Cinsiyet Ve Millet - Nira Yuval-Davis

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 264

....J
....J

lJJ
>
1-
lJJ

(/)
z
()


. ......


o1
-



tlS
"""
. ......
z

s
.....
(J'Yo
.....
......

-
-
NIRA YUVAL-DAVIS • Cinsiyet ve Millet
NIRA YUVAL-DAVIS lsrailli bir diaspora Yahudisidir. Uzun yıllar Londra'da
Greenwich Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Etnisite Çalışmalan ytiksek lisans
programının koordinatörlılğünıl yılrılten Yuval-Davis, şu anda East London
Üniversitesi Göç Araştırmalan Merkezi'nin koordinatörıldılr. Intemational
Sociological Association'ın Irk, Emisite ve Azınlık llişkileri Araşnrma Komisyo­
nu'nun başkanlığım ytirılten Yuval-Davis, Women in Militarized Conflict Zones
(Askeri Çatışma Bölgelerinde Kadınlar), Women Against Fundamentalism
(Köktenciliğe Karşı Kadınlar) ve Londra'daki Women in Black (Siyahlı Kadınlar)
gruplannın kurucu ılyesidir. Nira Yuval-Davis, kadın, milliyetçilik, ırkçılık, köktend­
incilik ve vatandaşlık meselelerinin kuramsal ve ampirik boyutlan ılzerine pek çok
çalışma yapmıştır. Floya Anthias ile birlikte yazdığı Racialized Boundaries'in
(Rouıledge, 1992) dışında derleyenleri arasında yer aldığı kitaplar vardır: Woman -

Nation State (Macmillan, 1989); Refusing Holy Ordm: Women and Fwıdamentalism
-

in Britain (Virago, 1992); The Gulf War and the New World Ordu (Zed Books, 1992);
Unsettling Settlcr Societies (Sage, 1995); Cross.fires: Nationalism, Racism and Gender in
Europe (Pluıo, 1995); Citizenship: Pushing the Boundaries (l 997) ve Women,
Citizenship and Difference (Zed Books, 1999), The Politics of Belanging (Sage
Publications, 201 1) Cinsiyet ve Millet, şu ana kadar aln dile çevrilmiştir.

Genderand Nation
© 1997 Nira Yuval-Davis
Bu kitabın yayın haklan Sage Publication Ltd.'den (Londra) alınmıştır.

lletişim Yayınlan 861 • Araştmna-İnceleme Dizisi 135


ISBN-13: 978-975-05-0094-7
© 2003 lletişim Yayıncılık A. Ş.
1-3. BASKI 2003-2010, İstanbul
4. BASKI 2014, İstanbul

EDITOR Asena Günal


KAPAK Utku Lomlu
KAPAK FOTOCRAFI Tuğamiral Victor Blue tarafından denetlenen
kadın askerler, Washington D.C., 1918
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZELTi Serap Yeğen
BASKI ve CiLT Sena Ofset . SERTiFiKA NO. 12064
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi B Blok 6. Kat No. 4NB 7-9-11
Topkapı 34010 İstanbul Tel: 212.613 38 46

tletişim Yayınlan . SERTiFiKA NO. 10721


Binbirdirek Meydanı Sokak, lletişim Han 3, Fatih 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
NIRA YUVAL-DAVIS

Cinsiyet
ve Millet
Gender and Nati on

ÇEViREN Ayşin Bektaş

• t ' m
Bu kitabı, devam etmemi ve hatta bazen
dans etmemi sağlayan Gu/, Alain, Ora ve
diğer olağanüstü arkadaş/anma ithaf ediyorum.
Gender and Nation'm Türkçe basklSlnt,
çok özlediğim, öğrencim, arkadaşım ve yoldaşım
Tijen Uğuriş'in antsma ithaf ediyorum.
İÇİNDEKİLER

ônsöz . . . . . . ...... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ... . . . . . . . . . . ............... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ............... 13

BiRiNCi BÔLÜM
Cinsiyet ve Milletin Kuramsallaştınlınası .......... ............... 17
Kadın ve Toplumsal Cinsiyet llişkilerini İncelemek.... .. ....24
Milletlerin ve Devletlerin Kuramsallaştınlması . ....... . . . ....
... .
........... . . . . . . . . .35
Milletlendirilmiş Cinsiyet ve Cinsiyetlendirilmiş Milletler ....... 54 .

iKiNCi BÔLÜM
Milletin Biyolojik Yeniden Üretimi ve Kadınlar ......... 61
Kan v e Aidiyet ................... .
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . ............................ ................ 62
İktidar Olarak Halk ... ... ..... .. ... .... ..... . ... ... ............ . . . .. .... ..... . ... . .66
Ojenist Söylem . ... .... . ... ... .. .... . . . . ········· · ·· · · · · ....................................... 70
Malthusçu Söylem... ............. .. .. .. .... . . .. ...... ... ............... . .... . .... .... . ..... .....72
Toplumsal Bağlam .......... ................ .......... . . . . . .
............... ...... . . . . . ... ....... ... ..
..... ........ . .............. 77
Sonsöz: Üreme Haklan, Milletin Yeniden Üretimi
ve Feminist Siyaset ... ... ... .. ... . .. .... ..... ... ... .. ....................... ........ . . . .. .80
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kültürel Yeniden Üretim ve
Toplumsal Cinsiyet İlişkileri.. ....................... . . ....83
Kültür Kavramı .................................. ....... . . . . ..... . . . . ···· ·· ······ .85
Kültürel Farklılık ve "Öteki" .. . .....................96
Irkçılık ve Cinsellik ............................. . · ·· ····· - · · ·· · · · ···· ··· · · · · ····· 1 04
Asimilasyon ve Aynlıkçılık ......................................... .... 1 08
Çokkültürcülük ve Kimlik Siyaseti.. .. ................ ..... ... . ......... .......... ...... 1 1 1
Kültürel Değişim ve Modemite ... . ... ... .... ............. .... .... ....... ... ...... 120
Köktencilik ve Modemite ·····- . . -··· .... .... .... .. ..... 122
Küreselleşme ve Kültür .. .... . .. ........... . . . . . . . . . . ........................... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 126
Sonuç ......................... ...................................... . ........... ..... 1 30

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Vatandaşlık ve Farklılık ... .. . 1 33
Vatandaşlık, Milliyetçilik ve Cemaat... ..... .. .. .. ......... . ........... 1 35
Toplumsal Haklar ve Toplumsal Farklılık .... ... . . . . . ... .. . .. .. . ... . . 14 2
Özel ve Kamusal .............................................. ... 151
Aktif/Pasif Vatandaşlık................................. ',,,,,..... ...... .. ..... ... . . .. ... 159
Vatandaşlık Haklan ve Ödevleri. ....... ..... ...... .......... . . .. .. .. .. 1 68
Sonuç............... . . .. ..... . . .. . . ..
. .... .. . . . . . ······· . .
. .. . · · · · · · · · · · · ·· · · · ·· ···· .. .. ..... 1 7 1

BEŞiNCi BÖLÜM
Cinsiyetlendirilmiş Ordular,
Cinsiyetlendirilmiş Savaşlar. ...... 1 75
Askerlik Hizmeti ve Vatandaşlık.... . .... ....... . ....... ...., ..... 1 78
Modem Savaş ve Kadınlann Askere Alınışı ..................... 183
Askerler Olarak Kadınlar..................... ................... . ...................... . ... 188
Askerlik Hizmeti ve Kadın Haklan ......... . .. ... . .... .... .. . .. ' . 1 96
Cinsiyetlendirilmiş Kurgular Olarak Savaşlar. . . .. ... ......... .. ........ . . . 1 99
........

Kadınların Siyaseti ve Savaş Karşıtı Hareketler. . . .206


Sonuç. . . . ................... ........ .... .... .... .. ... .. ..... 210
ALTiNCi BÔLÜM
Kadınlar, Etnisite ve Güçlendirme:
Çaprazlama Siyasete Doğru....................................... . ... ....... .213
Feminizm ve Milliyetçilik ......................................................... . .... ... .. . ...215
Kimlik Siyaseti ve Çokkültürcülük................................. . . ...... .. .218
Uluslararası Kadın Aktivizmi .. ........220
Geri Tepme ............................. ........................... . .... .. .. ... ..222
Postmodemist Feminizm? .......... . ......................225
Çaprazlama Siyaset ... . . . . ....... . . ...... .............. .... .... .................. ... .... .... .. ....... 228
Sonsöz . . .. . ... . .. .. .. ... ... ....... .. ................... .... ....... . ...................... .....241

Kaynakça ...
ÔNSÔZ

Bu kitap, toplumsal cinsiyet ve etnisite alanında yıllarca sü­


ren akademik ve siyasi çalışmaların bir ürünüdür. Çıkış
noktası, lsrail'deki toplumsal cinsiyet ilişkileri ve bunların
Siyonist yerleşim projesi ve Arap-İsrail sorunuyla ilişkilen­
dirilme biçimleri üzerine yaptığım çalışmalardı. Daha son­
ra toplumsal cinsiyete ve etnisiteye dayalı bölünmeleri ça­
lışmak üzere Güneydoğu Londra'ya gittim; ardından da Av­
rupa'daki ve başka yerlerdeki göçmen topluluklarında bu
ayrımları incelemeye yöneldim. Yolculuğumun başlarında
1984 yılında Women and National Reproduction (Kadınlar ve
Ulusal Yeniden Üretim) konusunda düzenlediğim uluslara­
rası atölye önemli bir dönüm noktası oldu. Burada kadın­
ların "cemaatlerin taşıyıcıları" (Yuval-Davis, 1980) olduğu
görüşümü ilk defa dünyanın öbür ucundan gelen "önemli
ötekiler" ile paylaşma fırsatım oldu. Bunun sonucunda Wo­
men-Nation-State (Kadınlar-Millet-Devlet) adlı çalışına orta­
ya çıktı (Yuval-Davis ve Anthias, 1989) . Bu kitap basılma­
dan az önce, yolda önemli başka bir işaret belirdi. 1996 yı­
lının Temmuz ayında yine Greenwich Üniversitesi'nde dü-

13
zenlenen Women, Citizenship and Difference (Kadınlar, Va­
tandaşlık ve Farklılık) konulu daha büyük bir konferansta
(Feminist Review dergisinin konferans hakkındaki özel sayı­
sına [Sonbahar 1997] ve Pnina Werbner ile benim Zed Bo­
oks [ 1988] için derlediğimiz kitaba bakınız) , siyasi ve teo­
rik açıdan yeni ve acil sorunlann ortaya çıktığı bir dönem­
de, bu çalışma alanındaki anlayış ve bilinç artışını kutladık.
Yukarıdaki açıklamadan da anlaşılacağı üzere, kısa veya
uzun mesafelerdeki dostluklar olmadan, kişisel yolculuk­
larımı, taşınmaları, iş değişikliklerini ve (kök salmak yeri­
ne) "demirlemeleri" kapsayan yolculuğum gerçekleşemez­
di. Burada herkesi anmam mümkün olmayabilir. Ancak
Khamsin kolektifinin diğer üyelerini, özellikle Avishai Ehr­
lich'i; Gender and Ethnic Divisions (Toplumsal Cinsiyet ve
Etnik Aynmlar) projesinde ve birçok kitapta birlikte çalıştı­
ğım dostum ve meslektaşım Floya Anthias'ı; Women Aga­
inst Fundamentalism (Köktencilik Karşıtı Kadınlar) üyele­
rini, özellikle Gita Sahgal ve Pragna Patel'i; kitaptaki fikir ve
anlatılann kurgulanışında payı olan diğer arkadaşlarımı ve
meslektaşlarımı anmak istiyorum. Alfabetik sırayla bunları
saymak istiyorum: Martha Ackelsberg; Alison Assiter; Gill
Bottomley; Avtar Brah; Stephen Castles; Amrita Chhachhi;
Cynthia Cockbum; Phil Cohen; Clara Connolly; Cynthia
Enloe; Robert Fine; Marieme Helie-Lucas; Deniz Kandiyoti;
Helam Lutz; Helen Meekosha; Maxine Molineux; Ephraim
Nimni; Ruth Pearson; ]indi Pettman; Annie Phizaclea; Ann
Phoenix; Shula Ramon; Nora Ratzel; Paula Rayman; lsra­
el Shahak; Max Silverman; Elaine Unterhalter; Gina Vargas;
Peter Waterman ve Pnina Werbner. Aynca, kitabın Türkçe
çevirisini kontrol eden Dilşah Deniz ve Umut Özkınmlı'ya
da minnettanm.
Unsettling Settler Socities (Göçmen Toplumlan Yerleştir­
memek) (Stasiulis ve Yuval-Davis, 1 995) kitabında birlik-

14
te çalıştığım ve bu kitabın taslak halini inceleyen Daiva Sta­
siulis'e (kendisi Litvanya bağlantısındandır) özellikle teşek­
kür ederim. Onun yanısıra dizi editörü Bryan Turner'ın ve
Sage editörleri olan Karen Phillips ve Kiren Shoman'ın yo­
rumlan da kitabı çok geliştirmiştir. Greenwich Üniversite­
si'nde Toplumsal Cinsiyet ve Etnisite Çalışmalarındaki yük­
sek lisans öğrencilerime teşekkür etmek istiyorum. Ve ta­
bii ki Lahey'deki Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde 1994 yılın­
da Toplumsal Cinsiyet ve Millet dersini okuturken bu kita­
bın çeşitli taslakları hakkında kendi bakış açılarından dene­
yimlerini ve anlayışlarını benimle cömertçe paylaşan öğren­
cilerime de teşekkür ederim. Ancak elbette işin tüm sorum­
luluğu bana aittir.
Yapılması gerekenler bir yana, 1991 yılında London Sc­
hool of Economics'deki Morris Ginsburg bursum ve 1992
yılında Lahey'de Sosyal Bilimler Enstitüsü'ndeki misafir
araştırmacı bursum bana birkaç ay rahat nefes aldırma­
saydı ve Greenwich Üniversitesi (1993-6) Sosyal Bilim­
ler Okulu'ndaki dönemlik iznim sayesinde birkaç haftalık
ders saatimden (Mike Kelly'nin yardımsever başkanlığın­
da) kurtulmasaydım, bu kitabı yazmam mümkün olamaz­
dı. Tüm bu kurumlara minnettarım. Kitabı yazarken ne za­
man "tıkansam" , ilhamımın büyük bir kısmını, Norfolk
Happisburgh'da, "Romani"den denizin dalgalarını seyre­
derken aldım.
En son ve belki de ilk teşekkürüm elbette her zaman ya­
nımda olan Alain'edir. Ve elinden gelenin en iyisini yapan
Gul'a da teşekkür ederim. Ne yazık ki lngilizcem hiçbir za­
man onun standartlarına ulaşamadı.
Kitap tutarlı bir bütün olarak yazılmış olmasına rağmen,
çeşitli bölümlerinden parçalar, ayn çalışmalar halinde baş­
ka yerlerde yayımlanmıştır ( "Gender and nation" , Ethnic
and Racial Studies, 1993, 16(4): 621-32; "Women as biolo-
15
gical reproducers of 'the nation'", Women's Studies lntemati­
onal Forum, 19(12) : 1 7-24; "Women, citizenship and diffe­
rence", Feminist Review, 1997 (Sonbahar) ; "Women, ethni­
city and empowemment" , Feminism and Psychology , 1 994,
4(3): 1 79-98).

16
BiRiNCi BÔLÜM
CİNSİYET VE MİLLETİN
KURAMSALIAŞTIRILMASI

Kadın Anne olmak istemediğinde, Millet ölüm


1
döşeğinde demektir.

Milletin kadınlan, yani kadınlann tümü müca­

delemizin devleridir. 2

Bu kitap, cinsiyet ilişkileri ve bu ilişkilerin ulusal proje ve


süreçleri etkileme ve bunlardan etkilenme biçimleri hakkın­
dadır. Kitabın odak noktası, kadınların konumu ve konum­
landınlışlarıdır. Ancak kitap benzer şekilde erkekler ve er­
keklik konusuna da odaklanmaktadır. Hebrew Üniversite­
si'ndeki sosyoloji hocalarımdan biri olan Eric Cohen'in de
dediği gibi, "Kadınlardan bahsederken erkeklerden bahset­
memek, tek elle el çırpmaya benzer". Yıllar önceki çalışma­
larım sırasında öğrendiklerimin çoğunu reddetme noktası­
na gelmeme rağmen, hala bu ifadenin anlamlılığına inanı­
yorum. "Kadınlık" ilişkisel bir kategoridir ve böyle anlaşı­
lıp incelenmelidir. Aynca kitabın temel iddialarından biri­
si, ulus oluşumunun genellikle kendine özgü "erkeklik" ve
"kadınlık" kavramları içerdiğidir.
Kitabın epistemolojik çerçevesi, bilginin konumlandırıl-
1 Msg. Karaman, Narod (Zagreb, Hırvatistan), no. 10, 9 Eylül 1995, s. 14, akta­
ran Meznaric (1995: 12).
2 Afrika Ulusal Kongresi'nin Milli Yürütme Komitesi'nin söylevi (1987: 8), akta­
ran Gaitskell ve Unterhalter ( 1989: 71).

17
mış olduğu (Haraway, 1990) ve tek bir bakış açısından kay­
naklanan bilginin "tamamlanmayacağı" (Hill-Collins, 1990)
görüşünün kabul edilmesi temeline dayanmaktadır. Kitabın
yazımından önce ve yazım sırasında farklı bakış açılarından
birçok akademisyenin ve eylemcinin kitap ve makalelerini
okumama rağmen, kitabın perspektifinin kendi özel konu­
mumdan kaçınılmaz olarak etkilendiğinin elbette farkında­
yım. Birçok kuramsal noktayı açıklamak için seçtiğim somut
örneklerin büyük bir oranı, yaşadığım toplumlarda (esasen
lsrail ve İngiltere) veya (önsözde belirttiğim) yakın meslek­
taş ve arkadaşlarımın yaşadıkları toplumlarda geçen olayla­
ra dayanmaktadır. Bununla beraber " tamamlanmamış" ile
"geçersiz"in aynı olmadığına inanıyorum. Bu da bana kitabı
yazacak cesareti verdi.
Millet ve milliyetçilik konusundaki hegemonik kuram­
ların çoğu (örneğin, Gellner, 1983; Hobsbawm, 1990; Ke­
dourie, 1993; Smith, 1986; 1995) ve hatta kadınlar tarafın­
dan yazılanlar da (örneğin Greenfeld, 1992), cinsiyet iliş­
kilerini konuyla ilgisi yokmuş gibi ihmal etmiştir. Bu çok
dikkate değer bir şey çünkü önemli bir milliyetçilik oku­
lu olan "ilkselciler" (primordialists) (Geertz, 1963; Shils,
1957; van den Berghe, 1979) millette akrabalık ilişkilerinin
"otomatik" bir uzantısı olan doğal ve evrensel bir fenomen
görmüşlerdir.
Milli "üretim" veya "yeniden üretim" konulan tartışılır­
ken, milliyetçilik konusundaki literatür hala kadın konu­
suyla pek ilgilenmemektedir. Onun yerine devlet bürokrat­
ları ve entelektüellerle ilgilenmektedir. Amin (1978) ve Zu­
baida'nınki (1989) gibi materyalist analizler, milli (ve etnik)
ideolojileri ve sınırlan oluşturmada ve bunları yeniden üret­
mede devlet bürokrasisine ve diğer devlet aygıtlarına önce­
likli olarak önem vermişlerdir. Sivil toplumda milliyetçi ve
etnik bölünmeler olmasına rağmen, hegemonik milli etho-

18
su belirleyen şey, farklı toplulukların devlete farklı şekilde
yaklaşmalarıdır.
Gellner (1983) ve Smith (1986) gibi diğer milliyetçilik ve
bilgi sosyolojisi teorisyenleri, entelektüellerin özellikle bas­
kı altındaki cemaatlerin milliyetçi ideolojilerinin yaratılması
ve yeniden üretilmesinde sahip oldukları özel önemi vurgu­
lamaktadırlar. Hegemonik entelijensiyadan dışlanan ve dev­
let aygıtına kabul edilmeyen bu entelektüeller, "ortak hafı­
zayı" "yeniden keşfediyorlar" ve halkın sözlü geleneklerini
ve dillerini yazılı hale dönüştürüyorlar. Aynca yeniden ku­
ruluşu milliyetçi özlemlerin temelini oluşturan, uzak mitsel
veya tarihsel geçmişte kalan "ulusal bir altın çağı" betimli­
yorlar.
Bununla birlikte bu kitabın ortaya koyduğu gibi, millet­
leri, biyolojik, kültürel ve sembolik olarak yeniden üreten
(sadece?) bürokrasi ve entelijensiya değil, kadındır. Öyleyse
neden kadınlar milliyetçilik fenomeninin çeşitli kuramsal­
laştırmalarında genellikle "gizlenmiştir"?
Pateman (1988) ve Grant (1991) bu konuyla ilgili olabi­
lecek açıklamalar sunmaktadır. Carole Pateman, oldukça et­
kili olan ve Batı'nın toplumsal ve siyasi düzenine dair yaygın
anlayışın temellerini atan "toplumsal sözleşme" hakkında­
ki klasik teorileri incelemiştir. Bu teoriler sivil toplumu ka­
musal ve özel alanlara bölmüştür. Kadınlar (ve aile), siyasi
açıdan önemsiz olduğu düşünülen özel alana yerleştirilmiş­
tir. Pateman ve diğer feministler bu modelin geçerliliğini ve
hatta modelin kendi varsayımları içinde kamusaVözel ayrı­
mını sorgulamaktadır. Pateman, bunu şu şekilde ifade et­
mektedir.

özel alan olmadan kamusal alan tam olarak anlaşılamaz,


benzer şekilde hikayenin karşılıklı birbirine bağımlı ya­
rılarının her ikisi olmadan orij inal sözleşmenin anlamı

19
yanlış yorumlanır. Sivil özgürlük ataerkil hakka dayanır.
( 1988: 4)

Milliyetçilik ve milletler genellikle kamusal siyaset ala­


nının bir parçası olarak tartışıldığı için, kadınların bu alan­
dan dışlanması, bu tartışmadan dışlanmalarını da beraberin­
de getirmiştir.
Pateman'dan sonra, Rebecca Grant'in ( 1 99 1 ) de kadın­
ların neden siyasi alanın dışında tutuldukları konusunda
ilginç bir açıklaması vardır. Hobbes ve Rousseau'nun ku­
ruluş (foundation) teorilerinin, muhayyel doğal düzenden
(state of nature) düzenli topluma geçişi -münhasıran her
ikisinin de doğal erkek özellikleri olduğunu varsaydıkları­
erkeğin saldırgan doğası (Hobbes) ve erkeğin akıl kapasi­
tesi açısından (Rousseau) betimlediklerini öne sürmekte­
dir. Kadınlar bu sürecin parçası değildir. Bu yüzden de ka­
dınlar toplumsaldan dışlanmış ve "doğal"a yakın kalmış­
lardır. Daha sonraki teoriler bu varsayımları olduğu gibi
kabul etmiştir.
Balibar (1990a), Chatterjee ( 1990) ve Mosse ( 1 985) , cin­
siyet-körü milliyetçilik kuramsallaştırmalarına dikkati çe­
ken istisnaları oluştururlar. Bu kişilerin anlayışları, bu alan­
da çalışan küçük ama sayısı gittikçe artan bir grup feminist
akademisyenden etkilenmekte ve bunlar tarafından beslen­
mektedir (örneğin, Enloe, 1989; Jayawardena, 1986; Kandi­
yoti, 199la; Parker vd., 1992; Pateman, 1988; Yuval-Davis,
1 980; 1993; Yuval-Davis ve Anthias, 1989) . Yine de Oxford
University Press'ten çıkan ve john Hutchinson ile Anthony
D. Smith tarafından derlenen Nationalism (Milliyetçilik) an­
tolojisinde ( 1994) editörlerin milliyetçilik ve cinsiyet ilişki­
lerine ilişkin tek pasaja "Milliyetçiliğin Ötesi" başlıklı son
bölümde yer vermelerinin bir gösterge olduğunu düşünüyo­
rum. Woman-Nation-State (Kadın-Millet-Devlet) (Yuval Da-

20
vis ve Anthias, 1989) kitabının giriş bölümünden alınan bu
pasajı şu kelimelerle takdim ediyorlar:

Kadınlann milletin kültürel ve biyolojik yeniden üreticileri


ve milli değerlerin taşıyıcılan olarak milli sahaya girişi, et­
nisitenin ve milletin içerik ve sınırlannı da yeniden tanım­
lamıştır. ( 1 994: 287)

Ancak elbette kadınlar milli sahaya yeni "girmemiş"tir, bu


alanın inşasının ve yeniden üretiminin merkezinde her za­
man oradaydılar! Bununla birlikte, millet ve milliyetçiliğe
dair analitik söylemlere kadınların açıkça dahil edilmesi çok
yeni ve kısmi bir çabadır.
Bu kitabın amacı, cinsiyet ilişkilerinin milliyetçi proje­
lerin birtakım temel boyutlarına olan hayati katkısını sis­
tematik olarak inceleyerek, milletlerin ve milliyetçiliklerin
cinsiyete dayalı kavramlaştırılmasına yönelik analitik pro­
jeyi desteklemektir. Sözkonusu temel boyutlar, milli yeni­
den üretim, milli kültür ve milli vatandaşlığın yanısıra milli
uyuşmazlıklar ve savaşlardır.
Milliyetçi projeler, kitapta "ulus-devletlerden" kesin bir
şekilde ayrılmıştır. Milletlerin sınırlan gerçekte "ulus-dev­
let" kavramıyla çakışmadığından, "millet üyeliği"nin alt,
üst, devletler arası/ötesi (sub-, super, cross state) biçimin­
de olabileceği vurgulanmaktadır. Kitap okundukça, anali­
zimin yapıçözümcü (deconstructionist) olduğu ortaya çıka­
caktır. Ancak aynı zamanda bugünkü vatandaşların, sabit­
lenemeyen "serbestçe yüzen göstergeler" (jree floating signi­
fıers) (Wexler, 1990) şeklinde postmodemist bir yaklaşım­
la tanımlanmasına da karşıyım. Aksine sosyal ve ekonomik
güç ilişkilerinin ve somut tarihsel sosyal sınıflandırmaların
karıştığı ve birbirinin içine geçen sosyal katmanların haya­
ti öneminin altını çiziyorum. Bu sosyal katmanların, diğer

21
sosyal ilişkiler ve eylemlerle bağlantı şekillerini anlamlan­
dırabilecek örgütsel, deneysel ve temsili biçimleri mevcut­
tur (Anthias 1991; Brah, 1992) . Bunlar birbirlerine indirge­
nemezler ve ontolojik temelleri farklıdır (Anthias ve Yuval­
Davis, 1983; 1992).
Aynca gerçekten de "postmodern çağ"da olduğumuz ko­
nusunda şüphelerim var. Postmodernizm, hepimizin "mo­
dern çağ"ı atlattığımız şeklinde eleştirel olmayan bir varsa­
yım içerir. Küreselleşme süreçlerinin hızlanmasına rağmen,
bu çok Batımerkezci3 bir varsayımdır (bu konudaki ayrıntı­
lı tartışmalar için Üçüncü Bölüm'e bakınız) . Üstelik Rattan­
si'nin de kabul ettiği gibi, -"postmodern çerçeveyi" destek­
lerken (1994: 16-17)- kendisinin ve diğerlerinin postmo­
dern çağa özgü diye nitelendirdikleri çeşitli özellikler, di­
ğer toplum biçimlerinin de özellikleridir. Rattansi, "özne­
lerin" ve "toplumsalın" merkezde ve özselci bir şekilde ta­
nımlanmaması, "toplumsalın, öznelliğin ve kimlik kazan­
dırma süreçlerinin kurucu özellikleri" olarak zamansallığın
ve uzamsallığın incelenmesi ve -her zaman her toplumun
feminist analizinde bir mihenktaşı olan- "cinsellik ve cin­
sel farklılık meseleleri ile bağlantı kurma" yolunun aranma­
sı ihtiyacı konulannda ısrarlıdır. Bu hususlar benim ve bir­
çok kişinin de iddia ettiği gibi, iyi bir sosyolojik inceleme­
de olması gereken hususlardır. Üstelik hem Kuzey'de hem
de Güney'de tüm dinlerde köktencilik hareketlerinin arttığı
bir dönemde, çağdaş toplumu büyük anlatımlann sona er­
diği bir toplum olarak tanımlamak saçmadır. Öte yandan,
tarihsel toplumlardaki birçok hegemonik doğallaşmış bü­
yük anlatımlann bile bu toplumlann farklı farklı konum­
lanan üyeleri üzerinde hiçbir zaman homojen birleşik bir
kontrolü olmamıştır.

3 Kitapta "Avrupamerkezci" yerine "Baumerkezci" terimini kullanıyorum, çünkü


"Batı cephesinin" Avrupa'nın ötesine uzandığı gerçeğini vurgulamak istiyorum.

22
Bu gözlemlerden hareketle, kitabın amacı, cinsiyet ve mil­
let konusundaki söylemlerin kesişme eğilimlerini ve bunla­
rın birbirleri tarafından kurgulanma biçimlerini tartışmaya
ve incelemeye yönelik bir çerçeve sunmaktır. Ancak bu işe
girişmeden önce, her iki söylemin ayrı ayn ele alınması ge­
rekmektedir. Bu bölümün sonraki iki başlığında bu konula­
ra değinilecektir. "Cinsiyet" üzerine tartışmaların odağını,
"kadın" kategorisinin yanısıra "cinsiyet" (sex) ve "toplumsal
cinsiyet" (gender) kavranılan arasındaki ilişkiler üzerine ku­
ramsal tartışmalar oluşturmaktadır. Bu tartışmaların anlaşıl­
ması, kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin, çeşitli milliyetçi­
lik projelerini ve süreçlerini etkileme ve bunlardan etkilen­
me biçimlerinin yanısıra, dişilik ve erkeklik kavramlarının
milliyetçilik söylemlerinde kurgulanma biçimlerinin ince­
lenmesine yönelik çabalar için çok önemlidir.
"Millet" kavramı incelenmeli ve bir yandan milliyetçilik
ideolojileri ve hareketleri ile, diğer yandan devlet kurumla­
rıyla ilişkilendirilmelidir. Milletler, özel tarihsel anlara yer­
leştirilmiş ve hegemonya için mücadele eden değişik grup­
laşmaların desteklediği değişen milliyetçilik söylemleri tara­
fından kurgulanmıştır. Milletlerin cinsiyetlendirilmiş (gen­
dered) karakteri ancak böyle bir bağlamda anlaşılabilir.
Bu iki başlığın arkasından bu bölümün sonunda, kitabın di­
ğer bölümlerinde incelenen cinsiyet ve millet kavramlarının
kesişiminin ana boyutları ortaya konmaktadır. Bunu kadın­
ların milletin biyolojik üreticileri olarak "doğallaştırılan" rol­
lerinden, milletlerin kültürel oluşumundaki rollerine, oradan
da vatandaşlık haklan ve yükümlülükleri yoluyla milletin si­
vil oluşumundaki rollerine, tüm bunların cinsiyete dayalı ya­
pısını ortaya koyarak anlatacağım. Sondan bir önceki bölüm,
orduların ve savaşların cinsiyete dayalı yapılarına değinmek­
tedir. Kimlik siyasetinin tuzağına düşmeden kadınlar arasın­
daki milli ve diğer farklılıkları gözönünde bulundurarak, fe-

23
minist politika modeli olarak çaprazlama siyasetin (transver­
sal politics) ve feminizm ile milliyetçilik arasındaki karmaşık
ilişkilerin incelenmesiyle, kitap sona ermektedir.

Kadın ve Toplumsal Cinsiyet tlişkilerini İncelemek

Muazzam miktanna ve çeşitliliğine rağmen, feminist litera­


türün meşgul olduğu konular kabaca üç temel soruna indir­
genebilir. tık sorun feministlerin ortak kaygılannın neden­
lerini inceleme çabasıdır: Kadınlar neden/nasıl baskı altın­
dalar? Kadın ve erkek arasındaki iktidar farklılıklannı be­
lirleyen düzenleyici ilkeler bulunmaya çalışılıyor. Kimileri­
nin biyolojik/toplumsal cinsiyet sistemi (Rubin, 1975) veya
"toplumsal cinsiyet rejimleri" ( Connell, 1987) dediği "ata­
erkilliğe" ilişkin kuramlar (Eisenstein, 1979; Walby, 1990) ,
başından beri feminist kuramın merkezinde yeralmıştır.
Sosyal alanların kamusal/özel alanlar veya doğa/uygarlık
şeklinde ikili karşıtlığa dayalı kurgulanışlan bu analizlerin
temelini oluşturur.
lkinci sorun, kadın erkek arasındaki farklılıklann ontolo­
jik temeliyle ilgilidir: bu farklılıklar biyolojik olarak, sosyo­
lojik olarak veya her ikisinin birleşimi ile mi belirleniyor?
Bu meseleyle ilgili tartışma genellikle "biyolojik ve toplum­
sal cinsiyet tartışması" olarak bilinir (Assiter, 1996; Butler,
1990; Delphy, 1993; Hood-Williams, 1996; Oakley, 1985).
"Kadın" ve "erkek" kategorilerinin temeli ve sınırlan hak­
kındaki araştırmalar, postyapısalcı ve postmodemist analiz
çerçevelerinin ortaya çıkışıyla daha da sorunlu hale gelmiş­
tir (Barret ve Phillips, 1992).
Üçüncü sorun, erken dönem feminist literatürün etno­
santrik ve Batımerkezci olan basitleştirmeci perspektiflerine
duyulan tepkiden doğmuştur. Sorun, kadınlar arasındaki ve
erkekler arasındaki farklılıklar ve bu farklılıklann, toplum-

24
sal cinsiyet ilişkilerinin genelleştirilmiş tanımlamalan üze­
rindeki etkisiyle ilgilidir. Bu sorunla ilk defa siyah ve etnik
azınlığa mensup kadınlar uğraşmıştır (hooks, 1981). Sorun
daha sonra feminist yapıçözümcü postmodemist analizlerde
yeralmıştır (Barret, 1987).
Bu bölümün yerini ve kapsamını gözönünde bulundura­
rak, bu üç sorun hakkındaki tüm tartışmalan sistematik ola­
rak gözden geçirmeye kalkışmayacağım. Bununla beraber,
bu kitapta değinilen meseleler hakkındaki tartışmalar, bun­
lara ilişkin belli konumlan ifade ediyor ve bu konumlar ta­
rafından besleniyor. Bu yüzden bunlara burada kısa da olsa
değinmek gerekiyor.
Kadınlara yapılan baskıya ilişkin açıklamanın büyük bir
kısmı, kadınlann erkeklerden farklı bir toplumsal alana yer­
leştirilmeleriyle ilgilidir. KamusaVözel ve doğaVuygar alan
aynını bu türden ikili aynmlardır. Feminist literatürün bü­
yük bir kısmı, bir yandan kadınlann "tarihten gizlendiğine"
işaret ederken ve buna karşı çıkarken (Rowbotham, 1973)
bir yandan da erkeklerin kamusal alandaki, kadınlarınsa özel
alandaki doğallaştırılmış yerlerini kabul etmektedir.
ÖzeVkamusal alan dikotomisine ilişkin sorunlar ve bu so­
runlann kadınlann vatandaş olarak konumlandınlışı ile ilgi­
si, vatandaşlık üzerine olan bölümde (Dördüncü Bölüm) ele
alınmaktadır. Bu bölünmenin, hem toplumsal cinsiyet hem
de etnik kimlik özelinde büyük ölçüde hayal ürünü oldu­
ğu ve çoğunlukla bu bölünmenin kadınlan özgürlük ve hak­
lardan dışlamak için kullanıldığı (Phillips, 1993: 63) öne sü­
rülecektir. Üstelik, kamusal ve özel alan arasındaki çizginin,
sömürge sonrası milletlerde sivil toplumlann kuruluşunun
incelenmesi için tamamen yetersiz bir araç olduğu ve top­
lumsal cinsiyet ilişkilerinin Batımerkezci olmayan analizinin
kamusal ve özel alan arasındaki sının verili kabul edemeye­
ceği yönünde iddialar vardır (Chatterjee, 1990).

25
Bununla birlikte özel/kamusal dikotomisi, feminist lite­
ratür de dahil olmak üzere bütün sosyal bilim literatüründe
kadının erkeğin zıt kutbuna yerleştirildiği dikotomilerden
yalnızca biridir. Bir diğer dikotomi ise, doğa/uygarlık ayrı­
mıdır. Kadınların "doğa" ile özdeşleştirilmesi, sadece "uy­
gar" kamu siyasi alanından dışlanmalarının ( Grant, 1991)
nedeni değil, aynı zamanda da tüm kültürlerde kadınlara
toplumsal olarak erkeklerden daha az değer verilmesinin de
bir açıklaması olarak düşünülmektedir. Simone de Beauvo­
ir, şunu ileri sürmektedir:

İnsanın hayvandan daha üst bir konuma yükseltilmesinin


nedeni hayat vermesi değil, hayatı riske atmasıdır: bu yüz­
den insanlıkta doğuran değil de öldüren cinsiyete üstünlük
verilmiştir. (Aktaran Harding, 1986: 148)

Sherry Ortner (1974), daha genel bir şekilde kadınların


"doğa" ile, erkeklerinse "kültür" ile özdeşleştirilmeye eği­
limli olduklarını iddia etmektedir. Bunun nedeni, çocuk bü­
yütürken kadınların yeni "şeyleri" doğal olarak yaratması ve
erkeklerin kültürel olarak yaratmakta özgür olmaları veya
buna zorlanmalarıdır. Bunun sonucu, kadınların daha çok
ev çevresiyle sınırlandırılarak, "sosyalleşme öncesi" (pre-so­
cial) varlıklar olan çocukları yetiştirmeleridir. Tüm kültür­
ler doğayı kontrol velveya dönüştürme amacında oldukla­
rından, insanlar her yerde kendi kültürel ürünlerini fizik­
sel dünyanın üzerinde tuttukları için, kadınlar aşağı sembo­
lik bir konumda kalmıştır. Goodale'den (1980) sonra Henri­
etta Moore (1988) , adet dönemlerindeki veya çocuk doğur­
duktan sonraki kanamaları sırasında çoğunlukla "kirleten"
olarak kuruldukları için kadınların sembolik değer kaybını
ve "doğa"ya bağlanmalarını güçlendiren bir kavram olarak
kirlilik kavramını eklemektedir. Bununla birlikte, kadınla-

26
rın konumlarına ilişkin genelleştirilmiş bu tip kavramların
ortaya çıkarabileceği sorunlara da işaret etmektedir. Bu tür
genellemeler farklı toplumların çeşitliliğini homojenleştir­
mekle ve önemsizleştirmektedir. Ayrıca bunlar, "doğa"nın
"kültür"den daha aşağı oluşuna dair özgül Batılı kültürel
değerlerin, evrensel olduğunu ve tüm toplumlar tarafından
paylaşıldığını varsaymaktadır. Son olarak önemli bir husus
da, bunların kadın ve erkek arasındakiler de dahil olmak
üzere toplumun farklı fertleri arasında kendilerini ve diğer
cinsiyeti nasıl değerlendirdikleri konusunda hiçbir farklılık
olmadığını varsaymalarıdır. Bu şekilde, toplumsal çatışma,
tahakküm, direnme ve en önemlisi toplumsal değişim kav­
ramları tanımlanmaya değer görülmemektedir. Üstelik ka­
dınların ezilmesinin evrensel, "orijinal" nedeninin araştırıl­
ması, dikkati farklı toplumlardaki cinsiyet ilişkilerinin tarih­
sel olarak özgül kurgularından ve yeniden üretim biçimle­
rinden uzaklaştırmaktadır.
Kadınlann konumlarına yönelik genelleştirilmiş kavram­
lara yönelik bu eleştiri, kadınların toplumdaki ikincil konu­
munun özerk sistemini tanımlamak için feminist kuramcı­
lar tarafından yaygın olarak kullanılan "ataerkillik" kavramı
ile ilişkisini de içermektedir.
Feminist siyaset, l 970'lerde ve l 980'lerde net bir şekil­
de liberal, sosyalist, radikal ve bazen de ikili-sistem feminiz­
mi gibi farklı okullara ayrılmıştı (Walby, 1 990) . Bu düşünce
okulları arasındaki fark, temel olarak kadınların ezilmesinin
nedenine ilişkin açıklamalan ile bağlantılıdır: neden hukuk
mu, kapitalizm mi yoksa sadece ayrıcalıklanna tutunan er­
kekler mi? Ayrıca Marksizm ile feminizm arasındaki "mut­
suz evlilik" (Hartman, 1 988) ve ataerkil baskının sınıf sö­
mürüsüyle bağlantısını kurarak kuramsallaştırma yöntemle­
ri konusunda da birçok tartışma mevcuttu.
"Ataerkillik" kavramının kendisi sorunlu bir kavramdır.

