Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 4

Uygarlığın kaç anlamı vardır?

“Uygarlık” deyince, birbirinden farklı iki şey anlaşılır: Bir anlamıyla uygarlık, “doğal hal”in,
“barbarlık”ın karşıtı olan bir durumu anlatıyor. Bu anlamda, “uygar millet”, “uygar halk” deyince,
gelişme yolunda hayli ilerlemiş, ideal ölçülere pek yaklaşmış bir topluluk anlaşılmakta.
Kolayca fark edileceği gibi, bir “değer yargısı” taşımakta uygarlığın bu anlamı.
Bir başka anlamıyla uygarlık, bir halkı başka halklardan ayıran, onun özgün yanını ortaya koyan,
yaşayış biçimlerinin, kullanılan aletlerin, çalışma biçim ve yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve
sanatsal faaliyetlerin, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimlerinin bütünü.(Servet Tanilli, Uygarlık
Tarihi ,1972-1975, s,8)
Uygarlık nedir sorusu sorulduğunda o halde açıkça şunu belirtebiliriz:Zaman içinde gelişen, bazen
medeniyet kavramı altında inceleyebileceğimiz, bazen de bulunduğu çağın ütopik olana en yakın ya
da en çok ideal olana yaklaşma çabası görünümünde olan. Bunun yanında etkileşim içinde
toplulukların; Kültürel alanda, sanatsal alanda, ekonomik alanda ve bireylerin birbirleriyle olan
ilişkiler bağlamında ele alındığında bütün bunların tümüyle bir toplum olma biçimidir.
Civilisation: Bu kelime tam olarak 18. Yüzyılın ikinci yarılarında ortaya çıkmış ve Marki de Mirabeau
tarafından ilk kez kullanılmıştır. Bu kavramın ortaya çıkmasında aslında birbiriyle bağlantılı olan pek
çok durum vardır. Bunların en önemlisi denenebilecek bir durum söz konusudur. Bu durum: O
zamana dek bir uyku halinde olan Batı’nın Reform ve Rönesans’ ın etkisiyle bir çok yönden; Eğitim,
sanat, kültür, sanayileşme gibi insan hayatını bizzat ilgilendiren konularda gelişen bilgi düzeyi ve
ilerleyen yenilikler sayesinde bize, Civilisation kavramını o çağda tanıttırmıştır.

Bir uygarlığın öğeleri

Her uygarlık belli bir iktisadi yapının biçimlendirdiği bir değerler sistemidir. Bir uygarlığa, kendine
özgü bir nitelik kazandıran en önemli öğelerden biri belki de birincisi ‘İktisadi Yapı’dır.
 
