.

Mumlarla aydınlatılan süslü masalarda yenen


yemek kusursuzca sürüp gidiyordu. Breton usulü
Şirket/123
soslu dil balığı, mantar ızgarasıyla şatobriyan, en-
divya salatası ve yumuşak Brie peyniri yenirken
konuşmalar da aksamadan sürüyordu. Her yeme­
ğin yanında ona uygun bir şarap sunuluyor, hizmet
edenler dikkati çekmeden çalışıyorlardı. G Sokağı
Kulübü’ndekiler işlerini bilirlerdi.
Cari Tessler Sally’ye bayılmıştı. Sık sık öne eği­
lip Sally’yle Martin’e sesleniyor, ilgisini başka bir
yana yöneltmek gereğini duymuyordu. Madam Ri-
taka sabırlı bir sessizliğe gömülmüştü. Arada sı­
rada sağmda oturan ulaştırma bakanlığı görevlisi­
ne dönerek diplomatik bir gülüşle gülümsüyordu.
Martin de solunda oturan kadına gerekli ilgiyi gös­
termiş, ancak fazlasına kaçmamıştı. Dikkatini
Sally’yle Tessler’a vermişti o da.
Yalnızca yumurta akı ve şekerden yapılan in­
cecik gevrek bisküvilerle taze ahududundan oluşan
tatlüar yenilip şampanya bardakları doldurulunca,
Martin, Sally’nin ‘ev-sahibi-söylevi’ diye adlandır­
dığı konuşmayı yapmak için ayağa kalktı. Simon
Cappell onun için kısa bir konuşma hazırlamıştı
ama Martin o yazıyı kullanmamaya karar vermiş
ve söyleyeceklerini o gün öğleden sonra bir kağıda
not etmişti. Kağıt cebindeydi, cebinde kalacaktı.
Önemli bir şey söylemeyecekti Martin; kısa kesecek,
konuklarını sıkmayacaktı.
«Sayın kongre üyesi Atherton,» diye başladı.
«Sevimli yemek arkadaşım Sally Atherton, ekse­
lansları, sayın ve sevgili konuklarım.» Odaya ses­
sizlik çökmüş, herkes gözünü ona dikmişti. «At-
herton’larm onuruna düzenlenen bu yemeğe geldi­
ğiniz için Linda da, ben de teşekkür ederiz. Çoğu­
nuz Atherton’larm eski dostusunuz.»
Jack Atherton’m zekasından, çalışkanlığından,
124/Şirket
Ödenek Komisyonu’nda yaptığı önemli işlerden söz
etti biraz. Şakaları nazik kahkahalarla karşılandı,
konuşması pek uzun sürmedi. Bu tür konuşmaların
ne kadar zamanda bitirilmesi gerektiğini bilirdi.
Sözlerini şöyle tamamladı:
«Bayanlar, baylar, hepinizin, kadehlerinizi...»
oturanlar ayağa kalkmaya başlayınca iskemle gı­
cırtıları işitildi, «Colifornia’lı kongre üyesi John B.
Atherton için kaldırmanızı istiyorum.» Hiç de kötü
olmadı diye düşündü.
Şimdi herkes ayaktaydı. Şampanya bardakları
havaya kaldırıldı, her kafadan bir ses çıkmaya baş­
ladı: «Jack’in şerefine!» «Kongre üyemiz için içi­
yoruz.» «Atherton’a!» Bir elçi, «Yaşa, bravo!» diye
bağırdı.
Herkes bir yudum şampanya içtikten sonra is­
kemle gıcırtıları duyuldu yine. Konuklar yerlerine
oturdular, söylev-sonrası konuşmaların uğultusu
yayıldı ortalığa.
Jack Atherton da konuşmaya karşılık vermek
için ayağa kalkmış, ceketini ilikliyordu. Orta boy-
luylu, tombuldu; yuvarlacık bir yüzü vardı. Siyah
saçları dökülmeye başlamıştı. Bir zamanlar saçla
örtülü olan tepesi Palm Springs güneşinin altında
pespembe yanmıştı. Çok sık güler, gülerken yanak­
larında gamzeler belirirdi.
«Sayın başkan, Linda, saygıdeğer diplomatlar
ve meslekdaşlar! Beni çok cömertçe öven Bill’e te­
şekkür ediyorum.»
Dinleyenleri güldüren, içten bir konuşma yap­
tı. Akıllı ve tecrübeli bir konuşmacıydı Atherton;
sözlerini ustalıkla seçerdi. Linda Martin’i öven bir­
kaç söz etti, işinde gösterdiği başarıdan ötürü Bill’i
Şirket/125
kutladı ve kimseyi bıktırmadan geleneksel cümle­
lere geldi.
«Lütfen hepiniz bana katılın. Kadehimi, ken­
disini işine adayan bu devlet görevlisi için kaldırı­
yorum. Bili Martin!» Yine bardaklar kaldırıldı, yi­
ne mırıltılar yükseldi. Birkaç kişi kısa ve esprili ko­
nuşmasından ötürü Jack Atherton’ı alkışladılar.
Bili Martin bir kez daha ayaklandı. «Bayanlar,
baylar, sanırım son sözü söylemek benim hakkım.
Dans etmek isteyenlere, camlı terasta bir orkestra
bulunduğunu bildirmek isterim.»
Sally Atherton da ayağa kalkıp onun kolunu
tutmuştu. «Dans başlamadan önce ben de burada­
ki kadınlar adına bir iki söz etmek istiyorum,» di­
ye haykırdı. Sesi gürdü. Saçlarını arkasına savura­
rak gülümsedi ve bardağına uzandı. Öbür masa-
lardakiler mırıl mırıl söyleniyor, bazıları bir kadı­
nın kadeh kaldırmasını eleştirirken bazıları onun
çarpıcı güzelliğinden söz ediyorlardı.
Sally, «Bu salondaki kadınlar beni ne kadar
kıskansalar yeri var,» diye başladı. «Burada bulu­
nan en ilginç iki erkek iki yanımda oturuyor.» Bir
iki saniye bekledi. «Kocamı işin dışında tutuyorum
tabii.» Bu espri nazik kahkahalarla karşılandı. Bili
Martin salonun öbür ucunda oturan karısına bir
göz attı. Linda konuşan kadına bakarken keten
masa örtüsünün üstüne çatalıyla derin çizgiler çi­
ziyordu asık yüzle.
«Jack size Bili Martin’le ilgili pek çok şey söy­
ledi,» diye sürdürdü Sally. «Onun bilemeyeceği bir
şeyi de ben söyleyeyim. Buradaki erkekler arasın­
da Bili Martin kadar güzel dans edeni ya vardır,
ya yoktur. Umarım ki Linda hepimizin onunla en
az bir kere dansetmesine izin verir.»
126/Şirket
Konukların bazıları Linda’ya bakıyorlardı. O
da hemen gülümsedi, elini kocasma doğru uzatıp
«benim-umurumda-değil» dercesine omuz silkti.
«Gelgelelim ben asü sağımdaki ünlü kişi için
kadeh kaldırmak istiyorum.» Cari Tessler kafasını
kaldırıp Sally’ye baktı sertçe, bir an kararsız kal­
dıktan sonra kulaktan kulağa sırıttı. «Radcliffe’te
okuduğum yıllardan beri Cari Tessler admı duya­
rım. Kocam onun öğrencisiydi. Çok kimse onun ho­
calığından söz ederken ‘büyük zeka’ kelimelerini
kullanır. Ancak ben, son bir iki saatlik gözlemleri­
me dayanarak Tessler efsanesine iki, üç şey daha
katmak niyetindeyim.» Biraz bekledi. Zamanı ayar­
lamasını çok iyi biliyordu.
«Kızlar,» diye sürdürdü, «bu adam bulunmaz
bir erkek!» Kahkahalar odayı çınlatıyor, gözlerini
kaşığına dikip kafasını öne eğen Tessler de kıkır kı­
kır gülüyordu. «Siz bizim burada oturup devlet sır­
larından ya da Grönland’m stratejik öneminden söz
ettiğimizi sanıyorsunuz herhalde. Çok yanılıyorsu­
nuz! Cari Tessler’in çağdaş sanat konusunda pek
çok şey bildiğini keşfettim ben. Gerçek bir sanat
uzmanından, Modigliani hakkında bilgi edindim.»
Yüzünden anlaşıldığına göre, mesleğinin sınırları
dışında kalan bir üstünlüğünden ötürü övülmek
Tessler’m çok hoşuna gitmişti. Gözlüğünün kalın
camlarının arkasından pırıltılı bakışlarla bakıyor­
du. «Kendi açıklamasından öğrendiğime göre, Cari
Tessler boş zamanlarında resim de yaparmış. Da­
hası, Tessler imzalı bir eskizi de ele geçirdim. Ye­
mek listesinin arkasına, masadaki çiçeklerin resmi­
ni yaptı. Bu resmi yaşadıkça saklayacağım.
«Bayanlar, baylar, ben bu gece gerçek bir rö-
nesans erkeğiyle yemek yedim ve sanırım ona âşık
Şirket/127
oluyorum.» Son bir gülümsemeyle kadehini kaldır­
dı. «Lütfen bana katılın. Cari Tessler’in şerefine
içiyorum!»
İçkiler yudumlandıktan sonra da erkeklerin
birçoğu ayağa kalkarak Sally’yi alkışladılar. Kadın
yerine oturduğunda yüzü pembeleşmişti; gözlerinin
içi gülüyordu. Cari Tessler ona doğru eğildi, sol­
gun renkli elini omuzuna dayayarak yanağından
öptü.
Bili Martin de el çırparak oturuyordu. Uzanıp
Sally’nin elini tuttu ve birbirine kenetlenen iki el
iskemlelerin araşma sarktı.
Cari Tessler şimdi de Bili Martin’e doğru eğil­
miş. «Beni buraya oturttuğunuz için size ömrüm-
ce minnet duyacağım,» diye söylendi. «Böyle güzel
ve akıllı bir kadının yanma düşmek benim için akıl
almaz bir şans. Ve ömrümde ilk kez beni öven söz­
lerden ötürü göğsüm kabardı, o sözlere inanmak
isteğini duydum.»
Martin kadmm elini bırakmamış, çekip baca­
ğının üstüne bastırmıştı. Tessler konuşurken onla­
rın elleri de kasılıp gevşiyordu. Profesör, «Kaden
kaldırmaya başlamadan önce bıraktığım yere dö­
neceğim,» diye söylendi. «Kilit sözcük İsrail’dir.
Yahudi olduğum için beni kuşkuyla dinlediğinizi
biliyorum. Ancak ben her şeyden önce jeopolitika
uzmanıyım. Kişisel inancımı sorarsanız, yalnızca
jeopolitika uzmanı olarak düşündüğümü savunu­
rum. Sizin de bildiğiniz gibi, İsrail, Rusya'nın Af­
rika’daki zenginliğe ulaşmak için aşması gereken
yolun ortasmdadır. Arap birliğinin ortasına yerle­
şen batılı bir ülkedir. Hava kuvvetiyle Süveyş Ka-
nalı’nı denetim altında tutabilir. Komünist ülke­
lerden bilgi edinmekte ne kadar dikkatliysek, İs-
128/Şirket
rail ve çevresinden bilgi almakta da aynı ölçüde
dikkatli davrandığımızı umarım.»
Bili Martin, «Sizi asla küçümsemeyeceğim,
Cari,» diye söylenirken kafası iki ayrı yönde çalı­
şıyordu. Tessler’in son cümleleri bir haber kokusu
taşıyordu. Belki yalnızca ona duyurulan, profesö­
rün, İsrail’in niyeti ya da tasarıları hakkında duy­
duğu bazı şeyleri üstü kapalı bir biçimde anlat­
mayı amaçlayan bir haberdi bu. Oralarda Şirket’in
gözünden kaçan bir şeyler mi dönüyordu yoksa?
Bili Martin iletilen haberi sınıflandırmak, değer­
lendirmek için kendini zorluyordu.
Gelgelelim masa örtüsünün ucuna rastlayan
bir düzeyden de ikinci bir haber, tutkudan, çeki­
cilikten dem vuran bir haber geliyordu. Sally kü­
çük parmağını kıvırmış düzenli bir tempoyla onun
avucunun içini tırmalıyordu usulca. Martin karşı­
sındaki profesöre bakıyordu ama bir yandan da kü­
çük parmağı kendi parmaklarının arasına alıp sık­
maya başlamıştı.
«Gece bitmeden sizinle bir on dakika konuş­
mak isterdim, Cari,» dedi. «Şu dansı açayım, sonra
gelir sizi bulurum.»
Tessler, olur dercesine başını salladı. Bül Mar­
tin Sally’nin güneş yanığı, güçlü elini kaldırıp avu­
cunu okşayan küçük parmağı öptü. Sonra da aya­
ğa kalkarak kadmı dans salonuna götürdü. Dört
kişilik orkestra çalmaya başlamıştı ama pistte yal­
nızca iki çift vardı. Çiftlerden biri de Jack Ather-
ton-Linda Martin ikilisiydi.
Sally’yle daha önce hiç dansetmemiş olduğunu
o anda farketti Bili. Kollarının arasında tuttuğu
kadını yadırgamıştı. Linda ince uzundu, ince ke­
mikliydi, hafifti. Sally’nin her yanı dolgundu; onu
Şirket/129
yönetmek de pek kolay olmuyordu ama - ey Tan­
rım - ona sokulmak, yakınlığını duymak öyle bü­
yük bir heyecan veriyordu ki!
Dansederlerken başmı geriye çekip Sally’nin
yüzüne baktı. Bacakları birbirine değiyordu hâlâ.
«Sen eşsiz bir kadınsın,» diye söylendi alçak sesle.
«Tessler için konuşman, da müthiş bir şeydi. Ben
şimdi gidip onu bulmak zorundayım. Öte yandan
seninle konuşmam, seni görmem de gerekli. Yarın
buluşabilir miyiz?»
«Bilmiyorum, Bili. Telefon eder misin?»
«Gerçekten telefon etmemi istiyor musun?»
«Çok istiyorum. Durum açıklığa kavuşuyor ar­
tık. O konuşmayı yaparken gerçek duygularımı
açıklıyordum ama aslında Tessler’den söz etmiyor­
dum.»
Martin elini kadmm saçlarında gezdirdi ça­
bucak. «Telefon edeceğim,» diye mırıldandı.
Pistten ayrılırlarken Finlandiya elçisi çıktı ön­
lerine; bir elini havaya kaldırıp avucunu açmıştı.
Martin dans arkadaşını ona teslim ettikten sonra
masaların arasında dolaşmaya başladı. Konukla­
rını başıyla selamlıyor, bazılarının yanında durup
birkaç söz ediyordu. Salona açılan kapının eşiğine
gelince arkasına döndü, başmı geriye atan, hızlı
hızlı konuşup ağır adımlarla danseden Sally’ye
baktı. Sally onu farkedince bakışları kenetlendi,
uzun bir süre gözlerini ayıramadılar. Finlandiya el­
çisi pistte dönünce kadın onun arkasmda kaldı.
Martin elinde olmadan gülümsedi, sonra da
Victoria tarzı eşyalarla dolu olan tıkışık salondan
geçerek kimsenin uğramadığı konuk odasma girdi.
Cari Tessler küçük, at kılı kanepenin üstünde tek
başına oturuyor, ince parmaklarının arasında tut-
130/Şirket
tuğu kahve fincanını dizinde dengelemeye çalışı­
yordu.
Fiziksel bakımdan çok garip bir adamdı Tes-
sler. Kafası büyüktü ama omuzları, boynu, hele ka­
lınlaşan gövdesiyle karşılaştırılırsa asla kocakafa
sayılmazdı. Ne var ki kolları ve bacakları zayıf, el­
leri küçük, hatta kadın eli denecek kadar küçük ve
inceydi. Bastıramadığı, yok edemediği bir endişe
duygusu kendisine işkence etmesine yol açıyor, diş­
leriyle kemirdiği tırnakların büyümesine zaman bı­
rakmadan aynı tırnak diplerini yeniden, yeniden
yoluyordu. Sinir gerginliğinden ileri gelen bu ke­
mirme alışkanlığı orta parmaklarının ikinci ekle­
minin de şişmesine ve kızarmasına yol açmıştı.
Yusyuvarlak bir yüzü vardı. Dağınık kıvırcık
saçları kulaklarını örtecek kadar uzundu. Kaim
çerçeveli, kaim camlı, yuvarlak gözlükleri burnu­
nun ortasmda dururdu. Meleklerin dudaklarını
anımsatan küçücük ağzı, tombul yanaklarının ve
üç katlı çenesinin ortasmda olduğundan daha da
küçük görünüyordu sanki. Kolayca gülümser, gül­
düğü zaman düzgün, fakat sarımtrak dişlerini gös­
terirdi.
Viyana’da doğmuştu Tessler. Ailesi, onun ço­
cukluk yıllarında ülkeden göç ederek nazilerin eli­
ne düşmekten kurtulmuştu. Tessler’lar savaş yıl­
larını İngiltere’de geçirmişlerdi. Cari Tessler, üni­
versite ötesi öğrenimini yapmak için Harvard’a gel­
mişti savaştan sonra. Harvard üniversitesi o parlak
zeka için sıcak bir dost çevresi sağlamamışsa da
çok uygun bir ortam olmuş, Tessler Amerika’ya
yerleşip kalmıştı. İngiltere’de ve Massachusets eya­
letinde geçirdiği yülar şivesini değiştirmiş olmasay-
Şirket/131
dı, kalın sesiyle Almanlar gibi genizden konuşurdu
hâlâ.
Martin, «Beni beklediğiniz için teşekkür ede­
rim, Cari,» diye söylendi. «Önce şunu belirteyim:
İsrail konusundaki uyarılarınızı akılda tutacağım.
O sözlerinizin değerini anlamaz değilim. Saat epey
ilerledi, sizi çok tutmayacağım.» Geçen garsona işa­
ret ederek kahve getirilmesini emretti. «Sizinle ko­
nuşmak istememin nedeni Forville’i çok iyi tanı­
manız. CIA başkanınm asla politikaya karışmaya­
cağını herkes- bilir ama ben Şirket’in geleceği için
kaygılanıyorum. Seçimlerde bir terslik olursa büs­
bütün kaygılanacağım. Bazı şeylere şimdiden hazır­
lıklı olmam gerekir belki.» Rahat, akıcı bir konuş­
ması vardı. «Bana Cumhuriyetçilerin arasındaki
durumu açıklarsanız işimi daha kolay yapabilirim
sanıyorum.»
Tessler’m kaim kaşları havaya kalktı. «Ben
iç politikadan pek anlamam. Gerçi Forville için ça­
lışıyorum ama — aslında Forville Vakfı için demek
daha doğru — yalnızca dış politika konularını in­
celerim. Bana seçim kongrelerinden, seçimlerden
söz eden yoktur.»
Martin başını salladı.
Tessler henüz pek belirgin olmayan bir istekle,
eskisinden daha hızlı bir konuşmayla sürdürdü.
«Doğrusunu isterseniz ben de sizin kadar kaygılı­
yım. Cumhurbaşkanı yardımcısı aptal bir geveze­
den başka bir şey değildir gibime geliyor. Yıllardır
Washington’da olduğu halde politik kişiliği biçim­
lenmemiş. İç politika konusunda bilgilidir belki,
orasını bilemem. Senatör Monckton zeki ve bilgili
bir adam. Son zamanlarda dış politika konusunda
bazı yazışmalarımız oldu. Gelgelelim o da çok itici
132/Şirket
¡bir insan; sanırım aydın kafalara düşman. Bir
devlet adamı değil, pragmatik bir politikacı. Senato
Dış İlişkiler Komisyonundaki gösterisi çok sorum­
suz bir davranıştı bence. Monckton kendine ucuz
reklam sağlamanın ustasıdır. Cumhurbaşkanlığına
seçilecek olursa, dış politika görüşleri, iç politika­
daki çıkarlarına göre belirlenecektir korkarım. For-
ville’de Sitzfleisch yoktur ama üçünün arasında en
iyisi o bence.»
Martin, bir sorunu sonuna kadar düşünüp çö­
zümleme yeteneği anlamına gelen bu Almanca ke­
limeyi anlamıştı. Tessler böyle demekle mutlaka
Forville’in adamı olmadığını mı göstermek istemiş­
ti acaba? Yoksa söylediği söz bir aydının, bir poli­
tikacıyı soğukkanlılıkla, nesnel olarak değerlendir­
mesinden başka bir şey değil miydi?
Profesöre doğru eğilerek sordu: «îyi ama For­
ville seçilebilir mi?»
«O konuda bana söz düşmez. Daha önce de
söylediğim gibi, iç politikayı pek yakından izlemem
ben. Forville’in parası bol tabii. Ekibi de iyidir.
Gelgelelim tutucu bir partinin liberal üyesi. Öyle
değil mi? Kasımda yapılacak seçimden çok parti­
nin ön seçimlerinden korkuyor o.» Gülümseyerek
itiraf etti. «Bunu da kendisinden duydum.»
Martin yine öne eğilip sesini alçalttı. «Şimdi
size bir açıklamada bulunacağım ama bunun ara­
mızda kalmasını istiyorum. Size güvenebilirim de­
ğil mi?»
«Elbette.»
«Size karşı büyük bir hayranlık duyuyorum,
Cari. Forville’in seçilmesi bu ülke için yararlı olur.
Çünkü o zaman dış politikayla sizin ilgilenmenizi
isteyecektir.»
Şirket/133
Tessler hiç farkında olmadan hu sözü başıyla
onayladı. Martin’in varsayımını bencil bir düşün­
ceyle değil, açık ve bilimsel bir gerçek olduğu için
kabul ediyordu.
Martin, «Biliyorsunuz ki size ve Forville’e açık­
ça yardımda bulunamam,» diye sürdürdü. «Öyle
bir şey Forville için sorun yaratabilir, benim ba­
şımı yer. Yine de, size elimden gelen yardımı gös­
termek isterim. Bu sözümü ayıplıyor musunuz?»
«Ben bu konulara gerçekçi bir gözle bakarım,»
diye karşılık verdi Tessler. «Sizin de gerçekçi oldu­
ğunuzu, CIA’yla FBI’m iç politikayı öteden beri
belli bir ölçüde etkilediklerini de bilirim. Öyle ol­
ması beni üzmüyor. Belki de ülke için iyi bir şey
bu. Yine de söylediklerinizi Forville’le adamların­
dan gizli tutacağım. Bu, ikimizin arasında kalan
bir anlaşma olmalı. Siz de aynı kanıda değil misi­
niz.»
Martin, «Kesinlikle,» diye söylenip profesörün
gözlerinin içine baktı. «Sizin için en çok ne türlü
bilgiler yararlı olur, Cari?»
Tessler gözkapaklarmı indirerek bir saniye dü­
şündü. Sonra birden canlandı, ders verirken yap­
tığı gibi, söyleyeceklerini parmaklarıyla sayarak
bir bir açıkladı.
«Bir kere, Gilley ve Monckton savaş hakkında
neler öğrenirlerse aynı bilginin bize de sağlanma­
sını isteriz. Ben şu anda uluslararası ekonomi poli­
tikasıyla ilgili bir çalışma yaptığım için bu yıl dü­
zenlenen maliye bakanları toplantısının yayımlan­
mamış yanlarını öğrenmek isterim. Rus altın stok­
ları, ortadoğudaki petrol üretimi ve atom enerjisi
üretimi konuları da güvenilir bilgi bulmakta güç­
lük çektiğim konular. İran’la Rusya arasındaki iliş-
134/Şirket
kiler. Cumhurbaşkanı Anderson’m Mısırlılarla yap­
tığı toplantı. Kol kadar bir liste verebilirim size.»
Martin, «Öyleyse bir liste hazırlayın, Cari,»
dedi. «Benim için de daha kolay olur.»
Tessler şaşkın bakışlarla bakıyordu. Martin’in
bunca şeyi böyle kolaylıkla kabul etmesine şaşmış­
tı sanki. «Bir sorun yaratmadan listeyi size ulaş­
tırmamın yolu var mı? Postayla olmaz tabii. Evini­
ze mi getirsem acaba?»
«Hayır, o da akıllıca bir davranış olmaz.» CIA
başkanı bir an düşündü, derken kilidi açacak şif­
reyi bulduğunu farketti. Biraz daha eğilerek, «Be­
nim bir önerim var,» diye mırıldandı usulca. «İki­
mizle de ilgisi olmayan, herhangi bir politik çıkar
gözetmeyen bir aracı bulalım. Bir kurye. Kimsenin
kuşkulanmayacağı biri olmalı. Masa arkadaşımız
Sally Atherton’a ne dersiniz?»
Tessler, «Benim için çok zevkli bir şey olur,»
deyip gülümsedi. «Benim için gerçekten büyük
zevk. Ancak bir kongre üyesinin karısı böyle bir işe
girer mi sizce? Kocası Cumhuriyetçiydi değil mi?»
«Evet.»
«Ne taşıdığını söyleyecek miyiz? İzlenimlerim­
de yanılmadıysam mutlaka bilmek isteyecektir.»
«Olabilir,» dedi Martin. «Güvenilecek bir insan
olduğuna eminim. Kocasına bağımlı değildir ayrı­
ca. Politik eğilimlerinin ne olduğunu bilmiyorum
ama öğrenirim. Yine de ona her şeyi anlatmak zo­
runlu değil tabii. Ben bir konuşayım, size haber ve­
ririm.»
Tessler ayağa kalkıp kırışmaya başlayan ceke­
tini çekiştirdi. Gömleğinin sol yakası ceketin klapa-
sının üstüne çıkmıştı. «Bu akşam için çok teşek­
kür ederim,» diye söylendi. «Telefonunuzu bekleye-
Şirket/135
ceğim. Lütfen Bayan Martin’e de teşekkürlerimi
bildirin.»
Martin onunla birlikte hole yürüdü, profesör
bütün ceplerini karıştırarak vestiyer fişini ararken
kapıda bekledi. Sırtını kamburlaştırıp uşağın tut­
tuğu paltoyu giyen Tessler, «İsrail konusunda söy­
lediklerimi unutmayın,» dedi. «Umarım ki bütün
dikkatinizi o güzel bayana vermiyordunuz o anda.
Söylediklerim doğrudur.»
«Sözlerinizi dinliyordum, Cari.» Sokak kapısı
kapanırken Martin keyifle gülümsedi. Herr Doktor
hiç bir şeyi kaçırmıyordu. Birinci sınıf bir kalfayla
iş görmek gerçekten zevkli olacaktı.
Orkestranın çaldığı salona döndü, kimsenin
dansa kaldırmadığı bir kaç geçkin kadını pistin or­
tasında bir iki kere döndürüp ev sahibi görevini ye­
rine getirdi. Yarım saat sonra konukların çoğu pis­
ti boşaltmış, teşekkür edip iyi geceler dilemek için
Martin’lerin yanma gelmeye başlamışlardı. Ather-
ton’lar son giden konuklardandı. Jack Atherton
çok duygulanmıştı; içtenlikle, heyecanla teşekkür
ediyordu. Sally elini Bili Martin’e uzattı; elleri bir­
leşirken, aralarmda çok şey anlatan bir bakışma
oldu.
Kısa bir süre sonra Martin’ler de ayrıldılar ku­
lüpten. Şoför arabayı kapının önüne getirmiş bek­
liyordu. Linda kocasıyla hemen hiç konuşmamıştı
o gece. Arabanın kapısı kapanınca kafasını pen­
cereye çevirerek, «Gece senin için çok eğlenceli ol­
du-,» dedi alayla. «Senin adına seviniyorum.»
Araba yola koyulunca, Martin, «Eve döneceğiz,
Rudy,» diye seslendi. Rudy Şirket’in adamıydı. Ko­
ruyucu sayılmazdı ama silah taşır, iyi nişan alırdı.
McFall CIA başkanıyken onun şoförlüğünü de yap-
136/Şirket
mıştı. Washingtonlılarm büyük çoğunluğu gibi,
Martin de şoförünün sıkıağızlı ve sadık bir adam
olduğuna inanırdı. Washington’da, arabalarda ko­
nuşulan ve yapılan özel işlerin sayısı küçümsene­
meyecek kadar çoktur.
Onun için de Rudy’nin arabada olan biteni
kimselere anlatmayacağı düşünülürdü. Rudy ince
bir adamdı üstelik. Arka kanepedekilerin sert ve
kişisel bir konuşmaya gireceklerini anlar anlamaz
radyoyu açmak için izin istedi. Taşıdığı yolcular
arka kanepede konuşulanların şoförün kulağına
gitmeyeceğini sanırlarsa çok daha rahat ederlerdi.
Martin karısına baktı. «Evet, doğrusunu söyle­
mek gerekirse benim için çok güzel bir gece oldu.
Bu da kusur mu? İnsan kendi düzenlediği bir ge­
cede eğlenemez mi? Sen de eğlendin mi?»
Linda kenetli dişlerinin arasından, «Sormakla
gerçekten incelik gösterdin,» diye söylendi. «Ka­
rınla bir kere dansetmek inceliğini de gösterseydin
bari. Ama sen ancak Sally’ye zaman ayırabildin.
Zaten ben o sarı saçlarla, o güneş yanığı tenle boy
ölçüşebilir miyim?»
Martin bu iğneleyici sözü anlamazlıktan geldi.
«Güzelim, ben onur konuğunun karısına gösteril­
mesi gereken ilgiden fazlasını yapmadım. Sizin ma­
sa nasıldı? Jack’le iyi anlaştınız mı?»
«Mademki sordun, söyleyeyim; Jack sıkıcı şiş­
konun biri. Dünyanın parasını harcayıp onun onu­
runa yemek vermenin nedenini de anlamıyorum.
Jack komisyon başkanı değil ki. Politika açısından
bu işin hiç anlamı yok. Aslında niye verildi bu ye­
mek? Sally için mi?»
Martin içini çekti. «Bir gün anlatırım, Linda.
Sally’yle hiç ilgisi yok.»
Şirket/137
«Yalan söyleme, Bili, ben kör değilim. Yaptığı
konuşmayı da çok beğendin değil mi? Aynı şeyi ben
yapsam yakışık almadığmı söyler, günlerce başımın
etini yerdin. İzninle şunu da hatırlatayım, bizden
başka danseden yok gibiydi. Orkestraya verdiğin
paraya yazık!»
Martin sonunda dayanamadı. «Peki anladık,
adı batasıca eğlence senin için sıkıcı oldu; Jack’ten
hoşlanmıyorsun; Sally’yi kıskandın; dans konu­
sunda ben yanlış düşünmüşüm... Aşk yuvamıza
dönmeden önce söylemek istediğin başka bir şey var
mı?»
«Allah belanı versin!» Linda arabanın köşesine
kaçmıştı. «Sana baktıkça midem bulanıyor.»
Yolun/ geri kalan bölümünde hiç konuşmadı­
lar. Radyodan gelen müzik aralarmdaki sessiz nef­
retin, tiksinti ve düşmanlığın altını çizer gibiydi.
Yatağa girdiklerinde Martin karanlıkta sırt­
üstü yattı bir süre. Linda ona sırtını dönüp yan
yatmıştı. Sally Atherton’ı düşünüyordu Martin;
aslmda düşünmekten de öte bir şeydi bu. Kadını
yeniden algılıyor, yeniden yaşıyordu. Kısık, yumu­
şak sesi, okşayan parmaklarının değişi, gözünün
ucuyla meydan okuyarak, isteklendirerek bakışı. O
kadına sahip olmalıydı; hem de çok gecikmeden.
Sally’yi aracı yapmak çok akıllıca bir buluştu ve
çok kolaylık sağlayacaktı. Ayrıca da birlikte ya­
pacakları bir iş, birbirlerine karşı duydukları açık,
fiziksel isteğin dışında bir iş olacaktı. Evet, Tessler
kanalını hemen ertesi gün harekete geçirmeliydi.
Uykusuzluk çeken karısı, Martin’in uyuduğu­
nu birkaç dakika sonra duyduğu derin, düzenli so­
luklardan anladı.
6

William Martin’le Simon Cappell, Waldorf As­


toria otelinin Park Avenue’ya açılan kapısmda bek­
leşen kalabalığın bir kıyısında duruyorlardı sessiz­
ce. Bekleşenlerin bazıları yaz tatilinde New York’a
gelen turistlerdi, bazıları da duydukları meraktan
ötürü günlük işlerini bırakıp beyaza boyalı tahta
barikatların arkasına toplanan New York’lular. An­
cak büyük çoğunluk Long Island’dan otobüsle gel­
mişti özel olarak. Onlar, parti adaylarmdan birinin
sıcak bir ilgiyle karşılanmasını sağlama almak is­
teyen Cumhuriyetçilerdi. Aday da cumhurbaşkan­
lığına oynuyordu. Kırk Dokuzuncu sokaktan Ellin­
ci sokağa uzanan kaldırımın kenarma barikat dö­
şemişti polis. Yalnız otelin önünde, kaldırımdan
kapıya uzanan dar bir geçit bırakılmıştı. Martin
geçidin iki yanında da aşağı yukarı iki yüz kişi bu­
lunduğunu hesapladı. Arkada kalanlar olacakları
daha iyi görmek için parmaklarının üstünde yük­
selip kafalarını uzatıyorlardı. CIA başkanı kalaba­
lığa karışmamaya özen gösteriyordu. Simon Cap-
Şirket/139
pell’le ikisinin halktan iki kişi gibi görünmemeleri
önemliydi onun için. Sokağın ortasında üç polis
duruyor, geçen arabalara, ‘oyalanma’ dercesine el
sallıyorlardı. Gelgelelim geçen araçlar da ne ol­
duğunu görmek için yavaşlamadan edemiyorlardı.
Kaldırımın bir iki metre açığmda, lacivert
kruvaze elbise giyen, kırmızı beyaz çizgili, ağırbaş­
lı bir boyunbağı takan genç bir adam dikilmişti.
Yüzüne ve kılığına bakan, Park Avenue’nün öbür
kıyısındaki büyük bankalardan, bir yazı masasının
arkasından çıkıp geldiğini sanırdı. Eli yüzü terte­
miz, dost bakışlı, otuz yaşlarında candan bir genç­
ti. Pantolonunun kemerine astığı küçük telsizin
ağırlığı, iyi dikilmiş pantolonunun sol paçasını aşa­
ğı çekiyordu. Gri renkte ince bir tel ceketinin altın­
da gözden kayboluyor, yakanın yanından çıkıp sol
kulağındaki kulaklığa uzanıyordu. İkinci bir tel de
küçük alıcı-vericiden ceket koluna, kolun yenin­
den de dışarı uzatılmış, bileğine bağlı olan minik
kahverengi mikrofona bağlanmıştı. Gelen politika­
cı topluluğunun emrinde çalışan bu öncü, parma­
ğını kulağındaki kulaklığa bastırdı bir ara. Telsiz­
le iletilen haberi daha iyi duymasını sağlayan bu
hareketten sonra da birkaç adım sağında duran
ikinci bir görevliye sokuldu.
İkinci adam ondan biraz daha yaşlıydı; daha
kaba, daha güçlü bir görünüşü vardı. Onda da bir
kulaklık ve bir mikrofon görülüyordu ama elbisesi
kruvaze olmadığı gibi pek pahalıya alınmadığı da
ilk bakışta anlaşılıyordu. Sol yakasına sarı, kırmı­
zı ve mavi renklere boyanmış bir teneke rozet tak­
mıştı. Öncü gençle konuşurken otel kapısının gü­
ney yanmda kalan kalabalığı inceliyordu dikkatle.
Ellerini kavuşturup karnının aşağısına sarkıtmış,
140/Şirket
bir ayağını biraz öne atmıştı. Ceket düğmelerinden
yalnız bir tanesi ilikliydi. Tabancası sol kalçasının
üstüne asılmıştı. Waldorf oteline gelen cumhurbaş­
kanı adayını korumakla görevlendirilen Gizli Servis
ajanlarından biriydi; o da güvenlik görevlilerinin
öncüsüydü.
İki adam haftalardır politikacının gelişi için
hazırlık yapmışlar, otelde kalacak olan topluluğun
güvenliğini sağlamak amacıyla bütün olağan ön­
lemleri almışlardı. Hangi odaların kullanılacağını,
adayın arabadan indikten sonra odasına hangi yol­
dan gideceğini, topluluğa hangi asansörün ayrıla­
cağını kararlaştırmışlardı. Otelde çalışan herkesin
adı bir listeye yazılmış ve Gizli Servis’in bilgisayar­
larıyla kontrol edilmişti. Asansörün gözden geçiril­
mesi de gerekliydi elbette. Günü gelince kent poli­
si asansörün çevresinde güvenlik önlemleri alacak­
tı. Cumhurbaşkanı adayma ayrılan odanın yakının­
da, Gizli Servis’le kent polisinin adamları yirmi
dört saat nöbet tutacaklardı. Teknik Servisler Bö­
lümü odayı köşe bucak araştırarak içeride bomba
ya da ‘diğer tehlikeli maddeler’ bulunmadığını, her­
hangi bir yere verici yahut mikrofon yerleştirilme­
diğini saptamıştı. Nöbetçi ajanlar, odaları adayın
gelişinden en az on iki saat önce korumaya başladı­
lar. Adı ellerindeki listede bulunmayan hiç kimse
o yana yaklaşamıyordu. Adayla birlikte yolculuk
eden Gizli Servis ekibi gelince o zaman da onlar nö­
bet tutacaklardı dairenin kapısında.
Sokaktaki iki öncü alçak sesle konuşuyorlardı.
Monckton’m kampanyasında görev yapan genç po­
litikacı önce saatma baktı, sonra da elindeki kâğıt­
lara. «Allah kahretsin, bir yerde takıldılar. On ye­
di dakikalık bir gecikme var.»
Şirket/141
Gizli Servis ajanı gözlerini kalabalıktan ayır­
madan karşılık verdi. «Ne çıkar sanki? Buraya gel­
dikten sonra şişko patronlarm önüne çıkmadan iki
saat boş zamanı var nasıl olsa. Böyle şeyler için
dertlenme, Charlie.»
Charlie, her şeyin yazılı programa göre yürü­
tülmesi gerektiğini öğrenmişti. Salakça bir utanç­
la, «Ne bileyim,» diye söylendi. «Ben hiç bir yerde
aksaklık çıkmasın istiyorum herhalde.» Bu işlerin
acemisiydi henüz. «Neyse ki yere indi, arabasına
bindi. Kabul törenine gecikmesi olanaksız.»
Gizli Servis ajanı gülümsedi. Bu delikanlı adam
olacaktı. Tanıdığı bazı politikacılar gibi kasılmıyor­
du o. Şu kampanya bir hızlansa, uçaklarda uyuyup
ayakta yemek yiyerek bir hafta içinde üç ayrı kent­
te toplantılar düzenlemeye başlansa o zaman daha
da gevşerdi.
Ajanın kulağındaki kulaklıkta bir hışırtı oldu
ansızın. Telsizden gelen ses kulağında gümledi.
«Szabol, Szabol! Ben Dunnam. Bulunduğunuz
yerden bir dakika uzaktayız. Beni duyuyor mu­
sun?»
Gizli Servis ajanı Szabol, küçük mikrofonu
başparmağıyla işaret parmağının arasına alıp ya­
nma bastırırken elinde olmadan heyecanlandı.
«Tamam, Dunnam. Anlaşıldı.»
Yanındaki gence dönerek, «Bir dakika,» diye
söylendi. Kırmızı lambasını yakarak gelen yeşilli
beyazlı bir polis arabası o anda Kırk Dokuzuncu
sokağm köşesini dönmüştü. Onun arkasından, için­
de New York polis örgütünden bir komiser, Gizli
Servis’in New York bölgesinde görev yapan bir
ajan, bir de Richard Monckton’m bir numaralı
yardımcısı Frank Flaherty bulunan koyu renk bir
142/Şirket
araba geliyordu. Topluluğu taşıyan on bir taşıt
aracı birer birer köşeyi dönmüş, otelin kapısında
duran iki adama yaklaşmıştı. Gizli Servis ajanı,
cumhurbaşkanı adayını taşıyan üçüncü arabanın
nerede durması gerektiğini gösterdi.
Beyaz Continental ajanın gösterdiği noktaya
yanaştı, sağ ön kapıdan çıkan ikinci bir ajan tec­
rübeli gözleriyle kalabalığı inceledi çabucak. Elini
arka kapının tokmağına uzatıp halkı bir kez daha
gözden geçirdi, sonra da kapıyı açtı. Genç öncü
içeri eğilerek kanepede oturan adama bir şeyler
söyledi. Arkada tek başına yolculuk eden cumhur­
başkanı adayı saatma baktı ve alçak deri kanepe­
den kalkmak için yekindi. Kaldırımın kıyısında bir
şey ararcasma yere eğmişti kafasını. Derken bir­
den doğruldu. Bir an ayakta durdu öylece. Bari­
katların arkasındaki halktan yükselen çığlıklardan
ötürü şaşkınlığa kapılmıştı sanki; ne yapacağını
bilmez gibiydi. Öbür arabalardan çıkan, yazı ma­
kineleri, evrak çantaları, fotoğraf makineleri ta­
şıyan adamlarını gözden geçirdi. Basm otobüsü de
taşıdığı altmış iki gazeteciyi Kırk Dokuzuncu So­
kağın köşesinde boşaltıyordu.
Martin, bu kurnaz pezevenk şaşırmış falan de­
ğil, diye düşündü. Rol yapıyor o; gazetecilerle fo­
toğrafçıların kendisine yetişmesini bekliyor.
Monckton bakışlarını kalabalığın üstünde gez­
dirirken bir an için Martin’le göz göze gelmişti ama,
CIA başkanı, bu bakışta tanındığını ya da farkedil-
diğini belirten herhangi bir şey görmedi. Elindeki
kâğıtlarla dolaşan öncü, parmağını kulağına bas­
tırıyordu yine. En öndeki arabanın yanında duran
Frank Flaherty’ye baktı, sonra da başmı öne arka­
ya sallayıp Richard Monckton’a sokuldu.
Şirket/143
Cumhurbaşkanı adayının kulağına eğilerek,
«Sayın senatör, el sıkmak isterseniz bol bol zama­
nımız varmış,» diye söylendi hızlı hızlı. «Frank öy­
le diyor. Bu gün New York’ta halk içinde resim çek­
tirmek istiyorsanız başka fırsat bulunmayacak­
mış.»
Monckton ona bakmıyordu bile. Genç öncü,
Flaherty’nin ilettiği haberi yinelemek zorunluluğu­
nu duymaya başlıyordu.
Ancak Monckton’m anlamsız yüzü bir anda de­
ğişmişti. Gözleri've ağzı büyümüştü sanki; dudak­
ları bir yarım gülümsemeyle aralandı, sağındaki
barikatın gerisinde dizilenlere baktı. Kararlı bir
tavırla o yana yürüyerek, önce parmaklıkların üs­
tünden eğilen bir adama uzattı elini, sonra bir İkin­
cisine, ardından da sol elinde bir Instamatic fotoğ­
raf makinesi tutan kadına. Onların arkasındaki
sıraya da yetişti; dirseğini havaya kaldırıyor, güç­
lükle elini uzatıp parmaklarını değdirerek, dokuna­
rak, gülümseyerek söyleniyordu. «Merhaba.» «Gel­
diğinize sevindim.» Sola kaymaya başladı, arkasın­
da bir yay çizerek sıralanan fotoğrafçılar, kamera­
manlar, gümüş renkli kabloların ucundaki güçlü
mikrofonları uzatan ses alma uzmanlarıyla gazete­
ciler de onunla birlikte döndüler. Gizli Servis ajan­
ları da toplulukla birlikte yer değiştiriyor, koruduk­
ları kişiyi, eğitim el kitabında gösterilen noktalar­
dan sarabilmek için yanlarmdakileri itip kakıyor­
lardı. Herkes birbirini iteliyor, sövüp sayarak ter
döküyordu.
Richard Monckton da yüzünde donup kalan
gülüşüyle gülümsüyordu boyuna. «Merhaba.»
«Merhaba, nasılsınız?» «Bu küçük kıza bir kalem
ver, Tom.»
144/Şirket
Yardımcılarından biri ceketinin iç cebine uza­
narak on yaşındaki kıza bir tükenmez kalem verdi.
Üstünde «Richard Monckton» yazısı bulunan, pas
rengiyle yeşile boyanmış ucuz bir kalem. Kalemi
kızın eline tutuşturduktan sonra biraz öteye kayan
topluluğun içine girebilmek için yanındakileri dir­
sekledi. Cumhurbaşkanı adayının yakınında dur­
ması gereken kişilerdendi.
Otelin kapışma vardıklarında, genç öncü, Wal­
dorf Astoria’nm genel yönetmenini yanma alıp eşik­
te dikilmişti. Programa bakılırsa yönetmen kısa bir
‘hoşgeldiniz’ konuşması yapacaktı orada. Bu göre­
vi yerine getirmek için jaketatay ve füme pantolon
giymişti. Monckton ekibi adayın çevresindeki kar­
gaşalığa alışık olduklarından büyük bir umursa­
mazlıkla otelin kapısına dayanıyorlardı birer birer.
Öncü genç de elindeki tomardan basılı kâğıtlar çe­
kerek herkesin eline tutuşturuyor, böylece de her­
kes New York’ta kaldıkları süre içinde bilinmesi
gereken her şeyi elindeki kâğıttan öğrenebiliyordu.
Monckton kapıya yaklaşmıştı ama kendisine
uzatılan elleri sıkıyordu hâlâ. Onun arkasında, ku­
zey yönündeki barikatın gerisinde kalanlar, «Bize
de gel, Dick,» diye bağırıyorlardı. «Bu yana, Dick!»
«Buraya gel, Dick, lütfen! Lütfen!» Monckton tah­
ta bir manken gibi çevirdi kafasını. Fotoğrafçılar
o gün bütün haber ajanslarına gönderilecek olan
fotoğrafı çekmeye hazırlanırlarken sol omuzunun
üstünden halka baktı. Çığlıklarla naralar büsbütün
güçlendi.
Monckton birinin elini kavradı, sonra da sağ
elini havaya kaldırarak döndü ve kolunu indirip
kuzey barikatının gerisindeki ilk sırada duran orta
yaşlı kadma uzandı. Bu anî yön değişikliği otel yö-
Şirket/145
netmenini şaşırtmış, kapının eşiğine kadar gerile­
mesine yol açmıştı. Kalabalık bir dalgalandı, biraz
daha sıkışarak yapının duvarına doğru ilerledi.
Richard Monckton bu el sıkma törenine ‘çit boyun­
da çalışmak’ adını takmıştı ve şimdi de o işi yapı­
yordu. Canı istediği zaman gerçekten başarıyla sür­
dürürdü bu politik görevi. Akşam haberlerinde de
çok güzel resimleri çıkardı.
El sıkışmayı seçmenlerle arasındaki kişisel bir
ilişki olarak görmezdi Monckton. Ellerini sıktığı in­
sanlardan bazıları ona bir takım şeyler de söyler­
lerdi ama o hiç karşılık vermezdi. Boyuna sırıtır,
hep aynı alışılagelmiş selam sözcüklerini sıralaya­
rak bir başka ele uzanırdı.
Politik bir taktikti bu; basın fotoğrafçıları için
düzenlenen bir gösteriden başka bir şey değildi.
Gerçek insanlarla gerçek ilişkiler kurmak kokteyl
partilerde, yemekli toplantılarda olurdu ancak. Ve
bu el sıkma töreninden çok daha güçtü. O insanla­
rın gevezelikleri, senli benli konuşmalarıyla soru­
ları, adaylıktan çekilme isteğini uyandırırdı Mon-
ckton’da.
Sonunda barikatın ucuna varmıştı. Geriye dön­
dü, kolunu havaya kaldırarak işaret veren demiryo­
lu görevlileri gibi geniş bir açıyla sağdan sola sal­
ladı. Kalabalıktan çığlıklar yükseldi yine. Otelin
kapısına ulaşınca eşikte bekleyen genç öncüye dön­
dü yüzünü. O da cumhurbaşkanı adayını otel yö­
netmeniyle tanıştırdı. Monckton saygıdeğer otelci­
den önce davranıp birkaç cümle söyleyerek öteki­
nin hazırladığı konuşmamn yapılmasını önledi ve
giriş katındaki salona daldı.
Kapıyla Kule Daireleri’ne çıkan asansörün ara­
sına kırmızı bir yol halısı döşenmiş, halmm iki ya-
146/Şirket
nı, gümüş ayaklardan geçen kırmızı kadife ipler­
le salondan ayrılmıştı. Bunların hepsi, Monckton
Kampanyası. Öncünün El Kitabı’nda emredilen şey­
lerdi. Kırmızı iplerin gerisinde bekleyenler de var­
dı ama Monckton onların önünde durmadı, kimse­
nin elini sıkmadı. Lobide toplananlar el çırparken,
o, yüzünde hiç değişmeyen bir gülüşle, «Sağolun,
sağolun,» diye mırıldanarak hızlı adımlarla yürüdü.
Asansörün kapısı açıktı. Frank Flaherty’yle
Gizli Servis ajanı Szabol sırtlarını asansörün arka
duvarına yapıştırmış bekliyorlardı. Öncü, cumhur­
başkanı adayının binmesini bekleyerek yana çekil­
di, sonra o da girdi içeri. Gizli Servis ajanı başını
salladı, asansörcü kız kapıyı kapattı. Richard
Monckton’m yüzü birden değişti; tutulduğu cezbe­
den ansızın kurtulmuştu sanki. Gülüşü yüzünden
silindi, gözlerindeki ışık bir lamba düğmesi çevril-
mişçesine söndü. Dosdoğru önüne bakıyordu. Ya­
nındakilerden çok uzaktı.
Çıt çıkmıyordu asansörde. Kimse ağzını aç­
madı.

Monckton otelin kapısından girince Martin’le


Simon Cappell oradan ayrılıp Park Avenue’yle El­
linci Sokağın birleştiği köşeyi dönerek Waldorf Ku-
lesi’nin özel kapısından geçtiler. Simon, Kule’nin
yirmi sekizinci katında bir daire tutmuştu Mar-
tin’e. Kule’nin küçük lobisi New York polisleriyle
doluydu; o kargaşalığın içinde, her biri, kendine
sürekli olarak yerleşebileceği güvenli bir yer arar
gibiydi. Martin’le yardımcısı uzunca bir süre asan­
sör beklemek zorunda kaldılar.
Sonunda, onlardan başka kimsenin bulunma­
dığı asansörle yukarı katlara çıkarlarken, Simon,
Şirket/147
«Bayağı gösteri oldu, değil mi, Bay Martin?» diye
söylendi.
Martin sordu: «El sıkıp dururken Monckton’m
yüzüne dikkatle baktın mı?»
«Doğrusunu söylemek gerekirse ben daha çok
Gizli Servis’in yöntemleriyle ilgileniyordum.»
CIA başkanı, «Monckton ne yaptığının farkın­
da bile değildi,» diye mırıldandı hayretle. «Çoğu
zaman aklı bambaşka şeylerdeydi. O gösteri süre­
since hep otomatik pilotla çalıştı. Neler düşünü­
yordu acaba?»
Odalarına girer girmez, Simon telefona uza­
narak otuz üçüncü kattaki Monckton dairesini ara­
dı. Martin kendi odasını gözden geçirip onun yanı­
na döndüğünde yardımcısı başını iki yana salladı.
«Olmadı, patron. Otel santralındaki görevlinin
dediğine göre o daire iç hatlardan aranamıyormuş.
Kendileri istemişler hatların kesilmesini.»
Martin, «Canına yandığımın!» diye söylendi
sabırsızca. «Muhaberecilerin santralmdan ara öy­
leyse. Gizli Servis ekibinin doğrudan doğruya Beyaz
Saray’a bağlı olması gerekir.»
Yardımcısı, «Muhabere santralının numarası­
nı aramam gerekecek,» dedi ürkekçe.
«Beyaz Saray’ı ara... Numara 456-1414. Onlar
seni bağlayabilirler herhalde.»
Simon’ın kendisini Beyaz Saray santralmdaki
görevliye tanıtıp Kara Kuvvetleri Muhabere sant­
ralına bağlanması birkaç dakika sürdü. Martin bu
arada odaları arşınlayarak sigara içiyordu. Bir an,
az önce gördüğü Richard Moncktan’ı düşünüyor,
ardından Cumhurbaşkanı Esker Anderson’la
Monckton’ı karşüaştırmaya girişiyordu. Bu karşı­
laştırma sonunda iki adamın arasmda pek çok ben-
148/Şirket
zerlik ve az sayıda ayrılık buldu. Monckton gibi çir­
kin, içine kapalı bir adamın, görenlerde saygı bile
uyandırmayan bir adamın önde gelen cumhurbaş­
kanı adaylarından biri olmasına akıl erdiremiyor-
du. Derken Monckton’m kendisi için nasıl bir teh­
like olabileceğini, Primula Raporu’nu, ardından
Cari Tessler’in aracılığıyla yaklaşmayı umduğu
Forville’i, Sally Atherton’ı, onun altın renkli teni­
ni ve kösnül kadınlığını düşündü.

Sally’yi G Sokağı Kulübündeki yemekten iki


gün sonra görmüştü. Pırıl pırıl, güneşli bir gündü.
Telefon ederek arabayla dolaşmalarını önermişti.
Sally kabul edecek olursa ona önemli bir ‘Görev’
vereceği için arabada konuşmak istiyordu. Sally
epey meraka kapılmıştı ama Martin telefonda en
küçük bir ipucu bile vermek niyetinde değildi. Genç
kadm onunla buluşmayı kabul ederken tatlı tatlı
gülmüş, görevine uygun düşsün diye kemerli bir
trençkot giyeceğini söylemişti.
Martin, Sally’nin öğleden sonra üç buçukta
Kennedy Center’daki konser salonunun önüne ge­
lerek onu arabasına almasını istiyordu. Göze bat­
mak ikisinin de işine gelmezdi. Martin’in bindiği
taksi kaldırımdan uzaklaşırken Sally Atherton
arabasıyla yaklaştı. Martin kadının spor arabası­
nın direksiyonuna geçti ve Virginia kırlarına, Ma-
nassas’a doğru sürdü.
Sally Atherton bir kadında bulmayı umduğu
her şeye sahipti. Onun da kendisine karşı bir istek
duyduğunu anlıyordu Martin. Yine de, aralarında­
ki ilişkinin cinselliğin üstünde bir şey olacağını
söylüyordu kendine. Ömürlerinin geri kalan yılla­
rını seve seve birlikte geçirebilir, her şeyi paylaşa­
bilirlerdi. Sally, Martin’e eşsiz bir rahatlık sağla-
Şirket/149
yan bir özgürlük havası katıyordu ilişkilerine. Baş
döndürücü bir kadındı o; canlıydı, dipdiriydi, insa­
na umut aşılıyordu.
Bull Run savaş alanına bakan bir yerde park
ederek konuştular. Martin bu kadınla konuşurken
en küçük bir endişe duymuyordu ama yılların ver­
diği alışkanlıkla temkini de elden birakamıyordu.
Yalnızca Cari Tessler’e birkaç zarf götürüp getir­
meyi kabul ettirecek kadar bilgi verdi Sally’ye. Va­
li Forville’le Tessler’a yardımcı olmak istediğini,
Forville cumhurbaşkanı adaylığına seçilmeye ça­
lıştığı için bu yardımın açıkça yapılamayacağını
açıkladı. Tessler’le konuştuklarını, ikisinin de Sal-
ly’yi güvenilir bir dost olarak görüp onun yardımı­
nı istemeye karar verdiklerini de anlattı. Sally yap­
tıklarını hiç kimseye — kocasına bile — söyleme-
meliydi. Ona sonsuz güvenleri vardı.
Hiç kimse, Sally’den gerçekten önemli olabile­
cek bir şey istememişti yıllardır. Oysa Bili Martin’-
le Cari Tessler onu bir insan olarak, bir kişi ola­
rak görüyorlardı şimdi. Sakin bir tavırla karşılık
verdiyse de o tavrın altında derin bir minnet duy­
gusu vardı. Evet, elbette yardım edecekti onlara.
Güneş ağaçların arkasına alçalınca ağır ağır
kente döndüler. Martin, Statler Hilton otelinin
önünde inerek evine taksiyle gitti.

Martin, Simon Cappell’in huzursuzca, özür di-


lercesine konuştuğunu duyunca odada dolaşmayı
bir yana bıraktı. «Çok üzgünüm,» diyordu Simon.
«Bugün Büyük Adam’la konuşmanız olanaksız kor­
karım. Flaherty’nin kendisi söyledi. İlk ağızda ola­
maz deyip kesti. Ancak işinize gelirse Bob Bailey
sizi kabul edebilirmiş.»
Martin sigarasını söndürürken, «Bob Bailey de
150/Şirket
kim oluyormuş?» diye hırladı.
«Monckton senatörken bir ara onun basın sek­
reterliğini yaptı.» Simon Cappell şefine bej rengi
bir dosya uzatıyordu. «Bailey hakkında bilgi edin­
mek isterseniz Monckton dosyasına bakabilirsiniz.
Sekiz ya da dokuz numaralı ekte olacak sanırım.
Şimdi Denver’deki gazetelerden birini yönetiyor.
Kampanya süresince izinli sayılıyor. Adayın basın
sekreterliğini yapacaktı ama topluluğa katıldıktan
sonra ne olduysa oldu ve Bailey iç savaşı kaybetti.
Yine de ekipten ayrılmıyor. Belki de gazetesindeki-
lere alay konusu olmamak için.»
Martin dosyanın sayfalarını karıştırdı. «Onla­
rın arasındaki önem derecesi nedir?»
«Monckton ekibindekilerden hangisinin öbü­
ründen daha önemli olduğunu anlamak kolay de­
ğil. Bizim adamlarımız, Bailey’nin Monckton’m
‘sırdaşı’ sayılabileceğini, iki adamın birbirlerine
çok yakın olduklarını bildiriyorlar ama o da boş laf
ya da reklam olabilir.»
Martin içini çekti. «Pek hoşuma gitmedi, Si­
mon. Ancak yapılacak başka bir şey olmadığına gö­
re onu görelim bakalım. Buraya kadar geldik bir
kere. Evet, nasıl gidiyoruz?»
Simon öne düştü, Kule’nin sessiz koridorların­
dan geçerek asansöre bindiler. Otuz üçüncü katta
kapüar açümca asansörün önündeki dar geçiti iri
yarı iki adamın kapladığını gördüler. Adamların
daha yaşlı olanı gülümseyerek elini uzattı.
«Siz CIA başkanısinız, değil mi? Benim adım
Tallford. Senatörün kadrosunda görevliyim.»
«Merhaba, Bay Tallford.» Martin, Tallford’un
karşılayıcı olarak gönderilmiş olabileceğini, eğer
öyleyse bunun ne anlama gelebileceğini düşündü.
Şirket/151
Belki de Monckton onu görmeyi kabul etmişti so­
nunda.
Henüz kırkmda olan Tallford, Washington’da
bir efsane haline gelmişti. Washington’li gazeteci­
lerin sözlüklerinde çeşitli adlarla tanımlanıyordu;
Gazetenin tutumuna bağlı olarak değişen bu ad­
ların arasmda, «politika memuru», «cellat», «parti­
zan», «Cumhuriyetçi politika uzmanı», «ayrıcalıklı
Washington hemşerisi» gibi tanımlar vardı. Monck-
ton’m Tallford’u ekibe almak kararını öğrenince,
Frank Flaherty basma hiç bir açıklama yapılmama­
sını emretmişti: Gelgelelim Washington Post yazarı
Len Archer, bütün bir pazar yazısını, Tallford’un
Monckton kampanyasındaki görevini açıklamaya
ayırmıştı. Monckton’m adamlarından bazıları, Tal­
lford’un kampanyadaki görevinin gizli tutulmasma
kızdığını, o yüzden de haberi Archer’a duyurduğu­
nu ileri sürdüler. Flaherty, Tallford’un her iki par­
tide bulunabilecek en becerikli üç beş particiden
biri olduğunu bilirdi gerçi; ne var ki adamın kötü
bir ün yaptığını, acımasız ve hırslı bir avcı olarak
tanındığını da bilirdi. Tallford kendisine verilen gö­
revi yerine getirmek için her yola baş vurabilirdi,
Politik rakipleri yıkmak amacıyla kampanyaların
son günlerinde giriştiği ağır suçlamalar ve küfür
sayılabilecek konuşmaları dillere destan olmuştu.

Boyu bir yetmişi aşmayan Tallford, yanıltıcı


bir gevşeklik izlenimi uyandıran güçlü erkekler­
dendi. Burnunun uzunluğu çenesiyle yanaklarının
yuvarlaklığını dengelerdi. Parlak siyah saçları
uzundu, arkaya doğru taranırdı. Alnmda derin en­
dişe çizgileri vardı. Kömür karası gözleri soğuk ve
anlamsızdı, göz altlarındaki geniş morumtrak hal­
kalar yüzünün sarılığını vurgulardı.
152/Şirket
«Bu da benim yardımcım Simon Cappell, Bay
Tallford.» Simon gizleyemediği bir tiksintiyle sıkı­
yordu Tallford’un elini.
Tallford oradakilerden birine işaret etti. «An­
ladığıma göre Bailey’yi görecekmişsiniz. Bu arka­
daş sizi ona götürür. Ben izninizi isteyeyim, aşağı
inmek zorundayım. Geciktim bile. Sizleri gördüğü­
me çok sevindim, baylar.»
‘Washington Kaçamağı’ diye düşündü Simon;
Tallford ‘tanıştığımıza’ ya da ‘sizleri tanıdığıma’
demiyor da ‘sizleri gördüğüme’ diyor.
«Biz de sizi gördüğümüze sevindik,» diye söy­
lendi.
Onlara verilen kılavuz Martin’le yardımcısını
asansörden uzaklaştırdı, koridordaki ilk kapının
önüne götürdü. Kapının üstüne ‘Robert Bailey’
adını taşıyan kocaman bir kart yapıştırılmıştı.
Öbür kapıların bazılarında da aynı cins kartlar gö­
rülüyordu.
Simon Cappell bir başka seçimde, yenilgiye uğ­
rayan bir cumhurbaşkanı yardımcısı adayının kam­
panyasında çalışmış olduğu için otellerde kalan
topluluk üyelerinin odalara nasıl yerleştirildikleri­
ni bilirdi. Onun için de Bob Bailey hakkında epey
bilgi edinmişti şimdi; Bailey’nin cumhurbaşkanı
adayına olan yakınlık derecesini, sözünün ne kadar
önem taşıyabileceğini hep biliyordu. Bailey’nin
odası hemen hemen asansör boşluğuna baktığına
göre, ona, istenmeyen kişileri ilk adımda savmak
görevi verilmişti. Gerçi güvenlik görevlileri ora­
lara sızması kaçınılmaz olan ‘çatlaklar’ı uzaklaş­
tırmayı bilirlerdi ama, gelen kişi, adayı içtenlikle
destekleyecek seçmenlerden biri olabileceği için
Şirket/153
politikacılar bu konukların kabaca kovulmalarını
istemezlerdi. Bob Bailey gibilerine düşen iş, geleni
karşılayıp ona adaym sonsuz teşekkürlerini iletmek,
büyük adamın kendilerine ayıracak tek bir daki­
kası olmadığını, güvenlik kaygılarının, getirilen
her armağanı, andacı ya da haberi doğrudan doğ­
ruya adaya ulaştırmaya olanak bırakmadığını açık­
lamaktı.
Simon Cappell, Şirket’in Bob Bailey hakkında
verdiği bilginin yanlış olduğunu da anlamıştı. İs­
tenmeyen kişileri savmakla görevlendirilenlerin
‘sırdaş’ oldukları pek seyrek rastlanan bir durum­
dur. Bailey’nin kapısı açıktı. Simon kanadı tıklat­
tı, içerideki adam elini sallayarak onları yanma
çağırdı. Küçük odaya sıkıştırılan tek kişilik iki ya­
tağın arasında durmuş, telefonla konuşuyordu. Ya­
taklardan birinin üstüne açık bir valiz, bir sürü
yazılı kâğıt, listesi çıkarılıp çamaşırhaneye gönde­
rilecek olan dağ gibi bir kirli çamaşır yığını ve bir
çift ayakkabı bırakılmıştı. Bailey ikinci bir el işa­
retiyle konukları, odanın ucuna, tek pencerenin
önündeki küçük masanın çevresine konan iskemle­
lere 3röneltti. Telefonda konuşurken bir yandan da
valizin içini karıştırıyordu. Sonunda açılmamış bir
paket sigara bularak Martin’e doğru fırlattı.
Simon Cappell adamın konuşmasını bitirmesi­
ni beklerken aynanın üstüne asılmış olan kâğıtları
okumaya koyuldu. Kâğıtlardan birinde günlük
program yazılıydı. Bir İkincisi kampanyaya çıkan­
ların otelin hangi odalarmda kalacaklarını gösteri­
yordu. Simon, Richard Monckton’m kaldığı daire­
nin belirtilmemiş olduğunu farketti.
Üçüncü kâğıt kampanya öncüsü tarafmdan
kaleme alınmıştı, topluluğun Waldorf Astoria, Ku-
154/Şirket
lesi’nde nasıl yaşayacağını açıklıyan öğütler ve
uyarılarla doluydu.

New York’a hoşgeldiniz!


Burada kalacağınız günler sayılı olmakla bir­
likte, içinizde turlara katılmak, tiyatrolara bilet al­
mak ya da alışverişlerinde kendisine yardım edil­
mesini isteyenler varsa, lütfen otelin ana bölümün­
de, 1512 numaralı odada kalan sekreterim Sherrie
Liebowitz’i arasın.
Ekibimizin altı otomobili vardır ama New
York’ta taksiler bol ve ucuzdur. Araba isteyenler
1512 no’lu odaya telefon etsinler.
Büromda - 1512 no’lu odada - yirmi dört sa­
at açık kalan bir bar ve kafeterya servisi kurulmuş­
tur. Bay Flaherty’nin özel izni olmadan oda servi­
sinden hiç bir şey istemeyin. İsteyecek olursanız
hesabını kendiniz ödemek zorunda kalacaksmız.
Topluluğumuza oda servisi yoktur.
Benim bürom otelin ana bölümünde, asansör­
lerin yakınındaki 1512 no’lu odadadır. Otelin ana
bölümündeki asansörlere binerek on beşinci kata
çıkın, kuzeye doğru yürüyün.
Çamaşırlar günün her saatinde çamaşırhane­
ye yollanabilir. Cuma sabahı yola çıkmadan teslim
edilmesini istediğiniz çamaşırların perşembe günü
saat 14.00’ten önce verilmesi gerekir.
Oda uşağı: Bir saatlik servis. Gece saat onda
kapanır.
Oda Servisi yirmi dört saat açıktır. Hesabı size
yazılacaktır.
Gazeteler geldikçe odalarınıza bırakılacaktır.
Basın odası: Ana bölüm, birinci kat, İmpara­
tor dairesi. Tel. İç hatlardan no. 127.
Bagajlar cuma sabahı 6,45’te toplanacaktır.
Şirket/155
Bütün bavulların kapının önüne konması gerekir.
Bavullarınızın etiketlerini unutmayın.
New York’ta güzel günler geçirmenizi dilerim.
Size bir yardımda bulunmamı isterseniz lütfen
arayın. Charles T. Ferris
, Kampanya Öncüsü Tel. 1512
CTF/sl ^ J

Bailey telefon konuşmasına son vermeye çaba­


lıyordu.
«Evet, efendim. Evet, Bay Clausen, biliyorum.
Aynı şeyi Dick de isterdi eminim. Buradaki prog­
ramımız korkunç. Hiç bu kadar sıkıştığımızı hatır­
lamıyorum. Evet, tabii, biliyorum. Dick de anlıyor
onu, Bay Clausen. Size teşekkür edecektir. Evet,
efendim. Konuştuğumuzu haber veririm; Texas
konusundaki görüşlerinizin değiştiğini de bildiri­
rim tabii. Hiç kuşkusuz görüşlerinizi öğrenmek is­
teyecektir. Eminim. Evet, efendim. Telefon ettiği­
niz için çok sevinecektir. Teşekkür ederiz.»
Almacı yerine bıraktı, çabucak sigarasını sön­
dürüp Martin’e bakarak gülümsedi. Yaşını kestir­
mek pek kolay değildi. Dikkati çekmeden kırlaşan
kızıl-kumral saçları olan adamlardan biriydi. Yir­
mi yıl önce güzel bir yapısı olduğu söylenebilirdi
ama şimdi, elli yaşını aştığı gibi doksan kiloyu da
aşmıştı. Parmakları sigaradan sararmıştı; dişleri,
sağlığının pek iyi olmadığını belli ediyordu.
«Adım Bob Bailey,» diye söylendi. «Geldiğinize
çok sevindim.» Kalın, dumanlı denebilecek bir ses­
le konuşuyordu.
Martin yardımcısını tanıştırdı, ayağa kalkıp
kolunu yatağın üstünden uzatarak Bailey’nin elini
sıktı. «Bir raslantı sonucu ben de burada bulun­
dum, Bay Bailey,» dedi. «Kule’de kalıyorum ben
156/Şirket
de. Senatör Monckton’la eski bir ahbaplığı tazele­
mek umuduyla bir telefon ettim sizlere.»
Bailey’nin her yanmdan dostluk fışkırıyordu.
«Demek öyle! Herhalde o da sizi görmek isterdi!
Ne zamandan beri tanışıyorsunuz, Bay Martin?»
Martin adamın coşkunluğuna gem vurmayı
amaçlayan kupkuru bir sesle karşılık verdi. «Bin
dokuz yüz elli yıllarında Rusya’ya gitmiştik birlik­
te.»
«Demin telefonda da söylediğim gibi, burada­
ki programımız çok dolu, Bay Martin. Korkarım ki
size şu günlerde beş dakikalık bir zaman bile ayı-
ramayacağız. Hiç zaman bulamadık dediğim za­
man Dick de çok üzülecek eminim. Ancak gerçek­
ten yolu yok. Anlayış göstereceğinizi umarım.» Du­
yan, gerçekten içtenlikle konuştuğuna inanırdı.
Martin, «Elbette,» diye mırıldandı.
Simon Cappell gülmemek için kendini zor tut­
tu. Onun katıldığı kampanyada, cumhurbaşkanı
yardımcılığına seçilmeyi uman aday her gün uzun
bir öğle uykusu uyurdu. Pijamalarını giyer, perde­
leri kapatır, politikanın canı cehenneme deyip ya­
tağa girerdi. Onun istenmeyen konuklarını savmak­
la görevlendirilen kişi de aynı Bailey’nin söyledik­
lerini söylerdi gelenlere. Simon’un hiç kuşkusu
yoktu; Richard Monckton otuz metre ileride, güzel
bir Kule dairesinde oturuyordu mutlaka. Belki
uyuyordu, belki de boş oturuyordu ve saat sekizi
bulup da bağış toplamak için düzenlenen akşam
yemeğine gidinceye kadar hiç bir önemli iş yapma­
yacaktı.
Bili Martin gitmeye hazırlanmış, odanın kapı­
sına yönelmişti. «Bay Bailey,» diye mırıldandı. «Se­
natöre söyleyin lütfen. Yakın bir zamanda bir sa-
Şirket/157
atlık bir konuşma yapabilirsek çok yararlı olacak­
tır. Söylediklerimi kendisine iletir misiniz?»
Bailey gülümseyerek başını salladı. «Elbette,
Bay Martin. Elbette iletirim. Bu arada benimle ko­
nuşmak istediğiniz herhangi bir şey var mı? Dick’e
iletmemi istediğiniz herhangi bir şey?» Kısaca
güldü. «Sanırım şimdilik benden gizlisi saklısı yok­
tur. Bir sır da olsa söyleyebilirsiniz. Başkalarına
açmayacağıma güvenebilirsiniz.»
Martin soğuk bir tavırla başını öne arkaya sal­
ladı. «Size güvenebileceğime hiç kuşkum yok ama
şimdilik yalnızca selamlarımı iletin senatöre. Bir
gün, onunla bir saat baş başa konuşmak istediğimi
de söyleyin. Yine de, ilgi gösterdiğiniz için teşekkür
ederim.»
Martin’le genç yardımcısı asansöre binerler­
ken Gizli Servis ajanlarından biri çıkış saatim not
etti.
Martin asansörde belli etti öfkesini. Asık su­
ratla, «Buradan ne zaman ayrılabiliriz?» diye sor­
du.
«On dakika sonra,» dedi Simon usulca, «Bütün
eşyalarımız hazır.»
«Hiç oyalanmayalım öyleyse. Bailey denen o
hergelenin bekçi köpeğinden başka bir şey olma­
dığını anlamalıydım. Bahse girerim ki Monckton
benim burada olduğumu biliyordu. Ne kadar iki­
yüzlü pezevenk varsa hepsi buraya toplanmış.»