27
"Ata"nın yani babanın kurallarının geleneksel olarak sade­
ce kadınlar değil, genç erkekler için de geçerli olduğu kabul
edilse bile, bu durum sözkonusu kavramın genelleştirilmiş
feminist kullanımında genellikle önemli bir kavramsal rol
oynamamıştır. Aynı şey daha entelektüel kavramsal model­
lerin geliştirdiği kullanımlar için de geçerlidir. Çalışma haya­
tı, hane üretimi, kültür, cinsellik, şiddet ve devlet gibi fark­
lı toplumsal alanlardaki çeşitli ataerkillik biçimlerini birbi­
rinden ayıran Sylvia Walby'nin çalışması (1990) buna bir ör­
nektir (aynca Sociology 1989, özel sayısına da bakınız) .
Ataerkillik, özel bir tarihsel döneme veya coğrafi bölge­
ye atfedildiğinde, genelleştirilmiş kullanım kuralına istisna­
lar bulunabilir. Örneğin Carole Pateman'ın çalışmalarında
(1988) , ataerkillik modemizm öncesi tarihsel döneme özgü­
dür. Pateman'a göre sistem, modem liberal devlette ataerkil­
likten kardeşliğe (jraternity) dönüşmüştür. Ataerkillikte ba­
ba (veya baba figürü olarak kral) hem erkek hem de kadını
yönetir, kardeşlikte ise erkekler, kadınlan özel eviçi alanda
yönetme hakkına sahiptir ancak kamusal, siyasi alanda ken­
di aralarında toplumsal eşitlik düzeni sözleşmesini kabul et­
mişlerdir.
Diğer yandan Val Moghadam (1994), demografi uzma­
nı John Caldwel'i takip ederek ataerkilliği, Kuzey Afri­
ka'dan Ortadoğu boyunca Hindistan'ın kuzey düzlüklerine
ve Çin'in kırsal bölgelerine uzanan "ataerkil kuşak" şeklin­
de özel bir coğrafi alana yerleştirmiştir. Bu "klasik ataerkil­
lik" "kuşağında" (Kandiyoti, 1988), merkezi toplumsal bi­
rim, yaşlı erkeğin herkesi yönettiği ve aile şerefinin, kadının
kontrol altındaki "erdemi" ile sıkı sıkıya bağlı olduğu ataer­
kil geniş ailedir.
Ataerkilliği özel toplumsal kurumlarla, tarihsel dönemler­
le veya coğrafi bölgelerle sınırlandırmak, farklı toplumlarda
çeşitli biçimlerdeki toplumsal ilişkiler arasında bir dereceye

28
kadar aynın yapmayı mümkün kılsa da, çok basit bir anali­
tik araçtır. Örneğin, birçok toplumda bazı kadınlann, diğer
kadınlann yanısıra en azından kimi erkekler üzerinde de gü­
cü olması gerçeğine yer vermez. Aynca belirli durumlarda
kadınlann baskı altında tutulmasının diğer toplumsal baskı
ve bölünmelerle içiçe olduğu ve bunlara eklemlendiği gerçe­
ğini de dikkate almaz.
Floya Anthias ile benim başka yerlerde, ataerkillik kavra­
mını, kapitalizm ve ırkçılık gibi diğer toplumsal sistem tür­
lerinden bağımsız ayn bir toplumsal sistem olarak kabul et­
mediğimizi belirtmemizin nedeni budur (Anthias ve Yuval­
Davis, 1992: 106-9) . Bilakis kadınlann ezilişinin, iktidann
ve maddi kaynaklann toplumdaki dağılımıyla ilgili ilişkile­
re özgü ve onlarla bağlantılı olduğunu iddia ediyoruz. Farklı
ontolojik temelleri ve söylemleri olsa da, toplumsal cinsiyet,
etnisite ve sınıf kavramlan somut toplumsal ilişkiler için­
de birbirinin içine geçmiştir ve birbirleri tarafından eklem­
lenmektedir. Bunlann hiçbiri diğerine ek (additive) olarak
düşünülemez ve soyut bir şekilde öncelik kazanamaz. Av­
tar Brah'ın (1992: 44) önerdiği gibi, baskıyı bölümlere ayır­
mamak gerekir. Ataerkillik kuramlannda -en gelişkin olan­
da bile (Ramazanoğlu, 1989; Walby, 1990)- toplumsal cin­
siyet ilişkileri, biyolojik cinsel farklılığın gerekli etkilerine
zımnen de olsa indirgenmiş ve tecrit edilmiştir. Oysa bunun
böyle olmadığı açıktır. Ataerkillik kavramının ifade ettiği­
nin aksine kadınlar genellikle sadece pasif alıcı ve toplumsal
cinsiyet ilişkilerinin belirlenmesine katılmayan konumun­
da değillerdir. Daha da önemlisi, aynı toplumda belli bir za­
manda her kadın aynı şekilde, aynı ölçüde baskı altına alın­
mamış ve/veya boyun eğdirilmemiştir.
Bununla birlikte bu durum, farklı toplumlarda ve bu
toplumlar içinde farklı yerleşimlerde, cinsel farklılığın ve
biyolojik yeniden üretimin örgütlenişiyle ilgili temsil bi-

29
çimleri oluşturan hegemonik toplumsal söylemlerin ve
uygulamaların olmadığı anlamına da gelmez. Gayle Ru­
bin (1975) bunlara "biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet
sistemleri" demektedir. R.W. Connell (1987) ondan oni­
ki yıl sonra, doğallaştırılmış biyolojik "cinsiyet" kavramı­
nı, kendisinin benzer bir kavramı olan "toplumsal cinsi­
yet rejimleri"nden ayırmıştır. Günümüzde, biyolojik cin­
siyet/toplumsal cinsiyet tartışmalarının durumuna baka­
rak bazıları, her ikisine birden veda ederek (Hood-Willi­
ams, 1996), sadece farklılık kavramına odaklanmak gerek­
tiğini iddia etmektedir.
Kadın ve erkek arasındaki farklılığın sabitliği meselesi, bu
farklılığın ontolojik temelleri konusundaki feminist tartış­
manın merkezini oluşturur. Başından itibaren feminist siya­
set, biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasındaki fark­
lılaşmaya dayanmaktaydı. Cinsiyete dayalı işbölümü, ikti­
dar ve düzenlemelerin biyolojik (cinsiyet/sex) değil, sosyal
(toplumsal cinsiyet/gender) olarak kurulduğu iddialan, çe­
şitli okullardan feministlerin, kadınlann toplumsal konum­
lannın cinsel eşitliğe dönüşebileceğini/dönüştürülmesi ge­
rektiğini savunmalannı sağlamıştır. Bu, "özneliğin toplum­
sal, ailevi ve/veya söylemsel kuruluşuna yönelik izahlannın
temel açıklayıcı ve düzenleyici kategorisidir" ( Gatens, 1991:
139). Ve "biyolojik indirgemecilik tehlikesi"ne karşı savu­
nulmaktadır.
Christine Delphy ( 1993), biyolojik cinsiyet ve toplumsal
cinsiyet konusundaki tartışmalann gelişimini, Margaret Me­
ad'in çalışmasına, cinsel rollerin Parsoniyen kuramlanna ve
Ann Oakley'in Sex, Gender and Society (1985) adlı çığır açan
çalışmasına değinerek özetlemiştir. Kadın erkek arasında­
ki işbölümü ve psikolojik farklılıklann doğal olduğu varsa­
yımının zamanla çürütülmesi ve kültürel çeşitlilik vurgusu
sözkonusudur. Ancak Delphy'ye göre ne bu çalışmalar ne de

30
daha sonraki feminist çalışmalar, toplumsal cinsiyetin, do­
ğal cinsel dikotomiye dayandığı varsayımını sorgulamamak­
tadır. judith Butler buna, "biyolojik cinsiyetin" "doğa" tara­
fından kuruluşu gibi "toplumsal cinsiyetin" de "kültür" ta­
rafından kurulduğu düşünülürse, "biyolojinin değil, kültü­
rün kader haline geldiğini" eklemektedir ( 1 990: 8).
Son derece önemli olan bu son nokta kültür konulu bö­
lümde (Üçüncü Bölüm) ayrıntılı olarak tartışılacaktır. An­
cak burada bağlantılı bir husus, aralarındaki büyük kuram­
sal farklılıklara rağmen, hem Delphy'nin hem de Butler'ın
"toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyetten önde yeraldığını"
ve toplumsal işbölümü (Delphy) ile anlamın (Butler) kültü­
rel kuruluşu vasıtasıyla, cinsel farklılıkların doğal ve sosyal­
leşme öncesi olarak kurulduğunu ve (kullanıldığını) belirt­
meleridir. Bir insanın erkek mi kadın mı olduğunu belirle­
mek için sözde "objektif' "bilimsel" testler, Y kromozomu­
nun veya son zamanlarda bazı insanlardaki ampirik belirsiz­
lik yüzünden SRY benzeri özel bir genin mevcudiyetini araş­
tırmaktadır (SRY, 199 1'de Goodfellow ve ekibi tarafından
ortaya çıkarılmıştır) . Bununla birlikte Hood-Williams'ın işa­
ret ettiği gibi, bu bilimsel proje kendi kendisini doğrulayan
döngüsel bir mantığa sahiptir: bilim adamları "genetik ola­
rak doğrulamadan önce, erkek olmanın (toplumsal) olarak
ne anlama geldiğini zaten biliyor olmalı" ( 1 996: 1 1 ) . Fouca­
ult (l 980a) ve Laqueur'ün (1990) belirttiği gibi, her insanı
erkek veya kadın olarak kurma ihtiyacı tarihsel ve bu yüz­
den de kültürel anlamda özgüldür.
Floya Anthias ile birlikte (Anthias ve Yuval-Davis, 1983:
66), cinsel farklılıkların veya biyolojik üremenin zaruri "do­
ğal" toplumsal etkileri olmadığını ve bu yüzden de bunların,
üretimin sınıf için oluşturduğu maddi temele eşdeğer bir te­
meli toplumsal cinsiyet için oluşturmadığını iddia etmekte­
yiz. Üreme ilişkilerinde feminist bir materyalizm keşfetme-

31
ye çabalayan analizlerde, materyalist bir projenin, kendi re­
ferans noktalannı uygunsuzca yeniden üreterek, farklı bir
nesneye dayatıldığını gördük.
Toplumsal cinsiyet, erkek ve kadın arasındaki "gerçek"
toplumsal farklılık olarak değil, toplumsal rollerinin, eko­
nomik konumlan veya etnik ve ırksal topluluklara mensu­
biyetlerinin aksine cinseVbiyolojik farklılıklarıyla tanım­
landığı özneler grubuna ilişkin söylem tarzı olarak anlaşıl­
malıdır. Aynca cinsel farklılıklar, toplumsal özne gruplan­
nın sahip oldukları farklı cinseVbiyolojik kurulmalarla ta­
nımlandıkları söylem tarzı olarak da anlaşılmalıdır. Baş­
ka bir ifadeyle, "toplumsal cinsiyet" ve "biyolojik cinsiyet"
kavramlan, farklı gündemlere sahip söylem tarzlan olarak
incelenebilir.
Anlamın söylemsel kuruluşu ve "biyolojik cinsiyet" ile
"toplumsal cinsiyet" kavramlarının gayri tabii ve özsel ol­
mayan doğası konusundaki ısrar, bu iki kurulma arasındaki
sınırın bulanmasını da beraberinde getirmiştir. İngilizce ko­
nuşulmayan ülkelerde feminist siyasette yeralanlann bildiği
üzere, feministlerin en önde gelen ve en acil görevi "gender"
kelimesi için yerel dilde bir kelime "icat etmektir." "Biyolo­
jik cinsiyet" ve "toplumsal cinsiyet" söylemleri arasında bir
aynın olmasaydı, o toplumun politik ve ahlaki söyleminde
biyoloji kader olarak kurulurdu.
Bununla birlikte, sınırlann bulanmasına karşı itiraz, poli­
tik olmasının yanısıra kuramsal da olabilir. Gatens, biyolojik
cinsiyet ve toplumsal cinsiyete özsel olmayan bir kuramsal
yaklaşımın, "beden ve psişenin doğum sonrası edilgen bir ta­
bula rasa (boş satıh) olduğuna dair akla dayanmayan, tartış­
masız varsayımı" içerebileceğine işaret etmektedir.

Yani toplumsal cinsiyet kuramcılarına göre, her iki cin­


siyetin zihni, nötr, edilgen bir varlık, üzerine çeşitli top-

32
lumsal "derslerin" kaydedildiği beyaz bir sayfadır. Onla­
nn gönişüne göre beden, bu kayıtların edilgen bir aracısı­
dır. ( 199 1 : 140)

Buradan 'siyaseten doğruluğa' giden yol kısa ve dosdoğru­


dur. Gençleri sosyalleştirmek ve yaşlıları "yeniden eğitmek"
için doğru toplumsal çevre koşullarım sağlamaya yönelik
uygun bir "Skinner kutusu" kurgulanabilse, bütün erkek­
ler ve kadınlar eşit hale gelirdi çünkü prensipte hepsi birbi­
rinin aynısı olurdu.
Gatens'ın bu düşünce biçimine yönelik eleştirisi, sosyal
kuramı çevresel veya özselci şeklinde basitleştirici bir diko­
tomiye indirgemesidir. Gatens, en azından bedenin asla edil­
gen olmadığına işaret etmektedir. Bu her zaman cinsiyete sa­
hip bir bedendir ve bu yüzden aynı davranış, bir erkek veya
kadın tarafından icra edilmesine bağlı olarak oldukça fark­
lı kişisel ve toplumsal bir anlama sahip olacaktır. Başka bir
ifadeyle benlik (selj) , her zaman konumlandırılmıştır (situ­
ated).
Donna Haraway'in ( 1990) "konumlandırılmış bilgi" kav­
ramım takip eden Gatens'ın bu son husus üzerindeki ısra­
rı, toplumsal cinsiyet ilişkilerini incelemede büyük bir öne­
me sahiptir. Ancak "benlik her zaman konumlandırılmıştır"
hususundaki ısrarının hayati önemi, sadece toplumsal cinsi­
yet ilişkilerine değil, tüm toplumsal ilişkilere yönelik analizi
de içermesindendir. Bedenin konumu sadece cinsiyet fark­
lılıkları etrafında (biyolojik veya söylemsel) kurulmaz veya
benliğin konumu sadece -veya her zaman en başta- beden­
den etkilenmez. Gatens ve kendisi gibi diğer feminist ku­
ramcılara göre cinsel farklılık çok önemlidir çünkü bu kişi­
ler toplumu, orta sınıf Batımerkezci psikanalitik kuram ba­
kışıyla, özellikle de Lacan'ın bakışıyla (1982) gözlemlemek­
tedir. Bununla birlikte, belirli fiziksel "tip" , yaş, yetenek gibi

33
daha kişisel ve bedene ilişkin farklılıklann yanısıra sınıf, et­
nisite, "ırk" ve millet gibi makro toplumsal aynmlann da bu
süreçte önemi büyüktür. Benzer şekilde, aynaya bakan bir
oğlan veya kız, kendinden farklı olan kişilerle yan yana bu­
lunmamışsa, kendisinin erkek mi, dişi mi olduğunu bileme­
yecektir. Öznel kimlikler sadece cinsel değil, bütün bu bo­
yutlar açısından daima ötekilerle ilişki içerisinde konumla­
nırlar. Çocukların somut toplumsal dünyalannda mikro ve­
ya makro ötekilik, nadiren dikotomiye dayalı ve/veya sade­
ce cinsiyetle sınırlıdır.
Bütün kadınların durumlarının temelde aynı olduğunu
mensuplarına "keşfettirmeyi" amaçlayan 1970'lerdeki femi­
nist beyaz orta sınıf "bilinç yükseltme gruplarında" olduğu gi­
bi, "kadın" kategorisi -tüm diğer farklılıklar bastırılırsa- bü­
tünlüklü bir kategori olarak algılanabilir (Yuval-Davis, 1984).
Kadınlar birbirlerinden farklıysa eğer, birçok postmoder­
nist feminist, o zaman "kadınlar" kavramının ne derece an­
lamlı olduğunu sormaktadır. Denise Riley, "kadınlan" sabit­
lenemeyen kimlikler (fluctuating identity) olarak görmekte
ve "kadınlar" kategorisinin, kendileri de değişen diğer kate­
gorilerle daimi bir ilişki içinde tarihsel ve söylemsel olarak
kurulduğunu iddia etmektedir ( 1987: 35) . Bununla birlikte
Elizabeth Weed şunu öne sürmektedir:

Güvenilir, pozitif bir kimliğin yokluğu, farklılıklann son­


suz bir şekilde çoğalması anlamına gelmez. Bu daha çok,
farklılık kategorilerinin tarihsel olarak içinde üretildikleri
egemenlik yapılanyla eklemlenmesiyle bunlann temelleri­
nin ve doğallık varsayımlannın sorgulanması anlamına gel­
mektedir. ( 1 989: xix)

Bununla birlikte, bu tarihsel egemenlik yapıları, hangi


farkhhklann toplumsal ve politik olarak kayda değer görül-

34
düğünü belirlemektedir. Ancak Elizabeth Spelman, kadın­
lar arasındaki benzerliklerin, kendi aralarındaki farklılık­
lar bağlamında varolduğunu belirterek şunu iddia etmekte­
dir: "bu farklılıkların benzerlikler üzerindeki etkilerine iliş­
kin bir tartışma süregelmektedir, . . .bu tartışmadaki tarafla­
rın hepsi eşit bir ifade alanı bulamamış veya eşit yetkiyle do­
natılmamıştır" ( 1988: 159).
Bu yüzden, ne sadece farklı toplumsal konumlanmalar
içindeki kadınların ortak yanlan ne de kadınlar arasında za­
ten var olan farklılıklar sözkonusu edilmemelidir. Asıl konu,
yukarıda belirtilenlerin tümünü ele alacak bir politik femi­
nist seferberliğin nasıl kurulacağıdır. Kitabın son bölümünde
(Altıncı Bölüm) , bu konu ele alınmaya çalışılacaktır.
Kadınlar arasındaki en önemli farklılıklardan biri -ki bu
da kitabın konusunu oluşturmaktadır- onların etnik ve mil­
li topluluklara mensubiyetleridir. Kadınlar arasındaki di­
ğer farklılıklar gibi, farklı topluluklara mensubiyetleri de ta­
hakküm yapılan içinde ve diğer toplumsal ilişkilerle eklem­
lenmiş şekilde anlaşılmalıdır. Bunlar sadece bazı kadınların
kendi topluluklarındaki veya başka topluluklardaki kadınla­
ra karşı statülerini ve gücünü değil, aynı zamanda da toplu­
luk mensubiyetlerinin "zorlama bir kimlik" (jorced identity)
(Amrita Chhachhi'nin terminolojisiyle, 1991) oluşturma öl­
çüsünü de etkileyebilir. Veya kimliğin postmodemist "ser­
bestçe yüzen göstereninden" biraz daha ileri gidebilir (Wex­
ler, 1990). Belirli tarihsel koşullardaki milletler ve devlet­
ler arasındaki ilişkiler, bu kurgularda merkezi bir rol oyna­
maktadır.

Milletlerin ve Devletlerin Kuramsallaştırılması

"Ulus-devlet" kavramı, milletin sınırıyla, belli bir devlette


yaşayanların sının arasında tam bir çakışma olduğunu var-

35
saymaktadır. Tabii ki bu, her yerde gerçekten hayal ürünü­
dür. Belli bir toplumda ve devlette yaşayıp da, hegemonik
milletin mensubu sayılmayan kişiler (çoğunlukla kendile­
ri de kendilerini o milletin mensubu olarak görmezler) her
zaman olmuştur. Aynca diğer ülkelerde yaşayıp da bir mil­
li topluluğun üyesi olanlar olduğu gibi, hiçbir zaman devleti
olmamış milletler (Filistinliler gibi) veya birkaç devlet ara­
sında bölünmüş milletler (Kürtler gibi) de mevcuttur. Yine
de milliyetçi ideolojilerin temelinde bu kurgu yatmaktadır.
Gellner, milliyetçiliği şu şekilde tanımlamaktadır:

etnik sınırların politik sınırlara ters düşmemesini gerek­


tiren ve özellikle de belirli bir devletteki etnik sınırların,
... iktidar sahiplerini diğerlerinden ayırmamasını. . . ve bu
yüzden de devlet ve kültürün birleşmesini gerektiren bir si­
yasi meşruiyet teorisi. ( 1 983: 1 , 36)

Bu kurgunun etkisi, bir topluluğun hegemonyasının ve


bunun devletin ve sivil toplumun ideolojik aygıtlanna eri­
şiminin doğallaştırılmasıdır. Bu doğallaştırma, milliyetçi­
lik ve ırkçılık arasındaki içkin bağlantının kökeninde yer al­
maktadır. Bu, azınlıklan "normal"den sapmışlar olarak ku­
rar ve onlan önemli güç kaynaklanndan dışlar. Bu durum
nihai olarak "etnik bir temizliğe" de yol açabilir. Bu yapı­
nın yapıçözümü, bir yandan ırkçılıkla başetmede, diğer yan­
dan da devletin bizzat kendisini anlamada hayati önem ta­
şımaktadır.
Giriş bölümünün bu kısmındaki tartışma, öncelikle mo­
dem devlet kavramına, bunlann özgüllüğü ve heterojenli­
ğiyle ilgili tartışmalann yanısıra toplumdan ayn analitik bir
alan olarak devleti kuramsallaştırma ihtiyacına eğilmekte­
dir. Bu bölüm, devlet, sivil toplum ve aileyi farklı ama birbir­
leriyle ilişkili toplumsal ve politik alanlar şeklinde analitik

36
olarak ayırmak gerektiğini tartışmaktadır. Daha sonra mil­
li projelerin özgüllüğü ve bunların devletle ne şekilde ilişkili
olduğu tanımlanacaktır. Efsanevi ortak köken (Volknation)
kavramıyla ilgili, ortak kültür mitiyle (Kulturnation) ilgili
ve devletlerde eşit vatandaşlık mitine dayalı milletlerle (Sta­
atnation) ilgili milliyetçi projelerin farklı boyutlarının kısa­
ca tartışılmasıyla bu kısım sona erecektir.

Devlet ve Toplum

Devletin çoğunlukla hayati bir rol oynadığı toplumsal cin­


siyet ilişkileri ve milli projeler arasındaki ilişkilerin uygun bir
analizini yapmak için, devletin "millet" ve "sivil toplum"dan
ayn bir alan olarak kuramsallaştınlması çok önemlidir.
Stuart Hall, "modern devleti" şu özellikleri taşıyan bir
devlet olarak tanımlamaktadır:

gücün paylaşıldığı; hükümete katılım hakkının yasal veya


anayasal olarak tanımlandığı; temsilin geniş olduğu, devlet
gücünün tamamen laik olduğu ve milli egemenliğin sınır­
larının açıkça tanımlandığı. ( 1 984: 9-10)

Elbette bu tanım oldukça idealisttir ve Hall'ın bunu ta­


nımlamış olduğu Avrupa bağlamı için bile hatalıdır. Hall,
refah devletinin yanısıra, liberal ve kolektif eğilimleri olan
(hem Bolşevik hem de faşist) değişik tipteki yakın dönem
Avrupa devletlerini de incelemektedir. Bununla birlikte bir­
çok modern Avrupa devletinin bir parçası haline gelen ve
farklı sivil toplumları ve milletleri çok değişik ilişkiler için­
de aynı devlet içinde konumlandıran emperyal devleti dik­
kate almamaktadır. Avrupa'nın kendisinde ve sömürge son­
rası Üçüncü Dünya ülkelerinde buna bakılmadan, günümüz
milliyetçiliklerinin ırkçılıkla bağlantısı anlaşılamaz.

37
Devlet, farklı kuramsal perspektiflerden, çok farklı yol­
lardan incelenmiştir (bazı değerlendirmeler için bkz. Held,
1 984; Peterson, 1992; Yuval-Davis ve Anthias, 1989) . Örne­
ğin, uluslararası ilişkilerde devletlerin genellikle tek, birey­
sel kimlikler olarak ele alınmalan ilginçtir. Öte yandan dev­
let ve toplum arasındaki ilişkileri incelerken, devletler her
şeyi kapsayan varlıklar olmasa da daha heterojen hale gel­
mektedir. Geniş bir etkisi olan ve devlet ile topluma ilişkin
yaygın anlayışın temellerini atan klasik "toplumsal sözleş­
me" kuramlan, Carole Pateman (1988) tarafından incelen­
miştir. Bu kuramlar sivil toplumu, kamusal ve özel alanla­
ra bölmektedir. Kadın (ve aile) politik olarak addedilmeyen
özel alana yerleştirilmiştir. Milliyetçilik ve milletler genel­
likle kamusal siyasi alanın bir parçası olarak tartışıldıklann­
dan, kadınların bu alandan dışlanmaları, bu söylemden de
dışlanmalarını beraberinde getirmiştir.
George L. Mosse'un çalışması ( 1985; ve aynca Parker vd.,
l 992'nin giriş bölümündeki tartışmaya bakınız) bu açıdan
hoş bir istisna oluşturmaktadır. Mosse, burjuva aile ahlakı­
nın yükselişini, Avrupa'da 18. yüzyılın sonunda milliyetçi­
liğin yükselmesine bağlamaktadır. Bir anlamda Mosse, top­
lumsal cinsiyet ilişkileri ve toplumsal tutunum arasındaki
merkezi bağların farkında olan Levi-Strauss'un ( 1 969) an­
tropolojik geleneğini izlemektedir. Levi-Strauss, kadınların
mübadelesini, farklı akrabalık birimlerinden gelen erkekler
arasındaki toplumsal dayanışmayı yaratmaya yönelik oriji­
nal mekanizma olarak ve daha büyük topluluklann kurul­
masının temeli olarak düşünmektedir. Ancak toplumsal dü­
zenin temelindeki şey, kadınlann mübadelesi değil, kadın­
ların kontrol altında tutulmalarıdır (veya Pateman'ın ter­
minolojisiyle ikincil konuma atılmalarıdır) (Yuval-Davis,
1980). Bununla birlikte, siyaset kuramının, uygun bir hayal
ürününden öte bir şey olmayan "erkeklerin sözleşme önce-

38
si doğal durumları"na niyet belirlemeden dayanmaktan zi­
yade antropolojik literatüre daha açık olması oldukça yarar­
lı olurdu. Aynca milliyetçilik fenomenini, dar Batımerkezci
sınırların ötesine yerleştirmeye de yardım ederdi (Yuval-Da­
vis, 199 lb) .
Devlet hakkındaki tartışmaların ana konularından birisi,
devletin ne dereceye kadar toplumdan bağımsız düşünülebi­
leceğidir. Devleti sadece "yönetici sınıfın" çıkarlarının yan­
sıtıcısı olarak gören kaba Marksist yaklaşımlardan, Dahl'ın
Polyarchy'sinde (197 1 ) olduğu gibi devleti birbiriyle çekişen
çoğulcu çıkar gruplarına aracılık eden bağımsız bir kuruluş
olarak gören yaklaşımlara kadar, konumlar değişmektedir.
Bu iki yaklaşım arasındaki aynın zannedildiği kadar büyük
değildir. Çünkü Lenin ( 1 977) bile, modem devletin doğu­
şunu, göreli bir özerklik kazanmış "sınıf antagonizmalarının
uzlaşmazlığının bir ürünü ve manifestosu" olarak görmekte­
dir. Devletin doğası hakkındaki Marksist görüşü ifade eden
Engels'ten şu alıntıyı yapmaktadır:

uyuşmazlıkları hafifleten, bunları düzenin sınırlan içinde


tutan ve sözde toplumun üzerinde bir güç; toplumun için­
den doğarak ama kendisini toplumun üzerine yerleştire­
rek gittikçe daha fazla ondan yabancılaşan bu güç devlet­
tir. ( 1977: 10)

Lenin yukarıdaki açıklamadan çıkarılabilecek, devletin


farklı sınıfları uzlaştırma organı haline gelebileceği sonucu­
na karşı uyarmasına rağmen, bu tip bir açıklama refah devle­
tinin doğuşuyla ilgili olarak sık sık kullanılmaktadır (Mars­
hall, 1950) .
Bir başka tartışma ise, devletin ne ölçüde çeşitli yollardan
(yasal, anayasal ve yürütme yetkileri aracılığıyla) hukuk ve
düzeni dayatan tamamen zorlayıcı bir araç olarak veya eko-

39
nomi ve refahın yanısıra eğitim ve medya gibi çeşitli kurum­
ları içeren bir şey olarak düşünülebileceğidir (Althusser,
1971; Balibar, 1990a) . Bununla birlikte, devletin ne derece­
ye kadar içinde farklı parçaların farklı yönlerde, hatta bazen
çatışabilen farklı ideolojik yönelimlerle işlediği bir varlığın
aksine homojen ve tutarlı bir "varlık" olarak düşünülebile­
ceği sorusu da bununla doğrudan ilgili bir husustur. Irkçılık
karşıtı mevzuatın ve ırkçı göçmen kanunlarının birarada yer
alışı buna bir örnektir.
Foucaultcu ve postmodemist paradigmaların artan hege­
monyasıyla beraber, yukarıdaki husus birçoklarının üniter
devlet fikrini tamamen reddetmelerine ve onun yerine dev­
lete indirgenmeyen heterojen ögeler olarak sosyal politika­
lar, hukuk, kurumsal düzenlemeler ve söylemlere odaklan­
malarına yol açmıştır. Foucault'nun (1980b) perspektifinde,
toplumun her düzeyinde yatay iktidar şebekeleri bulunmak­
ta ve direnişle karşılaşıldığında bunlar harekete geçmektedir.
Bununla birlikte anlamlı bir analitik kategori olarak dev­
leti dikkate almayan kuramsal perspektifler, devlete ve dev­
let iktidarına daha fazla erişimi amaçlayan sivil toplumda­
ki mücadelelerin merkeziliğini açıklayamamaktadır. Ayn­
ca bu perspektifler, erkek ve kadınların, akrabalık birimle­
rinin ve çeşitli etnik toplulukların (aynca sivil toplumdaki
diğer gruplaşmaların) devlete farklı erişimlerinin ne ölçüde
bunların farklı konumlanışlarını belirlediğini de açıklaya­
mamaktadır. Bu yüzden hem analitik hem de politik olarak
devlet, sivil toplumdan ayrılmalıdır. Bununla birlikte devlet,
uygulamalarında, projelerinde veya etkilerinde bütüncül de­
ğildir. Floya Anthias ile başka yerlerde geliştirdiğimiz şekil­
de devlet şöyle tanımlanabilir:

emrindeki ve temelindeki (yargısal ve baskıcı) belli bir ic­


ra aygıtıyla denetimin kasıthhğı (intentionality) etrafında

40
merkezi şekilde örgütlenen kurumlar bütünü . . . Farklı dev­
let biçimleri, devletin yerleşik özelliği olan denetim/baskı
ikizi arasındaki farklı ilişkileri kapsayacaktır. (Anthias ve
Yuval-Davis, 1989: 5)

Modem liberal demokratik devlette, farklı toplumsal ku­


rumlar, özellikle de eğitim ve medya ideolojik üretim için
kullanılabilir. Yine de bunlar devletin asli bir parçası değil­
dir ve devlet genellikle bunların sahibi bile değildir.
Dördüncü Bölüm'de tartışılacağı üzere, devlet ve sivil top­
lum dikotomisi ve kamusal ile özel alan dikotomisi arasın­
da bir çakışma mevcuttur. Devlet ve topluma ilişkin Batı­
merkezci yorumlardan kaçınmak için, yukarıda da belirtil­
diği gibi devlet kurumlarını, sivil toplum kurumlarını ve ai­
le alanı ile akrabalık ilişkilerini birbirinden ayırmak gerekir.
Sivil toplum, devlet parametrelerinin resmi çatısı dışında ye­
ralan ama bunları bilgilendiren veya bunlar tarafından bilgi­
lendirilen kurumlan, toplulukları, gruplaşmaları ve sosyal
eyleyicileri içermektedir. Bu, işaret ve sembollerin üretimini
ve ekonomik pazarı kontrol eden gönüllü dernekleri ve ku­
rumlan kapsayabilir ( Cohen, 1982; Keane, 1988; Melucci,
1989). Aile alanı, akrabalık veya arkadaşlık ilişkisi çerçeve­
sinde örgütlenen, toplumsal, ekonomik ve siyasi şebekeleri
ve hane halklarını ihtiva eder.
Bu üç alanın hepsi de (devlet, sivil toplum ve aile alanla­
n) kendi ideolojik içeriklerini üretir ve ekonomik ve poli­
tik kaynaklara farklı devletlerde farklı erişime sahiptirler.
Bununla birlikte ideoloji, bu alanların hiçbirinde (ayrıcalık­
lı anlamda) bulunmamaktadır. Bu alanlann hiçbiri homo­
jen değildir ve devletin farklı parçalan, diğerleriyle çelişkili
bir biçimde davranabilir. Bunların toplumdaki etnisite, sınıf,
toplumsal cinsiyet ve diğer gruplaşmalar üzerindeki etkile­
ri farklı olabilir. Farklı devletler (ve farklı tarihsel dönemler-

41
deki aynı devlet), denetim güçlerinin merkezi bir hükümet­
te veya yerel hükümetlerde toplanma ölçüsüne göre farklı­
lık arzeder. Aynca merkezi hükümetteki hegemonik proje­
lerle uyuşmazlık içindeki farklı siyasi projelere gösterdik­
leri hoşgörüye göre de devletler birbirlerinden aynlmakta­
dırlar. Devletin farklı bileşenlerinin veya katmanlarının si­
yasi projelerdeki mütekabiliyeti, birtakım sorulan içermek­
tedir. Bunlar, hangi mekanizmalar aracılığıyla bu projele­
rin yeniden üretildiği ve/veya değiştirildiği, devlet kontrolü­
nün bir katmandan diğerine nasıl geçebileceği; ve muhteme­
len en önemlisi sivil toplum ve aile alanlarından bölümlerin
ve gruplaşmaların devletin baskı ve kontrol yetkilerine na­
sıl eriştikleri sorulandır. Farklı biçimlerdeki etnik gruplaş­
malar ve devlet arasındaki ilişkinin yanısıra, "milletler" ve
"devletler" arasındaki ilişki de bu bağlamda incelenmelidir.
Bu, kadınların bu süreçlerle etkileşim biçimlerini anlamak
için bir önkoşuldur. Bu nedenle, "ulus-devlet" kavramından
ayn ideolojik ve siyasi bir yapı olan "millet" kavramını ince­
lemeye geçebiliriz.

Milletler Kavramı

İngiliz "yeni sağ"ının ilk kuramcılarından olan Enoch


Powell'ın "millet"i, "kadın ve çocuklarla birlikte bir top­
rak parçasını (territory) savunan iki adam" şeklinde tanım­
ladığına dair bir söylenti mevcuttur (kesin kaynağa bir tür­
lü ulaşamadım). Bu tanım, başka "ilkselci" millet kuramcı­
ları tarafından da paylaşılan (örneğin Van den Berghe, 1979)
milletin doğallaştırılmış imgesine (veya bir kurt sürüsünün
davranışına dayalı etolojist imgeye) dayanmaktadır. Bu ku­
ramlara göre, milletler ebedi ve evrensel olmakla kalmayıp,
aile ve akrabalık ilişkilerinin doğal bir uzantısını da oluş­
turmaktadır. Bu kurgulardaki aile ve akrabalık birimleri, er-

42
keklerin "kadınveçocuklan" (Cynthia Enloe'nun terimiyle,
1990) koruduğu, doğal cinsel işbölümüne dayanmaktadır.
Bu doğallaştırılmış imgeye karşı, Benedict Anderson
(1983) artık klasikleşmiş "millet" "hayali bir cemaattir" kur­
gusunu sunmaktadır. Anderson ve öteki "modernistler"e
göre (örneğin Gellner, 1983; Hobsbawm, 1990) , millet­
ler ebedi ve evrensel bir olgu olmayıp, moderndir ve Av­
rupa tarihindeki belli gelişmelerin doğrudan bir sonucu­
dur. Anderson'a göre milletler sadece teknolojik yenilik­
ler, "matbu kapitalizmi" (print capitalism) kurduğunda,
okuma-yazma seçkin sınıftan öteki sınıflara yayıldığında
ve insanlar klasik dinsel diller yerine kendi dillerinde ga­
zete vb. yayınlan okumaya başladıklarında ve böylece dil­
sel milli "hayali cemaatler" oluşturduklarında ortaya çıka­
bilirdi. Yine de Anderson, insanların bir milletin "doğal"
olarak ferdi olduklarını, bunu seçmediklerini hissetmele­
rinin önemini vurgulamaktadır: "Bu tip bağlar seçilmediği
için, bunların etrafında bir çıkardan arınmışlık halesi var­
dır" (1991: 143). Anderson'a göre bu yüzden tıpkı aile gibi
millet de -ölme ve öldürme de dahil olmak üzere- fedakar­
lık talep edebilir. Kitching (1985) , Anderson'un milliyet­
çilik yaklaşımının, insanların milletlerine bağlılıklarında­
ki tutkuyu (çıkarlardan ayırmak için) açıklamaya başladı­
ğına işaret etmektedir.4
Gellner (1983), milliyetçi tutkuları biraz farklı açıklamak­
tadır. Milliyetçiliğin gelişim izlerini, modem toplumların ak­
saksız işleyebilmeleri için gereken kültürel homojenlik ih­
tiyacında aramaktadır. Bu ihtiyaç karşılandığında, destekçi­
si modern ulus-devlettir; ancak karşılanmadığında bu du­
rum, alternatif ulus-devletlerin kurulmasını isteyen dışlan-

4 Euro '96'nın kolektif çılgınlığı sırasında bu bölümün metnini gözden geçirir­


ken, bu tutkuyu oyun sahası ve yanşma sporlannın "kabile kimlikleri" ile iliş­
kilendirmemek mümkün değildir (bkz. Mangan, 1996).