İktisadi yapı; insanların doğa ile mücadelesini ve o mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkileri içine
alıyor. İnsanlar yaşamak ve bunun da ötesinde hayvanlardan farklı olarak doğayı aşabilmek için
çalışıp üretmek, bunun içinde bir takım üretim araçları kullanmak, üretimdeki çalışmalarını da
örgütlendirmek zorundalar. Eski Dünyanın çok geniş bölgelerin de ve oldukça uzun zaman süreleri
içerisinde el baltaları ve diğer taş araçlar gözlenir. Homo sapiensin yeryüzünde görünüşünden
bugüne dek geçen zamanın onda dokuzu süresince insanların basit tahta ve taş araçları ve ateşi
kullanarak kuşaktan kuşağa hemen hemen değişmediğini söyleyebileceğimiz bir yaşam sürdürerek
avcılık toplayıcılık yaşamı dışına çıkamadıklarını görüyoruz. Büyük bir olasılıkla bu insanlar sayıları
yirmiyle altmış arasında değişen küçük topluluklar halinde yaşıyorlardı. Avcılık ve toplayıcılıktan
çiftçilik ve çobanlığa yani yerleşik düzene geçişin en erken örneklerinden biri Mezopotamya da
gerçekleşti. Uygar toplum denilen becerikli ve karmaşık toplumların ortaya ilk çıkışı Dicle ve Fırat
ırmaklarının aşağı kıvrımları boyunca Basra Körfezine kadar dayanan düz alüvyon ovası üzerinde
uzanan Sümer Ülkesinde doğdu. Yine İndus nehri yakınında Hint ve Sarı nehir çevresinde Çin
Uygarlığı ortaya çıkmıştır. Irmaklar uygarlıkların hem tarım hem de taşımacılık yapmasına olanak
sağlamıştır. Bin yıl kadar sonra sabanın bulunmasıyla uygarlık yağmurla sulanan topraklara
yayılmaya başladı. Bitkilerin sebzelerin biriktirilmesi, hayvanların evcilleştirilip kullanılması
uygarlıkların gelişmesine etkili olmuştur. İnsanlar üretim faaliyetlerinde kullandıkları maddesel
araçlar ve teknik bu üretim faaliyetinin doğurduğu ilişkiler, giderek bunları kapsayan üretim biçimi
uygarlıkların tanımında önemli rol oynar. İnsanın belirli bir toplum içinde varlığını, bilincini etkileyen
ve mülkiyet kavramını, bireylerin ya da grupların toplum içindeki görevler bakımından
farklılaşmasını başka bir deyişle sosyal sınıfları yaratanlar da bunlardır aslında. Öyle olunca da
toplumlar, giderek uygarlıklar, bu üretim ilişkilerinin çevresinde oluşur.

Uygarlık ve çağdaşlık
Uygarlıklar kendini devam ettirdiği sürece bir önceki toplumlardan veya medeniyetlerden iyi ya da
kötü izler barındırır kendinde, bunlar bir çok alanda kendini gösterir. Bu denli değişen ve
globalleşen bir dünya için yenilik ve kabuk değiştirme kaçınılmazdır. Bizim ele alacağımız
çağdaşlık ilkesi de tam olarak bu uygarlıklar için gerekli mi, değil mi? Bu soruya değinmeden
konuya bir açıklık getirmemiz pekte mümkün olmayabilir. Uygarlıklar zaman içinde gelişime pozitif
anlamda adım attıkları gibi kimi zamanda bu gelişme bir çöküş haline gelebilir tıpkı bizim bugün
içinde yaşadığımız ve adeta gittikçe dibe varmayı hedef alan bir sistemde olduğu gibi.

“Gericiliğin ve yobazlığın bugünkü karanlığından, çağımızın aydınlığına da o zaman çıkacağız.


Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında, Türkiyeli bir insan olarak, çağdaşlığın şu üç “asgari”
ölçütünü de unutmamalı:
Milli bağımsızlığa inanmak, laik olmak ve demokrat olmak.
Bunlardan birinin eksik olduğu bir kafa, çağdaş değildir, giderek uygar değil.
Bir şeyi daha unutmamalı: Çağdaşlık, birtakım erdemleri kendisinde toplayıp, sonra da bir
kenara çekilip olup biteni “temaşa” etmek demek değildir. Çağdaşlık, çağdaşlık uğruna verilen
kavgaya katılmayı da içine alıyor. Sömürülen, ezilen ve horlanan insanlar için daha güzel bir
dünya,
daha insanca bir düzen yaratmanın yolu buradan geçiyor çünkü.”(Server Tanilli, Uygarlık Tarihi,
1972-1975 s,15)