Richard Monckton sırtını kapalı perdelere ver­


miş, büyük, alçak bir koltuğa oturup bacaklarını
ileri uzatmıştı. Elinde yarı yarıya buz ve viskiyle
dolu bir bardak tutuyor, arada bir bardağı salla­
yarak buzları şıngırdatıyordu.
Monckton’a ayrılan daire Japon stilinde dö-
158/ŞirJcet
şenmişti. Oturma odasının bir duvarı altın renk­
li bir paravanla örtülmüştü. Masalar kare biçi­
miydi, koyu renk tahtadan yapılmıştı. Koltuklarla
kanepeler alçacıktı. Doğu ülkelerinden gelen halı­
nın nakışları bir yana bırakılırsa, odada pek az
renk vardı. Lambalardan yalnızca bir tanesi yanı­
yordu. Pancurlarla kaim perdeler, kentin uğultusu­
nun içeri sızmasını önlemek için sıkıca kapanmış­
tı.
CIA başkanı William Martin Kule’den ayrılır­
ken, Frank Flaherty de 3334 numaralı odadan çı­
kıp koridorun ucundaki daireye yürüdü. Kapının
önündeki Gizli Servis ajanı başını eğerek kapıyı
açtı. Anahtar dış taraftaki kilidin üstünde duru­
yordu. Anahtarların kilitlerde bırakılması Fla-
herty’nin ortaya attığı bir yöntemdi. Monckton eki­
binin konaklayacağı kentlerdeki öncülerin hepsine
emir verilmişti bu konuda. Böylece, bir kente inil­
diğinde resepsiyonda kayıt yaptırıp anahtar almak
sorunu olmuyor, anahtarların oda sahiplerine birer
birer dağıtılması gerekmiyor, anahtar kaybetmek
korkusu kalmıyordu. Anahtarlar hep kilitlerde du­
racaktı. Çok basit ve akla yakın bir yöntem.
Flaherty, eşine ender rastlanan bir melezdi;
becerikli bir İrlandalI. Siyah saçlarıyla İrlandalI fi­
ziğini babasından almıştı. Becerikliliğinin tohumla­
rını İsviçre ve Alman asıllı annesi ekmiş, bu özel­
lik, Harvard üniversitesiyle General Motors şirke­
tinde iyice gelişmişti. St. Louis’teki son işine atan­
dığında, General Motors’m tarihinde bilinen en
genç Buick Bölge Şefiydi.
Flaherty içeri girince Monckton kafasmı kal­
dırmadan seslendi: «Merhaba. Ne var, ne yok?»
«CIA’dan William Martin gelmişti, az önce git­
ti. Bailey atlattı onu.»
«Ne istiyormuş ki?»
«Burada kaldığını, ‘ikinize de yarar sağlaya­
cak’ bir konuda konuşmak istediğini söylemiş. Bir
gün ona bir saat ayırmanızı istiyormuş.»
Monckton, «Orospu çocuğu,» diye hırladı. «İs­
ter tabii. O namussuzun adını bir yana yaz. Biz
iş başına geldiğimizde o işinden atılacak. İyi tanı­
rım ben onu. Bir Rusya yolculuğumda yanıma ver­
mişlerdi. Bulunduğu yere yalnız ve yalnız kıç ya­
lamakla gelen biri varsa o da Martin’dir. Onu CIA
başkanı yapan Anderson’dı ama aslında Curry’nin
adamıdır. Aslında Curry’nin hergelelerinden oldu­
ğu için de pasaportu eline verilecektir.»
Flaherty, «Bailey’nin dediğine bakılırsa, ne
yaptığını bilen, akıllı bir adama benziyormuş,» di­
ye ekledi.
«Bailey bir boktan anlamaz. Adamı yerinde
tutmamızı isteyecek herhalde. Bailey gibi bir buda­
laya niçin katlanıyorum bilmem.»
Flaherty alçak sesle karşılık verdi. «Adam at­
latmakta çok ustadır Bailey. Basınla da arası iyi.
Her gün öğleden sonra üç dört gazeteciyi toplayıp
içki içmeye götürüyor. Monckton propagandası
yapmak için bundan iyi yol yoktur.»
Monckton içkisinden bir yudum alarak, «Evet,
belki onun gibileri de gerekli,» diye homurdandı.
«Yalnız bana bir iyilik etmek istersen Bailey’i hiç
yanıma sokma, Frank. O herifi uzak tut benden.
Büyük politikacı sanıyor kendini, öğüt vermeden
duramıyor. Lütfen benden uzak tut onu.»
«Hiç merak etmeyin efendim.» Flaherty çene­
siyle yatak odasını göstererek sordu: «Bu gün yat­
mayacak mısınız?»
160/Şirket
Ne var ki aday adayı derin bir düşünceye dal­
dığından karşılık veremedi. Monckton’un uzun ses­
sizliklerine alışıktı Flaherty. Başlangıçta bu sus­
kunluğu bir depresyon belirtisi sanmıştı ama şimdi
daha iyi tanıyordu Richard Monckton’ı. Adam
kendi düşüncelerine daldı mı dünyayı görmez olur,
öyle durumlarda, odadaki hiç bir hareket, hiç bir
ses dikkatini dağıtmazdı. Flaherty’nin daha önce
hiç kimsede görmediği bir özelliği vardı; dış dün­
yayı dışarıda bırakıyor ve yenilenmek, yeniden
güçlenmek için içindeki bir kaynağa dönüyordu
sanki. Flaherty seçim gezilerinin programlarını
ayarlarken akşam yemeklerinden önce en az iki sa­
ati boş bırakmaya çalışırdı. Soran olursa, ‘ekip sa­
ati’ adı verilen bu süre içinde, Senatör Monckton’-
la politika konularını tartışıp yazılacak mektupla­
rı ele aldıklarını açıklardı. Aslı aranırsa Monck­
ton bu iki saati ya uykuyla geçirirdi, ya da karan­
lık bir odada dinlenerek.
Ancak zaman zaman programda bir aksaklık
olur, bazan da bindikleri uçak gecikirdi. Monckton
‘ekip saatı’ndan yoksun kalırsa kafası karışıyor,
dikkati dağılıyordu. Çabuk yorulurdu. Ve çok yor­
gun olduğu zaman kolay kolay uyuyamazdı ne­
dense. O zaman uyku hapı almak zorunda kalır,
ilacın normal dozu da yetersiz kalırdı. Üstelik uy­
ku hapıyla uyuduğu gecelerin sabahında bir türlü
kendini toplayamıyordu. Kahveyle de toparlana-
mazdı öyle günlerde; işe başlayabilmek için bir iki
içki içmesi gerekirdi. Ne yazık ki içkiye de dayanık­
lı değildi. İçtiği zaman suratsız bir saldırgan olur­
du. Gerçekten yorgunsa, bir iki içki içtikten sonra
entelektüel devlet adamı Monckton gider, onun ye­
rine terbiyesiz bir ayyaş gelirdi.
Şirket/161
Otuz sekiz yaşındaki Frank Flaherty, Monck­
ton topluluğunun kurmay başkanı olarak adlandı­
rılıyordu ama aslı aranırsa senatörün bakıcılığını
yapıyordu. Bütün belirtileri, bütün fiziksel uyarı­
ları tanırdı Flaherty. Yorgunluk-uyku hapı-viski
döngüsünün Monckton’m adaylığa seçilmesini
tehlikeye atabileceğini ikisi de biliyorlardı.
Senatör Monckton yedi yıl önce cumhurbaş­
kanı yardımcılığına seçilmek umuduyla adaylığını
koyduğunda, Flaherty ona bir mektup yazarak
kampanyada çalışmak istediğini belirtmişti. Mek­
tup Bob Bailey’le tanışmasına olanak sağlamış ve
genç Flaherty o kampanya süresince öncü olarak
görev yapmıştı. Monckton seçimi kaybetmişti ama
genç Buick acentasmı unutmamıştı. İleride de işe
yarayabilirdi o delikanlı. Monckton ayrıntılara
onun kadar dikkat eden ikinci bir adam görmemiş­
ti. Flaherty’nin babası ölürken oğluna epey para bı­
rakmıştı üstelik; karısı güzel bir kadındı, onun da
kişisel serveti vardı. Yani Flaherty seçim kampan­
yalarında çalışanların çoğu gibi çıkar peşinde olan
bir kişi değildi. Politik amaçları da yoktu onun. Kı­
sacası, her cumhurbaşkanı adayının arayıp da bu­
lamadığı bir yardımcıydı.
Monckton’m seçim kampanyasmda çalışacağı­
nı söyleyince General Motors yetkilileri de seve se­
ve izin vermişlerdi Flaherty’ye; General Motors’m
duvarları arasmda koşulan yarışta geri kalmaya­
cağına da söz vermişlerdi. Cumhurbaşkanı adayı­
nın malî komisyonu,. Flaherty’ye yetmiş beş bin do­
lar ayırdığı gibi masraflarını da üstlenmiş, adama
Chicago’da bir apartman katı bile tutulmuştu. Se­
çim kampanyasmda çalışacak ekibi o seçecek, o yö­
netecekti; Monckton’m onayını alarak tabii. As-
162/Şirket
lmda, aday adayıyla Flaherty kampanyanın yalnız­
ca iki amaç güdeceğini başından kararlaştırmış­
lardı. İlk amaç televizyon şirketlerinin akşam ha­
berlerinde elden geldiğince çok yer tutmak, İkinci­
si de Monckton’ın yorulmasını önlemekti. Bu stra­
teji, televizyoncuların ilgilenmeyecekleri çalışmala­
rın en alt düzeyde tutulmasını gerektiriyordu ger­
çi; gelgelelim dikkatle hazırlanıp basma dağıtılan
yazılı bildiriler de hızlı bir kampanya faaliyetine
girişildiği izlenimini verebilirdi pekâlâ. Richard
Monckton’ın felaketine yol açacak olan yorgun­
luk - uykusuzluk - alkol döngüsüne girmemek her
şeyden önemliydi.
Monckton daldığı düşüncelerden birkaç daki­
kada sıyrıldı. «Şu Martin’in kalkıp beni görmeye
gelmesi de çok hoş hani! Kimi kandırdığını sanı­
yor?»
Flaherty, «CIA’nın bize verebileceği bir şey var
mı?» diye sordu. «Martin’den bir şeyler elde edebi­
lir miydiniz?»
Monckton, «O yalnız kendini düşünüyor,» diye
homurdandı alayla. «İşinden atılmaktan korkuyor.
Ön seçimi kazandıktan sonra CIA’dan öbürleri ka­
dar yardım isteyebiliriz. Martin hiç gerekli değil
bize. Orospu çocuğunu hiç yanıma sokmayın. Gör­
mek istemiyorum onu.»

Martin’in kendisini düşündüğü doğruydu. An­


cak o gün akşamüstü arabasıyla National Havaa­
lanından evine giderken yeni cumhurbaşkanının
onu işinden atıp atmayacağmı değil, işinden atıl­
dıktan sonra neler olabileceğini düşünüyordu. Ola­
sılıkları birer birer sıraladı. Kendisi ‘emekliliğini’
isteyecek olursa, bilgisi ve geçmişinden ötürü, dün­
yanın çeşitli yerlerinde iş yapan çokuluslu şirketler
Şirket/163
için değerli bir eleman sayılır ve iş ya da finans
dünyasında kendisine bir yer bulabilirdi. Aylığı da
yüksek olurdu öyle bir işin, şerefi de.
Cumhurbaşkanı Curry’nin düşmanları yeni
koltuklarına yerleşip eski kayıtlarla dosyaları ka­
rıştırmaya başlayıncaya kadar güven içinde ya­
şardı. Gelgelelim Primula Raporu elden ele dolaş­
maya başladı mı en önemli tanık olarak onu çağı­
rırlardı. Büyük bir cumhurbaşkanının, şimdi öl­
müş olan cumhurbaşkanının anısını kirletmek için
onu araç edeceklerdi. Bu arada William Martin de
mahvolacaktı tabii.
Acı gerçekleri birer birer ağzmdan alacaklar
ve büyük bir olasılıkla her şey televizyon ekranla­
rında sergilenecekti. Herkesin ilgisini çekecekti or­
taya çıkanlar. ‘Güvenilir kaynaklardan’ diye baş­
layan yazarlarla haber yorumcuları her gün aynı
soruları yankılayacaklardı. Mercury araba nehir
boyundaki yoğun akşam trafiğinin arasında yol
alırken Martin senatoda yapılacak soruşturmayı ve
sorguyu duyar gibi oluyordu.

S: Cumhurbaşkanının size açık bir emir verdiği­


ni söylüyorsunuz değil mi, Bay Martin?
C: Evet, sayın senatör.
S : Y anınızda başka kim vardı?
C: Yalnızdık.
S: Siz ne dediniz peki?
C: Emredersiniz, efendim, dedim.
S: İyi ama, Bay Martin, bunun bir cinayet emri
olduğunu, direniş hareketinin bir kahramanı­
nı, bir papazı öldürmekle görevlendirildiğinizi
anlamadınız mı? Böyle korkunç bir işin niçin
yapılacağını sormak aklınıza gelmedi mi?
164/Şirket
C: Hayır, sayın senatör. Cumhurbaşkanının emri­
ni öylece kabul ettim.
S: Kilisenin papazlarından birini öldüreceğinizi
biliyordunuz.
C: Cumhurbaşkanı bir adamın admı vermişti,
efendim.
S: Bay Martin, o adamın bir Katolik papazı oldu­
ğunu biliyor muydunuz? Bilmiyorduysanız da­
ha sonra öğrenmediniz mi?
C: Evet, efendim.
S: Cumhurbaşkanı da Katolik kilisesine bağlıydı
değil mi?
C: Evet, efendim, sanırım cumhurbaşkanı da Ka-
tolikti.
S: Siz de Katolik misiniz, Bay Martin?

Hiç aman vermeden sıralanacaktı sorular; üst


üste, üst üste sorulacak, belki yıllarca sürecekti.
Cumhurbaşkanı gerçekten açık bir emir vermiş
miydi? Koşullar göz önünde tutulursa bu yasal bir
emir sayılır mıydı? İnsan üstlerinden bu tür bir
emir almışsa yasalar nasıl davranmasını gerektirir­
di? Ahlak ve vicdan açısından bakılınca böyle bir
emre karşı çıkmak daha yüce bir görev sayılmaz
mıydı? O görev nasıl tanımlanabilirdi? William
Martin bir kahraman mıydı yoksa adi bir katil mi?
Cumhurbaşkanı Curry o emri verirken alışılagel­
miş ahlak kurallarının üstüne çıkan bazı kaygılara
mı kapılmıştı? Bir ulusun çıkarları bir adamın ca­
nından daha mı önemliydi? Bir eylem cumhurbaş­
kanları için doğru olur da ondan emir alanlar için
yanlış sayılabilir miydi?
Kesin olan tek bir şey vardı. Asla sorulmama-
lıydı bu sorular. Pandora’nm kutusu kapalı kalma­
lıydı. Yalnız William Martin’in çıkarı için değil,
Şirket/165
aynı zamanda ölen bir cumhurbaşkanının tarihe
lekesiz bir adla geçmesi için. Martin’in yükünü
paylaşan tek kişi Horace McFall’du. Martin eski
CIA başkanıyla yaptığı üstü örtülü bir konuşma­
da, McFalFın kanısını öğrenmişti. McFall cumhur­
başkanı Curry’nin yerinde bir karar aldığına ina­
nıyor, Martin’in verilen emre uymaktan başka bir
şey yapamayacağını savunuyordu. Başka bir yol
tutulabileceğine akıl erdiremiyordu o da. CIA baş-
kanıyken, kendisi de cumhurbaşkanlarından aldığı
bazı emirleri yerine getirmek zorunda kalmıştı.
Horace McFalPdan ötürü kaygılanmanın gereği
yoktu; ona güvenilebilirdi.
Gelgelelim ondan başka hiç kimse bilmemeliy­
di olanları. Ve Monckton cumhurbaşkanlığına se-
çilmemeliydi. Kesinlikle. Cari Tessler’ı da yanmda
getirirse Forville bir sorun yaratmazdı herhalde.
Tessler durumu idare ederdi. Ancak en iyisi Gil-
ley’nin seçilmesiydi tabii. Gilley kolayca denetim
altmda tutulabilirdi çünkü. Esker Scott Anderson
onun çizmeyi aşmasını önlerdi.
Martin kanepenin arkasına uzanarak araba­
nın iç lambasını yaktı. Evening Star gazetesini açar
açmaz da' gözü ilk sayfanm alt yarısındaki başlık­
lardan birine ilişti.

ÖN SEÇİMLERDE SENATÖRÜN ŞANSI


VALİNİNKİNDEN YÜKSEK

Monckton’m ön seçim oylamasmda delegelerin


üçte ikisinden oy alacağı sanılıyor.

Martin gazeteyi yere atarak pencereden dışa­


rı baktı. Midesindeki kasların gerildiğini hissedi­
yordu. Richard Monckton’ı durdurmanın bir yolu
bulunamazsa ne halt edecekti peki?
7

Cari Tessler’ın aracılığıyla Forville’i satın al­


dığına inanmamak için hiç bir neden yoktu. Tes-
sler boyuna teşekkür ediyor, kendisine sağlanan
bilgilerden ötürü gönül borcu altmda kaldığını bil­
diriyordu.
Gizli buluşmaları sıradan bir aşk ilişkisinden
de büyük önem taşıdığından, Sally Atherton da,
William Martin de yaptıklarını doğrulayan açıkla­
malar bulmakta güçlük çekmiyorlardı. Cari Tess-
ler’a, dolayısıyla vali Forville’e yardım ediyorlardı
onlar; Şirket’e yardım ettikleri de savunulabilirdi.
Önemli bir işti bu; birlikte yaptıkları bir iş. Hafif
bir tehlike kokusuyla gizlilik havası, buluşmalarına
apayrı bir tad katıyordu.
Sally Atherton, sarı zarfları büyük deri çan­
tasına yerleştirerek Eastern Airlines uçaklarıyla
Boston’a gidip gelmekten büyük haz duyuyordu.
Zarfları genellikle Ritz otelinde yenen öğle yemek­
lerinde veriyordu Tessler’a. O güzel öğle yemekle­
ri, akıllı, bilgili bir adam olan Tessler’la konuşmak
Şirket/167
da Boston yolculuklarını bir eğlence haline getiri­
yordu.
Cari Tessler kendisine iletilen bilgileri yalayıp
yutuyor ve açgözlülükle gerisini bekliyordu. Öğ­
rendikleri düşüncelerini keskinleştiriyor, varsayım­
larını yeniden organize etmesine yol açıyordu. Öğ­
rendiklerinin sonucu olarak, Forville’in seçim ko­
nuşmalarında, uluslararası ekonomi ve dış politika
konularını işleyen yazılarında yepyeni bir kesinlik
ve bilgelik görülmeye başladı.
Sally Atherton’la Bili Martin, giriştikleri bu
kaçamak işi - yarı şaka, yarı ciddi - Cambridge
Kanalı şifresiyle adlandırıyorlardı. Cambridge Ka­
nalından akan bilgi ırmağı, ağustos ayında yapılan
ön seçim kongresine kadar kurumadı. Ön seçimler­
de Richard Monckton vali Forville’i yenerek Cum­
huriyetçi partinin cumhurbaşkanı adayı oldu, ka­
nal da bir anda kapandı.

William Martin hiç bir ön seçim kampanyasını


baştan sona izlememişti daha önce. Ancak o yıl, her
iki partinin çalışmalarını da, Philadelphia’daki ön
seçim kongrelerini de hemen hemen dakikası da­
kikasına izledi. Temmuz ayında yapılan Demokra­
tik parti seçim kongresinde kanlı olaylar çıkmıştı.
Martin, Cumhurbaşkanı yardımcısı Gilley’nin ön­
ce parti adayı olarak seçileceğini, kasımdaki Cum­
hurbaşkanı seçimlerinde de Monckton’ı ya da For­
ville’i yenerek devlet başkanlığına geleceğini umu­
yor, buna bel bağlıyordu. Gelgelelim Demokratik
parti kongresinin patırtılı açılışını izledikten bir­
kaç saat sonra bu umut sönmeye başladı.
Ed Gilley’nin başınm dertte olduğunu ondan
çok daha önce anlamıştı Esker Scott Anderson. Üs-
168/Şirket
telik Martin’den farklı olarak, bu durumun nede­
nini de biliyordu.
Ed Gilley gibi çenesi düşük, sevimli bir poli­
tika profesyonelinin aday gösterilmesi ancak bir
‘azınlık ırklar - kentlerde örgütlenmiş işçiler’ koa­
lisyonunun gerçekleşmesiyle olabilirdi. Oysa De­
mokratik parti kongresi, böyle bir koalisyonun ger­
çekleşmeyeceğini açıkça gösteriyordu. Ed Gilley,
Esker Scott Anderson’m video-banda alman des­
tekleme söylevinin yardımıyla cumhurbaşkanı ada­
yı seçilecekti sonunda. Ne var ki sıra ona gelme­
den Demokratların arasında önemli ideolojik çatış­
malar çıktı, Gilley’nin aday gösterilmesi de sönük
bir olay olarak kaldı.
Kongrenin ikinci günü sona ererken, haber yo­
rumcuları Demokratik parti delegelerinin arasında
bölünme olduğunu bildiriyor, partinin, bir aday
seçemez duruma düşebileceğinden dem vuruyorlar­
dı. Oval Büro’da Al Donally’nin yanında oturan
cumhurbaşkanı da onlarla aym kanıdaydı. Ekranı
gözledi, başmı iki yana sallayarak partisini, bu ara­
da da Ed Gilley’yi kurtarabilecek çareler aramaya
başladı.
Bili Martin de Langley’deki CIA merkezinde
gözlüyordu haber bültenlerini. Ekrana bakıyor ve
Richard Monckton’m kasım ayında Gillet’yi yene­
bileceğini anlayarak bu düşünceye alışmaya çalışı­
yordu.
Philadelphia’mn acımasız polisleri, Ed Gilley’­
nin Demokratik parti adayı olarak seçilmesini pro­
testo etmek için ülkenin dört yanından kopup ge­
len örgütlenmiş gençlerin gösterilerine son verme­
ye, gençleri dağıtmaya uğraşıyorlardı.
Gençler, bu gösterilerle ‘hiç bir adı, hiç bir
Şirket/169
adayı, hiç bir partiyi desteklemediklerini savunu­
yorlardı. Basın temsilcileri olan delikanlı, soru so­
ran birkaç gazeteciye bu gösterinin düşkırıklığmm
sonucu olarak düzenlendiğini, kendilerini ‘kışkır­
tan’ olmadığını açıklamıştı.
Demokratik parti kongresinin ikinci gününde,
televizyon şirketleri kongrenin toplandığı yapının
çevresine yeni yeni kameralar yerleştirdiler. Hava
kararıp da kameralar çalışmaya başladığında Phi­
ladelphia polisleriyle göstericiler arasında ciddi bir
çatışma çıktı, gençlerin bazıları ağır yaralar aldı.
Cumhurbaşkanı adayının konuşma yapması için
programlanan gece toplantısı doksan beş dakika
ertelendi. Göstericileri dağıtmak için atılan göz ya-
1 şartıcı gazın salondan temizlenmesi gerekiyordu
çünkü; bunun için de itfaiyeciler dev boyutlu van­
tilatörler getirmek zorunda kalmışlardı.
Ve herkesin ekranların başında olduğu o dok­
san beş dakika boyunca, televizyon şirketleri daha
önceki çatışmaların filmlerini yayınladılar, gençle­
re vuran polisleri, göz yaşartıcı gazla çalışmaları
önlenen gazetecileri gösterdiler.
Kendi delegelerinin arasındaki çelişmelerden
ötürü ondan önceki iki gün içinde de ağır yaralar
almış olan Demokratik parti bu son yumruğun al­
tından kalkamazdı. Polisin gençlere karşı şiddet
kullanması kamuoyunda korkunç tepkiler uyan­
dırmıştı. Pek de usta bir konuşmacı olmayan Ed
Gilley son gece kürsüye çıkıp da adaylığı kabul et­
tiğini belirten konuşmasını yaparken, parti büyük
kayıplara uğramış durumdaydı.
William Martin’in rahat bir kalple yaşayabil­
mesinin tek nedeni, Esker Anderson’ın sürekli de­
netimiyle, cumhurbaşkanı yardımcısının, cumhur-
17 O/Şirket
başkanlığına seçileceği umuduydu. Gelgelelim tem­
muz ayınm o uzun, sıcak gecelerini yaşarken umu­
du silinip yok oldu. CIA başkanı için sorulacak tek
bir soru kalmıştı artık: Cumhuriyetçiler Forville’i
mi seçerlerdi aday olarak, yoksa Monckton’ı mı?
Üç hafta sonra, Kardeşlik Sevgisi (1) temelle­
ri üstüne kurulan o aynı kentte, Richard Monck­
ton partisinin cumhurbaşkanı adayı oldu. Korkunç
bir kargaşalık içinde geçen Demokratik parti kon­
gresi Cumhuriyetçilerin iyi örgütlenmiş, düzenli
kongresiyle karşüaştırıldığmda, kasım ayı seçimle­
rinin sonucu da önceden kestirilebilirdi.
Cumhuriyetçilerin ön seçimlerinde Monckton
ilk anda bakışları üstünde topladı.
Kongre salonundan yapılan televizyon yayın­
larını hemen hemen tekeline almıştı Monckton eki­
bi. Televizyon işleriyle ilgilenen birkaç görevli, do­
kuz haftadır Philadelphia’daydı. Bu öncü grubun
başında olan Tony Ailen tecrübeli bir televizyon
yapımcısıydı; kongre salonunun bitişiğindeki tele­
vizyon odalarmda çalışan şirket yapımcılarının ne­
lerle ilgileneceklerini, nasıl kararlar vereceklerini
bilirdi. Tony Ailen, Monckton televizyon ekibinin
bir üyesiyle, kongre düzenleme ve lojistik uzman­
larıyla, parti öncüleriyle birlikte çalışıyordu. Bu
topluluk, kongre salonunun arkasındaki araba
parkmda, iki büyük karavanın içinde iş görecekti.
Demokratlar kentten ayrıldıktan üç gün sonra gel­
mişti karavanlar; üstlerinde hiç bir yazı, hiç bir
işaret yoktu. Üç üniformalı nöbetçi yirmi dört sa­
at nöbet tutuyordu orada. Karavanlardan çıkan ki­
lometrelerce uzunlukta telefon kablosu parti ka-

1. Philadelphia. Yunanca filas sevgi, adelfi kardeş.


Şirket/171
rargâhma, kongre salonunun seyirciler galerisine
ve televizyon şirketlerinin odalarına uzanıyordu.
Monckton’ın Sheraton Oteli’ndeki karargâhıyla bi­
rinci karavanın arasına direkt hatlar çekilmişti.
Oteldeki özel santralm başında da altı kız çalışı­
yordu.
İkinci karavan, T.T. Tallford’un ve delegelerin
dostluğunu kazanıp aklını çelmekle görevlendiri­
len ekibin karargâhıydı.
Oysa birinci karavanda yalnız televizyoncular
çalışacaktı. Frank Flaherty, kongrenin, Richard
Monckton için iki büyük fırsat yaratacağını savu­
nuyordu. Bu fırsatlardan biri cumhurbaşkanı ada­
yı olmaksa, öbürü de - hemen hiç masrafa girme­
den - üç gün üç gece süreyle televizyon ekranla­
rında görünebilmekti. Her şey iyi tasarlanır, iyi
yürütülürse, Richard Monckton orada toplanan sa­
yısız kameranın objektifini üstüne çekebilir ve pa­
rayla satın alınamayacak bir olanak - ekranda bol
bol görünmek olanağı - yaratılmış olurdu. Frank
Flaherty düşüncesinde çok haklıydı.
Richard Monckton’la Frank Flaherty Sheraton
Otelinin en üst katındaki süslü bir dairede yan ya­
na oturmuşlardı. Karşılarındaki dört büyük tele­
vizyon ekranının üçü televizyon şirketlerinin ola­
ğan yayınlarını, dördüncüsü de kongre salonunda
olup bitenleri gösteriyordu. Frank Flaherty’nin
elindeki telefon, televizyon karavanında bulunan
Tony Allen’m masasına direkt hatla bağlıydı. Kon­
gre çalışmaları ilerledikçe, Flaherty kucağındaki
kaim dosyadan yırttığı sayfaları birer birer yere
atıyordu.
20:07 Troubadors topluluğundan müzik. (Not: Te­
levizyon şirketleri bu programın yalnızca
172! Şirket
ilk 30 saniyesini yayınlamak isteyecekler­
dir. Bizim karavan onlarla iki buçuk daki­
kalık bir röportaj yapmayı önerecek.)
20:10 Ara müziğinin sonu.
20:11 Kongre başkanı, raporunu sunacak olan
Kongre Komisyonu başkanı Senatör Harley
Parton’ı tanıtır.
20:12 Senatör Parton raporunu sunmaktadır.
(Bizim karavandakiler Bob Bailey, Dorothy
Wilson ve kongre üyesi Curtis’in TV şirket­
lerinin yorumcularıyla oturup kongrede
olanları Monckton’m görüş açısından ince­
leyebileceklerini saat dörtte bildirdiler. Bu
süre içinde Porton hep raporunu okuyor
olacaktır.)
20:30 Karavandakiler Bayan Monckton’m kongre
salonuna geleceğini TV şirketlerine bildire­
ceklerdir.
20:34 Bayan Monckton’m Sheraton Otelinden çı­
kışı.
20:44 Bayan Monckton kongre salonunun iki nu­
maralı kapısında olacaktır.
20:45 Bayan Monckton’m iki numaralı kapıdan
girişi.
20:47 Bayan Monckton 11 numaralı locaya girer.
Astronot Covington’m eşi Alma Covington,
Massachusets valisinin eşi Melissa Conna­
ught ve Chicago First Congregational kili­
sesi başpapazı Sherman Smith’le birlikte
oruracaktır.
21:00 Kürsüde okunan rapor sona erer. (Televiz­
yon yayını ara. Reklamlar.)
21:03 Film: «Yeni Bir Kalkınma Dönemine Doğ­
ru». Televizyon şirketleri filmin yalnız bir
buçuk dakikasmı yayınlayıp keseceklerdir.
Şirket/173
Monckton’la Flaherty delegelerden hangile­
rinin onlardan yana olduklarını da biliyorlardı.
Yaymak istedikleri birlik izlenimini güçlendirmek
için, Forville’den vazgeçip Monckton’a oy vermeye
hazırlanan delegelerin televizyoncularla konuşma
yapmalarma olanak sağlıyorlardı.

«Sen misin Sherm? Ben Tony. Monckton kara­


vanından arıyorum. Belki bilmek istersin diye dü­
şündüm. Senatör Allwyn, Forville’den yana olduk­
ları bilinen sekiz delegenin hemen ilk tur oylama­
da Monckton’a oy vereceklerini söyledi. Senatörü
ararsan üçüncü geçitte, yirmi bir numarada bula­
caksın. İstersen seninle kısa bir konuşma da yapa­
cak.»
«Merhaba, Bob. Ben Tony. Bayan Monckton
üç dakika sonra Sheraton otelinden çıkacak. Tam
sekiz kırk beşte iki numaralı kapının önünde ola­
cak. Bir şey değil. Yardım edebildiğim için sevini­
yorum.»
«Mary? Ben Tony, Monckton karavanından.
İyiyim. Sen nasılsın? Vali Connaught’m Monck-
ton’ı aday göstermek için yapacağı konuşmanın bir
kopyası geçti elime. Okunması tam beş dakika, kırk
saniye sürüyor. Evet, beş, kırk. Son iki dakikada
çok değişik şeyler söylüyor. Bilirsen iyi olur diye
düşündüm. Bir şey değil.»

Monckton’la Flaherty dizginleri ellerinde tu­


tuyorlardı. Allen’ı daha iyi sonuçlar alması için
zorluyor, başarısız çabaları kmayıp başarıları övü­
yor, kongre çalışmaları ekranlarda yayınlandığı sü­
rece olanaksızın gerçekleştirilmesini istiyorlardı.
Kongre salonunun bir başka kapısında park
eden Forville karavanındakiler televizyonda gö-
174/Şirket
rünmeye hiç önem vermiyorlardı. Aşağı yukarı on
gün önce, Forville’i destekleyeceği umulan delege­
lerin döneklik etmeye hazırlandıkları haberleri gel­
meye başlamıştı sağdan soldan. Günler geçtikçe
‘kafatası avcılığıyla’ görevlendirilen Forville ekip­
leri, döneklik edeceklerin sayılarında artış olduğu­
nu bildirmeye başladılar. Monckton’m adamları
Forville’den yana olan delegelere baskı yapıyorlar­
dı. Ülkenin her yanma dağılmışlardı. Her delege ve
her yedek delege Monckton’dan kişisel bir mektup
alıyordu. Cumhurbaşkanı adayıyla daha önce ta­
nışmış olanlar, Monckton’m kendi elyazısıyla yazıl­
mış bir not da görüyorlardı mektuplarında. Richard
Monckton bazılarına telefon bile etmişti. Phila-
delphia’ya hareket etmeden önce her birinin evine
bir paket geliyor, paketten, üstlerinde koskoca bir
‘M’ harfi bulunan küçük armağanlar çıkıyordu.
Philadelphia havaalanına inen her delegeyi
Monckton karşılayıcıları ve Monckton bandosu se­
lâmlıyordu. Monckton’ın tuttuğu otobüsler yolcu­
ları ve eşyalarını otellerine kadar parasız taşıyor,
otobüslerde kadınlara buketler, erkeklere ‘M’ mar­
kalı kalemlerle koldüğmeleri ve herkese içki dağı­
tılıyordu. Philadelphia’mn otel odalarındaki tele­
vizyonların iki kanalı, kapalı devre yayın yapan
Monckton vericisine bağlanmıştı. Bu yayınlarda,
gezme ve alışveriş konusunda öğütler, kongre ha­
berleri, Monckton’m seçim kampanyasında çekilen
filmler ve Monckton’dan yana olan delegelerle ya­
pılan röportajlar yer alıyordu.
Forville’in ordusu her cephede ezilmişti. Kon­
grenin açılış toplantısı sona ererken, basın, Forvil­
le’in bütün gücünü kaybettiğini, Monckton’un ilk
tur oylamada adaylığa seçileceğini sovunuyordu.
Kongrenin ikinci gününde Forville’ciler lıer
Şirket 117 5
türlü çabayı bir yana bıraktılar. Philadelphia’nın
lüks banliyölerinden biri olan Bala-Cynwyd’de
Richard Monckton’la vali Forville arasında gizli bir
konuşma geçti. Günün ileri saatlarmda da valinin
basm sekreteri, Forville’in, Monckton’ı destekle­
mekle yetineceğini açıkladı. Formalitelerin tamam­
lanmasından başka iş kalmamıştı artık. O gece
Monckton tek aday adayı olarak ortaya çıktı. Er­
tesi gece adaylığı kabul ettiğini belirten ateşli bir
konuşma yaptı ve çılgınca alkışlandı. Sonra da eki­
bini toplayıp Arizona’nm sakin bir köşesine çeki­
lerek cumhurbaşkanlığı seçimi için son hazırlıklara
başladı.
Bili Martin, Monckton’m zafere doğru ilerleyi­
şini dakikası dakikasına izlemiş ve korkusu git gi­
de artmıştı. Richard Monckton güçlüydü; Demok­
ratik partiyle Gilley acmacak kadar güçsüz görü­
nüyorlardı oysa. .Esker Scott Anderson bir şeyler
yapıp Gilley’yi kurtarmazsa seçmenlerin oylarını
Monckton toplayacaktı mutlaka.
Beyaz Saray’da oturan Esker Scott Anderson’-
la Çalışma Bakanı Al Donally, Monckton adaylığı
kabul ettiğini belirten konuşmasmı bitirmeden o
‘bir şeyler’i tasarlamaya başlamışlardı. Al Donally,
seçmenlerin bir adayı cumhurbaşkanı yapmak için
değil, bir başka adayın o göreve gelmesini önlemek
için oy kullandıklarına kesin olarak inanmıştı. Do-
nally’nin seçim kampanyaları saldırı temeline da­
yanırdı hep; amaç da karşı tarafın adayını yıkıp
mahvetmekti. Hiç ortada görünmemekle birlikte,
Gilley’nin ön seçim kampanyasını da o yönetmişti
ilk günden beri. Bundan sonraki çalışmalarının
amacı da Richard Monckton’ı mahvetmek olacaktı.
176/Şirket
Emir dört yana ¡bildirildi: Saldırılar hemen başlaya­
cak ve sık sık yinelenecekti.
Donally’nin adamları Monckton konusunda
uzman kesildiler. Monckton’ın geçmişindeki en kü­
çük olaylar bile önemliydi; her türlü bilgi kaynağı
gözden geçirilecekti. Cumhurbaşkanı Anderson,
Donally’ye sınırsız haklar tanımıştı; isterse mali­
ye bakanlığının, federal polis örgütünün ve öbür
devlet dairelerinin kayıtlarını da inceleyebilirdi o.
Monckton aday seçildikten bir iki gün sonra
Donally CIA başkanma telefon etti ve pek önem
vermez gibi görünerek ‘Cumhurbaşkanının Monck­
ton dosyalarını beklediğini’ hatırlattı. Aradan bir
hafta geçince bu istek daha kesin, daha kaba bir
dille yinelendi. Washington’m en sıcak günlerin­
den biriydi. Langley’deki ağaçlar üstlerindeki nem­
li sisten kurtulmadan Simon Cappell şefini aradı
ve Donally’nin telefonda beklediğini bildirdi.
«Allah kahretsin, yine mi?» Martin masasının
üstündeki düğmelerden birine basarak, «Merhaba,
Al,» diye söylendi kupkuru bir sesle. «Ne var, ne
yok?»
Çalışma Bakanı eskisi gibi dostça konuşmu­
yordu artık. «Cumhurbaşkanı sizlerin Monckton
dosyasını toparlayıp buraya getirmeniz için yete­
rince beklediğini düşünüyor, Bili. Yahut da siz
dalga geçiyorsunuz.»
«Emin olun ki öyle bir şey yok, efendim. Ancak
siz de benim kadar bilirsiniz ki Monckton yabancı
ülkelere sayısız yolculuk yapmış, oralarda sayısız
insanla temas etmiştir. Bu kayıtların hepsini topla­
yıp bir dosya hazırlamak kolay değil.»
Donally birden patladı. «Sizin yapamadığınızı
FBI yapıyor peki? Monckton bu ülke içinde de sa-
Şirket/177
yısız yolculuk yaptı. Kendi vatanında daha da çok
dolaştı. Aradaki farkın ne olduğunu söyleyeyim:
Elmer Morse bizimle işbirliği yapıyor, sen yapmı­
yorsun. Neden yapmadığını da öğrenmek niyetin­
deyim.»
CIA başkanmın odası hiç sıcak sayılmazdı ama
Martin terlemeye başladığını farkediyordu. «Hak­
sızlık ediyorsunuz,» diye söylendi. «Umarım ki ger­
çekten öyle düşünmüyorsunuz. Büyük bir olasılık­
la, benden istediğiniz şey yasadışı bir iş. Cumhur­
başkanı yardımcısı için elimden geleni yapmak is­
terim ama çok, çok dikkatli davranmak zorunda­
yım.»
«Sözlerini cumhurbaşkanına olduğu gibi ilete­
ceğim,» dedi Donnaly. «Çok kızacağını da şimdi­
den söyleyebilirim ama benim umurumda değil. Kı­
çına tekmeyi yiyecek olan ben değilim, sensin.»
Martin sözlerini büyük bir özenle seçerek sür­
dürdü. «Cumhurbaşkanı yardımcısına hizmet et­
mek için elimden geleni yaptığımı da söyleyin lüt­
fen. Bay Gilley’yle iki kere buluşup konuştum, ona
bazı dosyalar da verdim. Gerekli bilgileri edinmek
için onları okuyor şimdi. Elimden geleni yapıyo­
rum.»
Donally, «Korkarım ki o kadarı yeterli değil,»
diye karşılık verdi. «Cumhurbaşkanı, Monckton
dosyalarını istiyor ve hiç gecikmeden gönderilme­
sini istiyor. Bu isteği yerine getirmek senin göre­
vin.» Çalışma Bakanı telefonu küt diye kapatmışti.
Martin iç haberleşme aygıtının düğmesine ba­
sarak sekreterini aradı. «Az önce konuşan Al Do-
nally’ydi, Alice. Bu konuşmanın gününü ve saatini
not et, lütfen.» Baskının günden güne artacağını
17 8/Şirket
biliyordu Martin. Gerekirse, gizli CIA dosyalarını
Amerika Birleşik Devletleri cumhurbaşkanının em­
ri üzerine verdiğini kanıtlamak istiyordu. Telefon
konuşmalarının banda alınması bunu kolaylaştıra­
caktı.

Son günlerde CIA’yla FBI arasında yeni bir ça­


tışma çıkmış, Martin, dosyaları kendi gözleriyle in­
celeyecek zaman bulamamıştı. Monckton’m geçmi­
şini kurcalamak işi Simon Cappell’e verilmişti. Ada­
ma kara çalacak bir şey bulunmazsa Donally bu
işin peşini bırakırdı belki. Hiç değilse Martin öyle
umuyordu.

Esker Anderson’m cumhurbaşkanlığından ay­


rılacağını bildirmesiyle başlayan gevşeklik dönemi
boyunca Elmer Morse değişik cephelerde değişik
manevralar çeviriyordu. Amacı politik çıkar sağla­
maktı. Martin, FBI ajanlarının, CIA ajanlarının
yetki ve görev sınırlarından içeri yayıldıklarını,
başka devlet bürolarına da sızdıklarını, bu yüzden
de devlet memurları arasında bir gerginlik havası
estiğini öğrenmişti. Elmer Morse’m bürokratik tak­
tik uzmanı olduğunu da bilirdi; ancak Morse’un o
yaz uyguladığı baskı taktiğiyle nasıl başa çıkabile­
ceğini kestiremiyordu. Morse da Esker Anderson’m
FBI’yla, FBI’ın Savunma, Maliye, Dışişleri bakan­
lıklarındaki ve CIA’daki rakipleri arasmda hakem­
lik etmek istemeyeceğini biliyordu. FBI kongredeki
yandaşlarmm desteğini de sağlama bağlamıştı. Öy­
leyse Morse’le adamları harekete geçebilirlerdi.
Geçmişlerdi de; büyük bir hızla.

Donally’nin Martin’e telefon ederek gözdağı


verdiği gün, Cumhurbaşkanlığı Ulusal Güvenlik
İşleri Bürosu’nun başkanmdan gelen bir yazı, cum-
Şirket/179
hurbaşkanmm, Avrupada ve batı dünyası elçilik­
lerinde görev yapan «hukuk danışmanları» (yani
FBI ajanları) sayısının yüzde iki yüz arttırılmasını
onayladığını bildiriyordu. Aynı yazıda, CIA’nın, o
bölgelerde yaşayan Amerikan vatandaşlarmı göz
altında bulundurmak isterse FBI’yie işbirliği yap­
mak zorunda olduğu da açıklanmıştı.
Ertesi hafta, FBI başkanı U.S. News and World
Report’la yaptığı özel bir röportajda CIA’ya sal­
dırdı.
Dergi yetkililerinden biri, yazıyı basmadan önce
CIA’nın basın memuruna gösterdi. Şirket’ten sert
bir karşılık alarak hikâyeyi daha ilginç kılabilece­
ğini umuyordu o da. Martin yazıyı okuyunca ba­
sın memuruyla üç başkan yardımcısını yanma ça­
ğırdı, ne söylenmesi ne yapılması gerektiğini karar­
laştırdılar.
Morse’un saldırısının karşısında Şirket’in ya­
pabileceği pek bir şey bulunmadığı apaçık orta­
daydı. Olay sinir bozucuydu ama en doğrusu hiç
karşılık vermemekti belki. Adamları yaralarına tuz
basıp otururken, Martin çok ender olarak kapıl­
dığı öfke nöbetlerinden birini de gösterdi. Önce kö­
tü haberi getiren CIA basın memurunu haşladı,
sonra da onu savunmaya yeltenen başkan yardım­
cısını. Büyük bir öfkeyle salondan fırlayıp gidin­
ce toplantı da sona ermiş oldu.
Yardımcılarından biri, Planlama Müdürü Bud
Corelli onun peşinden fırlayarak şefinin odasına
gitti. «Dikkatimi çeken bir şey var, Bili» dedi. «Sa­
na açmak gereğini duyuyorum.»
«Şimdi olmaz, Bud. Öfkem burnumda şimdi.»
Havlarcasma konuşuyordu.
180/Şirket
«Ben de ona değinecektim, patron. Yorgunluk
belirtileri gösteriyorsun bu günlerde. Biraz eğlen­
mek, biraz dinlenmek fırsatını bulamıyor musun?»
Martin alaycı bir kahkaha attı. «Nasıl dinlene­
bilirim ki? Bir dakika rahat soluk alamıyorum. Ne
kadar aptal varsa benim başıma toplanmış. Hayır,
o doğru değil. Özür dilerim. Çok gerginim, Bud. Az
önce de gösterdim öyle olduğumu. Korkarım pek
uyku da uyumuyorum son günlerde.» Yazı masası­
nın gerisindeki koltuğa çöktü bezginlikle.
Corelli de yazı masasma yanaşıp ciddi bir ta­
vırla konuştu. «Bana bak, Bili. Bu hafta sonu To­
bacco Landing’deki evi kullanmayı düşünür mü­
sün? Ev boş, orası da çok sessiz bir yer. Dinlenir­
sin belki.»
Martin belli belirsiz gülümseyerek, «Sağol,
Bud,» dedi. «İyi düşündün bunu. Benimle ilgilen­
diğin için ayrıca teşekkür ederim. Buradan uzak­
laşıp iki gün başımı dinleyebilsem pek çok şey de­
ğişebilir.»
Bir düğmeye bastı, Corelli çıkarken içeri Si­
mon Cappell girdi. «Bu gece ve yarın gece Tobacco
Landing’deki küçük evi kullanacağım, Simon. Bi­
raz dinlenmeye çalışacağım.»
«Çok iyi edersiniz, patron. Yemek ve temizlik
işleri için bir şey düşündünüz mü?»
«Oradaki sürekli kadro ne yiyorsa ben de ay­
nını yerim. Senin gelmene gerek yok. Ben yalnız
uyku uyumaya gidiyorum.»
«Başüstüne. Ben gerekli hazırlıkları yaparım.
Ne zaman uçmak istersiniz?»
Martin başını iki yana salladı. «Uçmayacağım.
İşten çıkınca Rudy arabayla götürür beni. Linda’-
Şirket/181
ya telefon et, gitmek zorunda kaldığımı söyle ama
nereye gittiğimi bildirme. Bir de onun çenesini din­
lemeyelim. Nerede olduğumu kimsenin bilmesine
gerek yok.»
Simon Cappell, CIA’nm gizli alışverişler için
kullandığı evde yaşayan ajanlarm şefine telefon
edip konuğun geleceğini bildirmek üzere odadan
çıktı.
Maryland eyaletinin Tobacco Landing bucağı
Washington’m otuz kilometre uzağında, Chesape­
ake Körfezi’nin küçük bir koyunda kurulmuştur.
Kıyıdaki büyük evlerle o yöredeki çiftçilerin gerek­
sinimlerini karşılayan, hemen her çeşit eşya satan
bir dükkânı vardır. Arazi, on sekizinci yüzyılda ya­
pılan ve hâlâ kullanılan taş evlerle beneklenmiştir.
Bu evlerin bazıları onarılıp güzelleştirilmiş, tatil
evi olarak kullanılmaya başlanmıştır.
1950 yıllarının ortalarında, CIA, hiç yaşama­
yan bir sanayicinin var olmayan dul karısı adına
iki yüz seksen dönümlük bir arazi satın almıştı o
bölgede. Düş ürünü olan bu inatçı kadın hiç kim­
seyle konuşmamakta, kimseye görünmemekte dire­
tiyordu. Satış işlemleri sona erdikten kısa bir süre
sonra, arazi çitlerle çevrilmiş, bekçi köpekleri ta­
rafından korunmaya başlamıştı. Yerliler, yıllardır
tanıdıkları o topraklarda neler olup bittiğini izleye­
mez oldular. Evde çalışanların hiç biri köy halkın­
dan değildi. Giriş kapısı öyle bir yere yapılmıştı ki
komşular giren çıkanı asla göremiyorlardı. Deniz
kıyısındaki iskeleye birkaç yatm yanaştığı görül­
müştü ama oraya yazlığa gelen başkaiarınm da
yatla yolculuk ettikleri olurdu. Arada bir de heli­
kopterle gelip gidiyordu konuklar. Bu biraz aşırı
bir cömertlikti gerçi; ne var ki parası bol olan geç-
182/Şirket
kin dullardan her türlü kaçıklık beklenebilirdi. He­
likopter tutmak bile.

Çok derinlerdeydi William Martin. Derinlerdey­


di ve bir zincirle yukarı çekiliyordu. Onu çeken zin­
cir çelik güverteye yığümca korkunç bir şangırtı
duyuldu. Yoo, hayır, zincir değildi bu. Zincir sesi
değildi. Bir zil olabilirdi. Martin ağır ağır yükselir­
ken bir zil çalıyorlardı. Bir telefonun açılması ge­
rekiyordu. Karanlıkta el yordamıyla arandı. Yata­
ğın yanında gece masası yoktu. Elini inatçı çınla­
maya doğru uzattı şaşkın şaşkın. Sonunda telefo­
nu buldu.
«Alo?»
«Bay Martin?»
Uyanmaya çalışıyordu Martin. «Evet, benim.»
«Sizi uyandırdığım için özür dilerim, efendim.
Ben Beyaz Saray santral memuruyum. Uyandınız
mı?»
«Uyandım sanırım. Saat kaç?»
«Beşi on geçiyor. Cumhurbaşkanı aramamızı
söylediğinde saat birdi. Ancak biz sizi bulamadan
yattı. O da uyanık şimdi. Telefonda birisiyle konu­
şuyor. Konuşmasını bitirir bitirmez sizi yine ara­
yacağım. Olur mu?»
«Olur herhalde.» Martin yarı uykudaydı hâlâ.
«Neden arıyor beni?»
«Hiç bilmiyorum, efendim. Hattı açık tutma­
nızı rica ederim. Aradığımız zaman güçlük çekme­
yelim.»
«Tamam, peki. İyi geceler.» Almacı yerine ko­
yup yatağa devrildi. Telefon duvara asılıydı. Gece
lambasıyla masa da yatağın öbür yanında. Bu dü­
zen Martin’i yadırgattı.
Şirket/183
Eşyalarını boşalttıktan sonra iki tane uyku ha­
pı içmişti. Onun için de bir sersemlik vardı üstün­
de. İlaç, konuk evindeki geniş yatağa girer girmez
uyumasını sağlamıştı. Telefonu kapadıktan sonra
yine uykuya daldı çabucak. Saat altıyı yirmi geçe
telefonun zili bir kez daha uyandırdı onu.
«Burası Beyaz Saray santralı. Cumhurbaşkanı
sizinle konuşmaya hazır. Uyanık mısınız?»
«Eh. herhalde uyanıkım.» Uzanıp ışığı yaktı,
sonra yatakta oturarak kafasmı iki yana salladı.
«Şimdi saat kaç?»
«Altıyı yirmi geçiyor, efendim. Bağlıyorum.»
Birkaç çıtırtı duyuldu, ardından da güçlü bir
takırtı.
«Saym başkan, CIA başkanı Martin karşınız­
da.» Esker Anderson’m gür sesini duydu Martin.
«Seni uyandırdım mı, Bili?»
«Evet ama önemi yok, efendim.»
«Bak, Bili, az önce Al Donally’yle konuşuyor­
dum. Sanırım seni bugün görmem gerekecek. Saat
onda uçakla Oregon’a gidiyorum. Andrews havaala­
nına gelirsen uçakta konuşuruz.»
Martin yatağı yumrukladı. «Emredersiniz,
efendim.»
«Teşekkür ederim, Bili. Şimdilik hoşçakal.»
Martin durumu değerlendirmek için başmı
yastığa koyup bir iki dakika düşündü. Sonra da te­
lefona uzanarak gerekli hazırlıkları yapmaya baş­
ladı. Simon Cappell’in Monckton dosyası özetini
Andrews havaalanma getirmesini isteyecekti. Onu
buradan alması için bir helikopter de yollamalıydı
Simon. Yolculuk için gerekli olan eşyayı da o top­
lardı: Gecikmeden gözden geçirilmesi gereken ya­
zılarla bir kat elbiseyi bir çantaya koyup getirirdi.
184/Şirket
Sabahın o saatmda Sally’ye telefon edemezdi.
Sally kocası için son bir kampanyaya katılmayı ka­
bul etmiş, bir önceki pazar günü Jack’le birlikte ba­
tıya gitmişti. San Diego’da sabahın üçüydü daha.
Martin batıya yaptığı yolculukta kadını da görebi­
leceğini umuyordu. O zaman çok sıkıcı geçeceğe
benzeyen bu yolculuğun bir de güzel yanı olurdu
hiç değilse.
8

CIA'nın helikopteri alçaktan uçuyordu; nemli,


yeşil Maryland kırlarının üstünden, külrenkli bu­
lutların altından. Çiftliklerle tarlaların yerini sık
aralıklarla dizilmiş evler aldı önce, sonra da geniş
otoyollarla kırmızı tuğla apartmanar. Martin’in
bindiği helikopter betondan yapılmış dışbükeyli
kontrol kulesinin yanından dönerken aşağıdaki
pistte yüzlerce uçağın sıra sıra dizilmiş olduğunu
gördü. Hava Kuvvetlerinin bir numaralı uçağı da
Harekât Dairesi’nin önünde bekliyordu. Bir sürü
insan, iki raund arasında taburesinde dinlenen bir
şampiyona hizmet edercesine döneniyorlardı mavili
beyazlı uçağın çevresinde. Koca bir kamyon uçağın
içine soğuk hava pompalıyordu. Bir başka kamyon
da jeneratörle elektrik üretiyordu uçak için. Kolla­
rında göze batan silahlar taşıyan havacı polisler
merdivenlerin başında çifter çifter nöbet tutuyor­
lardı. Yük yüklenen kapının çevresinde de beyazlı
adamlar çalışıyordu.
Uçağın ön merdiveninden otuz metre kadar
186/Şirket
uzakta, on, on beş metrekarelik bir alan portatif
metal çitler içine alınmıştı. Bu karenin içindeki fo­
toğrafçılar üç ayaklı sehpalarını kuruyor, üstleri­
ne film makinelerini yerleştiriyorlardı. Bili Mar­
tin helikopterden inip Hava Kuvvetlerinden bir
albayla el sıkışırken poliüretan fincanlarla kahve
içen birkaç gazeteci onları gözledi.
Havacı albayla Martin pistin kıyısındaki çite
doğru yürüdüler. Simon Cappell orada bekliyor,
küçük bir valizle bir evrak çantası da yerde, sol ön
kapının yanında duruyordu. Simon’m şoförü ara­
banın çamurluğuna yaslanmıştı.
«Merhaba, Simon. Herhangi bir güçlük çıktı
mı?»
«Günaydın, efendim. Hayır, her şey yolunda.
İstediğiniz yazıları tamamladık. Çantada hepsi.
Güçlük, eşyaların uçağa alınmasında çıkacak kor­
karım.»
«Neden? Yolcu listesinde benim adım yok mu?»
«Şimdi var. Gelgelelim cumhurbaşkanı sizin de
gideceğinizi kimseye söylememiş. Unutmuş. Neyse,
o işi yoluna koyduk ama siz kişisel bir garanti ver­
mezseniz eşyaları uçağa almayacaklar. Çantaların
size ait olduğunu kendiniz bildirmelisiniz Gizli Ser­
vis ajanlarına. Ben gideyim de birini bulup getire­
yim.»
Çantaların kime ait olduğu belirlendi, ikisi de
gözden geçirildikten sonra, her birine, üstünde ka­
ra yıldızlar ve bir şifre sözcüğü bulunan yuvarlak
birer etiket yapıştırıldı. Martin’le Cappell uçağın
ön merdivenine doğru yürürlerken ertelenmesi ge­
reken randevulardan söz ettiler kısaca.
Beyaz eldivenli nöbetçi işaretparmağım elin­
deki yolcu manifestosunun üstünde gezdirdi. «Si-
Şirket/187
zin arka merdivenden çıkmanız gerekiyor, Bay
Martin. Lütfen o uca yürüyün. Kanadın dışmdan
dolaşın. Lütfen kanadm altından geçmeyin.»
Martin yardımcısına bakarak gülümsedi. «Sen
bana ne bileti aldın, kuzum? Ambarda mı yolculuk
edeceğiz?»
Simon da şakaya katıldı. «Yerler hep birbirle­
rine benzer, efendim. Yalnız arkadaki koltuklar bi­
raz daha dardır. Yemekler falan hep aynı pırıltılı
mutfaklarda hazırlanıyor. Üstelik böyle olunca bi­
let parasından kâr ediyorsunuz.»
Martin’in adı arka merdivende bekleyen nö­
betçinin listesinde yazılıydı. İkinci nöbetçi elini
şapkasma götürerek gelen yolcuyu selamladı. Mar­
tin yardımcısına el sallayıp basamakları tırman­
maya koyuldu. O çıkarken uçağm motorları da
çalışmaya başlamıştı. Cumhurbaşkanmı getiren
helikopter de uçağm yüz metre uzağma iniyordu.
Martin kapıda durarak helikopterin yakma gelişini,
707’nin burnuna yakın bir yere çizilen kırmızı yu­
varlağın içinde hareketsiz kalışını izledi. Haki renk­
li helikopterin alttan menteşeli kapısı açılmış, ka­
pının kanadı yere dayanınca merdiven olmuştu.
Martin’i karşılayan havacı albay bu merdivenin ba­
şında dikilerek selama durdu. Önce, kafasını yere
eğen bir Gizli Servis ajanı çıktı helikopterden.
Onun arkasmda sivil giyimli bir donanma dokto­
ru, ardından da cumhurbaşkanının basın sekrete­
riyle bir yaver. Kısa bir aradan sonra Esker Scott
Anderson da uzun gövdesini eğerek kapıdan geçti
ve merdivene ayak basar basmaz doğruldu.
Pistin kıyısındaki çitin dışında duran birkaç
kişi cumhurbaşkanmı alkışlıyor, biri, basbas bağırı­
yordu. Anderson onlara el sallayarak gülümsedi.
188/Şirket
Albayla da el sıkıştı, sonra sert adımlarla Hava
Kuvvetleri Bir’in ön merdivenine yürüdü. Hava
polisleri hazırola geçip selam verdiler.
Anderson en üst basamağa varınca film ma­
kinelerine doğru dönerek el salladı. Hava Kuvvet­
leri Bir, kazaya uğramazsa o filmleri kimse görme­
yecekti. Onu gazeteciler de biliyorlardı, cumhur­
başkanı da. Ancak sabahm erken saatlerinde de
olsa, herkes üstüne düşeni yapıyordu. Bir kaza olur­
sa, halk cumhurbaşkanının ‘korkunç olaydan az
önce çekilmiş filmlerini görmekten yoksun kal­
mayacaktı böylece. Cumhurbaşkanı Curry öldüğü
zaman da buna benzer filmler gösterilmişti özel
haber yayınlarında. Işıldaklarla aydınlatılan kaza
yeri de gösterilmişti. Amerikan televizyon şirket­
leriyle Amerikan politikasının gelenekleri, cumhur­
başkanlarının ölümüne hazır olmayı, ‘hoşçakalm’
anlamına sallanan ellerin mutlaka filme alınma­
sını gerekli kılıyordu.
Cumhurbaşkanının hemen arkasından iki hava
polisi girdi uçağa. Arka merdivenin başında duran
öbür iki polis de basamakları koşar adım tırmana­
rak hâlâ ön kapının kapanışını izleyen Bili Mar-
tin’in yanma çıktılar. «Tamam. Tamam, gidiyoruz!
Kapatalım!» İri yarı iki çavuş sırtından ittirip
kaktırınca Martin de içeri attı kendini. Merdiven
çekildi, tekerlekler dönmeye başlarken kabin me­
murlarından biri arka kapıyı çekip kapadı. Bunla­
rın hepsi aynı anda olmuştu; hepsi tek bir hare­
ketti sanki.
«Sizi ittirdiğim için özür dilerim, efendim. Gel­
geldim cumhurbaşkanı pistte durup herkesin key­
fini beklemekten hiç hoşlanmaz.»
«Zarar yok, çavuşum,» dedi Martin. «Umarım
Şirket/189
ki ben kimseyi geciktirmiş olmayayım.»
Öbür polis güldü. «İsterseniz de geciktiremez­
diniz. Gerekirse sizi çiğneyip geçer, gövdenizin alt
yarısını kapmm dışmda bırakırdık ama Albay
Armbruster uçağını bir saniye daha bekletmezdi.
Cumhurbaşkanı bindi mi bu uçak yola çıkar! Anın­
da!»
Kabin memuru Martin’in kolunu tuttu. «Siz
bunun önündeki bölmede oturuyorsunuz, efendim.
Az sonra havalanacağız. Lütfen kemerinizi bağla­
yın.»
Uçak hız alarak pistte ilerlerken Martin de öne
doğru yürüdü. En arkadaki bölmede nöbetçilerle
hava polisleri oturacaktı. Onun önündeki bölmede,
herhangi bir havayolu uçağının birinci mevki böl­
mesinde rastlanan geniş koltuklardan altı sıra var­
dı. Martin en arkadaki boş sıraya, pencere yanında
bir koltuğa oturdu. Kemerini bağladıktan sonra çev­
resine bakındı. İlk kez biniyordu Hava Kuvvetleri
Bir e; daha önce bindiği uçaklardan ayrı bir hava
vardı burada.
Koltuklar kaim, pahalı kumaşlarla döşenmiş,
yol halıları seçilirken dayanıklılık değil, lüks kali­
te ve renk güzelliği aranmıştı. Kabinin dekorasyonu
ve ışıklandırması da el emeğinin ürünüydü, göz
alıcıydı. Koltukların arasındaki yumuşak kollukla­
rın üstüne küçük sehpalar yerleştirilmişti. Her seh­
panın üstüne altın yaldızlı seramik tabaklar kon­
muş, her tabağa, cumhurbaşkanlığı mühürüyle
‘Hava Kuvvetleri Bir’ yazısı işlenmişti. Özenle yer­
leştirilen şekerler, sigara ve kibrit paketleri diziliy­
di tabaklarda. Sigaralar mavi renkte özel kutula­
ra konmuş, kibritlerin üstüne cumhurbaşkanlığı
mühürü basılmıştı. Ve her ambalajda aynı yazı
190/Şirket
okunuyordu: Hava Kuvvetleri Bir. Şeker kâğıtla­
rında bile aynı yazı vardı.
Martin’in oturduğu bölmede üç kişi daha yol­
culuk ediyordu. Hepsi de pencere yanındaki koltuk­
lara oturmuşlardı. İkisi kadmdı yolcuların; sekre­
ter olsalar gerekti. Erkeği hiç tanımıyordu Martin.
Uçak havalanmca herkes bir şeyler okumaya baş­
ladı. Kimse konuşmuyordu. Mavi ceketli kabin me­
murlarından biri yiyecek içecek dolaştırıyordu. Be­
yaz plastikten yapılmış kahve fincanlarında bile
cumhurbaşkanlığı mühürü görülüyordu.
Uçağm yükselmesi sona erince Martin de çan­
tasını açıp Simon Cappell’in hazırladığı Monckton
dosyasını incelemeye koyuldu. Her an cumhurbaş­
kanının yanma çağırılmayı beklediğinden önce son
sayfadaki özete göz gezdirdi, sonra da ilk sayfala­
rı okumaya başladı. Her sayfayı hızlı hızlı okuduk­
tan sonra not defterine birkaç not aldı. Ardından
dosyayı bir daha, bu kez ağır ağır okuyarak ince­
ledi. Kırk beş dakika sonra hostesler koskoca bir
kahvaltı tepsisi getirdiler. Taze çilek, incecik saç
pideleri, domuz pastırmasıyla yumurta. Martin ne
zaman çağırılacağını merak etmeye başlamıştı.
Kahvaltı tepsileri toplandı, CIA başkanı Times’ı,
Post’u Rus-Çin sınırındaki çarpışmalarla ilgili uzun
bir raporu da okudu. Ancak ondan sonra, bölme­
den geçen Randevular Sekreteri cumhurbaşkanının
Martin’i bir saata kadar çağıracağını haber verdi.
Bir kabin memuru bölmenin kapısını açıp içe­
riye uzandığında, Martin dosyayı bir kez daha göz­
den geçirmeye hazırlanıyordu. Memur, «Cumhur­
başkanı sizi görmek istiyor, Bay Martin,» diye söy­
lendi.
Martin adamm peşine düşerek az önce oturdu-
Şirket/191
ğu bölmeye tıpatıp benzeyen ikinci bir bölmeden
geçti. Burası gazetecilere ayrılmıştı. Basın sekrete­
rinin seçtiği bu gazeteciler bütün Amerikan basını­
nı temsil ediyordu. Gördükleri her şeyi kaleme ala­
caklar, bu yazılar çoğaltılacak ve her isteyen ga­
zeteye bir kopya verilecekti. Hava Kuvvetleri Bir’-
le batıya doğru yol alırken cumhurbaşkanın önem­
li devlet işleriyle uğraştığmı bildireceklerdi gazete­
ciler. Yolun ortasında CIA başkanmı yanına ça­
ğırtması bunun bir kanıtıydı.
Gazetecilere ayrılan bölümün önündeki böl­
mede yalnızca üç sıra koltuk vardı. Onlara da Be­
yaz Saray görevlileriyle cumhurbaşkanının dokto­
ru yerleşmişti.
Kabin memuru o bölmenin ucundaki kapıyı
tıklattı ve hiç beklemeden açtı. Arkasına dönerek
Martin’i çağırdı. Martin, Esker Scott Anderson’m
kişiliğinin izlerini taşıyan geniş bir salona girdi.
Cumhurbaşkanı, kabinin ortasındaki geniş bir kol­
tukta oturuyordu. Koltuğun tek bir krome ayağı
vardı, o da yere gömülmüştü. Koltuğun sağmda iki
krome sütun üstünde yükselen yarım yuvarlak biçi­
minde büyük bir masa görülüyordu. Masanın bir
ucu çeşitli telefon düğmeleriyle doluydu. Kabin du­
varlarının önüne kanepeler sıralanmıştı.
Cumhurbaşkanının koltuğunun arkasında da
duvara yerleştirilmiş bir yatak, ahşap kaplama bir
Amerikan bar, bir giyinme odasıyla bir banyo gö­
rüyordu Martin. Bu bölüm, gerektiğinde kaim bir
perdenin arkasına gizlenebiliyordu.
Cumhurbaşkanı Anderson bir yandan telefon­
la konuşuyor, bir yandan da koltuğun kol yerinde­
ki düğmelere basıyordu dalgın dalgın. Beyaz düğ­
melerden birine basınca koltuk ağır ağır yükseldi,
192/Şirket
siyah düğmeye basınca gerisin geri yere indi usul­
ca. Kırmızı düğme koltuğu soldan sağa, yeşil düğ­
me de sağdan sola çeviriyordu.
Elini sallayarak masanın arkasındaki kanepe­
ye oturttu Martin’i. Martin yuvarlak masanın ge­
risine, cumhurbaşkanının tam karşısına ilişti. Ka­
bin memuru ona bir fincan kahve verdikten sonra
çıkıp gitti.
Anderson hâlâ oturduğu yerde alçalıp yükse­
liyor, soldan sağa, sağdan sola dönüyordu. Kosko­
caman bir yoyoydu sanki. Bir yandan da telefon­
daki insanla Ed Gilley ve seçimler hakkında konu­
şuyordu.
«İş sendikalarda, Jack. Sendikaların bu işi yap­
ması gerekecek. Sendika liderleri onu anlıyorlardır
umarım. Yalnızca bir takım el ilânları bastılar di­
ye Ed Gilley’nin seçimi kazanacağını beklemesin­
ler. Bu kez iş çok zor olacak. Duydun mu dediği­
mi? Sen onları zorlayacaksm, onlar da kesenin ağ­
zını açacaklar. Sen Kentucky’deki o sendikacı pe-
zevenklere söyle. Kıçlarını kaldırıp harekete geç­
mezlerse Moncktan’ı bulurlar başlarında. Anlaşıl­
dı mı? Sana güveniyoruz, Jack. Tamam. Öyle ya­
parsın. Hadi güle güle.»
Koca koltuk olduğu yerde dönerek cumhurbaş­
kanını Martin’le yüz yüze getirdi. Anderson’m ba­
şı Martinden aşağı yukarı bir metre yüksekteydi.
Cumhurbaşkanı siyah düğmeye basınca koltuk da
yavaş yavaş alçaldı. Martin elinde olmadan gülüm­
sedi.
«Koltuğumu beğendin mi, Bili? Sen bunu
oyuncak sanmışsmdır, değil mi? Oyuncak değil iş­
te! Ne işe yarıyor bilir misin? Diyelim birden saldı­
rıya uğradık, hükümet üyeleri, kurmay başkanları
Şirket/193
falan hep birlikte bu uçağa binerek Washington’-
dan kaçıyoruz. Arkada gördüğün bölmelerin hepsi
açılacak o zaman. O omuzu kalabalık, subaylar hep
o sıralarda oturuyorlar, tamam mı? Ben de burada
masanın başındayım. O zaman beni ne görebilirler,
ne duyabilirler değil mi? Oysa biraz yükselirsem
rahatça görürler. Sesimi de işitirler. Onun için de
bu koltukla masa havaya yükseliyor istendiğinde.
Dur göstereyim.»
Bu kez iki beyaz düğmeye bastı, masa da kol­
tukla birlikte yükseldi. Martin son anda geri çekile­
rek masanın tepesinin çenesine çarpmasına engel
oldu.
«Şimdi buraya çıktık ama bir de sesimizi du­
yurmak var, değil mi?» Cumhurbaşkanı sol kollu­
ğun altına uzanmış, yaylı bir kablonun ucundaki
pırıltılı mikrofonu dışarı çekmişti. Masanın üstün­
deki düğmelerden birine basınca sesi tavana yerleş­
tirilen hoparlörlerden gümbür gümbür öttü. «Na­
sıl olduğunu anladın mı, Bili?»
Sonra da hoparlörleri kapatıp mikrofonu ye­
rine koydu ve yere indi.
«Seninle konuşmam gerekiyor, Bili. Bu günle­
rin en önemli işi seçim işi. Gilley’nin seçilmesi işi.
Artık her şeyi bırakıp bunu düşünmeliyiz.» Cum­
hurbaşkanı masanın üstünden uzanmış, Martin’in
kolunu tutuyor, sözlerini vurgulamak istediği za­
man parmakları kavradığı kolu sıkıyordu.
«Nedir bilir misin, Bili? Bir cumhurbaşkanı
ancak kendisine verilen öğütler kadar üstün olabi­
lir. Bir cumhurbaşkanının, bilmek zorunda olduğu
her şeyi bir günde öğrenmesi olanaksızdır. Bırak
canım, bunun böyle olduğunu sen de bilirsin. Be-
194/Şirket
nim bilmediğim bir çok şey var. Hem öylesine bir
bilmemek ki o konularda sorulacak soruları bile
bilmiyorum. Adamlarıma güvenmek zorundayım.
Aynı şey her cumhurbaşkanı için doğrudur. Roose-
velt de adamlarına güvenirdi, Truman da. Truman
o yüzden başma epey bela da sardıydı ya! Güveni­
lir yardımcıları olmayan bir cumhurbaşkanı sırtüs­
tü duran bir kaplumbağaya benzer. Kımıldar, de­
belenir ama bir yere gidemez. Örnek olarak Bili
Curry’yi alalım.» Martin bu uzun monologun nere­
ye varacağım anlamıştı. Kollarını kavuşturup ar­
kasına yaslandı. Cumhurbaşkanı da koltuğuna yas­
lanarak gözlerini tavana dikti.
«Adamlarından dinlediklerini bir yana bırakır­
sak, Bili Curry de Dominik’teki durum hakkında
hiç bir şey bilmiyordu. Sanırım o iki paralık batak­
lığa ayak basmamıştı ömründe. Gerçi donanmada
görev yapmıştı ama asker değildi. O yülarda deniz­
ci elbisesi giyen bir çocuktu olsa olsa. Allahın ceza­
sı kurmaybaşkanları kendisine bir şey söyledik­
leri zaman onlara inanıyor, güveniyordu. Yalan
mı?» Karşılık beklemiyordu aslında; Martin hiç
sesini çıkarmadı.
«Rio de Muerte işi çıktığında yine kurmay
başkanlarının dediklerine, dışişlerindeki beş para
etmez heriflerin söylediklerine güvendi. Bir de CIA’-
ya tabii. Horace’la sana. Öyle olduğunu biliyorum.
Kendi söylemişti bana. Ve o anasını sattığımın Rio
de Muerte operasyonu büyük bir felaket oldu değil
mi? Kaç vatansever öldü? Sekiz bin mi? On dokuz
milyon dolar da bok oldu gitti. Götü boklu Ruslar
da dünyanın dört köşesinden bize bakıp gülmekten
kıçlarını yırttılar. Rusların o yıl Hindistan’la bir
antlaşma yapması raslantı mıydı sanırsın? Hastir
Şirket/195
git, öyle olmadığını sen de bilirsin. Sen herkesten
iyi bilirsin üstelik.» Anderson yine masanın üstü­
ne eğilerek sesini alçalttı. «Pekii, kime yüklediler
o kepazeliğin suçunu? Onu da bilirsin! Cumhur­
başkanı denen hergeleye. Herkes yanlış öğüt ver­
miştir adama! Ama o herifler suçlanmaz. Rio de Mu-
erte felaketinin sorumluluğunu asıl suçlulara yük­
lemek gerektiğine, olayın tarihe gerçek yüzüyle
geçmesi gerektiğine inananların sayısı hiç az de­
ğil, Bili.»
Anderson konuşmasına ara vererek dik dik
Martin’e baktı. Ardından, «Yalnız Allahın cezası
Monckton’m istediği bu değil,» diye sürdürdü. «O
böyle düşünmüyor. Onun istediği, Curry’ye hiç si­
linmeyecek bir kara çalmak. Öyle değil mi? Bu
koltukta Monckton otursa, danışman olarak kim­
leri seçer acaba? Şenle beni değil tabii. Connaught
gibi pezevenkleri herhalde. Yok, onu da seçmez bel­
ki. Monckton başma buyruk herifin biridir. Con­
naught da kendisine her söyleneni yapacak adam
değildir. Monckton’m aradığı gerçek danışmanlar
değil, emrini yerine getirecek el ulakları. O yanlışlık
yaparsa kendi kararıyla yapacaktır.»
Cumhurbaşkanı masadaki düğmelerden birine
basınca, kabin memuru koşarak geldi. «Ben bir iç­
ki içeceğim, Bill. Sen de içer misin?» Sürüp giden
dağınık konuşmanm gerçekten tehlike yaratabile­
ceğini sezen Martin içki değil, ikinci bir kahve is­
tedi.
«O geberesice Monckton bu koltuğa oturursa
çok büyük yanlışlar yapacaktır. Yalnız bir insan
çünkü Birtakım varsayımlara bağlanacak, kim­
seye güvenmediğinden varsayımların doğru olup
olmadıklarını araştırmayacak. Tutarsızlıklar göste-
196/Şirket
recek, gerçekler ortaya çıktıkça ilk savunduğu nok­
talardan dönmek zorunda kalacak. O orospu çocu­
ğu cumhurbaşkanlığına seçilecek olursa, sana da
çok zararı dokunur, ülkeye de. Ben şanslıyım. Ben
o zamana kadar ölmüş olurum herhalde.» Bir an
için, kendine acıdığını belli eden bir ifade göründü
yüzünde, sonra o da silinip gitti.
«Öyleyse biz bu herifi nasıl durdurabiliriz,
Bili? Söyleyeyim! Ed Gilley’yi seçtirerek. Allah kah­
retsin, tek emin yol bu!» İçkisinden büyük bir yu­
dum alıp bardağı masaya bıraktı sertçe. «Duydu­
ğuma göre Al Donally’yle dalga geçiyormuşsun.»
Martin, tamam diye düşündü, geldik sonunda.
Ancak söyleneni hiç anlamamış gibi gülümseyerek,
«Dalga mı?» diye sormakla yetindi.
Anderson’m yüzü kararmıştı. «Ne demek iste­
diğimi domuz gibi anladın, Bili. Al’ın ne istediğini
biliyorsun ve ona yardım etmek için hiçbir şey yap­
madın. Atlattın adamı.»
Martin sözlerini dikkatle seçerek, «Al Donally’-
nin o dosyaları istemesi beni çok güç bir durumda
bıraktı,» diye söylendi. «Dosyaları ona verirsem en
az dört tane federal yasayı çiğnemiş olacağım.» Si-
mon Cappell’in raporunun iç sayfalarından birini
açarak baştaki paragrafa işaret etti.
Esker Anderson koltuğunun kırmızı ve yeşil
düğmeleriyle oynamaya, oturduğu yerde soldan sa­
ğa, sağdan sola dönmeye başlamıştı.
«Bizim oralardaki yaylalarda çok sayıda koyun
ve keçi beslenir,» dedi. O kadar alçak bir sesle ko­
nuşuyordu ki jet motorların uğultusu konuşmasını
bastırıyordu. Martin söylenenleri işitebilmek için
öne eğilmek zorunda kaldı. «Panayır zamanı yaşlı
Şirketim
çiftçiler ilçe merkezlerine gelirler. Oralarda yapılan
koyun, keçi kırkma yarışmalarını başka hiçbir yer­
de göremezsin. Çiftçilerin bazıları koyunlarm da­
ha zor kırk ildiğim ileri sürer, bazıları da keçilerin.
Bana kalırsa koyunlar o çıplak kıçlı keçilerden çok
daha iyidir. Neyse, diyeceğim başkaydı aslında.
Kırkıcıların arasında bir laf vardır, Bili. Bir za­
manlar koyun, keçi hırsızlarının cezası ipe çekil­
mekmiş. Kimine göre bu işte de haksızlık var. Çün­
kü koyunun eti de daha tatlı, yünü de daha iyi.
Gel gelelim hırsızlığın cezası hiç değişmezmiş. Onun
için de hırsızlığa yeltenenler koyun peşine düşer­
lermiş hep. ‘Bir keçi için asılacağıma bir koyun için
asılırım daha iyi,’ derlermiş. Şimdi senin durumun
da ona benziyor, değil mi, evlat? Nasılsa asılacağı­
na göre, kuzu pirzolası için asıl bari.» Koltuğunu
çevirerek CIA başkanmm tam karşısına geçti.
«Söyle bakalım, neler hazırladın Donally’ye?»