43
mış gruplaşmalar (hegemonik kültürde eritilemeyenler) ara­
sında ideolojik hareketlerin büyümesini teşvik etmektedir.
Millet çalışmalanna bir başka etkili yaklaşımsa, "milletle­
rin etnik kökenleri"ni inceleyen Anthony Smith'in ( 1986)
yaklaşımıdır. Smith, milliyetçiliğin bir ideoloji ve hareket
olarak tamamen modem bir olgu olduğu konusunda "mo­
demistlerle" aynı fikirde olduğu halde, şunu iddia etmek­
tedir:

uygulamada "modem millet", modem öncesi etnik grubun


birtakım özelliklerini bünyesinde taşımaktadır ve "modem
çağ" doğana kadar birçok alanda hayatta kalabilen genel et­
nisite modeline çok şey borçludur. (1986: 18)

Smith etnik topluluklann özgüllüğünün, topluluğun baş­


ka toplumsal, ekonomik veya siyasi özelliklerinden ziyade,
zamanla eskimeyen (mitlerin ve sembollerinin özel anlam­
lan değişebilse de) mit-sembol kompleksinde bulunacağını
iddia etmektedir. Hayali cemaatler ve "icat edilmiş gelenek­
ler" gibi basitleştirilmiş kavramlara karşı bizleri uyarmakta­
dır (Hobsbawn ve Ranger, 1 983; Smith, 1995) .
Sami Zubaida ( 1 989) , bu yaklaşımı eleştirirken, etnisite­
lerin dayanıklılığını belirli sosyo-ekonomik ve siyasi süreç­
ler içinde sabitlemektedir. Zubaida (Avrupa ve Ortadoğu tari­
hinden örnekler vererek) etnik homojenliğin, modem-önce­
si çağda "milli birliği" oluşturan merkezi hükümetlerin uzun
tarihlerinin bir nedeni değil, sonucu olduğu iddiasındadır. Bu
"mevcut bir veri değil, merkezileşmeyi kolaylaştıran siyasi sü­
reçler tarafından sağlanan bir şeydir" (1989: 13) .
Etnisiteyi homojenleştiren devlet de olsa, başka sosyo­
ekonomik ve siyasi süreçler de olsa (Balibar, 1990a) , Smith
ve Zubaida'nın yaptığı gibi, etnik ve milli projeler arasın­
da doğal bir bağlantı bulunduğunu kabul etmek önemli-

44
dir. Toplulukların kuruluşundaki tarihsel özgüllüğün in­
celenmesi önemli olduğu halde, etnik ve milli topluluk­
lar arasında (bazen ölçülerinde bir farklılık olsa da) doğal
bir farklılık bulunmamaktadır: ikisi de Andersoncu "haya­
li cemaatler"dir.
Topluluğun siyasi açıdan ayn bir şekilde temsil edilme ta­
lebi, milliyetçi proje ve söyleme özgü bir şeydir. Bazı devlet­
ler ikili veya çokuluslu prensiplere dayansa da (Belçika ve
Lübnan gibi) , Avrupa Birliği benzeri bazı devletüstü (sup­
ra-state) siyasi projeler, belli tarihsel anlarda devlet özellik­
leri geliştirebilse de, ayn bir şekilde temsil edilme talebi, sık
sık ayn bir devlet ve/veya toprak talebine dönüşebilir. Mil­
liyetçi talepler, lskoçya veya Katalonya örneklerinde oldu­
ğu gibi, ayn bir devlet yerine bölgesel özerklik kurma ama­
cına yönelebilir; ya da Kuzey lrlanda'daki cumhuriyetçi ha­
reket veya Pakistan ile birleşmeye yönelik Keşmir hareketin­
de olduğu gibi, kendi devletlerini kurmak yerine komşu bir
devletle birleşme taraftan olabilirler. Devlet ve toprak birbir­
lerine sıkı sıkıya bağlı olsa da, faaliyette bulundukları yer­
den farklı bir yerde devlet kurma iddiasında olan milliyetçi
hareketler de vardır. Hem (lsrail devletini kuran) Yahudi Si­
yonist hareket, hem de (Liberya'.yı kuran) siyah Siyonist ha­
reket, üyelerine yaşadıkları ülkelerden kitlesel göç çağrısın­
da bulunmuştur. Ötekiler ulusal bağımsızlıkları için belli sı­
nırlar telaffuz etmemiştir. "Siyah Ulus" , öteki "siyah cema­
at eylemcileri"nden veya küresel lslam milleti "Halifeliği" is­
teyenleri, öteki adanmış Müslümanlardan ayıran şey, siyasi
egemenlik talebidir. Avusturyalı Marksist Otto Bauer (1940;
bkz. Nimni, 1 99 1 ; Yuval-Davis, 1987a) , Avusturya-Macaris­
tan lmparatorluğu'nu oluşturan topraklardaki toplulukların
umutsuz karışımına tek geçerli çözüm olarak, milliyetçili­
ğin ve devletin birbirinden ayrılması çağrısında bulunmuş­
tur. Bugün çok benzer bir durum, Sovyet lmparatorluğu'nun

45
çökmesiyle ve sömürge sonrası dünyada birçok yerde (Ru­
anda gibi) ortaya çıkmaktadır.
Bununla birlikte birçok örnekte, milliyet ve devlet ayrı­
mı mevcuttur. Dünyanın birçok yerinde, "anavatanlan"na
veya daha açıkçası kendilerinin, ailelerinin ya da atalarının
geldikleri milli topluluklara kültürel ve siyasi olarak "aidi­
yetlerini" sürdüren göçmen topluluklar vardır. Bu "adanmış
diasporalar"ın yükselişini, birtakım faktörler birlikte belirle­
mektedir. Öncelikle, nesiller-arası kültürel ve dilsel yeniden
üretimi sağladıkları için, uluslararası seyahat, medya ve ile­
tişim araçlarındaki teknolojik ilerlemeler, anavatan ile bağ­
ların korunmasını kolaylaştırmıştır. Örneğin "etnik video­
lar" , en büyük video piyasasını oluşturmakta ve yaşadıkla­
rı ülkelerin kitle iletişim araçlarına erişimi az veya hiç ol­
mayan kişilerce tüketilmektedir. Kablolu yayın sistemi ve­
ya çanak antenler, birçok insanın kendi milli ve etnik med­
yasına doğrudan erişimini sağladığı gibi, dağınık yeni etnik
toplulukların (uluslararası Güney Asya topluluğu gibi) olu­
şumunu da sağlamaktadır. Deutch (1966) ve Schlesinger'in
(1987) işaret ettiği gibi:

Bir halka mensup olmak, geniş tamamlayıcılığa sahip top­


lumsal iletişime bağlıdır. Bu, yabancılardan ziyade büyük
bir grubun üyeleriyle, daha geniş yelpazedeki konular­
la, daha etkili iletişim yeteneğine dayanmaktadır. (Deut­
ch, 1966: 97)

Diaspora cemaatlerinin kendi topluluklarının sınırla­


n içinde iletişimi sürdürmeleri ve böylece bunları yeniden
üretmeleri artık her zamankinden daha kolaydır.
Aynı zamanda, ırkçılık karşıtı ve medeni haklara yöne­
lik hareketlerin belirli başarılarının sonucu olarak, birçok
Batılı ülkede milli ideolojilerde bazı değişiklikler olmuş ve

46
çokktilttirctiltik, ttim sorunsallığıyla birlikte (Üçtincti Bö­
ltim'deki tartışmaya bakınız) , göçmenlerin asimilasyonuna
yönelik baskıları bir ölçtide hafifleten hegemonik bir ideo­
loji haline gelmiştir. Farklı toplulukların sadece kendi dev­
letlerinin iktidarına ve kaynaklarına erişim için değil, aynı
zamanda bu devletlerin kurucu doğaları için de rekabet et­
tikleri sömtirge sonrası dünyada stiregelen birçok milliyet­
çi mücadele de buna yardımcı olmaktadır. Örneğin diaspora
lrlandalı toplulukların, özellikle de ABD'dekilerin mali, si­
yasi ve benzer yardımları olmadan, İrlanda Cumhuriyet Or­
dusu'nun (IRA) stiregiden milliyetçi mticadeleleri dtiştinü­
lemez. "Yerleşik" en eski diaspora olan Yahudi diasporası
örneğinde, Siyonizmin hegemonyası, birçoklarının bırakın
orada yaşamayı oraya hiç gitmeseler de, lsrail'i ex post facto
-sonradan- "anavatan"larına döntişttirmeleri anlamına gel­
mektedir. Ve uluslararası Yahudi desteği, lsrail'in kurulu­
şunda ve gelişiminde hayati bir rol oynamıştır (Yuval-Davis,
1987b) . Anderson'un ( 1995) da eleştirdiği gibi, gtintimtiz­
deki milliyetçi mticadelelerde diaspora topluluklarının rolü,
yeterli ilgiyi görmemektedir.
Bununla birlikte "diaspora cemaatlerinin" (Brah, 1 996;
lavie ve Swedenburg, 1996; Lemelle ve Kelly, 1 994) ve siya­
si stirgtinlerin birbirinden ayırdedilmesi gerekmektedir. Si­
yasi stirgünler, genellikle anavatanlarındaki siyasi mticade­
lelere katılan bireyler veya ailelerdir; kimlikleri ve topluluk­
lara mensubiyetleri, sadece veya en azından öncelikle ana­
vatanlarına yönelmeyi stirdtirmektedir ve siyasi durum de­
ğişir değişmez "geri dönme" amacındadırlar. Diğer yandan
lrlanda'ya cephane göndermek veya Aralık l 992'de yakılan
Ayodhya camisinin yerine Hindu tapınağı inşa etmek için
"altın tuğla" göndermek de dahil olmak tizere, diaspora ce­
maatlerinin, anavatandaki milli mticadelelere katılımı, top­
luluğa mensubiyetlerinin bir doğrulaması olarak milliyet-

47
çi söylemden ziyade etnik bir söylem içinde gerçekleştirile­
bilir. Kaderleri esasen -melez olarak her iki milli topluluğa
hem ait olmalarına hem de bunların dışında yer almalarına
rağmen- memleketlerinden ziyade, yaşadıkları ve çocukları­
nın yetiştiği ülkeye bağlıdır. Muğlaklıkları daha şiddetlidir
ama bununla beraber, göç ettikleri ülkedeki etnik topluluk­
ları daha ırksallaşmıştır.
Bhabha (1990) , melezler gibi milli marj inlerdeki insan­
ların, kendi karşı-anlatılarını üretmek suretiyle, milletlerin
sürekli yeniden kurulmasındaki özgül rollerini anlatmak­
tadır. Nora Ratzel (1994), göçmenlerin Heimat'ı (yurdu) ,
"yerli halk"tan daha az fiziksel bir yer ama daha çok kendi­
lerini rahat hissettikleri ve en yakınlan ile sevdiklerinin ya­
şadığı yer olarak düşünmeye eğilimli olduklarını ortaya koy­
muştur. Öte yandan siyasi sürgünlerin anavatanlarına bağlı­
lıkları, sık sık ülkenin iklimi, kokulan ve diğer fiziksel özel­
likleri üzerinde yoğunlaşmaktadır ve devlet bir yana insan­
lara karşı bile duygulan daha muğlaktır.
Eğer "milletler" , "ulus-devletler" ile özdeşleştirilmeye­
cekse, milletin millet olarak kabul edilebilmesine yöne­
lik "objektir' özelliklerin olup olmadığı sorulmalıdır. "Mil­
letlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı" ile ilgili olarak
Birleşmiş Milletlerce desteklenen yaygın görüşbirliği gözö­
nünde bulundurulduğunda, bu soru bütünüyle kuramsal
sayılmaz.
"Millet"in birçok tanımı vardır. Bazıları alışveriş listesi gi­
bidir. Stalin'in Ekim Devrimi'nden önce Bolşevikler arasında
"milli sorun uzmanı" olarak geliştirdiği "millet"in bu etkili
"reçete tanımı" buna bir örnektir. Stalin'e göre:

Millet, tarihsel olarak evrimleşen ve bir kültür cemaati için­


de kendini gösteren sabit bir dil, ülke, ekonomik hayat ve
psikolojik oluşum cemaatidir. ( 1972: 13)

48
Diğer tanımlar, bu alışveriş listesini tamamen gereksiz kıl­
maktadır. Örneğin Greenfeld, şu inandıncı iddiada bulun­
maktadır:

Ortak ülke veya ortak dil, devlet veya paylaşılan gelenek­


ler, tarih veya ırk - bu ilişkilerin hiçbiri kaçınılmaz de­
ğildir. . . Milli kimlik, temel özelliği "millet" olarak tanım­
lanmak olan bir "halk"ın mensubu olmaktan kaynakla­
nan bir kimliktir. "Millet"in ferdi olarak düşünülen her­
kes, onun üstünlüğünü, seçkinliğini ve kalitesini paylaşır
ve bunun sonucunda, tabakalara ayrılmış bir milli nüfus
esasen homojen olarak algılanır, statü ve sınıf çizgileri ya­
paydır. Bu ilke tüm milliyetçiliklerin temelinde yatmakta­
dır. . . Bundan başka, farklı milliyetçiliklerin ortak yönü de
azdır. ( 1 992: 7)

Greenfeld, "yabancı grubu" anlamına gelen Latince'de­


ki natio ve Yunanca'daki ethne kavramları arasında tarihsel
bir yakınlık görmektedir. Bununla birlikte, Greenfeld Avru­
pa tarihindeki millet düşüncesinin dönüşümünü izleyerek,
"milliyetçilik, ille de bir tikelcilik biçimi değildir" ve "insan­
lıkla birarada bir millet, hiçbir şekilde kendi içinde çelişkili
değildir" iddiasındadır (1992: 7). Bu perspektif, "milletlerin
etnik kökeni" ( 1986) ve bunların özündeki tikelcilikler üze­
rinde ısrarla duran Anthony Smith'in perspektifinden kesin
bir biçimde ayrılmaktadır:

Onun (milliyetçiliğin) başarısı, özgül kültürel ve tarihsel


bağlamlara bağlıdır ve bu, yaratılmasına yardımcı olduğu
milletlerin, önceden de varolan ve oldukça tikelleştirilmiş
kültürel miraslardan ve etnik formülasyonlardan türemele­
ri anlamına gelmektedir. ( 1995: viii)

49
Tüm bu tanımlarda eksik olan şey, Otto Bauer'in vurgu­
ladığı ( 1 940: Yuval-Davis, 1987a) , milletlerin kurulmasın­
da hayati öneme sahip "ortak kader" hususudur. Bu husus,
geçmişten ziyade geleceğe yönelmiştir ve belirli bir millette­
ki bireysel ve toplumsal asimilasyondan daha fazlasını açık­
layabilmektedir. Bu, bir yandan bir ortak köken mitinin pay­
laşılmadığı göçmen toplumlar ve sömürge sonrası devlet ör­
neklerindeki gibi topluluklara ve milletlere halkın öznel
bağlılık duygusunu açıklayabilmektedir (Stasiulis ve Yuval­
Davis, 1 995) . Aynı zamanda da, milli bir topluluğun dina­
mik yapısını ve göç, doğallaştırma, değişme ve benzeri top­
lumsal ve siyasi süreçler vasıtasıyla bu topluluklar içindeki
sınırların sürekli yeniden kurulma süreçlerini de açıklaya­
bilmektedir.
Greenfeld'in olası bir millet olarak gördüğü "Dünyanın
Birleşik Devletleri"nin, milli bir topluluk olarak gelişmeden
önce, öteki (galaksiler arası?) ortak kaderlerden ayırdedilen
bir kader duygusunu paylaşması gerekir. Çünkü topluluk­
lar, dünyayı "biz" ve "onlar" şeklinde ayıran sınırlar çevre­
sinde örgütlenmektedir.

Milliyetçi Projelerin Çok Boyutluluğu

Son iki yüz yıldır dünyada ortaya çıkan çeşitli tipteki mil­
liyetçi ideolojileri ve hareketleri sınıflandırma yönünde bir­
çok çaba mevcuttur (örneğin Smith, 1971: Sekizinci Bölüm;
Snyder, 1968: Dördüncü Bölüm) . Bazı sınıflandırmalar, bi­
limsel "tarafsızlığı" korumaya çalışmış ve (yalnızca Avru­
pa'ya odaklı) tarihsel sınıflandırmaları ya da (çeşitli toplum­
sal yerlere ve ayrılıkçılığı, pan-milliyetçi kurtuluşu ve ben­
zerlerini amaçlayan milli hareketlerin özel hedeflerine odak­
lı) toplumsal sınıflandırmaları geliştirmiştir. Milliyetçi pro­
jenin özel karakterine dayalı ve hem "etnik soykütüksel"

50
hareketi, hem de "vatandaşlığa ve toprağa bağlı" hareke­
ti kapsayan etkili bir sınıflandırma, Anthony Smith (1971;
1986) tarafından geliştirilmiştir. Bu sınıflandırma, ulus-dev­
leti, devlet-ulusundan veya Alman terminolojisini kullanır­
sak, Kultumation'u Staatnation'dan ayırmaya eğilimli Alman
geleneğini sürdürmektedir (bkz. Neuberger, 1986; Stolcke,
1987).
Michael Ignatieff (1993) ve julia Kristeva (1993) tarafın­
dan milliyetçilik konusunda yazılan en yeni kitaplar, bu di­
kotomik sınıflandırmayı temelde korumaktadırlar ancak
buna Smith'ten daha fazla, "iyi" ve "kötü" milliyetçilik şek­
linde apaçık ahlaksal bir özellik atfetmektedirler. Ignatieff,
"vatandaşlığa bağlı milliyetçiliği" , bireylerin bir cemaate ait
olma ihtiyaçları ile kendi yaşamlarını şekillendirme hakları­
nı uzlaştırmalarını sağlayan bir milliyetçilik olarak teşvik et­
mektedir (1993: 4). "Vatandaşlığa bağlı milliyetçiliğin" des­
teklenişini, dışlayıcı, otoriter ve ırkçı nefret tarafından tü­
ketilen "etnik milliyetçiliğin" yükselişine yönelik baskıları
azaltacak bir yol olarak görmektedir. Bu tip baskılar genel­
likle Sovyet lmparatorluğu'nun çöküşü gibi kriz ve geçiş dö­
nemlerinde artmaktadır.
Kristeva da benzer şekilde, etnik milliyetçiliği ve köken
kültünü, derin bir milli kimlik krizinin tetiklediği bir nef­
ret tepkisi olarak görmektedir. Ona göre, demokratik milli­
yetçilik, kendi içinde iyi bir şey olmamakla birlikte, bir mil­
liyeti olmayan insanların genellikle vatandaşlıktan ve hak­
lardan mahrum bırakıldığı modem dünya gerçeği gözönüne
alındığında, en iyi seçenektir. Robert Fine (1994), bu yakla­
şımları ve "yeni milliyetçilik" paradigmasına dahil ettiği Ha­
bermas'ın (1992) yaklaşımını eleştirmektedir. (Fine, Haber­
mas'ın "post-milliyetçi" vatanseverlik kavramının nihaye­
tinde Ignatieff ve Kristeva'nın "yeni milliyetçilik" kavram­
larından çok da farklı olmadığını iddia etmektedir.) Fine,

51
(iki savaş arasındaki dönemde Avnıpa'daki siyasi değişimle­
ri tartışan Hannah Arendt'in [ 1975] bazı görüşlerini kulla­
narak) bu iki milliyetçilik biçimi arasında karşılıklı dışlayıcı
kolaycı bir ayrım olamayacağına işaret etmektedir. Hannah
Arendt, temsili hükümetlerin bizzat vatandaşlann çoğunlu­
ğunun siyaset yaşamından dışlanması üzerine kurulu olma­
sı nedeniyle, modem demokratik ulus-devletin zıtlıklannın
kendi yapısında mevcut olduğunu savunmaktadır. Dördün­
cü Bölüm'de ayrıntılı olarak tartışılacağı üzere, vatandaşlığın
bizzat kendisi dışlayıcıdır ve bu nedenle etnik dışlamacılı­
ğın tam karşıtı olamaz. Fine'mn öne sürdüğü gibi: "Bu ("ye­
ni milliyetçilik"), kendisini etnik bilinçliliğin panzehiri ola­
rak sunmaktadır ancak masumiyetin modem siyasi hayatta
yeri ve zamanı yoktur" (1944: 441).
Bir milliyetçilik kuramının hem "iyi" hem de "kötü" mil­
liyetçiliği içermesi gerektiğinin ve belli bir milliyetçi hare­
ketin bunlardan hangisine girdiğinin kolaylıkla ayırdedile­
memesinin farkedilmesi, Thomas Nairn'in (1977) milliyet­
çiliği, "modem janus" olarak nitelendirmesine yol açmış­
tır. İnsanların evlerinin kapısında duran Roma tanrısı ja­
nus'un iki yüzü vardı: aynı anda hem ileriye hem de geri­
ye bakar.
Ayrıca farklı tarihsel dönemlerde bir versiyonu diğerleri­
ne göre çoğunlukla daha hegemonik olmasına rağmen, mil­
liyetçi projeler genellikle çok yönlüdür. Topluluğun farklı
fertleri, az veya çok dışlamacılığa eğilimli, sosyalizm ve/ve­
ya din gibi farklı ideolojilerle bağlantılı, çekişme halindeki
kurguları desteklemeye eğilimlidirler. Bütün farklı devletle­
ri ve toplumları, değişik tipteki milliyetçilik projelerine gö­
re sınıflandırma çabalan, bütün bu tipteki toplumsal feno­
men sınıflandırmaları gibi, tarih dışı, imkansız ve yanıltıcı
bir misyon oluşturmaktadır. Bu "tipleri" daha ziyade, milli­
yetçi ideoloji ve projelerin belli tarihsel olaylar içinde birbi-

52
rine farklı şekillerle bağlanmış farklı temel boyutları olarak
ele almamız gerekir.
Yukarıdaki yazarlar tarafından ileri sürülen dikotomik sı­
nıflandırmaları kullanmak yerine, milliyetçi projelerin üç
temel boyutunu birbirinden ayırmak isterim (Yuval-Davis,
1993) . Bana göre, köken kavramı ile kültür kavramına da­
yalı milletlerin kurulmalarından çıkan mülahazaların bir­
biriyle karıştırılmaması çok önemlidir. Ayrıca her ikisinin
de, devlet vatandaşlığına dayalı millet kurgusundan analitik
olarak ayırdedilmesi gerekmektedir. Kitap boyunca ayrıntılı
bir şekilde işleneceği üzere, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin
farklı yönleri, milliyetçi projelerin her bir boyutunda önem­
li rol oynamaktadır ve bunların geçerli şekilde kuramsallaş­
tırılması için çok önemlidirler. Kitapta toplumsal cinsiyet
ilişkileriyle ilişkilendirilecek olan milliyetçilik projelerinin
temel bir boyutu, halkların (veya ırkların) özel kökeni etra­
fında kurulan soykütüksel boyuttur (volhnation) . Ortak kö­
ken veya paylaşılan kan/gen miti, "milletin" en dışlayıcı/ho­
mojen biçimlerini kurma eğilimindedir (bkz. ikinci Bölüm).
Milliyetçi projelerin bir başka temel boyutu da, dil ve/veya
din ve/veya başka gelenek ve görenekler tarafından sağlanan
sembolik mirasın, "milletin" "özü" olarak kurulduğu kültür
boyutudur (Kultumation) . Bu tip bir inşa asimilasyona izin
verse de, "organik olmayan" çeşitliliğe karşı fazla hoşgörü­
lü değildir (bkz. Üçüncü Bölüm) . Milliyetçilik projelerinin
vatandaşlık boyutu, milletin sınırlarını belirleyen vatandaş­
lığa odaklanmakta ve böylece onu devlet egemenliği ve belli
bir toprağa bağlılık ile doğrudan ilişkilendirmektedir (bkz.
Dördüncü Bölüm).

53
Milletlendirilmiş Cinsiyet ve
Cinsiyetlendirilmiş Milletler

Bu bölümün başlarında, farklı toplumsal fenomenler olarak


kuramsallaştınlan ve tartışılan toplumsal cinsiyet ve millet
konularına değinmiştik. Bununla birlikte yukarıda da belir­
tildiği üzere bu kitabın amacı, bunların birbirlerini bilgilen­
dirme ve kurma biçimlerine önem verilmezse, doğru anlaşı­
lamayacaklannı göstermektir. Giriş bölümünün bu son kıs­
mında, hem bireylerin öznelliklerini ve toplumsal yaşam­
larını hem de milletlerin ve devletlerin toplumsal ve siyasi
projelerini kurmalarından dolayı, bu kesişmelerden bazılan­
na işaret etmek istiyorum. Bu kesişmelerden her biri, kitabın
ilerleyen bölümlerinde daha da geliştirilecektir.

Kadın ve Milletin Biyolojik Yeniden Üretimi

Kadınların üreme haklarına yönelik mücadeleleri, femi­


nist hareketin başlangıcından bu yana mücadelenin merke­
zinde yer almıştır. Kadınların çocuk sahibi olup olmama se­
çiminin yanısıra, kaç tane çocuğa ne zaman sahip olacakla­
rını seçme haklan, birçok feminist tarafından feminist siya­
setin temel "mihenk taşı" olarak görülmektedir.
Ancak kadınların üreme haklarına ilişkin tartışmaların
çoğu, en azından on yıl öncesine kadar, kadınların birey
olarak bu haklarının olup olmayışının etkilerine yoğunlaş­
maktaydı. Örneğin bu hakların kadınların sağlığını; iş ya­
şamlannı ve sınıfsal anlamda yükselme fırsatlarını; ve aile
yaşamlarını ne şekilde etkilediğine ilişkin tartışmalar mev­
cuttu.
Bununla birlikte, çocuk sahibi olup olmamaları yönünde
kadınlara yapılan baskılar, genellikle onların birey, işçi ve/
veya eş olmalarıyla ilgili olmayıp, belirli bir milli topluluğun

54
ferdi olmalanyla ilgilidir. Değişik milli projelere göre, belli ta­
rihsel koşullarda, çocuk doğurabilecek yaştaki kadınlann ba­
zılan veya hepsi kimi zaman rüşvetle ve hatta kimi zaman da
zorla, daha az veya çok çocuk doğurmaya davet edilmektedir.
ikinci Bölüm'de tartışılan ve bu örneklere uygulanan üç te­
mel söylem şunlardır: milli topluluğun nüfusunun korunma­
sını ve genişletilmesini milli çıkarlar için hayati olarak gören
"iktidar olarak halk" söylemi; ilk söylemin aksine çocuk sa­
yısının azaltılmasını, gelecekteki milli felaketleri önlemenin
yolu olarak gören Malthusçu söylem; ve köken ve sınıf açı­
sından "uygun" olanları daha çok çocuk sahibi olmaya, diğer­
lerini ise olmamaya teşvik ederek, "milli stokların kalitesi"ni
artırmayı amaçlayan öjenist söylem.
1994 tarihli Nüfus ve Kalkınma Politikaları konulu BM
Kahire Konferansı'ndaki ve öncesindeki sıcak tartışmaların
da gösterdiği gibi bu politikalar, hem Kuzey'de hem de Gü­
ney'de günümüz siyasetinin merkezinde yer almaktadır. Bu
milli boyutu dikkate almayan kadınların üreme haklarına
ilişkin tartışmalar, ciddi biçimde eksik kabul edilebilir. Ay­
nı zamanda nüfus politikalarının cinsiyetlendirilmiş karak­
teri dikkate alınmadığı sürece, kalkınma, ekonomi, refah,
vb. ile ilgili ulusal (ve uluslararası) politikaların tartışılma­
sı, eksik olacaktır.
Bu politikaların önemli bir boyutu, az veya çok oranda
milletin "genetik havuz"una ilişkin görüşlerdir. Milli toplu­
luğun en temel örgütlenme ilkesi olarak soykütüğü ve kö­
kene odaklanan milliyetçi projeler, öteki milliyetçi projeler
arasında dışlamacılığa en eğilimli olanlardır. Sadece belir­
li bir topluluk içinde doğmuş olmakla, onun tam üyesi olu­
nabilir. Milliyetçi gündemde evliliğin, döllenmenin ve dola­
yısıyla cinselliğin denetlenmesi eğilimi yüksektir. "Irk" kur­
guları, ortak genetik havuz kavramına eklendiğinde, soy ka­
rışımı (miscegenation) korkusu, milliyetçi söylem için mer-

55
kezi hale gelmektedir. Bu kendi aşırılığı içinde, "adi ırkın"
fertlerinin "bir damla kanı"nın bile, "üstün ırkın" kanını
"lekeleyebileceğini" ve "kirletebileceğini" kabul ettiren "tek
damla kuralını" (Davis, 1993) kapsamaktadır.

Kültürel Yeniden Üretim ve Toplumsal Cinsiyet ilişkileri

"Genetik havuz" kavramı, milletleri tahayyül etmenin bir


yoludur. Çoğunlukla kısmen belirli bir din ve/veya dilin be­
lirli bir versiyonundan ibaret olan halklann "kültür ve gele­
neği", farklı milliyetçi projelerde soykütüğü ve kandan da­
ha az veya çok önem kazanan başka bir özselleştirici boyut­
tur. Dünyayı "biz" ve "onlar" arasında bölen "hayali cema­
atlerin" mitsel milli birliği, Armstrong'un ( 1 982) sembolik
"sınır muhafızlan" dediği sistem tarafından korunmakta ve
ideolojik olarak yeniden üretilmektedir. Bu "sınır muhafız­
ları" , insanların belirli bir topluluğun üyesi olup olmadık­
larını teşhis edebilmektedir. Bunlar, giyim ve davranış bi­
çimlerinin belirli kültürel kodlannın yanısıra, görenek, din,
edebi ve sanatsal üretim biçimleri ve tabii ki dil ile yakından
bağlantılıdır.
Toplumsal cinsiyet sembolleri bunda özellikle önemli bir
rol oynamaktadır ve bu yüzden erkeklik ve kadınlık kurgu­
lannın yanısıra cinsellik ve toplumsal cinsiyetlendirilmiş ik­
tidar ilişkilerinin, bu süreçlerle ilişki içinde incelenmesi ge­
rekmektedir. Üçüncü Bölüm, sembolik sınır muhafızlan ve
topluluğun görüntüleri ve aynı zamanda da onun kültürel
yeniden üreticileri olarak kadınların rollerini tartışmaktadır.
Kadın yaşamının bu boyutu, onların özneliklerinin yanısı­
ra, birbirleriyle, çocuklarla ve erkeklerle olan ilişkilerini an­
lamada hayati bir önem taşımaktadır. Aynı zamanda da (ka­
dınlann örtünmesi, oy vermesi, eğitimi ve istihdamı lehin­
de ve aleyhindeki çeşitli kampanyalarda ifade edildiği üze-

56
re) "kadınların kurtuluşu" veya "kadınların geleneği takip
etmesi" meselelerine ilişkin söylem ve mücadeleler, birçok
modemist ve anti-modemist milliyetçi mücadelenin merke­
zinde yer almaktadır.
Toplumsal cinsiyet ilişkilerinin milliyetçi projelerdeki
merkezi rolünü anlayabilmek için, farklı projelerde farklı şe­
killerde ve toplulukta farklı konumlanmış kişiler tarafından
kullanılabilen, ihtilafa yol açan dinamik bir kaynak olarak
kültürün incelenmesi gerekir. Üçüncü Bölüm, çağdaş küre­
selleşme süreçleri içinde, bir yandan çokkültürlülük proje­
lerine, diğer yandan kültürel ve dinsel köktenciliğe ait hu­
susları araştırmaktadır. Aynca bunların, toplumsal cinsiyet
ilişkileri ile kültürel kimlikler ve toplumsal farklılık kavram­
ları üzerindeki belli etkilerini de tartışmaktadır.

Vatandaşlık ve Farklılık

Bu bölümün bir önceki kısmında belirtildiği üzere, Vol­


hnation ve Kulturnation kavramlarına ek olarak milliyetçi
projelerin üçüncü temel boyutu, Staatnation boyutu ya da
devletle ilişkili vatandaşlık boyutudur. Kitabın Dördüncü
Bölümü, toplumsal cinsiyet ilişkileri, vatandaşlık ve fark­
lılığa ilişkin hususları incelemektedir. Devlet vatandaşlı­
ğı bazı yönlerden milli bir topluluğa üyelik kriteri olarak,
topluluğa katılımın en kapsayıcı modelidir. Çünkü ilke
olarak -köken veya kültürü ne olursa olsun- herkes katı­
labilir. Uygulamada bu kapsayıcılık, çoğunlukla başvuran­
ların sosyo-ekonomik kaynaklarına, aynı zamanda da ba­
zı insan gruplarının diğerlerinden daha kolay girişini sağ­
layan göç ve uyruğa geçirmeye ilişkin sayısız kural ve dü­
zenlemeye bağlıdır. Çoğunlukla ailelerindeki erkeklere ba­
ğımlı olarak kurulan, erkekleri izlemeleri ve onların yaşa­
dıkları yerde yaşamaları beklenen kadınlar için, milliyet,

57
göç ve iltica mevzuatında erkeklere yönelik olandan fark­
lı düzenlemeler öngörme eğilimi vardır. Son onbeş yıldır,
Batı'daki eşit fırsat mevzuatı, bu keskin ayrımcılığı azalt­
mış olsa da, hiçbir şekilde yok edememiştir (Bhabha ve
Shutter, 1994) .
Bununla birlikte kitapta vatandaşlık kavramı, sadece ya­
sal olarak pasaport taşıma veya belirli bir ülkede oturma
hakkından daha geniş bir anlamda ele alınacaktır. T.H.
Marshall'ın (1950; 1975; 1981) medeni, siyasi ve toplum­
sal hak ve sorumlulukları içerecek şekilde "bir cemaate tam
üyelik" biçimindeki vatandaşlık tanımı izlenmektedir. Bu
nedenle vatandaşlık, yerli, etnik, devlet ve çoğunlukla da
devlet ötesi cemaatlerle ilişkili, çeşitli ve çok-katmanlı ola­
rak algılanmaktadır. Kadınların bu cemaatlerdeki vatandaş­
lığının, genellikle ikili bir yapısı vardır: bir yandan kadın­
lar, genel vatandaşlar bütününe dahildir; diğer yandan her
zaman kadınlara özgü kurallar, düzenlemeler ve politika­
lar mevcuttur.
Elbette toplumsal cinsiyet, insanların vatandaşlığını etki­
leyen tek faktör değildir. Etnisite, sınıf, biyolojik cinsiyet,
yetenek, ikametgah yeri vb. de bunu etkilemektedir. Vatan­
daşlığın ne ölçüde bireysel veya kolektif bir nitelik olarak
görülmesi gereği ve bunun vatandaşlık haklarının dağılımı­
nı ve kuruluşunu nasıl etkilediği, Dördüncü Bölüm'de ince­
lenen konulardır.
Dördüncü Bölüm ayrıca, kadınların özel alandaki, erkek­
lerin de kamusal alandaki klasik yerlerini ve bunun vatan­
daşlık kurgularını ne şekilde etkilediğini incelemektedir.
Benzer şekilde, özel/kamusal dikotomisi gibi, vatandaşlı­
ğın karşılaştırmalı tipolojisine bir temel teşkil eden pasif
ve aktif vatandaşlık kavramlarını da araştırmaktadır (Tur­
ner, 1990).

58
Cinsiyetlendirilmiş Ordular, Cinsiyetlendirilmiş Savaşlar

Aktif vatandaşlık, sadece haklan değil, aynı zamanda gö­


rev ve sorumlulukları da içermektedir. En yüksek vatandaş­
lık sorumluluğu, kişinin vatanı için ölmeye hazır olması ola­
gelmiştir. Beşinci Bölüm, orduya ve savaşa katılımla bağlan­
tılı olan erkeklik ve kadınlık kurgularını ve bunların vatan­
daşlık haklan ile etnisite ve sınıf gibi diğer toplumsal bölün­
melerle ne şekilde bağlantılı olduğunu incelemektedir. Bu
bölüm, modem teknolojinin ve orduların profesyonelleşme­
sinin, kadınların orduya katılımı ve asker olarak kurulmala­
rı üzerindeki etkilerini incelemektedir. Ayrıca bunların, er­
kekleri "kadınveçocuklar" uğruna savaşmaya iten miliyetçi
ideolojiler üzerindeki muhtemel etkilerini de araştırmakta­
dır (Enloe, 1990) .
Daha sonra savaşların toplumsal cinsiyetlendirilmiş karak­
teri ve sadece savaşçılar ve savaş kurbanları -öldürülenler, te­
cavüze uğrayanlar, gözaltına alınanlar ve mülteciler- arasın­
daki cinsel ayrımlar da bu bölümde incelenmektedir. Savaş
sırasındaki sistematik tecavüzlerin sembolik özelliği, bu bağ­
lamda tartışılmaktadır. Bölüm, "kadınlık" , feminizm ve "ba­
"
rış arasındaki ilişkinin tartışılmasıyla sona ermektedir.

Kadın, Etnisite ve Muktedir Kılma:


Çaprazlama Siyasete Doğru

Kitabın son bölümü (Altıncı Bölüm), toplumsal cinsiyet,


millet ve kadınların muktedir kılınmalarına yönelik siyasete
ilişkin meselelere değinmektedir. Bu çerçevede, kadınların
bir yandan milliyetçi mücadelelerle diğer yandan uluslarara­
sı feminist siyasetle işbirliğini ve bunlara karşı direnişlerini
incelemektedir. Bu bölüm bazı zor meselelerle uğraşma yolu
olarak, bireylerin ve kolektiflerin farklı konumlanışlannın

59
yanısıra mücadelelerinin altında yatan değer sistemlerinin
de tanınacağı bir koalisyon politikası olarak bir çaprazlama
siyaset modeli geliştirmeye başlamıştır. Çaprazlama siya­
set modeli, Elizabeth Spelman'ın şu uyarısına katılmaktadır:

Genel "kadın" kavramının feminist düşüncedeki işleyişi,


Batı felsefesinde genel "erkek" (veya kişi) kavramının iş­
leyişine benzemektedir: bu, kadınların heterojenliğini giz­
lemekte ve bu tip heterojenliğin, feminist kuram ve siya­
si eylem için öneminin incelenmesinin önünü kapatmak­
tadır. (1988: ix)

60
iKiNCi BÖLÜM
MİLLETİN BİYOLOJİK YENİDEN ÜRETİMİ
VE KADINLAR

Kadınlar, milli ve etnik süreçleri farklı şekillerde etkilemek­


te ve bunlardan etkilenmektedir. Bu bölüm, kadınların söz­
de "doğal" rolüne -çocuk doğurmak- en çok uyan bu ilişki­
nin boyutuna ve bunun hem millet kurgularına hem de ka­
dınların toplumsal konumlanışlarına yönelik tazammunları­
na odaklanmaktadır. Paola Tabet'in (1996) öne sürdüğü gi­
bi, "doğal" ve "kontrollü" üreme şeklinde bir ikilik oluştu­
rulamaz: sözde doğal biyolojik üreme, onu kuran belli top­
lumsal, siyasi ve ekonomik bağlamlar içinde gerçekleşmek­
tedir. Sonraki bölümlerde ele alınacağı üzere, milletlerin sı­
nırlarının kurulmasında çeşitli kültürel, yasal ve siyasi söy­
lemler kullanılmaktadır. Bununla birlikte bu sınırlar, insan­
lan "biz" ve "onlar" olarak sınıflandırmak için kurulmakta
ve nesilden nesile aktarılmaktadır. Ayrıca kadınlar, çocukla­
rın/insanların biyolojik "üreticileri" olarak, bu sınırlar içinde
"topluluğun taşıyıcıları"dır (Yuval-Davis, 1980) .
Bu, feminist literatürde çoğunlukla gözardı edilen bir şey­
dir. Örneğin Kahire'deki BM Konferansı öncesinde yayınla­
nan Focus on Gender adlı Oxfam dergisinin konferansta ele

61
alınacak olan nüfus ve üreme haklanna ilişkin özel sayısının
editoryal yazısında, "biyoloji, evlilik ilişkileri ve akrabalık
yükümlülüklerinin, kadınların kendi doğurganlıklan konu­
sunda karar verme özgürlüğünün önüne geçebileceği" belir­
tilmektedir (1994: 4) . Bu bölümün iddiası, kadınlann ken­
di etnik ve milli topluluklanndaki ve yaşadıklan ve/veya va­
tandaşı oldukları devletlerdeki konumlanışlannın ve bu et­
nik ve milli cemaatlere ve devletlere karşı yükümlülükleri­
nin, onların üreme haklarını etkilediği ve bazen de bu hak­
ların üzerinde tasarruf sahibi olabildiğidir.
Ancak çeşitli milliyetçi söylemlerde kadınlan "topluluğun
taşıyıcıları" olarak kurmak için sıkça kullanılan özgül yolla­
n tartışmaya başlamadan önce, kadınlann üretken rolleri ile
millet kurgulan arasındaki kesişmeler incelenecektir.