Gelişen teknoloji ve Uygarlıklar için evrim

Teknoloji bugün nerdeyse yaşamın her alanında bize eşlik eden ve bununla beraber bütün insanlar
için kolay öğrenebilme şansını verdiği kadar, Uygarlıkların birbirleriyle etkileşim içinde olmalarında
büyük pay sahibi olmuştur, Nitekim öyledir ki, İnsanlar farklı noktalardan, farklı kültürel v.b
konularda çok büyük bir şekilde haberdar oluyorlar. Bu şekilde insanlar için bir kaynaşma ve
birbirleri hakkında bilgi edinme pek kolaylıkla sağlanmıştır. Televizyon, bilgisayar, telefon gibi
teknolojinin ürünleri sayesinde etkileşim ve bir çok konuda gerçekleşen alışveriş bütün bir insanlığı
bir noktada buluşturuyor. Sosyal bir varlık olan insan için bir Dünya Uygarlığının olabilmesini
mümkün kılıyor gibi gözükse de Bunun çokta zor olduğu görülebilir. Çünkü farklı dinler, farklı
uluslar her gün biraz daha katı kurallarla kendini yeniden anlamlandırmaya çalışıyor. Dün yaşayan
ve bugün sadece tarihin tozlu sayfalarında kendine yer bulmuş bir çok uygarlık olmuştur. Bu
nedenle her uygarlık için değişim ya da yok olma tehlikesi vardır. Çünkü Uygarlıklar bazen kökünü
geçmişten alıp, bazen de bugünün değer yargılarıyla kendini ayakta tutma çabasına girer. Böyle
olunca ilk zamanlardaki anlam ve rollerini yitirerek ya yok olmaya ya da yarına sağlam kulaçlar
atabiliyor.

Yunan uygarlığı

Yunan uygarlığı batıyı iki yoldan etkiledi. Öncelikle Romalılar yoluyla çünkü Yunan uygarlığı, Roma
imparatorluğunu büyük bir şekilde etkilemiştir. Bunun sayesinde Romalılar, Yunan uygarlığından
aldıkları veya etkilendiği özellikleri Batı’ ya taşımıştır. Yunan uygarlığı asıl etkilemesini sonraki
yüzyıllarda, özellikle Rönesans’ta yaptı. 12.yüzyılda Araplar sayesinde bir çok Yunan kültürüne ait
eserler Batı’ya taşınmıştı. Burada Araplar önemli denebilecek bir rol üstlenmişlerdi ama asıl önemli
ve devrim niteliği taşıyacak bir hareketlenme Rönesans döneminde olmuştur. Böylelikle Yunan
uygarlığı Batı için yeniden ve daha derinden keşfedilmiş, soluk olmuştur. Yunan uygarlığı Batı’yı
edebiyat, felsefe, sanat, bilim başta olmak üzere bir çok yönden etkilemiştir. Ama bunun yanında
Farklı Devlet tasarımları ile yasaları, kanunları insan hayatını ilgilendiren bir çok konuda öncülük
etmiş ve etkilemiştir.

Demokrasi

Yunanlılar, “Doğu despotizmi”ne karşı “demokratik yönetim”in ilk uygulayıcıları oldular. Rejimin
yalnız biçimi değil, kelimenin kendisi de onların. Yunanca “demos” (halk) ve “kratos” (iktidar)
kelimelerinden oluşuyor demokrasi: “Halkın iktidarı” demek.
Yalnız demokrasi mi?
Monarşi, aristokrasi, oligarşi, demagoji, tirani... gibi kelimeler de Batı’ya Yunancadan geçmiş. Ve
edebiyatta, felsefede bugün de kullanılan yığınla kelime, gene onlardan.
Eski Yunan’da demokratik yönetim, özellikle Atina sitesinde uygulanmış.(Server Talilli, Uygarlık
Tarihi,1972-1975, s,21)
Demokrasi Yunan uygarlığında her ne kadar bugün nezdinde bakıldığında eksik ve her kesime
hitap etmeyen bir yönetim anlayışı olsa da, o zaman için diğer uygarlarlıklardan daha iyi bir
yönetim anlayışı hakimdi çünkü her ne kadar halkın tamamı söz hakkına sahip değilse de, bir
kişinin otoritesininde kontrolünde de değildi. Burjuva yeri geldiğinde söz hakkı alabilir ve demokrasi
ilkesi kendini bir bakımdan açığa çıkarırdı. Eski Atina demokrasisi halk için ve burjuva için aynı
niteliklileri taşıyordu, her iki sınıfta doğrudan demokrasi niteliği taşıyordu. Ama bu demokrasi
köleler, kadınlar ve yabancılar için aynı değerliliği taşımıyor hatta onları tamamen hiçe sayıyordu
diyebiliriz. Bunu nedeni ise o zamanki Yunan uygarlığında yer alan ve söz hakkına sahip olan o
egemen toplumun demokrasiyi böyle bir anlayış içinde görmek istemeleri ve üretim gibi çok önemli
bir rolü üstlenmiş olan köleleri yönetimde hiçe saymak istemeleriydi. Tabi Hümanizm’in kendini tam
açamadığı ve aydınlatamadığı aşikar ama asıl Demokrasi’nin temelleri o zaman atıldığı, yaşadığı
Çağ’a oranla büyük bir fark yarattığınıda kimse inkar edemez.