Martin, yardımcısının hazırladığı raporu aldı.


«Monckton dosyasının bir özetini getirdim. Ancak
burada Al Donally’yi ilgilendirecek pek fazla bir
şey olduğunu sanmıyorum. Monckton, Yeni Zelan­
da ve Avustralya’da bazı işler yapmış. Çalışma
Bakanı bunları bilmeyebilir belki. AsyalIlardan
kampanya için para aldığını gösteren bazı şeyler de
var ama kesin olarak kanıtlanamaz. İsterseniz Do-
nally bunu okusun, sonra bana bir haber versin.»

Esker Anderson candan bir gülümsemeyle


uzanıp raporu Martin’in elinden çekti. «İyi olur,
evlat. Ben bunu Al’e veririm, o da sana telefon
eder. Haa, Bili, kısaca üstünde durmak istediğim
bir şey daha olacaktı. Zamanm var mı?»
Martin, ‘bu herif benim buradan uzaklaşabile-
19 8/Şirket
ceğimi mi sanıyor’ diye düşündü merakla. «Elbette,
efendim. Emrinizdeyim.»
«Diyeceğim şuydu. Bir cumhurbaşkanı emekli­
ye ayrıldı mı, hükümetler onun varlığını unutmak
eğilimindedirler. Hani değerli bazı tasarüar için
destek falan istesen kimse umursamaz. Onun için
ben diyorum ki sen şimdiden CIA’daki adamlarına
emir ver, ileride onlardan bir istekte bulunursam
omuz silkmesinler. Çok şey isteyecek değilim tabii.
Biraz yolculuk yapmayı düşünüyorum. Haberalma
raporlarının özetlerini görmek isteyebilirim yine.
Arada sırada özel bilgi de isteyebilirim. Bunu ayar­
lamak çok zor olmaz değil mi?»
«Hayır, efendim, hiç zor olmaz. Ancak Monck­
ton seçilirse ben de emekliye ayrüırım. Ben gittik­
ten sonra size ne kadar yardım ederler bilemem.»
Cumhurbaşkanı, «Ama,» diye karşı çıktı çabu­
cak, «Ed Gilley seçilirse daha uzun yıllar aynı gö­
revde kalırsın. Onun için sen adamlarınla şimdiden
konuş da bu konu kapansın. Haa, işinden ayrıla­
cak olursan şu öğüdü aklında tut, Bili. Yerimizi
boşaltırken arkada en küçük bir kâğıt bırakmama­
lıyız. Ben ayrılmadan önce koca koca kamyonlar
dayanacak Beyaz Saray’ın kapısına. Allahın cezası
yapıda ne kadar dosya, ne kadar kitap, ne kadar
yazılı kâğıt varsa hepsini alıp götüreceğim. Anasını
satayım! Oregon’a götüreceğim hem de; her zaman
göz önünde bulunduracağım. Sen de ayrılacaksan
aynı şeyi yapmalısın, Bili. Rahat bir emeklilik ge­
çirmek istiyorsan tek yolu bu.» Esker Anderson is­
teyeceğini istemiş, söyleyeceğini söylemişti; konuş­
manın sona erdiği belliydi. Martin ilk oturduğu
bölmeye dönerek bir şeyler okumaya çalıştı. Ka­
im, beyaz bulutlarm arasmdaki açıklıklardan ba-
Şirket/199
kınca göz alabildiğince uzanan ekili toprakların
arasına kurulan küçük köyleri, kasabaları görü­
yordu arada sırada. Elindeki viskiyi yudumlarken,
şu aşağıdaki seçmenler diye düşündü, bu seçim
kampanyalarından epey çekecekler.

Tarih, Amerikalı seçmenin beğendiği adaya


değil de beğenmediği adaya karşı oy verdiğini sa­
vunan Al Donnaly’yi haklı çıkarmıştı. Richard
Monckton Birleşik Devletler cumhurbaşkanı olma­
yı aklına koyunca, kişiliğine çok uygun düşen bir
tutumla, cumhurbaşkanlığı seçimleri konusunda
uzman kesildi. Eline geçen her şeyi okuyordu. Ta­
rih kitaplarmdan alınacak pek çok ders vardı ve
Monckton onları herkesten iyi öğrenmeye kararlıy­
dı. Araştırmacılarını iş başma getirdi, cumhurbaş­
kanlığı seçimleri konusunda ne kadar kamuoyu
araştırması yapılmışsa toplattı. Halkm cumhurbaş­
kanı adaylarmı hangi özelliklerinden ötürü sevdi­
ğini inceliyor, politikacıların anılarını, çeşitli cum­
hurbaşkanı adaylarının özgeçmişlerini okuyordu.
Kenilworth’taki evinde, duvarları ahşap kaplamalı
çalışma odasında oturarak büyük bir hızla okuyor­
du. Neler yapması, nelerden kaçmması gerektiğini
öğreten bölümlerin dışmda kalan şeyleri çabucak
bir yana bırakıyordu.

Donald Suede’le öbür televizyon yorumcuları


cumhurbaşkanı adaylarının ulusu ilgilendiren
önemli sorunlardan söz etmelerini istiyorlardı ama,
Richard Monckton’m araştırmalarla, Al Donally’-
nin, parti merkezlerindeki entrikalarla biçimlenen
politika anlayışları, Amerikan seçmenine istediği
ve layık olduğu türden bir seçim çekişmesi yarattı:
200/Şirket
Hiç bir boks kuralının geçerli olmadığı kıran kırana
bir dövüş.
Ed Gilley kongre üyesi olarak geçirdiği yıllar­
da hiç kimsenin gözüne batmamış, koltuğunu ko­
ruyup mesleğinde ilerlemekten başka bir şey dü­
şünmemişti. Ancak Richard Monckton’la T.T. Tal-
ford’m ileri sürdükleri suçlamalara bakılırsa, o dev­
letin parasını boşuna harcayan, meclis toplantıla­
rına ayak basmayan ve sürekli olarak Belirli Çev­
relerin Çıkarı’nı gözeten bir kişiydi.
İşçi örgütlerinin politik-eylem ekipleri de Ric­
hard Monckton’a saldırıyorlardı aman vermeden.
Monckton’m, senato oylamalarında insanlık dışı,
zalim bir tutum benimsediği ileri sürülüyor, her
şey bütün ayrıntılarıyla göz önüne dökülüyordu.
Seçim gününden önce yüzlerce suçlama yapıl­
mış, karşılık görmüş, yeniden ortaya atılıp yadsın­
mıştı. Son dakikada girişilen kamuoyu araştırma­
ları, Monckton’m yüzde 3-4 farkla seçimi kazana­
cağını gösteriyordu. Adaylar, cumhurbaşkanlarına
yakışan son bir çaba, olumlu ve onurlu bir çaba
yapmak üzere doğup büyüdükleri kentlere çekildi­
ler.
Oval Büroda oturan Esker Anderson’la Al Do­
nally, yalnızca tecrübeli politikacılarda bulunan
bir yetiyle, gerçekleri gerçekçi bir tutumla kabul et­
tiler. Ed Gilley yenilmişti. Tek bir oy atılmadan
belliydi bu. Ve onların da yavaş yavaş toplanma­
ları, kaçmaya hazır olmaları gerekiyordu.
9

Rudy, Martin’i Dulles Havaalanından alıp kı­


rağıyı andıran soğuk yağmurun altmda George-
town’a götürürken Washington’daki oy sandıkları
kapanıyordu. Kasım başında İngiltere’ye gitmişti
Martin. Uzun zamandır İngiliz haberalma örgütü
M-l 5’in başkanlığında bulunan Sir Evans Ritter’-
la İngiltere’nin kırsal kesiminde yaptıkları olağan
konuşmalardan biri için yola çıkmadan önce, seçim
günü yerlerinde bulunmayan seçmenlere tanınan
özel hakka dayanarak oyunu erkenden kullanmış­
tı. Flixton’da, Bungay yakınlarında bir yerde bu­
luşmuştu Sir Evans’la. Konuşmaların geçtiği eski,
sakin evde televizyon alıcısı yoktu. Onun için de
Martin, Richard Monckton’la Ed Gilley’nin seçim
arifesinde gösterdikleri son çabaları izlemekten kur­
tulmuştu.
Gilley’yle ailesini, Pennsylvania’daki şatafat­
sız, orta halli evlerinin oturma odasmda yakala­
mıştı televizyoncular. Richard Monckton da kam­
panyayı Chicago’da, göl kıyısındaki büyük bir
202/Şirket
kongre salonunda yapılan toplantıyla kapattı. Ar­
dından da New York’taki televizyon yorumcuları
yuvarlak masaların başına geçip seçimi Richard
Monckton’m kazanacağmı üzülerek açıkladılar.
Sally Atherton evinin kapısını açarak Martin’i
karşılarken ilk seçim sonuçlarını vermeye başla­
mıştı televizyon. Sally’nin oturma odasmdaki şö­
minede üç kütük birden yanıyor, alçak bir masanın
üstünde peynir ve soğuk et tabaklarıyla şişeler du­
ruyordu. Başka bir gün olsaydı, Martin, beyaz bu­
luz ve uzun siyah etek giyen bu güzel kadından,
odadaki sıcak dostluk havasmdan başka bir şeyi
görmez, bir şeyi farketmezdi. Gelgelelim o gece, te­
levizyon sesini duyurmakta diretiyordu. Ve Mar­
tin’in işitmeye katlanamayacağı haberi vermeye
başlıyordu şimdiden.
«Sevgilim.» Sally ellerini onun omuzlarına koy­
muş gözlerinin içine bakıyordu. «Seni nasıl özle­
dim bilir misin? Telefonla konuşmak yetmiyor. Hiç
yetmiyor. Çok yorgun musun? Yolculuk çok yordu
mu seni?»
Martin parmaklarını kadının gür sarı saçları­
nın arasında gezdirdi. «Hayır, aşkım, çok iyiyim.
Sen de çok güzelsin. California nasıldı?»
«Eh, işte. Jack’e söz verdiğim her şeyi yaptım.
Kahveler, çaylar, televizyona çıkmalar falan. Oyun
oynadığımı biliyordu ama tam bir centilmen gibi
davrandı. Eminim ki sonuna kadar da öyle davra­
nacak. Boşanmayı kabul etmesi için gerekli olan
ücreti ödedim sanıyorum.»
Haber spikerinin sesi Martin’in dikkatini o ya­
na çekti:
«...ve New York’tan alınan ilk sonuçlara bakı­
lırsa, Richard Monckton yalnızca eyaletin ilçele-
Şirket/203
rinde değil, New York kentinde de çoğunluğu sağla­
mıştır.»

«Aç mısın? Şurada peynir falan vardı.» Sally


şöminenin önündeki masaya işaret ediyordu. «İçki­
ni tazeleyeyim mi?»
«Sağol, şimdilik istemem.» Martin şömineye
dikey olarak konan bej renkli kanepeye oturarak
usulca mindere vurdu. «Gel sen de yanıma otur.»

«Philadelphia’dan gelen dağınık sonuçlara ba-


küırsa, Cumhurbaşkanı yardımcısı Ed Gilley ken­
di eyaletinde bile büyük güçlüklerle karşılaşıyor.»

Sally ayaklarını altına topladı, başını Martin’-


in omuzuna yasladı. «Sen benim başımın üstünden
bakarak televizyonu mu izliyorsun yoksa?»
Martin dudaklarmı kadının kulağının arkası­
na değdirdi. «Senin ne güzel boynun varmış, sevgi­
lim. Arada sırada dikkatim dağılırsa beni bağışla­
malısın bu akşam. Gilley’ye oynayanlar için bu so­
nuçlar büyük önem taşıyor.»
«Gilley’ye oynayanlar para mı kaybedecekler
yani?»
«Paradan çok daha önemli şeyler. Meslekler,
işler, kiminin ünü, hiç değilse bir kişinin özgürlü­
ğü söz konusu. Büyük şeyler.»
«Bana da açıklayamaz mısın, sevgilim?» Sally
erkeğin gerginliğini sezmişti.

«Orta batıdan gelen ilk sonuçlar çok dağınık


yerlerden alınmışsa da görünüşe bakılırsa Monck-
ton seçimi kazanıyor. Kendi eyaleti olan îllinois’da,
Minnesota’da, Güney ve Kuzey Dakota’da Kansas’-
la Missouri’de hep önde gidiyor. Son gelen sonuç-
204/Şirket
lar, bir zamanlar Gilley’ye oy vereceği sanılan
Chio’lu seçmenlerin de Monckton’u destekledikle­
rini gösteriyor. NBC televizyonunun bilgisayarı,
Monckton’m yüzde dört farkla seçimi kazanacağı­
nı hesaplamaktadır. Ancak batı kıyısındaki seçim
sandıklarının hâlâ açık olduğunu da unutmayalım.»

Martin kitaplığa giderek televizyonun düğme­


sini başka bir kanala çevirdi. «Gilley kazanacak
olursa,» diye başladı, «ben yerimde kalacağım. O
kararlaştırılmış durumda. Monckton kazanırsa,
Moğol imparatoru Atilla’nm ordusu gibi geçecek­
tir Şirket’in içinden. Başkan Curry’nin yaptığı yan­
lışların kayıtlarını bulmak isteyecek. Eninde so­
nunda, Rio de Muerte’yle ilgili Primula Raporu’nu
da bulacak.»
Sally alçak sesle sordu: «Öyle olursa sana za­
rarı dokunur mu, Bili?»
Martin kanepeye döndü, kadının yüzünü
avuçlarının arasına alarak dosdoğru gözlerinin
içine baktı. «Belki de şu anda düşünemeyeceğimiz
kadar. Rio de Muerte olayı kapanıp ortalık yatış­
tıktan sonra Şirket’in içinde bir soruşturma yapıl­
mıştı. Sonuçlar, tek kopyası olan bir raporda açık­
landı. Açıklanan şeyler de hiç hoş değil.»

«...umduğumuz gibi, kırsal kesimlerde oturan


vatandaşlar Monckton’a oy veriyorlar. Bu gecenin
önemli haberi, Monckton’ın büyük kentlerde, özel­
likle de Atlantik kıyısındaki ve kuzeydoğu bölge­
mizdeki endüstri merkezlerinde aldığı oy sayısı.
Donald Suede, öteden beri Demokratik partiye oy
veren bu bölgelerde Monckton’m başarı kazanma­
sını siz nasıl açıklıyorsunuz?»
Şirket/205
Haber yorumcusu düşüncelerini kesin bilgiler
dağıtırcasma açıklamaya koyuldu.
«...görünüşe bakılırsa, Walford, Franklin D.
Roosevelt’in 1930 yülarında kurduğu Demokratik
koalisyonun parçalanışını izlemekteyiz. Bu kez,
mavi yakalı seçmen, sendika liderlerinin sözünü
dinlemedi. Monckton’m temel konulardaki görüş­
lerinin Demokratik partiden milyonlarca oy çaldı­
ğı anlaşılıyor. Bu gece bazı yeni, güçlü politik ve
toplumsal akımların ilk belirtilerini görüyoruz.
Ancak bu akımların açık seçik görülebilmesi için
bütün sonuçların alınması, verilerin bilgisayarları­
mız tarafından incelenmesi gerekir. Bu arada göz­
lerimizi yine...»
Martin sırtüstü yere yatmış, başını Sally’nin
kucağına, ayaklarını televizyon alıcısına uzatmış­
tı. «Rio de Muerte’ye çıkafma yapılmadan az ön­
ce beni çağırttı Curry. Dominikli askerlerin ruha­
ni liderinin adını sordu. Adam direniş örgütünde
savaşan, sonra da ülkeden kaçan genç bir cizvit
papazıydı. İspanyol’du, bir destan kahramanı ha­
line gelmişti. Senin anlayacağın çıkarmaya katıla­
cak olan askerler ona tapıyorlardı. Papaz olmasına
papazdı ama yüreklerinde savaş aşkı yaratmayı da
biliyordu. O bir vaaz verdikten sonra adamlar ne­
reye olsa gider, ne söylense yaparlardı. Curry bu
papazdan söz edildiğini duymuştu ama admı bil­
miyordu. Bana sordu, ben de adını söyledim. Kuş­
kuya yol açacak hiç bir şey yoktu ortada. Adamın
ününü biliyordu o; bana yalnızca admı sordu, ben
de söyledim. Rahip Benitimes.»
«Sonra?»
«Sonra Curry adamın öldürülmesini emretti.»
«Ne diyorsun, Bili! Tanrım! Cumhurbaşkanı
206/Şirket
neden istesin böyle bir şeyi? Sen ne yaptın peki?»
Sally tırnaklarını halıya batırmıştı.
Martin ağır ağır anlattı. «Neden istediğini kim­
se bilmiyor. Büyük bir olasılıkla, cumhurbaşkanı
Curry, Ruslarla bir uzlaşmaya varmak niyetindey­
di. Yüksek düzeyde bir anlaşma yapmaya yani.
Primula, çıkarmanın başarısızlıkla sonuçlanmasını
sağlamak istediğini ileri sürdü. İş çok ileri gitmiş­
ti çünkü; çıkarmadan vazgeçtik diyemezdi. Politik
bakımdan olanaksızdı bu. Onun için de başka ça­
resi kalmamıştı. Çıkarmayı yaptırdı, ancak başarı­
sızlığa uğraması için de gerekeni yaptı.»
Sally alçak sesle sordu. «Peki sen bu işi yap­
mam diyemez miydin?»
Martin başını iki yana salladı. «Hayır. Kesin
bir emirdi bu. Açık bir emir. Curry ne yaptığmı bi­
liyordu. Papazm adından başka bir şey sormadı.
Bana da, bu iş için seçeceğim ajandan başka hiç
kimseye hiç bir şey söylemememi emretti. Ne Ho-
race McFall’a bir şey söyleyebilirdim, ne de başka­
sına.»
«Ama sen kimseyi öldürmedin, değil mi? Sen
yalnızca emri ilettin. Öyle değil mi?» Savunurcası-
na soruyordu Sally.
Bili Martin başını iki yana salladı. «Bıçağı tu­
tan başkasmm eliydi gerçi; ne var ki adamı öldür­
ten benim. Benitimes çıkarmadan bir saat önce vu­
ruldu. Asker taşıyan gemilerden birinde. Bu olay­
dan sonra askerlerde savaşma isteği kalmadığı an­
laşılıyor.»

«...Denver’de pilot bölge olarak seçtiğimiz yer­


lerde Richard Monckton açık bir farkla önde gidi­
yor. Bilgisayarımız Colorado eyaletindeki oyların
Şirket/207
yüzde elli dördünü Monckton’m alacağını hesap­
ladı.»

«Zavallı sevgilim. Bunca yıldır bunları içine


gömdün demek. Senin için çok korkunç bir şeydi
herhalde. Ama yine de sen o adamı öldürmedin,
Bili. Katille Curry arasında elçilik etmekten başka
bir şey yapmadın. Onu anlatamaz mısın halka?»
«Monckton’m seçilip seçilmemesi bu bakımdan
önemli işte. Monckton beni işimden atmak isteye­
cektir tabii. Curry efsanesine son vermek istiyor o;
Curry tapmağının her tuğlasını birer birer söküp
yıkmak, Curry’nin anısını yok etmek istiyor. Ve bun-.
ları göz alıcı bir yolla yapmak isteyecektir. Tele­
vizyon yayınlarıyla. Gerçekleri her Amerikalının
kafasına yerleştirerek. Bili Curry’nin bir papazı so­
ğukkanlılıkla öldürdüğünü ileri sürecek. Ben
Curry’nin koluydum, Durwood Drew da bıçağı tu­
tan eli. Ancak cinayeti tasarlayan beyin, Curry’nin
beyniydi. Öff, öyle pis bir iş olacak ki! O pislik dört
yana dağıldıktan sonra kaç kişi beni suçsuz bula­
caktır sanırsın?»
«Oh, Bili!» Sally erkeğin kafasma sarılmıştı
sımsıkı. «Monckton’m seçildiğini biliyorsun. Tele­
vizyon bütün gece bunu bildirdi. Ne yapacaksm
peki?»

«Ed Gilley, cumhurbaşkanı Esker Scott An-


derson’m koruması altındadır ve burada, yani Ore­
gon eyaletinde Esker Anderson’m istediği olur ge­
nellikle. Bu gece de, Monckton başka yerlerde hep
önde gittiği halde, Oregon’da ve onun komşusu
olan Washington eyaletinde Cumhurbaşkanı Yar­
dımcısı Ed Gilley kazanacak gibi görünüyor. Be­
yaz Saray’dan ayrılmaya hazırlanan Kuzeybatının
208/Şirket
gururlu adamı, bunca yıldır önderlik ettiği partiyi
kendi eyaletinde bir kez daha başarıya ulaştırdığı­
nın bilinci içindedir.»

Sally’nin evindeki telefon zırlıyordu. Arayan


Simon Cappell’di. Linda Martin’in telefon ettiğini,
kocasını nerede bulabileceğini öğrenmek istediğini
haber veriyordu. Simon kadma hiç bir açıklama
yapmamıştı.
Martin, «Ey Tanrım,» diye inledi. «Bir de
onunla mı tartışacağız bu gece!»
Sally, «Ben de Jack’e telefon etmeliyim,» diye
söylendi. «Onu kutlamak gerekir. Sanırım oradaki
sonuçlar da belli oluyordur artık.» Atherton’m Ca-
lifornia’daki numarasını aradı. Kongre üyesi, ka­
rısının onu aramış olmasına sevinmişti. Açık bir
farkla kazandıklarını, o yılın Cumhuriyetçiler için
güzel bir yıl olduğunu söyledi. Temsilciler meclisin­
de çoğunluğu elde etmeseler bile şansları yüksel­
mişti. Komisyonlarda da daha çok sayıda Cumhu­
riyetçi üye görev alacaktı şimdi. Sally kocasını din­
lerken yüzünü buruşturuyor, Martin’e bakıp gülü­
yordu.
«Senin adına sevindim, Jack. Herkese benden
selam söyle. İyi geceler.» Martin’e dönerek gülüm­
sedi. «Kongre üyesinden çok güzel bir politika in­
celemesi dinledim. Telefonun başmda durmuş, elin­
de şampanya kadehi, kulaktan kulağa sırıtıyordu
mutlaka. Daha mutlu olamazdı. Benim nerede ol­
duğum, ne yaptığım umurunda değil. Temsilciler
meclisindeki komisyonlarda daha çok cumhuriyet­
çi bulunacak ya! Ona bak sen. Benim kocam böy-
ledir işte.»
Martin, «Bu gece birinin kutlama töreni yapa-
Şirket/209
bilmesine sevindim,» diye söylendi asık suratla.
«Kalıbımı basarım ki Richard Monckton da şam­
panya banyosuna yatmıştır. Orospu çocuğu!»

Richard Monckton, Chicago’daki Blackstone


otelinde, dairesinin loş ışıklarla aydınlatılmış otur­
ma odasındaki şişkin kahverengi koltukların birin­
de oturuyordu. Yalnızdı. Bir duvarın önüne dizilen
üç televizyon alıcısının üçü de kapalıydı. Oturduğu
yerde öne eğilmiş, sarı yapraklı bloknotunu dizle­
rine, telefonun almacını kulağma dayamıştı.
Oda kaim halüarla, kalıverengi-sarı perdelerle
döşenmişti. Koyu renkli kapı ve pencere pervazları,
yüksek tavanlar ve sağlam kapılar Blackstone’un
eski zaman özellikleriydi hep. Tek bir lamba yanı­
yordu içeride. Monckton, kumaşıyla bir örnek ku­
şağı olan, belden bağlanmış soluk, mavi bir röbdö-
şambr giyiyordu. Kadife yakası aşınmış, ve lekelen­
mişti. Robdöşambrm altmdan görünen ütülü gri
pantolonun paçaları baldırlarının ortasma kadar
sıyrılmış, lacivert çoraplarının düşmesini önleyen
kırmızı jartiyerler göz önüne serilmişti. Siyah pa­
buçları pırıl pırıldı. Sertçe kolalanmış olan beyaz
gömleğinin yakası, benekli bir 'boyunbağmm iri
düğümünü çerçeveliyordu.
Üç ayrı televizyon şirketinin bilgisayarların­
dan alman sonuçlara göre, Richard Monckton
Amerika Birleşik Devletleri cumhurbaşkanıydı o
anda. Nefret ettiği televizyon şirketlerinin lütfuna
hedef olduğu için kızıyordu. Gelgelelim kazanmıştı
işte. Kazanacağını bilmişti ve kazanmıştı. Birleşik
Devletlerin bundan sonraki cumhurbaşkanı olacak­
tı. Cumhurbaşkanı. Amerika Birleşik Devletleri
Cumhurbaşkanı.
210/Şirket
Şehirlerarası telefon konuşmasını yapmak için
beklerken görünüşünü düşünüyordu. En iyi berberi
bulup saçını kestirtecekti. O hafta içinde Scottsda-
le’de güneşte yanmaya da bakacaktı. Onun çok ya­
rarı olurdu. Gerçek güneş ışını, kullandığı ultravi-
yole lambasından çok daha iyi renk verirdi. Alnın­
daki saçlar da daha çabuk dökülmeye başlamıştı
sanki. Belki de ultraviyole lambası yol açıyordu
saçlarmm dökülmesine. Üstelik gövdesi ince oldu­
ğu halde yüzü ablaktı; taşıdığı her yağ zerresi yü­
zünde birikmişti sanki. Yakışıklı olmadığmı bilir­
di. Karikatüristler çenesiyle yanaklarını, şişkin
burnunu ve kara kaşlarını abartarak çizmeye ba­
yılırlardı. Yemin töreni günü için basüacak olan
madalyonlarda yandan gösterecekti yüzünü. Çene­
sinin genişliği daha az farkedilirdi o zaman.
Orta boylu, balıketi bir adam olan Richard
Monckton’m görünüşünde dikkati çeken hiç bir
özellik yoktu. Kumral saçlarıyla gür kaşlarmda
akçıl kıllar görülmeye başlamıştı tek tük. Külrengi
gözlerinin arasındaki geniş açıklıkta derin, dikey
çizgiler vardı. Keyifli olduğu zaman ağzının kıyı­
sında hiçbir gülücük çizgisi görünmez, gülecek
olursa köpek havlamasmı andıran kısacık bir kah­
kaha atardı. Sesi tam bir konuşmacı sesi, yüzü,
elindeki kâğıtları asla belli etmeyen bir poker oyun­
cusunun yüzüydü.
Santral memuru aradığı numarayı bağlıyordu.
Monckton yaşlı annesinin güçsüz, madeni sesini
duyabilmek için kulak kabarttı. Almacı kulağına sı­
kıca bastırırsa biraz daha işitebiliyordu ama anne­
sini güçlükle duyabiliyordu yine de. Annesi zayıf
bir kadmdı gerçi; ne var ki sesi öteden beri güç-
lüydü. Şimdi sağlığı iyice kötülemişti; yavaş yavaş
Şirket 1211
ölüyordu herhalde. Yine de oğlunun başarısını gör­
meden ölmemişti hiç değilse. Anlaşıldığı kadarıyla
aklı yerindeydi. Tanrıya şükür seçimi kazandığını
da anlamıştı.
Yeni seçilen cumhurbaşkanı, tane tane konu­
şarak, «Anne,» diye başladı. «Törene gelmeni isti­
yorum. Töreni izleyebileceğin sıcak bir yer bulurum
sana,»
Karşıdan gelen ses çok zayıftı. «Olmaz, Ric­
hard, bırakacaklarını hiç sanmıyorum. Oraya gel­
meme izin vermezler. Ama seni televizyonda görü­
rüm herhalde. Buradakiler o bakımdan çok düşün­
celi davranıyorlar. Senin görüneceğini bilirlerse
mutlaka televizyonu açıyorlar hemen. Bu akşam
evde misin?»
«Hayır, anne. Blackstone otelindeyiz hepimiz.
Hani Chicago’ya geldiğinde sen de kalmıştın. Daha
iyi olduğuna çok sevindim.»
«Evet, Richard, daha iyiyim. Kolumdaki ağrı
epey hafifledi.»
«Ben yakında Sullivan’a gelip seni görürüm,
anne.»
«Peki, Richard. İyi bir evlatsın sen. Her zaman
öyle ol.»
«İyi geceler, anneciğim.»

Frank Flaherty loş odaya girerken telefonun


çarpılarak kapatıldığını işitti ve elinde olmadan
gülümsedi. Bir telefon aygıtı daha can vermişti
Monckton’m elinde. Kızgın olmasa da bütün ko­
nuşmaların sonunda telefonu gümleterek kapatır­
dı bu adam. Hiç farkında olmadan kullandığı bu
noktalama, anlayamadığı, denetleyemediği meka­
nik ve teknik imparatorluklara üstünlük sağladı-
212/Şirket
ğı konusunda öznel (bir kanı yaratmıştı onda. Te­
lefonun asıl çalıştığını teknik açıdan incelemek hiç
ilginç değildi onun için; gel gelelim telefonun ileri
teknolojisinin simgesi olduğunu da görmezlikten
gelmezdi. Hızlı iletişim önemli bir güçtü ve Monck-
ton o gücü baskı altına almaya kararlıydı. Telefo­
nu ne kadar sert kapatırsa o kadar keyifleniyordu
nedense.
Frank Flaherty’ye dönerek, «Annemdi,» diye
mırıldandı.
«Sanırım anneniz çok mutlu olmuştur,» dedi
yardımcısı. «Sizinle övünüyordur. Şu anda üç tele­
vizyon şirketi de bilgisayarlardan aldıkları sonuç­
lara göre sizin kazandığınızı bildiriyorlar ama yüz­
de kaç farkla kazandığınız konusunda görüş birli­
ğine varamadılar. CBS yüzde elli altı diyor; öbür
ikisi daha yüksek bir sayı verebilirler. Gilley yenil­
giyi kabul ettiğini gösteren hiç bir şey söylemedi
henüz.»
«Elbette söylemez. California’da sandıklar ka­
panalı topu topu bir saat oldu daha. California san­
dıklarının çoğu sayılmadan aşağı inmem ben. Cali-
fornia’lı seçmenler, televizyoncu pezevenklerin on­
ların nasıl oy verdiğini önceden bilir gibi davranma­
sına ne kadar kızıyorlardır kimbilir. Konuşmamın
müsveddesi hazır mı?»
«Evet, efendim. Bence yazarlar oldukça güzel
bir konuşma yazdılar sizin için.»
Monckton bir eliyle konuşmanm müsveddesi­
ne uzanırken öbürüyle bağa çerçeveli gözlüklerini
takıyordu. Yeni seçilen cumhurbaşkanı sayfalara
göz gezdirirken Flaherty sessizce oturup bekledi.
Monckton başını kaldırdığında öfkesi yüzün­
den okunuyordu.
Şirket/213
«Bunu kullanmak olacak şey değil, Flaherty.
Şu Allahın cezası yazarlarm birazcık havası, biraz
dil ustalığı olanlarını bulamaz mısın bana. Şuna
bak: ‘Bölünmüş olan ülkemizi birleştirmekte bana
yardımcı olunuz.’ Lafa bak be! Kampanya süresin­
ce hep aynı şeyle karşılaştım! Güzel bir söz söyle­
mişsem kendi yazdığım cümlelerden biridir mut­
laka. Bak, Frank, sen de bilirsin ki bu zırvaları
kullanamayız artık. Önemli günlerde, dramatik bir
hava yaratmanm gerekli olduğu günlerde hiç kul­
lanamayız. Yerimize yerleştiğimizde kendi konuş­
malarımı yazacak zaman bulamayacağım. Anlaşıl­
dı mı, Frank?»
Flaherty, «Evet, efendim,» diye mırıldandı hu­
zursuzca.
«Bunu ben kendim düzelteceğim şimdi. Ancak
bundan sonra bu işin peşine düşmek zorundasm,
Frank. Ne demek istediğimi anlıyor musun?»
«Evet, efendim.»
«Telefonları az önce bitirdim. Onu da benden
başkası yapamazdı tabii. Yakmmak için söylemi­
yorum. Gelgelelim her zaman böyle şeylere zaman
ayırmak olanağmı bulamayacağım, Frank. Öyle bir
kadro kurmaya başlamalıyız ki cumhurbaşkanı her
konuşmasını kendisi yazmak zorunda kalmasın.
Bir yerlerde cumhurbaşkanı için yazı yazmak is­
teyecek birileri bulunur herhalde. Yoksa yanlış mı
düşünüyorum, Frank?»
«Hayır, efendim, haklısınız.»
«Bilir misin, telefon konuşmaları tam bir sa­
atimi aldı. Annemle yaptığım konuşmayı saymıyo­
rum. Haa, aklımdayken söyleyeyim, hazırladığın
listeye annemin adını yazmayı unutmuşsun.» Te­
lefon edilmesi gereken kişiler listesini almak için
214/Şirket
yere eğildi. «Yeni seçilen şanlı cumhurbaşkanı yar­
dımcımızın söylediğine bakılırsa, kampanyasında
ağırlık verdiği eyaletlerde büyük farkla kazanı-
yormuşuz. Hele kazanmayalım! Birisi bana kesin
sayıları çıkarsın, Frank. Oldenburg’un gezdiği eya­
letlerde alman seçim sonuçları, benim gezdiğim
yerlerde alman sonuçlar. İkimizin de gittiği yerleri
ayrıca incelesinler. Oldenburg’a söyledim, senden
haber almadan hiç bir açıklamada bulunmayacak
bu gece. Bana kalırsa televizyonculara öyle bir yol
gösterelim ki Oldenburg benim sunuculuğumu yap­
sın. Önce onu çeksinler Boston’da. O da benim bu­
rada sahneye çıkışımla sona eren kısa bir konuş­
ma yapsın.»
Flaherty, «Yaparsa çok güzel bir şey olur,»
dedi.
Monckton dudaklarını kıstı öfkeyle. «Niye yap­
mayacakmış? Biz söyledikten sonra neden yapma­
sın?»
«Gururlu bir adamdır. Eski bir vali, falan filan.
Belki kendi adma bir demeç vermek ister.»
«Bir dakika, Frank. Bir noktayı hemen şimdi
belirtmek isterim. Oldenburg cumhurbaşkanı yar­
dımcısı olmuşsa, yalnız ve yalnız ben onu istedi­
ğim için olmuştur. Onu o yere yerleştiren benim.
O da bunu bilmez mi, Frank?»
«Haklısınız, efendim. Eminim ki biliyordur.»
«Öyleyse mesele kalmıyor. Sen yalnız ona be­
nim kararımı bildir, Frank. Açık açık söyle. Tali­
mat almaya alışması gerekiyor. Doğru değil mi?»
«Doğru, efendim.»
Monckton arkasına yaslanarak yerdeki sarı
yapraklı bloknota uzandı. «Bu konuşmayı, yeni
baştan yazmak istemediğimi anlıyorsun, değil mi,
Şirket/215
Frank? İsteyerek yapmıyorum bu işi. Gelgelelim
onların gönderdikleri şey beş para etmez. İnan ba­
na, zamanımı başka şeylerle geçirmek benim de işi­
me gelir. Seçim kampanyasını yöneten herifle,
öbür geberesice politikacılarla konuşmak bile bun­
dan iyidir. Ne var ki bu işi yapacak yazarlarımız
yok, Frank. Onun için de ben yapmak zorundayım.
Buna başlamadan önce ilgilenmemi istediğin bir
şey var mıydı?»
«Yarınki programı öğrenmek istemiştiniz, efen­
dim. Cumhurbaşkanı sizi Phoenix’e götürmek için
resmi bir uçak yollayacak yarm. Bazı şeyleri bu ak­
şam kararlaştırırsanız ben de gereken hazırlıkları
yapabilirim. Blackstone bize bir kat ayırabiliyor.
Geçiş dönemini burada geçirmeye kararlı mısınız?»
«Sanırım en iyisi o. Yemin edip yerime otura­
cağım güne kadar Washington’a gitmek istemiyo­
rum. Chicago’da kalmak başka bir yere gitmekten
daha iyi. Blackstone otelinin ününü de sağlamlaş­
tırmış oluruz böylece.»
«Peki. Bakanlıklarda görev yapanlar hakkın­
da bir rapor çıkarmamızı istemiştiniz. O da bura­
da. Göreceğiniz gibi, ilk anda değiştirebileceğiniz
memur sayısı dört yüzü aşmıyor. Gerisi ancak za­
manla olacak. Toplam olarak bin beş yüz kişiyi de­
ğiştirebilirsiniz ancak. Oysa biz bu sayının on bin­
lere ulaşacağmı sanmıştık.»
Monckton homurdandı. «Sivil Hizmet denen
lanet olasıca işlerde öyledir. Dokunamayacağımız
kişilerin üçte ikisini Curry’yle Anderson yerleştir­
miş o işlere. Ve o tahtakurtları, kemirerek içine
yerleştikleri masalardan bize savaş açacaklardır.
Görevde bulunduğumuz süre içinde her gün bizim­
le savaşacaklardır. Bu personel işiyle en akıllı adam-
216/Şirket
larımız ilgilensin, Frank. Bizim adamımız onların­
kilerden daha akıllı olmalı. Başlıca görevi de Curry’-
nin yerleştirdiği kişilerin sökülüp atılması olmalı.
Kısa zamanda yapılmalı bu. Yoksa onlar bizim her­
hangi bir şey yapmamızı engellerler. En yüksek gö­
revlere kimler geliyor?»
Flaherty masanın üstündeki mavi dosyaya
uzandı. «Kabine konusunu Cari Duncan’la ele al­
dığınızı biliyorum. Kendi adamlarımızı yerleştirebi­
leceğimiz yerlerin listesi de şurada.» Kâğıdı Monck-
ton’a uzattı.
Yeni seçilen cumhurbaşkanı kâğıdı eline alıp
sol kıyısına parmak bastı. «Federal Rezerv’in baş-
kanını da katın buraya. O koltukta oturan herifi de
atacağım işinden.» Flaherty küçük bloknotuna bir
iki şey yazdı. «Demek ki CIA’dakilerden bazılarını,
‘Sivil Hizmet Komisyonu’ndakilerinden birkaçını
işten uzaklaştırabiliyoruz...» Başını kaldırmıştı
birden. «Sivil Hizmet’in başkanı kim? Orada emir
almasmı bilen birinin bulunmasmı istiyorum.»
Flaherty başka bir dosya çıkardı, içinden çek­
tiği kâğıdı Monckton’a uzattı. «Komisyonda görev
yapan üç kişiden birinin biyografisi burada. Büyük
bir olasılıkla başkanlığa bu kişi seçilecektir.»
«Allah kahretsin! Şuraya bak, Frank. Bak, bu
herif de Harvard’lı. Curry’nin zamanında başlamış
işe. Senin personel uzmanların olacak bebekler ne
yapmaya çalıştığımızı anlamıyorlar mı? Bizden ya­
na olan kaba saba bir hergele bulamaz mıyız? Tu-
lane’den, Kansas ya da İllinois eyalet üniversitele­
rinden çıkmış olan birini bulmanın yolu yok mu?
Bizim personel uzmanlarımız da doğudaki seçkin,
pahalı üniversitelerde mi yetişmişler, Frank?»
«Hayır, efendim.» Flaherty’nin sesi sertleş-
Şirket/217
mişti. «Bu adamın önerilmesinin nedeni bizden ya­
na oluşu. Price Mönroe onun çok değerli bir kişi ol­
duğunu söylüyor. Bize bağlı kalacağına çok emin
olduğunu bildirdi Price.»
Monckton yüzünü buruşturdu. «İşte şimdiden
başladılar, Frank. Biliyordum zaten. Karşımızda
Price gibi dostlar da olsa, sen ve ben sert davran­
malıyız. Bizden başka hiç kimse Monckton yöne­
timinin esenliğini düşünmeyecektir, Frank. Bize
dost görünenler hep eski borçlarını ödemek peşin­
deler. Ona izin veremeyiz. Bu listeyi al, Frank. Ve
bundan böyle, asla, asla bir Harvard’lmm admı ge­
tirme bana. Curry’nin artıklarını da istemiyorum.
Gidecek onlar! Anlaşıldı mı, Frank? Çekip gidecek­
ler!»
Elindeki kâğıtları Flaherty’ye doğru fırlattı.
Kâğıtlar ikisinin arasına, yerdeki halının üstüne
düşünce Flaherty kanepeden kalkıp dosyayı topla­
dı.
«Ulusal Güvenlik konusunda ne söyleyebilir­
sin, Frank? Büyükelçiden bir karşılık geldi mi?»
«Hayır, efendim. Henüz gelmedi.»
«En önemli iş o, Frank. Zamanımın çoğunu
buna ayırmak zorunda kalacağım. Şu anda neler
yapılıyor?»
Flaherty cumhurbaşkanına başka bir dosya
uzattı; bunun kapağı da turuncu renkteydi. «Bü­
yükelçi Murray’den başkalarını da düşündük. Dost­
larınızın verdiği adlardan şöyle bir liste çıkardık.»
Monckton dudaklarını büzdü, gözlüklerini tu­
tarak okumaya başladı. Bir ara başını kaldırıp
Flaherty’ye baktı dik dik. «Cari Tessler ha? Tessler’-
ın bizim emrimizde çalışacağını gösteren bir belirti
var mı? Yıllardır Forville’in kadrosunda o. Büyük
218/Şirket
bir olasılıkla benden nefret ediyordur.»
«Olabilir,» dedi Flaherty. «Ancak Cari Duncan
araştırmaya değen bir söz duymuş dün. Kabineye
alınacak adaylarla konuşurken Tessler’in adı geç­
miş. Siz Tessler’in Curry ve Anderson’m emrinde
de çalıştığını bilir miydiniz?»
«Evet. Zaman zaman bazı özel sorunlarda da­
nışmanlık ederdi onlara. Ancak bizimle sürekli ola­
rak çalışmaya yanaşır mı bilmem.»
«Ben de emin değilim. Bu konuda öğrendikle­
rim şunlar. Tessler dış işler konusunda evrensel
bir ‘Çağın Adamı’ olarak görüyor kendisini. Par­
tizanlığın üstünde olduğunu savunuyor, belli bir
partinin adamı sayılmak istemiyor. Forville’den pa­
ra alıyor ama onun kölesi değil. Bir profesöre, ya­
şadığı sürece, görev yapacak olan her cumhurbaş­
kanına yardımcı olacağını söylemiş. Kısacası,
akıllı bir cumhurbaşkanı dış işlerle ilgilenmek için
Tessler’i seçer doğal olarak.»
Monckton çarpık bir gülüşle gülümsedi. «De­
mek ki herif yirminci yüzyıla istediği biçimi ver­
mek için yaratılmış olduğuna inanıyor. Beyaz Sa­
ray’a o pezevengin egosunu sığdırabilir miyiz der­
sin?»
Flaherty başını salladı. «Evet, o bir sorun ola­
bilir tabii. Tessler işinde gerçekten çok usta ama
onunla çalışmak kimin harcı? Ben birkaç yere te­
lefon ettim. Herkes aynı şeyi söyledi: Çok hırçın,
çok kaprisli bir adam. Kimisi çocuk gibi diyor onun
için. Kimisi de şımarık, egomanyak gibi tanımlar
kullanıyor. Ne var ki bunları söyleyenler başka bir
konuda da aynı görüşü paylaşıyorlar. Çağırılacak
olursa koşa koşa gelir Tessler. Bize bağlı kalır mı,
k?lmaz mı bilmem. Onunla birlikte çalışmak da
Şirket/219
cehennem azabı. Ancak bu alanda ondan iyisi yok
ve isterseniz sizin emrinizde çalışacak.»
«Bir şey söyleyemiyorum, Frank. O da bir ku­
ramcı... bir Harvard profesörü. Zaman zaman ara­
buluculuk ettiği de oldu gerçi; ne var ki benim Ulu­
sal Güvenlik Konseyi’nin başına getireceğim adam
hem Dışişlerini, hem CIA’yı, hem Savunma’yı yö­
netmek zorunda kalacak. Kabine üyelerini de ida­
re edecek gerekirse. Profesör Cari Tessler bunları
yapabilir mi?» ‘Profesör’ derken alay ediyordu
sanki. «Bilemeyiz. Ancak bu listedekilerin hiç biri­
nin her şeyi yapamayacağını da hesaba katmak zo­
rundayız. Kimi seçerse seçsin, hiç bir zaman tam
adamını bulamaz insan.»
Flaherty, «Tessler’in hırçınlığını ne yaparız?»
diye diretti.
«Orasını sen bilirsin, Frank. Adamı idare ede­
bilirim dersen, iş başına getiririz. Gelgelelim Beyaz
Saray’da hangi odada çalışacağı, arabasının ne bü­
yüklükte olacağı falan ikinizin arasında kararlaş­
tırılmalı. Primadonnaların nazını çekerek, zaman
harcayamam ben.»
«Emredersiniz, efendim. Hakkında edindiğim
bilgilere bakarak ben Cari Tessler’la geçinebileceği­
mi söyleyebilirim. Çağırtalım mı? Konuşmak ister
misiniz?»
«Önce FBI’dan Elmer Morse’u çağırtın. Yar??
değil öbür gün. Scottsdale’de olmasını istediğimi
haber verin. Tessler hakkında ne kadar bilgi varsa
hepsini toplayıp gelsin. Ancak Tessler’i Beyaz Sa­
ray kadrosuna alacağımızı haber vermeyin ona.»
Flaherty bloknotuna bir şeyler çiziştiriyordu yine.
«Morse’u hiç gecikmeden görmem gerek,
Frank. Sen de o herife iyice yaklaşmaya bak. FBI
220/Şirket
bize çok büyük yardımlarda bulunabilir. Morse ge­
ceyi Scottsdale’de geçirsin, ertesi gün bizimle birlik­
te Chicago’ya döner. Gazeteciler onu bizim uçakta
gördüler mi Washington’da bir bomba patlayacak­
tır. Morse’u FBI’m başında tutacağımı herkesin
bilmesi iyi olur.»
Flaherty, «Sayın cumhurbaşkanım,» diye söy­
lendi. «Zafer konuşmasını yapmak için kaçta in­
mek istersiniz aşağı?»
Monckton ani gülüşlerinden biriyle güldü.
«Hey Allah, Frank, bana cumhurbaşkanım diye
seslenen ilk kişi sen oldun. Bunu bir yere not et;
ileride bir soran olabilir. Gazeteciler böyle küçük
şeyleri öğrenmeyi severler. Tarihe dipnotlar gibi bir
şey işte.» Ayağa kalktı, pencereye doğru yürüdü
huzursuzca. «Konuşmayı yapmak için nereye gi­
deceğiz?»
«Sokağm karşısına geçerek Conrad Hilton’a
gideceğiz. Blackstone’daki salonların hiç biri yete­
rince büyük değil.»
«O sokakta bir sürü çılgın var, değil mi, Frank.
Az önce bağırıp çağırıyorlardı.»
«Gösteri yapan birtakım insanlardı, Bay Baş­
kan. Ancak siz karşıya geçerken onlar çok uzakta
olacaklar.»
«Konuşmayı neden burada yapmıyoruz sanki?
Bu odaya televizyon kameraları sığmaz mı? Sakin,
ağırbaşlı bir konuşma yapardım şurada. Yanımda
karımdan başka kimse bulunmasa daha iyi olurdu.
Bu fikir benim çok hoşuma gidiyor, Frank.»
«Hilton’un balo salonu tıklım tıklım dolu,
efendim. Senatörler, valiler, seçim kampanyasında
görev alanlar hep orada. Gitmezseniz pek çok kişi­
nin kalbini kırarsınız.»
Şirket/221
«Güvenlik sorunu ne olacak, Frank? Gizli Ser­
vis benim sokağın karşısına geçmem konusunda ne
düşünüyor?»
«Gizli Servisin yetkili ajanını getireyim size.
Doğrudan doğruya onunla konuşursunuz. Bana
söylediğine göre az önce gösteri yapanları bir so­
kak öteye süreceklermiş. Siz onları görmezsiniz bi­
le.»
«Ajanla konuşmama gerek yok, Frank. Ben te­
levizyoncuların çekeceği filmleri düşünüyorum. Bi­
zim karşıya geçişimizi gösterecekler, bütün halk da
göstericilerin sövüp saydığını işitecek. Güzel olmaz
değil mi, Frank?»
«İyi ama balo salonundaki coşkunluk...»
«Bak ne diyeceğim, Frank. Sokağı kendi adam­
larımızla dolduramaz mıyız? Hippileri iki sokak
öteye sürdürürüz, sokağa bizi destekleyen, bizi al­
kışlayacak gençleri doldururuz. Bir iki tane gürül­
tülü bando, bayraklar, flamalar falan... O ibnele­
rin seslerini, bastırmış oluruz böylece. Yapamaz mı­
yız, Frank?»
«Hiç değilse bir bölümünü yapabiliriz, efen­
dim. Gelgelelim biraz zaman alır.»
«Öyleyse sen git de gerekli hazırlıkları yap.
Bak gördün mü, Frank? Biri saatlar önce düşün­
meliydi bunları. Televizyon filmlerinde neler görü­
leceğini akıl eden biri çıksaydı sokak hazırlanmış
olurdu şimdiye kadar.» Her - şeyi - kendim - yap­
mak - zorunda - kalıyorum dercesine bezginlikle
koltuğa çöktü.
Gözlüklerini taktı, dolmakaleminin kapağını
açıp dişlerinin arasına kıstırdı. Elindeki yazılı ko­
nuşmayı kalemiyle işaretliyor, ilk üç paragrafı oldu-
222/Şirket
ğu gibi çıkarıp atıyordu. Zafer konuşmasının başlan-
gıcını sarı defterine kendi eliyle yazmaya koyuldu.

Yeni seçilen cumhurbaşkanının Blackstone’da-


ki yatak odasından Hilton’un balo salonundaki sah­
neye geçişindeki hareketlilik bir su sızıntısı gibi
başladı, sonunda bir sel halini aldı. Monckton ya­
tak odasından çıkarak oturma odasına yürüdü ağır
ağır. Gözleri yerde, aklı, az önce yazdığı konuşma­
daydı. Frank Flaherty yanma Gizli Servis ajanla­
rından birini almış, kapıda bekliyordu.
Monckton başını kaldırıp haykırırcasma sor­
du: «Evet, hazır mıyız?»
«Bayan Monckton birkaç saniye sonra burada
olacak, efendim. Şimdi odasından çıkıyor.»
«Onu koridorda bekleriz,» dedi Monckton.
Flaherty saygılı bir tavırla karşı çıktı. «Olmaz,
efendim. Ara kapıdan gelecek Bayan Monckton. Dı­
şarıdaki koridor lambalarla, televizyon kamerala­
rıyla dolu. Bu kapıdan adım attığınız an filmleri­
niz çekilmeye başlayacak. Sokaktaki kameralar da
Hilton’un kapısının iki yanındaki platformlara yer­
leştirildi. Sokakta bandolar ve adamlarımız hazır
bekliyor. Güzel bir görüntü olacak televizyon ek­
ranlarında.»
Ne söyleyeceğini iyi bildiğinden Monckton sa­
bırsızlanmaya başlamıştı şimdi. Bir an için yatak
odasına dönecek gibi oldu. Aynı anda da ara kapı
açıldı ve Bayan Monckton kendisini korumakla gö­
revlendirilen iki Gizli Servis ajanıyla birlikte çıkıp
geldi.
Karı koca olağan bir tavırla selamladüar bir­
birlerini. Amy Monckton koyu kırmızı, uzun kollu,
düz bir elbise giymişti. Kır saçları da basitçe taran-
Şirket/223
mıştı. Uzun yüzlü, sivri kemikli bir kadındı; üs­
tünde hiç bir takı, hiç bir süs eşyası yoktu. Koca­
sının elini sıktı, kapı açılıp da lambaların parlak
ışığıyla karşı karşıya gelince elinde olmadan göz­
lerini kırpıştırdı. Sonra da dişlerini göstererek gü­
lümsedi ve sıcak, kalabalık koridordan geçerken gü­
lüşünü hiç değiştirmedi.
Asansörlere doğru yürüyen toplulukta, yeni
seçilen cumhurbaşkanıyla karısı, Frank Flaherty
ve dört koruma görevlisi vardı. Alt katta onlara
Bob Bailey, T.T. Tallford, Cari Duncan, Tom Shel-
by, kampanya yöneticisi, bir vali, iki senatör ve se­
kiz Gizli Servis ajanı daha katüdı. Monckton ote­
lin girişini hızlı adımlarla aştı. Yanındakileri bu
tempoyla yürütmeye, göstericiler onun çıktığını
farketmeden sokağın karşısına varmaya kararlıy­
dı.
İki otelin arasmdaki sokak hiç bir yere gölge
düşürmeyen mavi-beyaz bir aydınlığa boğulmuştu.
Yanküanan, gümleyen sesler sokağın iki yanında­
ki yapılara çarpıyordu dalga dalga. Miğfer takan
Chicago polisleri sıra sıra dizilmiş, göstericileri ge­
niş bir bulvarm gerisinde tutuyorlardı. Monckton’ı
protesto eden bu gençlerin sesleri, otel kapısının
hemen doğusunda yer alan, Monckton’m kampan­
yasında kullanılan şarküarla Sousa’mn marşlarmı
çalan yirmi kişilik bir bandonun gürültüsü arasın­
da kayboluyordu. Bando şefinin sürekli ve gürültü­
lü müzik çalmasını sağlamak için kampanya öncü­
lerinden biri adamın başına dikilmişti.
Yeni seçilen cumhurbaşkanının grubu bu gü­
rültü ve ışık selini hızla yararak sokağın karşısına,
Conrad Hilton oteline geçti. Otelin giriş katındaki
koca hol, balo salonuna giremeyen Monckton hay-
224/Şirket
ranlarıyla tıklım tıklım dolmuştu. Monckton İçeri
girerken aydınlık salona bir kitle-uğultusu yayıldı.
Cumhurbaşkanının yanında yürüyenler, kendileri­
ni Chicago polislerinden oluşan mavi bir V harfi­
nin içinde buldular. Frank Flaherty polis birliğine
komuta eden komisere yanaştı güç bela. Holdeki
kalabalığın uğultusunu bastıran bir sesle bağıra­
rak, «Siz ne halt ettiğinizi sanıyorsunuz?» diye hay­
kırdı. «Burada üniformalı polis istemiyoruz.»
Komiser de İrlanda şivesiyle bağırarak, «Sen
neci oluyorsun?» diye sordu.
«Benim neci olduğumu bırak şimdi. Sen adam­
larını cumhurbaşkanının yanından uzaklaştır, ob­
jektiflerin önüne çıkmasınlar. Polise gerek yok. İs­
temiyoruz onları.» Flaherty kolunu uzatıp Gizli
Servis ajanlarından birinin yakasına yapıştı. «Şu
orospu çocuğuna söyle de bu mavi ceketlileri bura­
dan uzaklaştırsın, Tom. O heriflerin televizyonda
görünmesini istemiyorum.»
Monckton ekibini korumakla görevlendirilen
Gizli Servis ajanları bu durumun yabancısı değil­
diler. Richard Monckton polisçe korunduğu izleni­
mini uyandırmaktan hoşlanmazdı. Böyle bir şeyin
korkaklık belirtisi olarak görüleceğini ileri sürüyor­
du. Üstelik kent polisleri yoğun kalabalıkta birden
telaşa kapılarak seçmenleri itip kakıyorlardı ba-
zan. Onun için de bir genel kurul koymuştu Monck­
ton. Cumhurbaşkanı adayının yanında üniformalı
polis görünmeyecekti. Aslmda Gizli Servis ajanla­
rı da pek istemiyorlardı polisleri. Onlar güvenliği
arttırmadıkları gibi Monckton’m adamlarına poli­
tik bakımdan zarar da veriyorlardı. Gelgelelim Chi­
cago polisi de o parlak ışıklardan, o televizyon ka­
meralarından uzak durmaya dayanamazdı. Yeni
Şirket/225
bir şey değildi bu durum. Gizli Servis ajanı başını
sallayarak komisere bağırdı. «Lütfen adamlarını
buradan çıkar, arkadaş. Bizimle birlikte balo salo­
nuna girmesinler sakın.»
Monckton balo salonunun kapısına gelince du­
rakladı. İçerideki korkunç uğultunun etkisi altın­
da kalmıştı. Yeni seçilen cumhurbaşkanı yardımcı­
sının kendi kentinden, buna benzer bir balo salo­
nundan yaptığı konuşmanın televizyon alıcıların­
dan yükselip onun gelişini haber vermesini bekliyor­
du.
Salonun bir yerinden, «Bayanlar, Baylar, kar­
şınızda Amerika Birleşik Devletlerinin Cumhurbaş­
kanı,» diye kükreyen bir ses işitildi. Mutlu çığlık­
larla naralar, alkış şakırtıları, bir bandonun ansı­
zın başlayan gümbürtüsü, avizelerin üstüne geri­
len filelerden yere uçurulan binlerce balon ve lam­
baların kapıya çevrilmesi Monckton’m beklediği
işaretlerdi. Flaherty’ye baktı. Yardımcısı başını sal­
ladı onaylarcasına. Karısının elini tutup havaya
kaldırarak kalabalığın açtığı geçitte ilerlemeye baş­
ladı Monckton. Karı koca, çığlıkların, sallanan el­
lerin, hasır şapkalarla flamalarm arasmda yürür­
lerken sağa sola kısık seslerle teşekkür ve selam
yağdırıyorlardı. Arkalarından gelen on iki ajanla
birlikte, elle dokunulabilen, bir nabız gibi atan bu
heyecan dalgasının arasından geçip sahnenin basa­
maklarını tırmandılar. Sahnede daha da büyük bir
güçle bastırmıştı gürültü; dört bir yandan sarıyor­
du. Monckton, orada toplananların istedikleri gibi
bağırıp çağırmalarına fırsat verdi; sesin zayıflama­
ya başladığını farkedinceye kadar. O zaman birkaç
adım atarak konuşmacı kürsüsüne çıktı ve elini
havaya kaldırdı. Umduğu gibi, bu hareket çığlık-
226/Şirket
larla alkışların yeniden canlanmasına, güçlenme­
sine yol açmıştı. Başını arkaya çevirerek karısına
ve onun iki yanında toplananlara, kulaktan kulağa
sırıtan, yaptıklarından hoşnut olduklarmı gösteren
gülüşlerle gülümseyen yüzlere baktı. Sonunda iki
elini de havaya kaldırıp kalabalığı susturdu.
«Sevgili yurtdaşlarım,» diye başladı. «Beni des­
teklediğiniz, bana dostluk gösterdiğiniz için teşek­
kür ederim.» Coşkun çığlıklar yükseldi yine. «Ka­
rımla ben, Chicago’lu hemşerilerimizi görmek, on­
lara kendi ağzımızla teşekkür etmek için geldik bu­
raya.» Chicagolulardan daha da coşkun alkışlar.
«Ancak bu gece televizyonlarının başında olan öbür
Amerikalılara, bu yaymı izlemek olanağını bulan
yabancılara da birkaç söz söylemek istiyorum.
«Bu seçim kampanyası sert bir çekişme oldu;
belki de Amerikan tarihinin en sert çekişmelerin­
den biri. Ancak Amerikan halkı kararmı verip se­
çimler sona erdikten sonra, ayrılıklar, bölünmeler
de ortadan kalkar ve bu ulus yeniden birleşir. Hiç
bir yabancı hükümet bu konuda yanılgıya düşme­
melidir.»
Balo salonu alkıştan yıkılacaktı.
«Önümüzdeki iki buçuk ay içinde, devletin yü­
rütme organmı yeniden organize etmek benim gö­
revim olacaktır. Bu yönetim herkese açık olmalı,
bütün ulusun hükümeti olmalıdır. Bunu yapabil­
mek için sizlerden yardım isteyeceğim.» Konuşma­
sına son vermeden arkasına döndü ve karısını da
kürsüye çekti.
«Bu zaferi kazanmamda katkısı olan herkese
ayrı ayrı, herkese candan gönülden teşekkür ede­
rim. Ve her Amerikalının, bu gece, bu vatan için,
bu vatanın çocukları için edeceğim duaya katüma-
Şirket/227
sını istiyorum. Tanrının yardımıyla, önümüzdeki
yıllar her Amerikalı için barış, ilerleme ve zengin­
lik yılları olabilir.
«Hepinize teşekkür eder, iyi geceler dilerim.»
Alkışlarla çığlıklar ilk girişindeki kadar coş­
kun değilse de gürültülü ve sürekliydi.
Monckton’lar halka el sallayıp sahnedekilerle
el sıkıştıktan sonra sahnenin gerisine geçtiler. Se­
çim kampanyasına büyük para yardımı yapmış
olan kişiler, yeni cumhurbaşkanının zaferini bir iç­
kiyle kutlamak için üst kattaki odalardan birinde
toplanacaklardı. Onlar için de bir zafer anıydı bu.
Frank Flaherty yanaşıp Monckton’m elini sık­
tı. «Çok güzel bir konuşma yaptmız, Bay Başkan.
Ed Gilley’yi küçümseyen sözleri yazıdan çıkarmışsı­
nız görüyorum. Sizinle konuşmak isterse onu kabul
eder misiniz?»
Monckton gözlerini kıstı. «O hüzünlü hergeleyi
ha? Asla, Frank, asla!»
ıo

MERKEZİ HABERALMA ÖRGÜTÜ

Büroiçi yazışma

Gönderen: Operasyon Bölümü müdür yardımcısı.


Alacak olan: CIA başkanmm bürosu, Simon Cap-
pell’in dikkatine.

Bu sabah yaptığımız telefon konuşmasının


isteğiniz üzerine hazırlanan yazılı kopyası­
dır. Aşağıdaki metin, saat 10.42’de başlayan
ve banda alman konuşmadır.
Arayan kişi: Dr. Cari Tessler’in sekreteri Carol
Carlson. (Bizim yardımcımız, şifreli adı
MARGARET ONİKÎ)
Aranan kişi: Electronic Factors, İnc.’dan Morton
Sturdevant (şifreli adı YELKENBEZİ ON-
İKİ).
Yelkenbezi: «Alo?»
Margaret: «Alo, ben Margaret Oniki. Cambridge’-
Şirket/229
den, Harvard’m karşısındaki bir telefon ku­
lübesinden arıyorum. Telefon numarası
Mass. 617-227-3001. Bu konuşmanın şifre nu­
marası 9.»
Yelkenbezi: Evet, Margaret?
Margaret: Bu sabah saat 09:20’de Frank Flaherty
adında biri telefon etti. F-L-A-H-E-R-T-Y.
Yeni cumhurbaşkanının sağ kolu.
Yelkenbezi: Tessler’ı mi arıyordu?
Margaret: Evet, öyle. Gelgelelim Tessler Virgin ada­
larında tatile çıktığı için Bay Flaherty ba­
na haber bıraktı.
Yelkenbezi: Haber nedir?
Margaret: Monckton, Dr. Tessler’in cuma günü
Chicago’daki Blackstone oteline giderek onu
görmesini istiyor. Yeni cumhurbaşkanı bir
iş önerisinde bulunacakmış ona. Tessler’in
Chicago’ya kaçta varacağını Bay Flaherty’ye
bildirmem istendi. Monckton da aym gün
gidecekmiş Chicago’ya; onun için Tessler’in
çok erken bir saatte orada olmasını istemi­
yorlar.
Yelkenbezi: Tessler’i hangi işe getirmeyi düşünü­
yorlar?
Margaret: Söylemedi. Ben de sormadım.
Yelkenbezi: Haberi Dr. Tessler’a ilettin mi? Ne yap­
mak niyetinde?
Margaret: Dr. Tessler, vali Forville’in Virgin Ada­
larındaki evlerinden birinde kalıyor. Tele­
fon yok orada. Yalnız sabah saat sekizde De­
niz Piyadesi’nin Telsiziyle haber ulaştırabi­
lirim. Yarm sabah arayacağım.
Yelkenbezi: Tessler’in yerini tam olarak bildirebi­
lir inisin?
230/Şirket
Margaret: Reef Villa diye bir yerde. Jost Van Dyke
adasının en batısında, uçta bir yer. Ada Hol­
landa’ya ait.
Yelkenbezi: Sen şu adanın adını harf harf yazdır
hele.
Margaret: J-O-S-T V-A-N D-Y-K-E. Üç kelime.
Yelkenbezi: Tessler’le konuştuktan sonra ya beni
ara ya da ZIMPARAKÂĞIDI ONİKÎ’yi lüt­
fen. Durumu bildir.
Margaret: Olur, ararım.
Yelkenbezi: Tez elden ulaştırılması gereken başka
bir haberin var mı?
Margaret: Hayır, gerisi hep sıradan şeyler. Her za­
manki kanallarla yollarım.
Yelkenbezi: Peki, Margaret. Teşekkür ederim.
— telefon konuşmasınm sonu —

«Margaret Oniki» Nisan aymda, G Sokağı Ku-


lübü’nde verilen yemekten bir hafta sonra başla­
mıştı Tessler’in yanmda çalışmaya. Eli yüzü düz­
gün, yetenekli bir sekreterdi; hepsi uydurma ol­
makla birlikte, kusursuz belgeleri ve referans mek­
tupları da vardı. Tessler’in yaşlı sekreterini kan­
dırıp emekliliğini bir yıl erken istemesini sağlamak
hiç güç olmamıştı. Yaşlı sekreter birden ayrüınca,
Tessler, bir dostun aracılığıyla kısa zamanda «Ca-
rol Carlson»ı bulabildiği için çok seviniyordu.
Forville ailesinin haberalma örgütü olan For-
tell’e yıllar önce sızmıştı Şirket. Fortell’ni birinci
değilse de ikinci derecedeki yetkililerinden biri CIA’-
nın adamıydı. Gelgelelim Forville’in cumhurbaş­
kanlığı kampanyasını çok yakından izlemek gere­
ğini duyan Martin tek bir ajanın yeterli olmaya­
cağına karar vermişti. Cari Tessler’a gelince... Ya-
Şirket/231
bancı ülkelerde bazı önemli temasları vardı onun
da. Dışarıdakilerin denetimi altında olup olmadı­
ğını öğrenmek gerekirdi.
Forville cumhurbaşkanlığı adaylığından çekil­
dikten sonra da «Margaret Oniki»yi Tessler’in sek­
reteri olarak bırakmıştı Martin. Yabancı ülkelerle
ilgili bir şeyler öğrenilebilirdi belki. Ne var ki o kı-
zü saçlı dilberin çok kısa bir zaman sonra yeni cum-
hurbaşkanıyla ilgili haberler göndereceği kimsenin
akimdan geçmemişti.
Simon Cappell kendisine ulaştırüan bilgiyi ver­
mek için William Martin’i aradıysa da bulamadı.
Martin o sabah erkenden bürodan çıkmış, Beyaz
Saray’m bitişiğindeki eski Yürütme Yapısı’nda top­
lanan Dış Haberalma Danışmanlar Kurulu’nun
toplantısına katümıştı. O yaşlı ve saygıdeğer va­
tandaşlar her zamanki alışkanlıklarına uyarak top­
lantıyı kesip öğle yemeğine çıktıklarında, Martin
kurul başkanıyla konuşmak için bekledi. Simon
Cappell şefini arabadaki telefondan arayıp buldu­
ğunda, Martin, Washington’m tıkışık öğle trafiğin­
de — tıkışıklığı büsbütün arttıran soğuk bir yağ­
murun altmda — ağır ağır yol alıyordu.
Arabanın telefonu susmak bilmeden çalmıştı
ama Simon Cappell şefine telsiz telefondan konu­
şamayacağını bildirmişti. Martin’in onu herhangi
bir yerden aramasını istiyordu. Martin, şoförün gör­
düğü ilk benzin istasyonuna girerek telefon kulü­
besinin önünde durmasmı emretti. Yağmur hiç
aman vermiyordu insana.
Simon telefonun başından aynlmamıştı sanki;
sesi de çok telaşlıydı.
«Margaret Oniki aradı, efendim. Tessler’in bü-
232/Şirket
rosundan arıyordu. Akıl almaz bir şans! Monckton
ona bir iş vermek istiyormuş.»
«Tanrım! Tessler’a ha? Ne işiymiş, Simon?»
«Bilmiyoruz. Herhalde Dışişleri bakanlığıdır.
Ancak size söyleyeceğim bu kadar değildi. Tessler
de bilmiyor henüz; yar m sabahtan önce öğrenmesi
de olanaksız. Bir adada tatil yapıyormuş, telefon
etmenin yolu yok.»
«Nerede olduğunu biliyor muyuz?»
«Evet, efendim.»
«Bir yere kıpırdama, bir işe başlama. Ben he­
men geliyorum. Gelir gelmez bu işin üstünde ça­
lışmaya başlayacağız.»
Sırılsıklam olmamak için başmı öne eğerek
arabaya girdi ve şoföre son hızla Langley’ye çek­
mesini bildirdi. Dışarıdaki külrenkli yağmuru göz­
lüyordu. Tanrım, şu iş ne büyük bir şanstı! Bem­
beyaz, aşılmaz bir duvarın betonunda gizli bir ka­
pının dış çizgileri görünmeye başlamıştı sanki.
Monckton ve Tessler! İnanılacak şey değildi. Hey
Allah, şu Monckton’da başka hiç bir şey yoksa bile
kafa vardı. Monckton’m, önündeki dört yıl içinde
gerekirse düşmanlarıyla bile işbirliği yapabileceğini
anlamıştı Martin. Gerekirse, yani bu işbirliği onun
için bir fırsat yaratacaksa. Tessler de eşsiz bir fır­
sat sayılırdı tabii. Geçmişi, yeteneği, basınla iyi
ilişkiler kurmuş olması. Monckton’a, Forville’in ve
öbür liberal cumhuriyetçilerin kapısını açan bir
anahtar, aydınlarla cumhurbaşkanı arasında bir
köprü olacaktı Tessler.
İyi ama Monckton’m emrinde çalışmaya 'baş­
larsa yine William Martin’e yardım eder miydi
acaba? CIA balkanı bu işin denenmeye değeceği-
Şirket/233
ne karar verdi. Allah kahretsin, ortalıkta ¡başka bir
seçenek görünmüyordu zaten.
Martin arabadan indiğinde Simon Cappell baş­
kanın özel asansörünün kapısmda bekliyordu. Te­
lefon konuşmasının kayıtlarını Martin’e uzattı ve
şefi kâğıtları gözden geçirerek odasına doğru yü­
rürken hiç peşinden ayrılmadı. Odanın kapısı ka­
panınca Martin yerine oturup yardımcısına baktı.
«Yarın alt-komisyondakilere yapacağım açıklama­
yı başka bir güne atabilir miyiz, Simon?»
«Pek kolay olmayacak,» dedi Simon düşünceli
bir havayla. «Bir kere daha ertelenmişti bu açık­
lama.»
«Çok önemli bir iş çıktığını söylersin. Yarın
Washington’da bulunmayacağımı bildir onlara.»
Simon telefona doğru yürüdü. «Şimdiden ha­
ber vereyim bari.»
«Hayır, Simon, bir dakika dur. Senden istedi­
ğim şu: Puerto Rico’daki merkezimizi ara. Oradaki
ekip şefinin Tessler’i bulmasını söyle. Monckton’ın
gönderdiği haberi Tessler’in sekreteri değil bizim
adamımız bildirmeli profesöre. Oradaki ajanları­
mız Tessler’i yarın sabah Florida’ya götürecek bir
araç ayarlasınlar.» Koca odada üç aşağı, beş yuka­
rı dolaşmaya başlamıştı. «Hayır, vazgeçtim. Ben
kendi uçağımı yollayacağım. Gelirken bizi de Opa-
locka’dan alırlar, Chicago’ya hep birlikte gideriz.
Şenle ben bu akşam Florida’ya uçarız işten sonra.
Bunları yoluna koyabilir misin?»
«Başüstüne, efendim. Hemen şimdi.» Simon
kâğıtlarını toplayarak ayağa kalktı.
«Ha, bir şey daha vardı, Simon. Geçen akşam
okuduğum dosyaların birinde T.T. Talford’un geç­
mişi inceleniyordu. Hatırladın mı Tallford’u?
234/Şirket
Monckton’m kadrosundaki o korkunç herif. Beyaz
Saray kadrosuna almıyor.»
«Evet, efendim. Tallford’un dosyasını dolaba
kaldırdım.»
«Tallford’la ilgili yazıda bizim ajanlardan bi­
rinin adı geçiyordu. Onu da hatırladın mı? Tal­
lford’la birlikte üniversiteye giden biri.»
«Evet, öyle. Yale’de Tallford’la birlikte oku­
muşlar. Hâlâ sürüyor ahbaplıkları. Bizim Batı Ya-
rı-küre Bölümü’nde görevli olan biri.»
«Tamam. O ajanı bir soruştur. Bu akşam Opa-
locka’da görmek istiyorum onu. Kimseye bir şey
sezdirmesin. Dünyanın öbür ucundaysa gelemez
tabü. Ancak nerede olursa olsun en kısa zamanda
dönmesini sağla. Çok önemli.» Başmı sallayarak
Simon’ı yolladı, arkasına yaslanıp tavanı gözleme­
ye koyuldu. Cari Tesslerle konuşacaktı. Tessler’e
söyleyecekleri, her şeyi düzeltebilirdi. Gelgelelim
iyice düşünmek zorundaydı. Yanlış bir söz edilme­
meliydi.