Kan ve Aidiyet

"Ortak köken" mitinin (veya gerçeğinin) birçok etnik ve


milli topluluğun kurulmasındaki rolü ve bir cemaate onun
içinde doğarak katılındığı dikkate alınırsa, etnik ve milli
söylemlerde kadınlann üretken rollerinin esas önemi orta­
ya çıkmaktadır. Bazı durumlarda, özellikle de milliyetçi ve
ırkçı ideolojilerin sıkı bir biçimde içiçe geçtiği durumlar­
da, topluluk içinde doğmayanlar dışlandığı için bu, toplu­
luğa katılmanın tek yolu olabilir. Bu tip durumlarda "dışar­
dan olanlann" cemaate katılabilmelerinin tek yolu, grupla­
rarası evliliktir. Ancak bu durumda bile, Nazi hukuku örne­
ğindeki gibi, ötekilerin (Yahudiler, siyahlar) , kanı sekizde
bir veya onaltıda bir oranında olsa bile "saf kan" "kirlenebil­
mektedir" . james Davis, Who is Blach? One Nation's Definiti­
on (1993) adlı kitabında, ABD'de "kimin siyah olduğu" tanı­
mında işleyen "tek damla" kuralını anlatmaktadır.
Bu nedenle ırkın "saflığı" ile meşgul olanların, farklı top-

62
luluk mensupları arasındaki cinsel ilişkilerle de ilgilenme­
leri tesadüf değildir. Benzer biçimde, İsrail faşist partisi
Kach'ın lideri Rabbi Kahana'mn İsrail Parlamentosu üye­
siyken verdiği ilk (ve tek) yasa teklifi, Yahudilerle Arap­
lar arasında cinsel ilişkinin yasaklanmasına ilişkindi. Gü­
ney Afrika hükumetinin apartheid'ı (ırk ayrımı) kaldırma
yolundaki en önemli adımlarından biri, farklı "ırklardan"
insanların cinsel ilişkilerine ve evlenmelerine yasal olarak
izin vermekti.
Milli bir topluluğa yeni bir bebeğin katılımı, elbette sadece
biyolojik bir mesele olmaktan uzaktır. Farklı din ve örf-adet
kurallarına göre, çocuğun üyeliği, sadece babanın (Müslü­
manlıktaki gibi) veya annenin (Yahudilikteki gibi) üyeliğine
bağlı olabilir veya her ikisininkine ya da gönüllü seçime açık
olabilir. Çocuklar "karma ebeveynden" doğarak topluluğun
parçası haline geldiklerinde ve aksi durumda çeşitli kural ve
düzenlemeler yürürlüktedir. Bunlar Güney Afrika'daki gi­
bi ayn bir toplumsal kategori; kölelik zamanlanndaki gibi,
"alt" bir topluluğun parçası ya da -daha nadir olmasına rağ­
men- Meksika'da İspanyol yerleşimcilerle, aristokrat kızıl­
derililer arasındaki evliliklerdeki gibi, daha "üst" bir cemaa­
tin parçası sayılabilirler (Gutierrez, 1995) . Toplumsal gele­
neklerin yamsıra yasal düzenlemeler de burada hayati önem
taşımaktadır. 1 970'lerde Ganalı bir adam, İngiltere Göçmen
Kanunu'nun babalık maddesini öne sürerek ve Afrikalı bü­
yükannesinin İngiliz büyükbabası ile yasal olarak evlendiği­
ni belirterek, kendisinin İngiliz kökenli olduğunu iddia et­
meye çalışmıştır. O dönemde hiçbir İngiliz erkeğin Afrikalı
bir kadınla gerçekten evlenmeyeceğini öne süren hakim, id­
diayı reddetmiştir (WING, 1985).
Milletlerin örgütleyici ilkesi olan "ortak köken"in önemi
duruma göre değişmektedir. İsviçre ve Belçika gibi bazı mil­
letlerde, birtakım belli etnik gruplaşmalar "millet"i oluştur-

63
maktadır. ABD veya Avustralya gibi göçmen toplumlarda,
"ortak köken"den ziyade "ortak kader" , "millet"in kurulu­
şunda önemli bir faktör olabilir. Ancak yine de göçmenlik ve
doğum politikalannı da kapsayan millet kurma süreçlerinin
temelini oluşturan "köken" ve kültürün açıkça olmasa da
zımnen bir arzu edilebirlik hiyerarşisi mevcuttur (Stasiulis
ve Yuval-Davis, 1995). Kadınlann yurtiçi, yurtdışı göçmen
ve mülteci olarak konumlan, sınırların milliyetçi kurguları
tarafından derinden etkilenirken, ayrımcı milli doğum poli­
tikaları da "millet" içindeki tüm kadınların hayatlarını etki­
leyebilmektedir.
"Ortak köken" , özgül milliyetçi projelerin en önemli bo­
yutu olmadığında bile, "gerçek" kökenini bilmek, kişinin
kimliğini ve belli etnik ve milli topluluklarla özdeşleşmesi­
ni derinden etkileyebilmektedir. Marilyn Strathem (l 996a;
1 996b), çocuk kavramının (sürekli bir katılım sürecinden
ziyade) tek bir cinsel eylemin sonucu olduğu fikri gibi, bu­
nun da özgül bir Avro-Amerikan kültürel kurgusu olduğu­
nu iddia etmektedir. Evlatlık ve yapay döllenme yoluyla do­
ğan çocukların -onlara bakan ve besleyip büyüten ebevey­
nini kabul etmek yerine- "hakiki" ebeveynini arayışlan, Ba­
tı modeli kimlik kuruluşunun ışığında değerlendirilmelidir.
Bu konuda ilginç bir örneğe, 1 995 yılında İngiliz basınında
yer alan bir haberde rastlanmaktadır: Bu haber, bebekken
Yahudi bir aile tarafından evlat edinilen ve evlatlık işlem­
lerine ilişkin belgelere ulaşmasına izin verildiğinde aslın­
da "Yahudi" değil "Arap" olduğunu öğrenen bir adama iliş­
kindir. Londra'daki öğrencilikleri sırasında tanışan bir İn­
giliz kadını ile Kuveytli bir adamın ilişkisi sonucunda doğ­
muştur. Adam, "biyolojik" babasının kendisiyle hiçbir şekil­
de ilgilenmediğinin farkında olmasına karşın, Kuveyt vatan­
daşlığını elde etmek için (muhtemelen nafile) bir yasal sava­
şa girişti. Bir ailenin yanısıra etnik ve milli bir topluluk üye-

64
liği, bu köken arayışının nihai hedefiydi. Bu konudaki her­
hangi bir belirsizliğe izin vermemek için, lsrail'deki taşıyı­
cı anneliğe ilişkin kanun, taşıyıcı anne ile "hakiki" anne­
nin dinsel kökenlerinin aynı olması gerektiğini belirtmekte­
dir (Ma'ariv, 10 Temmuz 1996) . 1980'li yıllarda lngiltere'de
birçok yerel otoritenin ırklararası velayet ve evlat edinmeye
izin vermeme çabası, bireysel kimlik, aile üyeliği ve toplulu­
ğun aşılamaz sınırlan arasında özselci doğrusal bir ilişki ol­
duğunu varsaymaktadır.
Genetik mühendisliğindeki yeni gelişmeler ve belirli has­
talıklara yakalanma ihtimalimizi ve bunun yanısıra ahlaki ve
toplumsal yeteneklerimizi belirlediği varsayılan çok sayıda­
ki genin tanımlanışı, biyolojik kökeni bilme ihtiyacı için ye­
ni tıbbi sebepleri öne çıkarmaktadır. Bununla birlikte gene­
tik zeka kuramlanna ilginin yeniden canlanması (Herrnste­
in ve Murray, 1 994) , sözde bilimsel çıkarlar ve toplulukla­
nn ırka dayalı kurgulan arasındaki karşılıklı yakın ilişkiyi
bir kez daha göstermektedir.
Bir yanda insanlann "hakiki" biyolojik kökenlerini keşfet­
me ihtiyacı ve bunun kimlik kurgulan üzerinde doğrudan
etkileri yer alırken diğer yanda tıbbi ve genetik mühendis­
lik gelişmelerinin insan -ve son zamanlarda da hayvan (do­
muz)- bedeninin parçalannın naklini sağlaması gülünçtür.
Kalp gibi hayati ve sembolik önemi olan organlar sözkonu­
su olduğunda bile, bu gelişmelerden ikincisi, insanlann ken­
dilerinin -ve ötekilerin- kim olduğuna dair algılamalannı et­
kiliyor gibi gözükmemektedir. Bu biyoloji/kimlik söylemin­
de, bedenin bazı bölümleri ötekilere göre kimlikle daha doğ­
rudan bağlantılı görülmektedir. Yapay döllenme ve "taşıyıcı
annelik" meselelerine ilişkin ahlaki ve yasal tartışmalar, "döl­
yatağı olarak kadın" ve düşük ekonomik ve etnik konumda­
ki kadınlann üreme yetisinin metalaştınlması tartışmalannın
merkeziliğini kanıtlamaktadır (Rayınond, 1 993).

65
Bu metalaştırma aynı zamanda, kadın ve bebek ticaretin­
de ve araştırma ve organ nakli amaçlı, insanı dehşete düşü­
ren, cenin ve çocuk organı ticaretinde uluslararası bir boyu­
ta sahiptir (1993: 187). Buradaki ilişki sadece ekonomik ka­
zanç sağlamak veya bir çocuğa sahip olmak için yanıp tutu­
şan, üreme "ürünleri" satan ve alan tek tek bireyler arasında
değil, aynı zamanda yüksek ve düşük milli doğum oranlarına
sahip güçlü ve güçsüz milli topluluklar arasındadır.
Kadınların çocuk sahibi olmaya ya da -özellikle de doğum
öncesi uygun testlerin gelişimiyle birlikte- istedikleri cinsi­
yetten çocuğa sahip olmaya teşvik edilmeleri, bundan vaz­
geçirilmeleri, bazen de bu konuda baskı görmeleri ile taşı­
yıcı annelik ve evlat edinme de, milliyetçi projeleri belli ta­
rihsel dönemlerde kuran hegemonik söylemlere bağlıdır. Üç
temel söylemden birisi veya birden fazlası, milliyetçi nüfus
kontrol politikalarına egemen olma eğilimindedir. Bu söy­
lemler, "iktidar olarak halk" dediğim söylem; öjenist söylem
ve Malthusçu söylemdir. Bu politikaların uygulanma süreç­
leri ve kadınların bunlara tepkilerinin ayrıntılı incelenmesi
bu kitabın kapsamını aşsa da, sözkonusu söylemler bu bölü­
mün ileriki kısımlarında anlatılacaktır.

İktidar Olarak Halk

Bu söylemde "milletin" geleceğinin, onun sürekli büyüme­


sine bağlı olduğu düşünülmektedir. Bazen bu büyüme, dış
göçe dayandırılabilmektedir, bazen de neredeyse yalnızca
daha fazla çocuk doğurması istenen kadınların üreme ye­
tisine bağlıdır. Sivil ve askeri çeşitli milliyetçi amaçlara yö­
nelik olarak insana -özellikle de erkeğe- ihtiyaç duyulabil­
mektedir. Onlara işçi, yerleşimci ve asker olarak ihtiyaç du­
yulabilmektedir. Örneğin Japonya'da hükümet, okul çağın­
dan küçük her çocuk için aylık 5000 yen (38 dolar) , ailenin

66
üçüncü çocuğu içinse bunun iki katını ödül olarak sunmak­
tadır. Japonya, bugünlerde tarihinin en düşük doğum ora­
nına sahip olduğu için endişelenmektedir (çocuk yetiştirme
koşullan çok kötü olduğu için Japon kadınlarının "doğum
grevi"ne gittikleri yönünde bir söylenti mevcuttur) . TV rek­
lamları, insanlara hararetle "Çocuğunuz için bir erkek (ve­
ya kız) [sici kardeş getirin" tavsiyesinde bulunmaktadır. Bu
kampanyanın resmi gerekçesi "millet"in refahıdır: Japon­
ya'nın nüfusunun azalması, "işgücü kıtlığına, ekonominin
yavaş büyümesine ve yaşlılara yönelik sosyal hizmetleri des­
teklemek için daha büyük vergi yükü"ne yol açacaktır. Yine
de bu kampanya, Japon imparatorluğunun iyiliği için ger­
çekleştirilen 1 930'lann baskıcı "üre ve çoğal" kampanyasını
anımsatmaktadır (WGNRR, 199 1 ) .
Avustralya gibi göçmen toplumlarda, "çoğal veya yok ol"
çağrısı yapılmaktadır (deLepervanche, 1989) . Oradaki "mil­
let yaratma" sürecinin yaşayabilmesi için, halkın belli bir
"kritik" sayıda olmasının hayati olduğu düşünülmektedir.
Bu hedefi gerçekleştirmenin hızlı bir yolu olarak dışardan
göç teşvik edilmekte, ancak "san tehlike" olarak yorumla­
nan Asyalılar gibi, "istenmeyen ögeler"i dışarda tutacak ön­
lemler baştan alınmaktadır. lsrail'de de insanların ülkeye
yerleşmelerini sağlamak için, dışardan göç yoğun bir şekil­
de teşvik edilmektedir. Bu örnekte tercih edilen göç daha
da dışlayıcıdır - yani Eşkenazi (Batılı) ve Mizrakhi (Doğu­
lu) gibi az çok "tercih edilebilir" Yahudi topluluklarını da­
hil etse de, Yahudi göçüdür. Bununla birlikte Avustralya'da­
ki seyrek Aborijin nüfusunun aksine, yerli Filistin nüfusu,
Siyonist Yahudi yerleşim projesine şiddetle karşı koymuş ve
"millet yaratma" sürecinin askeri boyutu ağır basmıştır (Ab­
do ve Yuval-Davis, 1995; Ehrlich, 1987) . Yahudi kadınlan
daha fazla çocuğa sahip olmaları yönünde teşvik etmek için,
çocuk ödenekleri, doğum izni ve devletin kuruluşundan

67
sonraki yıllarda (Sovyetler Birliği'ndeki benzer bir politika­
yı izleyerek) on veya ondan fazla çocuk sahibi olan "kahra­
man anneler" için ödül ilanını da kapsayan çeşitli politika­
lar geliştirilmiştir.
Filistinlilerle yapılan "demografik yarış", İsrail tarihinde
önemlidir (Portuguese, 1996; Yuval-Davis, 1989) . İsrail Dışiş­
leri Bakanı olarak İsrail'in (1967 savaşından beri işgal altında
olan) lşgal Altındaki Topraklardan (çok kısmi olarak) çekil­
mesi yönündeki istekliliğini açıklayan Şimon Perez'in, "Poli­
tika, coğrafya değil, nüfus meselesidir" demeci İsrail basının­
da (Ekim 1993) yer almıştır. Lübnan, Kıbrıs ve (eski) Yugos­
lavya gibi aynı topraklar için mücadele eden iki milli grup ara­
sında milli anlaşmazlıkların olduğu başka toplumlarda, "de­
mografik denge"ye benzer bir önem verilmektedir. Örneğin
Slovenya'da en büyük parti olan Demos platformu 1991'de,
açıkça "kadınların milletin gelecekteki askerlerini kürtajla al­
dırma hakkı olmamalıdır" beyanında bulunmuştur. Polon­
ya'da 1989'da kürtajın suç sayılmasına yönelik argümanlar­
dan birisi, büyük nüfus ihtiyacına kanıt olarak, Polonya'nın
Kızıl Ordu karşısında 1920'deki zaferine atıfta bulunmaktadır
(Fuszara, 1993) . Aynca Kuzey İrlanda sorununa çözüm bu­
lunmasına yönelik baskıların, büyük ölçüde Katoliklerin çok
geçmeden oradaki en kalabalık nüfus haline gelecek olması
yüzünden arttığına ilişkin iddialar mevcuttur.
"Demografik yarış" , sadece mücadele edilen topraklar için
milli bir anlaşmazlık olduğunda değil, aynı zamanda hege­
monik topluluğun hegemonyasını elde tutmak için etnik bir
çoğunluğun hayati göıülmesi durumunda da oluşabilir. An­
gela Davis, 1906'da Başkan Roosevelt'in "kasti kısırlaştırma­
ya -ki cezası milli ölüm, ırkın intihan olan tek günah- baş­
vuran beyaz iyi aile kadınlarını nasıl uyardığını" anlatmak­
.
tadır ( 1993: 35 1 , aktaran Portuguese, 1996: 33-4) . Son za­
manlarda Bulgaristan'da hükümet benzer kaygılarla, daha

68
yüksek doğum oranına sahip olan Türk ve Romen azınlık­
larla "demografik yarış" içindeki etnik Bulgar kadınlarını
daha çok çocuk sahibi olmaları yönünde teşvik edecek pol­
tikalar uygulamaktadır (Petrova, 1993) .
Kadınların daha çok çocuk yetiştirmeleri yönündeki bas­
kı, milli bir felaketin üstesinden gelmek için kullanılan mil­
li bir strateji de olabilir. Örneğin Rusya'daki doğum-yanlı­
sı politikalar, devrim ve iç savaş sonrasında nüfusun tüken­
mesine doğrudan bir karşılıktı (Riley, 198lb: 193, Portu­
guese içinde, 1996: 48) . Benzer şekilde lsrail'de de doğum­
yanlısı ideolojiler sadece Siyonist yerleşim projeleri ile değil,
6 milyon Yahudinin öldüğü Nazi Soykırımı ile de bağlantı­
lıdır. Çocuk sahibi olmamak -veya Yahudi cemaatinin "dı­
şından" biriyle evlenmek ve çocuk yapmak bile- "demogra­
fik Soykırım"a bir katkı olarak düşünülmektedir. l 980'le­
rin başında İçişleri Bakanlığı'ndan kıdemli bir memur, yasal
kürtaj üzerinde düşünen Yahudi kadınlarına, "yaşam-yanlı­
sı" hareket görüntüleriyle hem ceninlerin öldürülen bebek­
ler olarak gösterildiği hem de Nazi toplama kamplarındaki
Yahudi çocukların görüntülerinin yeraldığı bir videoyu zor­
la seyrettirme girişiminde bulunmuştur (neyse ki becereme­
miştir) (Yuval-Davis, 1989: 99) .
Tabii ki kadınların, millet uğruna çocuk doğurmaya zor­
lanmalarının doruk noktası, SS erkeklerin "saf stok" için Ari
kadınlardan mümkün olduğunca çok çocuk sahibi olma­
ya teşvik edildikleri Lebensborn programı ile Nazi Alman­
yası'nda gerçekleşmiştir. Erkeklerin kadınlarla evlenmesi
beklenmiyordu ve çocuklar devlet tarafından yetiştiriliyor­
du (Koontz, 1986: 398-402) . Bununla birlikte Naziler, bel­
li Alman kadınlarını çocuk sahibi olmaya zorlarken, bazıla­
rını da olmamaya zorlamıştır. Bu, onların milli üremeye iliş­
kin öjenist söylemlerinin bir parçasıdır: "Erkeklerin kadın­
lar için mücadelesi, sadece en sağlıklılara çoğalma hakkı-

69
nı veya fırsatını verir" (Hitler, Mein Kampf, aktaran Koon­
tz, 1986: 402).

Ôjenist Söylem

Sahte-bilim olan öjenisizm, milletin büyüklüğü ile değil,


"kalitesi" ile ilgilenmektedir. "Millet"in "kalitesi"ne olan il­
gi, tabii ki kendilerini açıkça ifade eden öjenistlerden daha
geniş çevrelerce de paylaşılmaktadır. Beveridge'in ünlü ra­
porunda, İngiliz refah devleti sisteminin kurulmasına yöne­
lik motivasyon olarak anlattığı şey "lngiliz ırkı"na olan il­
gidir (Beveridge, 1942) . Refah milletlerinin kalitesini artır­
mak için yoksullara daha iyi sağlık, eğitim ve konut edindir­
me hizmetleri gerekli görülmektedir. Bununla birlikte öje­
nik, çocukların daha iyi beslenmesiyle ilgilenmemekte, seçi­
ci üreme biçiminde "doğa" aracılığıyla milletin kalitesini ön­
ceden belirleme çabası içine girmektedir.

Irkla ilgilenen bilim adamları, insan ırkının geleceğini ge­


netik kanunların belirleyeceğini söylemektedir: siyaset ya­
pıcıların tek seçeneği, insanlığın ilerlemesi için genetik bil­
giyi kullanmak veya ırksal dejenerasyonun Volk'u yoket­
mesine izin verilmesine razı olmamaktır. (Koontz, 1 986:
1 50)

"Saf Ariler"in çeşitli ekonomik ve toplumsal teşviklerle


çoğalmalarının sağlanmasına karşın, "zeka seviyesi düşük
olanlar" ve diğer türden Lebensunwurdiges ("değersiz hayat­
lar") için zorla kısırlaştırma programı (başarılı bir direniş­
le karşılaşılana kadar) yürütülmüştür. Yine de bu türden bir
program, Nazi icadı değildi. Örneğin 1927'de Birleşik Dev­
letler Anayasa Mahkemesi, Virginia Eyaleti'nin zorunlu kı­
sırlaştırma kanununun anayasaya uygunluğunu onaylamış-

70
tır ve bu tür programlar, ABD'nin bazı Güney eyaletlerinde
1970'lere kadar resmen uygulanmıştır. Eylül 1 994'te Kahi­
re'de düzenlenen BM Nüfus ve Kalkınma Politikaları Konfe­
ransı'nın Sivil Toplum Örgütleri Forumu'ndaki bildirilerde,
hem Kuzey hem de Güney'deki birçok ülkede engelli kişile­
ri hedef alan benzer yapıdaki (resmi politikalar olmasa da)
pratikler anlatılmıştır. Genetik mühendisliğinin, bu eğilimi
gelecekte daha da teşvik etmesi muhtemeldir.
Ancak öjenist milli üreme kurguları, gelecek neslin fizik­
sel "sağlığı"ndan daha öte bir şeyle ilgilenmektedir: "ulu­
sal stok" ve kültürel özelliklerin biyolojikleştirilmesi. lngil­
tere'de Kraliyet Nüfus Komisyonu l 949'daki raporunda şu
açıklamada bulunmuştur:

Dünyadaki İngiliz gelenekleri, tavırları ve fikirleri akıl­


da tutulmalıdır. Dışardan göç, sonuçta nüfus içindeki yer­
li stok oranını düşüreceği için, nüfusu yerine koyma düze­
yinde tutmanın tercih edilebilir bir yolu değildir. (Aktaran
Riley, 1 98 la)

Burada, Margaret Thatcher'a Birleşik Krallık'taki ilk seçim


kampanyasını kazandıran "göçmenler tarafından yutulma
korkusu"nun merkezinde yer alan "kültür" ve "geleneğin"
soykütüksel "farklılık" kavramına indirgenerek özselleştiril­
diği Powellcı/fhatchercı "yeni ırkçılık" kavramının (Barker,
1981) kökenleri görülebilmektedir (Üçüncü Bölüm'deki tar­
tışmaya bakınız) .
Günümüzde nüfus politikalarının en güçlü öjenist kaygı­
larla oluşturulduğu ülke Singapur'dur. Singapur'da Başba­
kan Lee Kuan Yew, yüksek eğitimli kadınlardan, vatanse­
verlik görevi olarak genetik açıdan üstün çocuklar doğur­
malarını istemiş, diğer yandan yoksul, eğitimsiz kadınlara,
genetik açıdan aşağı çocuklar doğurmayı sürdürmeyip kı-

71
sırlaştınlmayı kabul ettikleri takdirde 10.000 dolarlık nakit
ödül verilmiştir (Heng ve Devan, 1992). Her zaman bariz ol­
masa da ve her yerde aynı ölçüde rastlanmasa da birçok ül­
kede, nüfusun (sınıf, etnisite, "ırk" ve çoğunlukla bunların
hepsine birden dayalı) farklı katmanlarına yönelik ayrımcı
bir şekilde, çocuk doğurmaya teşvik ve caydırma politikala­
rı mevcuttur.
Örneğin Tamar Lewin (WGNRR, 1991) Kansas'ta (uzun
dönemde yavaşça kana karışan kimyasal gebelik önleyici
içeren) Norplant çubuklarının deri altlarına yerleştirilme­
si için, sosyal yardım alan annelere (çoğu siyah) 500 dolar
artı yılda 50 dolar ödenmesine dair bir plandan bahsetmek­
tedir. Sağ kanattan bir "yaşam hakkı" temsilcisi tarafından
önerilen program, "sosyal yardım alan siyah anneler arasın­
da artan yoksulluk yüzünden" yerli bir gazetedeki başyazı­
da desteklenmişti. Norplant ile ilgili geniş çaplı deneylere
-Norplantın verildiği kadın grupları dikkatle seçilmiştir­
katılan Kuzey'deki tek ülke ABD'dir. Kötü şöhrete sahip De­
po-Pravera enjeksiyonu (hayatı tehdit edici yan etkileri yü­
zünden birçok ülkede yasaklanan uzun dönemli gebelik ön­
leyici) ve (Quinacrine benzeri onaylanmamış cerrahi olma­
yan kısırlaştırma yöntemlerini de kapsayan [Berer, 1995 ] )
kısırlaştırmalar gibi güvenli olmayan gebelik önleme araçla­
rının, lngiltere'den Avustralya'ya birçok Batılı ülkede mün­
hasıran yoksul ve azınlık kadınlarına verildiği yaygın ola­
rak bilinmektedir (Reproductive Rights Campaign bülten­
leri, 1981-3) .

Malthusçu Söylem

Gelişmekte olan birçok ülkede (veya bazen LACAAP ül­


keleri de denilen: Latin Amerika, Karayipler, Afrika, Asya
ve Pasifik ülkelerinde) durum biraz farklıdır. Bu ülkeler-

72
de nüfusun kontrolsüz bir şekilde sürekli artışının ("patla­
masının") ulusal (veya uluslararası) bir felaket getirebilece­
ği korkusu vardır (Hartman, 1987). Buralardaki nüfus kon­
trol politikalarının temel hedefi genel büyüme oranının dü­
şürülmesidir. Bu tür politikalar için kadınlar çoğunlukla
"tutsak" hedef nüfustur. Örneğin Brezilya'da sezaryen yapı­
lan kadınların %45'inin kısırlaştırıldığı bildirilmiştir (Bradi­
otti vd. , 1994: 144) ve bu tür hikayelere başka yerlerde de
rastlanmaktadır. Hindistan'da 1970'lerde "olağanüstü hal"
sırasında, kısırlaştırma politikaları temelde erkekleri hedef
almıştı. Bu, Kongre Partisinin bir sonraki seçimlerde ken­
di kalesinde yenilgiye uğramasının ana nedenlerinden bi­
ri olarak düşünülmüş ve bunun sonucu olarak kadınlar nü­
fus kontrol politikalarının neredeyse tek hedefi haline gel­
miştir. Kadınların özellikle hastanelerde doğum yaparken
kısırlaştırılmasına dair yıllık hedef rakamlar bulunmasına
karşın, erkeklerin meni kanalı ameliyatı ( vazektomi) nere­
deyse ortadan kalkmıştır ( 1994'teki BM Kahire Konferan­
sı'ndaki sözlü sunuş) .
Bir İngiliz din adamıyken ekonomist olan Thomas Malt­
hus, 1800 yılından önce, gezegenin küresel gıda kaynakla­
rından daha hızlı artan insan nüfusunu uzun süre besleye­
meyeceği kehanetinde bulunmuştur. Bunu, insan nüfusu­
nun her nesilde geometrik hızla artmasına karşın, gıda arzı­
nın sadece aritmetik hızla artışı ile açıklamaktadır. Savaşla­
rın ve katliamların yanısıra, yoksulluğun, kıtlığın ve salgın
hastalıkların yol açtığı sefalet, insan nüfusunu kontrol altın­
da tutabilirdi. Bununla birlikte Hartman'ın yorumladığı gi­
bi ( 1987: 13-14), Malthus iki temel hususta yanılmıştır. Bi­
rincisi nüfus artışı, sadece "doğal" felaketlerle değil, bireyle­
rin gönüllü seçimleriyle de yavaşlayabilir ve sonunda denge­
lenebilir. İkincisi Malthus, gezegenin artan insan nüfusunu
besleme kapasitesini ve bunun sonucunda ortaya çıkan in-

73
san üretimi ile üreme oranlan arasındaki çok farklı ilişkile­
ri gözardı etmiştir.
Bununla birlikte Malthusçu tarzdaki kehanetler, gittik­
çe daha çok Üçüncü Dünya ülkelerine odaklanmasına rağ­
men, düzenli aralıklarla işitilmeye devam etmektedir. Stan­
ford Üniversitesi biyoloğu Paul Ehrlich tarafından 1968 yı­
lında yazılan The Population Bomb adlı kitap bu açıdan çok
etkilidir. Üçüncü Dünya'daki nüfus artış hızına odaklana­
rak, Batılı olmayan "ötekiler" tarafından "yutulma"ya iliş­
kin ırkçı korkuyu, sömürge sonrası dönemde Üçüncü Dün­
ya ülkelerindeki yoksulluğun ve düşük yaşam standardının
sürüp gitmesine dair suçlu Batılı liberal vicdanlara yönelik
kolaycı bir açıklama ile birleştirmiştir. Yine de hepsinden
önemlisi, Malthusçu söylem, sadece ideolojik bir söylem ol­
mayıp, birçok Üçüncü Dünya ülkesinde, ülkenin ekono­
mik ve toplumsal sorunlarını çözmede temel bir strateji ola­
rak nüfus politikalarının mihenktaşı haline gelmiştir. "Kon­
trol edilemez" nüfus artışının bir sonucu olarak işgücü arzı
ve talebi arasındaki denge ciddi biçimde tehdit edildiği tak­
dirde, ekonomik ve politik sistemin istikrarsızlaşması kor­
kusu mevcuttur.
Bu anlamda en ileri giden ülke Çin'dir. 1950'lerde Mao,
halkı milli iktidarın ve kaynakların bir parçası olarak görür­
ken, 1 970'lerde politika tamamen tersine dönmüştür. Çin­
li ailelerin birçoğunun birden fazla bebek sahibi olmama­
ları için (bazı azınlıklara ve kırsal kesimden ailelere eğer
ilk çocukları kız ise, iki çocuk izni verilmiştir) sert önlem­
ler alınmıştır. Bunlara uymaktan kaçınmanın en aşın ceza­
sı, ebeveynin işsiz bırakılması ve çocuğun eğitimden mah­
rum edilmesidir. Yine de kısmen ayrımcı politikaların sonu­
cu olarak, kısmen de devlet kontrolünün şehirlerde ve ülke­
nin merkezi bölgelerinde daha etkili olması yüzünden, bu
politikaların etkileri oldukça eşitsizdir. Bu durum, geri kal-

74
mış kırsal bölgelere ve azınlık gruplarına doğru demografik
bir kaymaya neden olmuştur. Buna tepki olarak Çin'in daha
öjenist nüfus kontrol politikalarına yöneldiğine dair işaret­
ler mevcuttur: " Çin, 'düşük kalitedeki yeni doğumları önle­
mek ve bütün nüfusun standartlarını yükseltmek' için kür­
tajı, kısırlaştırmayı ve evlilik yasaklarını kullanacaktır" (ak­
taran resmi Yeni Çin Haber Ajansı, Washington Post, 22 Ara­
lık 1 993). Tibetliler gibi birtakım cemaatlere karşı sert nü­
fus kontrol önlemleri alındığına dair haberler alınmaktadır
(Lentin, yayımlanacak) .
Malthusçu politikaların etkisi oldukça cinsiyetçidir. Ço­
cuk sayısının kısıtlanması yönünde güçlü baskıların oldu­
ğu ve erkek çocuklara toplumsal ve ekonomik nedenlerle
daha çok değer verildiği yerlerde, kürtaj ve bebek cinayetle­
ri çoğunlukla kız bebeklere yönelmiştir. Malthusçu politika­
lar uygulanmaya başladıktan sonra, Çin ve Hindistan'ın köy­
lerinde doğan belli yaş gruplarının %100'ünün erkek oldu­
ğuna dair söylentiler vardır. Aynca uluslararası evlat edin­
me için kız çocuklara çoğunlukla daha kolay erişilmektedir.
Güney'deki katı nüfus kontrol önlemlerinin ardında ya­
tan "milli çıkar" çoğunlukla hükümet inisiyatifinin bir so­
nucu olmayıp, Kuzey'in (özellikle de ABD'nin) kendi "mil­
li çıkarları"nı algılayışı yüzünden dışardan teşvik edilmek­
tedir. Birkaç yıl önce dışarıya sızan bir CIA raporunda, yük­
sek doğum oranlarının "Üçüncü Dünya'da siyasi istikrar­
sızlığa yol açtığı ve bunun Birleşik Devletler için güvenlik
sorunları yaratabileceği" anlatılmaktadır (WGNRR, 199 1 ) .
Reagan yönetimi, "kalkınma" yardımının parçası olarak
nüfus kontrolü için 3 milyar dolar vermiştir ki bu john­
son, Nixon, Ford ve Carter zamanında bu amaçla harca­
nan toplam miktarın üç katıdır (Hıristiyan sağın baskıları
yüzünden, kürtaj hizmetlerini destekleyecek her türlü yar­
dımı yasaklamalarına karşın) . Elizabeth Sobo'nun (WGN-

75
RR, 1 99 1 ) belirttiği gibi, Afrika halkının nüfus yoğunlu­
ğu Avrupa'nın onda biri olmasına rağmen, Birleşik Devlet­
ler Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) , Sahra altı Afri­
kası'ndaki 45 ülke (hepsi) ile içlerinde Meksika ve Filipin­
ler de olmak üzere toplam 95 ülkeye, aile planlaması ama­
cıyla para vermiştir.
Yeni Dünya Düzeninde, diğer kalkınma finansmanı tür­
lerine uyguladığı baskı nedeniyle Dünya Bankası, nüfus po­
litikalarının oluşumunda kilit bir rol oynamaktadır. Böyle­
ce nüfus kontrol önlemleri, "yapısal uyum" paketinin par­
çası haline gelebilmektedir. Kısırlaştırılmaları veya IUD'ler­
den Depo-Pravera'ya, Norplant'a ve Quinacrine'e kadar di­
ğer uzun dönemli gebelik önleyicileri kullanmaları yönünde
kadınlar (hemen her zaman sadece kadınlar, özellikle de se­
zaryenle doğurduktan sonra kolay bir "tutsak seyirci" olan
kadınlar) üzerinde büyük bir baskı vardır. Bazen kullanılan
araçlar çok kurnazcadır. Görünüşe göre USAID, Nijerya'nın
en iyi müzisyenlerinden biri olan (ve kendisi 1 2 çocuk sahi­
bi olan) King Sunny Aid'e aile planlaması ve daha az çocuk
sahibi olunması hakkında şarkı söylemesi için 350.000 do­
lar vermiştir. Bu para "aile planlamasının kabulünü ve kulla­
nımını etkilemeye yönelik uygun kültürel araçlar"a verilen
tepkileri iyileştirmek için johns Hopkins Üniversitesi'ndeki
Nüfus lletişim Hizmetleri Merkezi'nin Beş Yıllık Programı
için ayrılan 35.4 milyon doların bir bölümüdür (WGNRR,
199 1 ) . Siyasetçiler, bir şekilde hata yaptıklarını anlamış ol­
malıydılar. 1980'de Mısır'ı ziyaretimde bunu açıkça gördüm.
Kahire'nin, bir adam, bir kadın, bir erkek, bir kız çocuk ve
transistörlü radyodan oluşan dev aile planlaması posterleri
ile kaplandığını gördüm. Bindiğim taksinin şoförünün bun­
lara tepkisi şöyleydi: "zavallı aptallar - yaşlandıklarında on­
lara kim bakacak?"