Edebiyat ve sanat

Yunan uygarlığı edebiyat ve sanat açısından sadece Batı için değil kendisinden sonraki bir çok
uygarlığı etkilemiş ve kendisine ait izler göstertmiştir. Edebiyat, felsefe, matematik, kozmoloji
alanında bir çok çalışma ortaya koyan Yunan bilginleri sadece Batı için değil nerdeyse bütün dünya
uygarlıkları için dikkat çekecek şekilde faaliyetler göstermişlerdir. Özellikle edebiyat alanında çok
fazla önemli isimlere sahip olan bu uygarlık tiyatroda; Aiskhylos, Euripides, Sofokles gibi isimler
varken Tarih alanında; Herodotos, Tukidites gibi ismler ile Batı edebiyatının esin kaynağı olmuştur.
Batı’nın Aydınlanma dönemi olarak adlandırdığımız gelişme ve yol katetmesindeki en temel nokta:
Hayran olduğu Yunan uygarlığına ait bütün çalışmaları adete benimseyerek yapmalarından
kaynaklanıyor. Batı’nın, Antik Yunan’dan bu kadar etkilenmiş olmasının nedeni hiç kuşkusuz şu
olmalı: Özgür bir şekilde ne dinin ne de başka bir şeyin baskısı altında kalmadan saf aklı yani akıl
çerçevesinde, düşünebilme
ve yetkin olabilme çabasının görünmesiydi. Çünkü Rönesans dönemiyle başlayan skolastik
düşünceye karşı bir uyanış, ve insanı değerli bulan fikirler tam anlamıyla alevlenecekti. Çünkü
Yunan uygarlığı her alanda olduğu edebiyat ve sanatta da insanın o mistik yanını biliyordu. Doğayı
anlamaya çalışan hatta kendisini de doğanın bir parçası olarak kabul eden düşünceler
büyülüyordu, tıpkı Batı’nın büyülendiği gibi.

Roma hukuku

Yunan uygarlığından almış oldukları gelişmeleri Batı’ya taşırken tabi buna kendi kalktıklarınıda
ekleyip ve özellikle askeri, idareci ve hukuk bağlamında hayli bir gelişime ve donanıma sahip olan
Roma: Batı’nın “ idari ve hukuksal” temellerini kurmuşlardır hiç kuşkusuz. Roma hukuku bir çok
bağlamda kapsayıcı ve bugüne bile kendisini yaşatan bir hukuk anlayışı vardır. Roma hukukuna
gösterilen ilginin ve hayranlığın giderek daha fazla yayılması altında, Batı’da o sıralarda doğan
kapitalizm büyük rol oynamış olsa gerek. Roma hukukunun birçok ilkeleri, özellikle mülkiyetle ilgili
kuralları kapitalizme uygun düşüyordu çünkü. Bu nedenledir ki, Batı için gitgide daha büyüyen
kapitalizmin çemberi, Roma hukuku ile daha da yol katediyor ve hızla ilerliyordu.
“Roma’nın büyük yeteneği, siyasal bir yetenekti her şeyden önce. Gerçekten, o dönemin pek ilkel
olan ulaştırma ve haberleşme araçları göz önüne alınacak olursa, Romalıların, dil ve kültür
bakımından birbirinden pek farklı onca kavmi, imparatorluğun o denli geniş sınırları içinde toplayıp
yüzyıllarca yönetebilmek için büyük bir siyasal güce ve -o oranda da- maharete sahip bulunmaları
gerektiği kolayca anlaşılır.
Roma’nın dünyaya egemen olmasını sağlayan bu siyasal yetenek yanında, bir ikincisi hukuksal
yeteneği idi.”(S.talilli, Uygarlık Tarihi, 1972-1975. S.25)