Opa-locka’daki Deniz Kuvvetleri Hava Üssü’n-


de kibar bir çöküntü, bir terkedilmişlik havası sezi-
lirdi. Hâlâ oraya inip kalkan birkaç devriye uçağı
vardı ama Deniz Kuvvetlerinin bütçesi pek de önem­
li olmayan bu üssün bakımı için para ayrılmasına
olanak vermiyordu.
İki metre yükseklikteki çitin gerisine yayılan
Deniz Kuvvetleri üssünün içinde, daha yüksek ve
daha sağlam bir çitle çevrilen CIA arazisi vardı bir
de. Şirket orada uçak hangarlarıyla levazım depo­
larından başka yapılar da kurmuştu; evler, eğitim
merkezleri, sıra sıra uzayan alçak yapılar. CIA’nm
Şirket¡235
Karayip denizlerinde giriştiği operasyonların hepsi
bu merkezden yönetilmişti.
William Martin’le Simon Cappell öbür yapılar­
dan biraz uzakta olan, ancak yine CI A arazisi için­
de kalan konukevinde akşam yemeği yerlerken San
Juan’daki Şirket Bölge Şefi telefon etti. Tessler’ı
bulmakta güçlük çektiklerini anlatıyordu. Tessler,
yanma yalnızca yerli bir kayıkçı alarak Forville’in
kıçtan takma motorlu sandallarından biriyle gez­
meye çıkmıştı günübirlik. Ajanlardan biri sonun­
da ıssız bir adacıkta öğle yemeği yerken yakala­
mıştı profesörü. Monckton’m isteği kendisine ile­
tilmiş, Tessler de ertesi gün Chicago’da bulunmayı
kabul etmişti. CIA’nm ona özel taşıt aracı sağla­
yacağını duyunca ayrıca sevinmişti. Ajan onu er­
tesi sabah erkenden Tortola’ya götürecek, Martin’­
in uçağı da oradan alıp dosdoğru Opa-locka’ya yol­
lanacaktı. Martin’in kendisini Florida’da karşıla­
yacağını öğrenince biraz şaşırmıştı Tessler. CIA
başkanma teşekkürlerinin iletilmesini istiyordu.
Chicago’ya onunla birlikte uçmaktan büyük sevinç
duyacağını bildirmişti.
Garson yemek tabaklarını toplarken Simon
bir kez daha telefona çağrıldı. T.T. Tallford’un ar­
kadaşı olan, Dokuzuncu Senfoni adıyla görev ya­
pan Şirket ajanı, Opa-locka merkezinin resepsiyo­
nunda bekliyordu. Simon adamm konukevine geti­
rilmesini söyledi.
«Bizim Lars Haglund gelmiş, Bay Martin. 201
numaralı dosya çalışma odasındaki masanm üstün­
de.»
«Onunla yalnız kalmak istiyorum, Simon. Ça­
lışma odasmda konuşurum. Ben dosyasmdaki bir
iki şeye göz atmcaya kadar burada tut adamı.»
236/Şirket
Beklerlerken Simon konukla çene çaldı. Hag-
lund gerçek bir İskandinav erkeğine benziyordu;
sarışın, mavi gözlü, kırmızı yanaklı, sağlam yapılı.
Dosyasına bakılırsa kırk yaşındaydı ama daha genç
gösteriyordu. Aylık bir derginin muhabiri olarak
oradan oraya geziyordu. Onu bulduklarında, genel­
likle, coğrafya ve yolculuk konularmı işleyen dergi
adına Mexico City’nin gece hayatmı inceliyor, Şir­
ket adına da Meksika’da çalışan ekonomi casusla­
rının yaptıklarını araştırıyordu. Şefi telefon edince
Mexico City’den Florida’ya giden ilk uçağa atla­
mıştı.
William Martin’in Opa-locka’daki çalışma oda­
sında Lars Haglund’la yaptığı konuşma hemen he­
men iki saat sürdü. Haglund gittikten sonra Mar­
tin yatak odasının kapısını kapadı, yatağına uza­
narak Sally Atherton’a telefon etti.
Uykulu bir sesle konuşuyordu Sally. «Bili! Ne­
redesin, sevgilim?»
Martin ister istemez kaçamak bir cevap verdi:
«Kentten ayrümam gerekti.»
«Yaa, anlıyorum. Bu hafta içinde görüşecek
miyiz?»
Martin o soruyu da geçiştirdi. «Kesin bir şey
söyleyemem. Ancak yarın senin hayranlarından
birini göreceğimi bildirebilirim.»
Sally güldü. «O da kimmiş? Senden başka
hayranım olduğunu hiç bilmiyordum.»
Martin, «Tombul Harvard profesörünü unut­
tun mu?» diye şaka etti.
«Haa, o mu? Söyle ona, hep rüyalarıma giri­
yor. Her gece.»
«Benden başkasının rüyalarına girdiğini hiç
bilmiyordum, tatlım. Tessler ne zamandan beri rü-
Şirket/237
yana girmeye başladı? Kıskandım doğrusu.»
Sally, «Kıskanman iyi belirti,» diye mırıldan­
dı. «Söylesene, Bili, onunla yine öğle yemeklerine
çıkacak mıyım yakmda? Ona yollayacak bir şeyler
olacak mı?»
Martin temkini elden bırakmadı. «Bilemem,
sevgilim. Monckton ona bir iş verecek belki. Öyle
olursa, belki ben de yerimde kalabilirim. Monck­
ton’m ona ne ölçüde yetki tanıyacağma bağlı.»
«Sevgilim! Buna çok sevindim. Şirket’te kala­
bileceksin demek.»
«Şimdilik yalnızca bir olasılık. Tessler’la yarm
konuşacağım. Monckton’m emrinde çalışmak iste­
yip istemeyeceğine karar vermesi gerekecek. Han­
gi işe getirileceğini de bilmiyoruz. Benim durumu­
mun düzelmesi için pek çok şeyin denk gitmesi ge­
rekir. Onun için fazla umutlanma.»
«Ah, Bili, dediklerin çıkarsa çok iyi olur! Sen
Tessler’a söyle, o seni kayırırsa ben de ona rüya­
larımda gördüğüm ateşli öpücüklerden birini veri­
rim.»
«Yaa, demek rüyanda bunları görüyorsun ha?
Hayır öyleyse! Tessler’a hiç bir şey söylemem, aş­
kım. Söylersem, beni mahvedip seni elde etmeye
kalkışır.» Ardından da o şakacı tavrmı bir yana bı­
raktı. «Doğru söyle bakayım, iyi misin sen?»
«Çok iyiyim. Bütün gün yağmur altında ora­
dan oraya koşturdum ama keyfim yerinde. Yalnız
seni çok özlüyorum. Yarın yine telefon eder misin?»
«Elbette. Tessler’le konuştuktan sonra. İyi uyu,
aşkım. Seni çok seviyorum.»
«Ben de seni seviyorum, Bili. İyi geceler.»

Ertesi sabah on bir buçukta, üstünde hiç bir


238/Şirket
işaret olmayan bir Jetstar iki motorunun hızını dü­
şürerek Opa-locka’daki CIA hangarının önünde
durdu. Cari Tessler kemerini çözmeye fırsat bula­
madan Martin onun karşısındaki koltuğa yerleş­
miş, kemerini bağlamaya koyulmuştu. Simon geçit­
te ilerleyerek ön tarafta bir yere, onlarm konuştuk­
larını işitemeyeceği bir sıraya oturdu. Uçak hemen
hızlanmaya başlamıştı.
«Günaydın, Cari. Uçuş iyi geçti.»
«Günaydın. Beni almak için uçağını yollaman
büyük incelik. Çok teşekkür ederim.» Tessler gü­
neşte yanmıştı. Buruşuk bir yazlık elbiseyle buru­
şuk bir boyunbağı vardı üstünde. Ayakkabıları
kumsalda yaptığı yürüyüşlerden ötürü ağarmış ve
lekelenmişti.
Martin adamın kucağına kocaman bir evrak
zarfı bıraktı. «Sana okuyacak şeyler, getirdim, Cari.
İlgini çeker belki. Yunanistan’daki durum hakkın­
da ilginç bir rapor da var orada.»
Tessler, zarfı büyük bir hevesle açtı, içindeki
dokuz kâğıdı gözden geçirdi. Martin’e bir göz ata­
rak raporlardan birini çekti ve uçak havalanmaya
başlarken okumaya koyuldu. Birkaç dakika içinde
bütün raporları okumuş, Yunanistan’la ilgili bilgi­
leri biı- kere daha gözden geçirmiş ve kara kaplı
küçük defterine bazı notlar almıştı. Kâğıtları zar­
fa doldurup Martin’e uzattı yine. «Teşekkür ederim,
Bili. Adamlarınız iyi çalışıyor. Monckton’la konuş­
maya gitmemin bir nedeni de bu. Biliyorsun değil
mi? Cumhurbaşkanlığına bağlı bir iş öneriyorlar
bana.» Martin başmı salladı. Tessler zarfm üstüne
parmağıyla vurdu. «Bilgi. Kesin bilgi. İşimi sürdü­
receksem bana gerekli olan bu. Ve her türlü bilgi
hükümettekilerin eline geçiyor. Dışarıda kalan biz-
Şirket/239
ler hiç bir şey öğrenemiyoruz. Benim çalışma ala­
nımda olan kişiler için en iyi yer de Dışişleri Ba­
kanlığı. Ben Harvard’da oturup istediğim kadar ya­
zı yazabilirim ama hiç bir etkisi olmaz. Her şey
Washington’dan yürütülür, orada yapılabilir.» Ko­
lunu sallayarak sürdürdü. «Üstelik yapılabilecek
o kadar çok şey var ki! Düşündükçe heyecanlanı­
yorum. Dışişleri Bakanlığının yapabileceği pek çok
şey var. Onlar dünyadaki değişikliklere ayak uy-
duramadılar biliyorsun. Dışişleri Bakanlığında ya­
pılabilecek değişiklikleri düşündükçe oraya girmeyi
istiyorum bayağı.»
Martin adamm söylediklerini daha iyi duyabil­
mek için öne eğildi. Şaşırmıştı. Tessler ya onun bil­
mediği bir şeyler biliyordu Monckton’m niyeti hak­
kında, ya da kendi kendine Dışişleri Bakanı olabi­
leceğini akima koymuştu. Oysa Martin’in umduğu
Monckton’m Tessler’i Ulusal Güvenlik İşleri için
Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığına getireceğiydi.
Tessler Dışişleri Bakanı olursa Bili Martin’e hiç
yararı dokunmazdı. Bütün Şirket sorunları Ulusal
Güvenlik Konseyi’nin aracılığıyla gelirdi cumhur­
başkanının önüne. Ulusal Güvenlik Danışmanı,
Martin’in yerinde kalması konusunda büyük etki
yapabilirdi ama Dışişleri Bakanı olursa Tessler’a
ne düşündüğünü bile sormazlardı.
Tessler’in hırsına yeni bir yön verilip verileme­
yeceğini anlamaya çalıştı. «Ulusal Güvenlik Kon­
seyi için ne düşünüyorsun?» diye sordu umursa­
mazlıkla. «Orada da değişiklik yapmak gerekir mi?»
«Ulusal Güvenlik Konseyi mi? Bana kalırsa
orası Monckton’m isteklerine bağlı. Cumhurbaşka­
nı kesin bir tavır benimseyecekse konseyin gençleş­
tirilmesi gerekir. Curry’yle Anderson o topluluğun
240/Şirket
işlevini yerine getirmesine fırsat bırakmadılar.»
«Çok doğru, Cari.»
«Aslını ararsak, Ulusal Güvenlik Konseyini ge­
reğince kullanan hiç kimse çıkmadı. Bana kalırsa,
uygulanacak politika orada kararlaştırılmalı, ba­
kanlıklarda değil. Bakanlıklar bilgi edinsinler, öne­
rilerde bulunsunlar ve kararlaştırılan politikayı uy­
gulasınlar. Politikayı Cumhurbaşkanı kendi büro­
sunda, kendisi kararlaştırmalı. Ne var ki onların
çoğu — yani cumhurbaşkanlarının çoğu — bunu
yapabilecek kadar bilgili değildirler..» Konuya ısı­
nınca daha yüksek sesle konuşmaya başlamıştı
sanki. «Ulusal güvenlik ve dış işler konularının
her açısını ve hükümetçe izlenecek politikayı Ulu­
sal Güvenlik Konseyi biçimlendirmelidir aslında.»
Martin adamı konuşturmak, rahatça konuş­
masını sağlamak için başka sorular da sordu, son­
ra da tasarladığı planı uygulayarak, Tessler’i Mar­
tin’in Şirket’te ne kadar kalabileceğini düşünmeye
yöneltti. Profesöre duyduğu hayranlığı belirtti, bi­
razcık da yağ çekti. Ardından yalnız birkaç kişinin
bildiği uluslararası bir dedikoduyu iletti. Tessler
hem keyiflenmiş, hem de merakı uyanmıştı. Mar­
tin başmdaki dertler konusunda öğüt de istedi on­
dan. FBI ve Elmer Morse konusunda ne yapmalıy­
dı acaba? Tessler o soruya kaçamak bir karşılık
verdi. Güvenlik örgütleri arasındaki çatışmayı ön­
lemek için Beyaz Saray’m işe el koyması gerekti­
ğini düşünüyordu o. Örgütlerle Temsilciler Meclisi
arasındaki ilişkiler bozulmamalıydı. Bütçenin art­
tır üması gerekirdi. Martin biraz daha yağladı ada­
mı; sonra da tabağı bir porsiyon duyulmamış Was­
hington dedikodusuyla süsledi. Her şey kibarca ser­
vis edilmiş, Tessler son lokmasma kadar hepsini
Şirket/241
yalayıp yutmuştu. Jetstar uçağı Michigan Gölü’-
nün üstünde alçalırken zokayı da yuttu.
Öne doğru eğilip, «Söyle, Bili,» dedi. «Monck­
ton’la konuştun mu sen? İşinde kalıyor musun?»
Öyle bir dostluk havası içinde çene çalmışlardı ki
bu soruyu sormak çok olağan görünmüştü Tess-
ler’a. Ancak hiç farkmda olmadan ve ilk kez Mar­
tin’in küçük adını kullanması, CIA başkanma, ikin­
di saatlarmda yaptığı övücü konuşmaların başarılı
sonuç verdiğini göstermişti.
«Monckton’m benim hakkımda ne düşündüğü­
nü hiç bilmiyorum, Cari,» dedi. «En küçük bir bilgi
edinmiş değilim.»
«Sen kalmak istiyor musun?» Tessler’in sesi
bir dost sesi, bir sırdaşın sesiydi.
«Benim işim bu, Cari. Ben meslek adamıyım,
politikacı değil. Şimdiye kadar dört cumhurbaşka­
nının emrinde çalıştım.»
«Öyleyse seni neden atsm işinden?»
«Bilmiyorum. Duyduğuma göre beni Bili
Curry’nin kanadının altma aldığı kişilerden biri
olarak görüyormuş. Doğru değil oysa. Bundan baş­
ka bir neden varsa ben bilmiyorum.»
«Ben Dışişlerine atanırsam orada bir iş ister
misin, Bili?»
Martin başmı iki yana salladı. «Hayır, Cari.
Sağol ama istemem. Bütün ömrümü CIA’ya verdim
ben. Şirket’te kalamazsam dışarıda bir iş ararım
kendime.» Fırsattan yararlanarak sözü yine Tess-
ler’a getirdi. «Sana gerçekten Dışişlerini mi vere­
cekler, Cari? Öyle mi düşünüyorsun? Bana kalsa
Monckton seni hemen yanıbaşında, Beyaz Saray’­
da tutmak ister derdim.»
Profesör, kaim gözlük camlarının arkasından
242/Şirket
göz kırpıp duruyordu. «Doğrusunu istersen iletilen
kısa haberlerden başka bir şey bilmiyorum ben de,
Monckton’m ne düşündüğünü kestiremem.»
Ne var ki Dışişleri Bakanı olmaktaydı aklı;
Dışişleri kabine üyelikleri içinde en yüksek mevki
sayılırdı. Yabancı bir ülkede doğduğu için Amerika
cumhurbaşkanı olamayacağmı bilirdi Tessler; yine
de bu iş cumhurbaşkanlığının hemen altında sayı­
lırdı. Dışişleri Bakanı olursa Harvard’daki kıskanç
pezevenklerin çatlayacak hale geleceklerini de bi­
lirdi.
Tessler de Martin’in ne demek istediğini düşü­
nüyordu o anda. Monckton Ulusal Güvenlik Kon­
seyi işinden fazlasını önermezse ne yapmalıydı?
Harvard’daki meslektaşları üniversite’den kaçtığı
izlenimine kapümamalıydı. Uçak gölün kıyısındaki
küçük havaalanına iniş yapmak için dönerken
Martin’e bakarak gözlerini kırpıştırdı yine. «Sana
yardımı dokunabilecek her şeyi yapmak isterim,
Bili. Bana çok iyi davrandın. Monckton’a senin
için bir şey söyleyeyim mi?»
Tessler’ı tavlamıştı Martin. Başmı sallayarak,
«Benim için bir iki söz söylemek fırsatını bulursan
sana minnettar olurum, Cari,» dedi. «Monckton’a
sadık bir memur olarak hizmet ederim ama o bil­
miyor bunü. Üstelik seninle birlikte çalışırsak çok
iyi bir ekip oluruz. Bana güven duymasını sağlar­
san yardım etmiş sayılırsın.»
. Tessler başını salladı, uçağın tekerlekleri yere
değerken, şakacı bir havayla sürdürdü. «Elimden
geleni yaparım. Hem hiç belli olmaz, bakarsın beni
Meteoroloji Genel Müdürlüğüne getirmeyi düşünü­
yordur. Ben de seni tayfunları adlandırmakla gö­
revlendiririm o zaman.»
Şirket/243
Cari Tessler koltukların arasındaki dar aralık­
tan güçlükle geçip kapıya yöneldi. Onu karşüa-
maya gelen tek kişi, ön kapısında ‘Resmi Hizmete
Mahsustur’ yazısı bulunan yeşil renkli küçük bir
Chevrolet arabanın şoförüydü. Tessler arkasına dö­
nüp Martin’le el sıkıştı, basamakları paldır küldür
inerek arabaya bindi. Küçük Chevrolet Meigs Ha­
vaalanından çıkıncaya kadar arkasından baktı CIA
başkanı; sonra da uçaktaki yerine döndü. Gün gü­
zel geçmişti.
Blackstone oteli yine yüce bir rol oynadığını,
tarihî bir önem taşıdığını bilmenin gururu için­
deydi sanki. Cari Tessler eski otelin bu övüncünü
arabadan inerken hissetmişti. O havayı yaratan
yalnız kapıdaki polislerle uzun direklere çekilen
dev boyutlu bayraklar değildi. Yapının kendinde
bir övünç havası vardı; mermer döşeli girişte, nice
yılları geride bırakmış olan resepsiyon tezgâhında,
insanların durup dolaştığı güzelim salonlarda.
Bunlar Fransa’da ve İngiltere’de girdiği bazı eşsiz
yapılarda kapıldığı duyguları anımsatıyordu Tess-
ler’a. Otel, Amerika Birleşik Devletlerinin cumhur­
başkanlarından birini konuk ediyordu bir kez da­
ha; bütün bir ulusun dikkatini üstüne toplamıştı.
Tessler’m geleceği haber alınmıştı. Gençten bi­
ri onu kaldırımda karşüayarak holden geçirdi ve
asansöre götürdü. Altmcı kattaki asansör boşlu­
ğunun önü, koridorlar ve kapı önleri koyu renk ta­
kım elbise giyen genç adamlarla doluydu. Çok
iyi korunuyordu Monckton. Tessler’ı karşılayan
Şirket/245
genç, profesörü koridordan kolayca geçirdi. Açık
duran ilk kapının gerisinde, 14. Lui tarzında
bir masada oturan genç bir kadınla eski bir
madeni masada daktilosunu takırdatan bir sekreter
görülüyordu. Her yana, her düz yüzeye kâğıtlar yı­
ğılmıştı. Kimi tomar halinde duruyordu, kimi da­
ğılıp yayılmıştı. Telefonlar çalıyor ve kimse açmı­
yordu. Resepsiyon memuru olan kadmm antika ma­
sasının üstünde oda servisinden gelen bir tepsi var­
dı. Tavuklu, jambonlu sandviçlerle kahveye henüz
el sürülmemişti. Kadm gelenleri dalgın ve silik bir
gülümsemeyle karşıladıysa da Tessler’ı hiç tanıma­
dığı belliydi. Dört gün önce, Monckton’m Washing-
ton’daki kampanya merkezinde görev yapan mü­
dürün sekreteriydi kadm. Flaherty müdüre telefon
ederek yeni cumhurbaşkanının geçiş dönemi için
Chicago’ya yardımcılar gönderilmesini istediğinde,
telefona o çıkmıştı. O çıktığı için de şimdi cumhur­
başkanının resepsiyonistiydi.
«Bay Tessler, lütfen o kâğıtları biraz yana çe­
kip oturun. İçeri girmeden önce Bay Flaherty si­
zinle konuşmak istiyor.»
Frank Flaherty hiç gecikmeden çıkıp geldi.
Yüzü gülüyordu, hevesliydi, güneşten yanmıştı.
Dostça el sıkışıp ara kapıdan kendi odasına geçir­
di Tessler’ı. Otelin bütün eşyaları çıkarılmıştı o
odadan. Şimdi Flaherty’nin eski yazı masasının
bulunduğu yerde, eskiden iki tane tek kişilik karyo­
lanın durduğu halının üstündeki derin izlerden an­
laşılıyordu. Masanın önüne iki büro iskemlesi, bir
başka duvarm önünde de büyük bir tahta masa
vardı. Bu masanın üstü iple bağlanmış mektup ve
telgraf tomarlarıyla doluydu ama Flaherty’nin ma­
sası hemen hemen boş sayılırdı. İçinde mektupluk
246/Şirket
bloknot bulunan yepyeni deri sümenin sağ alt kö­
şesine «Franklin R. Flaherty, Amerikan Birleşik
Devletleri Cumhurbaşkanı Yardımcısı» yazısı ya­
zılmıştı yaldızla. Sümeni, Flaherty’nin Milwaukee’-
de oturan annesi az önce göndermişti. Arkada, şim­
di yerlerinde bulunmayan iki yatağın ortasına ge­
lecek bir noktada, Venedik kanallarında gezen bir
gondolün resmi asılıydı. Odanm eski eşyalarından
bir tek bu kalmıştı görünüşe baküırsa.
«Dr. Tessler, sizinle tanışmak benim için bü­
yük bir onur.» Bir öğrenci gibi konuşuyordu Fla­
herty. «Buradaki kargaşalığı bağışlayacağınızı
umarım. Arizona’dan geleli henüz iki saat oldu.
Sanırım duymuşsunuzdur, yeni cumhurbaşkanı ye­
min törenine kadar burasını büro olarak kullana­
cak.»
Tessler başmı salladı.
Flaherty, «Sizi nasıl buldular?» diye sordu.
«Sekreteriniz ancak günün belli bir saatmda bağ­
lantı kurabileceğini söylemişti. Virgin adalarmday-
dınız sanırım.»
«Evet.» Tessler temkinli davranmak niyetin­
deydi. Forville’den söz ederse nasıl karşılanacağı
belli olmazdı. «Eski bir dost, tatil yapmak için ora­
daki evini kullanmama izin vermişti. Hem tatil ya­
pıyordum, hem de bazı yazılar hazırlıyordum. Bu
dönem hiç dersim yok da.»
«Kimbilir ne güzel bir tatil olmuştur. Ben ne
zaman tatil yapmak fırsatını bulacağım, bilemem.
Sekreterinize de söylediğim gibi, doktor, cumhur­
başkanı sizin bir görev kabul edip etmeyeceğinizi
sormak istiyordu. Ancak ondan önce ben konuş­
mak istedim sizinle. İşleriniz böyle bir görevi ka­
bul etmenize engel olacaksa boşu boşuna sayın
Şirket/247
cumhurbaşkanının zamanını almakta anlam yok
tabii.»
Tessler, öyle bir durum olsaydı benim de o gü­
zelim güneşi bırakıp bu soğuk, yağmurlu, rüzgâr­
lı kente gelmemin anlamı kalmazdı diye düşündü
alayla. «Anlıyorum,» diye söylendi. «Doğrusunu
isterseniz, Bay Flaherty, Chicago’ya çağırıldığımı
duyunca çok şaşırdım. Ben senatörü — yani yeni
seçilen cumhurbaşkanmı — destekleyenlerden de­
ğildim. Açık sözlü davranmak istediğim için şunu
da söyleyeyim: Dış politika konusundaki görüşle­
rimizin uyuşup uyuşmayacağını da bilmiyorum.
Kampanya süresince yaptığı bazı konuşmalar beni
şaşkına çevirdi doğrusu.»
Flaherty gülümsedi. «Öyleyse şimdi de sevinç­
li bir şaşkınlığa kapılacaksınız, Profesör. Yeni
cumhurbaşkanımız sizin yazüarmızı büyük bir il­
giyle izler.»
Tessler dudaklarını sarkıtarak şaşkınlığını bel­
li etti.
«Daha kesin söylemek gerekirse,» diye sürdürdü
Flaherty, «kitaplarınızdan birini, Yüzyılımızın Dün­
ya Politikası adlı eserinizi, son günlerde bitirdi ve
düşünceleriniz onu çok etkiledi. Kitaptan sık sık
söz ettiğini kendi kulağımla duydum.»
Tessler, kitaplarını okuduklarını söyleyen kişi­
lere hep kuşkuyla bakardı ama, bu pırıl pırıl genç
adamda, görevi kabul etmeye hazır olduğundan baş­
ka bir izlenim uyandırmamakta kararlıydı. «Tabii,»
diye başladı, «yararlı olabileceğime inanırsam ben
de ulusuma hizmet etmek istedim. Başkan Curry’yle
Başkan Anderson zamanında da danışman olarak
görev yaptım. Onu bilirsiniz sanıyorum. Benim gö­
rüşüme göre, önümüzdeki altı ay, ülkenin dış ilişki-
248/Şirket
leri bakımından çok önemli bir dönem olacak. Ken­
di yarı - küremize de yeterince önem vermedik son
zamanlarda. Asya’daki savaşın da uygun koşullarla
sona erdirilmesi gerekiyor tabii. Yapılması gereken
şeylerin sayısı çok yüksek; önümüze çıkacak fırsat­
ların da 'yüksek sayıda olacağına inanıyorum. Kı­
saca söylemek gerekirse, cumhurbaşkanı beni göreve
çağırırsa geleceğimi bildiririm. Ancak gerçekten be­
nimle çalışmak istediğine inanmakta güçlük çeki­
yorum.»
Flaherty ayağa kalktı. «İşin o yanını size ken­
disi anlatsın, profesör. Bana bir dakika izin verin.»
Flaherty resepsiyonistin odasına geçtikten bir­
kaç saniye sonra, kadın, küçük bir tepsiye oturttuğu
bir kâğıt bardak içinde kahve getirdi. Tessler bir
yudum alıp bardağı yerine bıraktı. Kahve hem çok
koyuydu, hem de ılmmıştı. Kadın bir iki dakika
için gözden kaybolduktan sonra yine eşikte belirdi.
«Lütfen böyle gelir misiniz, Doktor Tessler.»
Doktora yaptığımı hemen öğrenmiş, diye dü­
şündü Tessler. Ben buraya geldikten sonra o da ki­
tabımı okudu belki de.
Resepsiyonistin odasmdan çıktılar, koridorda
on metre kadar yürüyüp küçük bir masanın başın­
da oturan iriyarı bir Gizli Servis ajanmm yanından
geçtikten sonra koyu renk bir kapının önünde dur­
dular. Kapının üstüne bir amblem takılmıştı son
saatlar içinde: Kıvrık bir Amerikan bayrağına tü­
neyen, tahtadan oyulmuş, yaldızlı bir kartal. Bir
bronz plaka burasının cumhurbaşkanının dairesi
olduğunu bildiriyordu. Kilitte anahtar yoktu; kam­
panya sona ermişti artık. Tessler yaklaşınca kapının
yanında duran Gizli Servis ajanı kanadı araladı.
Frank Flaherty pencerenin önünde tek başına
Şirket/249
durmuş, Michigan Gölünü gözlüyordu. Arkasına
dönerek, «Buyurun, doktor,» diye seslendi. «Şöyle
oturun.» Tessler çevresine bakmdı. Yeni seçilen cum­
hurbaşkanı odada görünmüyordu. Özelliklerinden
biriydi bu. Ondan sonraki yıllarda, Tessler, yanın­
daki yüksek rütbeli yabancı konuklarla Moncton’m
boş odasında bekleyecekti sayısız kez. Özgür Batı
Dünyasının Önderi’nin tuvaletten çıkıp hâlâ nemli
olan elini saygıdeğer konuğa uzatmasını bekleye­
cekti.
Ne var ki bu kez Tessler’m elini sıkmadı yeni
cumhurbaşkanı. Odaya girerken hemen her konuş­
masına başlangıç olarak kullandığı cümleyi söylü­
yordu: «Eee, Frank’in dediğine göre...» Gür, kaim
sesiyle, «Frank’m dediğine göre bizimle çalışmayı
kabul edecekmişsiniz,» diye başladı. O konuşurken
Tessler de gırtlaktan gelen sesiyle kutlama sözleri
söylüyor, çağırılmış olmaktan ötürü onur duyduğu­
nu bildiriyordu.
Flaherty onlann karşılıklı konuşmasına çabu­
cak son verip sözü beklenen konuya getirdi. «Ya­
nılmıyorsam Dr.Tessler son kitabını okumuş ve be­
ğenmiş olmanızdan büyük sevinç duydu, efendim.»
Monckton, otel personelinin değişik yerlerden
toplayıp daireye yerleştirdiği antika eşyalara hiç
uygun düşmeyen eski bir koltuğa çöktü. «Evet, Dr.
Tessler, Rusya’yla Çin arasındaki savaş konusunda­
ki düşünceleriniz özellikle ilgimi çekti. Sizi buraya
çağırmış olmamın bir nedeni düşüncelerinizin es­
nekliğiyle geniş kafalılığınız. Bence Çin’e karşı iz­
lediğimiz politikayı değiştirmek gerek. Siz de aynı
kanıda değil misiniz?»
Tessler dik arkalıklı bir iskemleye ilişirken kar­
şılık verdi; «Tamamiyle, sayın başkan,»
250/Şirket
«Harvard’dan bir süre için ayrılmak zorunda
kalırsanız herhangi bir güçlük doğar mı?»
Tessler gülümsedi. «Hayır, efendim. Doğrusunu
isterseniz benden kurtuldukları için sevinirler bile.»
Monckton, «Benden önceki cumhurbaşkanları­
na da geçici olarak hizmet ettiğinizi biliyorum,»
diye sürdürdü. «Ulusal Güvenlik Konseyi’yle ilgili
çalışmalarınız oldu mu?»
Tessler, Martin haklıymış, diye düşündü. Be­
ni Dışişleri Bakanlığına değil, Ulusal Güvenlik
Konseyine istiyor. «Cumhurbaşkanı Curry’nin za­
manında bir yü süreyle U.G.K. başkanma danış­
manlık yaptım,» dedi. «Gelgelelim konseydekilerle,
konseyin çalışmalarıyla kişisel olarak ilgilenmedim,
îşin mekaniğine girmedim yani. Belki bu konuda
bana söz hakkı düşmez ama... Saym başkanım,
dışişlerine kimi getireceğinize karar verdiniz mi?»
Monckton, «Hiç önemli değil,» diye karşılık
verdi açıkça. «Dışişleri Bakanının kim olacağı hiç
önemli değil.»
Tessler şaşkın bakışlarla bakıyordu. «Belki ben
yanlış anladım...»
«Öyleyse fırsat verin de anlatayım, Cari.»
Monckton gereğinden sabırlı davrandığmı göster­
meye çalışıyordu sanki. «Dış politikayı ben karar­
laştıracağım. Beyaz Saray’da kararlaştıracağım.
Dışişlerindeki boktan heriflere ben söyleyeceğim ne
yapacaklarını. Bizimle çalışırsanız, sizin göreviniz
de benim söylediklerimin yerine getirilmesini sağ­
lamak olacak. Şunu iyice bilin ki dizginler bizim
elimizde olacak. Sizin ve benim.» Yüzü ve dudak­
ları kasılmıştı. Gözleri küçülmüş, söylediklerini bü­
yük bir tutkuyla, tükürürcesine söylemişti.
Tessler, adam Dışişleri Bakanlığından gerçek-
Şirket/251
ten nefret ediyor diye düşündü. Bu sözleri yüreğin­
den söyledi. «Anlıyorum,» diye karşılık verdi. «An­
lıyor ve size katılıyorum. Dış politika hariciyeciler
tarafmdan değil, cumhurbaşkanı tarafından karar­
laştırılmalıdır. Ne var ki Ulusal Güvenlik Konseyi
de çok kötü durumda. Konseyi yeniden düzene
sokmak büyük bir iş.»
«Ben de aynı kanıdayım, Cari. Onun için de
sizin hiç gecikmeden işe başlamanızı istiyorum. En
iyisi Frank’le birlikte gidin de ayrıntıları konuşun.
Beni görmek için bekleyen biri daha var.» Görünü­
şe bakılırsa yapılacak tek şey çıkıp gitmekti. Tess­
ler ayağa kalktı, mırıltıyla teşekkür ederek Fla-
herty’yle birlikte bitişik odaya geçti.
Kapıdan girerlerken, «Doğrusunu isterseniz,
Bay Flaherty!» diye başladı, «ben Dışişleri Bakanı
görevini kabul etmek üzere gelmiştim buraya. Kon­
sey konusunda, cumhurbaşkanıyla konuştuklarımı­
zın dışmda hiç bir şey bilmiyorum.»
Flaherty önceden hazırlanmış gibi karşılık ver­
di: «Anlatayım, doktor. Yıllık geliriniz kırk iki bin
'beş yüz dolar olacak. Bu görev cumhurbaşkanlığı
kadrosundaki en yüksek dört mevkiden biridir. Si­
ze bir araba, gerektiğinde bir de şoför verilecek.
Ocak ayma kadar Chicago’da kalacak, ondan sonra
Beyaz Saray’a, cumhurbaşkanının bürosuna yakm
bir odaya taşmacaksmız. Ulusal Güvenlik Konse­
yini siz yöneteceksiniz, dış politika ve iç güvenlik
çalışmaları cumhurbaşkanına gösterilmeden önce
sizin onaymızdan geçecek. Onun verdiği kararları
Dışişlerine, Savunma’ya, CIA’ya ya da ilgili yerle­
re bildirmek de sizin sorumluluğunuz olacak. Onun
emirlerinin yerine getirilmesini de siz sağlayacaksı­
nız.» Gülümsüyordu Flaherty.
252/Şirket
Tessler peki demek üzereydi ama kesin karar
vermesini önleyen bir şeyler vardı. Aslı aranırsa
Dışişleri Bakanı olamayacağı için büyük bir düş-
kırıklığma uğramıştı. Beyaz Saray’daki görevi iste­
yip istemediğine de pek emin değildi. Peki derse
yalnızca Monckton’m kuklası olarak mı kalırdı,
yoksa kişiliğini belirtebilir miydi? Harvard’daki
meslektaşları ne düşünürlerdi? Basın onun Dışiş­
leri Bakanlığını kaçırdığını mı yazardı acaba?
«Bay Flaherty, izin verirseniz cumhurbaşkanı­
nın önerisini biraz düşüneyim. Yarın size telefon
edip kararımı bildirsem olur mu?»
«Bakın ne yaparız, Dr. Tessler.» Flaherty
olumlu bir sonuç almaya kararlıydı; işi oydu. «Si­
ze burada güzel bir oda tutalım. Sormak istediği­
niz şeyler olursa beni hemen yanınızda bulursu­
nuz.»
Tessler başmı eğip teşekkür ettiyse de temkin­
li davranmaktan vazgeçmedi. «Öylesi daha iyi olur
belki. Umarım beni yanlış anlamadınız. Cumhur­
başkanı da bir karar vermeden önce enine boyuna
düşünmemi ister sanırım. Ben de öyle yapmak ge­
reğini duyuyorum.»
«Elbette, doktor, elbette. Yarın sabah kahval­
tı ettikten sonra beni arayın.»
Cari Tessler dördüncü kattaki geniş odanın
kapısını açınca o günkü gerginliğin verdiği yorgun­
luğu duymaya başladı. Soyunup yatağa girdi, te­
lefonla akşam yemeği ısmarladıktan sonra televiz­
yondaki kovboy filmini seyretmeye başladı ve he­
men uyukladı. Yemek gelince her şeyi çarçabuk
atıştırıp - ekrandaki sığır sürülerinin nal sesleri
ortalığı inlettiği halde - yeniden uykuya daldı. Göz­
lerini açtığında üçü çeyrek geçiyordu. Yataktan
Şirket/253
kalkarak ıslık çalan televizyonu kapattı ama ¡bir
daha uyuyamadı.
Güç bir durumda olduğunu, hatta kapana kı­
sıldığını biliyordu. Harvard’dan ayrılmak zorun­
daydı bir kere. Oranın havası dayanılacak gibi de­
ğildi artık; karısının ona beslediği düşmanlık da
Harvard’da yaşamayı büsbütün güçleştiriyordu.
Öte yandan, Dışişleri Bakanı olamayacaktı besbel­
li. Demek ki ya daha küçük bir üniversitede daha
önemsiz bir kürsüye geçecek, ya da Monckton’m
önerdiği Beyaz Saray görevini kabul edecekti.
Monckton işine karışmazsa görevini başarıyla yü­
rütebileceğini de biliyordu. Ne var ki Monckton
söylendiği kadar tuhaf bir adamdı gerçekten. Onun
emrinde çalışmak kolay olmayacaktı. Peki ama
hangi cumhurbaşkanının emrinde çalışmak kolay­
dı ki? Anderson eşi bulunmaz bir kendini beğenmiş,
bir egomanyaktı. Curry de güçsüz, yakışıklı ve süslü
bir çocuk; her biri son sözün kendinde kalmasını
isteyen sayısız danışmanm arasında kalan bir çay­
lak. İnsanın yazgısı cumhurbaşkanlarına hizmet
etmesini gerektiriyorsa, onları oldukları gibi ka­
bul etmekten başka çare yoktu. Yine de, Monckton
çok tuhaf bir adamdı doğrusu.

Yeni cumhurbaşkanının Ulusal Güvenlik İşle­


ri yardımcısı Cari Tessler, William Martin’i Black­
stone oteline çağırdığında aralık ayının ortalarıydı.
Sıkıca korunan altmcı kattaki dairesinde gece gün­
düz çalışıyordu Tessler. Kadrosuna alacağı kişileri
seçmek için sayısız adayla konuşuyor, yeni patro­
nuna, iç ve dış politika konusunda yazılar derli­
yordu. Neyse ki Forville Vakfı’ndakiler ona yardım­
cı olmak için hem materyel yolluyorlardı, hem de
254/Şirket
kadrosuna alabileceği kişileri. Tessler iş çıkarma
yeteneğinin eksilmesinde iki etken görüyordu. Bun­
ların biri, otelde, dermeçatma, geçici bir yerde ça­
lışmak zorunluluğu, daha da önemli olan İkincisi,
Monckton’m onu ikide bir yanma çağırmasıydı.

Richard Monckton rahattı, gerginliğinden iz


kalmamıştı. Kampanya sona ermişti çünkü; o da
cumhurbaşkanı olmuştu. Yıllanmış cumhurbaşkanı
adayı rolünden Amerikan Cumhurbaşkanı rolüne
geçmeye çalıştığından, kafasını daha geniş kap­
samlı konulara yöneltiyor, günlük sorunları baş­
kalarına bırakıyordu.
William Martin kapıya getirildiğinde Tessler o
dermeçatma bürosundaydı. Üstünde de Florida’dan
geldiği gün giydiği aynı buruşuk yazlık elbise var­
dı. Blackstone’daki oda uşakları ellerinden geleni
yapmışlardı ama gri elbise yamru yumru donup
kalan bir çimento yığını görünüşünden kurtarıla-
mıyordu.

Otel idaresi, doktorun kullanması için Kraliçe


An çağından kalma bir yazı masası da bulmuştu.
Masanın üstünü dosyalarla, mektup ve kâğıt par­
çalarıyla doldurmuştu Tessler. Günler önce ısmar­
lanan koltuğunu bekliyordu hâlâ; o arada da dol­
gun kabaetleri oturduğu dik arkalıklı İtalyan sti­
li iskemlenin iki yanından taşıyordu.

«Sayın CIA başkanı! Bil!» Gerçek bir sevinçle


seslenmişti. Elindeki dosyayı kapatıp ayağa kalktı,
dostça el sıkıştılar. «Şuraya otur, Bili. Seni oturta­
cak başka yerim de yok zaten. Bu oteldeki her şey
gibi o iskemlenin de çöktü çökecek bir havası var
ama kırılacağını sanmıyorum. Nasılsın sen? Özle­
dim bayağı. Burada hiç kimseyi görmüyorum. Ge-
Şirket/255
çiş döneminde görev yapmak tuz mağarasında ça­
lışmaktan farksız.»
Martin, yeşil plastik minderli, açılır kapanır
madeni iskemleye oturdu usulca. «Ulusal Güvenlik
İşleri’nin kadrosunu değiştirdiğini görüyorum,» di­
ye söylendi. «Epey hızlı çalışıyorsun.»
Tessler başmı iki yana salladı. «Hayır, Bili,
ağır gidiyor. En iyi elemanlara yeterince para ve­
remiyoruz, veremediğimiz için de işe alamıyoruz.
Bazıları da tezkiye alamıyorlar.»
«Neden? Güvenlik bakımından sakıncalı ol­
dukları için mi?»
«Yoo, hayır.» Kıs kıs güldü. «Demokrat olduk­
ları için. Eşcinselleri, Harvard, Princeton ve Yale
mezunlarını, Demokratları - özellikle de Curry’nin
adamı olan Demokratları - işe almam yasaklandı.
Ohio Eyalet Üniversitesini bitiren, oğlanlardan de­
ğil de kızlardan hoşlanan Cumhuriyetçi tanıdıkla­
rın varsa bana yolla. Bu aşamada, dış ilişkiler ko­
nusunda bir şey bilip bilmediklerine hiç aldırmaya­
cağım.»
Martin, «Gerçekten o kadar kötü mü?» diye
sordu.
«Dostlarını ödüllendirmek niyetindeler biliyor­
sun. Düşünürsen onlara da hak verilebilir belki.
Gelgelelim ben uzman kişiler arıyorum. Yeni cum­
hurbaşkanını, senin yerinde kalman gerektiğine
inandırmcaya kadar da epey uğraştım ,Bill.» Alçak
sesle, sır verircesine konuşuyordu Tessler.
Martin’in yüzü hiç değişmedi. «Ve?»

«En hafif deyimle söylemek gerekirse, Monck-


ton’m bu iş için seçeceği ilk kişi sen olmazdın. Ne
var ki en gözde aday görevi kabul edemeyeceğini
256/Şirket
bildirdi dün. Ben de cumhurbaşkanını keyifli bir
anında yakaladım.»
«Benim görevde kalmamı kabul etti mi yani?»
«Evet. Senin ona sadık kalacağını, işini iyi yap­
tığın gibi bizimle işbirliği yapacağını da garanti et­
tim. Doğrusunu istersen o hâlâ kuşkulu.» Eğilip
Martin’in kolunu tuttu. «Onun için elinden geleni
yapmaya bak, Bili. Onu öfkelendirmekten kaçın.»
«Hiç merak etme, Cari. Sana minnettarım.
Onu biliyorsun değil mi?» Konuşmasına bakılırsa
gerçekten minnettardı; rahatlamış, biraz da şaşır­
mıştı. Oysa Tessler’in ona söylediği her şeyi bir gün
önce öğrenmişti. Margaret Oniki, patronuyla bir­
likte Blackstone oteline gelmişti ve şefi Yelkenbe-
zi’ne rapor veriyordu her gün. Tessler’m onu savun­
mak için kendisini güç duruma düşürdüğünü de
biliyordu Martin. Bundan böyle, Martin’i cumhur­
başkanına değil de doğrudan doğruya kendisine
minnettar olan kişilerden biri saymalıydı Tessler.
Onun için de Martin tutumunda aşırılığa kaçarak
minnetini, Tessler’a olan hayranlığın birkaç kez
yineledi. Profesör biraz sıkılmış, biraz utanmıştı
ama hoşnut olduğu da belliydi.
Tessler’m sekreteri kapıya gelip seslendi. «Şim­
di sizi kabul edecek, efendim.»
Profesör başını sallayarak Martin’e döndü.
«Cumhurbaşkanı seninle konuşmak istiyor, Bili.
Koridorun ucuna doğru gideceğiz.»
CIA başkanıyla tombul arkadaşı asansörlerin
önünden geçip cumhurbaşkanının dairesine yönel­
diler. Dört ayrı yerde koruma görevlilerinin önün­
den geçtiler. Onlar yaklaştıkça genç ajanlar başla­
rıyla selam veriyorlardı. Kapıda nöbet tutan ajan
kanadı aralayıp gelenleri içeri aldı. Tıklım tıklım
Şirket/257
eşya dolu olan salonda Frank Flaherty’den başka
kimse yoktu. Koltuğundan kalkarak gülümsedi.
«Hoşgeldiniz, efendim.» Sonra da Tessler’a dönerek
Alman şivesiyle, «Ah, küççük Klaus Tesselheim!»
diye söylendi. «Vas hast du?»
Tessler sert sert başını sallayıp gülümsedi. «Gö­
rüyor musunuz? Saygı diye bir şey var mı hiç? Bu
politikacılar yalnız ırkımla alay etmesini biliyor­
lar.»
Monckton dairenin başka bir bölümünden çı­
kıp kemerli kapıdan içeri girince Flaherty ayağa
kalktı. Yeni cumhurbaşkanı parmaklarını açmış,
ellerini öne uzatmıştı. «Allah kahretsin,» diye söy­
lendi. «İçeride hiç havlu yok, Frank. Ellerim şırıl
sıklam.»
«Sayın, başkanım, altıncı katın hiç bir yerinde
havlu yok.» Gülüyordu Flaherty.
Tessler yine başını salladı. Ezgili bir makamla,
«Ne yarar insan hükmetse de cihana,» diye başla­
dı, «bir havlu bulamadıktan sonra elini silmeye.»
Yüzünden anlaşıldığı kadarıyla Monckton bu
şakadan pek hoşlanmamıştı. Bir koltuğa oturdu,
dirseklerini kolluklara dayayıp ellerini önünde tut­
tu. «Söylediklerine göre bizimle çalışmayı kabul et­
mişsiniz, Bili.» Martin karşılık verecek zaman bu­
lamadan, karşılıklı konuşmaya yanaşmayacağını
göstermek istercesine daha da yüksek sesle sürdür­
dü. «Haberalma örgütlerinin daha iyi çalışması ge­
rekir, Bili. Sizin geçmişiniz de pek lekesiz sayılmaz,
değil mi? Ben Senato’da görev yaptığım yıllardan
bilirim; kaç kere gafil avlanmışızdır. Bunun bir ör­
neği Venezuela. Oradaki darbenin yapılacağını hiç
bilmiyorduk, değil mi? Çin’in durumu daha da kö­
tü. Haberalma çalışmaları için milyarlarca dolar
258/Şirket
harcıyoruz ve Rio de Muerte gibi başarısızlıklarla
karşılaşıyoruz. Langley’de binlerce insan var ki kıç­
larının üstüne oturup hiç bir iş görmeden para alı­
yorlar. Evet, bundan böyle daha iyi sonuçlar alma­
ya bakacağız. Haa, sizden kötüsü de var tabii. Öyle
değil mi, Cari?» Tessler şaşkın şaşkın baktı, sonra
da gülmemek için elinden geleni yaparak kafasını
salladı. Flaherty de CIA’dan kötüleri olduğunu gös­
termek için başını eğmişti.
Karşısmdakilerin gösterdiği tepkiyle hiç ilgilen­
meyen Monckton, «Evet, Bili,» diye sürdürdü. «Dış­
işleri Bakanlığındaki eşekler sizden çok daha kötü.
Bütün yaptıkları koltuklarında oturup kendilerine
ayrılacak ödeneği hesaplamak ve verilecek resmî şö­
lende kimin nereye oturtulacağını, kimin kararlaş­
tıracağını düşünmek. O arada da basma bir sürü
devlet sırrı veriyorlar farkında olmadan. Yararlı bir
iş yaptıkları yok. Sizinkiler bazı işler de yapıyorlar
hiç değilse. Ancak haberalma çabalarımızın genel
olarak yetersiz kaldığını sen herkesten önce kabul
edersin. Değil mi, Bili?» Flaherty onun sözlerini
onaylarcasma başını sallıyor, Martin konuşma sı­
rasının kendisine gelmesini beklerken anlamsız bir
yüzle dinliyordu. Monckton hâlâ anlatıyordu. «Da­
ha iyi sonuçlar almaya kararlıyım, Bili. Yapılacak
ilk iş orada oturup bütün gün gazete okuyan CIA
görevlilerinin yüzde kırkını işten atmak. İşe yara­
mayan adamların hemen işten çıkarılmalarım isti­
yorum. Eee, bağırıp çağıranlar olacaktır elbette;
ancak aynı şeyi Dışişlerinde de yapacağız. Öyle de­
ğil mi, Cari? Ne var ki oradakilerin yüzde altmışı­
nı atmak gerekecek belki. Bağırsın hergeleler! Köy­
lü vatandaşlarımız bizi destekleyecektir. Onlar hari­
ciyecilerden nefret ederler bilirsin.»
Şirket/259
Konuşurken hep Martin’e bakmıştı cumhurbaş­
kanı. Bir ara başını çevirip Michigan Gölü’nün üs­
tündeki göğü gözlemeye koyuldu. «Size CIA baş­
kan yardımcılığı işinden söz ettiler mi,» diye sor­
du. Karşılık beklemeden soruyordu yine. «Askerî ko­
nularda size yardımcı olması için Arnie Pittman’ı
seçtim. Onunla iyi anlaşacağımıza eminim. Savaşta
aynı gemideydik. Size çok yardımı dokunabilir.
Uzun yıllar Pasifik’te kaldı, o bölgeyi çok iyi bilir.»
Bakışlarını Martin’e çevirerek bitirdi. «Onu en kısa
zamanda bürosuna yerleştirmenizi istiyorum.»
Avuçlarını bacaklarına vurdu, başını dizlerine
değdirecek kadar eğilip hızla yerinden fırladı. Mar­
tin’e hiç bakmadan kapılardan birine yöneldi. Ka­
pının kolunu tutarak, «Seninle konuşmak istiyo­
rum, Frank,» deyip bitişik odaya geçti. Flaherty CIA
başkanma bir göz attı, özür dilercesine gülümseyip
Monckton’m peşinden gitti. Çıkarken kapıyı da ka­
patmıştı.
Tessler sırıtıyordu; çok eğlenmişti anlaşılan.
«İngiliz basın çetelerinin Londra sokaklarını tara­
dıkları günden bu yana, bir insana bundan daha kö­
tü bir iş önerisi yapılmamıştır ama aldırma. Aramız-
za hoşgeldin!»
Martin hiç keyifli değildi oysa. Yıllardır devlet
memuru olarak çalıştığından, her gün aynı sıra­
dan işleri yapan binlerce bürokratın değerini bilir­
di. Monckton’m bu insanlara saldırması yalnız hak­
sızlık olmakla kalmıyordu; adi ve kaba bir tutumdu
üstelik. Martin onu hizmete çağıran bir insanın
böylesine ilgisiz davranmasına, duyarlıktan yoksun
olmasına da kızmıştı. Adam onu gündelikle çalışan
bir işçi yerine koymuştu sanki. Hey Allah, oysa CIA’-
nm başkanıydı o. Monckton’m işi oldu bittiye ge-
260/Şirket
tirmesi, Martin’in duygularıyla hiç ilgilenmediğini
açıkça belli etmesi de üzüyordu insanı. Daireden çı­
karlarken Tessler’a seslendi. «Bu Arnie Pittman da
kimin nesi?»
«Amerikan Donanmasından Yarbay Amie Pit­
tman. San Diego’da bir destroyer filosunda görev
yapıyor. Hemen doğuya gelmesi için haber yolladık.
Bir işe yarayıp yaramayacağını hiç bilmiyorum ama
senin yeni yardımcın olacak.»
Martin koridorda Tessler’den ayrıldı, isteksiz
adımlarla ikinci kattaki basın sekreterinin bürosuna
yollandı. Öğleden sonra yapılacak basın toplantı­
sında CIA başkanınm yeniden aynı göreve atandı­
ğı açıklanacaktı, onun da orada bulunması gereki­
yordu. Asansörle aşağı inerken o gece Washington’a
dönmekten vazgeçti. İşinde kalışını kutlamak için
Sally’yle yemeğe çıkmayı düşünmüştü önce. Gelge-
lelim Monckton’m odasındaki aşağılayıcı sahne kut­
lama isteğini yok etmişti. Ona gerekli olan birkaç
tane sert içkiyle sıcak bir banyoydu şimdi. İçinde­
ki pislik duygusunu yok edecek arıtıcı bir banyo.
Yalnız kalmalıydı. Kendisi ve geleceğiyle ilgili so­
rularla boğuşmak zorunda olduğunu biliyordu.
Monckton’m tavrı, nicedir derinlerde gömülü olan
kuşkuları canlandırmıştı.
Banyoyu doldurup odaya yayılan sıcak buharın
içinde otururken Arnie Pittman’ı yardımcılığına al­
manın ne sonuçlar doğurabileceğini düşündü. Onu
düşününce de kıs kıs güldü. Monckton eski dostu­
nu başkan yardımcısı yaparak Şirket’e bir casus so­
kacağını umuyorsa Langley’de işlerin nasıl yürütül­
düğünü hiç bilmiyor demekti. Martin yeni yardım­
cısının hava geçirmez bir kavanoz içinde yaşamasını
sağlayacaktı; şirketteki en boş, en temiz masa onun-
Şirket/261
ki olacaktı. Banyodan çıkıp kalın bir sileceğe sarı­
nırken birden patladı: «Yarbay Pittman, ben senin
ananı...»

Yarbay Arnie Pittman haberi aldığında, North


Island’da, kalfalarından biri çok iyi yüz masajı ya­
pan bir berber dükkânmdaydı. Pittman iki yıl önce
emekliliğini isteyebilirdi ama Dick Monckton’dan
ötürü görevde kalmıştı. Asla gemi komutanı olama­
yacağını da biliyordu. Yarbaylığa terfi ettiğinde
Donanma Personel Dairesi’ndeki amiral durumu
açıkça bildirmişti? Dick Monckton olmasaydı, Pit­
tman yarbaylığa bile yükselemez, binbaşılıktan
emekli olurdu. Çok bozulmuştu amiral; sizinki po­
litik bir terfi diyordu. Pittman bu sözün haksızlık
olduğunu bilirdi. Dick’in yaptığı neydi ki? Numara
sırası gelince onun da herkesle birlikte yükselme­
sini sağlamak, Pittman’ı atlayıp geçmelerini önle­
mek.
Deniz Harp Okulu’nu da güçlükle bitirmişti Ar­
nie Pittman. Sınıftaki durumundan hiç söz etmez­
di. Yine de 399 kişilik sınıfta 389’uncu olduğunu
söyleyen bir sürü arkadaşı vardı sağda solda. Pit­
tman zeki sayılmayacağını bilen bir adamdı.
Ne var ki onu nereye yollarlarsa yollasınlar,
Amerikan Donanması için elinden geldiği kadar iyi
iş çıkarırdı. Ve Richard Monckton bunun farkınday­
dı. Dick, Senato’da görev yaparken, donanmanın
Arnie Pittman’ı iki yıl süreyle Senato Dış İlişkiler
Komisyonu kadrosuna vermesini de sağlamıştı. O
iş de güzel bir işti. Zamanının çoğunu Dick’in ya­
nında geçirmişti Pittman. Dick, susup dinlemesini
bilen birini, ya da yolculuklarda falan onunla ilgi­
lenecek birini aradı mı eski arkadaşmı çağırırdı he-
262/Şirket
men. O rahat iş ve işle birlikte gelen pahalı, besle­
yici yiyecekler formunu da iyice bozmuştu. O gün
bu gündür şişmanlıkla savaşıyordu Amie Pittman.
Ancak çok iri olduğu halde göze batmamasını
bilirdi. Kolayca sarhoş olmaz, kolay kolay sır ver­
mezdi.
Arnie Pittman’la Richard Monckton iki teğmen
olarak Caribou ikmal gemisinde görev yaparlarken
geceleri bol bol kâğıt oynarlardı. Caribou, Güney
Pasifik’in mercan adalarının limanlarında uzun sü­
re demirli kalır, iki teğmen gündüzleri tek söz et­
meden saatlarca gölgede yatarlardı. Derken Monck­
ton konuşmaya başlardı birden. Arnie de dinler, za­
man zaman başını sallardı. Dünyadan, îllinois eya­
letinden, doğup büyüdüğü Sullivan kasabasından
söz ederdi Monckton. Avukat olmuştu; Chicago’ya
yerleşip avukatlık yapmak istiyordu. Oysa Pittman
muvazzaf subaydı ve donanmada kalmak niyetin­
deydi. Savaş sona erince yolları aynidı ama Monck­
ton bu iri yarı, sessiz arkadaşının izini kaybetmedi.
Bütün engelleri yıkıp bir insanı dost olarak kabul
etmek güç işti onun için. Ancak bu küçük çevre­
ye kabul edilen herkes Monckton’m bağlılığını ve
güvenini kazanmış demekti. Monckton senatoda
yükselince sayıları yüksek olmayan o arkadaşlarına
cömertçe yardım etti. Cumhurbaşkanı olduktan
sonra da edecekti. Ve Arnie Pittman onun arkada­
şıydı. Yetenek, özellik gibi şeyler hiç söz konusu de­
ğildi bu işte.
Richard Monckton’m kendisini CIA Başkan
Yardımcılığına getirtmesine hiç şaşmamıştı. Amie
Pittman. Monckton’m cumhurbaşkanlığına seçildi­
ğini öğrendiği an kendisine de yağlı bir kuyruk dü­
şeceğini anlamıştı. Böyle yürürdü onların dostluğu.
12

Federal Soruşturma Bürosu Başkanı Elmer


Morse, Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Mec­
lisinin labirentlerinde ter döken kişilerin en kurna­
zı, en ustasıydı kuşkusuz. Döktüğü terin karşılığın­
da kendisi ve bürosu büyük güç kazanmıştı. En yük­
sek ödenek onlara ayrılıyor, yeni yapılara geçmele­
rine, Sivil Hizmet yasalarının dışında kalmalarına
izin veriliyor, öbür devlet dairelerine konan kısıtla­
malar FBI için geçerli olmuyordu.
Sözgelimi, FBI’yın yıllık bütçesini kararlaştı­
ran Kongre Bütçe ve Ödenekler Komisyonu’na
bağlı alt-komisyonun yaşlı başkanmm özel gereksi­
nimlerini iyi bilirdi Morse. Herkesin bazı gereksi­
nimleri vardı. Elmer Morse’la FBI’ın da tabii. Söz
konusu olan, herkesin karşısındaki için elinden ge­
leni yapmasıydı; kongrenin çalışması böyleydi za­
ten. Alt-komisyon başkanı Thomas Grimes’a bir şo­
för gerekliydi; açıkça belliydi bu. Orta yaşa gelmiş
bir FBI ajanı, Grimes’m hiç de görkemli olmayan
Chevrolet’sini kullanmakla görevlendirildi. Belli baş-
264/Şirket
lı işleri Bayan Grimes’ı haftada birkaç kere evinden
alıp alışverişe götürmek, akşamları da yaşlı bütçe
uzmanının eve dönüş saatim beklemekti. Ne var ki
beklerken hiç sıkılmıyordu ajan-şoför. Thomas Gri-
mes’m bürosunda çalışan ya da zaman öldüren öbür
ajanlarla çene çalıyor, beyzbol maçlarından söz edi­
yordu. Öbür ajanlardan biri, bekleme odasında re­
sepsiyon memuru ve koruyucu olarak görev yapı­
yordu. Grimes’m yardımcısı olarak görünen bir İkin­
cisi de FBI’m geniş ve karmaşık ödeneğiyle ilgili ça­
lışmalar yapardı en çok. Grimes’larm Bethesda’da-
ki orta halli apartman dairesinin kapısını açan siyah
papyonlu, beyaz ceketli uşak da FBI ajanıydı. Bu
adamlarm hepsi Elmer Morse’un emriyle getirilmiş­
lerdi o işlere.
Bu düşünceli yardımsever tutumnun karşılığı­
nı da görüyordu Morse. İsteklerini bildirdi mi, onun
işine yarayacak ek yasalarla kararnameler çabucak
geçiyordu kongreden. Morse’un hoşuna gitmeyen
yasa taslakları da parlamento bürokrasisinin kar­
gaşalığında kaybolup gidiyordu.