76
Toplumsal Bağlam

Taksi şoförünün bu yorumu, dikkatimizi bu politikaların


içinde yer aldığı toplumsal bağlama çektiği için önemlidir.
Ortak milli çıkarlar ile bireysel çıkarlar arasında kişinin sa­
hip olduğu çocuk sayısı açısından, çoğunlukla ciddi uyuş­
mazlıklar olduğunu dikkate almak önemlidir. Yaşlılara ve
hastalara bakacak refah yapıları yoksa, kendilerine baka­
cak yeterli sayıda sağlıklı çocuğa sahip olmak insanlar için
hayatidir. Üstelik gelişmiş kamusal sağlık hizmetleri yoksa
ve bebek ölüm oranı yüksekse, kadınların mümkün oldu­
ğunca çok hamile kalmaları gerçekten onların çıkarınadır.
Hartman'ın (1987: 8) da işaret ettiği gibi, bebek ölüm oranı
düşmeden, nüfus artış oranının düştüğü bir durum hiç ol­
mamıştır. Bunu yapısal uyum politikaları döneminde akıl­
da tutmak özellikle önemlidir. Çünkü bir yandan nüfus ar­
tış hızını kesmek için baskı yaratırken, diğer yandan da ka­
musal sağlık ve bakım fonları ile kadınlara sağlıklı bebek­
ler doğurmaları ve yetiştirmeleri için verilmesi gereken des­
teği kısmaktalar. Sonia Correa'nın (1994: 7) bildirdiği gibi,
üreme sağlığı ve haklan hareketinin yürüttüğü muazzam bir
uluslararası kampanya, Kahire'deki (Eylül 1994 tarihli) BM
Nüfus ve Kalkınma Politikaları Konferansı'nın siyasi günde­
mini değiştirmeyi başarmış ve böylece önergeler sadece ai­
le planlaması ve gebelik önleyici hizmetlerden değil, üre­
me sağlığından da bahsetmiştir. Aynca anne ve çocuk bakı­
mı, kanserin önlenmesi ve cinsel yolla bulaşan hastalıklar da
buna dahildir. Resmi BM bildirileri ve uygulamaları arasın­
da büyük bir mesafe olsa da, kamusal siyasi söylemdeki bu
değişim iyidir.
Ancak Kahire Konferansı sırasında kadınların üreme hak­
larına karşı sertçe direnen Vatikan/lran köktenci ittifakının
açıkça göstermiş olduğu gibi, dikkate alınması gereken tek

77
toplumsal faktör, kamusal sağlık altyapısının ve refah alt­
yapısının yokluğu değildir. Kadınların kendi bedenlerini
kontrol edebilmeleri, onlar ve öteki dini liderler için ken­
di otoritelerine doğrudan bir tehdit olarak algılanmaktadır.
Ve birçok kadın, kutsal dini kurallar ile örf ve adetlere iha­
net olarak yorumlanacak herhangi bir şey yaparken durak­
samaktadır. Bununla birlikte (Üçüncü Bölüm'de incelene­
ceği üzere) dinsel otoritenin, "asli" ve "özsel" dini şartların
bir sonucu olmaktan ziyade, kadınlar ve üreme tercihleriyle
uyuşmazlık içindeki konumlan meşrulaştırmak için başvu­
rulan bir şey olduğunun bu bağlamda vurgulanması önemli­
dir (Makhlouf Obermeyer, 1994).
Üstelik kadınların toplumsal değerinin (ve özellikle de
yaşlandıklarında bazı toplumsal güçleri kullanma yetenek­
lerinin) erkek çocuk sahibi olup olmamalarına bağlı olduğu
toplumsal ve kültürel sistemlerde, kadınların doğurdukları
çocuk sayısı, -Sonia Correa ve Ros Petchesky ( 1994) tara­
fından kadınların toplumsal haklan olarak adlandırılan şey­
lerle ilişkili olarak- eksiksiz ve her şeyi içine alan toplumsal
dönüşüm süreçlerine bağlı olabilir. Ekonomik, siyasi ve top­
lumsal küreselleşme süreçleri de, kadınların doğurganlıkla­
rı üzerinde çelişkili baskılar yaratmaktadır. Bir yandan ka­
dınların işe gitmeleri için daha büyük bir baskı mevcuttur
ve çoğunlukla uluslararası yardım örgütleri sayesinde da­
ha çok gebelik önleyiciye ulaşılmaktadır. Diğer yandan yük­
selen etnik ve dinsel köktenci kimliğe dayalı ve siyasi hare­
ketler, kadınlar üzerindeki kontrolü sıkılaştırmakta ve her­
hangi bir üreme hakkına karşı muhalefeti "örf ve adet" adı­
na artırmaktadır.
Bu genel bağlama ek olarak, Rani Bang ve Abhay Bang'ın
( 1992) işaret ettiği gibi yüksek teknolojiye sahip gebelik ön­
leyicilerin kullanımının kadınların hayatı üzerindeki he­
men beliren etkilerine de bakmamız gerekir. Birçok kadı-

78
nın jinekolojik koşullardan zarar gördüğü -kısırlaştınldık­
lannda veya deri altlarına Norplant yerleştirildiğinde bakım
görmedikleri- toplumlarda, kadınların fiziksel rahatsızlık­
ları da artmaktadır. Kadınların kanama geçirdikleri dönem­
lerde (örneğin Norplant sık sık kanamaya yol açar) dini va­
zifelerini yerine getirmelerinin yasak olduğu ve kocalarının
onlarla cinsel ilişkide bulunamadığı toplumlarda bu duru­
mun, kocalan tarafından terkedilmek veya boşanmak da da­
hil olmak üzere kadınların hayatında çetrefil sonuçlan ola­
bilmektedir. BM Kahire Konferansı'nın Sivil Toplum Örgüt­
leri (NGO) Forumundaki birçok bildiri bunu açığa çıkar­
mıştır. Bu bildiriler, Norplant çıkarıldıktan sonra olan er­
ken menapozun gecikmeli etkileri yüzünden kocalan tara­
fından terkedilen kadınların hikayelerini de kapsamaktadır;
yani fiziksel yan etkiler kısa vadeli olabildiği gibi uzun vade­
li de olabilmektedir.
Kadınların çocuk sahibi olup olmamaları yönünde baskı
ve bazen de güç kullananların hem dinsel (Katolik Kilisesi
gibi) hem de milli hükümet-dışı resmi ve gayri resmi grup­
laşmalar olabileceğini de unutmamak gerekir. Örneğin bir
Filistinli kadının "Savaşıp ölmesi için bir oğlumuz, hapse
gitmesi için bir oğlumuz, para kazanmak üzere petrol ülke­
lerine gitmesi için bir oğlumuz ve yaşlandığımızda bize bak­
ması için bir oğlumuz olması gerekir" dediği gibi, Filistinli
kadınlar üzerinde, milli mücadele için birçok çocuk doğur­
maları yönünde büyük bir baskı vardır. Yaser Arafat'ın "On
ayda bir Filistinli doğuran Filistinli kadın, .. .lsrail'i içerden
havaya uçurmakla tehdit eden biyolojik zamanlı bir bomba­
dır" dediği bildirilmiştir (Portuegese, 1996: 311).
Öte yandan evlilik dışı ve daha da kötüsü, "uygun" din­
sel ve milli sınırların dışında doğan çocukların, aileye utanç
getirdiği düşünülebilir ve "düşman"ın "dost"u olduğundan
şüphe edilen kadınlar ağır bir biçimde cezalandırılabilir. Ai-

79
lelerine ve etnik gruplarına verdikleri utanç yüzünden has­
tanelerde ve yetimhanelerde terk edilen, savaş sırasındaki
tecavüzler sonucu doğan Bosnalı çocuklara ilişkin haberler,
bu konuda iyi bir örnek oluşturmaktadır (Beşinci Bölüm'de­
ki savaş tecavüzlerine dair tartışmaya bakınız) .

Sonsöz: Üreme Haklan, Milletin


Yeniden Üretimi ve Feminist Siyaset

Girişte de tartışıldığı üzere, kadınların milli ve etnik toplu­


luklara uyelikleri, çift karakterlidir. Kadınlar bir yandan er­
kekler gibi topluluğun üyeleridir. Diğer yandan kadınlara
yönelik, sırf kadın oluşlarıyla ilgili özel kurallar ve düzen­
lemeler mevcuttur. Kadınların "millet"in biyolojik yeniden
üreticisi olarak kurulma biçimlerinin siyasi anlamları söz­
konusu olduğunda, bunu akılda tutmak özellikle önemli­
dir. Kendi toplumlarındaki biyolojik cinsiyet/toplumsal cin­
siyet sistemlerinde her zaman olmasa da çoğunlukla erkek­
ler egemen olmasına rağmen, kadınlar üremelerini denetle­
meyi amaç edinmiş ideolojilerin ve politikaların sadece pasif
kurbanları ve nesneleri değildir. Tam aksine, "sapkın" ola­
rak kurgulanabilecek öteki kadınlar üzerinde denetim uy­
gulayan, "uygun" davranış ve görünüşün ne olup olmadı­
ğı kararını vermeye yetkili olan ve "millet"in kültürel yeni­
den üreticisi rolü verilenler genellikle kadınlar, özellikle de
yaşlı kadınlardır. Çoğunlukla kadınlara bahşedilen toplum­
sal iktidarın ana kaynağı budur ve tamamen bununla uğra­
şabilirler.
Kadınların "üreme hakları"na ilişkin birçok feminist söy­
lem, "insan hakları olarak kadın hakları" sloganındaki gi­
bi kadınlarla bireysel olarak ilgilenme eğilimindedir. Correa
ve Petchesky'nin ( 1994: 109- 10) ileri sürdükleri gibi, "hak­
lar" söyleminin eleştirileri, hakların anlam ve değerinin, her

80
zaman siyasi ve toplumsal bağlama bağlı olduğuna, belir­
siz olduğuna ve insanların ait olduğu toplumsal kategorile­
re ve topluluklara bağlı olduğuna işaret etmektedirler. Bil­
hassa kadınların üreme haklarıyla ilgili olarak uluslararası
kuruluşlarca bu tip sloganların seçilmesinin ve Hakkın, ta­
mamen soykırımsal olmasa da, siyahların ve Üçüncü Dün­
ya halklarının büyümesini ve güçlenmesini engelleme ama­
cında olan "demografik savaş"ın bir parçası olmasına yöne­
lik son birkaç yıldır "beyaz olmayan kadınlar" arasında ar­
tan bir ilgi vardır (tartışmaların özeti için bkz. Petchesky ve
Weiner, 1990) . Ama sadece bunlar değil. Roza Tsagarousi­
anou'nun ( 1 995) ileri sürdüğü gibi, kürtajın yasaklanması
(ve ayrıca kadınların diğer üreme haklarının kontrolü) ka­
dınlara devlet malı gibi davranıldığının sinyalini vermekte­
dir. Öte yandan, 1994'teki Viyana BM lnsan Haklan Konfe­
ransı'nda olduğu gibi anti-bireyci kaygılar, kadınların üreme
haklarına ilişkin herhangi uluslararası yasal bir güvenceyi,
milletlerin kendi "kültür ve geleneklerini" uygulama hakkı­
nı da içeren kolektif insan haklarına bir müdahale olarak gö­
ren ve bu yüzden bu türde güvencelere itiraz eden milliyetçi
ve dinci köktenciler tarafından benimsenebilir.
Yukarıda belirtilen bazı meselelerin tazammunları, ileri­
deki bölümlerde ayrıntılı şekilde incelenecektir. Üreme hak­
larına dair feminist siyasetin yukarıdaki tuzaklan da dikkate
alan tam bir çerçevesini geliştirmek için çok yer lazım. Bu­
nunla birlikte böyle bir çerçeve, kadınların sadece "birey­
ler" olmadığını, aynı zamanda özel bir sınıf, cinsiyet ve ya­
şam döngüsü konumunun yanısıra milli, etnik ve ırksal ce­
maatlerin de mensubu olduklarını dikkate almalıdır. Ka­
dınlar sadece bireyler olmadıkları gibi, kendi toplulukları­
nın eyleyicileri de değillerdir. "Üreme haklan" kampanyala­
rı, çağdaş toplumdaki farklı topluluk ve gruplaşmaların ay­
rımcı iktidar boyutunu gözden kaçırmadan, bu toplumdaki

81
kimliklerin çeşitliliğini ve çok boyutluluğunu dikkate alma­
lıdır (bkz. Dördüncü Bölüm).
Bu tip kampanyalar, "kültür"ün özselci ve homojen bir
gelenekler ve adetler bütünü olmadığını, bunun yerine ge­
nellikle iç çelişkilerle dolu zengin bir kaynak, özgül iktidar
ilişkileri ve siyasi söylem içindeki çeşitli etnik, kültürel ve
dinsel projelerde her zaman seçici olarak kullanılan bir kay­
nak olduğunu kabul etmelidir (bkz. Üçüncü Bölüm) .
Özetle "üreme haklan" kadınların özgürleşmeleri için da­
ha genel bir mücadelenin hayati parçası olarak görülmeli­
dir. Bu, toplumdaki insanların farklı konumlanışını dikka­
te alması gereken toplumun demokratikleştirilmesine yöne­
lik daha genel mücadelenin olmazsa olmaz bir parçası ola­
rak görülmelidir (bkz. Altıncı Bölüm).

12
ÜÇÜNCÜ BÔLÜM
KÜLTÜREL YENİDEN ÜRETİM VE
TOPLUMSAL CİNSİYET İLİŞKİLERİ

Milletler ve diğer topluluklara ilişkin analizlerde ve bu top­


lulukların ideolojilerinde "kültür" , merkezi bir rol oyna­
maya başlamıştır. Hatta Carl-Ulrik Schierup şunu iddia et­
mektedir:

siyasi dilin genel bir "kültürelleşmesi" sözkonusudur. Bu­


rada isyanın yanısıra tahakküm stratejileri de, gittikçe ar­
tan oranda etnik tikelciliğin kültürelleşmiş terimleri ile ifa­
de edilmektedir. Bu durum, daha çok modern toplumun
kuruluşundaki daha genel ayrımların eklemlenişinin yerini
almaya niyetli tavırlarda kendini göstermektedir. ( 1995: 2)

Aleksandra Alund kendi özlü tarzıyla, bunu "kültürel, top­


lumsalı sömürgeleştirmiştir" diyerek özetlemiştir (1995: 319).
Verena Stolcke (1995), "kültürel köktenciliğin" , Sağın te­
mel söylemi olarak ırkçılığın yerini aldığını iddia etmekte­
dir. Ve Renate Rosaldo (1991) gibi solcu bir feminist, "kül­
türel vatandaşlık"ı, yerel ve ulusal düzeydeki siyasi mese­
lelerin çözümü olarak görmektedir. Soğuk Savaş sonrasın-

83
da siyahlar ve kadınlar gibi marjinalleştirilmiş gruplaşmalar
arasında siyasi güçlendirme aracı olarak ortaya çıkmaya baş­
layan kimlik siyaseti, yeni bir hegemonik söylem oluştur­
mak üzere ulusal ve uluslararası çokkültürcülük politikala­
nyla birleşmiştir.
Bu kültürelleşmiş söylemde, cinsiyetlendirilmiş bedenler
ve cinsellik, milletlerin ve öteki toplulukların anlatılannın
topraklan, işaretleyicileri ve yeniden üreticileri olarak mer­
kezi bir rol oynamaktadır. Bu bölümde inceleneceği üzere,
toplumsal cinsiyet ilişkileri, toplumsal kimliklerin ve toplu­
lukların kültürel kurgularının yanısıra birçok kültürel an­
laşmazlığın ve mücadelenin de merkezinde yer almaktadır.
Feminizm, gerçekleşen bu süreçlerin yanısıra bunlara karşı
direnç hakkındaki farkındalığımızı artırmıştır.
Bu bölümde, "kültürün yeri" (location of culture) (Bhab­
ha, l 994a) , kültürel çeşitlilik ve kültürel değişimler incelen­
mektedir. Bu kapsamda, cinsiyetlendirilmiş söylem ile top­
lumsal cinsiyet ilişkilerinin eklemlenme biçimleri incelen­
mektedir. "Kültür"ün dinamik olduğu ve çeşitlilik ve deği­
şim kavramlarını içerdiği aşağıda da ileri sürülecek ancak
konuyu daha anlaşılır bir şekilde sunmak amacıyla, kültü­
rün farklı yönlerini ayn ayn tartışacağım. Bu bölümün ilk
kısmında, "kültür" kavramının yanısıra bunun "medeniyet" ,
"etnisite" ve "kimlik" kavramlanyla ilişkisi de incelenmekte.
Daha sonra kültürel farklılığın, "ötekilik" ve sınır yönetimi
kavramlanyla ilişki biçimleri tartışılmakta. Kültürel farklılık
kavramı, iktidar ilişkilerinin çekişmelerine ve mücadeleleri­
ne ırkçılık, asimilasyonculuk, çokkültürcülük ve melezleş­
me gibi birtakım kurgular aracılığıyla katılır. Bu bölüm, cin­
sellik ve cinsiyetlendirilmiş iktidar ilişkilerinin yanısıra er­
keklik ve kadınlık kavramlannın, bu süreçlerin bir parçasını
oluşturma biçimlerini değerlendirmektedir. Toplumsal cin­
siyetin ifade edilişi, kültürel değişim, modemite, postmoder-

84
nite ve küreselleşme süreçleri ve kültür ile dinin özselleştiri­
lişi ile ilişkili olarak incelenecektir.

Kültür Kavramı

"Kültür" kavramının tanımı ve anlamı üzerinde, sosyal bi­


limlerdeki diğer merkezi kavramlardan daha çok tartışıl­
mıştır. "Kültürel çalışmalar"ın "baba"sı Raymond Willi­
ams, bu terim için üç anlam önermektedir: genel bir ente­
lektüel, tinsel ve estetik gelişim süreci ("medeniyet" ola­
rak kültür) ; "entelektüel ve sanatsal faaliyet yapıtları ve
pratikleri" ("yüksek kültür" ) ; ve "kişilerin, bir dönemin
veya bir grubun yaşam biçimi" (1983: 90) . Anthony Gid­
dens'ın (1989: 31) işaret ettiği gibi sosyologlar, sonuncu­
sunu kullanma eğilimindedir. Giddens'a göre bu yaşam bi­
çimi, "bir grubun üyelerinin inandıkları değerlerden, izle­
dikleri normlardan ve yarattıkları maddi şeylerden" oluş­
maktadır (1989: 3 1).
Antropolojide kültür kavramının ortaya çıkışını incele­
yen jonathan Friedman, "kültürün, basitçe ötekileri ayır­
deden şey olduğu" 19. yüzyıldaki "uzun ve karışık tarihi"ni
anlatmaktadır (1994: 67-77). Karışıklık çoğunlukla, bir dö­
nem felsefi olarak ayrıştırılan ancak antropolojik olarak
kaynaştınlan kültür kavramının yukarıdaki üç farklı anla­
mının, birleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu ayrıca
Volhgeist biçimindeki "ırk" ile "halkların tanımlayıcı özel­
likleri" anlamında kullanılan "kültür" arasında sıkı bir öz­
deşliğe de yol açmıştır. Kültür ancak yüzyıl dönümünde,
Franz Boaz'ın çalışmasıyla, ırksal ve demografik temelle­
rinden ayrılmış ve özerk bir soyutlama, kendi içinde bir ol­
gu olarak incelenmeye başlanmıştır. Yine de en azından ya­
kın zamana kadar incelenen kültürlerin, "öteki"nin kültü­
rü olduğu gözardı edilmemelidir. Batı toplumunda "yük-

85
sek kültür"ün aksine popüler kültür, ancak son zamanlar­
da meşru bir çalışma konusu haline gelmiştir. Aynca "kül­
türel farklılık"ın özselleştirilmiş kurgulan, çağdaş popüler
ırkçılığın temel biçimlerinden birini oluşturmaktadır (Mo­
dood, 1994; Stolcke, 1995).
Kültür kavramının gelişimi uzun süredir, Friedman'ın,
evrensel ve göreceli kültür paradigmalannı savunanlar ara­
sındaki döngüsel tartışma olarak tanımladığı tartışma tara­
fından belirlenmektedir. llk perspektife göre, farklı insanla­
nn ve gruplaşmalann çoğunlukla evrimsel kavramlarla an­
latılan "gelişme düzeyleri"ne göre belli bir aşamada olduk­
ları genel bir insan kültürü mevcuttur. Bu, farklı medeni­
yetlerin kendi koşullan içinde anlaşılması/yargılanması ge­
reken farklı kültürlere sahip olduklarını savunan görece­
lilik perspektifini taşıyanlarca reddedilmektedir. Örneğin
Geertz, aslında genel bir kültürün olmadığını, özgül kül­
türlerin olduğunu iddia etmektedir (Friedman'da alıntılan­
mış, 1994: 73).
Bu iki perspektif arasındaki farklılığa ve daimi tartışma­
ya rağmen Chatterjee'nin (1986) de işaret ettiği gibi bunlar,
özgül milli ve etnik topluluklann kültürünü bütünlüklü ve
sorunsuz bir şekilde kuran semboller, davranış biçimleri ve
yapıntılardan oluşan özgül sabit "kültürel şeyler"e sahiplik
anlamında özselci bir "kültür" görüşünü paylaşmaktadırlar.
Konumlanışlardaki iç farklılaşmalar ve farklılıklar, her iki
yaklaşımla da açıklanamaz.
Kültürü kuramsallaştırmanın daha kullanışlı bir yöntemi,
son birkaç yılda geliştirilmiştir. Bunda, kültürlerin, milli ve
etnik topluluklann tüm fertleri için geçerli statik somutlaş­
tınlmış homojen bir olgudan, farklı seslerin dünya kavrayış­
lannın az çok hegemonik olduğu mücadele alanlannda işle­
yen dinamik toplumsal süreçlere dönüştüğü ve hem Grams­
ci hem de Foucault'dan esinlenen söylem analizleri kulla-

86
nılmaktadır (Bhabha, 1 994a; Bottomley, 1 992; Friedman,
1 994) . Kültürel söylemler, paylaşılan bir hareket noktasın­
dan ziyade, anlamın savaş alanına benzemektedir. Bu görüş­
teki kültürel homojenlik, hegemonya kurmanın bir sonucu­
dur ve taşıyıcılarının sosyal konumlanışlanndan etkilenerek
her zaman sınırlı ve sosyal çeperlerden ziyade merkezde da­
ha belirgindir. Gill Bottomley'in iddia ettiği gibi:

"Kültür", dünyada varolmanın belli biçimlerini tasvir eden


fikirler, inançlar ve pratikler anlamında, homojenleşmeye,
değersizleştirmeye, farklılıktan korkanlar tarafından marji­
nalleştirilmeye karşı bilinçli veya bilinçsiz direnç biçimleri
de doğurur ( 1 993: 1 2) .

Bu, farklı kültürler arasındaki ilişkilerin yanısıra kültür­


lerin de devamlılığı ve sürekliliği konusunda sorular orta­
ya atmaktadır. Hem Anthony Smith ( 1986) hem de Arms­
trong ( 1982) , kültürel mitlerin ve sembollerin değişen ta­
rihsel ve maddi koşullara rağmen nesilden nesile yeniden
üretilen bir dayanıklılık yeteneği olduğunu ileri sürmekte­
dir. Ancak, görünüşteki bu dayanıklılık çok yanıltıcı olabi­
lir. Buna ilişkin görüşümüz, özgül ve geçici bir bakış açısın­
dan kaynaklanmaktadır: tüm bu tarihsel değişimlere daya­
nan ve hayatta kalabilen kültürel malzemeyi görebiliriz. Ar­
keolojik ve tarihsel araştırmalara rağmen, kültürel malzeme­
nin ne kadarının tarihsel değişime dayanamadığının tam an­
lamıyla farkında olamayız. Üstelik tarihsel değişime dayana­
bilen kültürel malzemenin anlamlan radikal değişime uğra­
mıştır veya uğramış olabilir ve bunlar çoğunlukla kimliğin
sadece sembolik işaretleyenleri haline gelirler (Armstrong,
1982; Gans, 1979) . Benzer şekilde bazıları dünyayı, ayn ve
zıtlaşan medeniyetler arasındaki çarpışmalar açısından ta­
nımlarken (Cox, 1 995; Hartman, 1 995) , diğerleri, günü-

87
müzdeki tüm kültürlerin sentetik doğasının, sembolik ya­
pıntılarını ve anlamlarını öteki medeniyetlerden alıp kullan­
dıklarının ve kendi iç heterojenliklerinin daha çok farkında­
dır (Bhabha, 1994a).
Kültürlerin işleyişinde birarada varolan birbirine zıt iki
unsuru fark etmek önemlidir: bir tarafta istikrar ve devam­
lılık eğilimi, diğer tarafta daimi direnç ve değişim eğilimi.
Her iki eğilim de, iktidar ilişkileri ile kültürel pratikler ara­
sındaki yakın ilişkiden doğmaktadır (Bourdieu, 1977; Bot­
tomley, 1992) . Friedman'ın (1994: 76) da işaret ettiği üzere,
kültürler sadece keyfi bir değerler, yapıntılar ve davranış bi­
çimleri toplamı değildir. Kültürler az ya da çok, kendi top­
lumsal yeniden üretim pratiklerinde mevcut "istikrar kazan­
dırıcı özellikler" elde etmiştir. Bu toplumsal yeniden üretim
pratikleri, yalnızca klonlama süreçleri olmayıp, motivasyon
ve arzunun rolünün olduğu toplumsal etkileşim süreçleri­
dir. Sonuç olarak kültürel modeller, öznel deneyimle yankı­
lanır hale gelir. Bunlar, bireylerin kendilerini, topluluklarını
ve dünyayı deneyimleme tarzları haline gelir.
Dinsel alan ile kültürel alan birbirlerine indirgenemese­
ler de, yakın ilişki içindedirler. Din, kutsalın, nihai anlamın
alanına ilişkindir (Beyer, 1 994; Durkheim, 1965; Geertz,
1 966; Luckman, 1967; Tillich, 1 957) . Din, belli toplumsal
ve tarihsel bağlamlar içinde insanların boğuşmak zorunda
kaldığı üç temel varoluşsal soruya açık veya kapalı cevap­
lar vermektedir: hayatın anlamı/amacı nedir? ; insanlar öl­
düklerinde onlara ne olur? ; ve iyi ve kötü nedir? Günlük
yaşam dünyası ile kutsal dinsel alan arasındaki ilişki genel­
likle dolaylıdır. Luckman'ın "derecelendirilmiş anlam taba­
kaları" (graduated strata of meaning) ( 1967: 58) olarak nite­
lendirdiği şeylerin birçoğu, önemsiz ve "dindışı" (profane)
olan ile bir biyografinin veya bir toplumsal geleneğin "ni­
hai'' önemi arasında aracılık yapmaktadır. Ve çoğulcu bir

88
toplumda, bunların hepsi aynı dinsel kaynaklardan gelmek
zorunda değildir. Belli dinsel kurumlar ve tanrı(lar) inan­
cı yaygındır ama hiçbir şekilde bu açıdan tanımlanan dinin
gerekli bir parçası değildir. Bununla birlikte Luckman'ın
terminolojisiyle (1967: 25) , bir kez bu "aşkın, üstün yasak
ve bütünleyici anlam yapıları toplumsal olarak nesneleşti­
rildiğinde" , çoğunlukla paradoksal bir durum oluşur. Esas
anlamları yüzünden, bunlar belli topluluk sınırlarının ve
kültürel geleneklerin en inatçı ve katı sembolik sınır muha­
fızları haline gelebilirler - öyle ki Durkheim (1965) dinde,
sembolik olarak toplumun kendi "kolektif bilinci"ne tapın­
dığı en temel toplumsal tutunum eylemini görmüştür. Ay­
nı zamanda dinler, çoğunlukla belli bir topluluğun men­
suplarına değil tüm insanlık durumuna ait cevapları sundu­
ğu için, içlerinde yayılmacı bir misyoner unsur taşıma eği­
limindedirler. Bu, kültürel ve siyasi açıdan başka şekillerde
dışlanan öteki toplulukların mensuplarının, gönüllü ya da
gönülsüz olarak değiştirmeleri için uğraşmak anlamına ge­
lebilir. Genellikle olan şey, aynı dinin (Hıristiyanlık, Müs­
_
lümanlık ya da Budizm) farklı toplulukların hegemonik ge­
leneklerine içerilmesi ve kendisini bu topluluklarla özdeş­
leştirecek belli kültürel gösterenler edinmesidir. Aynı za­
manda bu dinsel alan tanımı, resmileşmiş dinsel kodlara ve
kurumlara boyun eğmeden ve özerk bir şekilde bireylerin
kimliklerinin ideolojik olarak kurulmasını da kapsamakta­
dır. Bir başka deyişle, modemite ve laikliğin doğuşuyla iliş­
kilendirilen ideolojik kurgular, bu yaklaşımda açıkça dinsel
olarak düşünülmektedir.
Din ve kültür söylemi analitik olarak, iktidar ilişkilerinden
uzak olsa da (Assad, 1993) , somut ve tarihsel olarak her za­
man bunların içindedir. Bu sadece dinsel ve kültürel kurum­
lardaki iktidar hiyerarşileri ve bunların toplumdaki daha ge­
nel sınıf ve iktidar yapılan ile ilişkileri açısından değil, aynı

89
zamanda da dinsel ve kültürel muhayyileler ile bunların arzu
edilebilirlik hiyerarşisinin yanısıra içine alma ve dışlama kur­
guları açısından da doğrudur. Cinsellik ve toplumsal cinsiyet
burada merkezi bir konumdadır (King, 1995).
Aynca toplumsal yeniden üretimin kültür açısından mer­
kezi önemi yüzünden, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin, ço­
ğunlukla nesilden nesile geçecek yaşam biçimi olarak kül­
türlerin "öz"ünü oluşturduğu düşünülegelmiştir. Burada
etik ve estetik tüm bir dünya görüşünün doğallaştırılabil­
diği ve yeniden üretilebildiği ailedeki yetişkinler arasında­
ki ve yetişkinlerle çocuklar arasındaki ilişkileri, yemek pi­
şirme ve yeme, ev işi ve oyun tarzları ile uyku öncesi hika­
yelerini de içeren "yuva" (home) kurgusu özellikle önemli­
dir. Bununla birlikte Floya Anthias ile birlikte (1989: 7-8)
işaret ettiğimiz üzere, sorunlu 'yeniden üretim' kavramına,
sadece büyüme, inişe geçme ve dönüşüm süreçleri dahilse,
yaslanılabilir.
Kültürler, zaman boyutundan ayn olarak anlaşılamaya­
cak toplumsal ve uzamsal bağlamlarda işlemektedir (Mas­
sey, 1994). Farklı toplumsal ve coğrafi konumlanışlar, kül­
türlerin, toplulukların içinde ve dışında eklemlenme ve kul­
lanılma biçimlerini etkiler. Gerd Bauman'ın (1994) işaret et­
tiği gibi egemen söylem, kültür ve cemaatin uygunluğunu
varsaymasına rağmen, halka ait söylem bunu inkar eğilimin­
dedir. Bu tür bir "halka ait" söylemin en bariz örneği, Sout­
hall Black Sisters'ın ve Women Against Fundamentalism'in
Southall'deki eviçi şiddet karşıtı gösterilerde ve Rüşdi karşı­
tı lslami tepkilere karşı dile getirdikleri slogandır: "Gelene­
ğimiz, teslimiyet değil direniştir! "
Bununla birlikte "kültürel malzeme" , sabit ve homojen
gelenek ve görenek bütünü olmaktan ziyade, topluluğun
içindeki ve dışındaki belli iktidar ilişkileri ve siyasi söylem­
lerde yer alan çeşitli toplumsal projelerdeki farklı sosyal ey-

90
leyiciler tarafından seçici bir şekilde kullanılan ve genellikle
içsel çelişkilerle dolu olan zengin bir kaynak şeklinde tanım­
lanmalıdır. Toplumsal cinsiyet, sınıf, bir topluluğa mensubi­
yet, yaşam döngüsünün bir aşaması, yetenek, bunların hepsi
bu kaynaklara ve bunların kullanıldığı belli konumlanışlara
erişimi ve bunların mevcudiyetini etkilemektedir.
Yine de kültürel söylem, kimlik anlatılan ve etnik süreç­
lerin ayrıştırılması ve çakışmalardan kaçınılması önemlidir
(Anthias ve Yuval-Davis, 1992; Yuval-Davis, 1994b) . Kim­
likler -bireysel ve kolektif-, ben ile ötekiler arasındaki fark­
lılıkları ve ortaklıkları, bunların toplumsal konumlanışları­
nı az çok sabit biçimde yorumlayarak kuran belli kültürel
anlatı biçimleridir. Bunlar çoğunlukla (tarihsel olarak ge­
çerli olabilecek veya olamayacak) ortak köken mitleri ve
ortak kader mitleriyle ilişkilidir. Martin ( 1 995: 10) , bu an­
latıların şu özelliklerini belirtir: stratejik senkretizm; öz­
gürleştirici bellek kaybı sayesinde gerçekleşen gelenek ica­
dı; ve değişiklikleri meşrulaştırma gayretleri. Martin, kim­
lik anlatılan ve siyasi süreçler arasındaki yakın ilişkiye işa­
ret etmektedir:

Kimlik anlatısı, siyasi duyguları yönlendirir, böylece güç


dengesini değiştirmeye yönelik çabaları körükler; geçmiş
ve şimdinin algılanışını dönüştürür; insan gruplarının ör­
gütlenişini değiştirir ve yenilerini yaratır; kültürleri, belli
özelliklerini vurgulayarak ve anlamlarını ve mantığını çar­
pıtarak değiştirir. Kimlik anlatısı, dünyayı değiştirmek için
yeni bir dünya yorumu getirir. (1995: 13)

Bununla birlikte, Stuart Hall'un ( 1 992) işaret ettiği gibi,


kültürel kimlikler çoğunlukla akışkandır ve birbirleriyle ke­
sişirler. Kategorilerin bu değişkenliği, farklılık siyaseti hak­
kında önemli bir çıkış noktası sunabilir.

91
Kimlik anlatıları, etnik projelerin temel araçlarını oluş­
turmaktadırlar. Etnisite, topluluk sınırlan politikasıyla bağ­
lantılıdır ve kimlik anlatılarını kullanarak dünyayı "biz" ve
"onlar" arasında bölmektedir. Etnik proj eler, topluluklar
içindeki belli konumlanışlardan, topluluğu destekleme ve­
ya onun avantajlarını devlet ve sivil toplum güçlerine erişim
aracılığıyla sürdürme amaçlı mücadele ve müzakere süreçle­
rine sürekli katılmaktadır (Yuval-Davis, 1 994b) .
Bu tanıma göre etnisite, sadece topluluğun toplumdaki
ötekilerle bağlantılı genel konumlanışının değil, aynı zaman­
da da "etnik politika"ya girişenlerin o topluluk içindeki öte­
kilerle belli ilişkilerinin sonucu olarak, topluluğu ve "onun
çıkarlan"nı kuran, temelde siyasi bir süreçtir. Toplumsal cin­
siyete ve sınıfa dayalı ayrımlar, siyasi, dini ve öteki farklılık­
lar, özgül bir etnik siyasetin kuruluşunda merkezi rol oyna­
maktadır. Aynı topluluğun farklı etnik projeleri, hegemonik
konumlar için yoğun rekabetçi mücadelelere girişebilirler.
Bu projelerin bazıları, topluluğun mevcut sınırlarının fark­
lı kurulmasını içerebilir (örneğin, lngiltere'deki "siyah" ce­
maatinin sınırlan hakkındaki tartışmadaki gibi [Brah, 1992;
Modood, 1988; 1994] ). Etnisite, ezilen ve azınlık olan grup­
laşmalara özgü değildir. Aksine, hegemonik etnisitelerin ba­
şarısının bir ölçüsü de, kendi toplumsal ve kültürel kurgula­
rını "doğallaştırma"yı başarma düzeyleridir.
Etnik projeler, kendi gelişimleri için eldeki tüm ilgili kay­
naklan seferber ederler. Bu kaynaklardan bazısı siyasi, ba­
zısı ekonomik ve diğerleri de -geleneklerle, dille, dinle ve
öteki kültürel yapıntılarla ve anılarla ilişkili olarak- kültü­
reldir. Sınıf, toplumsal cinsiyet farklılıkları ile siyasi ve kişi­
sel farklılıklar, topluluk içinde farklı konumlanan insanla­
rın belli etnik projeleri yürütürken, bazen zıt siyasi hedef­
leri desteklemeye yönelik aynı kültürel kaynaklan kullan­
dıkları anlamına gelir (örneğin Mısır'daki gibi, doğum kon-

92
trolü yanlısı veya karşıtı politikaları haklı çıkarmak için
çeşitli Kuran surelerini kullanarak veya lngiltere'deki gi­
bi aşırı sağın lehine veya aleyhine insanları seferber etmek
için rock müziğini kullanarak) . Diğer zamanlarda, toplulu­
ğun rakip etnik projelerini meşrulaştırmak için farklı kül­
türel kaynaklar kullanılmaktadır - Bundistlerin, kimlik sı­
nırları Doğu Avrupa Yahudiliği olan bir etnik-milli projede
esas Yahudi dili olarak Yidiş'i kullanmaları ve Siyonistlerin,
tüm dünyadaki Yahudileri projelerine dahil etmek için (da­
ha önce sadece dinsel amaçlarla kullanılan) modem lbra­
nice'yi (yeniden) icat etmeleri gibi. Benzer şekilde, lngilte­
re'deki farklı etnik-ırkçı siyasi projelerde aynı insanlar "Pa­
kistanlılar" , "siyah Asyalılar" ve "Müslüman köktenciler"
olarak kurgulanabilir.
Yukarıda anlatılanlar gözönüne alındığında, etnisitenin
neden kültüre indirgenemeyeceği ve "kültür"ün neden sa­
bitlenmiş, özselci bir kategori olarak düşünülemeyeceği
açıktır. Aleksandra Alund'un dediği gibi, "etnisite ve kül­
türü çakıştırma eğilimi, etnik farklılığın siyasi dinamikle­
rine dikkat etmemeye yol açar" (1995: 17). Üstelik kültür,
kimlik ve etnisiteyi bu şekilde tanımlamak ve ayrıştırmak,
"otantiklik" kavramına ilişkin tartışmaların önüne geçer.
Otantiklik, sabitlenmiş, özselci ve bütüncül kültür, kimlik
ve gruplaşma kurguları varsayar. "Otantik sesler" , grubun
"gerçek" temsilcileri olarak algılanmaktadır. Kimlik siyaseti­
ni ve çokkültürcülüğü tartışırken göreceğimiz üzere, "otan­
tiklik" , özgül etnik projelerde siyasi ve ekonomik bir kay­
nak haline gelebilir; ancak aynı zamanda, Kubena Mercer'ın
(1990) "temsil yükü" ve Amrita Chhachhi'nin (1991) farklı
bir bağlamda "zoraki kimlikler" dediği şeyin ortaya çıkma­
sına neden olabilir.
Kadınlar, topluluğun kimlik ve şerefinin, hem bireysel
hem de kolektif olarak sembolik taşıyıcıları şeklinde kurul-

93
dukları için, çoğunlukla bu "temsil yükü"nü taşımaları özel­
likle onlardan beklenmektedir. Claudia Koontz (1986: 196) ,
Hitler Gençlik hareketi içinde kızlara ve erkeklere sunulan
farklı sloganları aktarır: Kızlarınki "lnançlı ol; saf ol; Alman
ol" ; erkeklerinki ise "lnançlı yaşa; cesurca dövüş; gülerek
öl". Erkeklerin milli görevleri, millet için yaşamak ve ölmek­
ti. Kızların ise bir şey yapması gerekmiyordu: onlar milletin
beden bulmuş hali olmalıydı.
Bir kadın figürü, çoğunlukla da bir ana, ister Rusya Ana,
ister lrlanda Ana veya Hindistan Ana olsun, birçok kül­
türde topluluğun ruhunu simgelemektedir. Fransız Dev­
rimi'nde bunun sembolü "La Patrie" idi, yani bebek doğu­
ran kadın figürü. Kıbrıs'ta yol kenarındaki posterlerdeki
ağlayan kadın mülteci, Kıbrıslı Rum topluluğun Türk işga­
linden sonraki acı ve öfkesinin görüntüsüydü. Köylü top­
lumlarda, insanların "Toprak Ana"nın bereketine bağlılık­
ları, şüphesiz topluluk toprağı, topluluk kimliği ve kadın­
lık arasındaki bu yakın ilişkiye katkıda bulunmaktadır. Bu­
nunla birlikte kadınlar, topluluğu başka biçimlerde de sim­
gelemektedir. Cynthia Enloe'nun (1990) işaret ettiği gibi,
erkeklerin "kadınlarveçocuklar" uğruna savaşa gittiği var­
sayılır. Kadınlar kolektif muhayyilede çocuklarla ve dola­
yısıyla, ailevinin yanısıra, kolektif gelecekle de birlikte dü­
şünülmektedir. Ancak bu sadece savaş sırasında olmamak­
tadır. Örneğin geçenlerde, Bradford'daki Müslüman genç­
lik arasında patlak veren ayaklanmalarda ayaklanmacılar­
dan birisi, muhabire eylemlerinin ardında yatan motivas­
yonu şöyle açıklamıştır:

Fahişelik, işsizlik ya da Polis Şefinin saçmalıklarıyla bir ilgi­


si yok. lki polis memurunun kadınlarımızdan birine davra­
nış tarzıyla ilgili. (The Guardian, 18 Haziran 1995)

94
Topluluğun kimliğinin ve gelecekteki kaderinin kadın­
ların üzerindeki "temsil yükü", kadınların topluluk şerefi­
nin taşıyıcıları olarak kurgulanmalarını da beraberinde ge­
tirmektedir. Manar Hasan ( 1994) , birçok Filistinli kadının,
ailelerine ve cemaatlerine "utanç" veren davranışları yüzün­
den kendi erkek akrabaları tarafından öldürüldüklerini an­
latır. 1 994'te kamuoyunun dikkatini çekip, kampanyalara
yol açan vaka, lsrail ordusunda asker olan küçük erkek kar­
deşi tarafından öldürülen 38 yaşındaki Dürzi bir kadın, lh­
las Basam vakasıdır. Kadının "günahı", kısa etekli (çok kı­
sa olmamasına rağmen) Batılı giyim tarzıyla, rujla ve rengi
açılmış saçla lsrail televizyonunda röportaj yapılırken gö­
rünmesidir. Kendisiyle röportaj yapılmasının nedeni, New
York'ta yaşarken Dürzi cemaati için etkileyici bir para top­
lama kampanyasını henüz tamamlamış olmasıydı. Cemaa­
tin "ileri gelenleri"nin onunla o gün erkenden buluştuğu ve
para için minnettar oldukları söylenmektedir. Bununla bir­
likte aynı "ileri gelenler" , katili kınamayı reddetmiştir. lh­
las'ın cinayetine tanık olan kız kardeşlerinden birisi sinir
krizi geçirmiş ancak, ailenin geri kalanının, erkek karde­
şin "görev"ini yapmasından gurur duydukları bildirilmiş­
tir. "Dinimizi, kültürümüzü korumak zorundayız. O, çiz­
giyi aştı."
"Uygun" davranışlar içindeki kadınlar ve "uygun" giysile­
ri, topluluğun sınırlarını gösteren çizgiyi somutlaştırmakta­
dır. Birçok başka toplumdaki kadınlara da, zina, evden kaç­
ma ve erkek akrabaları ve cemaatleri için şerefsizlik ve utanç
verici addedilen öteki kültürel kural ihlalleri yüzünden ken­
di akrabaları tarafından işkence yapılmakta veya bu kadın­
lar öldürülmektedir (örneğin bkz. Chhachhi, 199 1 ; Rozario,
199 1 ) . Kolektif şerefe ihanet eden kadınlara karşı daha zayıf
bir misilleme de, lkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çeşitli Av­
rupa ülkelerinde, savaş sırasında işgalci Nazi ordusuna dost-

95
luk göstermekle suçlanan kadınların toplu olarak saçlarının
kazınmasıdır (Warring, 1996).
lşler bu kadar aşırı ve istisnai boyutlara ulaşmadığın­
da bile, kültürel gelenekler ve geleneklerin (yeniden) ica­
dı (Hobsbawm ve Ranger, 1983) çoğunlukla kadınların de­
netim ve baskı altında tutulmasını meşrulaştırma yolu ola­
rak kullanılmaktadır. Erkeklerin tek tek ve toplulukların
tümden, "ötekiler" tarafından tehdit edildiklerini hisset­
tikleri durumlarda, bu olgu şiddetlenebilir. Verity Staffu­
lah Khan (1979) , İngiltere Bradford'da ve Bradford göçmen­
lerinin geldiği Bangladeş'in köylerinde kadınların tesettü­
rü (purdah) hakkında karşılaştırmalı bir çalışma yapmış ve
Bradford'da tesettür uygulamasının Bangladeş'ten daha aşı­
n ve katı olduğunu bulmuştur. Bu, diasporik cemaatlerde­
ki daha genel katılığın ve kültürlerin "donduruluşu"nun sa­
dece bir yüzüdür.