Feodalite

Feodal düzenin geçerli olduğu dönemde sosyal sınıflar, soylular, rahipler, köylüler ve kölelerdir. Bu
sınıflamada köylüler ve köleler hukuksal anlamda hiçbir hakka sahip olmayıp sömürülenen sınıflar
olup aynı zamanda en gereksinim olan, toprağı işleme ve üretimi sağlama rolüne sahip olan
kişilerdi. Bu sınıflaşma öyle katı kurallarla ve keskin çizgilerle belirlenmişti ki, bir üst sınıfa çıkmak
çok zor yollardan ve farklı törenlerle ve bir takım hukuksal işlemleri gerektiriyor. Bu sosyal sınıfların
farklı hukuksal statüleri var aynı zamanda. Bu bakımdan da günümüzün sosyal sınıflarından
ayrılırlar.

Ortaçağ ve kilise
İlk Hıristiyanlar, İsa’nın yakında geri döneceğine inanıyorlardı. Gelmesi gecikince -ki bu gecikme
bugün de sürmektedir!- “kilise” adıyla örgütlenmeye başladılar.
İlk iki yüzyıl boyunca, Kilise, “laik” bir birliğin niteliklerini korudu. Aslında, kilise kelimesinin geldiği
Yunanca “ekklesia” sözü de sadece “topluluk” ya da “birlik” anlamında.
Bu biçimde anlaşılan Kilise’nin içinde küçük bir “hiyerarşi” kuruldu: Eskiler ya da yaşça kıdemliler
(presbyterios), gözeticiler (episkopos), bahtsızlara yardımla görevli kadın-erkek arkadaşlar
(diyakos) vardı. 2. yüzyıldan başlayarak presbyterios’larla episkopos’lar gittikçe artan bir önem
kazanmaya başladılar ve kendilerini kilisenin tek temsilcisi saymaya başladılar. İçlerinden biri de
kilisenin başı oldu. Sonra çeşitli kiliselerin başları birbirleriyle temasa geçerek, bir çeşit oligarşi
halinde, “Evrensel Kilise”yi kurmuşlardır.
İlkel kilisenin yerini alan bu evrensel kilise, Katolik Kilisesi diye adlandırılır.(S.Talilli, Uygarlık Tarihi,
1972-1975, s.35)

2. yüzyılda Katolik Kilisesi’nin parçalanmasıyla beraber, kendini Ortodoks diye adlandıran Doğu
Kilisesi ortaya çıkar. Ortodoks Kilise: Meryem’in bir erkekle ilişkiye girmeden gebe kaldığını ve
Papa’nın yanılmazlığı düşüncelerini reddederek, kendinilerine has ve daha milli sayılabilecek
usuller ve aklı başındalığı öne çıkaran bir inanç ön planda olmuştur.
Gittikçe halktan uzaklaşan ve toprak sahipi olan Katolik kilisesi, 16. yüzyılda yeniden parçalanmış
ve Reform hareketleri sonucunda insanların antipatisini kazanması sonucu Protestan denilen yeni
kiliselerin kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Genel bir değerlendirme yapacak olursak, Yunan Uygarlığı hem kendi yaşadığı çağ için hemde
kendisinden sonraki gelen medeniyetler için büyük önem arz ediyor. Sanat, felsefe, vb. İnsanı
hayatını doğayla iç içe elan konulardan tutalım, ahlaki ve hukuki değerlere ulaşma konusunda da
referans kaynağı olmuştur.

You might also like