Richard Monckton, Elmer Morse’un Washing-


ton’m en güçlü kişilerinden biri olduğunu bilirdi.
Onun için de cumhurbaşkanı seçildikten iki gün son­
ra ilk resmî konuk olarak Morse’u kabul etmesinde
şaşılacak bir yan yoktu. İki adamın arasındaki
dostluk, Monckton’m senatoda görev yaptığı ilk yıl­
lara dayanıyordu. Zaman geçtikçe, birçok politik
savaşta yan yana çarpıştılar. Dostlukların güç ka­
zanması için karşıda ortak bir düşman bulunması
gerekir. Ancak senatoda görev yapan Monckton’la
FBI başkanı Elmer Morse’un arasındaki bağın sağ­
lamlığını pek az kişi fark etmişti. On beş yıl süreyle,
Şirket/265
sessizce, dikkati çekmeden işbirliği yaptılar; önce
Uluslararası Komünist örgütünün ajanlarını sapta­
yıp temizlemekte, sonra da Elmer Morse’un, FBI’ın
ya da Richard Monckton’ın politik düşmanı olarak
gördükleri herhangi bir kişiyi mahvetmek için.
İki adam da aynı şekilde düşünüyorlardı. El­
mer Morse, Monckton’m cumhurbaşkanlığına gel­
mesinin hem ülke için hem de kendi örgütü için ya­
rarlı olacağına inanmıştı. Bu nedenle, Monckton
Cumhuriyetçi partinin adayı olarak ortaya çıkınca
Elmer Morse yardımda bulunmak gereğini duydu;
Morse FBI’dan ayrı düşünülemeyeceğine göre, onun
yardım etmesi de FBI’m yardım etmesi demekti.
Kampanya süresince Monckton’la Morse sık sık ha­
berleştiler. FBI başkanınm Ed Gilley hakkında ver­
diği bilgiler o amansız, acımasız kampanyada
Monckton için yararlı sonuçlar doğurdu.
Al Donnaly’nin öğütlerini dinleyen Demokratik
parti adayı, her yıl ortaya atılan zenci hakları ko­
nusunda cambazlık yapıyordu o aylarda. Bir yan­
dan zenci liderlerle Chicago’da ve New York’ta özel
toplantılar yaparak onların istedikleri yasaları çı­
kartacağını, zencilere federal bütçeden bol para
ayıracağına söz verip zencilerin oylarını kazanmaya
çalışıyor, öte yandan halkın gözünde kötü duruma
düştüğünü fark ediyordu. Seçimden bir ay önce,
Texas gazetelerinde, Gilley’nin kuzeydeki zenci li­
derlerle yaptığı konuşmaları hemen hemen kelime­
si kelimesine yansıtan yazılar çıkmaya başladı. Ay­
nı yazılar daha sonra başka yerlerde de yayımlandı.
Gilley’yi destekleyen, öteden beri Demokrat olan
güneyliler, cumhurbaşkanı yardımcısının bu yazı­
ları tekzip etmediğini ya da edemediğini görünce
çok sarsıldılar. Al Donnaly bir seçme yapamaz du-
266/Şirket
ramdaydı; yazılanlara hiç karşılık vermemeyi yeğ­
ledi. Güneylilerin oyları önemliydi gerçi; gelgele-
lim zencilerin oyunu kaybederse Gilley’nin işi bitik­
ti. Oysa güneyliler olmasa da bir umut vardı Gil­
ley için.
Basma bilgi verenin Elmer Morse olduğunu hiç
kimse açıklamadı tabii; ne var ki Monckton işin
aslını biliyordu. Gilley’nin yaptığı özel toplantılar­
da görünen bazı kara derili yüzler, FBI’m, zenci
haklarını savunan örgütlere yıllar önce yerleştirdiği
ajanlardı.
Elmer Morse’un düşmanlığını kazanmak hiç
iyi bir şey değildi. Oysa FBI başkanı, ta Stratejik
Servisler döneminden, o dış haberalma örgütünün
1949 yılında yeniden canlanıp güçlendiği günlerden
beri düşmandı CIA’ya. Morse, doğrudan doğruya
cumhurbaşkanına rapor veren bağımsız bir haberal­
ma örgütünü denetim altında tutmanın olanaksız
denecek kadar güç olacağına inanmış ve CIA’nın ku­
ruluşunu önlemek için epey çaba harcamıştı. Usta
bir bürokrattı Elmer Morse, bürokrasi cangılının
gerçeklerini iyi bilirdi. FBI Adalet Bakanlığına bağ­
lıydı; bağımsız olan CIA’nm onların haklarını ve
bölgelerini tehdit edeceği belliydi. CIA’yı hava ya da
kara kuvvetlerine bağlamak için giriştiği savaşta
yenik düşüp de örgütün doğrudan doğruya cum­
hurbaşkanlığına bağlandığını görünce Morse da
cumhurbaşkanının çalışma masasını savaş alanı
olarak seçti. CIA’yı kendi bölgesinin sınırları için­
de tutmak, bütçesini küçültmek, kadrosunu azaltıp
yanlışlarını göz önüne sermek için amansız bir ge­
rilla savaşı yaptı yıllarca.
Monckton yönetiminin ilk on ayında, güç ve
bürokrasi ustalığı yarışmalarını genellikle o kazan-
Şirket/267
dı, CIA’yı, zaman zaman da William Martin’i suçlu
göstermeyi başardı. Monckton’ı görmekte hiç güç­
lük çekmiyordu Morse; bir telefon etti mi cumhur­
başkanının programı değiştiriliyor, FBI başkanma
hemen o gün için randevu veriliyordu. Martin’e
böyle bir ayrıcalık tanınmamıştı oysa. On ay içinde
bir kere bile Monckton’la özel bir konuşma yapma­
ya çağırılmamıştı o. Martin’in Beyaz Saray’daki el­
çisi Cari Tessler’dı. Cumhurbaşkanının bilgisine su­
nulması gereken bilgiler varsa, - genellikle yazılı
olarak - Cari Tessler’a verirdi. Cumhurbaşkanıyla
arasındaki ilişki temelden hastalıklıydı. Monckton’-
m CIA’nın çalışmalarından ve William Martin’in
kendisinden hoşnut kalmamasının sonucu olarak ze­
hirlenen, Elmer Morse’un, cumhurbaşkanının gü­
vensizliğini arttırmak için giriştiği kışkırtmalardan
ötürü sürekli olarak zayıflayan ve yalnızca Cari
Tessler’ın arada sırada onu savunmasıyla kopmak­
tan kurtulan bir ilişkiydi onlarınki.
Cumhurbaşkanının CIA’ya hangi gözle baktığı­
nı gösteren şeylerden biri de Cumhurbaşkanlığı
Bütçe Bürosu’nun tutumuydu.
Daha önceki yıllarda, Bütçe Bürosu çok geniş
bir sınır çizer, sorunların bir çözüme bağlanıp kesin
sayıların belirlenmesini CIA’yla Kongre komisyonu­
nun pazarlığına bırakırdı.
Richard Monckton ilk adımda bunların hepsini
değiştirdi. CIA bütçesiyle ilgili evrak yığınlarının
çabucak incelenip ayrıntıların kendisine bildirilme­
sinde diretiyordu. Haberalma örgütünün toplam
olarak kaç para aldığını, öbür devlet dairelerine ay­
rılan bütçelerden kaç doların CIA’ya aktarılacağı­
nı, CIA’da ve öbür haberalma örgütlerinde kaçar
kişinin çalıştığını bilmek istiyordu. Bu incelemelerin
268/Şirket
bütçenin kırpılmasıyla sonuçlanacağı besbelliydi.
Monckton seçim kampanyasında konuşurken yeni
vergiler konmayacağını, öte yandan, savunma tasa­
rılarının ve planlanmış olan bazı iç projelerin hiç
gecikmeden gerçekleştirileceğine söz vermişti. Söz
verdiği şeyleri yapabilmesi için vergi gelirlerinin
artması gerekliydi. Savunma bütçesini kısmayı da
düşünmez, düşünemezdi. Ama haberalma örgütleri­
nin milyarlarca dolarlık bütçelerinden kısıntı yapı­
labilirdi pekâlâ. CIA’nm aşırı sayıda eleman çalış­
tırdığına da içtenlikle inanmıştı; onun görüşüne
göre, bu adamlar — Cari Tessler’in deyimiyle —
«kronik beceriksizler»di.
Bili Martin, Şirket’te iyi bir bütçe uzmanı ça­
lıştırıyordu. Howard Walter, CIA’da çalışmaya baş­
lamadan önce, on yıl süreyle bir güney eyaletinin
bütçe komisyonuna başkanlık etmişti. Şimdi de
Cumhurbaşkanlığı Bütçe Bürosu’ndan gelen, çelik
çerçeveli gözlükler takan, dar yakalı, sivri kalemli
uzmanlarla yapılan günlük savaşlarda Bili Mar­
tin’e yardım ediyordu. Martin hemen her akşam
bütçe uzmanından gelen bir yazı bulurdu masasın­
da Yazıda, Şirket’in tasarlanan bütçesinin yeni bir
saldırıya uğrayacağını belirten uyarılar bulunur­
du.
CIA’nın her zamankinden de büyük harcama­
lar yaptığını biliyordu Martin. Ne var ki haberalma
denen şeyin bir bilim olmayıp çok pahalıya oturan
bir sanat olduğu, o yüzden de önceden belirlenen ke­
sin sayılan aşmadan çalışmaya elverişli sayılamaya­
cağı da bir gerçekti.
Cumhurbaşkanı Monckton, CIA’nm yaptığı
yanlışlıklan, gafil avlandığı durumları Şirket’in ba­
şarısızlığının kanıtlan olarak nitelendirirdi hemen.
Şirket/269
Son aylarda bazı ülkelerde beklenmedik hükümet
darbeleri, umulmadık politik değişiklikler olmuştu.
Başkaları da olacaktı elbette. Hiç bir haberalma ör­
gütü her şeyi önceden bilecek kadar güçlü değil­
dir. Gelgelelim, Monckton’a, kapağında yaldızlı
cumhurbaşkanlığı amblemi bulunan mavi ciltli def­
terle sunulan günlük raporlann kenarlarına cum­
hurbaşkanlığı azarlan eklenip Martin’e geri yollan­
dığı çok sık rastlanan bir durumdu; özellikle de ra­
por beklenmedik dış olaylardan söz etmişse.
Kolayca tanınan elyazısıyla kenardaki boşluğa
eğik cümleler yazardı cumhurbaşkanı: «Bunu niçin
önceden haber alamadık? Aksaklığın nedenini yann
öğleye kadar bildirmeniz rica.» Ya da, «CIA’nm
adamlan neredeydiler?», «Çok kötü. Birinin işten
atılması gerekir,» gibisinden cümleler.
Elmer Morse da cumhurbaşkanının hoşnutsuz­
luğunu ustaca körüklüyordu. Yabancı ülkelerdeki
Amerikan elçiliklerine atanan, sayıları gitgide ar­
tan «hukuk ataşeleri» bölgelerinde gördükleri ha­
beralma kusurlarının - ne kadar önemsiz olursa
olsun - doğrudan doğruya Elmer Morse’a bildirmek
emrini almışlardı. Morse zaman zaman cumhurbaş-
kanıyla baş başa konuşarak öbür haberalma örgüt­
le rinin kusuru olan bu başarısızlıkları gözalıcı ay­
rıntılar vererek anlatırdı. FBI başkanınm saçtığı
zehirli tohumlar verimli bir toprağa düşüyordu.
Monckton, dolaylı yollardan gelen bu raporlardan
çok hoşlanıyordu. İlk on içinde, cumhurbaşkanının
Genel Savcı’ya verdiği bir emir üzerine, «hukuk
danışmanları»nın sayısında hemen hemen yüz kişi­
lik bir artış görüldü.
Richard Monckton’ın göreve başladığı yıl için­
de Elmer Morse’un Temsilciler Meclisinin aracılı-
270/Şirket
ğıyla indirdiği yumrukların acısını birkaç kez tattı
Martin. Yalnızca bir kere zafer onda kaldı ama
onun da ücreti yüksekti. Yoğun bir çalışmayla ge­
çen günlerden biri sona ererken, Simon Cappell,
günlük evrakı şefiyle birlikte gözden geçirmeye
oturmuştu. Tek sayfalık bir yazıyı Martin’e uzata­
rak, «Kongre çalışmalarıyla ilgilenen adamlarımızın
bildirdiğine göre, ‘Sinek-Gözü’ için ödenek çıkartıl­
ması gecikecekmiş,» dedi. «Tasarı komisyonda ta­
kılmış.»
Martin, «Neden takılmış?» diye kükredi. «O iş­
te en önemli şey zamanın iyi ayarlanması. Bizimki­
ler bu kadarcık bir şeyi de anlatamıyorlar mı adam­
lara?»
Simon yazıyı inceleyerek, «Alt-komisyondan
geçmiş,» diye açıkladı. «Ne var ki kongre üyesi Gri-
mes işin daha ileri gitmesini engelliyormuş. Konu­
nun biraz daha konuşulmasını istiyormuş. Söyledik­
lerine göre, meclis tatile girmeden önce sonuçlana-
mazmış bu konuşmalar.»
«Allah kahretsin! Saçmalıyorlar, Simon. Gri-
mes neden ilgileniyor bu tasarıyla? İşin ne onunla
ilgisi var, ne de onun seçim bölgesiyle. Bizim ço­
cuklar Grimes hakkında ne diyorlar?»
Cappell şaşkınlığını belli etmek istercesine başı­
nı iki yana salladı. «İşin tuhafı o; hiç bir şey söyle­
yemiyorlar. Adamın amacını açıklayan hiç bir şey
yok burada.»
Martin, «Lanet olsun!» diye hırladı. «Öğrensin­
ler öyleyse. Bu engellemenin nedenini araştırsınlar.
Hiç gecikmeden hem de.»
Şirket’in Kongre uzmanları araştırmalarının
sonuçlarını bir iki gün sonra açıkladılar. Söylentile­
re bakılırsa, Grimes, Elmer Morse’un çaldığı mızı-
Şirket/271
kaya göre adım atıyordu. Bili Martin ‘Sinek Gözü’
için ödenek çıkartmak istiyorsa ya ihtiyar Elmer’la
anlaşmanın yolunu bulmalı, ya da adamı havaya
uçurup yolu açmaya bakmalıydı.
Morse’u tek başına yenecek kadar güçlü olma­
dığını bilirdi Martin. Ne var ki bu kez o ihtiyar da
yanlış bir iş yapmıştı belki. Bili Martin ‘Sinek-Gözü’
adı verilen uydu-kameraları uzaya yerleştirmesini
sağlayacak ödeneği ne kadar istiyorsa, Cari Tess­
ler da o kameraların çekeceği filmleri görmeyi aynı
güçle istiyordu. Martin FBI başkanım karşısına alıp
cumhurbaşkanının bürosunda göze göz diyerek ka­
pışsa asla kazanamazdı ama Cari Tessler kazanırdı
belki. Tessler’m bürokratik çekişmelerden hoşlan­
madığını herkes bilirdi. Martin onun bu tür sorun­
larla ilgili yazıları arkasındaki masaya, evrak yığı­
nının en altına tıktığını çoktan öğrenmişti. Ne var
ki Tessler her şeyden çok Sinek-Gözü’nü istiyordu
o anda. Sinek-Gözü, Çin Halk Cumhuriyetinin üs­
tünde dolaşacaktı, profesör de yalnızca Sinek-Gö-
zü’nün verebileceği bilgileri edinmek için sabırsız­
lanıyordu.
Martin savaşa katılıp kazanmak olasılığının
doğduğunu görünce telefona sarıldı ve Dr. Tessler’a
Elmer Morse’un diktiği ödenek engelini açıkladı.
«Sinek-Gözü’nü yörüngeye yerleştirmek işi tam altı
ay gecikebilir, Cari.»
Tessler şaşırmıştı. «Anlamıyorum, Bili,» dedi.
«Morse bizim uydumuzla uğraşmaktan ne yarar
umar?»
Martin sabırla açıkladı. «Bu iş sürüp giden kan
davasının bir bölümü, Cari. Elmer Morse benden
ödün koparmaya çalışacak. Bizim Birleşmiş Millet­
lerdeki çalışmalarımızı veto etmesi için cumhurbaş-
272/Şirket
kanının başının etini yiyordu nicedir. Ben onun is­
teğine boyun eğersem o da Bütçe Komisyonu’nda-
ki eğitilmiş köpeklerini peşimizden çekecektir. Yok­
sa sen Çin resimlerinden umudu kes.»
Cari Tessler pratik bir insan olmakla övünür-
dü hep; kolay kolay şaşırmayacağını, kolayca deh­
şete kapılmayacağını ileri sürerdi. Bu devlet dalave-
ralarınııı çapı çok genişti ama işin temeline inilirse,
Harvard’ın seçkin profesörleri arasında da aynı tür­
den dalaveralar çevrilirdi. Tessler Harvard’da gen­
cecik bir asistanken vermişti kararını: Bu insanla­
rın arasında yaşayacaksa, oyunun kurallarını iyi öğ­
renmeli, herkesten iyi oynamalıydı.
«Sen bu işte o namussuzla aşık atabilir misin,
Bili?» diye sordu.
«Çok zaman kaybederiz, Cari. Aylar sürer. Üs­
telik bir kere ona yenik düşersem gelecek ay baş­
ka bir şeyi engellemeye kalkışır. Cumhurbaşkanı­
nın bu tür olaylara el koymasının zamanı geldi, dos­
tum. Geçen kış benim uçağımla Chicago’ya gider­
ken konuştuklarımızı hatırlıyor musun?»
Sesinden anlaşıldığı kadarıyla Tessler suratını
asmıştı. «Bakalım, Bili, ben bir şeyler yapmaya ça­
lışacağım. Herhangi bir değişiklik olursa bana da
haber ver.» Çin Halk Cumhuriyeti’nin resimlerini
elde etmek zorundaydı. Onun için de Elmer Morse’-
un alt edilmesi gerekiyordu.
Cuma sabahı, Beyaz Saray’dan gelen bazı ki­
şiler kulis faaliyetlerine giriştiler. Kongre Bütçe ve
Ödenekler Komisyonu’nun her üyesini yakalıyor,
cumhurbaşkanının, ‘Sinek-Gözü’ projesine ulusal
güvenlik açısından öncelik tanıdığını bildiriyorlar­
dı. Alt-komisyon yeterince tartışmıştı konuyu; ko­
nuşmaların Temsilciler Meclisine getirilmesini bek-
Şirket/273
leyerek gecikmelere yol açmak, gizlilik derecesi çok
yüksek olan bu operasyon için zararlı olabilirdi.
Pazartesi öğleden sonra, cumhurbaşkanının yasama
işleri, yardımcısı, Kongre üyesi Grimes’a uğradı.
İçilmesi geleneksel hale gelen sulandırılmış ılık
Amerikan viskisini yudumlayıp biraz çene çaldıktan
sonra, Beyaz Saray görevlisi yaşlı kongre üyesine
bir kâğıt uzattı. Kâğıttaki sayılar Grimes’in yenik
düştüğünü gösteriyordu. Beyaz Saray’dakiler Gri-
mes’ı alt edecek sayıda Kongre üyesi tavlamışlardı;
komisyon ödeneği onaylayacaktı.
Cari Tessler’la Bili Martin’in onu yenmiş ol­
duklarını Elmer Morse da birkaç dakika sonra öğ­
rendi. Sonucun önemli sayılamayacağını söyledi
kendi kendine. Önemli olan Grimes’m hâlâ onun
adamı olmasıydı; bu değişmezdi nasıl olsa. Gelgele-
lim Tessler’m ona düşmanlık beslemesini önlemek
zorundaydı şimdi. Çünkü Tessler cumhurbaşkanına
en yakın kişilerden biriydi. Elmer Morse gereksiz ye­
re kaygılanmıştı bu konuda. Sinek-Gözü projesinin
ödenek sorunu çözümlenince, profesör, FBI başka-
nmın çevirdiği dümenleri o anda akimdan silmişti.
Tessler’a çok uzun görünen günler, göz açıp
kapayıncaya kadar geçen aylar haline gelmişti şim­
di. Cumhurbaşkanı Monckton, profesörün boyuna
ona zaman ayırmasını istiyordu. İkisinin arasında
geçen konuşmaların bazıları dünyanın gidişini de­
ğiştirecek nitelikteydi. Ancak bazan da öyle saçma,
öyle önemsiz konular açılıyordu ki, Monckton Ame­
rika Birleşik Devletlerinin cumhurbaşkanı olmasa
Tessler adamı tersleyip sustururdu. Aralarındaki
ilişkinin en önemli özelliği, Monckton’m bu seçkin,
saygıdeğer yardımcının zamanına dilediğince el koy-
masıydı. Profesörü toplantılardan çıkarıp yanma
274/Şirket
çağırırken, canı çektiği, gönlü öyle istediği için ya­
nma gelmesini emrettiği zaman hiç bir şey düşün­
mezdi. Başkalarının da ağır sorumluluklar taşıdığı­
nı, yapılacak önemli işleri olduğunu hiç fark etmi­
yordu sanki. O cumhurbaşkanıydı; Cari Tessler’la
çene çalmak istemişse, istediği yapılacaktı elbette.

Monckton’m başkalarının sorunlarına karşı


böylesine ilgisiz oluşunda, Frank Flaherty’nin, ta­
pınmaya yaklaşan gerçek saygısının büyük rolü var­
dı. Tessler kısa zamanda fark etmişti onu. Flaherty
Beyaz Saray’da öyle bir düzen kurmuştu ki bütün
kadro, cumhurbaşkanının her isteğini hiç soru sor­
madan, hiç gecikmeden karşılamaya hazırdı. Bir he­
likopter mi emretmişti cumhurbaşkanı? Beş dakika­
da hazır olurdu. Bir yat? On dakikada. Bir film, bir
araba, bir videobant? Hemen o anda! Flaherty’yle
cumhurbaşkanının Oval Büro’da yaptıkları konuş­
maları gözünün önüne getiriyordu Tessler. Fla’-
herty’nin sık sık yinelediği sözleri de duyar gibi olu­
yordu: Kadromuzda çalışan hiç kimse, çağrılır çağ­
rılmaz gelmesine engel olacak kadar önemli bir iş
yapmıyor, herkes siz istediğiniz an burada buluna­
bilir. Monckton halkın gözüne şirin göründüğü, ye­
niden seçilme şansını arttırdığı sürece, doğru dü­
rüst bir iş yapılıp yapılmadığına hiç aldırmayacak­
tı sanki Flaherty. Sanki kafasını hadım etmişti. Be­
cerikliydi, her zaman dengeliydi, kimseyi kayırmaz,
hiç taraf tutmazdı. Kısacası, Monckton’m aracı ol­
maktan öteye geçmiyordu. Bu da tam Richard
Monckton’ın istediği şeydi ama Cari Tessler öyle
çalışamazdı.
Cumhurbaşkanı her gün Tessler’m zilini çalar,
profesör de konuğunu, toplantısını ya da yazısını
bir yana bırakıp tombul gövdesini koridorlarda yu­
varlayarak Oval Büro’ya koşardı.
«Merhaba, Cari. Gel içeri.» Monckton koltu­
ğunda kaykılıp oturmayı severdi. Pabuçlarının ök­
çelerini Theodore Roosevelt’in oymalı yazı masasına
dayar, elinin altında her zaman bir fincan kahve
bulundururdu. «Seninle bir şey konuşacaktım...»
Tessler’a göre iyi bir belirtiydi bu; cumhurbaşka­
nının belirli bir konuyu düşündüğünü gösterirdi.
Konuşulacak şey konuşulur biter, Tessler da büro­
suna dönebilirdi. Öyle zamanlarda gerçekten önem­
li işler yaptıkları olurdu.
Ne var ki bazı günler de başka türlü karşılanır­
dı Tessler. «Nasılsın? İşler çok mu?» ya da, «Eee,
bugün hangi büyük sorunlarla boğuşuyoruz baka­
lım?» Öyle günlerde cumhurbaşkanının yapılacak
işi - hiç değilse yapmak istediği bir işi - olmadığı an­
laşılırdı. Onun için de aklına ne gelirse ondan söz
ederdi. Bu uzun söyleşilerde yüzlerce soru sorardı
Monckton. Başka ülkelerin hükümetlerini, tanıma­
dığı yabancı liderlerin kişiliklerini merak ediyordu.
Amerikan üniversitelerinin sorunları, Tessler’m
Billy Curry hakkmdaki düşünceleri, Tessler’ın Dış­
işleri Bakanlığında yaptığı reformlar, iç politikada­
ki olaylar da ilgisini çeken şeylerdi. Aklına ne gelir­
se, sırasıyla hepsi konuşulurdu. Tessler bir sorunun
karşılığmı veremezse, gidip konuyu araştırması ve
sonucu bir yazıyla bildirmesi istenirdi genellikle.

Uzak Doğu’daki savaşın gidişi, Monckton’ın ye­


min ettiği günden bu yana hiç değişmemişti. Hava­
lar ısınır ısınmaz, Beyaz Saray’ın yanmdaki çimen­
li düzlükte savaşı kınayan toplantılar, büyük gös­
teri yürüyüşleri yapılmaya başladı. Cumhurbaşka­
nı bu örgütlenmiş kitlelerin temsilcilerini kabul et-
276/Şirket
meye yanaşmıyordu ama onların orada olduklarını
biliyordu. Birbirine eklenen baskıların - Uzak Do-
ğu’daki düşmanın baskısıyla dışarıdaki militanlarm
yaptığı, televizyon şirketlerinin de yüzlerce katma
çıkardığı baskının - sonunda dış politika görüşleri­
ni etkileyebileceğini ve fırsat bırakırsa onu alt ede­
bileceklerini bilirdi. Onun için de harekete geçmek
gereğini duyuyordu; olanca gücüyle, hiç gecikme­
den.
Düşmanı pazarlık masasına oturtmak için Çin’­
in ve Rusya’nın ortak bir istekte bulunmaları ge­
rektiğine Monckton da inanıyordu, Tessler de. Tek
yol buydu. Yalnızca birinin o isteği belirtmesi hiç
bir işe yaramazdı. Yoksa ya Rusya karşısındakinin
güçsüzlüğünden yararlanmaya kalkışacaktı, ya da
Çin.
Monckton Rusya’da bulunmuştu, Rus liderle­
rinin birçoğunu tanırdı. Ne var ki Çin bir bilme­
ceydi onun için. Tessler da Kızıl Çin ve Çinliler ko­
nusunda sayısız kitap okumuştu ama oraya gitme­
mişti. Çin’e karşı izlenecek politikayı kararlaştırır­
ken ikisi de haberalma örgütlerini soru yağmuruna
tutuyor, Çin’in ekonomisi, politik kuruluşları ve or­
dusu hakkında bilgi edinmeye çalışıyorlardı. Bilgi
toplamak, cumhurbaşkanının dağmık sorularmı
kesin araştırma konuları haline sokmak, programı
ayarlayıp yapılan işin kalitesi hakkında yargıda bu­
lunmak Tessler’m göreviydi. Araştırılan konularla
ilgili açıklamalar geldikçe onları da Tessler okuyup
sindiriyor, bilgiyi cumhurbaşkanını doyuracak, an­
cak boğmayacak bir ölçü ve biçimde sunuyordu pat­
ronuna. Alışılagelmiş bir yöntemdi bu. Ne var ki
Tessler’ın düzenli kafası soruna cephenin ortasın­
dan saldırırken Monckton’ın kafası süvari birlikleri
Şirket/277
gibi yanlardan akınlar yapıyor, uzun ve dolambaçlı
yollardan dolaşarak sorunun en küçük ayrıntıları­
na bile olanca gücüyle saldırıyordu. Ve bütün bu
süre içinde Monckton hep dürtüklüyor, Tessler’a
sorular soruyor, görev veriyor, huysuzlanıyor, dire­
tiyor, acele ediyordu.
Bu toplantılardan dönerken Tessler’m eli kolu
telaşla doldurulmuş sayfalarla yüklü olurdu hep.
.Aldığı notları Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarıyla
CIA’ya yöneltilecek kesin sorular haline getirir, yol­
lanan her evrakın üstünde ‘Çok ivedi’ yazısı oku­
nurdu.
Monckton yönetiminin ilk aylarında, Martin,
CIA’ya Cumhurbaşkanından ya da Cari Tessler’dan
gelecek her yazıyı görmek istediğini bildirmişti.
Cumhurbaşkanı, göreve başladığının ikinci ayında
Avrupa’daki ülkelerden sekizini ziyaret etmeye ka­
rar verdi. Bu kararla birlikte CIA’ya yazılar yağ­
maya başladı. Ülke liderlerinin psikolojik inceleme­
leri çıkarılmalıydı hiç gecikmeden. Politik tahmin­
lere öncelik verilmeliydi. Gizli Servis, Cumhurbaş­
kanının bu yolculuğun neresinde tehlikeyle karşıla­
şabileceğini bilmek istiyordu. Önden gidecek ekip­
lere sekiz ülke hakkında bilgi veren kitapçıklar ha-
zırlanmalıydı, bir hafta içinde. Bir gün, cumhurbaş­
kanı Cari Tessler’m aracılığıyla tam altmış dört
soru yöneltti Martin’e. Batı Almanya’yla ilgili olan
bu soruların hemen yanıtlanması isteniyordu.
Monckton Avrupa yolculuğundan döndükten
sonra Çin dikkat merkezi haline geldi ve soru yağ­
muru sürüp gitti. Şirket Çin’den bilgi alabilmek için
Hong Kong’da karmaşık bir örgüt kurmuştu. Ora­
da çalışanların çoğu daha önce Çin’de yaşamış olan
uzmanlardı. Gelgelelim Washington’a yolladıkları
278/Şirket
raporlar çoğunlukla gazete haberlerinden, radyo ya­
yınlarından ve Çin’den göçenlerin ağızlarında do­
laşan söylentilerden oluşuyordu. Pek çok kez denen­
diği halde, Hong Kong’daki CIA merkezi Çin’in için­
de ajan çalıştırmayı başaramamıştı.
Martin Çin’le ilgili ilk özet raporu gönderdiği
gün anlamıştı Monckton’m hoşnut kalmayacağını.
Şirket’in verdiği bilginin bölük pörçük oluşu,
Monckton’m CIA’ya karşı benimsediği eleştirel tu­
tumu güçlendirmişti. Cumhurbaşkanı CIA’nm ba­
şarısızlığını Tessler’a gösterip sert bir dille yakındı.
Başkalarının suçlarını gereksizce üstlenmek gibi bir
alışkanlığı olmayan Tessler da Cumhurbaşkanının
öfkesini hiç hafifletmeden aktardı Martin’e.
Beyaz Saray’dan gelen sürekli baskı ve düşman­
lık havası altında çalışmak Esker Scott Anderson’m
emrinde çalışmaktan çok farklıydı. Anderson’m
adamıydı Martin. Monckton ne CIA’ya hoşgörüyle
bakardı, ne de CIA başkanma; bağışlayıcı olamaz­
dı. İstediği iş çarçabuk yapılmalı, kusursuz olmalıy­
dı. Koşullar değişse, Martin Beyaz Saray’a gidecek
yazıların denetimini yetenekli, becerikli birine, söz­
gelimi yardımcılarından birine bırakabilirdi. Ne var
ki şimdi Şirket’ten çıkacak olan her yazıyı kendi
gözüyle görmek zorunluluğunu duyuyordu. Bu iş
altından kalkılamayacak boyutlara erişince Simon
Cappell’in ona yardım etmesini istedi. Yine de, öbür
işlere eklenen Beyaz Saray yazışmalarından ötürü
gecenin dokuzuna kadar büroda kalması gerekiyor­
du.
Bir akşam, Tessler’a yollanacak Çin raporunu
gözden geçirirken gerginliğin ense ve kol kaslarında
kramplara yol açtığını fark etti. Aynı anda da kar­
şıdaki toplantı salonunun kapısı açıldı ve Arnie
Şirket/279
Pittman bembeyaz denizci üniforması, madalya şe­
ritleri, parlak sarı şeritli yarbay kasketi ve kılıcıy­
la çıkıp geldi.
Martin, Cumhurbaşkanının eski arkadaşına ge­
reğince dostluk ve nezaket göstermişse de Merkezî
Haberalma Örgütü Başkan Yardımcısı Pittman’a
hiç bir önemli iş bırakılmamasını da emretmişti.
Pittman’m bürosuna girip çıkan evrakın niteliğini
Cappell denetliyordu ve onun verdiği bilgiye göre,
Pittman günlerini sıradan raporlara günlük gaze­
teleri okuyarak geçiriyordu hâlâ. Yönetim işleriyle
ilgili günlük toplantılarına çağırılmıyordu. Simon
adamın hiç yakınmadığını da bildirmişti. Donan­
mada yıllardır kafasını çalıştırmadan görev yaptı­
ğından, yeni bürosunda da bomboş günler geçirme­
ye hazırdı Pittman. Arnie Pittman çıkarını bilirdi.
Kimsenin işine karışmaz, herhangi bir kargaşalık
çıkarmazsa Monckton onun amirallik rütbesiyle
emekliye ayrılmasını da sağlardı. Bunlar göz önün­
de tutulunca insan işsizlikten yakınır mıydı hiç?
Martin yorgun bir tavırla başını kaldırıp bak­
tı. «Merhaba, Arnie.»
«Merhaba, Bili. Genelkurmay başkanmın ye­
meğine gitmiyor musun sen? Saat sekize geliyor.»
Martin başını iki yana salladı. «Bu akşam şu
Allahın cezası Çin yazüarmı Beyaz Saray’a yolla­
mak zorundayım. Yetiştirmek hiç kolay olmaya­
cak.»
«Yazık. Son günlerde benim de çok işim vardı
ama genelkurmay başkanmın yemeğini kaçırmam
doğrusu.»
Martin başını kaldırıp dik dik baktı. «Öyle mi,
Arnie? Sen neyle uğraşıyordun kuzum?» Yardımcı-
280/Şirket
lan Arnie Pittman’a hiç bir görev verilmediğini söy­
lemişlerdi.
Arnie göğsünü kabartarak, «Nümayişçilerle,»
dedi. «Emir yüksek yerden geldi. Önemli bir iş. Ge­
çen ay cumhurbaşkanının uçağında yolculuk ede­
rek Newport News’a gitmiştim hatırlarsan. Görevi
o gün verdi işte. Beni uçaktaki küçük odasına ça­
ğırdı ve bu savaş düşmanlığı konusunu incelememi
istedi. Ben de bizim Entelijans Dairesi’nin cumhur­
başkanı için bir rapor hazırlamasını istedim.»
Martin gözlüklerini çıkarıp keskin bakışlarını
adamın yüzüne dikti. «Deme yahu! Hiç haberim
yoktu.» Olağan bir sesle konuşmaya çalışarak ek­
ledi: «Raporunu cumhurbaşkanına vermeden önce
bana da göster bari.»
Pittman sıkılmıştı. Şefinin çalışma masasının
yanma oturarak yaldızlı yarbay şapkasını kucağına
koydu. «Doğrusunu istersen, Dick... yani Cumhur­
başkanı, raporu doğrudan doğruya ona teslim etme­
mi emretti, Bill. Her zamanki kanallardan yollama­
mamı söyledi. Bilmem, belki de bu konuda hiç bir
şey söylememem gerekirdi.»
Martin, «Zararı yok, Arnie,» dedi umursamaz­
lıkla. «Durumunu çok iyi anlıyorum. Dişe dokunur
bir şeyler öğrenebildin mi bari?» Raporun müsved­
desini cumhurbaşkanından önce görmenin yolunu
bulurdu nasıl olsa.
Pittman’m yüzü aydınlandı. «Evet, buldum.
Geçen ay Beyaz Saray’ın yanında gösteri yaparken
tutuklanan o uzun saçlı piçlerin bazıları, İsveç’teki
bir aracının yardımıyla doğrudan doğruya Ruslar-
dan emir alıyorlar. Bu savaş düşmanlığı akımına
aynı kaynaktan para yardımı yapıldığına da inanı­
yoruz.»
Şirket/281
«Cumhurbaşkanı bu bilgiden nasıl yararlana­
cak, Arnie?» Büyük bir incelikle soruyordu.
«Bilmem. Haberin basma sızmasını sağlayabi­
lir herhalde. Beyaz Saray’dan dışarı sızan o kadar
çok şey var ki! Şunu açıkça söyleyebilirim ki Cum­
hurbaşkanı bu haber sızmalarına çok sinirleniyor.»
Martin başını salladı. «Evet, bazı gazetelerin
Beyaz Saray’da özel ajanları var sanki.»
«Öyle ama onun dediğine bakılırsa bu iş çok
uzun sürmeyecekmiş.»
«Kim diyor onu? Cumhurbaşkanı mı?»
«Evet. Uçakta söyledi. Basma o bilgileri veren­
lerin kim olduklarını kısa zamanda öğrenecekmiş.
Tessler’m emrinde çalışanlardan biri olduğundan
kuşkulanıyor.»
«Yaaa? Peki nasıl öğrenecekmiş, Arnie?»
«İhtiyar Elmer Morse’la FBI görevlendirilmiş
bu işle. Vızır vızır çalışıyorlar. Telefonlar dinleni­
yor, adamlar izleniyor; bir sürü iş işte. FBI’dakilere
gerçekten birer parmak neft çalmış Dick.»
Martin derin bir soluk aldı. «Şirket de o işlere
bulaştı mı, Arnie? Yahut sen bulaştın mı?»
Pittman sert sert başını salladı. «Yok, efendim!
Benim bunları bilmemin nedeni, uçakta yaptığımız
konuşma. Ben savaşa karşı olan gençleri, nümayiş­
çileri falan soruşturuyorum yalnızca. Eyvah, çok
geciktim! Karım beni öldürecek. Şimdilik hoşçakal.»
Martin anlamsız bir homurtuyla karşılık verip
gözlüklerini taktı. Pittman kapıyı kapattıktan son­
ra Kızıl Çin ordusuyla ilgili kalın dosyayı da bir ya­
na itti. CIA başkan yardımcısı Pittman’ı bazı Şir­
ket sorunlarını - bu arada da Pittman sorununu -
çözümlemekle görevlendirmenin zamanı gelmişti
belki de. Diktafonun mikrofonuna uzanıp, «CIA
282/Şirket
Başkan Yardımcısı Yarbay Pittman’m dikkatine,»
diye başladı. «Beyaz Saray’ın Çin Halk Cumhuriye­
ti hakkmdaki soruları günden güne artmaktadır.
Oraya yollanan yazıların hepsini benim gözden ge­
çirmem olanaksız hale gelmiştir. Bu bakımdan, Be­
yaz Saray’dan (yani Cumhurbaşkanından, Cari
Tessler’dan, U.G.K., v.b.’den) gelen ve oralara gide­
cek olan yazıların önce size yollanmasını, son ola­
rak da sizin denetiminizden geçmesini rica ederim.
Bu işbölümü bizim kendi iç sorunumuzdur. Şirket’-
te kimin neden sorumlu olduğunu şu anda hiç kim­
seye bildirmek gerekli değildir. İmza: Bili Martin.»
Cumhurbaşkanmm sırdaşı Yarbay Pittman, ye­
teneklerinin tümünü Cumhurbaşkanının en merak
ettiği konuya yöneltecekti şimdi. Monckton’m o ye­
teneklerden yararlanmasının zamanı gelmişti. İşle­
rin kaç günde sarpa saracağını göreceklerdi.
13

Washington gazetelerinin toplum haberleri sü­


tunları, ülkenin başka hiç bir yerinde, belki de dün­
yanın hiç bir yerinde rastlanmayan bir ‘gazetecilik -
sanatı’ ürünüdür. New York’ta ya da Kansas City’-
de, çaylar, yardım kurumlarmm düzenlediği top­
lantılar, kokteyller ve yemekler birer toplum olayı
sayılır, toplum haberlerini yazan muhabirler de bu
toplantılara giden kişilerin adlarını, bayanların ne­
ler giydiklerini, bazan da hangi terziden giyindik­
lerini yazarak görevlerini yerine getirirler. Ne var
ki başkentte gazetecilik yapan saldırgan kadınla­
rın toplum haberi diye sıraladıkları şeyler, başka
kentlerde rahatça birinci sayfalarda yer alabilir.
Washington partilerinde kadın gazeteciler konuk­
ları bir köşeye kıstırır, sorar, soruşturur, dil döker­
ler. Boy hedefi olarak gördükleri kişiler, politika
muhabirlerinin eline düşmeyen ünlülerdir. Post’-
ta yazan Diana Dangerfield de bu bakımdan kadm
gazetecilerin kraliçesidir. Düşüncesizlikle ya da dü­
şünmeden söylenmiş her sözden anlam çıkarmayı
284/ŞirJcet
bilir; kurbanı iyice temkinli davranmışsa en küçük
bir ipucundan yararlanarak koca bir sütun yazabi­
lir. İpucu denebilecek somut bir şey bulamazsa, o
zaman sezgilerinden yararlanarak yazar yazısını.
Post’un bir pazar sayısında, Diana Dangerfield
birinci sayfadaki ‘insanlar’ sütununda Bili ve Lin-
da Martin’i hedef aldı kendine. O yazı Martin’in
başına oldukça büyük işler açtı. Türk elçiliğinde
verilen akşam yemeğini izleyen o pazar gününe ka­
dar, Bili Martin’in karısından ayrılmayı düşündü­
ğünü, bu arada da Sally Atherton’la dikkati çek­
meyen bir ilişkiye girişmiş olduğunu pek az kişi bi­
lirdi. Martin boşanmalarının nasıl açıklanacağını
bile konuşmuştu Linda’yla. CIA’nm basın temsil­
cisi, ağırbaşlı, kısa bir bildiri yollayacaktı gazete­
lere: «Merkezî Haberalma örgütü başkanıyla karısı
evliliklerine dostça son vermeyi uygun görmüşler­
dir.» Ne var ki Martin bu açıklamayı yapmanın za­
manı geldiğini söyleyince Linda sırtını dönüp yürü­
yor, konuyu konuşmaya yanaşmıyordu.
Linda ve Bili Martin nicedir birlikte gezmiyor­
lardı. Linda evden beş hafta önce ayrılmıştı; çok
sert bir tartışmanın hemen ardından. İçiyordu Lin­
da. Martin de giderek artan bir baskı altında ça­
lıştığı için gergindi. Karısıyla Esker Anderson’m
arasında bir ilişki olup olmadığını, varsa bunun hâ­
lâ sürüp sürmediğini öğrenmek isteyince, tutuşma­
ya hazır bekleyen duygusal yangın birden parladı.
Martin kibriti rastgele fırlatmıştı ama Linda’nın
içindeki bir şeyleri tutuşturmuştu ansızın. Kadının
havaya savurduğu bardak kocasmm kafasmı ya-
racaktı az kalsm. Ardından birbirlerine kin dolu
acı sözler söylemişler ve Linda yarım saat sonra
çekip gitmişti.
Şirket/285
Aradan bir hafta geçince Linda kocasının bü­
roda bulunacağı bir saati seçerek eve geldi, giye­
ceklerini alıp yeni telefon numarasını bildiren bir
pusula bıraktı. Martin eve döner dönmez Linda’yı
aradıysa da yıkılan evliliği sürdürmeye ikisinin de
niyeti yoktu. Ayrı yaşamaya başladıktan sonra çok
daha mutlu olduklarını fark etmişlerdi ikisi de. Bu
açıklamanın ardmdan iş konularına geçtiler; Para­
nın bölüşülmesi, faturaların ödenmesi, araba soru­
nu, Linda’nm hangi avukata başvuracağı hep ko­
nuşuldu. Türk büyükelçisi Yaman’m Washington’-
daki dostları için vereceği yemeğe birlikte gitmeyi
kararlaştırdılar yine de. Yaman çiftini yakından
tanımış ve sevmişlerdi. Yemek verenler bu iki çif­
ti birbirlerine yakın oturtmaya özen gösterirlerdi.
Gerçek bir dostluk vardı aralarında; onların yeme­
ğine gitmemek olmazdı. Onun için de Martin karı­
sını sekize çeyrek kala yeni evinden almaya söz ver­
di; birlikte gireceklerdi kapıdan.

Gelgelelim yemeğin verildiği akşam saat yedi


buçukta sekreterine telefon ettirerek gecikeceğini
bildirmişti Martin; Linda’nm bir taksiye atlayıp
gitmesini öneriyordu. O da toplantıdan çıkar çık­
maz Türk elçiliğine gidecekti. Şakır şakır yağmur
yağıyordu o gece, taksi bulmak olanaksızdı. Tele­
fonla aranan taksi duraklarındaki görevliler ha­
zırda hiç bir araba bulunmadığını, arabaların çık­
tıkları seferlerden ne zaman döneceklerini bilme­
diklerini ileri sürüyorlardı. Linda, uzun eteğini
toplayarak Wisconsin Avenue’ya kadar yürüdü. En
sevdiği gece pabuçları berbat olmuştu çamurlu yol­
larda. Sonunda bir taksiyi durdurabildi. Elçiliğe
vardığmda sırü sıklamdı. Martin’e ateş püskürü-
yordu; kocası her zamanki gibi ortada bırakıver-
286/Şirket
mişti onu. Islak etolünü uşağa verdi, tuvalete gire­
rek yüzünden akan boyaları, yağmurdan ötürü sar­
kan saçlarını düzeltti. Sonra da mermer merdiven­
lerden çıkarak ikinci kattaki kabul salonuna girdi.
Eşikten geçerken gözüne ilişen ilk insan kocasıydı.
Martin şımşık, kupkuruydu; elinde içkisi, çok gü­
zel bir yeşil tuvalet giyen güzel bir sarışınla çene
çalıyordu.
Linda öyle bir öfkeye kapılmıştı ki büyükelçi
Yaman’m elini sıkıp Bayan Yaman’ı yanaklarından
öptüğü, ikisini de alışılagelmiş sözlerle selamladığı
halde ev sahiplerini gördüğü söylenemezdi. Post’­
un toplum haberlerini yazan geçkin gazeteci Dia­
na Dangerfield’i de görmedi. Oysa Bayan Danger-
field kapıdan girdiği an fark etmişti Linda’yı.
Yeni gelen konuğun önünden geçen tepsiden
bir içki alıp bardağı iki yudumda boşalttığını da
fark etti. Linda’nın gergin bir yüzle salonun öbür
ucunda duran kocasına doğru yürüyüşünü izledi.
Bir iki saniye sonra Martinlerden ayrılarak hızla
uzaklaşan yeşil tuvaletli sarışının, yani Joyce Dun-
can’m yüzündeki şaşkınlık da gözünden kaçmadı.
Evli çiftlerin - biri bürodan, öbürü evden geldi­
ği için - toplantüara değişik saatlarda katılmaları
olağan sayılırdı Washington’da. Ne var ki Diana
Dangerfield, Martin’lerin arasmdaki gerginliği Lin­
da kapıdan girdiği an sezmiş ve ertesi günkü sü­
tununda neler yazacağmı kararlaştırmıştı.
Elçilik yapısı on dokuzuncu yüzyılın demiryo­
lu krallarından biri tarafından yaptırümıştı. Ta­
vanlar yüksek, ahşap kaplamalı duvarlar Türk ha-
lüarıyla örtülüydü. Sesler duvarda yankılanmadı­
ğından konuşmalar hep alçak sesle yapılıyormuş
gibi gelirdi insana. O yüzden de Post yazarı yemek-
Şirket/287
ten önce baş başa kalan Martinlerin neler konuş­
tuklarını işitemiyordu ama Linda’nm yüzünü gö­
rebiliyordu. CIA başkanı karısından zapartayı yi­
yordu.
Linda Martin yemek boyunca da dalgın ve hu­
zursuzdu. Yemekten sonra kadınlar kahve içmek
için salona geçtiler, erkekler masada kalarak kon­
yaklarıyla birlikte birer puro tüttürdüler. Linda,
salonda Bayan Yaman’la bir iki dakika konuştuk­
tan sonra özür dileyip ayrıldı. Erkekler yemek oda­
sından çıkıp kadınlara katıldıkları halde bir daha
da görünmedi. Martin, Cari ve Joyce Duncan’la ko­
nuşurken Diana Dangerfield onlara yanaştı hızla.
Duncanlar gazeteciyi selamladılar, Martin selam­
lamadı.
«Özür dilerim, Bay Martin,» diye mırıldandı
Diana Dangerfield. «Karmız eve mi gitti acaba?
Saatlardır ortalıkta görünmüyor.»
Martin dosdoğru kadmm gözlerinin içine bak­
tı, kısaca gülümseyip yine Duncanlara döndü.
«Sen Sun Valley’yi anlatsana, Joyce. Ne zamandır
oraya gitmeyi düşünüyorduk.»
Joyce Duncan karşılık verecek zaman bulama­
dan Diana Dangerfield araya girdi. «Karınızdan
ayrı yaşadığınız doğru değil mi, Bay Martin?» Ga­
zeteci böyle bir söylenti duymuş değildi ama boş
atıp dolu tutmak diye bir şey vardı bu dünyada.
Martin öyle olmadığım söylese bile yazılacak bir söz
söylemiş olurdu.
Martin kendini zorlayarak gülümsedi, çaresiz
kaldığını belirtmek istercesine başım sallayıp Cari
Duncan’m kolunu tuttu. «Kimsenin sözümüze ka-
rışamayacağı bir yere gitsek de orada konuşsak,»
diye söylendi.
288/Şirket
Ne var ki Linda’dan ayrı yaşadığını yadsıma-
mıştı. Diana Dangerfield birkaç dakika sonra elçi­
likten ayrıldı ve pazar günkü yazısını yaratmam
üzere Post’a yollandı. Yazısı ‘İnsanlar’ sayfasının
üst yarısında çift sütunluk bir başlığı hakedecek
kadar ilginçti.

DANGERFIELD’IN DEDİKLERİ
Yazan: Diana Dangerfield

TÜRKİYE BÜYÜKELÇİSİ BİZLERE VEDA


EDİYOR
ESKİ SEKRETERLE SÜPER-CASUS
AYRILIYORLAR MI?

Türkiye Büyükelçisi, Emin Yaman’la sevimli


eşinin cuma akşamı Washington’daki dostları için
verdikleri yemekte bol bol eski zaman inceliğiyle
asma yaprağı gördük. Kordiplomatiğin en sevilen
çiftlerinden biri olan Yaman’lar yakında Pekin’de
görev yapmaya başlayacakları için bu yemek bir
veda anlamını taşıyordu.
Konuk listesi, Yaman’larm çeşitli çevrelerin­
den gelen pek çok ünlü Amerikalının dostluğunu
kazanmış olduklarının bir kanıtıydı. İlk anda göze
çarpan konukların arasında, Cumhurbaşkanının İç
İşler Yardımcısı Cari Duncan’la güzel eşi Joyce
Duncan da vardı. Duncan’lar CIA başkanı Willi­
am Martin’e Sun Valley’de geçirdikleri tatili anla­
ta anlata bitiremediler. Evlenmeden önce eski cum­
hurbaşkanı Esker Scott Anderson’m sekreterlerin­
den biri olan Bayan Linda Martin toplantıya her­
kesten geç geldi, herkesten önce ayrıldı. Martin’-
ler karşı karşıya geldikleri için pek sevinmiş gö-
Şirket/289
rünmediler. Karı kocaya yakın çevrelerden öğre­
nildiğine göre, Linda Martin S Sokağındaki modern
evinden bir süre önce ayrılmış ve boşanma davası
açmaya karar vermiştir. Martinlerin dostlarının
söylediklerine bakılırsa, Bayan Martin boşanma
isteğinin nedenlerini açıklarken, Washington’m ta­
nınmış politikacılarından .birinin karısının da adı
geçecektir.
Yazının gerisinde elçilikte sunulan güzel tat­
lıdan ve ünlü konukların bazılarından söz ediliyor­
du.

Linda pazartesi günü bir avukata gitti, boşan­


ma davası da cuma günü açıldı. Kocasının kendi­
sine ‘zulüm’ yaptığmı ileri sürerken ‘evlilik dışı iliş­
kiler’den söz etmişti gerçi; ancak dava gerekçesin­
de hiç bir kadmm adı geçmiyordu. Bir haftadan az
bir süre içinde, Martinlerin yıküan evliliği İnsan­
lar’ sütunundan birinci sayfaya terfi etti. Washing-
tonlıların çoğu gibi, Martin de cumartesi günleri
çıkan Post’u okumazdı genellikle. Gelgelelim o cu­
martesi başkalarına benzemeyecekti.
Pazartesi günü, Beyaz Sarayın batı kanadının
zemin katındaki konferans odasında yapılan Ulu­
sal Güvenlik Konseyi alt-komisyon toplantısından
çıkarlarken, Cari Tessler, Martin’e sokularak geri­
de kalmasını istedi. Herkes gidip de küçük salonda
yalnız kaldıkları zaman profesör de Martin’in ya­
nma oturdu, dirseklerini konferans masasına da-
yayıp birkaç kere gırtlağını temizledi.
«Dün akşam cumhurbaşkanı beni çağırttı,
Bili» dedi. «Senin boşanma işini konuşmak istemiş.»
Alçak sesle, özür dilercesine konuşuyordu. «Karı­
nın ‘evlilik dışı ilişkilerden’ söz ederek seni suçla-
290/Şirket
ması hiç hoşuna gitmemiş. Adı bir skandala karı­
şan hiç kimseyi kadrosunda tutmayacağmı söyle­
di.» Martin buna benzer bir şeyle karşılaşacağını
anlamış, nasıl karşılık vereceğini de tasarlamıştı.
«Boşanma gerekçesi evlilik dışı ilişkiler değil,
Cari. Linda ona kötü davrandığımı, ‘zulüm’ yaptı­
ğımı ileri sürüyor. Bilirsin ki bu hemen her boşan­
ma davasında kullanılan bir gerekçedir. Linda’nm
avukatı müşterisinin alacağı tazminatı yükseltmek
için bir de ihanet sözü attı ortaya.»
«Orasını bilmem, Bili. Ben yalnız cumhurbaş­
kanının duygularmı iletiyorum sana. Bu boşanma
davası dillerde gezip dedikodulara yol açacaksa is­
tifa etmen gerekecek. Cumhurbaşkanı öyle dedi;
şaka etmediğine eminim.»
Martin, «Öyle bir durum doğmayacağma söz
veririm,» dedi kesin bir dille.
«Umarım ki doğmaz. Senin böyle bir şeyden
ötürü işten uzaklaştırılmanı hiç istemem.» Gözle­
rini kırpıştırıp duruyordu Tessler. Bu konuda söy­
leyebileceğini söylemişti. Bili Martin’e Monckton’-
m katı ahlakçılığını, acımasız yargılarını anlatma­
sı olanaksızdı. Dostunu uyarmış, Monckton’un, ka­
rısını aldattığı kanıtlanan bir erkeği — o erkek kim
olursa olsun - kadrosundan hiç gecikmeden ataca­
ğını haber vermiş olması yeterliydi. O bunları dü­
şünürken Martin de sessizlikten yararlanarak bir
başka konuya geçti. «Duyduğuma göre, Beyaz Sa­
ray’dan dışarı sızan bilgiler de çok sıkıyormuş cum­
hurbaşkanını.»
«Evet, Bili. Ona da çok kızıyor. Ben de kızıyo­
rum tabii.» Tessler ayağa kalkmış, duvarları hari­
talarla kaplı olan küçük salonda üç aşağı, beş yu­
karı dolaşmaya başlamıştı. «Bildiğin gibi, son gün-
Şirket/291
lerde Çin konusunu RomanyalIlarla ve Fransızlar­
la konuşuyorum. Birisi de benim yaptığım konuş­
malar hakkmda basma bilgi veriyor.»
Martin bu habere şaşmış göründü. «Burada ça­
lışan birisi mi, Cari?»
«Ulusal Güvenlik Konseyi’nin kadrosundaki-
lerden biri de olabilir, Dışişlerindekilerden biri de.
Yüz kişiden herhangi biri olabilir.»
«Bizim adamlarımız yeterince yardım ediyorlar
mı size?»
«Evet, gereksinimlerimizi bildirdiğimiz ölçü­
de.» Tessler dolaşmayı bırakıp bir iskemleye yas­
landı. «Cumhurbaşkanının görüşüne göre, bu iş
olağanüstü çarelere başvurulmasını gerektiren ola­
ğanüstü bir durum. CIA’nm bazı güvenlik suçla­
rıyla ilgüendiğini biliyorum ama bu kez başka yol­
lara başvurduk, Bili. Açıkça söylemek gerekirse, bu
soruşturma doğrudan doğruya Beyaz Saray’dan
yönetiliyor.»
«Yeteri kadar açıkladın,» dedi Martin. «Ne de­
mek istediğini anlıyorum.»

CIA başkanı, «İçeri gel, Bernie,» diye seslen­


di. Kısa boylu, zayıf, kıvırcık sarı saçlı genç adam
Martin’in bürosunun kapısını kapatarak içeri yü­
rüdü.
Martin önündeki kâğıtları bir yana itip konu­
ğa yer gösterdi. «Dinle, Bernie. Şirket’in zamanını
ve adamlarından bir bölümünü belirli devlet bü­
yüklerinin yaptıklarının incelenmesine ayırmanm
günü gelmiştir. Sana vereceğim ipuçlarından yola
çıkmanı, elinden geldiği kadar hızlı sonuç alıp ba­
na rapor getirmeni istiyorum.»
«Başüstüne, efendim.» Bernie Tibbits düşün-
292/Şirket
celi bir tavırla çenesini ovuşturdu.
«Bu işten hiç ama hiç kimseye söz etmeyecek­
sin.» Martin’in sesi soğuk, bakışları çelik gibiydi.
«Ben Simon Cappell’e bilgi vereceğim. Raporlarını
onunla gönderebilir, bana bir şey sormak istersen
onu arayabilirsin. Başka hiç kimseye bir şey söy­
leme. Ne CIA başkan yardımcısına, ne sizin Plan­
lama Bölümü şefine, ne de ¡başkasına. Anlaşıldı
mı?»
Tibbits karşısmdakinden geri kalmayan bir ke­
sinlikle, «Evet, efendim,» diye söylendi.
«Haa, yazılı rapor da istemiyorum. Tek bir ke­
lime bile!»
«Anlıyorum.»
«İyi. Öyleyse nerede başlayacağını anlatayım.»
Öne eğildi, çok alçak bir sesle konuşmaya başladı.
«Beyaz Saray’dakiler, kendi adamlarından bazıları­
nın birtakım sırları basma ulaştırdıklarından kuş­
kulanıyorlar. Birileri de - sanırım bu FBI olabilir -
onları gözaltında bulunduruyor, izliyor. Kimlerin
izlendiğini, işin nasıl yapıldığını bilmiyorum. Ama
çok kısa zamanda öğrenmek zorundayım. Her şeyi
bırakıp bunun üstünde çalışacaksın. Kimleri göz
altında tuttuklarmı, neler yaptıklarmı bilmek isti­
yorum. Birinin gidip FBI’ya sormasını da istemi­
yorum. Sen ne yapabilirsin, Bernie?»
«Kesin bir şey söyleyemem, Bay Martin.» Bir
an duralayıp farkında olmadan sesini alçalttı. «Te­
lefonlara el attıklarını sanır mısınız?»
«Ben de o konuda bir şey söyleyemem. Ancak
öylesi FBI’m tipik işlerindendir. Değil mi?»
«Evet, efendim. Sanırım en iyisi oradan baş­
lamak. Bir bahane bulup telefon şirketlerine gide­
riz, FBI’m kimlerin telefonunu dinlediğini santral
Şirket/293
merkezlerinden öğrenebiliriz. Dinlenen telefonları
bulursak ne yapayım?»
«Bir liste çıkar ve bana getir. Kimlerin peşin­
de olduklarını kestiremiyorum. Beyaz Saray’m
adamları mı, basın mı, yoksa başkaları mı? İşe baş­
layınca telefonlara FBI'dan başka el atan olup ol­
madığını da araştır, Bernie. Nereden ne çıkabilece­
ğini hiç bilmiyorum.»
«Anlıyorum, efendim. Ekip işini Simon’la mı
konuşayım?»
«O tamam. On beş kişilik özel bir ekip veriyo­
ruz sana. 121 numaralı yapının arkasmda çalışa­
caksınız. Teknik Servis’ten istediğin her şeyi ala­
bilirsin. Bu işte masraftan da kaçınma. İstediğini
yapmaya bak.»
«Peki, efendim. Hemen başlarım. Bir şey bulur
bulmaz size haber iletirim.»
Martin masasının üstündeki düğmelerden bi­
rine basmca Simon Cappell de odaya girdi. «Sen
Bernie Tibbits’i tanır mısm, Simon?»
Simon konuğa bakıp gülümsedi. «Tanırım,
efendim. Akşamları birlikte kâğıt oynarız bazan.
Göründüğü kadar yumuşak olmadığını kesin olarak
bilirim.»
«Bernie’nin bizim için yürüteceği özel bir ope­
rasyona başlıyoruz. Ben burada olmadığım zaman
seni arayacak. Ne isterse verilecek, beni ne zaman
isterse görebilecek. Bu işe yüklüce para, zaman ve
insan gücü ayırıyorum. Anlaşıldı mı?»
Simon Cappell, «Evet, efendim,» diyerek gü­
lümsedi. «Merrill Lynch, Pierce, Fenner ve Tibbits
telefon edip yatırımlarınızla ilgili bir şey söyleye­
cek olurlarsa hemen size bildiririm.»
Tibbits güldü. «Bize güzel ad taktın doğrusu.
294/Şirket
Merrill Lynch ve arkadaşları de bari. O da kolayca
anlaşılır lâf değil nasıl olsa.»
«O da olur,» dedi Martin. «Yalnız unutma ki
yatırımlarımın iyi kazanç getirmesini bekliyorum.»

Tibbits iki gün sonra telefon etti; Martin’i en


kısa zamanda görmek istiyordu. Simon şefinin ran­
devu defterini önüne çekerek o gün için program­
lanan buluşmaların uzun listesine baktı. Son ay­
larda akşam yemeklerini genellikle büroda yiyor­
du Martin. Tibbits akşam gelirse yemekte konuşa­
bilirlerdi.
Akşam sekiz buçukta, Simon Cappell’le şefi bir
türlü sonu gelmeyen yazıları bir yana bıraktılar,
yorgun yemek odasına geçip Tibbits’e katıldılar.
Garson ne içeceklerini sormaya geldiğinde Martin
önlerindeki işin önemini düşünerek domates suyu
istedi, öbürleri de ona uydular.
CIA başkanı havadan, sudan söz etmeye yel­
tenmeden doğru konuya girdi. «Evet, Bernie? Ne­
ler buldun bakalım?»
«Haklı çıktınız, Bay Martin. Dinlenen pek çok
telefon var. Çok tehlikeli bir işe girişmişler.»
Martin dümdüz bir sesle sordu: «Beyaz Saray -
dakiler de girmişler mi bu işin içine?»
«Gırtlaklarına kadar gömülmüşler hem de.
Üstelik tuhaf bir biçimde. Anlayamadığım pek çok
şey var şimdilik. Yalnız önce neler öğrendiğimi
açıklayayım.»
Martin elini havaya kaldırdı. «Önce ben bir şey
sorayım. Cumhurbaşkanına kadar dayanıyor mu
bunun ucu?»
«Öyle olduğu anlaşılıyor, efendim. Ben anlata­
caklarımı bitirince bu işe son vermek isteyeceksi­
niz belki de.»
Garson, fırında patates ve tereyağlı yeşil fa­
sulye garnitürlü bonfileleri dağıtırken konuşmaya
ara verdiler. O odadan çıkınca, Martin, Bernie’nin
cumhurbaşkanı hakkında söylediklerini düşündü.
«Belki de haklısın, Bernie,» dedi. «Anlat baka­
lım.»
«Anlatayım, efendim. Altı büyük kentin tele­
fon santralmı elden geçirdik, beşinde olumsuz so­
nuç aldık. FBI’ın dinlemekte olduğu bir sürü tele­
fon var ama hepsi bilinen nedenlerle. Yasadışı iş­
lerle uğraşan gangster çeteleri, vergi kaçakçıları
falan filan.» Çatalını elinden bırakarak heyecanlı
bir sesle sürdürdü. «Gelgelelim Washington’da, bir
de Maryland ve Virginia eyaletlerinde çok geniş bir
çalışma başlatmışlar. Kimlerin telefonunu dinlemi­
yorlar ki! Beyaz Saray’dakilerin bazıları, Dışişleri
Bakanlığının meslekten yetişme iki hariciyecisi, en
az on beş tane gazeteci ve gazete müdürü. Üstelik
bu işlerin hiç biri için Adalet Bakanlığının yazılı
iznini almamışlar. Genel Savcı’nm bürosundaki
adamımız, sözünü ettiğim kişilerin telefonlarının
dinlenmesi için onlardan izin alınmadığına yemin
ediyor.»
«Niçin dinleniyormuş bu telefonlar? Ulusal Gü­
venlik bahanesiyle mi?»
«Hiç bilmiyorum, Bay Martin. Bana verdiğiniz
ipuçlarını düşününce ilk anda ben de aynı sonuca
vardım. Devlet sırlarını dışarıya sızdıran kişileri
yakalamak için yaptıklarını sandım. Haklı olup ol­
madığımı anlamak için de elimdeki verileri bilgisa­
yardan geçirdim. Sırları gazetelerinde açıklayan ya­
zarları, bunları verebilecek olan kaynakları . yani
o bilgilere sahip olan devlet dairelerini - telefonları-
296/Şirket
nın dinlendiğini bildiğimiz kişilerin bizdeki dosyala­
rında bulunan açıklamaları falan. Korelasyon he­
saplarına bir göz attım...»
«Ne buldun?»
«Hiç hoşa gitmeyecek bir sonuç. Yoo, sırları
yazan gazetecilerle yazının yayımlanmasını onayla­
yan yazı işleri müdürleri arasında bir bağıntı var
tabii. Ancak listede adı geçenlerin yüzde altmışı
için hiç bir açıklama bulamadım. Korelasyon he­
saplarının sonuçları da bu adamların haber sızma­
larıyla ilgili olamayacaklarını gösteriyordu. Ne bir
uçta, ne de öbüründe.»
Cappell, «Onlar ne tür insanlar?» diye sordu.
Tibbits yere uzanarak bir dosya aldı, sayfala­
rım karıştırarak çıkarttığı üç listeyi Bili Martin’e
uzattı. «Buyurun bakın. Kentteki belli başlı yayın
organlarının - Times, L.A. Times, politika dergileri,
televizyon şirketleri - sorumlu yazı işleri müdürleri,
Star’la Post’un genel yönetmenleri, iki fıkra yaza­
rı. Yazıları birkaç gazetede birden çıkan yazarlar­
dan biri, Chesapeake and Potomac Telephone şir­
ketinin dinlenecek telefonlar listesine dün sabah
alınmıştı. Demek ki listedekilerin sayısı hâlâ artı­
yor.»
Martin elindeki kâğıtları masaya bırakıp Tib-
bits’in gözlerinin içine baktı. «İyi ama nasıl becer­
mişler bunca şeyi? Kimden yetki alıyorlar, Ber-
nie?»
«Orasını henüz kesin olarak bilmiyorum, Bay
Martin. Ancak Beyaz Saray’da ve Adalet Bakanlı­
ğında çalışan adamlarımızın anlattıkları bir varsa­
yıma ulaşmama yetiyor. Bu listedeki adlara aykırı
düşmeyen bir varsayıma.»
Martin bir kez daha elini kaldırıp Tibbits’i sus-
Şirket/297
turdu. «Sen varsayımını açıklamadan ben bildiği­
mi açıklayayım. İkisi birbirine uyacak mı bakalım.
Cumhurbaşkanının bu işe kişisel bir ilgi gösterdiği,
amacının da haber sızmalarmı önlemek olduğu
söylenmişti bana. Oluyor mu?»
«Olmuyor. Amaç bölümünü oturtamadık; iyice
oturtamadık hiç değilse. Listedeki bazı kişilerin sı­
zan haberlerle hiç ilgileri yok. Ne var ki amacın tek
olması gerekmez. Bir de şunu deneyin.» Çatalını bı­
rakıp öne eğildi. «Diyelim ki gerçekten önemli bir
iki haber sızdı basma. Tessler da cumhurbaşkanı­
nın odasma girerek ortalığı ayağa kaldırdı. Emrin­
de çalışan insanların arasında, Dışişleri Bakanlı­
ğında belki de Savunma’da vatan hainleri bulun­
duğunu ileri sürdü. Bu adamlarm Times ve Post’la,
CBS televizyon şirketiyle - daha doğrusu oradaki
vatan hainleriyle - işbirliği yaptıklarını da söyler
tabii. Cumhurbaşkanıyla ikisi oturup ne yapılabi­
leceğini konuşurlar. Buraya kadar, söylediklerimin
doğruluğundan eminim. Sonra ne oldu? Anlaşıldı­
ğına göre cumhurbaşkanı bir düğmeye basarak El-
mer Morse’u apar topar oraya getirtti. Başka ne
yapabilirdi ki? Vatan hainleri söz konusu oldu mu
akla Morse gelir. Öyle değil mi?»
Simon Cappell, «Bok gelir!» diye homurdandı.
Tibbits, «Monckton, Tessler ve Morse baş başa
verip yarım saat konuşurlar,» diye sürdürdü. «Otuz
altı saat sonra, Cari Tessler’m yardımcısı General
Castle, Elmer Morse’u görmeye gider diyelim. Er­
tesi gün de Chesapeake and Potomac Telephone
şirketinin santrallarma ilk telefon dinleme aygıtla­
rı yerleştirilir. Dinlenen ilk sekiz telefonun sahip­
leri hep Beyaz Saray’ın adamları. Onlardan son­
ra altı gazeteci geliyor. Gazetecilerin ardından ya-
298/Şirket
zı işleri müdürleri. Sonra da yazıları birkaç gazete­
de birden yayımlanan politik fıkra yazarları. Üç
haftalık bir süre içinde izlenen yol bu.»
Martin, «Peki senin varsayımın nedir?» diye
sordu sabırsızca.
«Bana kalırsa Cumhurbaşkanıyla Tessler sızan
haberlerin kaynağını bulmak için önce kendi adam­
larının telefonlarını dinletmeye başladılar. Görevi
de Morse’a verip çok gizli iş görmesini söylediler.
Genel Savcıya bile anlatılmayacaktı bu girişim.
Tessler kimlerden başlanacağını General Castle’la
bildirmiştir Morse’a. Gelgelelim Monckton işi ora­
da bırakamadı bence. Bilirsiniz, basın dendi mi kı­
çına diken batmış gibi olur. Onun için listeyi bü­
yütmeye karar vermiştir. Başlangıçta, haberleri sız­
dıran kişiyle onu dinleyen kişiyi suçüstü yakalaya­
bileceğini ummuştu belki. Ne düşündüğünü bile­
mem. Ancak Morse’a emir verdiğini, sızan haberle­
ri kendi sütununda, kendi imzasıyla işleyen yazar­
ları da listeye aldırdığını sanıyorum. Ondan sonra­
ki adımın ne olduğunu kestirmek güç değil: Gaze­
tecilerin şefleri, patronları olan genel yönetmenler­
le yazı işleri müdürlerine gelmiştir sıra. Gerisini
uydurduğum bir gerçektir ama şöyle bir sonuca va­
rıyorum.» Bir an duraladıktan sonra heyecanla sür­
dürdü. «Dinlenen telefonlardan, basma sızan ha­
berlerle hiç ilgisi olmayan, ancak onlara çok ilginç
gelen şeyler öğrenmişlerdir. Ülkenin birçok yerinde
çıkan büyük gazetelerden birini düşünün. O gaze­
tenin genel yönetmeni ya da yazı işleri müdürü te­
lefonla ne olmadık haberler alır bilir misiniz? Kon­
gre üyeleriyle ilgili söylentiler, kimlerin alkolik ol­
duğu, kimlerin kiminle yatıp kalktığı hep telefon­
la verilen haberlerdir. Belki de önde gelen Cumhu-
Şirket/299
riyetçilerden biri Monckton’m arkasından olmadık
şeyler söylemiştir. Cumhurbaşkanının da, Morse’un
da öğrenmekten hoşlanacakları şeylerdir bunlar.
Onun için de politik fıkra yazarlarının, başka yazı
işleri müdürlerinin de kimlerle neler konuştukları­
nı öğrenmeye karar vermişlerdir bence. îşin aslını
kim bilebilir? Kimse bir şey öğrenemeyeceğine gö­
re neden yapmasınlar?»
Simon Cappell şaşırdığını belli eden bir sesle,
«Nasıl olur?» diye sordu. «Chesapeake and Poto-
mac Telephone şirketindekiler bilmiyorlar mı?»
«Hayır.» Tibbitts’in karşılık vermesine fırsat
bırakmadan araya girmişti Martin. «Bilen bir tek
kişi vardır orada da. FBI adına çalışanlardan biri.
Şirketin kıdemli ustalarmdandır ve FBI’ın adamı­
dır. Haklı mıyım, Bernie?»
«Haklısınız, efendim. Telefonlarm niçin dinlen­
diğini, emrin kimden geldiğini o da bilmez ayrıca.
Haa, bu arada söylemeyi unuttuğum bir şey daha
var. Fıkra yazarlarından birinin telefonunu dinle­
mekle yetinmemişler; çalışma odasına da mikrofon
yerleştirmişler adamın. Biri oraya girmiş ve odayı
güzelce donatmış.»
«Onu nasıl öğrendin?» Martin alacağı karşılık­
tan korkuyordu.
Tibbitts, kıs kıs gülerek, «iyi bildiniz,» diye
söylendi. «Ben de bizimkilerden birini oraya soktum,
sağa sola bir göz atmasını istedim. Mikrofonları
yerleştiren meslekten yetişme biriymiş ama arkada­
şın dediğine göre FBPın yaptığı işlere benzemiyor-
muş. Dahası, Şirket’in yöntemlerini anımsatıyor-
muş insana.»
Martin dik dik baktı Tibbitts’e. «Peki bunca
çabanın sonunda elde ettikleri neymiş?»
300/Şirket
Tibbitts başını iki yana salladı. «Doğrusunu is­
terseniz hiç bilmiyorum, Bay Martin. Araya girip
konuşmaları dinlemeden önce size danışayım de­
dim. Çünkü görünüşe bakılırsa cumhurbaşkanının
isteğiyle yapılıyor bunlar. İş belalı yani. Büyük Şef’-
in hatlarına el atmaya kendi başıma karar vere­
mezdim.» ■
Martin başını eğdi. «Ama yapabilirsin değil
mi?»
«Evet, efendim. Hiç anlaşılmayacak şekilde ya­
pabilirim sanıyorum. Ancak o zaman da başka so­
runlar çıkıyor ortaya. Böyle bir girişim yasalara ay­
kırı değil midir, Bay Martin?»
Martin parmağını listelerin üstüne vurarak
masayı gözledi ve düşündü. Görünüşe bakılırsa Ric-
hard Monckton’la Elmer Morse nazik yerlerini men­
geneye kıstırmışlardı. Mengeneyi iyice sıkıştırmak
da onun elindeydi. Tibbitts’in varsayımı doğrulanır­
sa, Martin bundan böyle ne CIA bütçesi için kaygı­
lanmak zorunda kalacaktı, ne Primula Raporu için,
ne de boşanma davasından ötürü. FBI’m onların
yetki alanlarına girmesi önlenebilir, Arnie Pittman
da yok olabilirdi. Beyaz Saray’la FBI’ırı yarattığı
sorunların dikkatle, birer birer çözümlenemeyeceği­
ni biliyordu Martin. Ona gerekli olan böyle bir vur­
gundu; sorunları kökünden çözecek, hepsine pes de­
dirtecek bir karşı-saldırı.
Başını kaldırıp Tibbitts’e baktı. «Az önce cum­
hurbaşkanının bu işe karışmış olduğunu ileri sür­
dün. Onu nereden biliyorsun?»
«Kesin bir kanıt yok ama bütün belirtiler bu­
nu gösteriyor, Bay Martin. Beyaz Saray görevlile­
riyle basm-yaym organlarının telefonlarını dinlet­
meye Elmer Morse kendi başına karar veremez. O
Şirket/301
her zaman kendi durumunu sağlama bağlar. Emir
kimden gelmiş olabilir öyleyse? Genel Savcı’dan
gelmediğini hemen hemen kesin olarak biliyoruz.
Onun bürosunda çalışan adamımız işini bilir, gü­
venilir bir arkadaştır. Geriye kim kalıyor? Ya Tes­
sler, ya da cumhurbaşkanı. Tessler’ı siz tanırsınız,
ben tanımam. Ancak onun da cumhurbaşkanının
onayını almadan Morse’u bu kadar önemli bir işe
koşturacağını hiç sanmam. U.G.K.’de bizim adımı­
za çalışan arkadaş, cumhurbaşkanıyla Tessler’m bu
konuyu konuştuklarına çok emin. îlk listeyi Mor­
se’a götüren kişinin General Castle olduğunu da bi­
liyor. Castle’m emir subayından öğrenmiş bunu. Öy­
leyse ya Tessler kendi başına hareket ediyor, yahut
cumhurbaşkanıyla birlikte. Cumhurbaşkanının onu
desteklediğini bilmese, Tessler kendi adamlarının,
basm-yayın organlarının telefonlannı dinlettirmeyi
göze alabilir mi sizce?»
Martin kelimelerini özenle seçerek, «Ne demek
istediğini anlıyorum, Bernie,» diye başladı. «Yine
de cumhurbaşkanının bu işten habersiz olabilece­
ğini göz önünde tutmalıyız. Bence bu noktadan yo­
la çıkıp çalışmalarımızı genişletmeliyiz.»
Simon Cappell inanmaz bakışlarla bakıyordu.
Bernie Tibbitts de yutmamıştı Martin’in söyledik­
lerini.
«Ben cumhurbaşkanının bu işe karıştığını ka­
bul edemiyorum, baylar,» dedi Martin. «Morse’u
böyle bir çılgınlığa sürükleyeceğine inanmış deği­
lim. Onun için cumhurbaşkanına karşı olan göre­
vimiz bu işin temeline inmemizi gerektiriyor. Yasal
yetki sorunu seni hiç kaygılandırmasın, Bernie. CIA
başkanı, gizlilik dereceleri - ve sırlar - sisteminin
tehlikeye düşmesini önlemek yetkisine sahiptir.
302/Şirket
Senden istenen şeyin benim yetki alanımın içine
girdiğine eminim.»
«Evet, Bay Martin, ne dediğinizi anlıyorum
ama, açıkça söylemek gerekirse, inanmakta güçlük
çekiyorum.» Endişeliydi Tibbitts. «Belki haklısınız;
belki de cumhurbaşkanı bu konuda hiç bir şey bil­
miyor. Gerekli kanıtları elde eder de ona bildirirsek
hepimize madalya verirler belki. Ancak izninizle
şunu söyleyeyim ki bence olanları o da biliyor. Ve
bu operasyonu tasarlayan oysa, siz de bana cum­
hurbaşkanının operasyonuna el koymamı emreder­
seniz... Yakalanırsak akbabalar yirmi yıl leşimizi
gagalayacaktır.»
Simon Cappell başını sallayarak bu sözleri
onayladı. «Daha büyük bir tehlike de var, efendim.
Birisi, cumhurbaşkanının değilse bile, Beyaz Saray’­
ın emriyle başlatılan ve başka bir haberalma örgü­
tünün yürüttüğü çalışmaya burnumuzu soktuğu­
muzu haber alırsa bütün Şirket suçlanacaktır. Bu
işin tehlikesi çok büyük.»
Martin, «Sizi anlıyorum,» dedi sertçe. «Tehlike­
yi nasıl azaltabileceğimizi düşünelim, Bernie. Sanı­
yorum sen de bu konuda kafa yormuşsundur. Dü­
şüncelerini bilmek isterim. Ancak önce amacımızı
iyice belirleyelim. Benim istediğim, dinlenen konuş­
maların içeriğini öğrenmek, kayıtları elde etmek
değil. İşi kimin yaptığını, nasıl ve kimin emriyle
yaptığını bilmek istiyorum yalnızca. Bunu kanıtla­
mak istiyorum. Bunu sağlayıp tehlikeyi en alçak
düzeyde tutmanın yolları nedir, Bernie?»
«Sanırım...» Bernie gırtlağını temizleyip yeni­
den başladı. «Federal Soruşturma Bürosu’nun Che­
sapeake and Potomac Telephone şirketinin santral-
larında neler yaptığını kanıtlayabiliriz tabii. Ancak
Şirket/303
ben Büro’nun bu işleri nasıl yaptığını da bilirim.
FBI’m üçüncü derecedeki memurlarından başka hiç
kimsenin olaya bulaşmış olduğunu kanıtlayanlayız.
Morse’un emir verdiğini, hatta olaydan haberi ol­
duğunu bile gösteremeyiz.»
«Yani?»
«Yani kanıt bulacaksak onlardan bir adım önde
gidip harekete geçmelerini beklemeliyiz.»
«Ne demek istiyorsun?»
«Görünüşe bakılırsa bu listeler her gün biraz
daha büyüyor. Burada duracaklarını sanmıyorum.
Yapılacak şey bundan sonra kimin evine mikrofon
yerleştirebileceklerini tasarlayıp onlardan önce ora­
da bulunmak.»
Simon aynı kamda olmadığını göstermek için
başını iki yana salladı. «Öyle yapsan eline geçen ne
olacak sanki? Birinin yatak odasının camını açan
bir FBI ekibinin resimleri. Bu ne işe yarar?»
Tibbits arkasına yaslandı, tatlı tabağını itip
kahve fincanını önüne çekti. «Bence elde edeceği­
miz şey o kadar değil, Simon. Daha önce de söyle­
diğim gibi, mikrofonu yerleştirilen yere girenler
FBI’ın adamlarına benzemiyorlar. O gazetecinin bü­
rosuna başka birisi girmişti. Kim olduğunu, kimden
para aldığını, onu görevlendirenin kimliğini bilirsek
izlenecek yolu daha iyi anlarız. Gelgelelim bu herif
çok dikkatli. Ne parmak izi bırakmış, ne de başka
bir ipucu. Olayın üstünden zaman da geçti tabü.
Bu herifi görmek istiyorsak ondan bir adım önde
gitmek zorundayız.»
Martin garsonun dolaştırdığı gümüş tepsiden
bir bardak konyak aldı, adamın çıkmasını bekledik­
ten sonra sordu: «Bir elektronik uzmanı bulmak
için neden Büro’nun dışına çıktıklarını hiç düşün-
304/Şirket
dünüz mü? Neden Morse’un adamlarından birini
kullanmasınlar?»
Tibbitts omuzlarını kaldırdı. «Bilemem. Mor­
se’a yüzde yüz güvenmiyorlar belki. Telefon şirke­
tindeki çalışma sıradan bir iş ama siyah çantala­
rın gazetecilerin bürolarına girmesi ihtiyar Elmer
Morse için bile olağanüstü bir görev. Yapamam de­
miştir belki; belki de ondan böyle bir şey istemeye
çekindiler. Morse, Tessler’in emriyle öyle bir iş yap­
sa, eline profesöre karşı korkunç bir koz geçirmiş
demektir. Ya da cumhurbaşkanına karşı.»
«Hımm.» Martin’in ne demek istediği pek belli
değildi. «Peki, birinin evine gireceği varsayılan bu
herifi - adına karmanyolacı diyeceğim - nasıl tuza­
ğa düşürebilirsin?»
Tibbitts ön çalışmalara yeterince zaman ayır­
mıştı; kendinden emin bir tavırla açıkladı. «Plan­
lama Bölümü’nün dairesi ön tahmin ve olasılık ko­
nularında epey deney yaptı. Olayın nasıl geliştiğini
bildirirsek, T dairesinin bilgisayarları ona göre prog­
ramlanabilir ve bize kaba bir ön tahmin verebilir.
Bilgisayarlardan elde ettiğimiz sonuçları ele alıp bi­
raz da mantık yürütürsek... Yanılmamız olanaksız­
dır demiyorum. Bence yine gazetecilere yönelecek­
lerdir; belki de devlet memurlarına. Gerçek amaç­
larını, oiaym kesin şemasını göremiyorum henüz.
Bilgisayarlar o bakımdan çok yardımcı olabilir bi­
ze.»
Martin, «Böyle bir ön tahmin elde etmek ne ka­
dar sürer?» diye sürdü.
«Sanırım bir iki gün sürer. Bu işi yapacaksak,
T dairesinden, Merrill Lynch’le çalışacak birini al­
mak zorunda kalacağım.»
Cappell, «Ve bu işi ne kadar çok insan öğrenir-
Şirket/305
se yaptıklarımızın dışarı sızma olasılığı o kadar bü­
yür,» diye söylendi.
«Bizden biri dışarı bilgi mi sızdıracak yani?»
Martin kulaklarına inanamıyordu.
Simon, evet dercesine başını eğdi. «Unutmayın
ki bu kez cumhurbaşkanına karşı bir çalışmaya so­
kuyoruz adamları. Çelişkili bir durum yaratıyoruz.
Bana kalırsa, pek çok kişi her zamanki gizlilik ku­
rallarının bu işte geçerli olamayacağına karar ve­
rir.»
«Dur bir dakika!» Martin heyecanlanmıştı. «Şu
anda bildiğimiz kadarıyla, cumhurbaşkanına karşı
bir işe girmiş değiliz. Allah kahretsin, Tessler’la
Morse’un cumhurbaşkanına zarar verecek çalışma­
lar yaptıkları da düşünülebilir pekâlâ. Onların suç­
lu olduklarını ileri sürüyorum ben. Cumhurbaşkanı
Monckton’a karşı olmaktan söz edilmesin bir daha.
Biz şu noktadan yola çıkıyoruz: Çok çirkin bir ola­
yın gerisindeki gerçekleri ortaya çıkarmakla, cum­
hurbaşkanının çıkarlarına hizmet ediyoruz. Öbür
türlü düşünen, öyle bir soru soranlar çıkarsa he­
men bilmeliyim. Gereğince iş bölümü yapılırsa kim­
senin bir şey sormasına da fırsat verilmemiş olur.
Olayın bütün yönlerini bizim üçümüzden başka
kimsenin bilmesi gerekli değil. Anlaşıldı mı?» Önce
Tibbitts’e baktı, sonra da Cappell’e.
İki genç, «Evet, efendim,» diye mırıldandılar
usulca.
«Pekâlâ, Bernie, şu bilgisayar tahminlerini çı­
kartmaya bak öyleyse. O arada telefon şirketinde
yeni bir şey olursa gözden kaçırmazsm sanırım.»
«Tabii, efendim.» Tibbitts ayağa kalkıp dosya­
larını topladı. «Yemek için teşekkür ederim. Yarın
değilse öbür gün bir daha ararım sizi.»
306/Şirket
Cumartesi günü ikinci kez buluştuklannda CIA
başkanmın konferans salonunda toplandılar. Bilgi­
sayarlardan çıkan uzun, enli kâğıtları rahatça ya­
yıp inceleyebilecekleri bir masa gerekliydi çünkü.
Tibbitts önce kısa bir belge tutuşturdu Martin’-
in eline, ardından da dört büyük bilgisayar kâğıdını
masanın üstüne serdi.