Kültürel Farklılık ve "Öteki"

"Öteki" ile uluslararası ve ulusiçi karşılaşmalar, kültürel


farklılıkların idaresi ve denetimi istendiği zaman gerçekleş­
mektedir.
Zygmunt Bauman (1995) postmodem ahlak hakkındaki
Life in Fragments kitabında ahlakı, belli kültürel ahlaki kod­
ların içselleştirilmesinin bir sonucu olarak gören geleneksel
bakışın aksine, sosyalleşme öncesi olarak görmek gerektiği­
ni öne sürmektedir. Birey "öteki"nin varolduğunun bilinci­
ne vardığında ve "öteki"ne nasıl davranılması gerektiği ko­
nusunda bir seçenek oluştuğunda, ahlak ortaya çıkmakta­
dır. Bauman, bunun herkesin ahlaklı olduğu anlamına gel­
mediğini açıklamakta aceleci davranmaktadır ancak insan
ahlakı ihtiyacının belli dinsel ve öteki kültürel sistemleri iz­
lemeyip onlardan önce geldiğini belirtmektedir.

96
Bauman'ın ahlak tanımı, sınır kurgusunun idaresini ve
denetimini, çeşitli kültürel ahlak sistemlerinin merkezine
yerleştirmektedir. Tüm toplumların, içinde "ötekiler" im­
gesinin ve bunlara nasıl davranılacağına ilişkin "kurallar"ın
bulunduğu kültürel gelenekler, kolektif bellek ve "sağdu­
yu" havuzu vardır. Elbette herhangi bir kültürel üretim­
deki gibi "ötekilik"in kültürel kurguları da dinamiktir, çe­
lişkilerle doludur ve farklı toplumsal kategorilere ve grup­
laşmalara ayrımcı bir şekilde açıktır. Genellikle milli ve et­
nik "hayali cemaatler"in (Anderson, 1983) , toplumsal cin­
siyeti, sınıfı, bölgesel ve diğer farklılıkları aştığı varsayılsa
da, bunlar çoğunlukla en azından kısmen farklı bir stoktan
gelmiş gibi kurulan "ötekilik"in gösterenleri haline gelebil­
mektedirler.
Kadınlar genellikle topluluk içinde muğlak bir konu­
ma sahiptir. Bir yandan yukarıda da belirtildiği üzere, ço­
ğunlukla topluluğun birliğini, şerefini, savaşa gitmek gi­
bi belli milli ve etnik projelerin varoluş nedenlerini simge­
lerler. Diğer yandan çoğunlukla beden siyasetinin kolek­
tif "biz"inden dışlanırlar ve özneden ziyade nesne konumu­
nu muhafaza ederler (bkz. Dördüncü Bölüm'deki bu mese­
leye ilişkin tartışma) . Kadınlık kurgusu bu açıdan, "öteki­
lik" özelliğine sahiptir. "Uygun kadın"ın nasıl olacağına dair
katı kültürel kodlar, çoğunlukla kadınlan, bu aşağı güç ko­
numunda tutmak üzere geliştirilmiştir. Bu durumu meşru­
laştırmak için kullanılan kolektif "akıllar", "ötekiler"i dışla­
mak, aşağılamak ve boyun eğdirmek için kullanılan -"ka­
dınlar aptaldır" , "kadınlar tehlikelidir" veya "kadınlar kirli­
dir ve bizi kirletebilirler" gibi- diğer "yaygın" ifadelere çok
benzemektedir.
"Ötekiler"in birçok farklı türü vardır. Farklı durumlarda
ve etnik projelerde topluluk sınırları, bazı "ötekiler"i kap­
sayabilir, diğerlerini dışlayabilir. Günümüz Avrupası'nda

97
"öteki" , örneğin bir göçmen, bir zenci, "eski" veya "yeni"
bir azınlığın mensubu, başka dinden birileri, başka aksan­
la konuşan birisi, farklı bir bölgeden gelen birisi olabilir: ba­
zı durumlarda ve bazı insanlara göre, yukarıdakilerden biri­
si, tümü veya hiçbirisi "öteki" haline gelebilmektedir. Başka
bir deyişle, kültürel olarak algılanan herhangi bir gösterge,
dünyayı "biz" ve "onlar" olarak bölen bir sınır göstereni ha­
line gelebilir (Anthias ve Yuval-Davis, 1992).
Birden çok olan sadece "ötekilik"in taşıyıcıları değildir.
Onlarla geliştirilebilecek ilişki kalıplan da birden çoktur.
Aleksandra Alund (1995), literatürde "yabancı" olarak tas­
vir edilenle, içinde yaşadıkları topluluklarla farklı ilişkile­
ri olan "yabancılar"dan oluşan iki modeli birbirinden ayırır.
"Yabancı" , "bir yakınlık ve uzaklık sentezi" (Simmel, 1950:
407) olarak ve ortodoks yönelim noktalarının duyarlılıkları­
na bir tehdit olmasa da, bir meydan okuyuş olarak tanımlan­
mıştır. Alfred Schutz ( 1976) tarafından tasvir edilen "yaban­
cı" , evden bir kaçış, bir sığınak ihtiyacındadır. O (bu litera­
türde yabancı genellikle "he" [ erkek 3. tekil şahıs] olarak
kurulmaktadır) tipik olarak kendini silmekte ve bu yeni or­
tamında bir yabancı olmayı bırakarak asimile olmanın yolla­
rını aramaktadır. Bununla birlikte onun ve yerli halkın ara­
sında aşılmaz bir "kültürel ve psikolojik farklılığın doğallaş­
tırılmış ihlali" (Alund, 1995: 312) olduğu için, bu asimilas­
yoncu proje başarısızlığa mahkümdur. Kendi özselci farklı­
lığını saklarken, yasal olarak kendisinin olmayanı devralabi­
leceği korkusu yüzünden bu farklılığın görünmezliği, niha­
yetinde yararsızdır: o bir yabancıdır ve ilelebet yabancı kala­
caktır. Yahudilere karşı komplo teorisi, bu türden bir "öte­
kilik" kurgusunun örneğidir.
lkinci "yabancı" modeli, George Simmel (1950) tarafın­
dan geliştirilmiştir. Onun bahsettiği yabancı, Schutz'un ya­
bancısından daha iyi bir iktidar konumundadır. O, yerli top-

98
luluk içinde gözden kaybolmak değil, onunla diyalog arayışı
içindedir. Grupla, ortak köken mitini paylaşmamasına rağ­
men, kendisine grup dayanışması hakkı kazandırabilecek
yeni özellikleri gruba getirebilir. Ancak, bu yabancı ile top­
luluk arasında gerilim de doğabilir çünkü 'yabancı, bir bi­
reyden ziyade yabancılığı sembolize ederek "kendisi" haline
gelebilir' (1950: 403) .
Toplumsal ve kültürel icatçı olarak "yabancı"nın rolü, da­
ha sonra melezlik kavramı tartışılırken incelenecektir. Yu­
kanda tanımlandığı üzere "yabancı" olmak için, kişinin ül­
ke içinden veya dışından gelen bir göçmen olarak toplu­
ma yeni katılımının gerekmediğini vurgulamak önemlidir.
Her zaman orada olan aborijin halklar da dahil olmak üzere
"eski"nin yanısıra "yeni" azınlıklar da, bu "yakınlık ve uzak­
lık sentezini" oluşturmaktadır. Üstelik yabancının yakınlığı,
sadece coğrafi olmak zorunda değildir, duygusal da olabilir.
Efendi ile kölesi arasındaki ilişki kadar yakın olabilecek ve
aynı zamanda da nihayetinde ötekilik olarak tanımlanabile­
cek muhtemelen çok az ilişki bulunur.
Ayrıca şimdiye kadarki tartışmada "yabancı" , sadece
azınlık konumunda değil, aynı zamanda da en azından gö­
receli olarak güçsüzleştirme konumunda tasvir edilmiştir.
Bununla birlikte, "cemaat" ve "yabancı" arasındaki ilişkile­
rin Batımerkezci olmayan tartışması, azınlıkta da olsa hiç­
bir şekilde güçsüzleştirilmiş konumda olmayan fatih, sö­
mürgeci ve yerleşimci benzeri egemen yabancılarla ilişki­
leri de kapsamalıdır. Bu durumlarda da sınırların kurulma
ve idare süreçleri, yerli nüfusun yerleşme ve/veya direniş
süreçlerinin parçaları olarak gerçekleşmektedir ( Chatter­
jee, 1986; Stasiulis ve Yuval-Davis, 1995) ve sömürgeleşti­
rilmiş "öteki" kadınlar, bu süreçlerde özel roller oynamak­
tadır Qayawardena, 1995) . Aynı zamanda da egemen azın­
lıklar için, nüfusun çoğunluğu "yabancılık" ve "ötekilik"

99
özelliğini kazanabilir. Güçsüzleştirilen azınlıklar da ha­
yatta kalma ve sınır idaresi stratejileri geliştirmelidir. Bun­
lar bazen muhalif dışlama ve şeytanlaştırma kurguları bi­
çimini alabilir (örneğin Yahudilerin Putperestlere (Genti­
les) tavrı konusunda bkz. Shahak, 1994; siyahların beyaz­
lara ve Yahudilere tavrı konusunda bkz. Gilroy, 1996) . Bu
açıdan kimin "ait olduğu" ve kimin olmadığı konusunda­
ki kurallar ve düzenlemeler kadar, köken ve kaderin kim­
lik anlatıları da hayati önem taşımaktadır. Evlilik ve bo­
şanmayla ilgili dinsel ve öteki kültürel kodlar, bu sınırların
kurulmasında çok önemlidir.
"Ötekilik" kurgusu, değişmez "öteki"ni dışlamak ve/ve­
ya sömürmek için kullanıldığı zaman ırkçılık meydana ge­
lir (Anthias ve Yuval-Davis, 1983; 1992) . Michel Wievior­
ka, "ırkçılık alanı" ( 1994: 182) dediği şeyin, birincisini kim­
likler ve farklılık meselelerine bağladığı, ikincisini de mo­
demite ve eşitsizlik meseleleriyle ilişkilendirdiği iki unsu­
ru içerdiği konusunda ısrarlıdır. Günümüz dünyasında yay­
gın olan dört ırkçılık (ideal) tipini birbirinden ayırmaktadır.
Birincisi, ötekileri modem olmama veya modem öncesi ol­
ma ithamıyla aşağılayan evrensel tiptir. Diğeri, modem sa­
nayi dünyasının maddi kazançlarını kaybetme ve bunlardan
dışlanma endişelerinden türeyen, bunun için ötekileri suçla­
yan ve Wieviorka'nın "zavallı beyaz tepkisi" olarak nitelen­
dirdiği tiptir. Üçüncü tip, anti modemist boyutlara sahiptir:
cemaatin, dinin ve milletin geleneklerine başvurur ve aşı­
n "modem" olduğu düşünülenleri şeytanlaştınr. Dördün­
cü tip, özgül tarihleri olan ve modemite koşullarıyla karma­
şık, birbiriyle kesişen ilişkilere sahip grup-içi özgül düşman­
lıklardan doğar. Irkçılığın aynı nesneleri, farklı ve hatta zıt
ırkçılık tiplerinin hedefi olabilirler. Örneğin Yahudiler, hem
aşın modem (Marx'ın nitelendirmesiyle "kapitalizm ruhu")
hem de modem öncesi (kabileci, dinsel, milliyetçi) olmakla

1 00
suçlanmaktadırlar. Ancak, "öteki"nin kimliği ve özgül "öte­
kilerle" özdeşleştirilen özgül gelenekler ve kolektif bellekle­
rin yanısıra ayrımcı toplumsal konumlanmalar da, mevcut
özgül ırkçılıklann hem içeriklerini hem de yoğunluğunu et­
kilemektedir.
Irkçılık her ne kadar "ırk" kurgularına indirgenemese de,
her ırkçı kurgu en azından belli oranda "öteki"nin mitsel
beden buluşunu içerir. Bu, bedenin herhangi bir parçasıy­
la bağlantılı olabilir. ABD'de 1920'lerde "Onu Nasıl Teşhis
Edebiliriz? " başlıklı anti-semitik bir posterde, kötü şöhre­
te sahip "Yahudi burnu"na ek olarak "Yahudi" dirsekleri ve
dizleri de, belirtilen beden parçalan arasındaydı!
Bununla birlikte deri rengi, mitsel ırkları "kırmızı" , "sa­
rı" , "beyaz" ve "siyah" olarak kurarak, temel ırkçı gös­
teren haline gelmiştir. Örneğin Avustralya'da , "beyaz
Avustralya"nın göçmen yasalarının birçoğunun, Güney­
doğu Asyalıların "sarı tehlikesi"ne karşı benimsenmesine
(de-Lepervanche, 1989; Pettman, 1995) karşın, Batılı kül­
türel geleneklerde "beyaz"ın, "iyi" ile, "siyah"ın da "kö­
tü" ile özdeşleştirilmesi, siyahlığın hem bir gösteren ola­
rak hem de ırkçı ideolojilerin ve pratiklerin meşrulaştırıcı­
sı olarak kuruluşuna özel bir hassasiyet kazandırmaktadır.
Tajfel'in işaret ettiği gibi:

lnsan grupları arasındaki deri gölgesinin farklılıklannı çok


kaba bir şekilde temsil eden "Siyah" ve "Beyaz" , ahlaksız­
lık ve erdem, cehennem ve cennet, şeytanlar ve melekler,
kirlilik ve saflık arasındaki aynını simgelemekte kullanı­
lır. ( 1965: 130)

"Siyahlığın" kötü ile ırkçı özdeşleştirilişi, Batı medeniye­


tinin şeytanlaştırıcı kolektif temsil düzeylerinde derin, ba­
zen de bilinçsizce işleyen özgül tarihsel kültürel bir gelene-

1 01
ğin (de la Campagne, 1 983) ifadesidir. Bu da Avrupalılar'ın
kültürel kaynaklarının ve mirasının bir parçasını oluşturur.
"Siyahlık" ile "siyahlar"ın gerçek deri rengi arasındaki zayıf
ilişki, örneğin 3. kategorinin "zenci tiplerini (açık renkli ve­
ya Beyaz-derili olabilir)" gösterdiği [ ( 1 987'de bir Metropo­
litan Halkla Ilişkiler Memuru'nun bana verdiği) ] Metropoli­
tan Polisi "Kimlik Kod Anahtan"nda görülebilir (Anthias ve
Yuval-Davis, 1992: 146) . F. james Davis Who is Black ? (Kim
Siyah?) (1993) adlı kitabında, ABD'de (ve lngiltere'de) "si­
yah kanın" (elbette bunu görmek mümkün değildir) "tek
damlası"nın bile bir kişiyi bu toplumda siyah olarak kurma­
ya yeterli olduğu anlamına gelen "tek-damla kuralı"nın işle­
diğine işaret etmektedir. judy Scales-Trent'in ( 1 995) de işa­
ret ettiği gibi, siyahlıkla uğraşırken, ırk ve rengi birbirinden
ayırmak gerekir. Ayrıca Sander Gilman'ın ( 199 1 ) belirttiği
üzere siyahlık, Yahudiler ve Faslılar (Moors) (ve Çingenele­
ri de ekleyebilirim) gibi "siyah olmayan" azınlıklara ırksal­
laştırılmış siyahlık çağrışımı katmak için, bu azınlıkların bir
özelliği olarak kurulmuştur. Ancak öteki ırkçı kültürel gös­
terenler gibi siyahlık da, karalanacak ve ayrımcılığa uğraya­
cak olan insan kategorisini işaretlemektedir. Bununla birlik­
te negatif olmasının ve çizdiği etnik sınırların ötesinde, ırk­
sal klişeleştirmelerin özgül içerikleri sabit veya tutarlı olmak
zorunda değildir. Farklı özgül ırkçı imajlar, farklı "siyah" et­
nik azınlıklara bağlanabilir ve bunların özgül içerikleri çe­
lişkili bile olabilir ("vahşi" Afro-Karayipli ve "çelimsiz" As­
yalı adam gibi).
Siyahlık, kötülük, canavarlar ve adi cinsellik ile ilişkilen­
dirilmektedir. Rudyard Kipling'in klasik şiirine göre Viktor­
ya zamanında "Beyaz Adamın Yükü" olan "somurtkan in­
sanlar" , "yan şeytan, yan çocuk"tur. Winthrop D. jordan'ın
işaret ettiği üzere:

1 02
lngiliz algısı, cinselliği siyahlıkla, şeytanla ve insanı sadece
"Meleksi" değil, aynı zamanda da "beyaz" yaratan Tann'nın
hükmüyle bütünleştirmektedir. ( 1 974: 23)

Bu şeytanlaştırıcı gelenekler, Elizabeth Avrupası'ndan ön­


ceydi. "Siyah" kelimesi, Ortaçağ'ın son dönemlerine kadar
negatif çağrışım kazanmasa da, Avrupalıların siyahlar hak­
kındaki önyargılan, daha siyahlarla yüzyüze gelmeden ön­
ce Ortaçağ Kilisesi'nin yaydığı fikirlerle şekillendirilmiştir.
Siyahlarla doğrudan temasları olmaksızın onlara ilişkin çok
kesin kurgulara sahip Polonyalılara ait uç bir örnek, San­
der Gilman (1985) tarafından anlatılmaktadır. Daniel Siboni
(1974) ve onu izleyen Phil Cohen bu şeytanlaştırmayı, ırkçı­
lığın bilinçsiz cinselliğine bağlamışlardır. Phil Cohen'in ke­
limeleriyle:

Siboni. . . ırkçı söylemlerde Öteki kurgusunun bilinçsiz iş­


leyiş tarzına özgü bir rota takip ettiğini göstermektedir. Bi­
linçli muhakemenin yüzey yapılannın kökeni, cinsellik ve
neslin temsillerinin tuhaf bir şekilde aksi yoldan örgütlen­
diği bir fantazi sisteminde aranmaktadır. Irksal üstünlük
konumlan, bedenin cinsiyetsizleştirilmiş ideal imajı ile iliş­
kilendirilmektedir - kusursuz bir köken algısı, ebediyen ye­
nilenmiş bir kader; ırksal aşağılık, diğer bir uçta bastınlmış
cinselliğin gücünün tamamen negatif bir olgu olarak dö­
nüş yaptığı yoz veya canavar bir bedenle özdeşleştirilmek­
tedir. ( 1 988: 8)

Siboni ve Cohen bu zihin/beden = üstünlük/aşağılık ay­


nını ideolojisinin ve bunun ırkçı/cinsiyetçi çifte standart­
larının, Batı medeniyetinin bilinçsiz muhakeme tarihinin
bir parçası olduğunu ve "ötekiler" üzerinde sınıfsal ve etnik
egemenlik aracı olarak işletildiğini iddia etmektedirler. Bu,

1 03
"aklı-selim" ırkçılık karşıtı stratejilere karşı birtakım derin
köklere sahip direnişin bir kısmını açıklamaktadır.

Irkçılık ve Cinsellik

Irksallaştırılmış nesnelere karşı korku ve kıskançlığı bir­


leştiren benzer cinsiyetlendirilmiş şeytanlaştırmalar, sade­
ce siyahlarla bağlantılı olarak değil, "öteki"nin birçok baş­
ka ırksallaştırılmış imajlarında da mevcuttur. Bunu Sibo­
ni (1983) ve Gilman (1991) Yahudilerle ilgili olarak göster­
miş ve Edward Said (1978) ve diğerleri (bkz. örneğin Lewis,
1996; Lutz, 199 1), Orta ve Uzak Doğu'nun "egzotik" halkla­
rını ırksallaştıran oryantalist kültürel gelenekle ilgili olarak
göstermiştir. Irksallaştırılan "öteki"nin beden bulma boyu­
tu, yasaklanmış zevklerin hayallerini ve iktidarsızlık korku­
larını "öteki"ne yükleyen ırksallaştırılmış imgelemin merke­
zine cinselliği koyar.
Bu hayaller, her zaman heteroseksüel olmamasına rağmen
tabii ki her zaman fazlasıyla cinsiyet yüklüdür (Kosofsky Se­
dgwick, 1992). Farklı toplumsal ve siyasi bağlamlarda, cin­
selliğin ve ayrımcı iktidar ilişkilerinin birleştirilmesi kendini
çeşitli yollardan -fiziksel, siyasi ve/veya ekonomik- göste­
rir. Kadınlar ve erkeklerin yanısıra, efendiler ve köleler, sö­
mürgeciler ve sömürge halkları, yerliler ve "yabancılar" ara­
sındaki iktidar ilişkilerinin etkileşimi, birden çok bağlamda
oynanan bazı yaygın senaryoları yaratma eğilimindedir. Ör­
neğin hegemonik topluluğun güçsüzleştirilmiş ve izole edil­
miş kadınının, hizmetçi veya işçi olarak orada bulunan ırk­
sallaştırılmış topluluğun elde edilebilir erkeği ile cinsel iliş­
ki kurma hayali ve bazen de buna cesaret edişi, yaygın bir
edebi temadır [ (bkz. Doris Lessing'in Güney Afrika üzerine
The Grass is Singing romanı 1950; Amos Oz'un lsrail üzeri­
ne My Michael romanı, 1958; ve Harper Lee'nin ABD üzeri-

1 04
ne To Kill a Mocking Bird romanı, 1960) ] . Bu anlatıdaki he­
gemonik topluluğun erkekleri, bir yandan "öteki"ni aşağı ve
uygarlaşmamış görürken, bir yandan da ona cinsel iktidar
ve şehvet atfederek ondan korkmakta ve onu kıskanmak­
tadırlar. Siyah adamların bu söylemde yalnızca tecavüz ola­
rak kurgulanabilecek olan, beyaz kadınlarla bazen gerçek,
çoğunlukla ise bir mitten ibaret olan cinsel ilişkileri, onları
linç etmenin yaygın bir rasyonelleştirilişidir. Tecavüzcü ola­
rak "öteki" miti, birçok ırksallaştırılmış bağlamda yaygın bir
hikayedir. Theresa Wobbe'nin (1995: 92) öne sürdüğü gibi,
yabancının temsil ettiği cinsiyet yüklü meydan okuyuş, ırk­
çı vahşetin anlaşılmasında merkezi yere sahip fiziksel-duy­
gusal bir boyutu oluşturmaktadır. Bu, şerefi savunulması ge­
reken "kadınlanmız"ı taciz ve tehdit eden veya onlara ger­
çekten tecavüz eden erkek yabancı klişeleştirmesi etrafında
kurulmaktadır.
Bir tecavüzcü olarak "Yabancı" mitinin yaygınlığı bizi yi­
ne de tecavüzün öteki ırksallaştırılmış topluluklardan ka­
dınları (ve bazen de erkekleri) hedefleyen yaygın bir vah­
şet pratiği olduğunu idrak etmekten alıkoymamalıdır (bkz.
Beşinci Bölüm'deki tartışma) . Aynca Theresa Wobbe'nin de
işaret ettiği üzere, "biz" ve "onlar" arasında kurulan toplu­
luk sınırları, toplumsal yükümlülükler ve kuralların sınırla­
rını ve kesişimlerini de göstermektedir (1995: 94). Ötekile­
re karşı toplumsal sorumlulukların olmayışı çoğunlukla ih­
lal ve saldın özgürlüğü anlamına geldiğinden Wobbe, bunu
ırkçı şiddetin ve günlük hayatta kadınlara karşı şiddetin an­
laşılmasında merkezi bir boyut olarak görmektedir. Bu tür
saldınlann hedefleri sadece "onların" kadınlan değil, karışık
evliliklerin kadınlan gibi "vatan hainleri"dir de.
Bununla birlikte, ırksallaştırılmış ötekiler arasındaki iliş­
kiler, her zaman sadece şiddete gömülmüş değildir. Cynthia
Enloe (1989: İkinci Bölüm) , -Tayland, Güney Kore ve Fili-

1 05
pinler gibi Amerikan ordusunun "dinlenmesi ve eğlenmesi"
için tesadüfen aynlmış yerlerdeki- bitmez tükenmez cinsel
zevk ve "egzotik" cinsel nesne havuzlarına ilişkin erkek or­
yantalist düşlerin, yoksullaştırılan sömürge sonrası bireyle­
rin ve cemaatlerin ekonomik olarak hayatta kalışlarının te­
mel kaynağı haline geldiği seks turizmi endüstrilerini an­
latmaktadır (1989: 36) . Bu ilişkiler bazen sadece cinsel ol­
manın ötesine geçer. Oryantalist -güzel, uysal, çalışkan ve
bağımlı- kadınların yalnız ve çekingen Batılı erkekler için
"mükemmel eşler" olarak kurulması yüzünden "posta sipa­
rişiyle gelin bulma" şirketleri gelişmektedir. Bu tür evlilik­
ler, bu kadınlar (ve çoğunlukla da aileleri) için kendi geldik­
leri toplumlardaki inanılmaz zor hayatlarından kaçmak için
tek fırsat olarak görülebilir. Son zamanlarda, "posta sipari­
şiyle gelin bulma" pazarı, ekonomik ve ırkçı nedenlerin bir­
leşmesiyle Doğu Avrupa'ya kaymıştır.
Kadınların turist olduğu "Shirley Valentine" olgusu, bu­
rada erkek jigololuğu biçimindeki yasal fahişeliğe sadece
tesadüfi olan veya olmayan sekse rıza göstermekten daha
nadir rastlansa da, erkeklerinkine bir şekilde benzerdir. Bu­
radaki alışveriş, zevk karşılığı paradan ziyade karşılıklı zev­
ke dayanmaktadır. Batılı kadın turistler, evden uzaktayken
cinsel macera ve deneyim arayışındadır ve yerli erkekler de
katı toplumsal denetim altındaki yerli kadınların sağlaya­
mayacağı bedava seksi elde etmektedirler. Bazen bu cinsel
ilişkiler, aşk ilişkisine ve eşlerden birinin göç ettiği evlilik­
lere dönüşebilir. Yine de bazen başka dürtüler daha önem­
li olabilir. Erkeklerin dürtülerinin çoğunlukla "posta sipa­
rişiyle gelin bulma" sendromundakine benzer olabileceğini
-vize veya "yeşil kart" kazanma ve göç etme fırsatı- göste­
ren çalışmalar mevcuttur (Cohen, 1971) . Doğu Kudüs'teki
dükkan sahipleri arasında yapılan bir başka çalışma (Bow­
man, 1989) , yerli erkeklerin hüsran ve güçsüzleştirme duy-

1 06
gulanndan çıkış şeklindeki başka dürtülerine işaret etmek­
tedir.
Bowınan ( 1 989) , dükkan sahipleri ve turistler arasındaki
cinsel ilişkileri incelemiştir; bu ilişkilerde erkekler kadınlaş­
mış ve seyahat edebilen, zengin ve güçlü olan kendileri ol­
duğu için kadınlar da klasik erkek rollerini üstlenmiştir. Bu­
nunla birlikte bu analiz çerçevesi çok basitleştiricidir. Birin­
cisi kadın turistler, güçlü, görece zengin ve seyahat edebi­
lir olsalar da cinsel irtibatı başlatanlar genellikle, -sınırlı ol­
duğu için tehdit edici olmayan bir bağlamda- "maçoluklan"
kadınlar için ana çekicilik kaynaklarından birisi olan erkek­
lerdir (bu mesele hakkındaki bir TV programında gösterildi­
ği gibi: "Esther" , BBC2, 21 Ağustos 1995). ikincisi Bowınan,
kadınlaştırmayı erkeklikten uzaklaşma (emasculinization)
ve güçsüzleştirme ile eş saymaktadır. Bu, dişilin erilin nega­
tif pasif simetriği olduğu bir modeldir. Elbette ki (Freud "bi­
le" bunun farkına varmıştır) dişilik en boğucu toplumsal sis­
temlerde bile asla bu değildir.
Öteki yazarlar (Meaney, 1993; Nandy, 1983 gibi) sömür­
geleştirilmiş toplumlara daha genelleştirilmiş kadınlaştırıl­
mış bir imaj atfetmektedir:

Sömürgecilik tarihi, bir kadınlaştırma tarihidir. Sömürge­


ci güçler, tabiyetlerindeki halkı pasif, rehberlik ihtiyacın­
da, kendini yönetmekten aciz, romantik, tutkulu, dikkafalı,
barbar olarak tanımlarlar - tüm bunlar lrlandalılan ve ka­
dınlan geleneksel olarak övmek ve yermek için kullanılan
sıfatlardır (Meaney, 1993: 233).

Bu benzetmede de kadınlaştırma ve güçsüzleştirme birbi­


rine eş sayılmaktadır. Fanon'un ( 1 986) (ve hatta onu izle­
yenlerin birçoğunun) özgürleşmeyi maçolukla eş tutmasın­
da şaşılacak bir şey yoktur ve paradoksal olarak "özgürleşti-

107
rilmiş" kadınların güçsüzleştirilebilmesi bu bağlamda müm­
kündür.

Asimilasyon ve Aynlıkçılık

Farklılığın ırksallaştınlması yaygın bile olsa, kültürel fark­


lılıkların toplumda idare edilmesinin asla tek yolu değildir;
ne de tüm ırkçılıkların yoğunluğu veya biçimi aynıdır. Wi­
eviorka ( 1994) , önyargı gibi en zayıf ve belirsiz biçiminden,
tam ırkçılığa kadar ırkçılığı dört düzeye ayırmaktadır. Bun­
lar birbirinden aynlmıştan ziyade aynı dizgede farklı yerler
işgal eden düzeyler olarak düşünülmelidir ve elbette somut
toplumsal gerçekliklerde, farklı ırksallaştırma yoğunlukları
ve biçimleri birarada varolur ve sürekli dalgalanırlar. Yine de
bu birarada varoluş, sadece farklı ırkçılık düzeylerini ve bi­
çimlerini değil, asimilasyon, ayrılıkçılık, çokkültürcülük ve
melezleşme gibi az çok ırksallaştınlabilen öteki farklılık ida­
re biçimlerini de genellikle içermektedir.
Eğer ırkçılık, ötekini dışlamak ve/veya sömürmek demek­
se, asimilasyon bunun zıddı olarak görülebilir. Asimilasyon­
culuk, aşılmaz toplumsal aynın sınırlarını oluşturmaya de­
vam etmek yerine, bunları görünmez ve aşılabilir kılmakta­
dır. Amerikan rüyası olan "eritme potası" veya Fransız rüya­
sı olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik, topluluğa üyeliğin ve bu­
nun getireceği tüm haklardan faydalanmanın bir önkoşu­
lu olarak kökenin dayandığı bir cemaate üyelikten bahset­
memektedir. Tam tersi Avustralya'daki asimilasyonculuğun
önde gelen taraftarlarından biri olan Profesör Knopfelmac­
her ( 1984; Yuval-Davis, 199 lc: 15-16) kültür ve köken ara­
sındaki özselci bağlantıya açıkça karşı çıkmaktadır: "Avus­
tralya'da sağlamca kurulan ve bir kaya kadar sabit olan İngi­
liz biçimciliği (anglomorphy) ile ülkenin 'Britanyalı' karakte­
ri göçmenler 'ırk'ından bağımsızdır" .

1 08
Bununla birlikte, işaret edildiği üzere (Balibar, 1 990b) ,
varsayılan bu evrensel kapsayıcılık çok yanıltıcı olabilir.
tık olarak resmi bir dışlama kriteri olamayacağından, top­
luluğun doğasına ilişkin varsayımlar, asimilasyonun basit­
çe mümkün olamayacağı şeklinde olabilir. Paul Gilroy'un
( 1 987) işaret ettiği gibi, eğer "lngiliz Bayrağında Siyahın
Yeri Yok"sa ve Britanyah ya da en azından İngiliz olabilmek
için beyaz olmak gerekiyorsa, hiçbir siyah lngiliz topluluğa
gerçekten asimile edilemez. Ayrıca Cathy Lloyd'un ( 1 994)
işaret ettiği gibi, yeni sağ tarafından geliştirilen, Aydınlan­
ma'dan türeyen evrenselliğin kuruluşu, insanların yalnızca
kendi (milli-kültürel) "tür"ünden olanlarla etkileşim için­
de olmayı sevdiklerini muhtemelen zorla kabul ettiren ev­
rensel insan doğasına yönelik iddialan kapsamaktadır. Asi­
milasyon mümkün olsa veya prensipte hoşgörülse bile, bu
evrensellik yanıltıcıdır çünkü yeni-gelenlerin formel veya
enformel destek ağları, dilin bilinmesi, "doğru eğitim tü­
rü" gibi karşılarına yığılan birçok görece dezavantajları ol­
maktadır.
lkinci olarak, asimilasyonun evrensel kapsayıcılığı ya­
nıltıcıdır çünkü bireyler bu temelde hegemonik toplulu­
ğa girebilse de, kolektif kimlikleri girememektedir. Sartre
( 1 948) , Yahudilerin, Yahudi olmayı bırakmaları şartıyla bir
halk olarak kabul edilebilecekleri "liberal antisemitizm"i
tartışmaktadır. 1 950'lerde Aborijin çocukların Avustral­
ya'dan toplu olarak sökülüp alınarak beyaz Avustralyalı­
lar olarak yetiştirilmeleri zalim eyleminin ardında da ben­
zer bir mantık yatmaktadır. lsrail'de bugünlerde, öldükleri
söylenerek annelerinden çalınan ve orta sınıf Eşkenazi ai­
lelere evlatlık verilen yüzlerce Yemenli Yahudi bebeğe iliş­
kin suçlamalarla ilgili resmi soruşturmalar yürütülmekte­
dir. Cemaatleri ve aileleri bölerek, çocukları ebeveyninden
ayırmak, zorla asimilasyon uygulamalarının çoğunlukla

1 09
merkezinde yer alır. Bu tür politikalar, azınlıkları güçsüz­
leştirir ve bunların boyunduruk altındaki konumlanışlan­
nın sürekliliğini sağlar.
Ayrılıkçılık, çoğunlukla hem ırkçılığa hem de asimilasyo­
na bir direniş stratejisidir. Ayrılıkçı projeler, topluluğun gö­
reli konumlanışını iyileştirmeyi amaçlayan genellikle güç­
süzleştirilmiş azınlıkların etnik projeleridir. Bu yüzden top­
luluğun sınırlarının, kolektif kimliğinin, sosyal tutunumu­
nun ve toplumsal, ekonomik ve siyasi kendine yeterliliğinin
güçlendirilmesini teşvik ederler. Ayrılıkçı projeler, çoğun­
lukla belli bir kültürel ethosu -dinsel, milliyetçi veya ırk­
çı- kendi amaçlan için kullanan, topluluk içindeki belli bir
gruplaşma tarafından desteklenmektedir. Bu tip birden çok
ethosu birleştiren ayrılıkçı bir projeye örnek Amerikan -ve
ayrıca artık İngiliz- siyah "lslam Milleti"dir. Bu topluluk,
üreticiler ve tüketiciler olarak siyah ekonomik kendine ye­
terliliğin gelişimini ve siyahlar olarak iddialı bir şekilde ken­
di kendilerini kimliklendirmelerini, siyahların, sömürgeci
Hıristiyan geleneğine bir Üçüncü Dünya alternatifi olarak
(Müslüman köle tüccarlarına rağmen) lslam'a dönüşleri ile
birleştirmektedir. "lslam Milleti"nin lideri Louis Farrakhan
tarafından başlatılan ve önderlik edilen ve jesse jackson gi­
bi önceden ayrılıkçılığı reddeden önemli siyah liderlerin bir­
çoğunun katıldığı 1995 tarihli, Washington D.C.'ye "Milyon
Erkek Yürüyüşü" , bu tip bir hareketin ne kadar baştan çıka­
rıcı ve güçlü olabileceğini göstermiştir.
ideolojileri oldukça farklı olsa da, uygulamaları her za­
man o kadar da farklı olmayan ayrılıkçı ve özerk hareketle­
ri birbirinden ayırmak gerekir. Özerk hareketler, kendileri­
ni daha muktedir ve güvenli hissettiklerinde ötekilerle işbir­
liği yapabilecekleri bir başlangıç safhası olarak tabandan ge­
len aktivizme, özerkliğe ve kendine yeterliliğe önem verir­
ken, ayrılıkçı hareketler kendi sınırlarını mutlak olarak ku-

110
rar ve ötekileri ancak değişmeye hazırlarsa kabul eder (ya­
ni asimile eder) . Ayrılıkçı politikalann temellerinden birisi,
topluluk mensuplan ile ötekiler arasındaki cinsel ilişkilerin
çoğunlukla yasaklanışıdır.
Güçsüzleştirilmiş gruplaşmalar arasında özerk ve ayrılıkçı
hareketlerin artışı, kimlik politikalannın ve çokkültürcülük
ethosunun yükselişiyle yakından bağlantılıdır.