İncelemenin Özeti
Gözaltında bulundurulan onbir Beyaz
Saray görevlisi, altı gazeteci, iki Dışişleri
memuru ve iki fıkra yazarı arasında belirli
bir bağıntı bulunamamıştır. Ancak listede
adı geçen bütün devlet memurları gizli bel­
geleri incelemek yetkisine sahip, bütün ga­
zeteciler, yazarlar ve yönetmenler politik
haberlerin yayınıyla görevlidirler.
Listedeki adların incelenmesi sonucu,
bilgisayarlar dört değişik amaç güdülebile-
ceği olasılığını ortaya koymuştur.

Program No. 1 Ulusal Güvenlik.


Amaç: Ulusal güvenlikle ilgili sırlan kimin kime
ulaştırdığının saptanması.
Kaynak sınıflar: Gizli belgeleri ellerin­
de bulunduran bütün devlet görevlileri. Bu
sınıfın kapsamını küçültmek olanaksızdır;
çünkü listelerde adı geçen bazı devlet görev­
lileri basma sızan ve bu programda incelen­
mesi öngörülen gizli belgeleri elde edecek
mevkilerde değildirler.
Bilgileri alacak olan sınıflar: Bütün gazete­
ciler. Sınıfların büyüklüğünden ötürü liste
eklenmemiştir.
Program No. 2 Politika
Amaç: Seçimleri, Temsilciler Meclisi çalışmalarını
ya da başka politik olayları etkileyebilecek
olan ve başka türlü elde edilemeyen bilgi­
lerin toplanması.
Bilgi kaynağı sınıfları: Listede adı geçen bü­
tün gazeteciler politik konulara eğilmekte­
dirler. Zaman ilerledikçe, değişen bir husus
dikkati çekmektedir: Listeye son katılan
gazeteciler daha çok iç politikayla ilgilen­
mektedirler. Oysa ilk ele almanlar harici­
ye, savumna ve dış ilişkiler uzmanlarıdır.
Listeye en son katılan ve yazılan her gün
yüzlerce gazetede birden çıkan iki yazar, her
şeyden çok federal politika konusunu işler­
ler.
Dinlenen telefonlardan elde edilen bil­
ginin büyük bir bölümü de politikayla ve
federal hükümetle ilgilidir.

Program No. 3 Şantaj


Amaç: Sıkıcı gerçeklerin açıklanmamasının karşı­
lığı olarak belli davranışlarda bulunulması­
nı sağlamak ya da para sızdırmak.
Dinlenen konuşmaların küçük bir bö­
lümü duygusal / cinsel konularla ilgilidir.
Öbür konuların arasında şunlar sayılabilir:
Para sorunları, uyuşturucu madde kullanıl­
ması, tasarlanan iş değişiklikleri, aldatılan
kişiler. Utanç verici sırların öğrenilmesiy­
le, kurbanlardan belli davranışlarda ve ey­
lemlerde bulunmaları ya da para ödemeleri
istenebilir.
Kurban sınıfı: Şantajcının şantaja başvur­
ması için, hem kurbanın gizlemek istediği
308/Şirket
bir husus olduğunu, hem de şantajcının çı­
karlarına uygun düşecek bir eylemde bulu­
nabileceğini bilmesi gerekir. İleride izlenme­
si olası görülen kişiler listesine (liste No. 3)
yalnızca a) yarıçayı 45 kilometre olan bir
dairenin içinde çalışan yahut yaşayan, b)
veri-bulgu-çıkarma-sistemiyle edinilen bilgi­
lere göre, şantaja hedef olabilecek özellikle­
ri bulunan devlet memurlarıyla gazetecile­
rin adları alınmıştır.

Program No. 4 Erken Uyarı


Amaç: İzlenen kişilerce bilinen ve ileride olacağı
sanılan önemli olaylar hakkında erken bil­
gi edinmek. Bu kişilerin özel kaynaklardan
öğrendikleri bazı bilgileri elde etmek, kazanç
sağlar ya da zararı azaltır. Bak. 1 ve 2 nu­
maralı programlar.
İzlenen kişilerin hepsi ileride olacak de­
ğişik şeyler hakkında bilgi sahibidirler. An­
cak aralarmda herhangi bir bağıntı yoktur.
Hepsinin aynı bilgiye hatta aynı tür bilgiye
sahip oldukları bile söylenemez.

Martin bilgisayar sonuçlarını gösteren geniş


kâğıtları birkaç dakika gözden geçirdikten sonra
sordu: «İleride izlenmesi olası görülen kişiler liste­
sinde kaç kişinin adı var?»
«Toplam olarak yüzyirmi yedi. Bazılarının adı
her üç listede de geçiyor. Kırk beşi devlet memu­
ru, altmış beşi basın yaym işlerinin bir dalında ça­
lışıyor, geri kalanlar karışık. Hepsi de Washington’-
dan en fazla kırk beş kilometre uzakta.»
Martin ayağa kalkarak masanın bir ucundan
Şirket/309
öbürüne yürüdü. Parmağını bilgisayar listelerinin
üstünde gezdiriyordu yürürken. «Bilgisayarlardan
alman sonuçlara baktıktan sonra Merrill Lynch
varsayımı hakkında ne söyleyebilirsin, Bemie? Po­
litik amaçlar için yine gazetecilere mi çengel ata­
caklardır dersin?»
«Evet, efendim. Bence öyle. Şu ulusal güvenlik
listesine bakın bir kere. Bir numaralı liste... şu­
rada işte. Gerçi bilgisayar dinlenen bütün telefon­
ların ulusal güvenlikle bağıntılı olmadığını gösteri­
yor ama tek amaç ulusal güvenliktir ona göre, hesap
yap denirse öyle uzun bir liste veriyor ki ha onu
kullanmışsınız, ha Gazeteciler Derneğinin üye lis­
tesini. Politik Amaç listesi çok daha akla yakın, sa­
yı bakımından da çok daha elverişli. Olasılık hesap­
larına göre önde gelen adlar altı yazara ait. Bun­
ların içinde en akla yakın olanı da... Arthur Per-
rine.»
Martin yerine oturdu, elini yüzünde gezdirerek
Simon Cappell’e baktı. «Sen ne diyorsun?»
«Eleme yoluyla düşünürsem ben de aynı ka­
nıya varıyorum, efendim. Bunu yaptıran her kimse
büyük bir tehlikeye atılıyor. Basın, telefonlarının
dinlendiğini, odalarına mikrofon yerleştirildiğini ha­
ber alırsa, bunu yaptıran kişi her kim olursa olsun,
Amerikan gazeteciliğinin hışmma uğrayacaktır. Ti-
mes’m ve Post’un gözdesi haline gelen Cari Tessler
bile... O bile böyle bir şey yaparsa mahvolur. Tehli­
keyi göze aldıran büyük ödül nedir öyleyse? Erken
uyarı olamaz herhalde. Bence şantaj da hiç akla
yakın değil. Şantajcı yaptığı işin meyvelerini top­
lamak için ne yaptığını açıklamak zorunda kala­
caktır. O zaman da kurbanlarından çok daha güç
duruma düşer; eline hiç bir şey geçmez. Öyleyse ya
310/Şirket
Ulusal Güvenlik olmalı ya da Politika. Ve bundan
önce yapılanlara bakılırsa, tıpatıp oturan tek açık­
lama Politika.»
Martin başını salladı. «Bence de öyle. Şimdi iki
numaralı listeye bakalım da bundan sonra kime
kanca takacaklarını kestirmeye çalışalım.»
Listedeki altı yazardan ikisi ilk adımda elen­
di. Onlar Monckton’m adamları sayılırlardı zaten;
bildikleri herhangi bir şeyi hemen açıklarlardı Be­
yaz Saray’a. Politik konularda bilgi edineceğiz di­
ye telefonlarının dinlenmesi ya da odalarına mik­
rofon yerleştirilmesi tamamen gereksizdi.
Tibbitts, «Listedeki en önemli kişi Arthur Per-
rine,» diye söylendi. «Bütün dikkatimizi tek bir he­
defe yönelteceksek ben onun çalışma odasını göz­
den kaçırmayalım derim.»
Cappell, «Kampanya sırasında o da Monck-
ton’ı desteklemiyor muydu?» diye sordu ağır ağır.
«Evet ama az önce listeden attığımız Maestra-
no’yla Pulaski’ye benzemez o; Monckton’m uşağı
değildir. Haber haberdir der, gerekirse Beyaz Sa-
ray’dakileri yerin dibine batırır. Üstelik eşsiz haber
kaynakları vardır onun; Beyaz Saray’dakilerin hiç
bilmedikleri kaynaklar. Bana kalırsa, daha önce te­
lefonları dinlenen öbür iki fıkra yazarından çok da­
ha iyi bir politika yazarıdır.» Gülümsüyordu Mar­
tin. «Bu işi ben yapsaydım önce ondan başlardım.»
Tibbitts sinirli bir havayla öksürüp gırtlağını
temizledi. «Tamam mı öyleyse? Karar verdik mi?»
Konferans salonunun kapısı açılmış, Martin’in
sekreteri eşikte belirmişti. «Özür dilerim, efendim.
Cari Duncan sizi arıyor Beyaz Saray’dan. Cumhur­
başkanından bir haber iletecekmiş.»
Martin ellerini açtı, yerinden kalkıp uzun salo-
Şirket¡311
nun ucundaki pencereye yürüdü. Geniş pervazda
duran beyaz telefonun almacını kulağına dayadı.
Telefonun kadranının ortasında, Beyaz Saray’ın
güneye bakan cephesini gösteren bir resim vardı.
«Merhaba, Cari. Ben Bili Martin. Nasılsın?»
«İyiyim, Bili. Toplantıda olduğunu biliyorum;
sözü uzatmayacağım. İşine engel olduysam kusura
bakma. Geçen gün cumhurbaşkanıyla konuşuyor­
dum. Bazı belgelerin gizlilik derecesini değiştirmeye
karar verdiğini söyledi. Artık tarihin bir parçası sa­
yılan bazı belgelerle dosyaların açıklanmasını isti­
yor. Bu işin nasıl ele alınması gerektiğini inceledik.
Bu sabah sonuçları ona gösterdim.»
«Söz konusu belgelerin içinde CIA dosyaları da
varsa bana danışmadan karar vermemenizi rica ede­
rim.» İkirciklenmişti Martin. «Olmayacak şeyleri
açıklamaya kalkarsanız yabancı ülkelerde görev ya­
pan birçok adamımızın canını tehlikeye atarsınız.»
«Onu biliyorum, Bili. Cumhurbaşkanı da bili­
yor. Herhangi bir dosya gizli sayılmaktan çıkacaksa
sana da, Elmer Morse’a da, öbür ilgililere de danışa­
cağız. Yine de neyin açıklanacağına en sonunda
cumhurbaşkanı karar verecektir tabii. Hiç merak
etme, o da gerçekten gizli kalması gereken şeyleri
açıklayacak değildir elbette.»
«Elbette, Cari.» Martin anlamsız bir sesle ko­
nuşmaya özen gösteriyordu. «Nasıl başlayacakmış
bu işe?»
«Gelecek hafta içinde gözden geçirmek istediği
dosyaların uzun bir listesi var önümde. Olabilirse
bu hafta sonunda onları senden almamı istedi. Hep­
sine bakacak, gizlilik derecesini değiştirmek istedik­
lerini işaretleyecek, sonra da onunla aym görüşte
312/Şirket
olmayanlarla konuşacak. O kişi sen de olabilirsin,
bir başkası da.»
«Eski dosyaları arşivlerden çıkarmak zorunda
kalacağız,» dedi Martin. «O da epey zaman alır.
Önünde liste varsa neler istediğini bir oku da ne
kadar zamanda hazırlayabileceğimizi düşüneyim.»
Duncan kendisinden isteneni yaparak konulan
hızlı hızlı okumaya başladı. Primula Raporu listede­
ki üçüncü sırayı alıyordu. Toplam olarak otuz be­
şe yakın dosya istiyordu cumhurbaşkanı. Duncan,
«Sayarken çok gibi geliyor,» diye bitirdi. «Ancak
bana söylediklerine göre hepsi iki portakal kasasına
sığarmış.»
«Yaa? Onu kim söyledi?»
Cumhurbaşkanını yardımcısı, «Aklımdan çık­
tı,» diye mırıldandı çabucak.
Martin, şakacı bir havayla, «Doğrusunu ister­
sen öyle bir şeyi ben bile kesin olarak söyleyemem,»
dedi. «En iyisi sen o listeyi bize gönder bu gün. İs­
tediklerinizi pazartesiden önce hazırlayabileceğimi-
zi sanmıyorum. Belki pazartesiye de yetişmez. Say­
dığın şeylerin bazıları çok eski dosyalar. Elindeki lis­
te ne kadar? İki sayfa falan mı?»
«Aşağı yukarı iki buçuk sayfa.»
«Peki. Sen yolla, ben adamlarımı hemen işe ko­
şarım.» Martin telefonu kapadı, yüzünü odadakile-
re dönmeden birkaç saniye öylece durdu. Duncan’-
la konuştuktan sonra yapüması gereken şeyi açık­
ça görmüştü. «Evet, Bernie,» dedi. «Sıranın Arthur
Perrine’de olduğunu kabul edip o noktadan yola çı­
kacağız. Cumhurbaşkanının bu işe bulaşmış olma­
sından korkmana da gerek yok. Yeni yeni şeyler
öğrendikçe bu konudaki inancım büsbütün güçle-
Şirket/313
niyor. Eminim ki bir gün bu yaptıklarından ötürü
sana teşekkür edecekler.»
«Sağolun, Bay Martin. Çekingen davrandığım
için bağışlayın beni. Bu büyük oyunlara ilk kez ka­
tılıyorum da!»
«Anlıyorum, Bemie,» dedi Martin. «Senden ha­
ber bekliyeceğim.»
Tibbitts bilgisayar kâğıtlarıyla dosyalarını top­
layıp dışarı çıkınca Martin de yardımcısına döndü.
«Cari Duncan cumhurbaşkanının istediği bazı dos­
yaların listesini gönderiyor, Simon. Listeyi gözden
geçir, Curry yönetiminden önceki yıllara ait olan
her şeyin birer kopyasını çıkar. Evrakı elinden gel­
diği kadar çabuk hazırla ve bana bildir. Curry’nin
ve Anderson’ın yönetimine rastlayan yıllarla ilgili
dosyalara hiç el sürme. O yıllarla ilgili hiç bir ça­
lışma yapma. Anlaşıldı mı?»
«Evet, efendim.»
«Tuhaf ve ölümcül bir yarışa girdik, evlat. Bay
Duncan’ın istediği dosyaların çok, ama çok yavaş
bulunmalarını sağlamalısın. Merrill Lynch, Pierce,
Fenner ve Tibbitts şirketinin de çabuk ama çok ça­
buk kâra geçmesini!»
14

Dışarıdan bakanlar, Merkezî Haberalma Örgü-


tü’nü koskocaman, sapsağlam bir ta§, ıbir kaya gi­
bi görürler. Oysa Şirket’in mikroskop altına konabi­
lecek bir kesiti çıkarılabilse, bakan gözler, birbirle­
rinden kesin kurallar, işlemler ve denetim sistemle­
riyle ayrılan, bal peteklerini anımsatan hücreler,
bölümler, daireler görürlerdi. CIA’yı barındıran ya­
pılar bile, bir görevlinin girip çıkma yetkisi olan
yerlerden uzaklaşıp istenmediği yerlere, başkaları­
nın bölgesi olan yerlere girmesini önleyecek biçimde
yapılmıştır. Langley’deki kampüste çalışan kişilerin
birbirlerine kolaylıkla telefon edemedikleri de ya­
lan değildir; Şirket’in bütün iç hatlarını ve numa­
ralarını gösteren hiç bir telefon rehberi yoktur. Baş­
ka devlet dairelerinde söylenen sözler, bilgi alışve­
rişini, işbirliği yapılmasını öğütleyen sözler hiç du­
yulmaz orada. Şirket’te çalışanların birbirlerine da­
nışmaları, karışmaları, sorunları paylaşmaları hiç
istenmeyen bir şeydir.
Arnie Pittman da karmaşık bir ‘bölümlendir-
Şirket/315
me’ sisteminin kurbanı olmuştu; CIA başkan yar­
dımcısına ambargo konmuştu basbayağı. CIA’daki-
ler, Pittman’m yedinci kata bir saksı gibi yerleşti­
rildiğini, onun Beyaz Saray’ın adamı olduğunu he­
men anlamışlardı. Düşman sayılırdı Pittman. Baş­
kanın ya da Simon Cappell’in onayı alınmadan ona
hiç bir şey söylenmemeli, hiç bir şey gösterilmeme-
liydi. Arnie Pittman’a son derece bağlı görünen ye­
ni özel sekreter Sid Lindsey de şefinin kimi gördü­
ğünü, ne yazıp ne okuduğunu her akşam hiç aksat­
madan rapor ediyordu Cappell’e. Pittman orada bu­
lunmadığı zaman da bekçilik yapıyordu sekreter.
Pittman’m süslü bürosu kutu içinde kutuydu;
ve CIA başkan yardımcısı, William Martin’in neler
yaptığını hiç bilmezdi.
Geç saatlara kadar çalıştığı da görülmezdi pek.
Öğleden sonra dört sularında, sabah gazetesinin
bütün sayfalarını yerli yerine yerleştirmeye özen
göstererek katlar ve o günün Post’unu ‘yaküması
gereken evrak’ kutusuna koyardı. Sonra da palto­
sunu sırtına geçirir, boş James Bond çantasını şak­
latarak kapatır, tam bir denizci yürüyüşle asansöre
yönelirdi. Akşam gazetesi, görkemli arabasının arka
kanepesinde hazır beklerdi onu.
Bir öğleden sonra Arnie Pittman yedinci katta­
ki bürosundan aşağı tek başına yolculuk ederken,
cumhurbaşkanının İç İşler Yardımcısı Cari Duncan
da ondan elli metre uzakta, CIA başkanıyla giriştiği
sinir bozucu, sürekli tartışmanın kırkıncı dakika­
sındaydı.
«Beni anla, Bili,» diyordu Duncan. «Cumhur­
başkanı bu dosyaları ona götüreyim diye başımın
etini yiyor biliyorsun. Ben Beyaz Saray’a dönüp de
CIA’nm o belgeleri bulması iki hafta sürecek de-
316/Şirket
mem. Diyemem! Öyle olabileceğine ben de inanmı­
yorum, o da inanmaz. Sen öyledir diyorsan benimle
dalga geçiyorsun.»
«Ben öyledir demiyorum, Cari. Listeyi birlikte
gözden geçirdik, sana bu hafta sonuna kadar hazır
edebileceğim dosyaları gösterdim. Gelgelelim öbür­
lerinin arasında öyle şeyler var ki el sürülmesi bile
tehlikeli olabilir. Bu haberalma örgütünün başkanı
olarak bazı sorumluluklarım var benim. Dosyalarm
topunu birden çıkarıp gönderirsem CIA’nın şu anda
yürüttüğü bazı operasyonlar suya düşer. Birçok in­
san da ölebilir. Böyle bir şey yapamam. Yapmaya­
cağım ! »
«Öyle bir şey yapmanı ne ben isterim ne de
cumhurbaşkanı.» Duncan da öfkelenmeye başlıyor­
du.
«Eh, o zaman bu dosyalarm kopyaları çıkarılıp
dışarı götürülmeden önce bazılarını kendi başıma
incelemek istemek de benim hakkımdır. Şunu ele
alalım sözgelimi. İkinci sayfadaki konuların üçün-
cüsü. Şu anda Hindistan’da yüz tane ajanımız çalı­
şıyor. Cumhurbaşkanı Keşmir dosyasmı istemiş. O
dosya Hindistan parlamentosunda, hükümetinde,
Hint basmmda görevli olan bazı adamlarımızın ad­
larını açıklıyor. Kim görecek bu dosyayı? Beyaz Sa­
ray’da öyle hergeleler var ki o bilgileri elde etmele­
rini hiç istemem. Güvenmiyorum onlara.»
Duncan işaret parmağıyla listeyi delecekti az
kalsın. «Allah kahretsin, cumhurbaşkanı istiyor
bunları! Başka kime göstereceğini kendisi bilir. An­
cak benim anladığıma göre her şeyi o gözden ge­
çirecek bir kere. Vatan sırlarını kime açıklayıp ki­
me açıklamayacağına karar vermek de ona düşer.
Sana değil!»
Şirket/317
«Tamam, Cari, anladık. Yalnız ben bu listede­
ki bazı şeyleri Monckton’la özel olarak konuşmak
istiyorum.» Sesini yükseltmeden konuşmaya özen
gösterdi. O anda cumhurbaşkanıyla kapışmaya ha­
zır değildi. «Sen bunları götür şimdilik. Bak, yalnız
Lübnan dosyasının kalınlığı on beş santimi bulu­
yor. Ona baksın, sonra, beni ne zaman kabul edebi­
lirse, öbür dosyalar hakkmdaki kaygılarımı kendi­
sine açıklarım. Öyle yapsak nasıl olur.»
Duncan’m sesi sertti. «Senin söylediğin şu an­
lama geliyor,» dedi. «Cumhurbaşkanı Asya’daki sa­
vaşla, Rio de Muerte’yle, Macaristan’daki ayaklan­
mayla, daha bilmem neyle ilgili yirmi kadar resmî
belge istiyor, sen de onun sağduyusuna, kafasına gü-
venemediğini, dosyaları veremeyeceğini bildiriyor­
sun. Ama konuyu kendisiyle konuşmaya hazırsm.
Tamam mı?»
Martin, «Beni dinle,» diye söylendi huysuzca.
«Benim de bazı insanlara karşı sorumluluklarım
var. Bu belgeler yanlış kişilerin eline geçerse hayat­
larını kaybedecek olan insanları düşünmek zorun­
dayım. Cumhurbaşkanı bazı konularda bilgi istedi­
ğini kendi ağzıyla söylerse o bilgiler kendisine sunu­
lacaktır. Her zaman! Ama bizim dosyalarımız yar­
dımcılarının eline geçer ve ondan ona dolaştığı için
adamlarımızın hayatıyla giriştiğimiz operasyonlar
tehlikeye düşerse... Böyle bir durum doğacaksa si­
ze olmaz demek zorundayım. Kaygılarımı cumhur­
başkanına bu şekilde bildirmeni rica ederim. Ken­
disini görebilsem aynı şeyleri ben anlatmak ister­
dim ama bana öyle geliyor o beni görmek istemiyor.
Asla görmek istemiyor!»
Duncan, buz gibi bir sesle konuşarak, «Sanırım
senin için bir randevu alabilirim,» diye söylendi.
318/Şirket
«Biri seni arayacaktır mutlaka. Hem de çok kısa
zamanda.» Yerinden kalktı, el sıkışmadan odadan
çıktı. Onu arabasından alıp Martin’in odasına ka­
dar getiren genç CIA ajanı yine kapıda bekliyordu.
Birinci kattaki mermer antreye varıncaya kadar
arkadaşlık edecekti konuğa.
Duncan büyük kapıdan çıkarken Simon Cap-
pell de yan kapıdan geçip şefinin odasına girmişti.
«Nasıl gitti?» diye sordu.
Martin gergindi. «Düşündüğüm gibi gitti.» Bir
sigara yaktı. «Aslında ona verdiğim dosyaları bile
alabileceğini ummuyordu ya! Gelgelelim bu namus­
suz başladığı işin peşini bırakmaz.»
«Başladığı işin peşini bırakmayan Duncan mı,
yoksa patronu mu acaba?»
«Evet, sen haklısın. Baskı yukarıdan geliyor ta­
bii. Duncan cumhurbaşkanmm el ulağı olmaktan
öteye geçemez. Rio de Muerte, Macaristan, Kore sa­
vaşı falan filan dosyalarını teslim etmediğim için
Monckton beni çağırıp bir güzel azarlayacaktır sa­
nırım. Evet, bizi iyice sıkıştıracaklar artık.» Sigara­
sını tablaya bastırdı. «Oraya gittiğim zaman kendi­
mi savunabilecek durumda olmalıyım, Simon. Onun
istediği dosyaları niçin veremediğimizi, bu dosyala­
rın gizlilik derecesini değiştirmenin neden sakınca­
lı olacağını açıklayan ayrıntılı bir yazı hazırla ba­
na. Daha doğrusu her dosya için ayrı bir yazı ha­
zırla. Evraklarımızı niçin kimseye gösteremeyeceği­
mizi anlatmaya çalışalım.»
Simon, «O dosyaları hiç kimsenin göremeye­
ceğini mi savunuyoruz?» diye sordu. «Monckton’m
bile göremeyeceğini ha?»
«Biliyorum,» dedi Martin. «Cumhurbaşkanına
siz bunlara bakamazsmız denmez. Ama onca şeyi
Şirket/319
Monckton’m kendi başına okuyamayacağını da bi­
liyorum ben! Sevgili dostumuz Cari Duncan da oku­
mayacak. Belgeler T.T. Tallford’la öbür cellatların
eline geçecek. Onu ben de biliyorum, sen de bili­
yorsun, Monckton da biliyor. Belgeleri politik amaç­
larını gerçekleştirmek için inceleyecekler. Bu ara­
da adamlarımızdan kaçının hayatını tehlikeye at­
tıklarını hiç düşünmeyecekler.»
Cappell, «İstediğiniz yazıların taslakları hazır,»
dedi. «O dosyaların gizli kalmalarını gerektiren ge­
çerli nedenler var. İyi bir savunma hazırlayabilirim
size. Cari Tessler da Monckton’a bir iki söz söyle­
se yararı dokunmaz mı?»
Martin duyduklarına inanamazmış gibi bakı­
yordu Cappell’e. «Tessler’m böyle bir konuda cum­
hurbaşkanına karşı çıkacağını gerçekten aklın alı­
yor mu senin? Profesör çok zeki, çok yetenekli bir
adamdır ama iş dövüşmeye gelirse korkaktır. Ric­
hard Monckton da bilir onu. Hayır, Simon, bu kez
savaşa tek başımıza atılacağız.»
Bir sigara daha yakıp sordu. «Bernie Tibbitts’-
ten ne haber?»
«Şu anda en önemli işimiz o, Simon.»
«Merrill Lynch, Perrine’in bürosunda hazırlık
yaptı, bekliyor. Tibbitts’in raporu çok kısa. Arthur
Perrine bürosunun bulunduğu yapıda oturuyor. Bu
günlerde Washington’dan ayrılmamış. Haa, Bernie’-
nin dediğine göre FBI’m bazı gazetecileri gözaltın­
da bulundurduğunu sezmiş o da. Bir şeylerin koku­
sunu almış.»
Martin ayağa kalkarak odayı arşınlamaya baş­
ladı. «Allah kahretsin, şimdi durum daha da kötü.
Arthur Perrine de aynı bilgiye sahipse Bernie’nin
bize getireceği sonuçların hiç yararı olmaz. Üstelik
320/Şirket
Beyaz Saray ya da FBI, adamın bir şeyden kuşku­
landığını anlarsa onun evine mikrofon yerleştirmeye
falan kalkışmazlar. Belki de Merrill Lynch şirketi
paramızı yanlış bir işe yatırdı, Simon.»
«İkinci olasılığın üstünde durmamızı ister mi­
siniz?»
«Sanırım iyi olacak. Bernie’ye söyle, aynı ha­
zırlıkları ikinci yazarın - yani Krasnak’ın - bürosun­
da da yaptırsın. Bu işte yanılma payı bırakamayız.»

Üç saat sonra, CIA başkanı kafasını önündeki


votka martiniden kaldırıp salonun ucuna bakınca
Tom Krasnak’ın ufak tefek, kır saçlı bir kadınla he­
yecanlı bir konuşmaya dalmış olduğunu gördü. Po­
litik fıkra yazarlarının Sans Souci’de yemek yeme­
lerinde yadırganacak bir şey yoktu aslında. Lokan­
ta, Bili Curry’nin zamanından beri Beyaz Saray gö­
revlilerinin uğrağıydı. Beyaz Saray’ın yörüngesinde
dolaşan gazeteciler de o masaların politik ve gastro-
nomik çekiciliğine dayanamazlardı. Kısacası, Kras-
nak’m orada bulunması çok olağandı. Ne var ki bu
raslantı Martin’in zaten gergin olan sinirlerini büs­
bütün germişti. O, karşısındaki adamın yemek yi­
yişini gözlerken Bernie de Krasnak’ın bürosunda ça­
lışıyordu.
O akşamın mutlu bir gece olacağını ummuştu
Martin. Sally Atherton’m California’da bulunduğu
süre içinde her gece telefonla aramıştı kadını. Gün­
lerdir Sans Souci’de geçirecekleri bu özel geceden
söz ediyorlardı. Sally o gün saat beşte Dulles Ha­
vaalanına inmişti. San Diego mahkemesinin kara­
rıyla, dul bir kadındı artık; elde edilebilecek bir
kadın. Martin’e havaalanından telefon ettiğinde se­
sinde bile özgürlük havası vardı. Bir an önce bu­
luşmalarını istiyordu.
Şirket/321
Martin bürodan doğru lokantaya geçmiş, ora­
ya Sally’den önce varmıştı. İçeri girdiğinde metrdo­
tel küçük antreye doluşan müşterilerle boğuşuyor­
du ama Martin’i ilk anda görmüştü. Elindeki ye­
mek listesini sallayarak CIA başkanmm peşinden
gelmesini işaret etmişti. CIA başkanı orada sık sık
yemek yerdi ve Paul, onun için lokantanın alt ka­
tında, salonun solunda kalan bir köşeyi seçmişti o
gece. Bay Martin gürültüden pek hoşlanmazdı. Be­
yaz ceketli garson ısmarlanan içkiyi hemen getirdi.
Krasnak’ın salonun öbür ucunda oturduğunu Sally’-
yi bekleyip içkisini içerken fark etmişti Martin.
Sally’nin Paul’un peşine takılarak içeri girdiğini,
masaya doğru yürüdüğünü gördüğünde ikinci içki­
nin de yalnızca anısı kalmıştı.
Ayağa kalkıp gülümsedi. Sally iki elini birden
uzatıyordu sevgilisine. Soğuktu elleri; güneş yanı­
ğı yanakları da soğuktan pembeleşmişti. Kısa kol­
lu mavi bir elbise giymişti; hemen hiç çıkarmadığı
enli altın bileziği de esmer kolunun üstünde pırıl pı­
rıl parlıyordu. Saçları da kısalmıştı biraz. Bu kadı­
nın içeri girip de insanı düşkırıklığına uğratması
olanaksızdı.
Paul masayı biraz öne çekerek Sally’nin duva­
ra dayalı olan sıraya, Martin’in yanma oturmasını
kolaylaştırdı. «Madam lokantamıza onur verdi,» de­
yip Sally’nin ne içeceğini de öğrendikten sonra hız­
lı adımlarla antreye dönerek yeni gelen müşterilerin
gönlünü kazanmaya koyuldu.
Martin sevdiği kadına dokunmak gereğini duy­
muştu birden. Sıranın üstünde duran güneş yanığı
eli tuttu, duygularını belli etmek için sıktı.
«Saçını beğendim,» diye söylendi.
«Çok kısa oldu. Ben daldırdım, berber de ma-
322/Şirket
kası eline alınca kendinden geçti. Başka bir deği­
şiklik görüyor musun bende?»
Martin elini çenesine dayayarak derin derin
düşünür gibi yaptı. «Elbiseyi daha önce görmüştüm.
Çok güzel. Sahibi de öyle. Hayır, pes ettim. Başka
bir şey göremiyorum.»
«Bak.» Sally sol elini masanın üstüne uzatıp
parmaklarını açmıştı. Eskiden nikâh yüzüğünün ol­
duğu yerde yalnızca beyaz bir iz vardı şimdi.
«O da çok yakışmış.» Gülümsüyordu Martin.
«Senin için güç müydü?»
«Mahkeme kapısında bekleyen birkaç gazete­
ciyle fotoğrafçı vardı ama pek aldırmadım. Gele­
ceklerini biliyordum zaten. Yargıç çok iyiydi. Bir
iki soru sordu, bizi birinci duruşmada boşadı. O yanı
çok kolay oldu.»
«Tanrım, bizimki de bir bitse! Linda boşanma­
yı elinden geldiği kadar geciktirip güçleştirmeye uğ­
raşıyor sanki.»
Sally sevecen bir sesle sordu: «Daha ne kadar
sürer?»
«Dediklerine göre hiç değilse üç ay. Charley bu
süre içinde çok dikkatli davranmamız gerektiğini
söylüyor. Linda’nm avukatıyla tazminat konusun­
da anlaşmaya vardı. Gelgelelim Linda tazminatı
arttırmak için en küçük bir bahaneden yararlana­
bilirmiş. Belki ikimizin de peşine adam takmıştır,
sevgilim.»
«Pis kaltak!» Sally içkisini karıştırarak düşün­
dü. «Onu şaşırtmak için başka erkeklerle gezsem iyi
olur belki.»
Martin şakacı bir tavırla gözdağı verdi. «Öyle
bir şey yaparsan canına okurum, sevgilim. Galiba
Şirket/323
ben de senin peşine bir adam takmak zorunda ka­
lacağım.»
«Takarsın tabii. Langley’de bütün gün boş otu­
ran bir sürü herif vardır.» Gülüyordu.
«Sen de cumhurbaşkanı gibi konuşmaya başla­
dın. Beyaz Saray’dakiler de hep öyle bok atıyorlar
bana.»
Sally birden ciddileşmişti. «Hâlâ sürüyor mu
o?»
«Günden güne kötülüyor. Şimdi de eski dosya­
larımızı eşeleyerek politikayla ilgili pislikler arıyor­
lar. Ne zamana kadar direnebileceğim bilmem.»
Sally soluğunu içine çekti. «Rio de Muerte ola­
yı mı?»
«Benim için en kötüsü o tabii. Gelgelelim bi­
linmesi sakıncalı olan konuların sayısı otuzu aşar.
Ben Esker Anderson’m baskı yapmasından yakınır­
dım ama, Monckton’la karşılaştırılınca, o dünkü
çocuk sayılır.»
Sally elini erkeğin yanağına dayadı. «Zavallı
sevgilim. Gerçekten bitkin görünüyorsun.»
«Eh, dosyalarımızın ırzına geçiliyor, bütçe ko­
nusunda boğuşuyoruz, bazı uluslararası sorunlar da
var... Bitkin olmamda şaşılacak bir şey yok. Senin
yokluğun da üzdü beni. Seni çok özledim, sevgilim.»
Yemekler gelince sorunları bir yana bıraktılar.
Veronik usulü dil balığının dumanları tütüyordu.
Paul’un balıkla birlikte içilmesini uygun gördüğü
Montrachet de iyi bir yılın şarabıydı. Onlar şarap
şişesini boşalttıklarında, küçük lokantadaki masa­
ların çoğu da boşalmıştı.
Martin, «Bu gece sana gelmeme izin verir mi­
sin?» diye sordu usulca.
Sally alnını kırıştırarak baktı. «Az önce ne de-
324/Şirket
miştin? Charley Jones boşanma kararı çıkıncaya ka­
dar dikkatli olmamızı söylememiş miydi? Budalalık
etmiş olmaz mıyız?»
«Seni seviyorum, Sally. Bunu kaç tane özel de­
tektif öğrenirse öğrensin, umurumda değil. Allah
kahretsin, bu gece sana yakın olmak gereğini duyu­
yorum. Linda ne yapabilir ki? Boşanmamıza engel
olamaz ya!»
«Ne yapabileceğini biliyorsun, Bili. Soyup soğa­
na çevirir seni. Evini de alır elinden, paranı da.
Monckton’m gözünden düşmene de yol açabilir. Ni­
ye böyle bir fırsat veresin ona?»
«Senin ya da benim evime gitmek zorunda de­
ğiliz. Kıyı bucak bir motel de bulabiliriz.»
Sally yüzünü buruşturdu. «Sen beni ne kadar
istiyorsan ben de seni o kadar istiyorum, sevgilim.
Ancak Baltimore otellerinde bir geceliğine oda tu­
tan kadınlardan olamam. Öyle bir tehlikeyi de göze
alamayız, öyle bir sahneyi de.»
Martin, «Bok!» diye mırıldandı usulca.
«Ben de üzgünüm ama...»
«Yok,» dedi Martin. «Ondan ötürü söylemedim.
Cebimdeki küçük uyarıcı titreşim yapmaya başladı.
Demek ki telefondan arıyorlar beni. Büroya telefon
etmek zorundayım. Bir dakika izin ver, sevgilim.»
«Olur. Sen telefon ederken ben de paltomu alı­
rım.»
Sıradan kaikıp salonun çıkışma doğru yürüdü­
ler. Kumbaralı telefon mutfak kapısının yanınday­
dı. Martin numarayı ezberden çevirdi.
Telefonun çaimasıyla açılması bir oldu. Bir ses,
«789-2301», diye söylendi.
«CIAB konuşuyor. Beni arayan mı var?»
«Evet, efendim.»
«Şifre Çilek.»
«Teşekkür ederim, efendim. Bırakılan haber şu:
Lütfen Bay Cari Duncan’a telefon etsin. Numara
456-1414. Çok aceleymiş.»
«Sağol.»
Martin almacı yerine koyup antreye çıktı. Sally
vizon kürkünü sırtına geçirmiş, ortadaki gümüş kâ­
sede duran nane şekerlerini atıştırıyordu.
Şakacı davranmaya çalışarak, «Sokakta kalıp
oynayabilir misin?» diye sordu. «Yoksa annen eve
mi çağırıyor?»
«Aman ne komik! Aslını ararsan annem değil
abim çağırıyor. Ama ben de yaramaz çocuk olaca­
ğım. Aramayacağım serseriyi. Hadi yürü, aylardan
beri ilk kez akıllıca bir şey düşündüm. Sen Maryland
eyaletinin Tobacco Landing bucağını görmüş müy-
dün hiç?»
15

Arthur Perrine doğduğunda Thomas göbekadı


takılmıştı çocuğa. Gelgelelim o New York Herald
Tribune’den ayrıldığı yıl göbekadını da değiştirip
Standish yaptı. Bu değişiklikten hoşnuttu. Küçük
admı da değiştirebilmek isterdi ama gazetecilikte
epeyce ün yaptığından ona yeltenemedi. Arthur
Perrine adı iyice tanınmaya başlamıştı artık. Gö-
bekadım da pek ender kullanırdı gerçi; ne var ki
Standish olduğunu bilmek yetiyordu. Standish adı,
hiç sözünü etmediği soylu, köklü bir aileden geldi­
ği izlenimini güçlendiriyordu.
Standish adı sonradan edinilmişti ama Otu­
zuncu sokakla N sokağının kesiştiği köşede yükse­
len beyaz boyalı eski ahşap ev gerçekten tarihîy­
di. 1785 yılında yapılmış olan bu çiftlik evini 1948
yılında satın almıştı Arthur Perrine. Ancak ko­
nukları o yapmm yüzyıllar boyunca bir Perrine
den öbürüne geçtiğini düşünmekte serbesttiler. Gi­
rişte, yemek odasıyla salonda, yaldızlı çerçevele­
re yerleştirilmiş eski portreler asılıydı. Perrine bu
Şirket/327
ekşi suratlı kadınlarla erkeklerin nineleriyle dede­
leri olduğunu ileri sürmüş değildi; ne var ki bunun
tersini kanıtlayan bir açıklama da yapmazdı. Ko­
nuklar, Arthur Standish Perrine’in ilk Amerikan
ailelerinden birinin evladı olup olmadığına gönül­
lerince karar verirlerdi.
Aslı aranırsa Chicago’nun Yahudi mahallelerin­
den birinde doğmuştu; annesiyle babası göçmen
olarak gelmişlerdi Amerika’ya. Aile birkaç yıl son­
ra Washington’a taşındı, baba Perrine de Devlet
Basımevinde küçük bir işe girdi. Baba Perrine ha­
yattaki tek başarısının oğlu olduğunu biliyordu
sanki; sert bir adamdı, çocuğundan çok şey bekli­
yordu. Arthur’un üniversitede okuduğu yıllarda öl­
dü. Karısına bir emekli aylığı, borcu ödenmiş kü­
çük bir ev ve oğlunun üniversiteyi bitirmesine ye­
tecek kadar para bıraktı. Arthur Perrine, zaman­
la yetenekli, ünlü bir gazeteci haline geldi. Geniş
bir okur kitlesi bulan, ona oldukça iyi kazanç sağ­
layan sütununa da - yarı şaka, yarı ciddi - Federal
Fare adını taktı. Sütunun yayın hakkmı bir yaym
ajansı satın alıp da yazıları her gün iki yüz yirmi
gazetede birden yayımlanmaya başlayınca George-
town’daki evi satın alacak kadar güven buldu.
Arthur Perrine evinde gösterişsiz bir görkem içinde
yaşardı.
O eski yapı iki ayrı ev olarak yapılmıştı zama­
nında. Başlangıçta köşede birleşen bu iki ev, on
dokuzuncu yüzyılda birleştirilmişti. Daha eski ola­
nı Otuzuncu sokağa bakardı. Perrine orasını ye­
niden elden geçirtmiş, kendisi için kolonyal tarzda
döşenmiş bir oturma odası olan ve Federal Fare .
Haber Ajansı’nı barındıran, Otuzuncu sokağa açı­
lan ayrı bir kapısı bulunan bir iş yeri haline getir-
328/Şirket
mişti. N sokağına bakan evin küçük bir sundurma­
sı ve tepesinde renkli camlardan oluşan yelpaze bi­
çimi penceresi bulunan süslü bir kolonyal kapısı
vardı. Antreden biraz alçak düzeyde olan oturma
odasma aşınmış tahta basamaklardan inilirdi.
Oturma odasının sağ duvarmı kocaman bir kolon­
yal şömine kaplıyor, şöminenin üstünde kolonyal
atalardan ikisinin tablosu asılı duruyordu. Soldaki
sürgülü cam kapılar, Arthur Perrine’in kendi eliy­
le bakıp budadığı ender bitkilerle dolu olan bahçe­
ye açılırdı. Bahçenin ucundaki yüksek duvarm or­
tasındaki kapı, Olive sokağına bakan yapılarla N so­
kağına bakanları birbirlerinden ayıran dar bir geçi-
te ulaşılamsmı sağlardı. Olive sokağmdaki iki üç
katlı, dar cepheli evlerin üçü, sırtlarını Perrine’in
bahçesine çevirmişlerdi.
Üst kattaki odalar pek büyük bir alan kapla­
mıyorsa da evin tek sahibi için yeterince şıktı hep­
si. Hem aşçılık hem uşaklık yapan delikanlı sabah
gelir akşam giderdi; hizmetçi odası diye bir yer
ayırmaya gerek yoktu. Ve Arthur Perrine yalnızca
yatıya kalan konuklardan değil, konuk odalarının
düşüncesinden bile nefret ederdi.
Hiç evlenmemişti. Zaman zaman yatağını bi­
riyle paylaştığı olurdu ama son dört yıl içinde o
gecelerin de arası açılmış, sayıları azalmıştı. Da­
ha önceki yıllarda bir aşk da yaşamıştı Perrine; ne
var ki sevdiği kişi de kendi evinde kendi hayatını
yaşamasına engel olamamış, hiç bir gün aynı çatı
altında oturmayacaklarına karar vermişlerdi. Âşık
olduğu günlerde bile özel yaşammı kimseyle pay­
laşamayacağını sezmişti Arthur Perrine.
Bin dokuz yüz kırk yıllarının sonunda Avru­
pa’ya yaptığı uzun bir yolculuktan dönerken Av-
Şirket/329
rupalıların giydiği türden bir sürü giyecekle özen­
tili bir konuşma tarzı getirmişti yanmda. Yıllar
ilerledikçe, o konuşma, bezgin, alaycı bir vızıltı
haline geldi, sesi de kalınlaştı.
Altmış beşine gelmişti şimdi; sağlığı da pek
iyi değildi. Bir saplantı biçimini alan sağlık kaygı­
sı her konuşmada sözünü ettiği bir konuydu. Ve bir
doktorun salık verdiği yemek rejiminden öbürüne,
sonra da bir ötekine geçerdi göçebe gibi. Ağır ye­
meklerden kaçınmak zorunda olduğu halde mutfa­
ğının zenginliğiyle övünürdü. Perrine’e yasaklanan
ağır soslarla baharlı salçaları konuklar için hazırla­
yan, onun yanmda yedi yıldır sabırla çalışan bir aş­
çısı vardı. Washington’lu ev sahiplerinde çok ender
rastlanan bir özelliği de şaraptan iyi anlamasıydı.
Cuma günleri Fransa Pazarı’nda dolaşır, dana ci­
ğerinin tazeliği, etteki yağ oranı konusunda kasap­
larla Fransızca tartışmalara girerdi.
N sokağı 2990 numara, Arthur Perrine’in yıl­
ların çalışması sonucu elde ettiği üstün beğeniye
uygun olarak döşenmişti ama eşya sergisinin ko­
nuklar üstünde nasıl bir etki bırakacağını hesaba
katarak seçme yaptığı da su götürmezdi. Müzelere
konabilecek kadar eski Amerikan antikaları, Çin
vazoları, sanat eserleriyle tablolar hep konukların
dikkatini çekecek şekilde yerleştirilmiş, eşyaların
kullanışlı ya da rahat olup olmadıklarma önem ve­
rilmemişti. Arthur Perrine’in gerçekten değer ver­
diği özel hâzinenin iki parçasıysa küçük bir çalış­
ma odasmda gizli dururdu. Bu iki parça cumhur­
başkanı William Arthur Curry’nin kendi eliyle ya­
zıp Billy diye imzaladığı ve nedense Çin işi kırmı­
zı lake çerçevelere yerleştirilen iki kısa mektuptu.
İkisi de çalışma odasının duvarma asılmıştı. Kitap
330/Şirket
rafları ender rastlanan birinci baskı kitaplarla, de­
ri kaplı yazı masası, ile resimleri ve küçük andaç­
larla doluydu.
Ne var ki Arthur Perrine yazılarını bu odada
yazmazdı. Yolunu şaşıran bir konuk evin oturma
odasının ucundaki kapıya el atar, kapı da kilitlen­
memiş olursa, kendini Federal Fare Haber Ajansı­
nın bekleme odasmda bulurdu giren. Gündüzleri
genellikle iki sekreter çalışırdı bu odada; biri genç
ve güzeldi, elli yaşlarmda olan İkincisi yalnızca be­
cerikliydi. O odanın ucundaki iki kapıdan biri Art­
hur Perrine’in bürosuna, öteki de ayak işlerini gö­
ren iki yardımcısının bürosuna açılırdı.
Her yazısını kendi yazardı Arthur. Hiç bir yar­
dımcı onun dilbilgisi, cümle kuruluşu ve haberin
doğruluğu konusundaki titizliğine erişemezdi. Bi­
riyle ortaklık kurmayı da hiç düşünmemişti.
Günlerini genellikle telefon başında geçirirdi
Arthur Perrine; geceleri de tek başına oturup ya­
zılarını yazardı. Yaşı ilerledikçe N sokağındaki ev­
den gittikçe daha seyrek çıkar olmuştu. Washing-
ton’daki ev sahiplerinden gelen yüzlerce çağrıyı ge­
ri çevirir, yalnız bir kişiyi kırmazdı. Herhangi bir
cumhurbaşkanının eşi onu Beyaz Saray’ın ‘aile’ ye­
mek odasmda kurulan dost sofralarından birine ça­
ğırırsa mutlaka giderdi. O odaya yalnızca on iki
kişi sığardı, sunulan yemekler de büyük törenler­
de, büyük salonda yenen yemeklerden çok daha
güzel olurdu. Robinson ve Collyer gibi yazarlar bü­
yük şölenlere çağırılırlardı hep. Arthur Perrine
- belki bir iki meslektaşı daha - onlardan bir iki
gömlek üstündüler ne olsa.
Perrine aslmda hiç züppe olmadığını söylerdi
kendine. O kendi evinde oturup kendi yemeğini ye-
Şirket/331
meyi yeğleyen bir adamdı; hepsi bu. Üstelik konuk
listesini insanm kendisi tasarlarsa çok daha rahat
ediyordu.
Bütün gazetecileri atlatabilecek bir haber bul­
mak için sokakları aşmdıran muhabirlerden biri
değildi artık Perrine. Cumhurbaşkanına yakm çev­
relerden bir haber kaynağı bulamazsa, istemeye is­
temeye Beyaz Saray’ın batı kanadına bir gezinti
yaptığı olurdu ama bilgili kişileri N sokağındaki
evine öğle yemeğine çağırıp onlarla rahat rahat çe­
ne çalmayı yeğlerdi. Konuğunu yanma alıp antika
yemek masasının bir köşesine kurdurduğu iki kişi­
lik sofraya otururdu öyle günlerde. Hava güzelse
yemeklerin tepsiyle terasa getirildiği de olurdu.
Arthur Perrine yemekten ve şaraptan söz ederek
başlardı konuşmaya. Ardmdan biraz dedikodu ya­
pılır, en sonunda, konuğun iyice gevşemiş olduğu
anlaşılınca, yazmakta olduğu konuya geçilirdi. Art­
hur Perrine’in, haber kaynağı olarak gördüğü ki­
şiye açık bir soru sorduğu çok enderdi. Karınlarını
doyurup oradan ayrüan konukların birçoğu, Fede­
ral Fare sütununun onlar gelmeden yazılıp bittiği
izlenimini taşırlardı. Perrine’in onları çağırmaktaki
tek amacı bitirdiği yazının bazı noktalarını teyit
ettirmekti sanki.
Konuk, «Bu dana eti nefis,» diye bir söz ederdi
bir an.
Arthur Perrine, «Bu kentte doğru dürüst et
satan tek bir kasap kaldı,» diye karşılık verirdi. «O
da Farley. Wisconsin caddesinde. Son zamanlarda
güzel dana bulmak çok güçleşti. Tavanın da etkisi
var tabii. Tavayı önceden kızdırmak gerek. Aşçıla­
rın çoğu onu düşünmezler. Bilirsiniz sanırım, benim
aşçım eskiden Fransız elçiliğindeydi. Hmm, Madde
332/Şirket
İki programları da başarısızlığa uğradı, değil mi?»
«Madde İki programları mı?» derdi konuk.
«Meslek Eğitimi Kararnamesinden mi söz ediyor­
sunuz?»
«Evet. Boşuna para harcanmış oldu değil mi?»
«Yok canım, o kadar ileri gitmeyelim.»
«Niye? O konuyu inceleyen herkes aynı kanı­
ya varıyor. Ulusal Eğitim Kurumu’nun incelemesi
de aynı şeyi gösteriyor, Rand araştırması da.»
«Rand araştırması henüz açıklanmadı.»
«Açıklanmadı ama açıklandığı zaman Madde
İki’nin yürümediğini söyleyecek. Öyle değil mi?»
«Henüz açıklanmamış olan her şey sırdır, Art­
hur. Ancak o programlardan ötürü başımızın derde
girdiğini kabul etmek zorundayım.»
«Başka şarap ister misiniz? Okulları kapat­
maktan başka çare kalmadı herhalde. Gelecek
yılın Eğitim bütçesinde Madde İki için para bile
ayrılmadı sanıyorum.»
«Yoo. Bütçe tasarısına beş milyon dolar kon­
muştu.» Perrine’in keskin zekâsı bu yeni ve önem­
li bilgiyi bir köşeye not ederdi hemen. Ve konuğu­
nun tepkilerinden edindiği izlenimlerle sezgisini
birleştirerek, meslek eğitimi programınm başarısız­
lığından, programı uygulayanların güçsüzlüğün­
den söz eden akıllıca bir yazı çıkarırdı. Yazıda ne
konuğun adı geçer, ne de onun kimliğini 'belli ede­
cek bir ipucu bulunurdu.
Yiyecek alışverişine çıktığında, ya da zorunlu
olarak kente indiği sayılı günlerde genellikle kim­
se tanımazdı onu. Seyrek kumral saçlarını uzatıp
arkaya tarar, tıknaz gövdesine oranla, adımları
aşırı ölçüde nazik sayılırdı. Uyanık olduğu her an
yanık bir sigara bulunurdu elinde. Sigarasmı, Av-
ŞirJcet/333
rupalılar gibi başparmağıyla işaret parmağı ara­
sında tutardı. Giyiminde yelekler, papyon kravat­
lar, fularlarla ipek gömlekler ağır basardı. Elbisele­
rini İngiliz terzilere diktirir, ayakkabıları mutlaka
el dikişi olurdu.
Bazı meslektaşlarının tersine, yazılarının üs­
tünde çok kafa yorardı. Yazısını yayın ajansına
göndermeden önce kararsızlık çektiği, yazının içe­
riği üstünde uzun uzun düşündüğü çok görülürdü.
Yeteneği ve çalışkanlığı ona bol para, Washington
kentinde büyük ‘nüfuz’ sağlamıştı. O yüzden Per­
rine’in sütununun kendilerine zarar verebileceğine
inanan kişiler bayağı korkarlardı ondan.
Yıllar geçtikçe, bürokrasi çevrelerinde güveni­
lir haber kaynakları bulmuştu kendine. Yüksek de­
receli devlet memurlarının bile ona ipuçları, üstü
örtülü, dolaylı bilgiler verdiği olurdu. Arthur Per-
rine, ona bilgi veren kişilerin ulusun en yüksek çı­
karlarını gözeten insanlar olabilecekleri gibi, bir
amirden ya da bir meslektaştan öç almak gibi al­
çakça amaçlar güden insanlar da olabileceklerini
bilirdi. Ne var ki Federal Fare, haber kaynaklarının
amaçlarıyla değil, eline geçen ipuçlarmı doğruluğu
saptanmış, güzel, oturaklı yazılar haline getirmek­
le ilgilenirdi.
Bu kaynaklardan biri, yalnızca anahatlarmı
bildiği bir olaydan söz etmişti son zamanlarda; FBI,
bazı Beyaz Saray görevlileriyle en az iki gazete ya­
zarını izliyordu. Kimsenin adı açıklanmamıştı. Per­
rine ona haberi veren adamı iyi tanıdığı için ken­
disinden başka kimsenin bu olayı öğrenmediğini
umuyor, buna inanıyordu. Daha fazla bilgi edin­
mek için hızla harekete geçmek zorundaydı. Yir­
mi dört saat sonra, FBI başkan yardımcılarından
334/Şirket
Peter Gould, N sokağındaki evin yemek odasmda, o
güzel şöminenin önünde bir öğle yemeği yemeğe ça­
ğırılmış, hem onur duymuş, hem de meraklanmıştı.
Arthur Perrine’e FBI’ın o günlerde Beyaz Sa­
ray görevlileriyle ilgili bir çalışma yapmadığını, bu
konuda hiç bir bilgisi oimadığmı ileri sürerken ya­
lan söylemiyordu. Ancak dana eskalopla turfanda
kabak soteyi bitirmeden, beş noktada Arthur Per-
rine’le fikir birliğine varmıştı. Perrine’in isteğine
uyarak bu işi inceleyeceğini belirtti. Ne var ki öğren­
diklerini belki yazara bildirir, belki de bildirmezdi.
Öğrendiği şeyin niteliğine bağlıydı bu. Arthur Per­
rine sözü ustaca bağladı; Gould’un yapamayacağı
ya da yapmaktan çekineceği bir şeyi isteyecek de­
ğildi o da.
Ertesi sabah, Perrine’in sekreteri, Bayan Pe­
ter Gould’a telefon etti. Karı kocayı, Bay Perrine’in
eski dostu Temyiz Mahkemesi Başkanı için vere­
ceği ‘küçük bir akşam yemeğine’ çağırıyordu. FBI’-
daki önem derecesi İkincisi sırada olan Gould böy­
le seçkin toplantılara hiç çağırılmazdı. Bayan Go­
uld çağrıyı belirgin bir sevinçle kabul etti ve uzun
etekli şık bir tuvalet almak için planlar yapmaya
başladı. Arthur Perrine’in on bir yemek konuğu­
nun arasında Genel Savcı’nm yardımcısı, Gizli Ser-
vis’in başkanı, İtalyan büyükelçisiyle eski bir sa­
vunma bakanı da vardı. Gouldlarm konuşmanın dı­
şında kalmamaları için özel bir çaba gösterdi yazar.
Pete Gould, Adalet Bakanlığının iki numaralı ada­
mı olan Genel Savcı Yardımcısıyla iş konuları konu­
şurken ev sahibi de Bayan Gould’a mutfağı nasıl
restore ettirdiğini gösterdi. Peter Gould ömründe
ilk kez üstlerinden biriyle böyle dostça bir hava
içinde konuşmuş, yasaların uygulanması konusunu
Şirket/335
ele almıştı. Karı koca eve dönerlerken, bu gecenin
mesleği bakımından büyük önem taşıyabileceğini
düşünüyordu Gould. Bayan Gould da toplantıdaki
kadmlarm ona son derece yakm davrandıklarını
anlatıyor, bu yakınlığa şaşıp duruyordu. Hele Tem­
yiz Mahkemesi Başkanının karısı o kadar içten dav­
ranmıştı ki. Düşün bir kere, birbirlerine yemek ta­
rifi vereceklerdi!
Dört gün sonra, yani cumartesi öğleden sonra,
Pete Gould, Arthur Perrine’e telefon etti. «Sanı­
yorum o iş sizin düşündüğünüzden de önemli, Bay
Perrine. Konuşsak iyi olur.»
«Lütfen bana Arthur de, Pete. Şimdi konuşa­
bilir misin? Soruşturma emrini kimin verdiğini bi­
liyor musun?»
Gould’un sesinden gerginlik seziliyordu. «Tele­
fonla konuşmak istemiyorum. Buluşalım.»
Arthur Perrine her zamanki gibi nazik ve ra­
hattı. «Elbette. Daha geç bir saatta buraya gelebi­
lir misin?»
«Sizin eve gelmek doğru olmaz sanıyorum...
ııı... Arthur.»
«Arka bahçenin kapısı dar bir geçide açılır.
Evlerin arasmda daracık bir patika var. Girişi Otu­
zuncu sokakta. O yoldan gel.»
Gould direniyordu. «Hayır, olmaz. Washing-
ton’m dışında bir yerde buluşalım en iyisi. Kimse­
nin bizi tanımayacağı bir yer olsun. Bu iş senin
sandığmdan çok daha büyük, Arthur.»
«Washington’m dışında mı?» Perrine’in şaşır­
dığı belliydi. «Ey Tanrım! Ben hiç yolculuk etmem.
Tanınmamak için nereye gidebilirim zaten? New
York’a değil herhalde. Ancak dağ başmda, kuş uç­
maz kervan geçmez bir yer... ne bileyim, Pitts-
336/Şirket
burgh gibi bir yer olacak ki... Herhalde sen de...»
Gould, «Tamam, peki,» diyerek onun sözünü
kesti. «Şimdi kapatmak zorundayım. Bu akşam sa­
at sekiz buçukta Pittsburgh Horton otelinin giri­
şinde buluşalım.» Arthur Perrine’in kulağına daya­
dığı telefondan başka ses gelmedi. Kulaklarıyla duy­
duklarına inanamıyordu. Yazar almacı yerine ko­
yarken aralık kapıdan sekreterine seslendi. Hiç kar­
şılık alamadı. Cumartesiydi, gün öğleyi geçmiş, kız
da evine gitmişti.
Arthur Perrine boş odalara seslenerek, «Ey
Tanrım!» diye inledi bir kez daha. «Pittsburgh’a
nasıl gidilir ki?» Konu böylesine önemli olmasaydı
kentten uzaklaşmayı akimın köşesinden geçirmez­
di. Ayak işlerine koşturduğu iki adamdan biri iş­
ten çıkmıştı, Jimmy adını taşıyan İkincisi de Ca-
lifornia’daydı. Seçim sonrası araştırmaları için yol­
lamıştı adamı. Demek ki hikâye yazılacaksa Arthur
kendisi gitmek zorundaydı. Ya da Pete’in yola çık­
masını önleyebilirdi. Gouldlarm evini aradı; tele­
fon açılmadı. FBI santralı da başkan yardımcısının
bir görev için kentten uzaklaştığmı bildirdi.
Pittsburgh! Gereksiz bir alaycılığa yeltenme-
şeydi başka bir yer seçilebilirdi pekâlâ. Bir iki tele­
fondan sonra cumartesileri Pittsburgh’a sefer yapan
bir havayolu şirketi buldu. 18:30 uçağı için yer
ayırttı, bir taksi çağırıp en göze batmayan gri el­
bisesiyle lacivert yağmurluğunu giydi çabucak. Al­
tıya on kala holdeki dolaptan şemsiyesini alıp ka­
pıya çıkmıştı. Taksi kaldırıma yanaşınca evinin o
güzel, antika kapısmı çekti, iyice kapandığma emin
olmak için kapı kolunu da yokladıktan sonra üst
katm ışıklı pencerelerine baktı. Holde, yatak oda­
sında, çalışma odasıyla arka bahçede yakılması ge-
Şirket/337
reken lambaları unutmamıştı. Son günlerde o
semtte bazı hırsızlıklar oluyordu. Birkaç saat için
de olsa, evini boş ve karanlık bırakmak istememişti.
On sekiz elli beşte, mavi bir Ford ağır ağır ka­
pının önünden geçti. Otuzuncu sokağın köşesine
gelince güneye, ondan sonraki köşede de Olive so­
kağına saparak baştan üçüncü evin birinci katını
olduğu gibi kaplayan garaja girdi. Üç adam çıktı
arabadan. İkisi garajm arkasındaki kapıdan geçip
o dar yapının ikinci katma tırmandılar. Üçüncü-
sü onlara katılmadan önce garajın kapısını kapadı
çabucak. Ne var ki sokağın karşısındaki bir pence­
rede bekleyen adamın resmini çekmesine engel ola­
cak kadar hızlı hareket edememişti.
Gelenler üstlerine lâcivert tulumlar çekip Olive
sokağındaki evin arka bahçesine çıktıklarında ara­
dan altı dakika geçmişti. Yüksek duvardaki kapıya
yöneldiler. En uzunları ötekilere dönüp bir şeyler
söyledi fısıltıyla. O fısıldarken, bitişikteki evin si-
nekteli geçirilmiş üçüncü kat balkonuna gizlenen
ve durduğu yerde ağır ağır dönen bir videobant
kamerası da yüzünü banda geçiriyordu. Gölgelerin
rengine uyan bir elbise giyen kameraman makineyi
çalışır durumda bıraktı ve teleobjektifiyle, arka
bahçelerin arasındaki dar geçitte ilerleyen üç ka­
raltıyı izledi. Arthur Perrine’in bahçe kapısının kü­
çük bir maymuncukla açıldığını, üç adamın mutfak
kapısının bitişiğindeki bodrum kapısına yürüdükle­
rini gördü. Onlar bodrum kapısının dışındaki ba­
samaklardan aşağı inerken kameraman da video­
bant kamerasını durdurarak karanlıkta beklemeye
başladı.
Lars Haglund bodrumun ucundaki kapıdan
çıkınca Perrine’in antresinde buldu kendini. Ev
338/Şirket
sessizdi. Usulca parmaklarını şaklatınca iki arka­
daşı da antreye çıktılar ve Haglund’un peşine takı­
larak büronun kapısına yöneldiler. Elinde çanta
taşıyan kısa boylu esmer adam eski kilidi kolayca
açıp kapıyı araladı. Sekreterlerin çalıştığı odaya
girerek çevresine bakındı. Kafasını sağa sola çevi­
rirken, yüzü, Perrine’in bürosunun arkasına düşen
dar yapının üçüncü katındaki bir televizyon moni­
törünün ekranında göründü. Derken Lars Hag-
lund’la üçüncü adam, solgun yüzlü zayıf adam gir­
diler ekrana. Arthur Perrine’in çalışma odasına ge­
çip masanın üstündeki lambayı yakmışlardı. İşle­
rini hiç konuşmadan, hızlı hareketlerle yapıp bi­
tirdiler. Duvardaki ahşap kaplamaları çevreleyen
yatay tahtanm bir bölümü kesilip çıkartıldı ve bir
bez torbaya kondu. Tahtanın bulunduğu yere kü­
çük bir metal tüp yerleştirildi, çevresine de tahta­
ya benzeyen yumuşak bir plastik madde sıvandı.
Solgun adam küçük bir şişeyi iyice çalkalayıp açtı,
bir devetüyü fırçayla, plastiğin üstünü boyamaya
koyuldu. Bu çabuk kuruyan boyanın tahtanın ren­
gine tıpatıp uyması bir raslantı değildi. Altı gün
önce, telefon şirketinin bir memuru ‘hatların ola­
ğan kontrolü’ için uğradığında, Perrine’in deri ka­
nepesinin arkasındaki duvardan alman küçük tah­
ta kıymığıyla karşılaştırılarak hazırlanmıştı boya.

Kısa boylu adam, yazarın masasının üstünde


duran telefonun alt vidalarını söktü, tellerin bağ­
lantısında küçük bir değişiklik yapıp aygıtın içine
ufak bir disk yerleştirdikten sonra her şeyi yerli ye­
rine taktı. Haglund yerde tahta kıymığı ya da talaş
tozu bulunup bulunmadığını gözden geçirdi, kesilen
tahtanm altında duran iskemleyi eldivenli eliyle
sildi, telefona bakıp onu biraz sağa çekti. Son ola-
Şirket/339
rak da ışığı söndürüp kapıyı kapadı. Işık sönünce,
masa lambası yanar yanmaz elektronik bir emir
alan, geniş açı resimler çeken otomatik Leica ma­
kine de şöminenin içinden yaptığı görevi bitirmiş,
‘çalışmayı kes’ emrini almıştı.
Lars Haglund’la arkadaşları birkaç dakika son­
ra Olive sokağındaki evdeydiler yine. Arthur Perri­
ne’in ışıklı arka bahçesinden geçerlerken, Bernie
Tibbitts’in üçüncü kata yerleştirdiği kameraman
hepsini videobanda almıştı. Bu kez tam karşıdan
hem de. Olive sokağmdaki evden ilk çıkan adamın
fotoğrafını çekmeyi de başardı. Solgun yüzlü zayıf
adam arka kapıdan çıkmıştı. Kahverengi pantolon,
yeşil anorak giyiyordu; başına da yün takke geçir­
mişti. Doğuya dönüp evlerin arasmdaki geçitten
çıkarak Yirmi Dokuzuncu sokağa saparken birile-
ri peşine taküdı. Olive sokağına varınca bir taksi­
yi durdurdu. Yeşil bir arabayla yolculuk eden iki
kişi taksiyi National Havaalanma kadar izlediler.
Biri, solgun adamla birlikte uçağa binerek Newark’a
uçtu ve onu evine kadar gözden kaybetmedi.
Şimdi kumlu spor ceket ve gri pantolon giyen
kısa boylu, esmer adam garajın kapısmı tam otuz
dakika sonra açtı, mavi Ford’u çalıştırıp Baltimo-
re’un Friendship Havaalanına sürdü. Merrill Lynch
ekibinden biri de onun uçağına bindi. Raleigh Dun-
ham Havaalanında indikten sonra da adamın peşi­
ne takılarak Durham’m dışındaki küçük çiftliğe ka­
dar gitti.
Olive Sokağındaki apartmanın üçüncü katın­
da çalışan Bemie Tibbitts ekibinden biri, masanın
başmda, siyah çelik kutuya yerleştirilmiş büyük
telsiz alıcısının önünde oturuyordu. Kulaklarına
kulaklık takmıştı. Birlikte çalıştığı arkadaşına dö-
340/Şirket
nerek kulaklıklardan birini kaldırdı. «Tamam,» di­
ye söylendi. «Telefonu bir deneyelim bakalım.»
Arkadaşı Arthur Perrine’in büro numarasını
çevirdi. Telefon iki kere çaldıktan sonra otomatik
mesaj kaydetme aleti çalışmaya başladı ve banda
alınmış bir ses büronun kapalı olduğunu bildirdik­
ten sonra arayanın bir haber bırakıp bırakmaya­
cağını sordu. Bant, telefon eden kişiye bunları an­
latırken kulaklıklı arkadaşı da alıcının düğmelerini
kurcalıyordu.
«Telefonu kapat,» dedi birden.
«Buldun mu?»
«Şıp diye. 185.2’de. Pek güçlü bir sinyal de de­
ğil. Ya bitişikteki evden dinliyorlar, ya da çok ya­
kın bir yerden. Bernie’ye telefon et ve durumu bil­
dir. Yakında olabileceklerini de söyle. Fotoğraf ma­
kinesindeki filmi aldırmak için birini gönderip gön­
dermeyeceğini sor. Bence tehlikeli olabilir.»
Bernie Tibbitts telefonu açarken bürodaki yar­
dımcısı da videobanttan alman ve henüz ıslak olan
resimleri getiriyordu. Bemie, Lars Haglund’la
adamlarını incelemeyi bitirmeden, üçüncü kattaki
ekibin, Arthur Perrine’in telefonuna yerleştirilen
mikrofonun yayın frekansını bulmuş olduğunu öğ­
rendi. Şömineye gizlenen fotoğraf makinesini ye­
rinden almak için biraz erken olduğuna karar verdi;
tehlikeyi göze alamazdı. Adamlarının sık sık rapor
vermelerini istiyordu. Başka mikrofonlar da kon­
muş olabilirdi eve; öbür yazarlardan birinin büro­
sunda iki mikrofon bulunmuştu. Kulaklıklı deli­
kanlı bürodan yapılan bütün konuşmaları dinleme­
ye çalışmalıydı. Bu kez her konuşmanın banda alın­
masını istiyordu Bernie. Ve her şeyden çok, sık sık
rapor verilmesini istiyordu.
Şirket/341
Fotoğrafları getiren yardımcısına dönerek, «Bu
herifler kimmiş?» diye sordu. «Tanıyor muyuz?»
«İri yarı sarışını kolayca "bulduk. Batı Yarı-kü-
re Bölümünden Lars Haglund. Şirket’te Dokuzucu
Senfoni şifresiyle tanınıyor.»
«Şirket’in adamlarından ha?» Tibbitts’in şaş­
kınlığı sesinden -belliydi. «Kimin emrinde çalışıyor?»
«Personel kayıtları kısa ıbir süre önce emekliye
ayrıldığını gösteriyor. Şimdi Beyaz Saray’da çalı­
şıyor. Kadrodaki birinin yardımcısıymış.»
«Tanrım! Öbür ikisi de öyle mi?»
«Sanmıyoruz ama emin değiliz. Biri kuzeye
uçuyor, biri güneye. Adamlarımız peşlerinde. Ya­
kında bir şeyler öğreniriz.»
Tibbitts masanın üstüne abanarak en üstteki
fotoğrafı aldı.
«Bunu büyütün. Neydi adı? Şu bizim adamı­
mız... yani Beyaz Saray’m adamı olan herifi. Bü­
yütün ve kartona yapıştırın. Arka duvarda görülen
diplomanm Arthur Perrine’e verilmiş olduğu oku­
nabilir değil mi?»
«Büyütülünce kolayca okunması gerekir.»
«Bunun Beyaz Saray’daki şefi kimmiş? Tess-
ler mi?»
«Hayır. T.T. Tallford’un yardımcısı.»
Tibbitts yine şaşırmıştı. «Tallford Ulusal Gü­
venlik kadrosunda mı şimdi?»
«Hayır, Bernie! Hatırlamıyor musun herifi?
Post onun hakkında uzun bir yazı basmıştı bir sü­
re önce. Tallford Beyaz Saray’m politik celladı.
Monckton’m kirli işlerini o yürütüyor.»
«Amanm! Aman sen çabuk çık buradan! Bi­
rine telefon etmem gerekiyor.»
Tibbitts CIA başkamm araymca santraldaki
342/Şirket
görevli başkan William Martin’e gelen telefonları
Simon Cappell’e bağlamak emrini aldığını bildirdi.
Bay Martin ertesi sabaha kadar telefonla aranama-
yacaktı. Bu tür emirler, orta yaşlı santral memur­
larının birbirlerine bakıp bilgiç bilgiç gülümsemele­
rine yol açardı. Bili Martin’i Atherton’larm evinde
aradıkları başka geceler de olmuştu; onun için de
bu geceyi nerede geçirdiğini kestirmek hiç zor de­
ğildi. Şirket’te dolaşan söylentilere kulak verince
başkanın orada ne yaptığını da kestirebiliyorlardı
kolayca. Bir kadm böyle önemli bir santralda yıl­
larca görev yapınca, büyük adamların da insan ol­
duklarını anlıyordu. Anlıyor ve işinde rahat etmek
isterse gülümseyip çenesini tutmaya alışıyordu.
Sally Atherton gövdesinin üstündeki bacağın
altmdan sıyrılıp kurtulduğunda telefon dört kere
çalmıştı. Almacı el yordamıyla buldu, yastığın üs­
tünden Martin’e uzatarak, «Simon arıyor, sevgi­
lim,» diye söylendi uykulu uykulu.
Bili o anda uyanmıştı.
«Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim,» dedi
Simon. «Gelgelelim bazı Merrill Lynch sorunlarının
gecikmeden ele alınması gerekiyor.»
«Zararı yok. Neler oluyor?»
«Bu akşam Perrine’in evine girdiler. Bernie
akıl almaz bazı resimler elde etmiş.»
«Bu haber iyi mi, kötü mü? Gerisini anlat.»
«Tibbitts bir cumhurbaşkanlığı titreme sendro-
mu gösteriyor. Lars Haglund’u hatırlıyor musu­
nuz? Opa-locka’dan.»
«Elbette,» dedi, Martin. «Ona ne olmuş?»
«Çok fotojenikmiş meğer. Oraya giren ekibin
başı Haglund. Bernie onun şimdiki görevini de öğ­
renmiş. Bizim Dokuzuncu Senfoni şimdi T.T. Tal-
Şirket/343
lford’un yanında çalışıyor. Tibbitts’in kanısınca, T
demek C demektir, C demek de cumhurbaşkanı de­
mektir. Bernie bu işin çok önemli bir politika so­
runu olduğuna, çok büyük bir belaya yol açabile­
ceğine inanıyor. Küçük CIA memurları korkmak­
ta haklıdırlar diyor.»
«Evet, Simon, anlıyorum. Sen şimdi ona tele­
fon et ve bu işin peşini bırakmamasını söyle. Tal-
Iford’un kendi aklına uyarak harekete geçtiği bes­
belli. Monckton’m haberi olsaydı Haglund gibi bir
Beyaz Saray görevlisinin böyle bir işe gönderilme­
sine asla fırsat vermezdi. O kadar aptal değildir
Monckton. Haglund’dan başkaları da var mıymış?»
«İki kişi daha varmış.»
• «Onlar da Beyaz Saray’a mı bağlı?»
«Henüz bilmiyoruz.»
«Dinle, Simon, ne yap yap, Bemie’nin adamla­
rın peşinde kalmasını sağla. Kaygılanacak hiç
bir şey olmadığını söyle ona. Tallford’u kıskıvrak
yakalayabilirsek kahraman olacaktır Bernie. Hag-
lun’a üzüldüm. Böyle bir işe nasıl karıştığını an­
layamıyorum.»
Simon telefonu kapatırken düşünceliydi. «Bi­
zim patron galiba Monckton’m peşinde,» diye mı­
rıldandı kendi kendine. «Tanrı yardımcımız ol­
sun.»
Bili Martin de Sally Atherton’m üstünden uza­
narak kapadı telefonu. Kolunun altında kadının
gövdesinin sıcaklığını duyuyordu. «Bu gece başka
kimseyle konuşmam, sevgilim,» dedi. «Bir gece
içinde bundan fazla sevinci kaldıramam.»

Pittsburgh’da Horton Otel, Monongahela ır­


mağıyla Allegheny ırmağının birleştiği noktanın
üstünde kalan ve Altın Üçgen diye adlandırılan
344/Şirket
kent bölgesinin yeniden canlandırılması amacıyla
girişilen çalışmalarm bir parçası olarak kurulmuş­
tu. Saat sekizi on geçiyordu 'henüz. Arthur Perrine
erken gelmişti. Nikelaj ve tahta karışımı eşyalarla
dolu olan giriş katmdaki koltuklardan birine yer­
leşti. Öyle bir yere oturmuştu ki Peter Gould ote­
lin hangi kapısından girse kolayca görebilecekti.
Ne var ki birkaç dakika sonra tedirgin oldu. Alışıl­
madık bir tenhalık vardı giriş katında; ortalık da
çok sessizdi. Bir şeyler okursa daha az. dikkati çe­
kerdi belki. Otelin gazetecisine ne New York Times
gelmişti henüz, ne de Post’un pazar sayısı. Perrine,
Enquirer’m sabah baskısıyla yetinmek zorunda
kaldı. Pittsburgh’da çıkan gazeteyi okuyamazdı.
Pittsburgh’un gazetesi fiyatı çok yüksek bulduğu
için Perrine’in sütununu basmaktan vazgeçmişti
bir süre önce. Yazar da o gazeteyi eline almamaya
yemin etmişti.

Saat sekiz buçukta gazeteyi katlayıp kucağına


koydu ve araştıran bakışlarla salonu gözden ge­
çirdi. Pete Gould gecikiyordu. Dokuza çeyrek kala
epey gecikmiş sayılırdı. Oysa FBI görevlileri başka
hiç bir şey bilmeseler bile zamanında yetişmeyi bi­
lirlerdi. Saati sormak isteğiyle, orada bekleyen genç
otel uşaklarından birine işaret etti. Oğlan Perrine’e
yanaştı, sarı tüylerle kaplı geniş, sağlam bileğini
açarak saati gösterdi. Onun saati da sekiz kırk beş
diyordu. Perrine delikanlının tavrını görünce iste­
ğinin yanlış yorumlandığını anladı. Bir delikanlıy­
la konuşmaya başlamak için ayrıca bahane arıya-
cak adamlardan değildi o. Peter Gould’la buluşacak,
şu FBI hikâyesinin aslını öğrenip saat on buçukta
kalkan son uçakla Pittsburgh’dan ayrılacaktı. Otel
lobilerinde yatak arkadaşı aradığı yıllar geride kal-
Şirket/345
mıştı. Yakışıklı delikanlıya teşekkür ederek gös­
teri yaparcasına gazetesini açtı ve başyazıyı okuma­
ya koyuldu. Başyazıyı daha önce de okumuştu oy­
sa. Çocuğun başından gitmesini istiyordu. Uzun
boylu delikanlı bir süre öylece durup onu gözledi,
sonra da otel kâtibinin yanma döndü. Arthur Per­
rine sayfayı çevirirken karşıda duran oğlana baktı
göz ucuyla. Gerçekten sevimliydi piç; kollarını ka­
vuşturmuş dimdik bekliyordu. Yapısı da güzeldi.
Çok yıllar önce Martha’s Vineyard’da tanıştığı
delikanlıyı anımsatıyordu birazcık.
Saat onda Peter Gould’a telefon etmeye karar
verdi. Bu Allahın cezası kente neden gelmişti san­
ki? Aptal yerine konduğunu sanıyor, sıkılıyordu.
Arthur Perrine telefon kulübelerini ararken
genç uşak onu gözledi, sonra da gülümseyerek ya­
nma sokuldu. «Adım Jimmy, efendim. Size bir hiz­
mette bulunabilir miyim?»
Perrine, «Telefon arıyordum,» diye mırıldana­
rak çevresine bakındı. Oğlana bakmak istemiyor­
du; yine de çabucak bir göz atıp 'başını çevirdi.
«Telefonlar şu köşenin ilerisinde, efendim. Bi­
rini mi bekliyordunuz?»
«Öyle mi? Teşekkür ederim.» Bu çocuk gerçek­
ten müşteri arıyor diye düşündü. Gould’un numa­
rası arandı, telefon sekiz dokuz kere çaldıktan son­
ra açıldı.
«Buyurun, ben Gould.»
«Peter Gould, değil mi?» dedi Perrine. «Ben
Pittsburgh’dayım. Burada buluşacağımızı sanıyor­
dum. Ne oldu, neden gelmedin?»
«Sizinle buluşamayacağım, Bay Perrine. Üzgü­
nüm ama iş çok büyük bir iş. Bağışlayın beni. Ger­
çekten üzüldüm.»
346/Şirket
«Ben de üzüldüm be adam! Sen beni burala­
ra gönderdin, şimdi de gelemeyeceğini söylüyorsun!
Ne oldu? Elmer Morse’tan azar mı işittin?»
«Sizinle hiç bir şey konuşamam, Bay Perrine.
Başka sözüm yok. Özür dilerim.»
Hat kesilmişti. Arthur Perrine telefonu öfkeyle
çarptı. Bir yolunu bulursa bu geceyi burada geçir­
memeye kararlıydı. Cebinden on sent çıkararak
uçak biletini aldığı havayoluna telefon etti.
Nazik olduğu kadar kesin konuşan bir genç ka­
dın, Washington’a kalkan son uçağa asla yetişeme-
yeceğini bildirdi. On buçuktan önce havaalanında
bulunması olanaksızdı.
Buyurun bakalım! Pennsylvania’nm Pitts­
burgh kentinde kalmıştı ve yapılacak hiç bir şey
yoktu.
Yok canım, bu kadar kötümser olmak da ge­
reksizdi belki. Kimsenin onu tanımadığı bir yere
gelmişti, bol bol boş zamanı vardı. Salonu gözden
geçirdi. Genç uşakla kendisinden başka kimse kal­
mamıştı ortalıkta. Bir an için delikanlıyla göz göze
geldi. Nicedir unutmuştu böyle şeyleri. Bu gece
çok, çok güzel bir gece olabilirdi. Yüz dolar yeter
miydi acaba? Böyle bir fırsat bir daha ne zaman
ele geçerdi? Tehlike de yok sayılırdı. Üstelik görü­
nüşe bakılırsa çocuk gerçekten hoşlanmıştı on­
dan.
Lobinin karşısına yürürken dosdoğru oğlanın
gözlerinin içine bakıyordu Arthur Perrine.
Resepsiyon bölmesinin gerisindeki genç kadm
birtakım kartlarla uğraşıyordu. Perrine tezgâha
yanaştı.
«Bu geceyi Pittsburgh’da geçirmek zorunda
kaldım, küçük bayan. Öyle bir cezaya çarptırıldım.
Bana verebileceğiniz bir daire var mı?»
«Bir gece için mi, efendim?»
«Tabii. Tek bir gece için.»
Genç kadm parmağını oda listesinin üstünde
gezdirerek arandı. Genç uşak tezgâhın ucuna yas­
lanmış onların konuşmasını dinliyordu.
«Özür dilerim, efendim. Dairelerin hepsi dolu.
İsterseniz size nehre bakan geniş bir oda verebili­
rim bu gece için. Fiyatı kırk sekiz dolar.»
Arthur Perrine başını eğerek kabul ettiğini
belirtti, kız da kayıt defterini uzattı. «Kredi kartıy­
la mı ödeme yapacaksınız, yoksa nakit olarak mı?»
Perrine oğlana bir göz ataraek, «Nakit,» dedi.
Art Standish adını ve 1952 yümda New York’ta
oturduğu evin adresini yazdı.
«Teşekkür ederiz, Bay Standish. Jimmy, Bay
Standish’i 1018’e çıkarır mısm lütfen?»
Jimmy’nin kalçaları incecikti. Elindeki anah­
tarı şıklatarak Perrine’i asansöre götürdü.
«Eşyanız yok mu, Bay Standish?» Asansörde
onlardan başka kimse yoktu. Jimmy yazarı arsız
bakışlarla süzüp dudaklarını yaladı.
Perrine huzursuz bir gülümsemeyle karşılık
verdi. «Hayır, yok. Geceyi burada geçirmeye niyet
etmemiştim. Ama bazan tasarlanmayan şeyler daha
eğlenceli olur, değil mi?»

Ertesi sabah sessiz, güneşli bir pazar sabahıydı.


Kiliseye giden dindarlardan başka kimse yoktu or­
talıkta. Onun için de caddeler boş denecek kadar
tenhaydı.
Koyu renk elbiseyle palto giyen Lars Haglund,
Olive sokağındaki evden sabahın yedi buçuğunda
çıktı. Altı sokak ötedeki Wisconsin caddesine, mo-
348/Şirket
toru çalışır durumda bekleyen Mercury arabanın
yanma yürüdü hızla.
Arka kapıyı açarak kendisini kanepeye bırak­
tı Washington Post’la Star’m sabah baskıları arka
pencereye bırakılmıştı. Haglund gazeteleri almak
için arkaya uzandı.
«Lütfen füze rampasına dönelim,» diye ho­
murdandı.
«Efendim?» Sol göğüs cebine cumhurbaşkan­
lığı arması işlenmiş olan gri üniformalı şoför, si­
lahlı kuvvetlerin bir çavuşuydu aslında. «Füze
rampası? Haa, evet. Başüstüne, Bay Haglund.»
Lars Haglund’u dikkati çekmeyecek bir uzak­
lıktan izleyen bej Chevrolet, bir otobüsün arkasın­
da kalarak Mercury’yle arasını açmıştı.
Beyaz Saray’ın Mercury arabası pazar sabahı­
nın seyrek trafiğinde yol alırken, Chevrolet de
onun peşinden giderek Wisconsin caddesini, otoyo­
lu, E sokağını geride bıraktı ve Beyaz Saray’ın ya­
nındaki dolambaçlı, karışık yollara saptı. İki ara­
ba da Beyaz Saray’m güneybatı kapısına yönelmiş­
ti.
16

Yarbay Arnie Pittman düşkırıklığma uğra­


mıştı aslında. Kendi kendine, Dick Monckton’ın ne
yapıp yapıp ona bir amiral yıldızı takacağını, öy­
leyse bir iş başarıp başarmamasınm önemli olma­
dığını söyleyip duruyordu. Ne var ki karışma sö­
zünü ettiği gizli görevlerin, yabancı ülkelere ya­
pılacak heyecanlı yolculukların hiç arkası gelme­
mişti. Kadm da başmm etini yemeye, onun bir işe
yaramayan bir erkek olduğunu söylemeye başla­
mıştı yine. Karısını susturmak için, sonunda üs­
tünde çalıştığı Kızıl Çin projesini açıkladı. Donan­
manın sıradan bir subayı olsaydı cumhurbaşkanı
ona dış politika için böylesine önemli, bu kadar
gizli bir görevi yükler miydi? Bu savunma kadını
susturmuştu ama Pittman karısının rastgele savur­
duğu aşağılayıcı sözlerde bir gerçek payı bulundu­
ğunu seziyordu.
Washington’da verilen öğle yemeklerine, kabul
törenleriyle toplantılara katılıyor, herkes de onun
CIA başkan yardımcısı olduğunu - domuz gibi -
350/Şirket
biliyordu. CIA başkan yardımcısı olarak, protokol­
de oldukça önemli bir yeri de vardı. Gelgelelim bir­
çok kişi - Dışişlerinden, Savunma Bakanlığından
gelen kişiler - ona sokulup bir sürü şeyler anlatı­
yor ve Pittman bu konuları ilk kez onlardan duy­
muş oluyordu. Allah kahretsin, ne yapabilirdi böy­
le durumlarda? Ne söyleyebilirdi? Olayların dışında
olması gereken bu herifler, onun örgütüyle ilgili
olduğu halde onun bilmediği konuları açıyorlardı.
Gazeteciler CIA’yla ilgili sorular soruyor, zaman
zaman Şirket’te kullanılan şifreli adlardan bile söz
ediyorlardı. Şu lanet olasıca kadın gazetecilerden
biri ‘Kısa Devre’yi bilsin ve o konuda sorular sor­
sun da CIA başkan yardımcısı neden karşılık ver­
mesin? Operasyonlarm şifreli adlarını bilmeliydi
hiç değilse! Neyse ki onun da iyi bildiği bir konu
vardı: Çin’in araladığı kapı!
Senatör Garfield Parson’ın evinde verilen bir
akşam yemeğinde, Arnie Pittman’m yanmda otu­
ran bir bayan - kısa süre önce doğu Avrupa’ya yol­
culuk yapan ve New York’lu bir bankacının karısı
olan kadın - Rusların Demir Perde’sinin gerçekten
etkili olup olmadığı konusunu açmıştı. Ruslar Ma­
carían içeride tutabiliyorlar mıydı gerçekten? Ar­
nie Pittman ona Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ro­
manyalIlarla olan ilişkileri hakkında bazı hikâ­
yeler anlattı. Kadm duyduklarıyla çok ilgilenmiş,
biraz da şaşırmıştı. Gerçi anlatılanlar onun Demir
Perde konusundaki sorularının karşılığı değildi
ama, Arnie Pittman doğu Avrupa hakkında başka
bir şey bilmediğinden, rahatça konuşabileceği o tek
konuyu seçmişti. CIA başkan yardımcısı olduğuna
göre kadının'karşısında hiç laf etmeden aptal gibi
oturamazdı herhalde!
Şirkeı/351
Dışişleri Bakanlığının, Yugoslavya Başbakanı­
nın yardımcısı onuruna verdiği bir yemekte, Fe­
deral Rezerv Sisteminin en yeni kurul üyesine göz
kamaştırıcı açıklamalarda bulundu. O konuşmasın­
da da Çin’in, Hindistan ve Pakistan’dan ham mad­
de almak için giriştiği faaliyetleri açıklamıştı.
Arnie Pittman gibilerini, yani yaptıkları işin
önemini abartmak zorunluluğunu duyan kişilerin
konuşmalarını dinlemekle görevlendirilmiş olan pek
çok kişi vardır Washington’da. Bu konuşmalar baş­
kentte geçer akçedir; alınır, satılır, değiş tokuş
edilir.
Arnie Pittman Çin Halk Cumhuriyetiyle ilgili
çalışmalarına başladıktan kısa bir süre sonra, bazı
uyanık gazeteciler sağdan soldan birtakım şeyler
duymaya başladılar. Bölük pörçük bilgilerden baş­
ka bir şey elde edilemediği için Arthur Perrine ko­
nuyu yazılarında işlememişti ama Cari Tessler’m
Kızıl Çin’le ilgili bir tasarısı olduğu varsayımından
yola çıkarak o konuda bir dosya açmıştı.
Ulusal Güvenlik Ajansı da CIABY’nm orada
burada Çin hakkmda söylediklerini konu alan bir
dosya açmıştı. Ulusal Güvenlik Ajansı’nm kadro­
sunda çalışan binlerce devlet memuru, dost olan
ve olmayan ülkelere gönderilen, haberleri, o ülke­
lerden yapüan yayınları dinleyen meraklı kişiler­
dir; telefon konuşmalarını dinlerler, tele teypleri,
teleksleri , telsiz yayınlarıyla mikro-dalgaları izler­
ler. Dünya çapmdaki bu kulak misafirliğinden alı­
nan sonuçlar, incelenmek, sınıflandırılıp arşivlen-
dirilmek üzere kocaman bilgisayarlara doldurulur.
Ulusal Güvenlik Ajansının Maryland kırlarında
kurulan merkezlerinden biri Washington’daki ya­
bancı elçiliklerin gönderdikleri ve aldıkları mesaj-
352/Şirket
ları özel bir ilgiyle dinler. Şifreli mesajlar, kriptog-
rafik analizler yapan bilgisayarlarla incelenir.
Arthur Perrine, Arnie Pittman’m masa komşu­
larıyla bankacılara atlattığı şeylerin haberini al­
dıktan kısa bir süre sonra, Maryland’deki bu mer­
kezde kulak misafirliği yapan makinelerden biri
Japon elçiliğinden Japon dışişleri bakanlığına yol­
lanan bir mesajı kaydetti. Büyükelçi Minoru Yama­
saki şu haberi gönderiyordu ülkesine: Elçilik danış­
manı, bir gece önce Alman elçiliğinde verilen Ok-
toberfest şöleninde CIABY’yla konuşmuştu. CIABY
Pittman, «bazı ülkelerin, Amerika Birleşik Dev-
letleri’nin üstlendiği güç diplomatik görevlere yar­
dımcı olduklarını, eski dostu Amerikan cumhur­
başkanının da bu yardımlardan ötürü minnet duy­
duğunu» söylemişti bir ara. Elçilik danışmanı,
Pittman’m bu konuşmayı yaparken, Asya’yı dü­
şündüğü ve belki de savaşın sona erdirilmesinden
söz ettiğini sanıyordu. CIABY aynı toplantıda yap­
tığı bir başka konuşmada Romen hükümetinin ça­
lışması hakkında geniş bilgi sahibi olduğunu gös­
termiş, onu dinleyenler, Romanya’nın Amerika adı­
na Rusya’yla ya da Çin’le - belki de her ikisiyle -
görüşerek arabuluculuk ettiği izlenimine kapılmış­
lardı.

Ulusal Güvenlik Ajansı’nm karmaşık bilgisa­


yar şebekesi, dinlenen binlerce mesaj içinden bazı
konuları seçmek ve bunları UGA’nın uzmanlarının
dikkatine sunmak üzere programlanmıştır. Japon
elçiliğinden gönderilen mesajda programlanmış
olan o konuların üçünden, ayrıca da CIA’ya leke
sürebilecek bir şeyden söz edildiği için, mesaj oto­
matik olarak makineden çıktı ve bir ulakla UGA
başkanı General F.R. Hill’e gönderildi. General,
Şirket/353
kendisine verilen kâğıdı iki kere okuyup hemen Be­
yaz Saray’dan Cari Tessler’ı aradı. Tessler, Yarbay
Pittman’m bir gece önce yaptığı zararlı gevezelik­
leri sessizce dinledi, telefonu ağır hareketlerle,
usulca kapattı, sonra da korkunç bir öfke gösteri­
sine girişti.
Tessler’ın öfke gösterileri hep tek kişilik oyun­
lardı ama her zaman bir dinleyici kitlesi bulurdu
kendine. General Hill UGA’dan telefon ettiğinde
profesör bürosunda tek başına oturmuş, çoktan
bitirilmesi gereken yazılarla uğraşıyordu. Ne var
ki şimdi Çin’den ve Arnie Pittman’dan başka bir
şey düşünemez hale gelmişti. Masanın üstündeki
kâğıt yığınını koluyla bir yana itti ve kendisini ka­
pının önüne attı. Tessler’m, yardımcısı Junius Le-
achi çağırasma olanak veren bir iç-haberleşme ay­
gıtı da vardı, zilleri de. Gelgelelim sinirli anların­
da onları kullanmayı asla akıl edemezdi profesör.
«Leach!» diye kükredi gür sesiyle. «Yaptığın
önemli işi bırakıp değerli zamanının birkaç daki­
kasını bana ayırabilir misin acaba?» Dışarda yazı
yazan üç kız başlarını daktilolarından kaldırmadı­
lar. «Bana çok çok büyük bir lütufta bulun...»
Solgun yüzlü, gençten bir adam, uzun sarı saç­
larını arkaya doğru sıvazlayıp gümüş çerçeveli göz­
lüklerini burnunun üstüne iterek çalıştığı küçük
bölmenin kapısına koşmuştu. «Buyurun, efendim.»
«Lütfen buraya gelin, Bay Leach.» Tessler fır­
tına gibi dönerek masasına yaklaştı. Junuis Leach’-
le Tessler’m sekreteri, olacakları bilen korkulu ba­
kışlarla baktılar birbirlerine. Genç adam içeri gi­
rince kız kalkıp kapıyı kapadı. Gülmemek için güç
tutuyordu kendini.
«Hani, Leach? Nerede? İnsanın bu koşullar al-
354/Şirket
tında iş çıkarması beklenebilir mi? Söyler misin
lütfen?» Tessler kapının kapandığını fark edince
sesini büsbütün yükseltmişti. «Vali Forville’in
adamları akıllı bir genç olduğunu söyledikleri için
getirtmiştik seni buraya. Harvard’daki notların da
yüksekmiş. Senin akıllı bir insan olduğunu düşün­
mek hakkını görmüştüm kendimde. Açıkça konu­
şayım, şimdi hiç akıllı bulmuyorum seni. Birazcık
zekân olsaydı bana gerekli olacağını bildiğin şeyle­
ri hazırlamaya bakardın. Ama hayır! Bugünkü ran­
devularıma hazırlanmam için gerekli olan yazıların
hiç biri yok burada.» Masadan bir tomar kâğıt ala­
rak Leach’e fırlattı. Kâğıtların çoğu yere saçıldı.
Telâşa kapılan genç adam eğilmiş onları toplamaya
çalışıyor, arada sırada da başını kaldırıp şefine ba­
kıyordu.
«Efendim...» diye başladı kararsızca.
«Sus! Yeter. Sen bu işi beceremeyeceksin. İlk
geldiğin gün anlamıştım onu. Burada sana yer yok.
Gitmeden önce Castle’ı yolla bana. Castle gibi ca­
hil bir asker bile senden daha akıllı.»
«O Tayland’da efendim. Siz göndermiştiniz.»
«Nerede olduğunu biliyorum.» Duvardaki ah­
şap kaplamaları yumruklayarak sürdürdü. «Sen
benim burada olup bitenleri hiç bilmediğimi mi sa­
nıyorsun, delikanlı? Anlıyorum! Dünyada barışı
sağlamak amacıyla giriştiğim her şeyi bozmak için
elbirliği ettiğinizi çok iyi anlıyorum. Senin de öte­
kilerle işbirliği yaptığın belli. Yoo, ben farkında­
yım...»
«Yapmayın, efendim.» Haksızlığa uğradığını
göstermek istercesine konuşuyordu Leach. Bu söy­
levlere alışıktı ama her zaman sessizce dinleyecek
kadar sabırlı olamıyordu.
Şirket/355
Tessler masanın arkasındaki koltuğa çöker­
ken elini sallayarak onu susturdu. «Kendini savun­
mak için gösterdiğin bu çabaların hiç anlamı yok.»
Ellerini başında dolaştırarak saçlarını dilediği gibi
karıştırmayı başardı. «Ben vatan olarak seçtiğim
bu ülkeye hizmet etmeye çalışıyorum, hainlerle ap­
tallar her adımda bana engel oluyor, sabotaj ya­
pıyor. Alnımm yazısı bu! Ama hayır, bu böyle sü­
rüp gidemez!» Bu kez masayı yumrukladı. «Birin­
den yardım görmek zorundayım! Neden yardım et­
miyorsun bana?» Karşısındakini acındırmaya çalı­
şıyordu sanki.
Leach durgun ve bezgin bir sesle karşılık verdi.
«Elimden geleni yapıyorum, Dr. Tessler. Elimden
gelen her şeyi yapıyorum.»
Tessler telefona sarıldı. «Cumhurbaşkanını
bağlayın bana.» Dramatik bir sesle söylenen bu
cümlenin ardmdan. «Hayır!» diye bağırdı. «Vaz­
geçtim, aramaym.» Leach’e bakıyordu. «UGA’nm
raporu elimde olmadan nasıl anlatabilirim cum­
hurbaşkanına? Raporu ne yaptın, Leach?» Sesini
iyice alçalttı. «Kimseden yardım görmezsem daha
ne kadar çalışabilirim ben?»
«Rapor mu? Ulusal Güvenlik Ajansı’ndan mı?
Ben ortalıkta rapor falan görmedim.»
«Buyurun bakalım. Onu kendi başıma arayıp
bulmam bütün günümü alacak ama olsun. O kâ­
ğıdın bulunması gerekiyor çünkü. Çok önemli.»
Yerinden fırlayıp kapıyı açtı. «Carol, bugün için
kararlaştırılan bütün randevularımı ertele. Bu ah­
mak delikanlı raporu bulamıyor.» Kapıyı gümle-
terek kapadı ve yine Leach’e döndü. «îşten kovmu­
yorum seni. O kadar kolay kurtulamayacaksın. Be­
nim işlerimi böyle karmakarışık bir durumda bı-
356/Şirket
rakip gidemezsin. Hiç olmazsa yaptığın hasarı onar.
Beyaz Saray’da iş verdik sana! İnsan böyle mi te­
şekkür eder? Senin yerine gelecek olan adamı dü­
şün ve gitmeden önce bu kargaşalığı bir düzene
koy. Hiç değilse bunu yap!»
Leach, «Emredersiniz,» diye söylendi.
Tessler sesini alçalttı. «Lütfen benim üstlendi­
ğim görevi bir düşünün, Bay Leach. İnsanlığın ça­
tışma halinde olan güçlerini dengeli bir duruma
getirmeyi kabul ettim ben. Bir barış dönemi yarat­
maya niyetliyim, Benim dünyaya verebileceğim de
bu! Bir de her gün yoluma çıkan engelleri düşün.
Şu koridorun ucundaki megalomanyağm bitmez tü­
kenmez manyaklığı, Dışişleri Bakanı diye seçtiği,
güya bakan olan geri zekâlı herifin dayanılmaz
budalalıkları. Bu koca yapı ne dediğini bilmeyen
çocuklarla dolu. Ya sen Leach? Sen ki benim yar­
dımcım, sağ kolum olacaksın. Sen herkesten çok
engelliyorsun beni! Hayır, yanlış düşünmüşüm!
Dünya barışı senin annenin duygularından daha
önemli! Buradan gideceksin! Annen ah vah etme­
ye başlarsa dünya barışının esenliği için kovuldu­
ğunu söylersin. O zaman avunur belki.»
Kapı vuruldu, Tessler’m sekreteri Carol Carl-
son elinde bir zarfla içeri girdi.
«General Hill’in UGA’dan yolladığı haberci
getirdi, efendim. Öğle yemeğiniz de geldi.»
Tessler acı çeken bir çocuk gibi karşılık verdi.
«Benim yemek yiyecek halim var mı, Carol? Tep­
siyi şuraya bıraksınlar. Bay Leach yer. Bay Leach’-
in Beyaz Saray’daki son yemeği. Neden olmasın?
Benim her şeyimi almadı mı zaten? Kanımı emme­
di mi? Yemeğimi de yesin bari. Hadi ye, Leach! Ca­
rol, bundan sonra kimi göreceğim?»
Şirket/357
«Tekstil sorunlarını konuşmak üzere Dışişleri
Bakan Yardımcısıyla Taiwan elçisini görecektiniz
ama randevuyu erteledim.»
«Erteledin mi? Nasıl ertelersin? O konuşma
çok önemli. Pazarlığın kesilmemesini sağlamak zo­
rundayız.»
Bayan Carlson hoşgörüyle gülümseyerek çıktı.
Kapıyı sıkıca kapamayı da unutmadı. Tessler zar­
fı yırttı, masasma oturarak tepsideki kalın rozbif
dilimlerini atıştırmaya başladı. Leach durduğu yer­
den onu gözlüyordu.
Profesör, «Gott im Himmel!» diye mırıldandı
bir ara. O okurken, Junius Leach usul usul kapıya
yürüyordu. Tessler yardımcısına kin dolu bir ba­
kışla baktı. «Leach! Sen güya beni koruyacaktın,
değil mi. Tehlikeleri görecek, uyarı zillerini çalacak,
ihanete uğramamızı önleyecektin. Öyle değil mi?»
Leach, «Herhalde...» diye mırüdandı.
«Beni bu Pittman konusunda uyaracak her­
hangi bir şey yaptın mı?» Bağırmaya başlamıştı
yine; General Hill’in yolladığı raporu sallayıp duru­
yordu. «Bu herif Çin konusundaki girişimi tehli­
keye atıyor! Ya sen bizi uyardın mı, Leach? Söy­
leyeyim! Hiç uyarmadın. Sen ne işe yararsın Juni­
us Leach? Bana kalırsa hiç bir işe yaramıyorsun.
Yaradığını sanıyorsan söyle! Pittman hakkında
herhangi bir şey anlattın mı bana? Karşılık vere­
miyorsun, değil mi? Yok, Leach, burada sana yer
yok! O bakımdan haklıyım.» Masanm üstüne eğil­
miş dondurmayı kaşıklıyordu. «Defol git buradan!
Kovuyorum seni! Benim hiç bir işime yardım et­
miyorsun. Çıkarken Carol’a söyle buraya gelsin; bir
iki şey yazdıracağım. Bir de Romanya dosyasını bul
bana. Haa, Cooper gelmeden önce tekstil dosyasmı
358/Şirket
da hazırla. Bir de akşam giyeceğim smokini sor.
Umarım temiz gömleğim vardır. Hiç değilse bun­
ları ayarla bari. Yapabilir misin acaba?»
Junius Leach sakin konuşmak için çaba har­
cayarak «Evet, efendim,» diye söylendi ve çıktı.
Carol Carlson yeniden odaya girince Tessler
de çok sakin bir tavırla cumhurbaşkanına yollana­
cak bir yazı yazdırdı ona. UGA’dan gelen buru­
şuk raporu sol elinde tutuyordu. Yanardağ, püs­
kürteceğini püskürtmüş, lavların arkası kesilmişti.
Gösteri de sona ermişti. Kendini çok daha iyi his­
sediyordu Tessler.

BEYAZ SARAY
WASHİNGTON

CUMHURBAŞKANINA SUNULACAKTIR
Gönderen: Cari Tessler

Sayın cumhurbaşkanım,
CIA başkan yardımcısı Yarbay Arnold Pit­
tman’m Çin Halk Cumhuriyeti’yle Romanya ara­
sındaki konuşmaların başarısını tehlikeye attığı an­
laşılmaktadır. Çinlilerin gizlilik konusundaki fana­
tik tutumu göz önüne alınırsa bu ara bulma girişi­
minden umut kesmek gerektiği söylenebilir.
Pittman’m Japon elçiliği danışmanına yaptığı
yersiz açıklamalar Japon elçiliğinin yayınlarını
dinleyen UGA tarafından öğrenilmiş ve UGA’nın
raporu ilişikte sunulmuştur. Güvenlik açısından
çok sakıncalı olan bu konuşma bir yana bırakılsa
bile, Yarbay Pittman’m CIA’da Çin tasarısıyla ilgi­
li olarak yürüttüğü çalışmaların beklenilen düzeye
ulaşmaktan çok uzak olduğu dikkati çekmektedir.
Pittman’ın Çin projesinden hiç gecikmeden
Şirket/359
uzaklaştırılmasını, kendisine bu kadar hassas ol­
mayan başka bir iş verilmesini öğütlerim. Haberai-
ma işlerinde çalışabileceğini sanmıyorum. CIA’da
bulunması da sakıncalıdır.
Koşullar değişik olsaydı sizi bu tür bir perso­
nel sorunu için rahatsız etmezdim. Böyle yapma­
mın nedeni, Pittman’ın sizin tarafınızdan seçilip
bu göreve getirilmiş olmasıdır.
Cari Tessler
Onaylıyorum:...............................
Onaylamıyorum:............................
Beni gören:....................................
Ekler : Ulusal Güvenlik ajansının raporu.
CT/cc

Yazı hemen daktilo edildi ve imzalaması için


Tessler’a getirildi. Kâğıdın sağ üst köşesine iki
santimetrekarelik kırmızı bir karton parçası zım-
balanmıştı. Batı kanadının zemin katından bir
ulak çağırüdı, Carol Carlson, oğlanın yazıyı nere­
ye teslim edeceğini bildiren bir pusulayı, UGA’nm
raporunu ve yazıyı verdi. Genç zenci oradan ayrı­
lıp merdivenlere gelince yazıyı da, ilişiğindeki eki
de çabucak gözden geçirdi, sonra da kâğıtları elin­
deki sarı evrak zarfının altına sakladı. Merdivenin
tepesindeki kalabalık holü aşarken saf saf çevre­
sine bakındı. Yazı, İdarî Bölümler yapısının dör­
düncü katındaki Ulusal Güvenlik Konseyi yazman­
lığına teslim edildi. Oradaki sekreterlerden biri kâ­
ğıtların iki fotokopisini çıkardı, UGK kayıt numa­
rasıyla geliş tarih ve saatim da fotokopilerin üs­
tüne damgaladı. Kayıt defterine bir numara ya­
zıp o konu için bir dosya da açtı 10939-111569-CT-
Pittman-ÇHC.
Aslında donanma eri olduğu halde sivil giyina-
360/Şirket
le dolaşan bir başka ulak, yazının orijinalini batı
kanadının zemin katındaki cumhurbaşkanlığı sek­
reterliğine götürdü. Yolda giderken o da okudu ya­
zıyı. Kâğıtlar ikinci bir sekreterin eline geçti, ye­
niden fotokopiler alındı, yeniden kayıt yapıldı. Ya­
zının köşesine o dört köşe kırmızı karton iliştiril­
miş olduğu için bir kat yukarı çıkarak kâğıtları
Monckton’ın başyardımcısı Frank Flaherty’nin
sekreterine verdi.
I
Cari Tessler imzaladıktan knk beş dakika son­
ra, yazı Flaherty’nin masasına kondu. Parlak kır­
mızı renkte bir dosyaya yerleştirilmişti bu arada.
On beş dakika sonra, aynı dosya cumhurbaşkanının
arkasındaki masanın üstünde, Theodore Roosevelt’-
in büstünün yanmda duruyordu. Cumhurbaşkanı
çalışma masasına oturmuş, ayaklarını da masanın
güneydoğu köşesine uzatmıştı. T.T. Tallford masa­
nın solundaki iskemlede oturuyordu. Lars Haglund
da masanın önünde, cumhurbaşkanının tam karşı­
sında.
Tuckerman T. Tallford güvensizlik nedir bil­
mezdi. Beyaz Saray’da ona Tuck diyen tek kişi, in­
sanlara adlarının baş harfleriyle seslenilmesinden
hiç hoşlanmayan Monckton’du. Cumhurbaşkanlı­
ğı kadrosundaki herkes Monckton’ı eleştirse, ona
karşı çıksa ve dirense, yine de Tuck Tallford’m
onaylayıcı sözler edip iyimser davranacağına güve­
nilebilirdi. Üstelik Tallford korkusuz bir adamdı.
Cumhurbaşkanına öylesi gerekliyse, kirli işler çe­
virmekten kaçmmazdı. Eski CIA ajanı Lars Hag-
lund’un çağırılmasım da o önermişti. Bu randevu
cumhurbaşkanının defterinde görünmeyecekti elbet­
te; kayıtlara da geçmeyecekti. Üç adam bu buluş­
madan kimseye söz etmeyeceklerdi. Ne var ki Tal-
Şirket/361
lford bundan böyle Haglund’u cumhurbaşkanının
işlerinde sık sık kullanacaktı; onun için de Monck-
ton’m adamı tanıması, ona güven duyması gere­
kirdi.
«Tuck’m dediğine bakılırsa Arthur Perrine’in
evine mikrofon yerleştirmeyi başarmışsınız,» diye
başladı cumhurbaşkanı. «Bir bakıma bunu yap­
mak zorunda kaldığımız için üzülüyorum. Perrine
kampanya süresince bize epey yardımcı olmuştu.
Ancak buna aldanıp işimizden dönemeyiz. Onu sen
de anlıyorsun, değil mi, Tuck?»
«Evet, sayın başkanım,» dedi Tallford. «Ulusal
bir sorundur bu; bir vatan sorunu. Cumhurbaşkan­
lığı kurumunu korumak için bazı dostlukların fe­
da edilmesi gerekebilir.»
«Çok güzel söyledin.» Monckton başmı Hag-
lund’a çevirmiş, bileğindeki iri kol saatinin kayışını
açıyordu. «Bakın, Lars, sizin gibi yirmi yıldır ha-
beralma işlerinde çalışan birine bunları anlatmaya
bile gerek yoktur ama durumu bir gözden geçire­
lim de nereden yola çıktığımız iyice anlaşılsın. Bu
hükümette, bu devletin kadrosunda vatanını sev­
meyen bir sürü sefil insan var. İdeologlar. Ellerin­
den gelse Amerika’yı Amerika yapan ilkeleri kö­
künden değiştirirler; vatanın çıkarlarını düşün­
mezler onlar. Tek istekleri, sağlık ya da sosyal yar­
dım, yahut eğitim - kendi küçük alanları neyse ya­
ni - alanında, solcu, amaçlarını gerçekleştirmektir.
Onlara engel olacağımı bildikleri için benden de
nefret ederler.» Cumhurbaşkanı konuşurken saati­
nin kayışını çözüp takıyor, yanındakilere pek en­
der bakıyordu. «Yoo, yanlış anlamayın. Bana kin
duymalarına önem vermiyorum. Bu ülkeye ilk kez
onları korkutan bir cumhurbaşkanı geldi. Kendi-
362/Şirket
leri de biliyorlar bunu. Benden korkuyorlar, onun
için de kin duyuyorlar. Korkmakta haklılar da.
Hepsini birer birer ayıklamak niyetindeyim. Bana,
benim kişiliğime ihanet etmeleri önemli değil.» Sa­
atim iki eliyle kavramış, büyük bir dikkatle inceli­
yordu. «Ancak federal bürokrasi, cumhurbaşkanlığı
kurumuna - ya da vatana - ihanet etmemelidir. Oy­
sa bu insanların ihaneti öyle genişledi ki yalnızca
anayasa değil, ulus da tehlikede. Benim vardığım
sonuç bu.
«Bu kahrolası vatan hainleri...» Kullandığı
kelimelerin nasıl karşılandığını görmek için göz
ucuyla Haglund’a baktı, «...bizim ideolojimizi be­
ğenmedikleri için devlet dairelerinde yapmaya ça­
lıştığımız değişiklikleri, uygulamaya çalıştığımız
yeni programları baltalıyorlar. İyi ama seçilen on­
lar değil ki. Şunu akimdan çıkarma. Anayasa,
cumhurbaşkanının bütün ulus tarafından seçildi­
ğini belirtir. Bu şekilde seçilen tek kişi cumhur­
başkanıdır. Bir de cumhurbaşkanı yardımcısı var
ama o uçurtmanın kuyruğu olmaktan ileri gidemez
tabii. Gelgelelim masalarla iskemlelere yerleşen o
tahtakurtları, yapmak istediğim her iyi işi balta­
lıyorlar. Tuck bilir... Yıllardır onlarla uğraşıyor o.
Öyle değil mi, Tuck?»
Tallford hiç düşünmeden ve çok kesin bir ta­
vırla karşılık verdi. «Haklısınız, sayın başkamın.
Çok sinsi herifler. İnsanın yüzüne gülüp ‘başüstü-
ne’ diyorlar ama kusmuk yeşili odalarına döner
dönmez bize çelme atmaya çalışıyorlar. Bu herifle­
rin kökü kazınmadan sizin herhangi bir iş başar­
manız olanaksız.»
Cumhurbaşkanı, «Dış politikadaki durum d*
Aynı derecede kötü,» diye sürdürdü. «Dışişlerinde-
Şirket/363
ki kadın kılıklı züppeler Beyaz Saray’ın dış politi­
ka konusunda kesin bir tutum benimsemesinden
hoşlanmıyorlar. Hoşlanmadıkları için de kıvır kı­
vır kıvranıyor, cıyak cıyak bağırıp sırlarımızı sağa
so!a açıklayarak işleri berbat ediyorlar. Yalnız Be­
yaz Saray’daki seçkin kişilerin - bir de dışarıdan
bakan birkaç kişinin - farkettiği nokta, bu adamla­
rın cumhurbaşkanlığı kurumunun da sarstıklarıdır.
Cumhurbaşkanının yasal görevini yerine getirme­
sine, dış politikayı kararlaştırmasına engel oluyor­
lar yani. Buna fırsat vermemek bir vatan görevi­
dir! Sizler onun için önemlisiniz bana.» Bir an du-
raiadı, önce Haglund’un, ardından da Tallford’-
un gözlerinin içine baktı. «Düşmanın neler yaptı­
ğını bilmek zorundayız. Bu bilgiyi elde etmek için
FBI’ya ya da öbürlerine güvenemeyiz. Gerçi bu sö­
zümü çok kişi anlayamaz ama FBI’m bize bu sa­
vaşta pek yardımı olmayacaktır. Eski dostumuz El-
mer Morse’un her şeyden önce bir bürokrat oldu­
ğunu unutmayalım. Yoo, o bize bağlıdır; hemen
her isteğimi yerine getirir. Her isteğimi demedim,
Tuck, hemen her isteğimi dedim.» Tallford’la
Monckton bir şakayı paylaşırcasına gülümsediler.
«Yazarların bürolarını size bırakmamızın nedeni,
Elmer Morse’u, çıkarların çatışması diye adlandıra-
bileceğim bir duruma sokmak istemeyişimizdir.
Onun bu kentteki tek eski dostu ben değilim. Bir
ara Arthur Perrine de çok iyi dostuydu. Şu anda,
Morse’un bana ne derece bağlı olduğunu smamayı
göze alamam,» diye sürdürdü. «Onun için de bu iş­
lerin bazılarını kendi adamlarımıza yaptırtmak zo­
rundayız. Perrine’in bürosuna yerleştirilen mikro­
fondan bir şeyler öğrenebildik mi?»
Monckton da Haglund’a bakıyordu, Tallford
364/Şirket
da. Eski CIA ajanı konuşmaya başladı, gırtlağını
temizlemek için duralayıp hızla anlattı. «Basma sı­
zan sırlarla ilgili bir şey öğrenemedik, sayın baş­
kan. Yalnız birinin Arthur Perrine’e bilgi verdiği­
ni, FBI’m, bazı gazetecilerle Beyaz Saray görevlile­
rinden -birkaçının telefonlarını dinlediğini ona çıt­
lattığını öğrendik.»
Monckton birden parladı. «Bunları nereden
duymuş?»
«FBI’da görev yapan birinden. Ancak Perri­
ne kendisine verilen bilgiye pek güvenmiyor. Üste­
lik bildikleri öyle az ki bu konuda yazı yazmayı da
göze alamıyor.»
«Hay Allah! Tuck, biz de bu haberin yayılma­
sını göze alamayız. Perrine’in başka bir şey öğ­
renmemesini sağlamanın yolu yok mu?»
«Sanırım bulunur, efendim. Lars ona bilgi ve­
ren kişinin hangi FBI görevlisi olduğunu kısa za­
manda öğrenir. Biz de Perrine hakkında dişe gelir
bir şeyler öğrenebilirsek... Arthur Perrine’in büro­
sunda bu günlerde neler dönüyor kimbilir.» Tatsız
bir gülüşle gülümsedi. «Onun da vatanına karşı
olan görevini yapmasını sağlayabiliriz belki.»
Monckton, «Orada neler döndüğünü sanıyor­
sun, Tuck?» diye sordu.
«Bilmem. Ortada dolaşan söylentilere göre Per­
rine oğlanlardan hoşlanırmış. Bob Bailey’nin dedi­
ğine bakılırsa, yıllar önce ona da sulanmış bir ke­
re. Bakarsınız doğrudur.»
Monckton ayaklarını yere indirdi, ceketini dü­
zeltmek için ayağa kalkıp yine oturdu. Haglund’a
bakarak, «California’daki Cravath olayını da açık­
lamak istiyorum,» diye söylendi. «Tuck da size bir
şeyler anlatmış olabilir ama ben bu işi ulusal gü-
Şirket/365
venlik bakımından çok önemli bulduğumu bildir­
mek istiyorum. Niye böyle diyorum? Bu iş ortado-
ğudaki barışı tehlikeye atabileceği için. Orada çıka­
cak bir savaş da sonunda bu ülkenin Sovyet Rus­
ya’yla bir atom savaşma girmesini gerektirecek ka­
dar büyüyebilir tabii. Belki sizin de haberiniz var­
dır, John Cravath işinden ayrılıp politikaya atıl­
madan önce yıllarca Eagle-Arabian petrol şirketin­
de çalıştı. Kendisi son derece zengindir ama, bana
söylendiğine göre, vali seçimi kampanyasını Arap-
lar finanse ediyorlarmış. Yahudi dostlarımız...»
Yahudi dostlarımız derken alay mı ettiğini, ciddi
mi söylediğini belli etmeyen ¡bir havayla geçiştir­
mişti. «...onun Araplar tarafından desteklendiğini
kesin olarak öğrenirlerse Cravath’m California va­
lisi olmasını önlemek için ellerinden geleni yapa­
caklardır. Öyle değil mi, Tuck?»
«Evet, efendim. Televizyon şirketlerindeki ateş­
li siyonistler, sözgelimi Meyer Gold gibileri, Cra-
vath’ı parça parça ederler. Ne var ki onlardan yar­
dım istemeden önce elimizde kesin kanıt bulun­
malı. Cravath parlak bir politikacı, California’da-
ki televizyon şirketlerini de avucunun içine almış
durumda. California valiliğine seçilme şansı gün­
den güne yükseliyor. Valilik seçimini büyük bir ço­
ğunlukla kazanırsa, iki yıl sonraki cumhurbaşkanı
seçiminde size rakip olarak ortaya çıkacağı kesin­
dir.»
Monckton, Lars Haglund’a baktı. «Ancak şu­
nu iyi bilin ki Cravath sorununun yaratacağı poli­
tik durum benim için ikinci planda kalır. Cravath
gerçekten bana rakip olabilir ya da olmayabilir.
İşin o yanı, benim cumhurbaşkanı olarak yapaca­
ğım şeyleri hiç değiştirmez. Demokratik partinin
366/Şirket
iki yıl sonra karşıma çıkaracağı aday kim olursa ol­
sun umurumda değil. Ben bu vatan için neyin doğ­
ru, neyin iyi olduğuna karar vermek zorundayım.
Politika bakımından nasıl sonuç verirse versin! An­
cak Araplar John Cravath’m aracılığıyla cumhur­
başkanlığı kurumunu satın almak istiyorlarsa o
zaman durum değişir. Bunu önlemek benim yasal
görevimdir. Yoksa yanlış mı düşünüyorum, Tuck?»
«Hayır, sayın başkamın. Çok doğru düşünü­
yorsunuz. Yasalarımız, harekete geçip cumhurbaş­
kanlığı kurumunu gizli eylemlere karşı korumanı­
zı emreder. Bir generali, ya da bir amirali satın al­
maya kalkışsalar yine aynı şekilde hareket etmek
gerekir. Bu da aynı şey.»
«Bakın, bu da FBI’ya ya da CIA’ya veremeye­
ceğimiz görevlerden biri. Bildiğiniz gibi, FBI bası­
na kırk türlü haber sızdırıyor. Cravath’la Araplar
arasında güçlü bir ilişki bulunduğuna inandığımız
zamanından önce duyulursa, adama kara çalmakla
suçlarlar beni. Cravath da bu olaydan kârlı çıkar.
Onun için de kesin kanıt buluncaya kadar kuşku­
larımızı kimsenin haber almaması gerekir. Cravath
olayında kesin kanıtı nasıl elde edeceğiz peki?»
Tallford bir dosya açtı. «Lars güzel bir ekip
kurmuş. Çok iyi çalıştıklarını bu son ay içinde sap­
tadık. Adamlarından biri New Jersey’li bir İtalyan.
Öbürü de North Carolina’da, Durham’da oturuyor.
Bizimle ilişkileri olduğunu kanıtlamak hemen he­
men olanaksız. Lars kendisine gerekli olan elektro­
nik aletleri de CIA’dan alıyor. Biz söyler söylemez
John Cravath’la ilgili çalışmalara başlayabilirler.
Öyle değil mi, Lars?»
«Evet,» dedi Haglund. «Ancak operasyona baş­
lamadan önce Cravath’la organizasyonunu, Arap-
Şirket/367
lardan hangileriyle dost olduğunu, eskiden çalış­
tığı petrol şirketini falan incelemek isterim, efen­
dim. Ne arayacağımı bilmek zorundayım. O iş de
birkaç hafta sürebilir.»
Monckton, yüksek sesle, şakacı bir havayla,
«Acelemiz yok,» diye söylendi. «Hiç acelemiz yok.
Şunu da unutmaym ki Cravath hakkmda öğrendi­
ğiniz her şey bizi ilgilendirecektir. O adam gerçek­
ten rejimi yıkmak niyetinde. Yoo, yanlış anlama­
yın, Ruslar hesabına çalışıyor demiyorum. Onun
modası geçti artık. Cravath kendi kişisel çıkarı için
girişiyor bu yıkıcı eylemlere. O yüzden de, kendisine
elimizdeki bütün silahlarla karşı koymak zorunda­
yız. Ne öğrenebilirseniz öğrenmeye bakın, Lars.
Yakışıklı bir adam; belki de zamparadır. Sekrete­
rini soruşturun bir kere. Haa, film yıldızları da çok
severler Cravath’ı. Özellikle liberal eğilimli olanlar.
Hollywood’daki o karıların bazıları Mart kedilerin­
den beterdir. Cravath’m gecelerini kiminle geçirdi­
ğini inceleyin. Kızı da - daha doğrusu kızlarından
biri - hippi gibi bir herifle evli. Colorado’da bir yer­
de öğretmenmiş adam. Belki de herkesin karı koca
değiş tokuşu yaptığı komünlerden birinde yaşıyor-
lardır. Bunların hepsini araştırmak gerek.»
T.T. Tallford gülümsedi. «O kız hakkmda epey
bilgi edindik, sayın başkanım.»
Odanm kuzeydoğuya bakan kapısı usulca açıl­
mış, boynundan iki tane Nikkon otomatik film ma­
kinesi sarkan buruşuk elbiseli, orta yaşlı bir adam
içeri girerek Oval Büro’nun kuzey duvarı boyunca
sessizce ilerlemeye başlamıştı. Tallford, alaycı bir
tavırla kızın yaşadığı serseri hayatı anlatırken Be­
yaz Saray fotoğrafçısı da her günkü işini yapıyor­
du. Yirmi tane siyah-beyaz, altı tane renkli resim
368/Şirket
çekildi çabucak. Cumhurbaşkanı, yardımcılarıyla iş
başındaydı; Willy Fuhrman’m görevi de cumhur­
başkanının her toplantısını filme geçirmek, hepsi­
nin Cumhurbaşkanı Richard Monckton arşivine
girmesini sağlamaktı. O kapıdan çıkınca, dışarıda,
Kabine Toplantı Salonuyla Oval Büro’nun arasın­
daki küçük odada çalışan sekreter eline bir kâğıt
tutuşturdu. Kağıtta toplantının yapıldığı saat, ta­
rih ve toplantıya katılanların adları açıklanmıştı:
T.T. Tallford ve Lars Haglund (Kadrodan). Fotoğ­
rafçının çıktığını yalnız Lars Haglund farketti;
Monckton’la Tallford için sıradan bir büro eşyasın­
dan farksızdı Fuhrman.
Monckton, «Evli oldukları kesin mi, Tuck?»
diye sordu.
«Evet, efendim. İyice araştırdık. Nikahlanmış­
lar.»
«Bilir misiniz...» Monckton yine Haglund’a
bakıyordu, «...bu hippilerin birçoğu nikah falan
yapmadan birlikte yaşamaya başlıyorlar. Büyük
devletlerin tarihine bir göz atacak olursak - şunu
da söyleyeyim ki Tommy Wilson’dan başka hiç bir
cumhurbaşkanı benim kadar tarih okumamıştır.
Toplumsal çöküntünün belli başlı iki nedenle or­
taya çıktığını görüyoruz. Biri uyuşturucu madde
alışkanlığı, İkincisi de evliliğin önemini kaybedip
evlilik bağlarının zayıflaması. Benim gerikafalı, sert
bir insan oluşumun nedeni budur. Denebilir ki ada­
mın biri sekreterini becermek istiyorsa Amerika
Birleşik Devletleri cumhurbaşkanı bu işe ne karı­
şır?» Monckton biraz fazla ileri gitmiş olmaktan
korktu. Gerçi Haglund artık kadrodan sayılırdı
ama ilk kez konuşuyordu adamla. Monckton büro­
sunda açık saçık söz etmez değildi; ne var ki an-
Şirket/369
cak belirli kişilerin yanında. Bazı kişiler cumhur­
başkanlığının gösterdiği yakınlığı iyi değerlendire­
mezlerdi. Bu tür konuşmalara tanık olurlarsa cum-
hurbaşkanıyla kendi aralarında aşümaz bir uçu­
rum bulunduğunu unutmak eğilimini gösterirler­
di. Neyse ki Tallford ve Flaherty gibi kimseler ara­
daki uzaklığı korumasını bilirlerdi. Bu Haglund
hangi sınıfa girerdi acaba?
«Sizin eski patronunuz, CIA başkanı Martin
karısını aldatmakla suçlanırsa bu beni niçin kay­
gılandırsın? Açıklayayım. Martin önemli bir devlet
memurudur CIA başkanı. İstese de istemese de hal­
ka örnek olmaktadır. Ve Amerika’nın büyük devlet
olarak kalmasmda, halkın evlilik konusundaki dü­
şüncelerinin önemli bir rolü olacaktır. Martin için
söylediklerim film yıldızları, basında adı geçen ki­
şiler ve halkm ilgisini çeken kişiler için de geçerli-
dir. Tarihin bize verdiği ders budur, baylar. O der­
si kulakarkası edemeyiz. Onun için de Cravath gi­
bilerini bu koltuğa oturtamayız. Cravath’m kızma
bakın bir kere! Bu bize neyi gösterir? Cravath’m
tarihten ders almasını bilmediğini. Bu günkü dev­
let adamlarının birçoğu onun gibidir. Saçlarmı
uzatıp sekreterleriyle gezmenin, partilerde birazcık
esrar içmenin çağdaş bir tutum olduğunu, böyle­
likle kendilerini daha çok sevdireceklerini sanıyor­
lar. Genç yaştaki Kongre üyelerinin hepsi yapıyor
bu dediklerimi. Öyle değil mi, Tuck?»
«Pek çoğu yapıyor, efendim.»
Monckton başmı iki yana salladı. «Biraz ta­
rih okusalar çok şey öğrenirlerdi. İşte böyle, Lars.
İş size kalıyor şimdi. Bu güne kadar yaptıklarınız­
dan hoşnutuz.» Cumhurbaşkanı ayağa kalkmca
öbür ikisi de kalktılar. «Tuck’a sık sık bilgi verirsi-
370/Şirket
niz tabii. O da beni günde yirmi kere gördüğüne
göre neler yaptığınızı ben de izlemiş olurum. Tuck,
sen Perrine’e bilgi veren FBI görevlisinin kimliği­
ni öğrenmeye bak. O konu çok önemli olabilir.»
«Bakarım, efendim. Kaygılanacak bir durum
olduğunu sanmıyorum. Ben gerekeni yaparım.»
Monckton yapmacık bir dostlukla sürdürdü.
«Siz buraya ilk kez geliyorsunuz, Lars. Kadromda
çalışanlara, ilk ziyaretlerini hatırlatacak küçük bir
armağan vermekten hoşlanırım.» Roosevelt’in ma­
sasının konuklara ayrılan çekmecesini çekerek içe­
risini karıştırdı, çıkardığı küçük beyaz kutuyu
Haglund’un eline sıkıştırdı. «Cumhurbaşkanlığın­
dan bir çift kol düğmesi! Konuklarım için özel ola­
rak yaptırıyorum bunları. Yalnız hiç merak etme­
yin, değeri on dolardan fazla değildir. Servet be­
yannamenizde bildirmek zorunda değilsiniz.» Mi­
ting kürsüsü gülüşüyle gülümsedi.
Haglund, «Teşekkür ederim, bay başkan,» diye
söylendi heyecanla. «Sizin için yaptığım işlerde
başarılı olmaya çalışacağım.»
«İyi,» dedi Monckton. «Çok iyi.»
Tallford’la Haglund kapıya yanaşırlarken,
«Haa, Tuck,» diye seslendi. «Sen bir dakika durur
musun, Tuck?»
Lars Haglund çıkınca kapı kapandı. «Buyurun,
efendim.»
«Bu adam bende olumlu bir izlenim bıraktı.
Onu söylemek istedim. Dikkatli birine benziyor.»
«Öyledir, efendim.» Başını sallayarak, «Bence
Haglund son derece güvenilir bir adamdır,» diye
ekledi.
«Bize sadık olduğuna emin miyiz?»
«Size sadık olacağı kesindir, bay başkan. CIA
Şirket/371
ajanlarında pek rastlanmayan bir özelliği vardır
onun. İdealisttir. Yale’de okuduğumuz yıllardan
beri tanırım Haglund’u. O yaşta bile sizin istediği­
niz adamlardandı. Aradan geçen zaman içinde de
gördüm onu; kafa yapısını bilirim. Bu işin için özel
olarak arayıp buldum. Aramamın nedeni de başa­
rılı olacağını kesin olarak bilmemdir. İyi bir uz­
mandır; bu işlerde çalışanların en iyilerinden.»
«İyi,» dedi Monckton. «Bende de öyle bir izle­
nim bıraktı. Yalnız ona birden yaklaşmış olmaktan
korktuğum için bir de sana danışayım dedim.»
«Yoo, hayır. Fazla yakınlık göstermiş değilsi­
niz, efendim. Bence tam gerektiği gibi konuştu­
nuz. Eminim ki çok etkilendi.»
«İyi öyleyse. Sonra yine görüşürüz, Tuck.»
Lars Haglund dışarıdaki holde bekliyordu Tal-
lford’u.
Tallford, «Senden hoşlandı,» diyerek gülümse­
di.
«Öyle mi? Öyleyse çok iyi ama emin misin?»
Kuşkulu görünüyordu Haglund.
«Yüzde yüz. Sen onun tavrına aldanma. Her
zaman sert konuşur.»
Haglund bayağı kaygılıydı. «Hayır, ondan de­
ğil.»
«Neden peki?» Tallford da biraz sabırsızlan-
mıştı.
Haglund elindeki küçük beyaz kutuyu açıp
Tallford’a gösterdi. Boştu kutu.