Çokkültürcülük ve Kimlik Siyaseti

Trinh Minh-ha (1989: 89-90) iki tür toplumsal ve kültürel


farklılık olduğu yorumunu yapmaktadır: tehdit edenler ve
etmeyenler. Çokkültürcülük, tehdit etmeyen türdeki fark­
lılıkları besleme ve sürdürme amacındadır. Andrew Jaku­
bowicz, Avustralya çokkültürcülük politikalanyla ilgili ola­
rak şu sonuca varmıştır:

Çokkültürcülük, etnik cemaatlere hükümet yardımıyla


kendi farklı kültürlerini korumaları ve geliştirmeleri gö­
revini verir ancak bireyleri veya insan sınıflarını etkiledik­
leri için ayrımcı politikalara karşı mücadeleyle ilgilenmez.
(1984: 42)

Cari Schierup ( 1995) , projesi sosyal devletin dönüşümü


olan transatlantik güçbirliği için çokkültürcülüğün ideolo­
jik bir temel oluşturduğunu iddia etmiştir. Bu güçbirliği, gü­
nümüz postmodemite çağında hegemonik inançlann ko­
numuna göz dikmiştir. Bununla birlikte Schierup, "gerçek
sosyalizmler"in "sosyalizm"e arzettiği sorunlara benzer so­
runlan, mevcut çokkültürcülüklerin paradokslannın ve iki­
lemlerinin kendi ideolojik çerçevelerine arzettiğini tartış­
maktadır.
Çokkültürcülük, eski sömürgeleştirilmiş ülkelerden gelen

111
göçmenlerin ve mültecilerin yerleşmesi için temel bir yön­
tem olarak lngiltere'de geliştirilmiş ve Kanada ve Avustral­
ya gibi eski emperyal yerleşimci toplumların yanısıra ABD'de
de bu amaçla geliştirilen mevzuat biçimlerini ve siyasi proje­
leri belirlemiştir. Tüm bu ülkelerde, milli topluluğun homo­
jen ve asimilasyoncu tarzda sürekli kurulmasını isteyenler
ile etnik çoğulculuğun kurumsallaşmasını ve etnik azınlıkla­
rın kendi kültürlerinin milli projenin meşru parçalan olarak
korunmasını talep edenler arasında, çokkültürcülüğe iliş­
kin daimi bir tartışma mevcuttur. Bununla ilgili tartışmalı bir
mesele de kolektif kimliklerin ve kültürlerin korunmasının
kendisi için mi önemli olduğu yoksa sadece kolektif iradenin
bir sonucu mu olduğudur. Bir başka mesele ise, kültürlerin
korunmasını amaçlayan projelerin, bu kültürlerin maddeleş­
tirilmelerine ve özselleştirilmelerine meydan verip vereme­
yeceğidir. Floya Anthias'ın tespit ettiği üzere:

Kültürel çeşitlilik hakkındaki tartışmalar, kültür ve etnisi­


teyi kanştırmaktadır . . . Korunması gereken sınırlar mıdır
yoksa bunlann dikenli telleri olarak davranan kültürel ya­
pıntılar mıdır? Yine de mesele sadece homojenlikle değil,
Batılı kültürel hegemonya ile de ilgilidir. ( 1 993: 9)

Yukarıda Knopfelmacher'den yapılan alıntının ( 1984; ay­


nca bkz. Yuval-Davis, 1 99 l c: 14) gösterdiği üzere, örneğin
Avustralya'da çokkültürcülüğe karşı olanlar, Avustralya mil­
li topluluğunun mensupları Anglo-Keltik kökenli olmasa bi­
le, "İngiliz biçimci bir toplum"dan yanadırlar. ABD'de ide­
olojik hedef, Amerikan "eritme potası"dır. Yine de Ameri­
kan bağlamındaki çokkültürcülüğe karşı olanlar, Avrupalı
kültürel mirasın önceliğini vurgulamaktalar: "Öğretmenle­
rin, Amerikan medeniyetinin Avrupalı köklerini gizlemele­
ri gerektiği hususu ciddi olarak tartışılır mı?" (Schlesinger,

112
1992: 122). Etnik köken ve topluluk mensuplarının rengin­
den ziyade kolektif kültürel kimlik, bu kurgularda hayati
faktör olarak görülmektedir.
Bununla birlikte çokkültürcülüğü destekleyenlerin tüm
kültürel kimliklerin eşit meşruluğa sahip oldukları bir sivil
ve siyasi topluma inandıklarını varsaymak hata olur. Örne­
ğin Avustralya'da çokkültürcülüğe ilişkin hükümet raporu,
"çokkültürcülüğün sınırlarını" vurgulamaktadır (Office of
Multi-cultural Affairs, 1989) . Çokkültürcülüğün resmi po­
litika olduğu tüm devletlerde, hegemonik çoğunluğun kül­
türel geleneklerine öncelik verilerek, hem yasa dışı hem de
gayri meşru görülen kültürel gelenekler (poligami ve uyuş­
turucu kullanmak gibi) mevcuttur. Üstelik çokkültürcü po­
litikalarda, azınlık kültürleri somutlaştırılır ve normatif in­
san davranışından farklılaştınlırken, Batılı hegemonik kül­
türün doğallaştırılması sürmektedir.
john Rex çokkültürcülüğü, "kültürel çeşitliliğin tanınma­
sının demokrasiyi zenginleştirdiği ve güçlendirdiği" geliş­
miş bir sosyal devlet biçimi olarak tanımlamaktadır (1995:
31). Bunun üç temel faktörün bir sonucu olduğunu iddia et­
mektedir. Bunlar; toplumun bütününü zenginleştirebilecek
önemli değerlere sahip olabilecek özgül kültürlerin değer­
leri; azınlık cemaatlerinin toplumsal örgütlenişinin bunla­
ra duygusal destek sağlaması; ve toplumsal örgütlenişin da­
ha çok kaynak elde etmelerinde ve kendi kolektif haklarını
savunmalarında onlara daha etkili araçlar sağlamasıdır. Yine
de hem bu kolektif hakların doğasına hem de devletin hete­
rojen nüfus içindeki bireylere ve topluluklara karşı alması
gereken özgül önlemlerin neler olduğuna dair sorular orta­
ya çıkmaktadır. jayasuriya burada iki ayn meselenin sözko­
nusu olduğuna işaret etmektedir: Bir tanesi, kolektif refahın
sağlanmasında ihtiyaçların merkeziliği, öteki ise kişinin hak
iddiasında ihtiyacın sınırlarıdır (1990: 23).

1 13
Dördüncü Bölüm'de etraflıca tartışılacağı üzere bu prob­
lemin en sorunlu tarafı, refah uygulaması (provision), iş ola­
nakları ve refaha kabul edilmede farklı muameleye tabi tu­
tulmayla ilgili hükümler olarak değil de, farklı etnisitelerin
farklı kültürel ihtiyaçları olarak savunulduğunda ortaya çı­
kar. Jayasuriya ( 1990), temel olan ve bu yüzden de devletin
karşılaması gereken ihtiyaçları, kamu sektörü dışında kalan
ve özel alanda gönüllü biçimde karşılanması gereken istek­
lerden ayırmaktadır.
Kamusal sahanın hem devleti hem de sivil toplumu içer­
mesine yeterince dikkat edilmemesine rağmen, kamusal ve
özel sahalar arasındaki ayrım, literatürde vatandaşlığın sı­
nırlarının çizilmesinde (Dördüncü Bölüm'de de tartışılacağı
üzere) merkezi bir rol oynar. Örneğin Turner ( 1990), ken­
di vatandaşlık tipolojisini, devletin özel sahaya girmesi veya
buna girmekten kaçınması ölçüsüne göre tespit etmiştir. Yi­
ne de yukarıdaki örneklerin gösterdiği gibi, dikotomik özeV
kamusal kurgusu içinde özel ve kamusal alanlar hem kültür
hem de cinsiyet belirlenimlidir (Yuval-Davis, 199lb) . Çok­
kültürcülük hakkındaki bütün tartışma, toplumsal hakların
sınırlarının yanısıra farklılık sınırlarının da (aslında belki de
evrensel olmayan evrensel terminolojiyi kullanan) özgül he­
gemonik söylemlerle belirlendiği gerçeği karşısında tökez­
lemektedir. Yukarıda da belirttiğim gibi, atıfta bulundukla­
rı kişilerin farklı konumlanışlarını dikkate almayan evren­
sel söylemler, çoğunlukla ırkçı (cinsiyetçi, sınıfçı, yaşlılara
ve engellilere karşı aynmcıyı vb. de ekleyebilirim) kurgula­
rı da gizlemektedir.
Belli bir kültürü somutlaştıran ve homojenleştiren çok­
kültürcü bir perspektifin başta gelen örneklerinden birisi,
1 993 yılında UNESCO tarafından yayımlanan Multi-Cul­
tural Planet ( Çokkültürlü Gezegen) adlı kitaptır (Laszlo,
1 993) . Kitapta dünya "Avrupa kültürü" (ama aynca "Rus ve

1 14
Doğu Avrupa kültürü"), "Kuzey Amerika kültürü " , "Latin
Amerika", "Arap" , "Afrika" vb. Gibi, aralannda diyaloğun
ve açıklığın geliştirilmesi gereken, kültürel açıdan homojen
bölgelere ayrılmıştır.
Çokkültürcülük genellikle kendi destekleyicileri tarafın­
dan ırkçılık karşıtı temel bir strateji olarak kabul edilmesi­
ne rağmen, iktidar ilişkilerini gözardı etmesi, azınlık halk­
lannın temsilcileri olarak o cemaatin çoğunluktaki üyele­
rinden çok farklı sınıf ve iktidar konumlanna sahip kişile­
ri kabul etmesi ve bu halklan ırkçılığın, ezilmenin ve eko­
nomik sömürünün benzer açmazlannı kendileriyle payla­
şan öteki siyahlarla (her şeyi kapsayıcı siyah/beyaz ikili ayrı­
mı açısından) birleştiren şeylerden ziyade, onlann ayn kül­
türlerini vurgulayarak bölücü olması yüzünden sol tarafın­
dan eleştirilmektedir (Bourne ve Sivanandan, 1980; Mul­
lard, 1980). Soldan gelen öteki eleştiriler, hem "çokkültür­
cü" hem de "ırkçılık karşıtı" konumlara yöneltilmiştir (Rat­
tansi, 1992; Sahgal ve Yuval-Davis, 1992) . Bu eleştiriler her
iki yaklaşımda da, özgül bir kültürel topluluğun tüm men­
suplannın o kültüre eşit oranda bağlı olduğuna dair bir var­
sayımın varlığına işaret etmektedir. Bunlar azınlık topluluk­
larının mensuplarını temelde, bütünlüklü bir kültürel ve­
ya ırksal sesle konuşur şekilde ve homojen olarak kurmaya
eğilimlidir. Bu sesler "farklı" olabilmek için (çokkültürcü­
lük sınırlan içinde) çoğunluk kültüründen mümkün oldu­
ğunca uzak kurulmakta; bu nedenle bu tip bir kurguda "ce­
maatin temsilcilerinin" sesi ne kadar geleneksel ve çoğunluk
kültüründen ne kadar uzaksa, o kadar "otantik" olarak algı­
lanmaktadır. "Anti-ırkçılık" içinde bu tür bir perspektif yay­
gındır. "Siyah" ses, çoğunlukla beyaz Avrupa merkezci kül­
türle özdeşleştirilebilecek her şeyi reddeden maço kurtancı
kahraman olarak kurulmaktadır.
Bu tür kurgular, azınlık topluluğunda sınıf, toplumsal

115
cinsiyet ve kültür düzeyindeki çatışmalar gibi iç iktidar ça­
tışmalarına ve çıkar farklılıklarına yer vermemektedir. Üste­
lik bunlar topluluk sınırlarını, gelişmeye ve değişmeye yer
vermeyecek şekilde sabitlenmiş, statik, tarih dışı ve özsel­
ci varsayma eğilimindedir. Bu tür bir perspektif sosyal poli­
tikaya çevrildiğinde, "otantiklik" , "cemaat"in temsilcisi ola­
rak kabul edilenler tarafından devletten ekonomik ve diğer
kaynakları talep ederken kullanılacak önemli bir siyasi kay­
nak haline gelebilir (Cain ve Yuval-Davis, 1990). Yeatman'ın
da gözlemlediği üzere:

Gruba ilişkin liberal anlayışın, grubun otoriter bir nitelik


taşımasını gerektirdiği açık hale gelir: grubun tek, otoriter
bir sesten konuşarak amaç homojenliğini temsil eden bir
başkanlığı olmalıdır. Bunun olması için, perspektifler ve çı­
karlar heterojenliği içinde gizlenen ses ve temsil siyasetinin
bastırılması gerekir. ( 1 992: 4)

Bununla birlikte grup sesinin liberal kuruluşu, kendi top­


luluklarının kültür ve dininin gerçek "öz"ünü temsil ettikle­
rini iddia eden ve gündemlerinin üst sıralarında kadınların
ve davranışlarının kontrolü bulunan köktenci liderlerle el­
birliği yapabilir (Sahgal ve Yuval-Davis, 1992).
Çokkültürcülüğün özellikle kadınlar üzerinde çok zarar­
lı etkileri olabilmektedir, çünkü "farklı" kültürel gelenek­
ler çoğunlukla kültürel olarak cinsiyete özgü terimlerle ta­
nımlanır ve kadınların davranışının kontrolü (ki buna ka­
dınların kendileri de, özellikle de yaşlı kadınlar, katılır ve el­
birliği yaparlar) çoğunlukla etnik sınırlan yeniden üretmek
için kullanılır (Yuval-Davis ve Anthias, 1989). lngiltere'de­
ki bir olay bu tür bir elbirliğine örnektir. lngiltere'de bir ha­
kim, kapanmayı reddederek lran'dan kaçan bir lranh kadı­
nın iltica talebini ["bu onların kültürü olduğu" için] geri çe-

116
virmiştir (avukat jacqui Bhabbha tarafından aktarılan olay).
Anne babasının sıkı denetimleri yüzünden evinden kaçan
ve sosyal hizmetler tarafından kendi isteğine ve Asian Wo­
men's Refuge'nin (Asyalı Mülteci Kadın Sığınağı) savunma­
sına karşın çok daha dindar bir başka Müslüman eve yerleş­
tirilen genç bir Müslüman kızın durumu, bir başka örnektir
(Southall Black Sister -Southall Siyah Kızkardeşler- çalışan­
ları tarafından aktarılan olay) .
Kadın sünneti, çocuk evlilikleri, vb. "atalardan kalma
pratikler"e "çokkültürel çeşitliliğin sınırları" olarak yoğun­
laşan ve "etnik kadınlar namına" açıkça belirtilmeyen bir­
takım Anglo aile normlarıyla benzer hale gelen "iyi top­
lum" modeline karşı "etnik aile" uygulamalarının değerlen­
dirildiği çelişkili çokkültürel bir uygulama, Jeannie Mar­
tin ( 1991) tarafından anlatılmaktadır. Martin bu yaklaşımı
özellikle Avustralya'daki çokkültürcü kuramcılar arasında­
ki "etnisistler"e özgü bir şey olarak anlatır ve onları hareke­
te geçiren şeyin kadınlara ilişkin bir kaygı olmadığına işaret
eder - çünkü etnisistler, kadınların değersiz sayılışını ailenin
ön planda olduğu doğal düzenin bir parçası varsayarlar. Bu,
daha ziyade, -bu söylemde ideal pozitif model olarak kuru­
lan- Anglo modelinden sapma düzeylerine göre erkekleri sı­
nıflandırma aracıdır.
Alternatif dinamik bir kültürel çoğulculuk modeli, Homi
Bhabha tarafından geliştirilmiştir ( 1 990; l 994a; l 994b) .
Bhabha, mekan/zaman ve yapı/süreç ayrımını kaldırarak
ve milli "hayali cemaat"in kurulmuş sınırlarının ve bunun
kolektif kültürel söylemlerini oluşturan anlatıların sürekli
değişen ve ihtilaflı doğasını vurgulayarak, milletin marjin­
lerinden, göç veya sürgün yüzünden birden fazla kültürde
yaşamakta olan milli ve kültürel "melezler"den çıkan kar­
şı-anlatılara işaret etmiştir. Bu tür "melezler" , kendilerini
kabul eden milletin "bütünleştirici sınırları"nı hem oluş-

117
turur hem de yok ederler. Elbette bu tür karşı-anlatıların
göçmen azınlıklardan çıkması şart değildir. Örneğin yer­
li halkların yükselen sesi, içerden duyulan bir karşı-anlatı
örneğidir. Aynca "millet"in sınırları hakkındaki karşı-an­
latılar, eski Yugoslav ve Sovyet milletlerini dağıtmıştır; ve
öteki milli cemaatlerdeki kadar radikal olmamakla birlikte,
milletin ve sınırlarının kuruluşu her yerde sürekli bir tar­
tışma konusudur. Bu bağlamda Homi Bhabha'nın; "karşı­
anlatılar"ın şekil açısından radikal olsalar bile mesajlarında
ilerici olmak zorunda olmamalarını hesaba katmayı ihmal
ettiğini belirtmek önemlidir. Anna Lowenhaupt Tsing'in
(1993: 9) iddia ettiği gibi, bu tür karşı-anlatılar, yerel risk­
leri ve özgüllükleri tanıyarak daha geniş anlam ve iktidar
tartışmaları içine yerleştirilmelidir.
Bhabha'nın yaklaşımındaki bir başka tehlike ise özselcili­
ği arka kapıdan içeri alabilmesidir: yani toplulukların eski
"çokkültürcü" özselci ve homojenleştirici kurguları, içinden
"melezler"in çıktığı homojen topluluklara atfedilmektedir
ve böylece toplumun "eritme potası" olarak mitsel imajının
yerini toplumun "karışık salata" mitsel imajı almaktadır. Vi­
yana'daki Irkçılıklar ve Feminizmler Konferansı'nda (Ekim
1994) Trinh Minh-ha'nın kendisini, sanki bu iki kültürün
her biri Trinh Minh-ha'nın kendi kurgularının dışında ho­
mojen sabit varlıklarmış gibi, "kıyıda kalmış ve hem çoğun­
luk hem de kendi grubunun kültürüne karşı koyan biri" ola­
rak tanımlaması, bu tür bir konuma özgüdür.
Yine de Bhabha, kişinin kimliğinin kısmen de olsa, "otan­
tik" sömürgecilik öncesi deneyime dayanarak gerçekten
kurulamayacağının farkındadır. Bhabha, bunu yapmaya ça­
lışan melezlerin sonuçta kolayca özselleştirilmiş bir nostal­
jiye kayma tehlikesi ile karşı karşıya olduklarına işaret et­
mektedir. Bu şekilde melezlik, egemenleşen Avrupa merke­
zi taklitçiliği şeklini almaktadır. Smadar Lavie (1992: 92),

118
bu melez modelini Gloria Anzaldua'nın ( 1 987) geliştirdi­
ği model ile karşılaştırmaktadır. Lavie, bu iki modelin, mil­
let ve imparatorluk arasındaki iç sınır bölgelerinde oluşan
melezin yaşanmış deneyiminin metinleştirilmesine (textua­
lization) ilişkin zıt kutupları temsil ettiğini iddia etmekte­
dir. Her iki model de, melezin millet ve imparatorluğa karşı
muğlaklığının, bunlar arasındaki karışık sınır bölgelerinin
haritasının yeniden çıkarılmasını hızlandırdığı iddiasında­
dır. Bununla birlikte Bhabha'nınki melezliğin tepki yöne­
limli bir modelidir. Bu model, melezi muktedir kılmayarak,
eyleyicilikten mahrum kalmaktadır. Anzaldua, melezler
geçmişlerini araştırmaya giriştiklerinde, bunun illa ki özsel­
leştirilen nostalji veya "kirletilmemiş" sömürgecilik öncesi
bir geçmişin kurtarılışı olmak zorunda olmadığını öne sür­
mektedir. Tam tersine geçmişi yeniden çalışmak, kendi me­
lezliğini meydana çıkarır ve bu melez geçmişi şimdi açısın­
dan tanımak ve kabul etmek, cemaati muktedir kılar ve ona
eyleyicilik verir. Cemaati vurgulayışı, Bhabha'nın parçalan­
mış birey olarak melez varsayımıyla ve Minh-ha'nın ken­
disini tanımlayışıyla kesin bir şekilde çelişmektedir. Me­
lezlerin bireyleşmeyi reddi, onları cemaat olarak eyleyici­
liğe (elbette bunun içerdiği tüm sorunsallarla beraber; Yu­
val-Davis, 199lb; aynca bkz. Dördüncü Bölüm'deki tartış­
ma) ve sadece Avrupa merkezinin egemenliğine direnerek
değil, aynı zamanda sınır bölgesinde yeni bir yaratıcı alan
açarak da, onun egemenliğine karşı çıkmaya muktedir kıl­
maktadır.
jan Nederveen Pieterse'nin ( 1 994) , günümüz dünyasın­
daki küreselleşme süreçlerinin altında yattığını düşündüğü
şey, bunu artan homojenleşme olarak betimlemeye eğilimli
daha yaygın küreselleşme modelinden ziyade bu tür bir top­
luluksal melezleşmedir.

119
Kültürel Değişim ve Modemite

Chatterjee (1986), kültürel dekolonizasyonun siyasi deko­


lonizasyondan daha önce gerçekleştiğini, hatta onu kolay­
laştırdığını gözlemlemiştir - 20. yüzyıla damgasını vuran te­
mel kopuş. Bu süreç, milli geçmişteki mitsel altın çağa geri
dönüşü çok da içermemekte, daha ziyade artan bir muktedir
kılma duygusu ile milli bir özgürlük ve bağımsızlık yörün­
gesinin gelişimini içermektedir. Bu kültürel dekolonizasyon
sürecinde cinsellik ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeni­
den tanımlanması ve yeniden kurulması, merkezi bir tema­
dır. Franz Fanon (1986) , bunun bir kısmını, siyah erkeğin
"erkekliğini geri istemesi" yönündeki ünlü çağnsında özet­
lemektedir. Ashis Nandy'nin (1983) öne sürdüğü gibi, sö­
mürgeleştirilmiş erkek, sömürge söyleminde efemine olarak
kurulmakta ve özgürleşim ve muktedir kılma yolu bu iddi­
anın inkarı olarak görülmektedir. Birçok kültürel sistem­
de, iktidar ve erkeklik eşanlamlıyrnış gibi düşünülmektedir.
Bu tür bir perspektif, sadece birçok anti-sömürgeci ve siyah
iktidar hareketlerinin aşırı "maço" tarzını meşrulaştırmak­
la kalmamış, aynı zamanda bu milli topluluklarda kadının
ikincil konumunu da meşrulaştırmıştır.
"Kadınların kurtuluşu" , ister Türkiye' de, ister Hindis­
tan'da, isterse Yemen'de veya Çin'de olsun, çeşitli devrimci
ve dekolonizasyona yönelik projelerdeki toplumsal değişim
ve modemiteye karşı daha geniş siyasi ve toplumsal tavırla­
rın simgesi olagelmiştir (Kandiyoti, 1991b) . Chatterjee'nin
(1990) işaret ettiği üzere, kadının konumu, yerli kültürle­
ri tanımlamada sömürgeci bakışın tam merkezinde olduğu
için, kültürel değişimin sembolik ilanlan orada yer almakta­
dır. Bu, etnik ve milli projelerin -içsel ve dışsal olarak- mo­
dernleşmeye yönelik hareketlerini simgeleyen önemli me­
kanizmalardan birisidir. Bununla birlikte bu değişimler, ay-

1 20
nı zamanda modernleşme ve mili bağımsızlığı da simgele­
mek zorunda oldukları için muğlaktır. Olsa olsa taklit (mi­
micry) süreci sınırlıdır.
tlgili tartışmaların odak noktalarından birisi, moderni­
zasyonun Batılılaşma ile ne ölçüde bir tutulması gereğidir.
Sömürgeleştirilmiş dünyanın birçok milli liderine göre mil­
liyetçilik ve sosyalizm, Avrupalı sömürgeci düşmanı başa­
rıyla yenmek için benimsemeleri gereken modernite ölçü­
leriydi. Örneğin, Chatterjee'nin (1986) sömürge sonrası
dünyadaki milliyetçiliği, türemiş bir söylem olarak görme­
sinin nedeni budur. Yine de bu, ikisinin bir tutulması anla­
mına gelmez. Anzaldua'nın ( 1987) muktedir kılınmış me­
lezleşme kolektif modeli, süreci tanımlamanın daha iyi bir
yoludur. Birçok yerli kültürel ve dinsel gelenek, en azın­
dan sembolik olarak, milli amblemleri ve kimliğin sembo­
lik "sınır muhafızları"nı kuracak bir kaynak olarak tahsis
edilmiştir.
Sömürge sonrası dünyada modern ulus devletin hege­
monyası çok sınırlı olduğu ve çoğunlukla kent merkezleri
ve üst sınıflarla sınırlandığı için, kültürel ve dinsel gelenek­
lerin sembolik sınır muhafızları olarak kullanılması, toplu­
mun "modem" merkezinin modem-öncesi kısımlarıyla sü­
rekli birlikte varoluşunu sürdürmesini büyük ölçüde sağla­
mıştır. Aynca bu, daha sonraki bir dönemde birçok durum­
da, aynı gelenek ve göreneklere dönebilecek ve çok farklı
tipte milli ve etnik projeleri geliştirebilecek yeni nesil lider­
lerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Eski projelerde ilerleme
ve moderniteyi sembolize eden şey, şimdi bu tür projelerde,
Avrupalı kültürel emperyalizm olarak kurulmaktadır. Top­
luluğun "gerçek" kültürel özünün köktenci kuruluşu, alter­
natif olarak empoze edilegelmiştir. Bununla birlikte bu kur­
gular, ne bu toplumlarda insanların tarihsel olarak alıştıkla­
rı yaşam biçimlerine önceki "milli kurtuluş" kurgularından

121
daha benzerdir, ne de modemiteyi ve onun modem med­
ya ve yüksek teknoloji silahlan gibi aletlerini terk etmiştir.
Kadınlar bu projelerde bir kez daha önemli bir yer işgal
etmektedir. Kadınlar, değişimin sembolleri olarak görül­
mek yerine, "geleneğin taşıyıcıları" olarak kurulmaktadır­
lar. Özgürleştirici projelerde merkezi rol oynayan sembo­
lik peçe açış hareketine örneğin devrim-sonrası lran'da ol­
duğu gibi, şimdi zorunlu örtünme kampanyaları baskın gel­
mektedir. Hindistan'daki sati gibi uygulamalar bile kökten­
ci hareketlerin odağı haline gelebilmektedir; ki bu hareket­
ler, "ötekilik"i kurmak için bu uygulamalara odaklanmış
sömürgeci bakışla tamamen aynı şekilde kadınların bu ge­
lenekleri izlemesinde milli kültürel özün koruyuculuğunu
görmektedir (Chhachhi, 199 1 ; Mani, 1989) .

Köktencilik ve Modernite

Köktencilik, günümüzün muhtemelen en önemli toplum­


sal hareketidir (Contention, 1995) . Dünyanın her yanındaki
köktenci hareketler, tüm heterojenlikleriyle, dinsel veya et­
nik kaygılan olan ve çeşitli yollarla oldukça değişen koşul­
larda modem devleti ve medya güçlerini kendi düsturlarının
hizmetine koşma arayışında olan, temelde siyasi hareket­
lerdir. Belli kutsal metinlere veya karizmatik bir lidere bağ­
lı misyonerce deneysel anlara dayandırılabilecek bu düstur,
dinin, etnik kültürün ve gerçeğin tek geçerli biçimi olarak
sunulur (Sahgal ve Yuval-Davis, 1 992) . Yine de dinsel kök­
tenci hareketlerin, derin bir biçimde dinsel ve siyasi olmala­
rına rağmen, dinsel olmayan siyasi mücadeleleri hükmü al­
tına almaktan ziyade bunlarla işbirliği yapan kurtuluş teolo­
jilerinden ayn tutulması gerekir.
Köktencilik, farklı ülkelerde farklı siyasi eğilimlerin ya­
nında yer alabilir ve çeşitli biçimlerde kendini gösterebi-

1 22
lir. Köktencilik bir ortodoksluk biçimi olarak, "gelenek­
sel değerler"in korunması olarak, veya "orjinal kaynaklara
dönüş"te dinin kirli ve bozuk yanlarını bertaraf eden uyanış­
çı radikal bir olgu olarak ortaya çıkabilir. Örneğin İsrail'de­
ki Yahudi köktenciliği, devletin çok farklı anlamlara geldi­
ği temelde iki biçimde ortaya çıkmaktadır: İsrail devletinin
kuruluşunun bizzat kendisinin pozitif bir dinsel eylem ol­
duğu bir sağ-kanat Siyonizm biçimi; ve İsrail devletini ken­
di Yahudilik versiyonunu teşvik edecek ekonomik ve siya­
si iktidarı kazanmak için uygun bir kaynak olarak gören Si­
yonizm karşıtı olmasa da Siyonist olmayan bir hareket. İs­
lam' da köktencilik, Kuran metnine (medrese köktencili­
ği) ve din hukukuna, şeriata (ulema köktenciliği) bir dönüş
olarak ortaya çıkmaktadır. ABD'de Protestan köktenci hare­
ketler, hem orijinal anlamda köktencileri -yani kutsal kitap
metinlerine dönüşü isteyenleri- hem de duygusal dini de­
neyimlere daha çok dayanan "yeniden doğan Hıristiyanlar"ı
kapsamaktadır (bkz. Sara Maitland, 1992) .
Toplumda evrensel yetki isteyen devlet içindeki egemen
çoğunlukların köktenci hareketleri (ABD'deki misyoner ye­
ni sağ, Humeyni İran'ı veya Sırp Yugoslavyası gibi) ile, ge­
nellikle etnik kavramlarla tanımlanan kendi özgül yapıla­
rında kendi düsturlarını desteklemek ve empoze etmek için
devleti, medya güçlerini ve başka kaynakları kullanmayı
amaçlayan köktenci azınlık hareketlerini (Lubavitche Has­
sid'in Yahudi köktencileri ve İngiltere'deki Hindu ve Sih
köktencileri gibi) birbirinden ayırmak önemlidir. Bunun­
la birlikte köktenci hareketlerin heterojen çeşitlerinin teşhi­
si, "köktenci" kavramının özgül toplumsal olguları tanım­
layacak şekilde kullanımını geçersiz kılmaz. Milli, sosyalist
ve feminist hareketler gibi temel tüm toplumsal hareketler,
benzer şekilde heterojendir.
Köktenciliğin son zamanlardaki yükselişi, modemitenin

123
-aydınlanma, akılcılık ve ilerleme ilkelerine inanca dayalı
toplumsal düzenlerin- krizine bağlanmıştır. Hem kapitaliz­
min hem de komünizmin, kişilerin maddi, duygusal ve ruh­
sal ihtiyaçlarını karşılayamadıkları ortaya çıkmıştır. Genel
umutsuzluk ve yolunu kaybetmişlik duygusu, insanlara aş­
kın dinleri bir teselli kaynağı olarak açmıştır. Bunlar, insan­
lara istikrar ve güven duygusunun yanısıra tutarlı bir kim­
lik de kazandıran bir pusula ve çapa sağlamaktadır. Bunlar,
anlamın yapılaştırılışının merkezini bireyden dinsel liderle­
re ve kurumlara kaydınr.
Kadınların denetimi ve ataerkil aile, genellikle toplumsal
düzenlerin köktenci kurulmalarında merkezi bir yere sahip­
tir. Bunlar, çoğunlukla tüm toplumsal hastalıkların ilacı ola­
rak görülür:

Evdeki istikrarın, öteki toplumsal sorunların çözümün­


de bir kilit olduğu, yaygın bir evanjelik inançtır. Gezginler
"eve" gelince ve yoksul kişi, güçlü Hıristiyan aileselliğinde
(familiality) bulunan sorumluluk duygusunu edindiğinde,
yoksulluk sona erecektir. (Marsden, 1980: 37)

Kadınların kendi uygun toplumsal rollerini terkedişi, top­


lumsal bir felaket anlamına gelebilecektir:

Düzenli bir toplumda kadınlar, tesettürü (purdah) terket­


meleri engellenemeyecek ölçüde bir biyolojik yetersizliğe
ve büyük ailevi sorumluluğa sahiptir. (Pundah Mandrudi,
Hyman'dan alıntı, 1 985: 24)

Köktencilikle özdeşleştirilen paradokslardan birisi, ka­


dınların işbirliği yapmaları, rahatı aramaları ve hatta kök­
tenci hareketler tarafından kendilerine ayrılan alanlarda za­
man zaman muktedirlik duygusu kazanmalarıdır (bkz. Yas-

1 24
min Ali, 1992; Elaine Foster, 1992; Sara Maitland, 1992;
ve Nira Yuval-Davis, 1 992a). Dinsel kurumlarda kadınla­
rın genellikle ikincil bir yeri olmasına rağmen, bunların ak­
tif üyelerinin çoğunluğunu kadınların oluşturması iyi bi­
linen bir olgudur. Bu, sadece baskı altındakilere bir teselli
kaynağı olarak dine değil, aynı zamanda da toplumsal cin­
siyetler arasındaki duygusal işbölümüne de bağlı düşünüle­
bilmektedir ve bu işbölümünde rollerinin bir parçası ken­
di aile fertlerinin duygusal ve ahlaki sağlığının koruyuculu­
ğu olan kadınlar, dinsel alanlarda da aktif olabilirler (Beth­
Halakhmi, 1996) . Aynca dinsel bir hareket içinde aktif ol­
mak, kadınlara, kamusal alanda öteki türlü kendilerine ka­
palı olabilecek meşru bir yer sağlamaktadır; belli koşullarda
kadınlar bu yeri, genç kızlar ve ebeveyni arasındaki ilişki­
de olduğu gibi kendileri yararına çevirebilirler. Bu, aynı za­
manda tehditk�r olmasa da bir meydan okuyuştur ve nite­
liksiz, çalışan sınıf kadınlarını ve yılmış orta sınıf kadınları­
nı cezbedebilecek bir kişisel başarı alanıdır. Aynca bu, ırk­
sal ve etnik azınlık kadınlarına, hem kendilerini savunacak­
ları hem de ırkçı hegemonik kültürü hiçe sayacakları araç­
ları da sağlayabilmektedir. Bununla birlikte köktenci hare­
ketler, kadınların rollerini ve eylemlerini kısıtlayarak ve ta­
nımlayarak ve önceden kararlaştırılan sınırların dışına çık­
tıklarında onları resmen baskı altına alarak kadınlara çok
zarar vermektedir.
Köktenci siyasetle birleştirilen kimliklerin somutlaştırılı­
şı ve özselleştirilişi, küreselleşme süreçlerine savunmacı bir
tepki olarak sunulmuştur. Hem Stuart Hall ( 1 996) , hem de
Verena Stolcke ( 1 995) , (değişmez topluluk sınırlarına güç­
lü vurgusu da dikkate alınarak, buna etnik köktencilik de­
mek daha tercih edilebilir olmasına rağmen) kültürel kök­
tencilikten bahsetmektedirler. Siyasi özerklik ve bağımsız­
lığın gittikçe daha az anlam ifade ettiği siyasi dünya siste-

1 25
minde küresel kapitalizmin yükselişi ve artan güçsüzleştir­
me duygusu gözönünde bulundurulursa, gittikçe daha çok
insan gelecekle yüzleşmek için Stuart Hall'un geçmişe sem­
bolik bir sığınma dediği ihtiyacı hissetmektedir. Ortak kö­
ken miti ve topluluk kültürünün sabitlenmiş, tarihdışı ve
homojen kuruluşu, dinsel köktenciliktekine benzer bir şe­
kilde kullanılmaktadır. Aslında din, çoğunlukla bu kültürel
köktenci kurgularda kültürel gösteren olarak merkezi bir rol
oynamaktadır.
Verena Stolcke'nin işaret ettiği gibi, modern liberal ethosta,
hiçbir insanın dışlanmamış göründüğü genellik fikrini içeren
bir paylaşılmış insanlık duası ile milli kavramlara çevrilen
kültürel tikelcilik arasındaki açık zıtlığın üstesinden ideolo­
jik olarak gelinmiştir. Aynı ortak köken fikrini paylaşmayan
göçmen veya öteki cemaatlerin bir ferdi, kültürel "öteki" , bir
yabancı olarak ve hem milli hem de kültürel bütünlüğümü­
zü ve eşsizliğimizi tehdit eden potansiyel bir "düşman" ola­
rak kurulur. Daha ileri bir ideolojik çarpıtmada ise, kültürel
tikellik olarak yorumlanan milli kimlik ve aidiyet, prensip­
te insanlar için doğal bir şey olan iletişimin önünde aşılmaz
bir engel haline gelir. Tercihen mekansal olan tüm ayrım, in­
sanın ortak refahı için hayati olarak düşünülmektedir. Alek­
sandra Alund'un (1995) işaret ettiği üzere, insanoğlu "sınır­
lan olmayan, sınır oluşturan varlık"tır. insanlığın kendi eş­
siz varlığına kültürel sınırlar çekme ihtiyacı ile insanlar ara­
sındaki sınırlan toplumsal ihlal yeteneği arasında anlaşılma­
sı zor diyalektik bir ilişki mevcuttur.

Küreselleşme ve Kültür

Sınırların ihlali asla simetrik ve etraflıca olmamaktadır.


"Dünya sistemi" modelini ilk geliştiren Wallerstein ( 1 974;
1 980; 1 989) bunu temelde merkez ile çevre arasında eşit

1 26
olmayan ilişkilerin yer aldığı bir dünya ekonomisinin ge­
lişimi açısından açıklamaktadır. Öteki küreselleşme mo­
delleri (örneğin Peter Beyer, 1994; john W. Meyer, 1980;
Roland Robertson, 1 992; ve Bryan Turner, 1 994) bu mo­
dele küresel bir siyasanın, küresel bir kültürün ve küresel
bir toplumun niteliklerini eklemiştir. Küreselleşme süre­
cinin gelişiminde , bilgi teknolojilerinin gelişimi ve bunun
sonucunda ortaya çıkan zaman/mekan sıkışması özellik­
le önemlidir (Cohen, 1995) . Aynı zamanda, küresel farklı­
lıkları, Batı modeline götüren yoldaki farklı yerler/aşama­
lar olarak gören modernizasyon söyleminde anlaşıldığı şe­
kilde, küreselleşme sürecinin ille de bir homojenleşme sü­
recine yol açmak zorunda olmadığının anlaşılması önem­
lidir. ]an Nederveen Pieterse'nin ( 1994) işaret ettiği üzere,
bu daha ziyade melezleşmeye yol açmaktadır. Birçok küre­
selleşme sürecinin (ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültü­
rel) işbaşında olduğu gözönüne alınarak, küreselleşmeyi,
yapısal melezleşme, yeni karışık işbirliği biçimlerinin orta­
ya çıkışı, kültürel melezleşme ve yerelaşın karışım (trans­
local melange) kültürlerinin gelişimi olarak görmek gere­
kir. Talal Assad ( 1 993) , antropolojik "tarih" kavramını ve
Avrupa yayılmacılığı ve küreselleşme bağlamlarında her­
hangi bir "özerk tarih" nosyonunun ne ölçüde kurulabile­
ceğini araştırmıştır. Pieterse gibi Assad da küreselleşme ve
kültürel alımın tümden homojenliğe yol açtığı tezini saç­
ma bulmaktadır. Bunun yerine çeviri kavramını önermek­
tedir. Çeviri, kimliğin asla basitçe yeniden üretimi değildir
ve çevirinin gerçekleştiği (zorla empozeden gönüllü alıma
kadar) biçim ve koşullar, üretilen ve yeni im�anlar açan ik­
tidar çeşitlerini etkilemektedir.