Richard Monckton’un senatörlük yaptığı yıl­


larda, kendisi de, yardımcıları da, işleri o andaki
baskılara ve sorunlara göre yönetmeye, yazışmalar­
la randevuları bazan öne alıp bazan ertelemeye
alışmışlardı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra Ric-
372/Şirket
hard Monckton ister istemez Flaherty’nin koydu­
ğu sıkı kurallara uymak zorunda kaldı. Flaherty,
cumhurbaşkanının zamanını nelere ayırması, ne­
lere öncelik tanınması gerektiğini kararlaştırıyor­
du. İşlerin büyük bir bölümü başkaları tarafından
da yürütülebilirdi pekâlâ. Başkalarının yapabile­
ceklerini ayıklamak, cumhurbaşkanının ilgilenme­
si gereken sorunları önem derecesine göre sınıflan­
dırarak Monckton’a sunmak Flaherty’nin göreviy­
di. Yazıların önem derecesini dosya renkleriyle bil­
diriyordu Flaherty. Monckton kırmızı renkteki
dosyaların hiç geciktirilmemesi gerektiğini anla­
mıştı. Yapılacak ne kadar iş olursa olsun, o dosya­
ları okumak için hemen zaman ayırırdı. Öbür renk­
lerin ne anlama geldiğini pek iyi bilmiyordu. Tes-
sler’m dış işlerle ilgili dosyaları ayrı renkteydi, iç
işlerle ilgili ıvır zıvır yine aynı renkte. Sarı renkli
dosyalarda kişisel yazılar bulunurdu hep; dostlar­
dan, aile üyeleriyle akrabalardan gelen mektuplar
falan.
T.T. Tallford’la Haglund odadan çıktıktan son­
ra Monkton masasına döndü ve arkasındaki küçük
masaya istiflenen dosya yığınını gördü. Kırmızı
dosyayı çekerek Cari Tessler’m Arnie Pittman’la
ilgili yazısını gözden geçirdi. Bir iki dakika, ka­
im yeşil camlı pencerelerden dışarı baktıktan sonra
Frank Flaherty’nin odasında çalan zile bastı.
Flaherty bir dakika içinde koşup geldi, kapıyı
tıklatmadan içeri girerek her zamanki yerine, yazı
masasının solundaki iskemleye oturdu. Her zaman­
ki gibi neşeli, her zamanki gibi dipdiriydi.
«Gel, Frank, gel. Cari Tessler’dan gelen şu la­
net olasıca yazıyı okudun mu? Arnie Pittman’la
ilgili olanı? Arnie neden Çin’den söz etsin sağda
Şirket/373
solda? Bu kent böyle yapıyor insanları! George-
town’da verilen o partiler! Arnie de o eğlencelere mi
kaptırdı kendini? Ondan mı oluyor bunlar?»
«Bilemem,» dedi Flaherty. «Arnie fırsatını bu­
lunca önemli kişi rolünü oynamak eğiliminde değil
miydi? Doğrusunu isterseniz ben pek tanımam
onu.»
«Hayır!» Monckton koltuğunu yumrukluyor-
du. «Bu günah kenti bozuyor insanları. Arnie o eğ­
lencelere gide gele başı dönen basit, kafasız bir eşek­
tir olsa olsa. Sarhoş muymuş acaba? Ondan olabi­
lir mi?»
«Doğrusu hiç bilmiyorum.»
«Ne olursa olsun, adamı şıp diye işinden ata­
mam. Tessler’m istediği bu mu? Kıçma bir tekme
atıp kapı dışarı etmemi mi istiyor?»
«Hayır, efendim. Cari ona başka bir görev ve­
rilmesini öneriyor yazısında.»
«Evet, ben de aynı kanıdayım.» Cumhurbaşka­
nı yerinden kalkıp odada dolaşmaya başlamıştı.
«Onu başka bir işe getirsek daha iyi olacak. CIA’-
da uzun süre görev yapmak herkesi deli eder za­
ten. Karar verdim...» Sesini alçaltarak sürdürdü.
«Onu Donanma Bakanı yapacağım.» Yüzünde, bir
anda belirip yok olan parlak, yapmacık bir gülüm­
seme görüldü.
Flaherty’nin şaşkınlığı sesinden okunuyordu.
«Pittman’ı mı?»
«Evet.»
«Ne söylüyorsunuz, sayın başkan? Olacak iş
değil! Cari Tessler öfkesinden deliye dönecek. Sa­
vunma Bakanlığında da bir sürü sorun doğacak.
Tessler ne der bu işe?»
«Tessler’ı bu fikre alıştırmak senin görevin,
374/Şirket
Frank. Bu kez benimle konuşmaya kalkışmasın hiç.
Arnie Pittman benim dostum. İnsan kendi dostu­
nu kadrosunda çalışanlara karşı savunmak zorun­
da kalmamalıdır. Karar verdiğimi, bu konuyu tar­
tışmak istemediğimi söylersin ona. Hepsi bu ka­
dar.»
«İyi ama Pittman donanmada subay,» diye
karşı çıktı Flaherty. «Şu anda deniz kuvvetlerine
bağlı bir yarbay olarak görev yapıyor. Bakanlar
silahlı kuvvetlere bağlı olamazlar. Bu göreve geti­
rilemez Pittman.» Flaherty herhangi bir tartışma­
ya olanak bırakmayacağını umduğu bir sav ileri
sürdü: «Senato bu atamayı asla onaylamaz.»
«Öyleyse Arnie’nin donanmadan istifa etmesi­
ni söyleyin, Frank. Bu daha önce de yapılmış olan
bir şey. Devlet kadrolarına alınacak kişiler önce is­
tifa ediyorlar, sonra da atamalar senatoda onayla­
nıyor. Carl’a söyle, atamayı Arnie istifa edinceye
kadar geciktirsin. O arada, şimdiki donanma baka­
nını hangi göreve getireceğine de karar verebilir.
Oldu mu?»
«Bilmem.» Frank Flaherty bu işin kötüye gi­
deceğini sezmiş, temkinli davranmaya çalışıyordu.
«Sana güveniyorum, Frank. Tessler’a söyle, o
bakanlık koltuğunu boşaltsın ve Arnie’yi oraya
oturtsun. O kadar zor bir iş değil herhalde. Ancak
bu konuda benimle konuşmaya kalkışmasın. Ben
Çin konuşmalarıyla uğraşacağıma göre böyle per­
sonel sorunlarına zaman ayırmak zorunda kalma­
malıyım. Carl’la ikiniz, cumhurbaşkanının enerji­
sini daha önemli işlere ayırabilmesini sağlamalısı­
nız, Frank. Sen aynı kanıda değil misin?»
«Evet, efendim.» Flaherty, alman karara sıkıl­
dığını açıkça belli ediyordu ama Monckton’ın bun­
dan etkilenmeyeceğini de biliyordu.
«Haa, gitmeden önce seninle konuşmak iste­
diğim bir nokta daha vardı, Frank. Bir dakikanı
verebilir misin bana?»
«Elbette, efendim.»
«Bu akşam prensin onuruna verilecek yemekle
ilgili hazırlıkları gözden geçiriyordum az önce. Sa­
latayı nasıl dağıtacaklar, Frank?»
Flaherty cumhurbaşkanının arkasındaki ma­
saya sokularak mavi renkli resmi şölen dosyasını
açtı, sayfaları karıştırdıktan sonra, «Bilemeyece­
ğim,» diye söylendi. «Burada bir şey yazmıyor. Sa­
nırım her zaman olduğu gibi büyük kristal kâse­
lerle dolaştıracaklardır.»
«Hah, ben de onun için açtım bu konuyu. Sa­
latayı öyle dağıtırlarsa herkesin payını alması kaç
dakika sürüyor bilir misin?»
«Hayır, efendim, kesin olarak bilmiyorum. Bir­
kaç dakika sürer herhalde.» Kalemini defterinin
üstüne bırakarak arkasına yaslandı.
«Bir gece on iki dakika sürdü. Bir başka akşam
on yedi dakika. Yuvarlak masaları kullandığımız
zaman daha çabuk bitiyor nedense. Benim o on ye­
di dakikalık süre içinde ne yapacağımı hiç düşün­
dün mü, Frank? Tabağımdaki yemeği bitirmiş ola­
cağım bir kere. Çok az yerim bilirsin. Prens Arap-
çadan başka dil konuşmuyor. Dışişlerinin züppe çe­
virmenlerinden biri bizim arkamızda oturmak iste­
yecektir gerçi; gelgelelim benim koltuğumun arka­
sında yalnızca bir garsonun gelip geçmesine olanak
verecek kadar yer var. Onun için de küçük prensle
yan yana oturup on yedi dakika süreyle birbirimize
sırıtacağız. Çok gerekliyse onu da göze alırım ta-
bü. Yalnız sen bir sorsan da yolunu bulurlarsa sala-
376/Şirket
tayı küçük tabaklarla dağıtsalar diyorum. Herkesin
tabağını mutfakta hazırlasınlar yani. Bu işi bir
araştırır mısın, Frank? Yemeğe ayrılan süre on, on
■beş dakika kısalmış olur böylece. Hem de halkımıza
örnek oluruz. Amerikan halkı yemeğe gereğinden
çok zaman harcıyor bence. Oysa ben kahvaltımı beş
dakikada bitiriyorum; öğle yemeği o kadar bile sür­
müyor. Herkes benim gibi yapsa yararını görür. Şiş­
ko bir ulus haline geliyoruz. Gazeteciler benim iki
öğün yemeğe yalnızca on dakika ayırdığımı bilirler
mi? Frank? ‘Cumhurbaşkanının Bir Günü’ röpor­
tajlarını yaparken onu da söyleyiver bir ara.»
«Ben basınla röportaj yapmıyorum, efendim.»
«Öyleyse Bailey’e hatırlat o söylesin. Bailey’nin
başka bir işe yaradığı yok zaten. Hiç değilse bunu
yapabilir, değil mi?»
«Sanırım ki yapabilir. Ben de salata konusun­
da bir şeyler yapmaya çalışacağım. Öbür yemek­
lerle ilgili bir şey var mıydı aklınızda?»
«Yok. Yalnız resmi şölen denen şeylerin zama­
nı boşuna harcamak olduğunu düşünüyorum tabii.
Aslında Tessler’dan başka kimse hoşlanmıyor bu
yemeklerden. Ama olmadan olmuyor herhalde. İşin
gereği. Yine de, elden geldiğince çabuk bitirmeye
çalışalım.»
«Başüstüne, efendim.» Flaherty, cumhurbaş­
kanının özel garsonunun beklediği küçük odaya, tu­
valete ve kimsenin görmediği büroya açılan kapı­
ya yöneldi. Kısa, karanlık bir koridordan Yarnall’-
m bürosuna geçerse Monckton’la konuşma sırasını
bekleyen kişiyi görmekten kurtulurdu. Kapıyı ka­
patırken Monckton’m yüksek sesle santral memu­
runa bağırdığını işitti. «Tallford’u yollayın bana.»
Sonra da telefon büyük bir takırtıyla kapandı.
17

Cari Tessler dar geçide eğilerek gür sesiyle bas


bas bağırdı. Motorun uğultusunu boğmak için heli­
kopterin duvarlarına kalın kaplamalar geçirilmiş­
ti ama, yine de, gürültü insan sesini bastırıyordu.
Hiç rahat değildi Tessler. Koca helikopterin sağ
yanında boydan boya uzanan daracık, minderli sı­
raya tünemiş, oturduğu yere bağlanmıştı. Karşı­
sındaki pencerenin önüne iki geniş uçak koltuğu
monte edilmişti. Richard Monckton koltuklardan
birine oturmuş, öbürüne de ayaklarını uzatmıştı.
Üstünde yaldızlı cumhurbaşkanlığı arması bulu­
nan, beyaz plastikten yapılmış bir kahve fincanı
tutuyordu elinde. Kucağındaki kağıt peçetede De­
niz Piyadesi Bir yazısı okunuyordu. Aynı yazılar,
yanındaki rafta duran sigara, kibrit ve şekerleme­
lerin ambalajına da basılmıştı.
Cumhurbaşkanının yaptığı konuşmaları yazan
yazarlardan ikisi, onun arkasında, Flaherty’nin
tam karşısında oturuyordu. Camp David’e yapılan
bu yolculuk bir Noel tatili olmaktan çok uzaktı.
378/Şirket
Zencilerin beyazların okullarına ve semtlerine gi­
rip giremeyeceği sorunu bir dişağrısı gibi cumhur­
başkanının kafasını kemiriyordu nicedir. Sonunda
kararını vermişti Monckton. Ocak ayında Kongre­
de yapacağı konuşmada, önce yeni Çin politikasını
açıklayacak, sonra da beyaz ırktan olan çocuklarm
zencilerle aynı okul otobüslerine binmek zorunda
bırakılmalarına kesinlikle karşı olduğunu büdire-
cekti. Politika açısından, güzel bir denge kurula­
caktı böylece.
Okul otobüsleri konusundaki kesin tutumu,
Çin’e karşı uygulanacak yeni politikayı eleştiren
tutucu üyeleri biraz yumuşatırdı. Konuşmanın
Çin’le ilgili bölümlerini Tessler’la adamları yazabi­
lirlerdi ama otobüs konusunu Monckton kendisi ka­
leme alacaktı. Mahkemelerin son günlerde verdiği
kararlar, zenci-beyaz semti sorununu daha da önem­
li kılmıştı; danışmanları bu konuda da bir şeyler
söylemesini öğütlüyorlardı. Camp David’de gürül­
tüden uzak olarak geçireceği şu günler içinde o ko­
nuyu da enine boyuna inceleyecek ve bir karara
varacaktı. Cumhurbaşkanının tutumu herkes ta­
rafından açıkça bilinirse çekişmelerin hızı kesilebi­
lirdi.
Dalgın dalgın, düş görürcesine seyrediyordu
Maryland kırlarını. Aralık ayının tertemiz, kesinti­
siz kar örtüsü güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu.
Beyazlığı bozan tek şey, yukarıdan kirli kahverengi
görünen karayolu şeritleriydi. Beyaz evlerle beyaz
ahırlar tarlaların aklığına karışıp gitmişti. Mary­
land, tek renkli, tertemiz bir düzlem haline gelmiş­
ti sanki.
«Bakın, sayın başkanım...» Tessler cumhur­
başkanının ensesine doğru bağırıyor, tane tane ko-
Şirket/379
nuşmaya özen gösteriyordu. «Bili Martin’in eski
dosyalar konusunda Duncan’a ne söylediğini bilmi­
yorum ama çok önemli saydığı bazı belgelerin CIA’-
dan dışarı çıkması onu endişelendiriyor.»
Monckton büyük bir öfkeyle dönerek ateş püs­
küren bakışlarla baktı. «Allah kahretsin, Cari, o he­
rif cumhurbaşkanının emrine karşı geliyor. Bundan
fazlasına göz yumamam; o namussuz benden hiç
bir şey beklemesin artık. İstediğim dosyaların liste­
sini yolladım ona. Liste haftalardır elinde. Ne yap­
tı? Gelip benimle konuştu. Yüreğinin derinliklerin­
de yatan korkulardan söz etti bana! Ajanlarının
can güvenlğini düşündüğü için kaygılanıyormuş.
Saçma bunlar! Ben CIA ajanlarının kimliklerini
herkese açıklayacak değilim herhalde!»
Tessler başını salladı. «Elbette değilsiniz. Açık­
ça söylemek gerekirse, Martin dosyaların T.T. Tal-
lford gibi birinin eline geçeceğinden korkuyor.»
«Evet, bana da öyle söyledi. Ben Demokratla­
rın kuyusunu kazmak için devlet sırlarını Tuck
Tallford’a bildirecek bir insan mıyım peki?»
Blöfü tutmuştu. Tessler utanmış, başını iki ya­
na sallayarak çenesini üç katlı gerdanına gömmüş­
tü. «Elbette değilsiniz, efendim.»
«Eee? Verdiğim emri hiçe sayan bir CIA bal­
kanına ne yapmamı istersin öyleyse? Sırtını okşa­
yıp suçunu gözmeklikten mi geleyim?» Dik dik ba­
kıyordu Tessler’a. «Martin’in bize başka dertler aç­
tığını da unutmayalım, Cari. Yalnızca eski dosyalar
sorunu değil bu. Şu geçen yıl içinde Elmer Morse’a
da bazı güçlükler yarattı biliyorsun.»
Tessler başmı kaldırdı ve bakışlarını Monck-
ton’m yüzüne çevirdi. «Orada suçu tek yöne yükle­
mek doğru değil, bay başkan. O güçlüklerin doğ-
380/ŞirJcet
masında Elmer Morse’un da katkısı olmuştur.»
Cumhurbaşkanı belli belirsiz bir gülümsemey­
le sürdürdü. «Bizim Elmer’la takışanlarm işi zor­
dur tabii. Ancak Morse bu konuda haklı. CIA ger­
çekten kötü çalışıyor. Elmer Morse’u kıskanıyor
Martin; o yüzden de CIA, Federal Büro’nun işlerine
el atıyor. Elmer’m bu konuda haklı olduğuna hiç
kuşkum yok. Bunları bir yana bıraksak bile, bence
Martin ahlaksız bir adam. Esker Anderson’m sek­
reteriyle nikahsız yaşamış bir süre; neden sonra ev­
lenmişler. Şimdi de kadın, kocasının onu bir Kon­
gre üyesinin karısıyla aldattığını ileri sürüyor. Böy­
le bir adam nasıl CIA başkanı olarak kalır? Sen ne
söylüyorsun, Ruslar ona şantaj bile yapabilirler.
Öyle değil mi?»
Tessler, Martin’in kurtarılabileceğine pek emin
değildi. Kaybedilmiş davaların peşinde koşacak
adamlardan da değildi o. «Bilmem ki...» diye baş­
ladı. «Doğrusunu isterseniz, saym başkanım...»
Cumhurbaşkanı, «Ben kararımı verdim, Cari,»
diyerek onun sözünü kesti. «Martin’e yol göründü.
Camp David’de kaldığımız süre içinde bir liste ha­
zırla bana. CIA başkanlığına getirilebilecek kişile­
rin listesini. Washington’a dönmeden yeni CIA
başkanım seçmek istiyorum Senin akima gelen bi­
ri var mı?»
«Hayır. Şu anda yok. Bana bir iki gün zaman
verirseniz bir liste çıkartırız. Çocukları hemen o işe
koşarım. Şimdi ikinci konuya geçelim. Paris’teki
ataşemiz Çinlilerle yaptığı son konuşmalar hakkın­
da bir rapor yollamış. Görmek ister miydiniz?»
«Görelim.» Monckton kendisine uzatılan hışır-
tılır kâğıtları alıp okumaya başladı. William Mar­
tin’in CIA başkanlığında kalıp kalmayacağı konu­
su kapanmıştı.
Aşağıdaki düzlem de eğik düzlem haline gel­
mişti. Thurmont bucağma gelince, helikopter sola
döndü ve Maryland’lilerin Catoctin Dağları admı
verdikleri yaylaya yöneldi. Catoctin dağlarmı ör­
ten, o ayda bütün yapraklarını dökmüş olan çalı­
lar kar tabakasmm üstünde grimtrak bir sis gibi
yayılıyordu. Helikopter alçalmaya başlayınca
Monckton kucağındaki kâğıtları bir yana iterek
aşağıdaki tanıdık tepeleri gözlemeye koyuldu.
Camp David’e yaklaşırken, bildiği, tanıdığı nokta­
ları gözlemekten hiç bıkmazdı. Büyük su deposu­
nun üstündeki ince uzun antenle kablolar kar yı­
ğınlarına çizilmiş kara çizgiler gibi görünüyordu.
O tepeyi, birbirinden yüksek üç ayrı telörgü çit çev­
reliyordu. Birinci telörgüyle İkincisinin arasındaki
arazi kardan temizlenmişti. Moncton o araziye yer­
leştirilen elektrikli telleri, dikenli tel sarmallarını
kolayca görebiliyordu. Helikopter, Deniz Piyadesi­
nin nöbetçi kulelerinden birinin üstünden uçtu.
Birkaç zavallı çocuk orada nöbet tutuyordu şimdi.
Monckton bu kampa geldiğinde, zaman zaman o
çitlerin önünde dolaşır, üstü açık ahşap kulelerde
nöbet tutan delikanlıları yakından görürdü. Nöbet­
çiler kutup bölgelerinde kullanılan giyecekleri giy­
mek zorundaydılar; yüzlerini soğuktan korumak
için maske de takarlardı. Amerika Birleşik Devlet­
leri cumhurbaşkanını korumak da kolay iş değildi
doğrusu.
Helikopter yere inerken, geniş çimenliğin dört
köşesindeki direklere yerleştirilen dört ışüdak da
aydınlanmıştı. Helikopterlerin çekildiği koca han­
garı bile görebiliyordu Monckton. Hangar kapıla­
rının önünde iki yangın söndürme aracı hazır bek-
382/Şirket
liyordu. Pırıltılı amyant tulumlarıyla araçların
içinde oturan gençler de donanma erleriydi. He­
likopter yere inerken düşecek olursa cumhurbaş­
kanını enkaz arasından çekip kurtarmakla görev­
lendirilmişlerdi. Hayır, onların işi de pek kolay de­
ğildi doğrusu.
Deniz Piyadesi’nin pilotu, helikopterin üç te­
kerleğini yerdeki üç kırmızı yuvarlağın üstüne
oturttu usulca. İniş alanıyla yan yollara biriken
karlar kürenip temizlenmişti ama helikopterin per­
vaneleri döndükçe yandaki düzlüklerden karlar
uçuşuyor, ortalıkta bir kar fırtınası esiyordu.
Art arda dizilen yedi Buick arabanın önünde,
lacivert kaputu kar fırtınasıyla birlikte dalgalanan,
subay, şapkasını eliyle başına bastıran bir deniz
albayı bekliyordu. Helikopterin tekerlekleri yere
değer değmez, tören üniforması giyen bir deniz pi­
yade onbaşısı, göz açıp kapayıncaya kadar, cum­
hurbaşkanlığı flamasını göndere çekivermişti. Per­
vanelerin hızı kesilirken uğultu bir vmlama halini
aldı ve Gizli Servis ajanlarından biri aracın kapı­
sını aşağı sarkıttı. Üs komutanı basamaklara ya­
naştı; Gizli Servis ajanı Monckton’m paltosunu
giymesine yardımcı olurken hep hazırolda bekledi.
Cumhurbaşkanı bir iki saniye duraklayıp komu­
tanın elini sıktıktan sonra en öndeki Buick ara­
baya doğru yürüdü. Kaloriferi çalışan arabaya bin­
meden önce de alanın ucuna, oradaki tahta çitin
gerisine, bayrak direğinin yanma kurulan derme-
çatma korunağa baktı. Ve o tahta çatının altına
sığman altı gazeteciyle fotoğrafçıya el salladı
Monckton. Basın görevlilerinin orada bulunmaları
çok olağandı. Helikopter yere çakılacak olursa fe­
laketi yakından izlemek fırsatını bulacaklardı böy-
Şirket/383
lece. Helikopter kazasız belasız yere indiğine göre
az sonra Thurmont’taki otele gider, cumhurbaşka­
nı Beyaz Saray’a dönmej'e karar verinceye kadar
orada içki içip kumar oynayarak oyalanırlardı.
Cumhurbaşkanının arabası çıplak ağaçlarm
arasından, dar asfalt yollardan geçti, griye çalan
yeşil renge boyanmış karargâh yapısını, aynı renk
ve aynı biçim olan birkaç küçük evi geride bıraktı.
Telli Kavak dağ evine gelince Monckton arabadan
indi. Bir iki saniye süreyle çevresine bakındıysa
da soğukta fazla beklemedi. Camp Devid’in en gü­
zel zamanı yaz aylarıydı. Orası Washington’dan yüz­
lerce metre yüksekteydi; o yüzden de yazın çok serin
olurdu. Kışın da genellikle topraktan kar kalkmaz,
yassı tepenin üstündeki yaylanm rüzgârı hiç kesü-
mezdi.
Neyse ki Telli Kavak dağ evi sağlam ve rahat
bir yapıydı. Salonda, evin ucundaki çalışma odasın­
da taştan yapılmış şömineler vardı. Flaherty cum­
hurbaşkanının çok sevdiği eski kahverengi koltuğu
da oraya getirtmiş, şöminelerin hiç sönmemesini
emretmişti. Dışarısı soğuk ve yağışlı olduğu zaman
burada insan daha iyi çalışıyordu nedense.
Monckton yemeklerini salonun bitişiğindeki
küçük yemek odasında tek başına yerdi genellikle.
Odanın bir duvarı yerden tavana cam olduğun­
dan, dışarıdaki çimenliği, aşağıdaki vadiye yayılan
çiftliklerle köy evlerini gözleyebiliyordu oradan.
Camp David öyle sessiz bir yerdi ki Monckton ya­
tağa girdiği zaman uykuya dalmakta güçlük çeki­
yordu. Washington’m gürültüsünü dinleyerek uyu­
mak bu sessiz karanlıkta uyumaktan daha kolaydı.
Sessizliği bozmak için radyo çalıp teybi çalıştırma­
yı denediyse de olmadı. Sonunda yatmadan ön-
384/Şirket
ce birkaç sert içki içmeyi denedi. Alkolün, bedeni­
nin gereksindiği derin uykuyu sağladığına inanı­
yordu. Telli Kavak’ta kaldığı günlerde ona hizmet
eden genç denizciyi de uyarmıştı; yatmadan önce
içtiği içkilerden hiç kimseye, özellikle de Flaherty’-
ye söz edilmeyecekti. Cumhurbaşkanıyla garsonu­
nun arasında kalmalıydı bu sır. Cumhurbaşkanı­
nın Camp David’de yaptıkları kimseyi ilgilendir­
mezdi. Burası onun sarayıydı; onun özel yeri. Canı
çekerse kadın bile getirebilirdi oraya. Başkaları ge­
tirmişlerdi mutlaka. Ama o getirmeyecekti tabii.

İlk gece yemeği yalnız başına yedi. Tessler,


Flaherty ve yazarlar Defne dağ evinde doyuracak­
lardı karınlarını. Monckton o gece kimseyi görmek
istemiyordu. Saat dokuzda tepenin doruğuna doğ­
ru yürüyüşe çıktı; parkalara sarman iki Gizli Servis
ajanı da peşinden. Camp David’de bulundukları
sürece pek yaklaşmazlardı cumhurbaşkanına. Kam­
pın çevresinde üç sıra telörgüyle nöbetçiler vardı,
orada görev yapan bütün donanma personeli dik­
katle seçilmişti. Onun için de cumhurbaşkanını el­
li altmış metre uzaktan izlemeyi yeterli görüyorlar­
dı. Monckton birkaç metre yürüdükten sonra du­
rakladı; soğuktan soluğu buharlaşıyordu. Gecele­
ri havanın ne kadar soğuduğunu unutmuştu. Ge­
ri dönerek Telli Kavak’m yolunu tuttu. Kapıda,
kırmızı ceketinin sol göğsü cebine cumhurbaşkan­
lığı arması işlenmiş olan genç garson karşıladı onu.
«Hüh! Hava çok soğukmuş, Seymour.» Monck­
ton paltosunu çıkarıp atmıştı.
«Evet, efendim. Çabuk döndüğünüz iyi oldu,
efendim. Sizi telefondan aradılar. Önemliymiş.»
Monckton şömineye yanaşarak koltuğun ya­
nındaki telefona uzandı.
«Camp David santralı. Buyurun, efendim.»
«Beni arayan mı var?»
«Evet, efendim. Bay Tallford Beyaz Saray
santralından aradı. Bir dakika lütfen.» Hat kesil­
di, bir çıtırtının ardından Tallford’un sesi duyul­
du.
«Sayın başkanım.»
«Evet, Tuck. Ne vardı?»
«Sizi bu saatta rahatsız ettiğim için özür dile­
rim, efendim. Gelgelelim bu konu geciktirilecek gi­
bi değil bence.»
«Zarar yok. Ben de karda yürüyüş yapmaya
çıkmıştım. Burası çok güzel. Sen arada bir karda
yürümeyi dene, Tuck. İyi geliyor insana.»
«Evet, efendim, herhalde iyi gelir. Sizi arama­
mın nedeni şu: Az önce William Martin’le konuş­
tum.»
Monckton, «Namussuz hergele,» diye mırıl­
dandı. «Onu işten atmaya karar verdim, Tuck.
Tessler CIA başkanlığına getirilebilecek kişilerin
bir listesini hazırlıyor.»
«Bence herhangi bir şey yapmadan Martin’le
konuşmanız gerekir, efendim. Bana kalırsa yarın
konuşun onunla.»
«Neden?» diye fırladı Monckton. «Neler söyle­
di sana?»
«Bu hat pek iyi değil, sayın başkanım. İsterse­
niz bu gece arabayla oraya gelebilirim. Neler ko­
nuştuğumuzu anlatırım size.»
«Hayır, Tuck, gereği yok. Bu gece kimseyi gör­
mek istemiyorum. ‘Martin’le Tessler konuşsa olmaz
mı? Ben Temsilciler Meclisinde yapacağım konuş­
mayla uğraşmak zorundayım. Büyük bir bölümü­
nü kendim yazmak niyetindeyim biliyorsun.»
386/Şirket
Tallford diretiyordu. «İnanın bana, sayın baş­
kan, Martin’i en kısa zamanda görmeniz gerekir.
Konu çok, çok önemli. Ve kendisini göreceğinizi de
bu geceden bildirin bence. İsterseniz sizin adınıza
ben telefon edeyim.»
«Peki, Tuck. Sen gereklidir diyorsan görüşü­
rüz.» Cumhurbaşkanı konuşmadan bezdiği için bo­
yun eğiyordu sanki. «Buraya gelsin. Telli Kavak’ta
bekleyeceğim onu. Yarın sabah saat onda. Oldu mu?»
«Çok iyi. Ben kendisine bildiririm.»
«Acaba senin de gelmen gerekir mi, Tuck?
Martin gibileriyle konuşurken yanımda birini bu­
lundurmak istiyorum. Senin yerine Tessler ya da
Flaherty de olabilir tabii.»
«Hayır, efendim, olamaz.» Bir an duraladı. «Ele
alınacak konunun niteliğinden ötürü yalnız benim
bulunmam iyi olur. Ancak bana kalırsa sonunda
kimseyi istemeyeceksiniz yanınızda. Martin’in söy­
leyeceklerini duyunca ne demek istediğimi anlaya­
caksınız.»
Monckton ayağını yere vuruyordu sabırsızca.
«Kararımı değiştirecek herhangi bir şey söyleyece­
ğini hiç sanmıyorum, Tuck. Ben o namussuzu işten
atmaya karar verdim bir kere. Neden konuşayım
onunla? Sen benim kararımı kendisine bildirirsen
olmuyor mu?».
«Hayır, efendim, yapamam. Bu gece bana an­
lattığı şeyleri onun ağzından dinlemelisiniz mutla­
ka. Emin olun, söyleyecekleri kararınızı değiştirme­
nize yol açabilir. Bence, şu anda yapabileceğiniz en
yanlış hareket Martin’i kovmaktır. Güvenin bana!
Onunla konuşmadan hiç bir şey yapmayın. Yarın
sabah saat onda yanınızda olacaktır.»
«Sana güvenirim, Tuck. Benim çıkarımı dü-
Şirket/387
şündüğüne hiç kuşkum yok. Ancak Martin gibi bir
hergeleyi CIA başkanlığında bırakmak cumhurbaş­
kanının çıkarma neden uygun düşer, onu anlayamı­
yorum. Cari Tessler Rusların ona şantaj yapabile­
ceklerini düşünüyor. Cinsel yaşamından ötürü ya­
ni. Onun gibi bir ahlâksızı kadromuzda tutamayız.»
Cumhurbaşkanının yardımcısı yalvarırcasına
konuşmaya başlamıştı artık. «Lütfen, efendim!
Onu bir görün, bir konuşun. Sonra karar verirsi­
niz.»
«Pekâlâ, Tuck. Sana iyi geceler.»
Monckton hattı keser kesmez santralı aradı.
«Buyurun, efendim.»
«Tessler.»
«Emredersiniz, efendim.» Santral memuru
Tessler’i arayıp cumhurbaşkanının kendisiyle ko­
nuşmak istediğini bildirinceye kadar sessiz kaldı
telefon.
«Buyurun, efendim. Ben Cari Tessler.»
«Az önce yürüyüşe çıkmıştım, Cari. CIA konu­
sunda... ya da Martin’le ilgili yeni bir şey var mı
diye merak ettim. Yürürken aklıma takıldı.»
«Yeni bir şey yok, efendim. Helikopterde ko­
nuştuklarımızın dışında yani. İstediğiniz listeyi ha­
zırlamak birkaç gün sürer.»
«Evet, tabu. Şeyi düşünüyordum ben... Martin
işinden atılmasını önlemek için ne gibi nedenler
ileri sürebilir dersin?»'
Tessler’m iyice afalladığı sesinden belliydi. «Eh,
bir kere yıllardır o görevi yaptığını söyler herhalde.
Dost ülkelerin güvenini kazandığını, CIA’nm şu
anda çok önemli çalışmalar yaptığını falan da ileri
sürebilir. Haberalma bütçesi konusunda herkesten
bilgili olduğu da doğrudur. Böyle şeyler söyler sa­
nırım.»
«Bunlar herkesin söyleyebileceği şejder. Aynı
şeyleri ben de düşündüm. Sen Martin’in yerinde ol­
saydın... benim kararımı değiştirmek için şaşırtıcı
bir gerekçe... tepeden inme bir şey bulur muydun?
Bulabilir miydin?»
Temkinli davranmak kaygısı Tessler’ı bir süre
düşünmeye zorladı. Ortalıkta dönen bir şeyler ol­
duğuna emindi. «Bilemiyorum, sayın başkanım,»
dedi. «Martin’in elinde şaşırtıcı bir koz olduğunu
duymuş da değilim.»
«Pekala, Cari. Sen yine sinemaya dön. Ne oy­
nuyor bu gece? Kovboy filmi mi?»
«Hayır, efendim. Bu akşamki filmi Flaherty
seçti. Satıcının Ölümü.»
«Yaa, demek öyle. Hadi iyi geceler.»
Martin sorunu cumhurbaşkanının aklına takıl­
mıştı; gece iyi uyuyamadı. Tuck Tallford kampa
gelmiş olsaydı meraktan kurtulurdu. Aslmda bu
kampa direkt telefon hatları çektirmeliydi zama­
nında. O zaman insan istediği numarayı çevirip
konuşur, ordu muhabere erlerinin her konuşmayı
dinleyebileceği korkusundan kurtulurdu. O zaman
Martin’in neler dediğini telefonda da anlatabilirdi
Tuck. Oysa şimdi gece yarılarına kadar uyanık ya­
tıp Martin’in ne söylediğini düşünmek zorunda ka­
lıyordu. Kesin olarak bilinen tek bir şey vardı:
Martin, dostlarmı korumak, geçmişteki yanlışlarını
gizli tutmak için ne pahasına olursa olsun CIA baş­
kanlığında kalmak niyetindeydi. Onu anlamak ko­
laydı; can kaygısı denirdi buna. Peki ama Tallford’a
ne söylemiş olabilirdi? Monckton sabahın erken
saatlanna kadar düşündü. Belki şantaja yelteniyor-
Şirket/389
du Martin? Peki elindeki koz neydi? Dinlenen tele­
fonlar olayı vardı gerçi: gelgelelim Elmer Morse
yaptıklarını Martin’e anlatacak değildi. Asla yap­
mazdı öyle bir şey. Kaldı ki telefonların dinlenme­
si gerekliydi. Cumhurbaşkanlığı kurumunu koru­
mak için girmişlerdi o işe. Yok canım, Tessler hak­
lıydı; Martin’in elinde şaşırtıcı bir koz olamazdı.
Dileklerini cumhurbaşkanına kendi ağzıyla söyle­
mek için fırsat arıyordu olsa olsa. Cumhurbaşkanı
onunla başa çıkabilirdi.

Sabahın dokuzunda, cumhurbaşkanının bir


yandan Post gazetesini okuyup bir yandan da taze
meyve, rafadan yumurta ve kızarmış ekmekten olu­
şan kahvaltısını ettiği saatte, göğün rengi süt mavi­
siydi. Saat onda güneş çıkmış, yolların kıyılarına kü­
renen karları eritmeye başlamıştı. Askerlerin, yu­
varlak tepenin anatomisi diye tanımlanabilecek ka­
nallarla tünelleri korumak amacıyla açtıkları kar­
maşık kanalizasyon sistemine yüzlerce minik dere
akıyordu şimdi.
Ancak iki arabanın geçebileceği genişlikte olan
dağ yoluna tırmanan Martin’in şoförü sol elinde bu­
ruşuk bir kâğıt parçası tutuyordu. İzlenecek yolları
gösteren bir plandı bu. Aşağıdaki ormancılar dağın
tepesindeki tabelayı gözden kaçırmamasını söyle­
mişlerdi ama şoför tabeladan önce telörgülerle di­
kenli telleri gördü. Yolun sağındaki ağaçlardan bi­
rine zincirle asılan büyük tahta tabelaya da Camp
David yazısı kazınmıştı. Daha küçük boyutlu made­
nî tabelalar da kampa yalnız yetkili kişilerin gire­
bileceğini bildiriyordu sertçe.
Kapıdaki nöbetçi kulübesinden, Deniz Piyade­
sinin bej gömleğiyle kırmızı şeritli lacivert pantolon­
larını giyen iki nöbetçi çıkmış, şoförün kimliği bü­
yük bir dikkatle incelenmişti. Kulübede bekleyen iki
Gizli Servis ajanı da pencereden Martin’in arabası­
nı inceliyorlardı. Biri kayıt defterine eğilerek CIA
başkanmın kampa giriş saatim not etti. Deniz Piya­
delerinden biri arabanın penceresinden içeri bak­
tıktan sonra William Martin’in plastik kaplı CIA
kimliğini geri verdi. Bir çavuş cipe atlayıp Martin’­
in arabasının önünden gitmeye hazırlanınca, kapı­
daki sağlam demir barikat da havaya yükseldi.
Araba üç telörgüyü geride bıraktı, bir çevre yolun­
dan geçip ağaçların arasına daldı. Üstünde iler­
ledikleri asfalt yalnız bir arabanın geçmesine olanak
sağlayacak genişlikteydi. Bir sağa, bir sola dönerek
yol aldılar, garaj yolunda üç tekerlekli bir bisiklet
duran ahşap evin, kapısının üstünde Gül Goncası
yazısı okunan küçük bir kulübenin önünden geç­
tiler. Yine tahtadan yapılmış, öbürleri gibi ordu
yeşiline boyanmış alçak, uzun bir yapının göründü­
ğü noktada cip sağa saptı. Daha geniş bir yolda iler­
liyorlardı şimdi. Araba çıplak ağaçların arasında ha­
fif bir eğimle alçalıyordu. Sonunda sol yanı ağaçlarla
kaplı olan, sağı aşağılardaki vadiye bakan geniş bir
düzlükte durdular. Telli Kavak, tepenin güneydo­
ğu yamacına, doruktan otuz metre aşağıya kurul­
muştu. Cumhurbaşkanının eviyle ağaçların ara­
sında, şimdi buz tutmuş olan bir balık havuzu,
ağaçların gerisinde de başka evler ve yapılar vardı.
Martin sağda solda bir takım insanlarm bulundu­
ğunu farketti. Kimileri biraz yukarıda kalan bir ya­
pının pencerelerinde duruyorlardı. Kürklü parka
giyen biri de Telli Kavak’ın az uzağında bekliyor,
kulağındaki kulaklık ve aşağı sarkan ince tel onun
Gizli Servis ajanlarından biri olduğunu belli ediyor-
du. Kolları sırmalı şeritlerden geçilmeyen bir deniz
assubayı cipi kullanan deniz piyadesiyle bir şeyler
konuştu, kırmızı ceketli bir uşak Martin’in araba­
sının kapısmı açarak yana çekildi. Sonra da konu­
ğun önüne düştü ve Martin’i küçük antreden ge­
çirip salona götürdü. Martin sırtındaki paltoyu çı­
karıp delikanlıya verdiyse de ince evrak çantasını
elinden bırakmamaya özen gösterdi.
Duvarlardaki çam tahtası kaplamalarm cilay­
la koyulaştırılmış olması hoşuna gitmişti. Çamın
doğal rengi olan o çiğ sarı yoktu burada. Solda, kül-
rengi taşlardan yapılmış bir şömine görülüyordu.
Şöminenin üstünde de o güne kadar rastladığı
cumhurbaşkanlığı amblemlerinin en büyüğü asılıy­
dı. Kitaplarla dolu olan açık renkli kitap rafları
sağdaki duvarı kaplıyordu. Yamaca bakan büyük
pencerelerin önüne ağır, rahat eşyalar yerleştiril­
mişti. Sakin, sıcak bir havası vardı odanın. İçeride
bolca taş kullanıldığı, tavanlarda koyu renk kiriş­
ler bulunduğu halde, tatlı ışıklarla altın renkli halı
salonu kasvetli, karanlık bir yer olmaktan kurtarı­
yordu. Martin o tek odanın içinde sekiz tane tele­
fon saydı.
Kırmızı ceketli garson bir fincan kahve getir­
miş, konuk defterini de imzalamasmı rica etmişti.
Martin imzasını attıktan sonra defterin ilk sayfala­
rını karıştırdı. Orada kalanların arasında birkaç
yabancı devlet başkanı, bir kral, hükümet üyele­
rinden birkaçı, Monckton ailesinin üyeleri, bir iki
tane de film yıldızı vardı. Ve sayfaların birçoğunda
Richard Monckton’m imzasına rastlanıyordu.
Monckton da kitap raflarının yanındaki kapıda
görünmüştü. «Aah, CIA başkanımız... Bili, Tuck
Tallford benimle konuşmak istediğinizi söyledi.»
392/Şirket
Martin cumhurbaşkanının spor giyindiğini ilk
kez görüyordu. Monckton beyaz gömleğinin altına
gri pantolon, sırtma da kahverengi spor ceket giy­
mişti. Ayakkabıları her zamanki gibi siyahtı; siyah
ve pırıl pırıl cilalı.
«Evet, efendim,» dedi Martin. «Beni kabul etti­
ğiniz için teşekkür ederim.»
«Şöyle geçin, Bili. Şöminenin yanma.» Monck­
ton konuğun arkasmda kalan kanepeye işaret eder­
ken dilini üst dudağında gezdiriyor, ardından
da dudağını başparmağıyla kuruluyordu. Birkaç kez
yaptı bunu. Öbür hareketleri de düzensiz ve anîydi.
Martin adamın gerginliğini sezinledi.
Kanepeye otururken çevresine bakınarak, «Si­
zinle burada konuşmak istemem, efendim,» diye
söylendi. «Görmenizi istediğim bazı şeyler getirdim;
onlara burada bakmanızı öneriyorum. Ancak bu ko­
nuyu bu odada konuşmayalım lütfen. Dışarı çıkıp
biraz yürürüz. Dışarıda konuşabiliriz.»
«Ne demeye geliyor bunlar? Bu numaralara ne
gerek var? Dışarısı soğuk.»
«Pek soğuk sayılmaz. Güneş ısıtıyor insanı. Bu
ev de Savunma Bakanlığınca dinleniyor. Onu siz
de bilirsiniz sanırım. Camp David donanmanın üs­
lerinden biridir. Siz burada bulunduğunuz sürece
Savunma Bakanlığının konuğu sayılırsınız. Bu oda­
da söylenecek her sözün, her konuşmanm metni
birkaç dakika sonra Savunma Bakanının önünde
olacaktır. Onu kesin olarak biliyorum. Sizin burada
bazı yabancı konuklarla yaptığınız konuşmaların
metnini ben bile gördüm. Onun için sizinle burada
konuşmak istemiyorum.»
Cumhurbaşkanı dehşete düşmüş, kaşları birer
yay olmuştu. İnsanın özel dünyası diye bir şey kal­
mamıştı demek! Burada bile! Şu Martin denen he­
rif en akla gelmeyecek şeyi akıl etmiş, dahası, bunu
yüksek sesle söylemişti. Şimdi de bu sorunla baş et­
mek gerekecekti. Mallard Woodford denen sinsi pe­
zevenk cumhurbaşkanının burada yaptığı bütün ko­
nuşmaları dinlemişti demek! Sarhoşken, ayıkken,
temkinli davranmak gereğini duyduğu ve duymadı­
ğı anlarında. Bir yü içinde o odada geçirdiği günleri
hatırlamana çalışıyordu Monckton. Ne var ki önce
CIA’yla ve Martin’le, Martin’in Tallford’a söyledik­
leriyle ilgilenmek gerekliydi. Savunma Bakanının
çaresine bakmak için daha sonra zaman bulabilirdi.
Martin evrak çantasma uzanmış, bir takım
kâğıtlarla resimler çıkarıyordu. Monckton, dikkatini
yanında oturan adama yöneltmeye çalıştı.
CIA başkanı, Beyaz Saray kadrosunda çalışan
ve telefonları dinlenen kişilerin listesini uzattı ön­
ce. Adlar alfabe sırasına göre sıralanmıştı. Cumhur­
başkanı kâğıda bir göz attı, soran bakışlarla Mar-
tin’e bakıp, «Ne...?» diye başladı.
Martin başını iki yana sallarken elini de ya­
saklayıcı bir tavırla havaya kaldırdı. «Bir dakika.»
İkinci liste telefonları dinlenen gazetecilere ay-
rümıştı; üçüncüsü de yazı işleri müdürlerine. Son
listede ünlü yazarlar sıralanıyor, en sonra Arthur
Perrine’in adı okunuyordu. Ardından fotoğrafları
göstermeye başladı Martin; ağır ağır, birer birer.
20 X 30 büyüklüğündeki her parlak resmi büyük
bir dikkatle, hiç başını kaldırmadan inceliyordu
Monckton, Martin son fotoğrafı gösterinceye kadar.
CIA başkanı resimleri güzelce sıralamıştı. Birinci­
sinde mavi bir Ford’la N sokağındaki eve gelen üç
adam görülüyordu. Son resim de Lars Haglund’-
un, pazar sabahının erken saatlarmda Beyaz Saray
arabalarından birine bindiğini gösteriyordu. Video-
banttan alman resimlerin bazıları biraz bulanıktı
ama Leica’yla çekilenler son derece netti. Martin
ötekilerden iki kat büyük olan dört resim daha
uzattı. Birincisinde, Lars Haglund’un Perrine’in
evindeki duvar kaplamasının tozunu aldığı görülü­
yordu; duvarda asüı duran çerçeveli diplomada Art­
hur Perrine adını okumak da hiç güç değildi. Öbür
resimler, Lars Haglund’un T. T. Tallford ve Monck-
ton’la cumhurbaşkanının bürosunda yaptığı top­
lantıda çekilenlerin en iyileriydi. Monckton elinde­
ki parlak fotoğrafları uzun uzun inceledi. Martin,
sonunda konuşmak zorunda kaldı. «Biraz yürüye­
lim mi, sayın başkan?»
Monckton anî bir hareketle başını kaldırdı.
«Ne? Haa! Hu, evet. Size bunlarla ilgili bazı şeyler
sormak istiyorum.» Gözleri kısümıştı. Çenesi de
kilitlenmişti ama dudaklarında bezgin bir sarkık­
lık görülüyordu. Cumhurbaşkanı yerinden kalkar­
ken dudaklarını yalamaya başlamıştı yine. Tahta
kuklaları anımsatan hareketlerle antreye çıkıp gri
paltosunu askıdan çekti.

Monckton’m göreve başladığından beri geçen


on bir ay içinde, cumhurbaşkanının basm sekrete­
ri Cephus Noll, Beyaz Saray’da görev yapan gazete­
ci mangasını cumhurbaşkanının ateş altında bile
soğukkanlılığını koruyan bir insan olduğu efsanesi­
ne inandırmıştı. Richard Monckton’a karşı olan ga­
zete yazarları bile onun güç durumlarda gösterdi­
ği soğukkanlılığı övüyorlardı. Geceleri haber bül­
tenleri izleyen vatandaşların yüreği rahattı. Özel
nitelikleri ne olursa olsun, bu cumhurbaşkanı güç
dönemlerde dümen başında duracak adamdı ger­
çekten. Frank Flaherty güç durumlarda cumhur­
başkanının yanma pek az kimsenin girmesine izin
verdiği için o efsane öylece sürüp gidiyordu.
William Martin arabasıyla Camp David’e ge­
lirken hep düşünmüştü. Monckton dinlenen telefon­
lar listelerine bakmca soğukkanlılığını kaybetmeye­
cekti herhalde. Ama Lars Haglund’la Oval Büro’da
yaptığı konuşmanın fotoğraflarını görünce aynı
soğukkanlılığı gösterebilecek miydi? Beyaz Saray’da
çalışan CIA görevlisiyle Bernie Tibbitts, büroda çe­
kilen resimlerin negatiflerini ele geçirmeyi de başar­
mışlardı. Her resmin nerede ve ne zaman çekildiği
fotoğrafçının resmî mührüyle belirlenmişti. Lars
Haglund’un Monckton’m adamı olduğunu bu resim­
ler kanıtlayacaktı; istenirse siyah-beyaz olarak, is­
tenirse göz alıcı renklerde. Cumhurbaşkanının bu
kanıtları yadsıyamayacağma inanıyordu Martin.
Yine de Maryland eyaletinin karlı arazisinde
yolculuk ederken hep gergindi. Cumhurbaşkanına
neler söyleyeceğini, onun nasıl karşılık verebileceği­
ni tasarlıyor, daha sonra neler olabileceğini kestir­
meye çalışıyordu. Cumhurbaşkanı onu yıldırmaya
çalışırdı belki de. O özelliğiyle ün yapmıştı. Cumhur­
başkanının blöfünü görebilir miydi peki? Cumhur­
başkanı denen koca putu yıkmayı göze alabilir
miydi? Gazeteciler olayları öğrenirse öç almak için
etmediklerini bırakmazlardı Monckton’a. Mahvo­
lurdu cumhurbaşkanı. Böyle bir şeyi düşünmek bile
yanlış değil miydi? Monckton’la birlikte Elmer Mor­
se ve FBI da mahvolurdu elbette. Eh, o kötü değil­
di; CIA özgürlüğüne kavuşurdu. Monckton’m nasıl
bir tepki göstereceğini kestiremiyordu Martin. En
iyisi Bernie Tibbitts’in dosyasmdakileri balyoz gibi
adamın tepesine indirmek ve tez elden sonuç alma­
ya bakmaktı. Cumhurbaşkanına neler söyleyeceği­
ni üst üste, üst üste prova etmişti Martin.

Telli Kavak dağ evi sıcak, sakin bir yerdi. Do­


nuk renkli döşemelerle perdelerden, duvarlardaki
yumuşak renkli suluboya resimlerden, ördek avında
kullanılan eski tahta ördeklerden en ufak bir huzur
bozucu titreşim yayılmıyordu. Odalar insanı rahat­
latıyor, sakinleştiriyordu. Ne var ki çift camlı kapı­
ların gerisinde, dışarıdaki gerçekleri hatırlatan şey­
ler görülüyordu; cumhurbaşkanının bir suikasta
kurban gitmemesi için kulübelerinde bekleyen nö­
betçiler, bomba sığınaklarının girişleri, alıcı verici
telsizler. Hepsi orada, dışarıdaki keskin soğuğun or-
tasındaydı. Ve Richard Monckton soğuktan nefret
ederdi. Çocukken, sabahları okula gitmeden önce
çiftliğin günlük işleriyle uğraşmak zorunda kalırdı.
Çocukluk yıllarının en acı anısı, bir sabah ahırın
arkasında soğuktan donmuş olarak bulduğu kü­
çük köpeğiyle ilgiliydi. Palto ve eldiven onu asla
istediği ölçüde ısıtmazdı ama hava ne kadar soğuk
olursa olsun daha ısıtıcı şeylere bürünmeye yanaş­
mazdı. Soğuktan etkilenmediği izlenimini yaratma­
ya çalışır, boyun atkısı ya da şapka kullanmazdı.
Öldürülmekten ne kadar korktuğunu gizlediği gibi,
soğuktan nefret ettiğini de gizlerdi. Tehlikeyi umur­
samazcasına dalardı kalabalığa; soğuk havaya da
atkısız ve şapkasız çıkardı. İki davranışı da aynı ne­
dene dayanırdı. Amerika Birleşik Devletleri cumhur­
başkanının korkak ya da sağlıksız bir adam olduğu­
nu düşünmemeliydi kimse. Öyle görünmemeliydi.
Bir vatan göreviydi bu; aynı zamanda da kendisine
karşı bir görev.
CIA başkanıyla cumhurbaşkanı Telli Kavak’-
tan çıktıklarında, sağda duran, sıkıca sarınıp ör­
tünmüş olan tek bir görevliden başka kimseyi gö­
remediler. O adam mutfak tarafında nöbet tutan
Gizli Servis ajanıydı. Belki de güneş gözüne geldiği
için, Martin, balık havuzunun gerisinde, ağaçların
arasında yükselen Karaağaç dağevine pek dikkat
etmedi. O yapının üç metre genişliğindeki renkli
camlarından birinin arkasında iki Gizli Servis aja­
nı daha vardı. Durdukları yerden, Telli Kavak’a çı­
kan küçük yolların hepsini görebiliyorlardı. Önle­
rindeki televizyon monitörleri ana kapıdaki deniz
piyadelerini, helikopter alanını ve kampın belli baş­
lı yollarını gözlemelerine olanak sağlıyordu. Üç alı­
cı verici telsizin yardımıyla, orada görev yapan ve
hepsi telsiz taşıyan ajanlarla, telörgülerde nöbet
tutan askeri personelle ve Washington’daki Gizli
Servis merkeziyle haberleşebiliyorlardı.
Monckton Telli Kavak’tan çıkınca telsizlerden
biri cızırdadı.
«Ailen kontrol kulesini arıyor! Saat ve Martin
Telli Kavak’tan çıktılar. Kuzeye doğru yürüyor­
lar.»
«Tamam, Ailen. Biz de görüyoruz. Her zaman­
ki uzaklıktan izle.»
Ailen adındaki ajan mutfak tarafında durdu­
ğundan, bilinçdışı bir yalnızlık isteği cumhurbaş­
kanını tam ters yönde ilerlemeye zorlamıştı. Solda­
ki araba yolunun aşağısındaki yamaçta, karla ör­
tülü bitkilerle, tahta çitin gerisinde kaldığı için güç­
lükle seçilen küçücük bir yapı görülüyordu. Onun
kapısındaki tabelada da Söğüt yazısı okunuyordu.
Martin, yerden yukarı bakan, geceleri Telli Kavak’­
la Söğüt’ü aydınlatmak için kullanılan gümüş renk­
li büyük ışıldaklardan ayıramıyordu gözlerini. Dik­
katini toplayarak önündeki işi düşünmeye çalıştı.
«Bu yıkılacak olan eski yapılardan biridir,»
dedi Monckton. Yine o grimtrak yeşil renkli yapı­
lardan birini gösteriyordu. Bunun adı da Huş Ağa-
cı’ydı. «Gelecek baharda, yabancı devlet başkanla-
rı için bir konukevi yapılacak oraya.»
Martin, «Demek öyle,» diye söylendi. Huş Ağa­
cının gerisindeki kürenmiş karlar oradan geçen bir
yol olduğunu gösteriyordu. «Sayın başkanım,» diye
başladı ansızın. «Bu konuyu bir an önce konuşmak
istiyorum. FBI’yla Elmer Morse, Beyaz Saray ve siz,
tamamiyle yasadışı olan bazı tehlikeli, çirkin giri­
şimlerde bulundunuz. Bu listelerle resimler olanları
kanıtlıyor. O bakımdan tartışmaya hiç yer yok.»
Monckton üst dudağını yaladı, sonra da par­
mağını dudağının üstünde gezdirdi birkaç kez. So­
la ayrılan bir yola işaret ederek, «Bu asfalt ana ka­
pıya çıkar,» dedi. «Komutanın evinin önünden de
geçiyor.» İlerisini göstererek, «Ancak ben doğru git­
memizi öneriyorum,» diye ekledi. «Siz hiç spor ya­
par mısınız? Şu sağdaki yapının gerisinde kapalı
spor salonu var. O yapının adı da Dişbudak. Bura­
daki yapıların hepsine ağaç adları takılmıştır.»
«Bay başkan, lütfen unutmayın ki sizin emri­
nizde çalışan birinin Arthur Perrine’in evine mik­
rofon yerleştirdiği fotoğraflarla saptanmıştır. Per­
rine’in evine girdiler; kilidi açarak girdiler hem de.
Haglund adındaki adamınızın sizin için başka işler
yaptığı da biliniyor. Gerisini Elmer Morse yaptı. Bu
sizin için önemli bir sorun yaratıyor. Çok önemli bir
sorun.»
Monckton yanmda yürüyen adama bakmıyor­
du. Martin onun büyük bir dikkatle dinlediğini se­
ziyordu ama cumhurbaşkanının üstünde nasü bir
etki yarattığını kestiremiyordu. Gerisini getirmek­
ten başka çaresi yoktu artık; olanca gücüyle indir­
meliydi yumruğu.
Çantasını biraz kaldırarak, «Bu resimleri dün
akşam T.T. Tallford’a da gösterdim,» diye sürdürdü.
«İlginç bir şey söyledi. Listeleri okudu, resimlere
baktı, sonra da bana tek bir soru sordu. Resimlerde
kimsenin adından söz edilmemiştir, listelerin baş­
lıkları da yoktur. Neyin ne olduğu belli değildir ya­
ni. Yine de T.T. Tallford tek bir soru sormakla ye­
tindi.»
«Ne sordu?» Monckton’m bu soruyu sormadan
duramayacağını ikisi de biliyorlardı.
Martin hiç gecikmeden karşılık verdi. «Tallford
baktı, baktı ve ‘Ne istiyorsun?’ diye sordu bana. ‘Bu
adamlar kim?’ ya da ‘Ne yapıyorlar?’ yahut ‘Bunun
anlamı nedir?’ demeye gerek duymadı. Benim is­
tediğim fiyatı sordu yalnızca. Ben de sizi hemen
görmek istediğimi bildirdim.»
«Ve buraya geldiniz.»
«Evet, buraya geldim.»
Cumhurbaşkanı bu kez sağdaki yola işaret
ederek, «Şöyle yürüyelim,» dedi. «Öbür yol alana
çıkıyor ama orada helikopterden başka görülecek
bir şey yok.» Onlar sağa saparlarken yanlarından
bir cip geçti. Sürücü yerinde oturan deniz eri önce
şaşkın şaşkın baktı, sonra da aklını başına toplaya­
rak cumhurbaşkanını selamladı.

«Ailen kontrol kulesini arıyor.»


«Dinliyoruz, Ailen. Söyle.»
«Tenis kortu yolunda, kuzey yönünde ilerüyo-
ruz. Donanmanın araçları dolaşıyor buralarda. Az
önce bir cip geçti.»
«Tamam, Ailen. Biz de gördük. Saat, Telli Ka­
vak’a dönünceye kadar üstteki trafiğin durmasını
emredeceğiz. Defne’nin çevresinde kar küreyen bir
ekip çalışıyor. Şnitzel de çevre yolunda yürüyüşe
çıkmış. Dışarıda başka kimse yok.»
Kontrol kulesindeki televizyon monitörü, cum­
hurbaşkanının Martin’in yanmda, yolun ortasında
düzensiz adımlarla yürüdüğünü gösteriyordu. Bir
başka ekranda Gizli Servis ajanlarının Şnitzel şif­
resiyle adlandırdıkları Cari Tessler görünüyordu. O
da hantal adımlarla helikopter alanının yakınların­
da dolaşıyor, ağzından çıkan soluklar başının çev­
resinde minik bulutlar oluşturuyordu. Üçüncü ek­
randa kar küreyen dört deniz erinin çalışmaları iz­
leniyordu.
Martin, «Benim de bazı sorunlarım var,» diye
sürdürdü. «Ne olduklarını siz de bilirsiniz sanıyo­
rum. Buraya gelişimin nedeni, sizin, sorunlarınızı
nasıl çözümlenebileceğinizi açıklamak. Sonra da be­
nim sorunlarımın nasıl çözümlenebileceğini anlatı­
rım. Kısacası, pazarlık etmemizi öneriyorum.»
Monckton kupkuru bir sesle söylendi. «Ben pa­
zarlığa karşı olanlardan değilim. Haa, bakın! Solda
tenis kortları görülüyor. Bu havada tenis oynan­
maz tabii. Ancak baharda çok kullanılıyor bu kort­
lar. Ben ne tenis bilirim, ne de golf. Öğrenecek za­
manım olmadı. Başka işlerle uğraşıyordum.»
«Pazarlığa razı olmanız beni sevindirdi.» Bu
adamı, içgüdüsel olarak ağdan kaçak balıkların pe­
şine düşen usta balıkçıların taktikleriyle avlamak
zorunda kalacağını anlamıştı Martin. Monckton
konuşulan konudan uzaklaşmak için elinden geleni
yapacak, Martin de onu hep o yöne sürüklemeye ça­
lışacaktı. «Şimdii,» diye mırıldandı. «Benim size ve­
re bileceğim ne var? Size gerekli olan tek şey: Sus­
mak. Kesin bir sessizlik. Dinlenen telefonlar, yerleş­
tirilen mikrofonlar, zorla girilen evler konusunda
hiç bir şey söylemek gerekli değil. Beyaz Saray’ın
dışında olup da bu bilgileri ele geçiren tek kişi be­
nim... şimdilik. Ben de bildiklerimi unutmaya ha­
zırım.»
«Öyle mi?» Monckton oltanın iğnesini yoklu­
yordu. Arkasına baktı. Gizli Servis ajanlarından
ikisi onları izliyordu ama konuşulanları duyamaya­
cak kadar uzaktaydılar. «Pazarlıktan benim payıma
ne düşüyor peki? Bunca sessizliğin karşılığında ben
ne vereceğim size.»
«Birkaç şey var, efendim.»
«Aha! Fiyata geldik. Bilir misiniz, Martin, bu
işte bir şantaj kokusu var.» Balık kaçmaya çalışı­
yordu yine. «Bakın, şuradaki yapılar bakım onarım
atölyeleri. Bu dağın altında bir sürü makine, pom­
pa, aygıt falan var. Onların hepsinin bakımını yap­
mak gerekiyor. Denizciler yapıyorlar o işleri. Çok
iyi işçilermiş. Bana söylendiğine göre onların bu
atölyelerde onaramayacağı bir şey yokmuş.»
«Korkarım benim sözünü ettiğim aksaklığı gi­
deremezler, efendim.» Martin verdiği karşılığın yer­
siz kaçtığını, şirinliğe yeltenir gibi konuştuğunu
farketmişti ama bu adamın Camp David’in turist
kılavuzu gibi konuşması da akıl almaz bir şeydi.
Cumhurbaşkanı, Martin’e oraya niçin geldiğini
unutturmaya çalışıyordu sanki. Martin, «Bazı ak­
saklıkları yalnız sizinle ben giderebiliriz,» diye ek­
ledi. «Sözgelimi Primula Raporu’nu ele alalım. Rio
de Muerte konusundaki raporu yani. O raporun yok
edilmesini istiyorum.»
«Ben onu nasıl yapabilirim ki?»
((Kolay. Ben raporun size verildiğini geçiririm
kayıtlara. Yasal olarak buna hakkımız var. Siz de
belgeleri istediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Geri gön­
dermezsiniz biter gider. Kırpmtı makinesi yirmi da­
kikada un ufak eder evrakı. İkinci bir kopyası da
yok.»
«Hepsi bu kadar mı? Bütün sorunlarınız çö­
zümlenmiş olacak mı böylece?» Monckton’ın du­
daklarının çevresi morarmış, kulakları kıpkırmızı
kesilmişti.
«Hayır, efendim. Hepsi değil.»
«Evet, tahmin etmiştim. Gelin şuradan geçelim.
Otoparkın yanından. Bu yanda büyük su deposuy­
la ikinci yüzme havuzundan başka bir şey yok. Bu
havuzu burada çalışanlar kullanıyor. Şuradaki ya­
pı da muhabere merkezi.» Kupkuru bir kahkaha at­
tı. «Tezkiye alabilirseniz bir gün dolaşın orasım. Öy­
le gizli bir yermiş ki beni bile içeri sokmuyorlar.»
Martin yine eski konuya dönmeye çalıştı.
«Çözümlenmesi gereken başka sorunlar da var,
efendim. Biri benim geleceğimle ilgili. Bu olaydan
sonra beni CIA başkanlığında tutamazsınız. Ara­
mızdaki ilişki hiç iyi olmaz. Doğrusunu isterseniz
ben de işimde kalmak istemiyorum. On, on beş gün
içinde karımdan boşanmış olacağım. Yeniden evlen­
mek niyetindeyim. Hiç gecikmeden. Evleneceğim ka­
dınla konuştum, önümüzdeki iki üç yü boyunca na­
sıl yaşayacağımıza karar verdik. Yabancı bir ülke­
de oturmak istiyoruz, efendim. Ben bir süre yaban­
cı ülkelerde yaşarsam siz de daha rahat edersiniz
belki.» Artık düzensiz adımlarla yürüyen Monck­
ton’m yüzüne dikmişti bakışlarını. Yol hafif bir
eğimle alçalıyordu. Bir an için dengesini kaybeden
cumhurbaşkanı sola devrilecek gibi olmuştu. Ken­
dini toplayınca küçük adımlarla, büyük bir dikkat­
le yürümeye özen gösterdi.
Ardından, «Flaherty burada kalıyor,» diye söy­
lendi. «Dişbudak’da. Şu da Tessler’m evi. Akdiken.
Aradaki yapı Defne’dir. Yemeklerini orada yiyorlar.
Ben bu tepenin aşağısında büyük bir yapı kurulma­
sını tasarlıyorum. İçinde bir cumhurbaşkanlığı oda­
sı, bir bakanlar kurulu salonu falan olacak. Was-
hington’da biraz daha az, burada daha çok kalmak
niyetindeyim bundan böyle. Özellikle iyi havalarda.
Onun için ek yapılar gerekecek bize.»
Martin, «Bay başkan!» diye bağırdı. Monckton
başını yavaş hareketlerle çevirerek ona baktı. Kes­
kin bir dönemeçte durmuşlardı. Sağ yanda küçük
evler, solda, güneş ışığıyla yıkanan ağaçlar vardı.
«Ne var?» dedi Monckton.
«Önerimin ne olduğunu anladınız mı?»
«İsterseniz bir kere daha söyleyin.»
«Peki söyleyeyim.» Martin olduğu yerde dura­
rak isteklerini bir bir saymaya başladı. «Bir elçilik
istiyorum. Yoo, önemli bir yer olması gerekmez.
Paris ya da Londra demiyorum. En yüksek emekli
aylığını hakedecek yaşa gelinceye kadar Güney Af­
rika ya da Meksika gibi bir yerde görev yapmak is­
tiyorum. O gün gelince devlet hizmetinden ayrıla­
cağım.»
«Anlıyorum.»
«Şimdi biraz da CIA’dan söz edelim.» Yürüme­
ye başlamışlardı yine. Kar küreyen ekip evlerin ara­
sındaki işi bitirmiş, cumhurbaşkanı oraya gelmeden
ortadan kaybolmuştu. «Benim yerime yeni bir CIA
başkanı seçeceksiniz.»
«Evet. Cari Tessler bir liste hazırlıyor.»
«Cari Tessler’in listesini unutun. Ben size tek
kişilik bir liste vereceğim. CIA başkanlığına Dur-
wood Drew getirilecek.»
«O da kim oluyor?» Monckton ellerini cepleri­
ne sokmuş, gözlerini yere dikmişti. Eriyen kar yı­
ğınlarından akan sulara basmamaya özen gösteri­
yordu.
«Meslekten yetişme bir arkadaş. Eskiden benim
yardımcımdı. Şimdi Bangkok’daki elçilikte görev
yapıyor. Ne kokar, ne bulaşır cinsinden biridir. Sizin
çok işinize yarar.»
«Başka?»
«Peşimize taktığınız köpekleri geri çağırın. FBI
gırtlağımıza basmaktan vazgeçsin.»
«Sizin gırtlağınıza mı basıyorlardı?»
«Benim değil, CIA’nın. Elmer Morse’a söyleyin
bizimle uğraşmasın. CIA’yla FBI arasında irtibat
yoksa suçlusu Elmer Morse’dur. Morse’a emir ve­
rin, bizimle işbirliği yapsın ki aramızda bağlantı ol­
sun. Durwood Drew’yu da kişisel olarak destekle­
menizi istiyorum.»
«Yanlış bir iş yapsa da öyle mi?»
«Pek yanlış bir iş yapacağını sanmıyorum ama
evet! Yanlış bir iş yapsa bile. Ben bulunduğum yer­
den sizi gözleyeceğim. Şirket’in, yani CIA’nın başı­
na belâ olursanız, yemin ederim ki ben de sizi la­
ğıma atıp üstünüze suyu çekerim. Belâ derken CIA
bütçesini de düşünüyordum. Köpeklerinizi geri çe­
kin ve Drew’nün adam gibi çalışmasına fırsat ve­
rin. CIA bütçesini kısacağım diye uğraşmaktan da
vazgeçin. Anlaşıldı mı?» Duygularının mantığına
baskın çıkmasına göz yumuyordu Martin. Eğilip yo­
lun kıyısından bir avuç kar aldı, ıslak topağı bir
elinden ötekine geçirmeye başladı.
«Bakın burası ilginçtir,» dedi Monckton. «Şu
salıncakları, tahterevalliyi falan görüyor musunuz?
İlerideki nesneye cangıl cimnastiği diyorlarmış duy­
duğuma göre. Siz de bilirsiniz belki. Çocuklarınız
var mı?» Dikkatle bakıyordu Martin’e.
«Hayır, yok.»
«Yaa. William Arthur Curry’nin bir oğlu vardı
bilirsiniz. Küçük Billy. Bu çocuk bahçesini onun
için yaptırtmıştı Curry. Gelgelelim karısı, Camp Da-
vid’i hiç sevmezdi. Burasını yeterince lüks bulmu­
yordu kaltak. Bu yapıları kasaba motellerine ben­
zetirmiş. Onun için de oğlunun buraya gelip bu bah­
çede oynamasına izin vermezmiş. Yazık! Kendini
beğenmiş kaltak!» Monckton kin dolu bir sesle ko­
nuşmuştu.
«Bay başkan! CIA ve bütçe konusunda... CIA
bütçesiyle FBI konusunda söylediklerimi duydunuz
mu?»
«Elbette. Sağır değilim. O aşağılık şantaj giri­
şimiyle ilgili olarak söylediğiniz her şeyi duydum,
Martin.»
«Ve?» Telli Kavak’m mutfak yönüne yaklaşı­
yorlardı. Doruğa kadar çıkıp yeniden aşağı inerken
büyücek bir daire çizerek yürümüşlerdi. Dağ evinin
aşağısında açıklık solda kalmıştı şimdi.
Monckton elini uzatarak, «Bakın!» diye hay­
kırdı. Otuz metre aşağıdaki açıklığın ucunda, kar
yığınlarının arasında yiyecek arayan bir geyik var­
dı. Kırmızı ceketli genç garson da kapının önüne
çıkmıştı. Cumhurbaşkanını karşılayıp paltosunu
almak için bekliyordu.
Martin, işin ucunu bırakmayacağını gösteren
bir havayla, «Ve?» diye üsteledi. Zaman geçiyor, yol
tükeniyor, sağladığı üstünlük elinden kaçıyordu.
Onun farkındaydı. Ne olacaksa şimdi olmalıydı.
«Ve ne?»
«Ve karşılığınızı öğrenmek istiyorum. Susmaya
söz verirsem... Primula Raporu’nu yok edecek mi­
siniz?» Martin kapıdan yedi sekiz metre uzakta dur­
muştu. Garson onları işitebilirdi şimdi. Dönüp ar­
kasına baktı. İki Gizli Servis ajanı hâlâ yaklaşıyor­
lardı. Monckton da durdu ve yüzünü Martin’e çe­
virdi. Martin alçak sesle sürdürdü. «Raporu yok et­
meyi, beni bir yabancı ülkeye yollamayı, Drew’yü
iş başına getirip köpeklerinizi geri çekmeyi kabul
ediyor musunuz? İstediğim fiyat bu. Allah kahret­
sin, ister evet deyin, ister hayır! Ancak ne söyleye­
cekseniz hemen söyleyin.»
Monckton yine dudağmı yaladı, yine aynı si­
nirli hareketle sildi; sonra da yamacın altındaki ge­
yiğe baktı. Sonunda Martin’e çevirdi gözlerini. Bir
iki saniye için göz göze geldiler. Ardından Monck­
ton bakışlarını yere eğdi.
((Evet diyorum.»
Amerika Birleşik Devletleri cumhurbaşkanı
sarsak bir hareketle döndü, paltosunun düğmelerini
açmak için çabalayarak garsona doğru yürüdü.

«Ailen kontrol kulesini arıyor.»


«Kontrol dinliyor, Ailen. Söyle.»
«Saat, Telli Kavak’a girdi. Burada her şey yo­
lunda.»
«Anlaşıldı, Ailen. Her şey yolunda. Tamam.»
SONSÖZ

Amerika Birleşik Devletlerinin Jamaica elçisini


barındıran konutun serin rüzgârlara açık olmasına
özen gösterildiğinden, ev alçak bir tepenin üstüne
kurulmuştu. Sayın elçiyle Bayan William Martin’in
ellerinde buzlu romlarla yayılıp gün batınımın kızıl­
lığını izledikleri teras ve yüzme havuzu da o evde
daha önce oturan varlıklı bir elçi tarafından yaptı­
rılmıştı.
Martin elçiliğe atanalı henüz altı hafta olu­
yordu ama Sally’yle ikisi adadaki yaşama temposu­
nu hiç yadırgamıyor, o tempoyu kendilerine uygun
buluyorlardı. Sally Martin bir diplomatın karısına
yaraşan toplum faaliyetlerine dalmıştı. Elçilik ara­
basıyla bazı resmî ziyaretler yapmış, adada yaşa­
yan ve sayıları günden güne artan Amerikan vatan­
daşlarını bir tanışma yemeğine çağırmıştı. Elçilik­
teki herkes kabul töreninin çok başarılı olduğunu
söylüyordu. CIA’daki işiyle karşılaştırınca, Martin
elçilik görevini çok kolay bulmuştu. Simon Cappell
de onlarla birlikte gelmişti Jamaica’ya. Doğrusunu
söylemek gerekirse bürodaki asıl işi çeviren de oy­
du. Martin’e pek az iş düşüyor, o iş de genellikle top­
lumsal nitelikte oluyordu. Adada geçen ilk ay ku-
408/Şirket
sursuz bir balayı olmuştu.
Yeni atanan CIA başkanına biraz acıyordu
Martin. Yine de böyle olması onun için en iyisiydi.
Martin’in eski koltuğuna Durwood Drew oturmuş,
Primula Raporu yok edilmişti. Monckton’ın Elmer
Morse’u hizaya getirdiğini gösteren belirtiler de yok
değildi.
Beyaz ceketli yerli uşak, Martin’le karısının ara­
sındaki alçak masaya üç gazete bırakarak kuru bir
İngiliz şivesiyle sordu: «İçkileriniz istediğiniz gibi
olmuş mu, ekselans?»
«Olmuş, Reginald. Teşekkür ederim.» Martin
en üstteki gazeteye uzanıp birinci sayfayı gözden
geçirmeye koyuldu.
Sally, içkisinden büyük bir yudum alarak, «Gö­
ğün rengine bak, Bili,» diye söylendi. «İnanılacak
şey değil. Mart ayında Washington’m havasını dü­
şün bir de. Burada bulunmak ne güzel!»
Martin elindeki gazeteye işaret etti. «Bugünkü
Miami Herald’ı görmüş müydün sen?»
Sally başını iki yana salladı.
«İlginç bir haber var. Beyaz Saray kadrosundan
Lars Haglund adında biri dün akşam San Fran-
cisco’da tutuklanmış. Demokratik partinin vali
adayı olan adamın bürosuna girmişler ve suçüstü
yakalanmışlar. İki kişi daha varmış yanında. Polis
adamın bürosunda yakalamış bunları.»
Sally, «John Cravath’m bürosuna mı girmiş­
ler?» diye sorunca Martin evet dercesine başını eğ­
di. «Jack’le evliyken onunla tanışmıştım,» dedi
Sally. «Hatta bir gün bana sulanmıştı biraz. Peki
ama Beyaz Saray kadrosunda çalışan birinin onun
bürosunda işi ne?»
Martin omuzlarını kaldırdı. «Gazete o konuda
bir şey yazmıyor. Beyaz Saray’dakiler de olayla hiç
bir ilgileri olmadığını savunuyorlarmış.» Gazeteyi
katlayıp yere bıraktı. «Kimse bu kadar aptal ola­
maz. Monckton bile! Ben, Haglund’un izini kaybet­
miştim. O herifi çoktan işten uzaklaştırmış olmaları
gerekirdi. İnanılacak şey değil!»
Sally yan dönerek Martin’e baktı. Jamaica’ya
geldiklerinden beri kocasının bu havayla konuştu­
ğunu duymamıştı. «Niye bu kadar sıkıldın, Bili?»
Martin başını ağır ağır salladı. «İçimden gelen
bir ses, birinin upuzun bir fitili ateşlediğini, işin
ucunun bana dayanacağını söylüyor, sevgilim. Dua
et de yanılmış olayım.»
«Nasıl olur? İşin ucu nasıl sana dayanır?» Sally
şaşırmıştı.
«Aldırma. Belki de ben paranoyak oldum. Şir-
ket’teki günlerden kalma bir tutum.» Elini karısına
uzatarak gülümsedi. «Hadi gel, güzelim. Giyinmek
zorundayız. Eğlence yakında başlayacak.»

You might also like