Bu imkanların sonuçlan asla tamamen tahmin edilemese de,


imkanların ifade edildiği dil ve aynca iktidar ve baskılama-

1 27
nın özgül biçimleri de Batılı ve Batılı olmayan toplumlarca
gittikçe artan bir şekilde paylaşılmaktadır. (1993: 13)

Yine de bu küreselleşme süreci, ille de "postmodem çer­


çeve" içinde incelenmek zorunda değildir (Rattansi, 1 994).
Bu, hatalı bir şekilde, küreselleşmenin postmodem çağdan
önce varolmadığını ve üstelik bu sürece dahil olan tüm top­
lumlann "postmodem" olduklannı yani "modemite" çağını
çoktan yaşadıklannı varsayabilir.
"Küresel" kavramı, çoğunlukla "yerel" kavramının zıd­
dı olarak kurulur. Yerel cemaatlerin, küreselleşme süreciy­
le farklı ilişkileri olabilir. Bunlar en azından belli bir ölçü­
de hala küreselleşme süreçlerinin dışında kalabilirler; küre­
sel çevre/etki içinde birarada varolabilirler ve aynca küresel­
leşme süreçlerine bir tepki olarak kurulabilir ve buna bir di­
reniş alanı haline gelebilirler. Yine de bu süreçlerin anlamı­
nın ve tazammunlannın bu cemaatlerde farklı sınıf, etnik ve
toplumsal cinsiyet konumlanışlanna yerleşen insanlar için
aynı olması gerektiği varsayılmamalıdır. Talad Assad ( 1993:
9-10), ömeğin james Clifford'un ( 1988) "coğrafi ve psiko­
lojik mobilitenin artık başedebildiği, insan eyleyicisinin ge­
nişleyen alanı"nı kutlayışı ile kendisi Nazilerden kaçan bir
mülteci olan ve "modem kitlelerin gazabı olan köklerinden
kopanlmışlık ve lüzumsuzluk"tan bahseden Hannah Aren­
dt'in ( 1 975) derin kötümserliğini karşılaştırmaktadır.
Yine de son yıllarda gözlenen ulaşım ve iletişimdeki tek­
nolojik gelişmeler, birbirinden uzakta yaşayan ve özellikle
sınıflan ve iş konumlan sayesinde bu iletişim araçlanna eri­
şebilen kişiler tarafından "cemaatler"in kurulabilmesi anla­
mına gelmektedir. Bu küresel/yerel ilişkilerde diasporik ce­
maatlerin varlığı özellikle önemlidir. Yeni iletişim teknoloji­
leri gözönüne alınırsa, göçmen cemaatlerin geldikleri ülkey­
le ve başka yerlerdeki aynı ülkeden gelen öteki göçmen ce-

1 28
maatlerle teması sürdürmeleri her zamankinden daha kolay­
dır. Videolar, radyo, televizyon ve intemetin yanısıra hızlı
ve ucuz uluslararası seyahat imkanları, dilin ve popüler kül­
türün yeniden üretilmesinin yanısıra "anavatan"da ve öte­
ki ülkelerdeki diasporik cemaatlerde neler olduğunun eski­
sinden daha kolayca "izlenmesini" sağlamaktadır. Bu, kendi
üzücü paradokslarını yaratabilir. Phil Cohen (Doğu Lond­
ra Üniversitesi'nin Yeni Etnisiteler Biriminde 1 996'daki yıl­
lık konferansında) , isle of Dogs'da görüştükleri, e-posta ara­
cılığıyla Bangladeş'teki kendi köy cemaatine bağlı hissettiği­
ni ancak ırkçı saldın korkusundan kapısını açmaya korktu­
ğunu söyleyen Bangladeşli adamdan bahseder.
"Ülkesiz cemaatler"in bir başka boyutu ise, Güney Asya
ve Ortodoks Yahudi cemaatleri gibi, ayarlanmış evliliklerin
olduğu cemaatlerdeki, farklı diasporik cemaatler ve bunlar­
la "vatan" arasındaki "gelin değiş tokuşu" olgusudur. Bu, ya­
kın bağların ve "cemaat"in sınırlarının kapsayıcı şekilde ku­
rulmasının sürdürülmesinde güçlü bir araçtır. Bunlar fark­
lı coğrafi alanların sınırlarını ve bu diasporik cemaatlerin
vatandaşı oldukları farklı devletlerin siyasi sınırlarını enine
kesmektedir.
Yeni iletişim teknolojileri, küresel siyasi değişimlerin et­
kisine katkıda bulunmaktadır (Afrika'nın dekolonizasyonu
ve Siyonizmin lsraiVFilistin'deki zaferi gibi) . Bunun sonucu,
birçok nesilden beri geldikleri ülkeyle bağlan daha çok sem­
bolik bir anlam taşıyan Yahudiler ve siyahlar gibi diaspora­
lar için "vatan"ın üstlendiği daha merkezi ve somut yeni rol­
dür. Yine de küreselleşme ve uluslararası göç süreçleri, An­
dersoncu ( 1 983) "hayali cemaat"in sınırlan ve özgül toprak
arasındaki güçlü bağlantıyı zayıflatmamıştır. Aksine diaspo­
ralar, "çokkültürcü" ve çoğulcu toplumlarda toplumsal ve
siyasi meşruiyet elde ederken, çeşitli diasporalarda ortaya çı­
kan siyasi projelerin pek çoğu, ister İrlanda, İsrail, Hindistan

1 29
isterse Ruanda'da olsun vatanı "ôtekiler"den "kurtarma"yı
amaçlayan siyasi ve askeri mücadeleleri desteklemekle ilgi­
lenmektedir. Bu tür projeler, Batı'da günümüz ırkçılığının
yaygın bir biçimi olarak yukanda tartışılan "kültürel kök­
tenciliğin" doğuşuyla ilintilidir. Önemli bir şekilde, küre­
selleşme süreçlerine savunmacı tepkiler olarak incelenen bu
kültürel köktenci hareketler, kültür ve toprak arasında do­
ğal bir bağlantı olduğunu varsayar. Bu bağlantı, çok sık ola­
rak "vatan" veya Almanca'da daha doğru olarak ifade edilen
Heimat kavramı çevresinde kurulmaktadır (Ratzel, 1994) .
Phil Cohen'in ( 1995) işaret ettiği üzere "vatan" , cinsiyetlen­
dirilmiş bir yapıdır - bu, toplumsal cinsiyet ilişkileri ve top­
lulukların kuruluşu arasındaki derin bağlantının bir başka
yüzüdür. En kötü ihtimalle bu tür kurgulardan çıkan "etnik
temizliğin" cinsiyetlendirilmiş karakteri (bkz. Beşinci Bö­
lüm'deki tartışma), özselleştirilmiş kimlik siyaseti ile diğer
yönlere çeken siyasi ve ekonomik gerçeklik arasındaki zıt­
lıklan "çözme" çabasıdır.

Sonuç

james Donald, "Bir millet, kültürü vasıtasıyla kendisini


ifade etmez: "millet"i üreten şey, kültürdür" demektedir
( 1 993: 1 67) .
Bu bölümde (ve kitabın bütününde) geliştirilen konum,
"kültürelleştirmeye" -yani "toplumsalın kültürel olan ta­
rafından sömürgeleştirilmesine"- karşı çıkmakta ve iktidar
ilişkilerinin ve mikro ve makro toplumsal, ekonomik ve si­
yasi faaliyetlerin ve yapılann çok katmanlı süreçlerinin te­
mel önemini kabul etmektedir. Yine de bu bağlamda, çeşitli
kültürel kaynakların özellikle de sembolik sınır muhafızla­
nnın kullanımı, (Armstrong, 1982) topluluklann ve kolektif
kimliklerin ve bunların sınırlarının idaresinin/kontrolünün

1 30
sürekli (yeniden) kuruluşunda hayati bir rol oynamaktadır.
Burada kültür, somutlaştırılmış sabitlenmiş bir "şey"den zi­
yade sürekli değişen, farklı konumlanan toplumsal ve siya­
si eyleyicilerin farklı biçimlerde kullandığı içsel çelişkiler­
le dolu dinamik bir süreç olarak algılanmaktadır. Bununla
birlikte, "kültürel malzeme"nin farklı kullanım ve anlamla­
ra karşı koyma becerisi, hegemonik kültürel projelerin do­
ğallaştırılmış hale gelişini kolaylaştırmaktadır. Toplumsal
ötekilerle ilişki içinde olmaya yönelik temel toplumsal, si­
yasi ve ahlaki ihtiyaç, çoğunlukla farklı kültürleri tamamen
farklı ve ayrı olarak kurma ihtiyacını şiddetlendirmekte­
dir. Yine de tarihsel olarak günümüz kültürlerinden hiçbiri­
si, öteki kültürlerden tamamen izole bir şekilde gelişmemiş­
tir (Lowenhaupt Tsing, 1993) ve etkilerin yönü Doğu-Batı
ve Güney-Kuzey'in yanısıra bunların tersidir de. Benzer şe­
kilde, farklı konumlan işgal edenlerin desteklediği projele­
rin çoğulculuğu ve karşı anlatılar, "post modemist çağ"a öz­
gü değildir.
Bu bölümde, kültür kurguları ve kimlik anlatılan ve bun­
ların hem dışlayıcı hem de kapsayıcı şekilde sınır idaresin­
de nasıl kullanıldıkları incelenmiştir. Aynca kültürel deği­
şim, dekolonizasyon ve küreselleşme süreçlerinin, değişik
melez ve köktenci politika biçimlerine ne şekilde bağlı oldu­
ğu incelenmiştir.
Kimliğin ve farklılığın kültürel kuruluşunda, toplumsal
cinsiyet ilişkilerinin ve cinselliğin merkeziliği, bölümde tar­
tışılan tüm konularla ilişki içinde anlatılmıştır. Hegemo­
nik kültürler, dünyanın anlamı ve toplumsal düzenin do­
ğası hakkında özgül bir görüş sunarlar. Bu tür bir perspek­
tif için kadınlar ve erkekler arasındaki ilişkiler hayatidir ve
bu yüzden birçok toplumda kadınların erkekler tarafından
denetlenmesi de hayatidir. Kadınlar çoğunlukla topluluğun
ve topluluk sınırlarının kültürel sembolleri olarak, toplulu-

131
ğun "şerefi"nin taşıyıcıları olarak ve topluluk kültürünün
nesillerarası yeniden üreticileri olarak kurulurlar. Genel­
likle kimin/neyin "uygun erkek" ve "uygun kadın" olduğu­
nu tanımlayan ve topluluk fertlerinin kimliklerine merkezi
olan özgül kodlar ve düzenlemeler geliştirilmiştir. Sömür­
geleştirme ve boyunduruk altına alma süreçlerinden kay­
naklanan güçsüzleştirilme duygulan, sömürgeleştirilmiş er­
keklerce hadım edilme ve/veya kadınlaştınlma süreçleri ola­
rak yorumlanmaktadır. Direniş ve kurtuluş süreçlerinde er­
keklerin -ve çoğunlukla da daha . önemli olarak kadınlann­
rollerinin (yeniden) kuruluşu, bu tür mücadelelerin çoğun­
da merkezidir. Yine de kültürler homojen olmadığından ve
kültürlerin özgül hegemonik kuruluşları, topluluğun için­
deki egemen liderliğin çıkarlarıyla yakından ilgili olduğun­
dan, bu hegemonik kurgular kendilerini bu hegemonik pro­
jelere karşı çoğunlukla muğlak bir konumda bulan kadınla­
rın çıkarlarına karşıdır.
Kadınların vatandaşlığı ve toplumsal farklılıkla ilişkili ola­
rak bir sonraki bölümde tartışılan da bu muğlaklıktır.

1 32
DÖRDÜNCÜ BÔLÜM
VATANDAŞLIK VE FARKLILIK

"Vatandaşlık" son yıllarda hem sol ve sağ, hem de feminist­


ler tarafından ulusal ve uluslararası boyutta sahiplenilen çok
gözde bir tartışma konusudur. Burada "vatandaşlık" sade­
ce belli bir pasaport taşıma hakkına sahip olmak gibi dar bi­
çimsel anlamda değil, birey ve devlet arasındaki ilişkiyi özet­
leyen kapsamlı bir kavram olarak da kullanılmaktadır. Me­
lanie Phillips'in ( 1990) açıkladığı gibi, "Vatandaşlığın ne ol­
duğunu kimse gerçekten bilmese de, buna büyük bir özlem
var gibi görünmektedir."
Gerçekten de vatandaşlık (birçok öteki kavram gibi) , an­
laşılması zor bir kavramdır. Farklı toplumlarda farklı şekil­
lerde kurulmuştur ve aynı devlet ve toplum içinde tarihsel
değişimlere uğramıştır. Vatandaşlık, sağ ve soldan rakip ide­
olojilere konu olmuş ve kapsayıcı ve dışlayıcı düzenleyici
bir ilke, siyasi bir mobilizasyon aracı ve nüfusun depolitizas­
yonuna yönelik bir araç olarak kullanılmıştır. Ayrıca evren­
sel terminolojisinin aksine her ülkede farklı nüfus katman­
larına farklı uygulanmaktadır.
Bu bölümde vatandaşlığı, insanların -yerel, etnik, ulu-

133
sal ve ulusötesi- çeşitli topluluklara üyeliklerine uygulanan
çok-katlı bir kurgu olarak tartışacağım. Bu bölümün temel
iddiası, karşılaştırmalı bir vatandaşlık çalışmasının, kadın
vatandaşlığı meselesini, sadece erkek vatandaşlığı ile zıtlığı­
nı ortaya koyarak değil, aynı zamanda da kadınların egemen
veya ezilen gruplara bağlılıklarını, etnisitelerini, kökenleri­
ni ve kırda mı kentte mi yaşadıklarını dikkate alması gereği­
dir. Böyle bir çalışma, bu vatandaşlıkların küresel ve ulusüs­
tü konumlanışlarını da dikkate almalıdır.
Bu bölümde bunu gerçekleştirirken dört ana mesele dik­
kate alınmaktadır. Öncelikle bireysel bir olgu olarak vatan­
daşlıkla kolektif bir olgu olarak vatandaşlık arasındaki iliş­
ki ve bunların milliyetçilik ve "cemaat" kavramlarıyla bağ­
lantısı incelenmektedir. Bunu müteakip, toplumsal haklar
ve toplumsal farklılık kavranılan ve bunların çokkültürcü­
lük ve toplumsal cinsiyet ilişkileriyle ne şekilde bağlantılı ol­
dukları incelenmektedir.
Bryan Tumer (1990) , iki boyuta dayalı -kamusaVözel ve
aktif/pasif eksenler- karşılaştırmalı bir vatandaşlık tipolojisi
kurmuştur. llginç bir şekilde, Tumer'ın tipolojisi, toplumsal
cinsiyet körü olmasına rağmen (Yuval-Davis, 199lb; Walby,
1 994) , bu iki boyut genelde toplumsal cinsiyet farklılıkları­
nı ve özelde kadınların vatandaşlığına ilişkin farklılığı açık­
lamakta kullanılmaktadırlar (Grant ve Newland, 199 1 ; Pa­
teman, 1988) . Bu nedenle bu bölüm, bu iki boyutu ve cinsi­
yetlendirilmiş vatandaşlığın karşılaştırmalı, Batımerkezci ol­
mayan bir analiz çerçevesini kurma çabası içinde bunların
nasıl kuramsallaştınlması gerektiğini incelemeye devam et­
mektedir. Bu bölümde ele alınan üçüncü ana mesele, kamu­
saVözel dikotomisinin aile, sivil toplum ve devlet arasındaki
aynmlarla ilişkisi hakkındadır.
Bölümün sonunda, aktif vatandaşlık kavranılan ile sağ ve
sol tarafından siyasi ve toplumsal alanlarda bunların han-

1 34
gi yollarla kuruldukları ve bunların vatandaşlık haklan ve
ödevleriyle ne şekilde ilişkili oldukları incelenmektedir.
Bununla birlikte, bu bölümde ele alınan çeşitli meselele­
rin incelenmesinden önce bir uyanda bulunmak şartır. Va­
tandaşlık kavramıyla uğraşırken, Floya Anthias ile önceden
de belirttiğimiz gibi (Yuval-Davis ve Anthias, 1989: 6), vatan­
daşlık kavramının ne kendi başına toplumsal hayatın farklı
alanlarında gerçekleşen bütün kontrol ve müzakere boyutla­
rını yeterince özetleyebildiğini ne de devletin kendisinin si­
yasi projesini oluşturma biçimlerini yeterince ele alabildiği­
ni hatırlamak önemlidir. Bununla birlikte, vatandaşlık çalış­
mak, bireyler, topluluklar ve devlet arasındaki karmaşık iliş­
kilere ilişkin bazı temel meselelere ve toplumsal cinsiyet iliş­
kilerinin (ve öteki toplumsal ayrımların) bu meseleleri etki­
leme ve bunlardan etkilenme biçimlerine ışık tutabilir.

Vatandaşlık, Milliyetçilik ve Cemaat

Liberal gelenekte vatandaşlık, tamamen bireyselci terimlerle


kurulmuştur. Vatandaşlık şöyle tanımlanmaktadır:

üyelerin haklanm ve yükümlülüklerini usulen kuran ulus­


devlet ve tek tek üyeleri arasındaki ilişkiyi belirleyen nor­
matif beklentiler bütünü ve bu beklentileri gerçekleştiren
uygulamalar bütünü. (Waters, aktaran Peled, 1992: 433)

Bu tanım, lngiltere'deki en etkili vatandaşlık kuramcısı olan


T.H. Marshall'ın ( 1 950; 1975; 1981) vatandaşlık tanımından
bariz bir şekilde farklıdır. Marshall'a göre vatandaşlık,

cemaatin tam üyesi olan kişilere bahşedilen bir statüdür.


Statüye sahip olan herkes, bu statünün bahşettiği haklar ve
yükümlülükler açısından eşittir ( 1950: 14) .

1 35
Bu haklar ve sorumluluklar, medeni, siyasi ve toplumsal
haklarla ilgilidir. Marshall, sahip olduklan haklann türleri
gibi haklan elde eden çevrenin de tarihsel olarak genişlediği
evrimci bir vatandaşlık modeli geliştirmiştir. Marshall, me­
deni haklann oluşma dönemi olarak 18. yüzyılı, siyasi hak­
lar için 19. yüzyılı ve toplumsal haklar içinse refah devleti­
nin gelişimiyle 20. yüzyılı saptamaktadır.
Bu iki tanım arasındaki en önemli farklılık, liberal tanı­
mın vatandaşı bir devletin bireysel ferdi olarak, Marshall'ın
tanımının ise vatandaşı bir cemaatin ferdi olarak kurgulama­
sıdır. Bu önemlidir çünkü Marshall'ın tanımı, devlet altı ve
üstü topluluklara çok-katlı vatandaşlık olasılığının yanısıra,
bu topluluklann devletle olan ilişkileri meselesini de ortaya
çıkarmaktadır.
Hall ve Held (1989) , vatandaşlığı "devlet"ten ziyade "ce­
maat" ile ilişkilendiren ve geniş toplumsal tanımı içinde ba­
sitçe ulus-devletle özdeşleştirmekten kaçınan Marshall'ın ta­
nımının yararına işaret etmektedirler. Vatandaşlık, aslında
kentlerle sınırlandırıldığı Yunan şehir devletinde (polis) bir
ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Bugünlerde bile vatandaş­
lığı, yerel siyasetle özellikle de l 980'lerde lngiltere'de yerel
devlet ile yerel nüfusun farklı katmanlan arasında yeni so­
rumluluk mekanizmalan geliştiren Greater London Council
( GLC - Londra Büyükşehir Belediyesi) ve öteki radikal yerel
otoriteler gibi girişimler etrafında ilişkilendirebilme ihtiya­
cı mevcuttur. Benzer şekilde birçok ülkede devlet, sivil top­
luma nüfuz etmeyi kısmen becermiştir. Oralarda geleneksel
etnik cemaatlerin kısmi özerkliği vardır ve bunlann kuralla­
n ve düzenlemeleri günlük hayatın birçok boyutunu kurar
(Suad joseph, 1993). Aynı zamanda da Avrupa Birliği'nin ve
ulus-devletlerin özerkliğini kısıtlayan ekonomi ve iletişim
alanındaki küreselleşme süreçlerinin yanısıra kitlesel gönül­
lü veya mecburi göç süreçlerinin gelişimiyle birlikte, vatan-

1 36
daşlığın küresel olmasa da uluslararası açıdan da incelenme­
si gerekir. Aynca "küresel vatandaşlık" , ekolojik meseleler­
le ilgili artan uluslararası bağımlılıkla, Yeni Dünya Düzeniy­
le ve Birleşmiş Milletler'in artan siyasi, askeri ve yasal rolüy­
le ilişkisi içinde belirtilmektedir.
Marshall'ın tanımında kullanılan "cemaat" kavramı, bir
köyden "küresel köye" genişletilebilecek kadar muğlaktır ve
bu yüzden vatandaşlığın bu çok boyutluluğunu yansıtabil­
mektedir. Bununla birlikte vatandaşlık tanımındaki "cema­
at" kavramı, aynı zamanda güçlü bir "aidiyet duygusu"nu
ve vatandaşlığın sağlayabileceği milli kimliği akla getirmek­
tedir. "Hayali cemaat" olarak Andersoncu millet kavramı
( 1 983) ve Marshallci vatandaşlık cemaati, sorunsuz bir bi­
çimde birleştirilmiştir. Bu, "cemaat" ve devlet arasındaki
ilişki ve bunun kişilerin vatandaşlığını nasıl etkilediği so­
rusunu gündeme getirmektedir. Literatürde "liberaller" ve
"cemaatçiler" (örneğin bkz. Avineri ve Shalit, 1992; Daly,
1993; Nimni, 1 996; Phillips, 1993) ve "cumhuriyetçiler"
(Oldfield, 1 990; Peled, 1992; Roche, 1 987; Sandel, 1 982)
arasındaki tartışmalar bu meselelere ilişkindir.
Roche'nin ( 1 987) açıkladığı gibi, liberal gelenekte tek tek
vatandaşlann eşit statüye, eşit haklara ve yükümlülüklere
sahip olduklan varsayılır ve böylece toplumsal cinsiyet, et­
nisite, sınıf veya öteki bağlamlardan kaynaklanan eşitsizlik
ilkelerinin, bu tür bir vatandaşlık statüsüyle bağlantılı oldu­
ğu varsayılmaz. Bu nedenle vatandaşlar, birbirleri hakkında,
yerine getirilmediğinde devlet tarafından yerine getirilebi­
len, karmaşık bir varsayımlar ve beklentiler bütününü pay­
laşmalanna rağmen, "cemaatin fertleri" olarak değil de, bir­
birlerine yabancı insanlar olarak kurulurlar.
Yine de hak ve yükümlülük kavramlannın yanısıra eşitlik
ve mahremiyet kavramlannın da özgül cemaatler bağlamı­
nın dışında bir anlamı olmadığını iddia eden "cemaatçiler"

1 37
tarafından, bu liberal benlik soyutlaması eleştirilmektedir
(Ackelsberg, yayımlanacak) . Bu göreceli argümanı bu bö­
lümde daha sonra da tartışacağız (Üçüncü Bölüm'deki çok­
kültürcülüğe ilişkin tartışma da bu konuyla bağlantılıdır) .
Bununla birlikte farklı gerekçelerle, Sandel ( 1 982) gibi cum­
huriyetçilik destekçileri, vatandaşlığın bireyselci kurgusunu
oldukça yetersiz bulmaktadırlar. Bu tür bir kurgunun, "or­
tak iyi" kavramının bireysel vatandaşlık seçimine göre ön­
celikli olduğu bir "ahlaki cemaat"e üyeliği kuran vatandaş­
lık olasılığını yadsıdığını iddia etmektedirler. Sandel'e göre
liberal vatandaşlık kurgusu, "hakkın iyiye" önceliği olduğu­
nu varsayar. Diğer yandan cumhuriyetçilik, vatandaşlığı sa­
dece bir statü olarak değil, aynı zamanda da "ortak iyinin"
belirlenmesi, uygulanması ve teşvik edilmesi"ne aktif bir ka­
tılma aracı olarak da kurar. Katılım isteği ve kapasitesi, ki­
şinin vatandaşlık erdemini (civic virtue) kurar ve bunlar sa­
dece bir vatandaşlık ifadesi olmakla kalmayıp bir vatandaş­
lık koşuludur da.
Bununla birlikte Peled'in yorumladığı gibi "Bu, cumhuri­
yetçi [ahlaki] cemaatin nasıl kurulduğu ve buna aktif katı­
lım için hangi niteliklerin gerektiği sorusunu gündeme ge­
tirir" ( 1 992: 433). Peled'e göre, cumhuriyetçiliğin bugün­
kü yeniden canlanışında iki ayn cemaat kavramı görülebi­
lir: üyeliğin özsel olarak gönüllü olduğu zayıf bir cemaat ve
üyeleri tarafından oluşturulmayan ama keşfedilen tarihsel,
güçlü bir cemaat. Güçlü bir cemaatte, cemaatin "süregelen
varoluşu, kendi içinde ve kendisinin önemli bir değeridir"
ve "ahlaki cemaat"in en önemlisi olmasa da, önemli zorun­
luluklarından birisi haline gelmektedir.
Bununla birlikte "güçlü bir cemaat"e üyelik, tam bir gö­
nüllülük veya bir seçim meselesi değildir, ve üyeler her za­
man olmasa da çoğunlukla bir ortak köken mitinin sonucu
olan "sürekli sevgi bağı" ve ortak bir kader miti ile birbirle-

1 38
rine bağlanmaktadır. Bir başka ifadeyle, bu "güçlü cemaat" ,
milli "hayali cemaat"tir. Güçlü bir cemaat olarak cumhu­
riyetçi "ahlaki cemaat" kurguları ile Gemeinschaft-benzeri
"milli cemaat" kurguları arasında fark yoktur. Cemaatçiler,
"Bir cemaati kuran bireylerden söz etmek anlamsızdır: aksi­
ne cemaatler bireyleri kurarlar" iddiasında bulunacak kadar
ileri gitmektedirler (Ackelsberg, yayımlanacak: 5).
O zaman "cemaat"in tam üyeleri olamayan veya olmayan
sivil toplum üyelerine ne olacağı sorusu ortaya çıkar. Nere­
deyse bütün günümüz devletlerinde göçmenler ve mülteci­
ler, "eski" ve "yeni" azınlıklar vardır ve (sömürgeci proje­
lerin, yeni bağımsız milli toplulukları kurduğu: Stasiulis ve
Yuval Davis, 1995) yerleşimci toplumlarda aynca hegemo­
nik milli cemaatin bir parçası olmayan yerli halklar da var­
dır. Buna ek olarak, Evans'ın ( 1 993) "toplumun marjinal
matriksi" dediği şeyin içinde tamamen veya kısmen yer alan
ve "cemaat"in ortak köken mitini paylaşsalar da, nüfusun
çoğunluğuyla cinsel, dinsel ve öteki alanlardaki hegemonik
değer sistemlerini paylaşmayan ve bu yüzden de en azından
kısmen "ahlaki cemaat"in parçası olmayan sivil toplumun
birçok öteki üyesi vardır.
Peled'e göre ( 1 992) , "güçlü milli cemaatler"in süregelen
tarihsel varoluşunda bu, bütün "dışardakiler"in sürekli dış­
lanması anlamına gelse bile, kendi içinde ahlaki bir zorun­
luluk gören cumhuriyetçi konumu reddetmeye yetmemek­
tedir. Peled'in çözümü (Oldfield'ı izleyerek, 1990) iki-kat­
manlı bir vatandaşlık kurgusudur: dahil edilebilecekler için
"güçlü cemaat"e tam üyelik ve dahil edilemeyenler için bir
haklar bohçası olarak "liberal vatandaşlık kavramına benzer
şekilde artık, kırpılmış bir statü. Bu vatandaşlığın taşıyıcıla­
rı, ortak iyiye hizmeti paylaşmaz ancak asli insan haklan ve
medeni haklar olarak düşündüğümüz şeylere sahip olmak
anlamında da güvendedirler."

1 39
Bir başka ifadeyle Peled, sivil toplumun sınırlan ile hege­
monik milli topluluğun sınırlan arasındaki çelişkiyi çözme
biçimi olarak dışlayıcı iki-katmanlı bir vatandaşlık sistemi­
nin kurumsallaştırılmasını önermektedir. Bu çözüm elbet­
te ki, siyasi açıdan tatmin edicilikten uzaktır çünkü açık­
ça milli temellerde, vatandaşların ayrımcılığa ve ırksallaştı­
nlmaya tabi tutuluşuna göz yummaktadır (Peled, bu tür bir
sistemi idare etmeyi başarmış ideal bir devlet olarak lsra­
il'i ve 1948'den beri bu devletin, vatandaşlan olan Filistin­
lere karşı davranışını örnek vermektedir). Aynca bu kuram­
sal açıdan da tatmin edici değildir, çünkü nüfusu iki homo­
jen topluluğa ayırmaktadır - milli topluluğun içinde ve dı­
şında olanlar. Bunu yaparken, vatandaşlığın yanısıra bire­
yin kuruluşu için de hayati olduğunu savunduğum toplum­
sal cinsiyet, millet-içi etnisite, sınıf, cinsellik, yetenek, ya­
şam döngüsü içindeki safha vb. gibi toplumsal konumlanış­
lann ve toplumsal ayrımların öteki boyutlarını dikkate al­
mamaktadır.
Yine de tüm bunlar saklı kalmak kaydıyla, yukarıdaki ko­
num en azından, bireysel veya komünal, kapsayıcı veya dış­
layıcı olarak vatandaşlığın potansiyel olarak çelişkili doğası­
nı kabul etmektedir. Marshall'ın çalışmalarında (1950; 1975;
1 98 1 ) bu meseleler hiç sorun haline getirilmemiştir ve si­
vil toplumun sınırlan ile milli cemaatin sınırlarının çakış­
tığına dair otomatik bir varsayım mevcuttur. Theodor Sha­
nin ( 1 986) , öteki dillerin (Rusça veya lbranice gibi) aksine
lngilizce'de, devlette resmi vatandaşlıkla eş olan tabiyetten
ayn olarak, etnik milliyetçilik kavramını ifade eden bir teri­
min olmadığını belirtmiştir. Farklı devletlerde ve toplumlar­
da bu ikisi arasındaki ilişki muazzam bir farklılık arzeder ve
tek veya birkaç hegemonik etnik/milli topluluğa öncelik ve­
recek şekilde; bu tür bir üyeliğin kişinin kimliği için temel­
de önemli olduğu veya olmadığı bir şekilde; üyelere bir dizi

1 40
toplumsal, ekonomik ve siyasi olanağa daha kolay veya daha
zor erişim sağlayacak şekilde; farklı topluluklardaki üyelere
farklılaşmış bir dizi medeni, siyasi ve toplumsal vatandaşlık
hakkını kanunen verecek ya da vermeyecek şekilde, resmen
veya gayri resmi olarak kurgulanabilir. Örneğin toplumsal ve
medeni haklann çoğunun verildiği ama siyasi milli oy kul­
lanma hakkının verilmediği "denizen" (yan-vatandaşlık) sta­
tüsü, Avrupa'da yaygın bir statüdür. Paradoksal bir şekilde,
Marshall'ın vatandaşlık kuramı bu hususlann hiçbirisiyle il­
gili olmamasına rağmen, onun devletten ziyade cemaate üye­
lik olarak kavramsal vatandaşlık tanımı, insanlann etnik ce­
maatlerinde, yerel cemaatlerinde, devletlerinde ve bugünler­
de daha sık olarak ulusüstü örgütlerde sahip olduklan özgül
farklı çok-katmanlı vatandaşlık olgulannı çalışmak için bize
bir çerçeve sunabilir.
Burada yine de bir uyanya ihtiyaç var. Başka yerlerde de
aynntılı bir şekilde değerlendirmiş olduğum gibi ( Cain ve
Yuval-Davis, 1 990; Yuval-Davis, 199 lb) , "cemaat"i kişinin
ya ait olabildiği ya da olamadığı verili doğal bir birim olarak
görmemek önemlidir. Chantal Mouffe'un doğru bir şekilde
belirttiği üzere, "Siyaset, siyasi cemaatin kuruluşuyla ilgili­
dir, onun içinde yer alan bir şey değildir" ( 1 993: 8 1 ) . Top­
luluklar ve "cemaatler" , sınırlan, yapılan ve normlan sürek­
li mücadele ve müzakere süreçlerinin ya da daha genel top­
lumsal gelişmelerin bir sonucu olan ideolojik ve maddi kur­
gulardır (Anthias ve Yuval-Davis, 1992) . Eğer Stuart Hali ve
David Held'in ( 1989) işaret ettiği gibi, reel politikada son za­
manlara kadar vatandaşlık meselelerinin en azından Batı'da
canlı kaldığı, tek olmasa da temel arenanın, ırk ve göç me­
seleleriyle, başka bir ifadeyle, milletler ve devletlerle ilişkili
olarak "cemaat"in hem kimliğine hem de sınırlanna meydan
okuyan meselelerle, bağlantılı olduğunu dikkate alırsak, bu
özellikle önem kazanır.

141
Bununla birlikte sorunlar sadece dış sınırlarla ilgili değil­
dir. Verili bir "doğal" toplumsal birim olarak "cemaat" için­
deki herhangi bir iç farklılık kavramı, bu yüzden bu organik
kurguya dahil edilebilir. Farklılığın, "cemaat"in düzgün ve
verimli işleyişine katkıda bulunması için, bu tür bir farklı­
lık işlevsel bir ihtiyaca atfedilebilir. Aksi takdirde farklılık­
lar, cemaati tehdit eden patolojik bir sapma, bir anormallik
özelliğini kazanır. Bu yüzden "cemaat" kavramı, toplumsal
cinsiyet aynmlannı ve belli bir ölçüye kadar sınıfsal işbölü­
münü bile bünyesine dahil edebilmesine rağmen, kültürel,
siyasi ve cinsel çeşitliliklere karşı hoşgörüsüzdür.
Bu nedenle "cemaat için iyi olanı" , cemaatin ayn bir top­
luluk olarak sürekli varoluşuna bir destek olarak yorumla­
yan cumhuriyetçi ahlaki koşul ile bireylerin toplumsal ku­
ruluşunu, geleneksel "komünal değerler"in bir desteği ola­
rak yorumlayan cemaatçi kolektif argüman, herhangi bir iç
veya dış değişimi bir tehdit olarak gören aşın muhafazakar
ideolojiler haline gelebilirler. Bu, milliyetçilik ile ırkçılık
arasındaki bağlantının en kuvvetli olduğu yerdir. Bununla
birlikte buna karşı olan siyasi mobilizasyonlar, halkın kim­
liğinin topluluklarla bağlantılı olarak kurulduğunu dikka­
te almalıdır. Aynca bunlar, insanlann üyesi olduklan farklı
topluluklann genellikle devletle ilişkili olarak farklı konum­
landıklannı da dikkate almalıdır.
Marshall'ın vatandaşlık kavramı farklılık kavramlarına
uygulandığı zaman ortaya çıkan bazı meseleleri şimdi ince­
lemeye geçebiliriz.

Toplumsal Haklar ve Toplumsal Farklılık

Vatandaşlığın liberal tanımı, tüm vatandaşları temelde ay­


nı olarak kurar ve sınıf, etnisite, toplumsal cinsiyet vb.
farklılıkları, vatandaş olarak statüleriyle ilgisizmiş gibi dü-

142
şO.nO.r. Bu görO.ş, "Yahudi sorunu" na ilişkin makalesin­
de geliştirdiği O.zere, Marx ( 1975) tarafından da tesadO.­
fen paylaşılmaktadır. Diğer taraftan toplumsal haklar kav­
ramının bO.tO.nO., refah devletinde geliştiği ve Marshall ve
ötekiler tarafından tanımlandığı O.zere, toplumsal ihtiyaç­
lar tarafından belirlenen bir farklılık kavramını varsayar.
Edwards'ın ifadesiyle: "Benzer ihtiyaçları olanların, ben­
zer kaynakları ve farklı ihtiyaçları olanların farklı kaynak­
ları elde etmesi gerekir ya da -daha özetle- eşit muamele­
den ziyade eşitler olarak muameleyi elde etmeleri gerekir"
( 1 988: 135) .
llk önce Beveridge ( 1942) ve ötekiler tarafından tasavvur
edildiği gibi, toplumsal refah haklan, doğrudan sınıf farklı­
lığına bağlıdır. Refah haklan, işçi sınıfının yaşam kalitesinin
yanısıra kapitalizmin dO.zgün işleyişini de iyileştirme ama­
cında idi. Marshall ( 1981 ) buna, içinde kapitalist bir ekono­
mi, refah devleti ve modem devletin gerekleri arasında kaçı­
nılmaz gerilimlerin bulunduğu "tireli (-'li) toplum" demek­
tedir (Afrikalı-Amerikan ya da TO.rk-Alman gibi, bireyle­
rin tek kimlikle bağlı olmadığı toplum biçimi kastediliyor -
e.n.). Refah, Harris'in (1987) tanımladığı gibi, vatandaşların
siyasi cemaati içinde toplumsal dayanışmanın kurumsallaş­
tırılmış tanınması olarak dO.şünO.lmO.ştü.
Evans'ın işaret ettiği gibi bu toplumsal dayanışma, toplu­
mun marjinal matriksinde yer alan etnik, ırksal, dinsel ve
cinsel gibi çeşitli gruplaşmalar tarafından tehdit edilmek­
tedir:

Sahip olduklarına inanılan düşük toplumsal değerlerine ve


özelde de cinsel azınlıklar açısından İngiliz ahlaki cemaa­
ti içinde göreceli ahlaksızlıklarına uygun olarak, gayri res·
mt ve resmi ayrımcılığı yaşayan alt-topluluklar mevcuttur.
( 1 993: 6)

143
Etnik ve ırksal azınlıkların vatandaşlığı çerçevesindeki
tartışmalar (Paul Gordon, 1989; Hall ve Held, 1 989), vatan­
daşlığın bütün düzeylerine -sivil, siyasi ve toplumsal- de­
ğinmektedir. Bununla birlikte yukarıda da belirtildiği üzere,
ilgili birçok mücadelenin ve tartışmanın temel kaygısı, da­
ha temel bir hakka ilişkindir - yani giriş hakkı ya da bir kez
girdikten sonra, belli bir ülkede kalma hakkı. Etnik ve ırk�
sal ayrımların yanısıra sınıf ve toplumsal cinsiyet ayrımla­
rıyla da ilgili çeşitli kapsayıcı ve dışlayıcı kriterlere göre sı­
nırlar kurmak, Marshallcı vatandaşlık kuramlarının günde­
minin tamamen dışında kalan vatandaşlıkla ilgili temel mü­
cadele alanlarından birisidir. "Avrupa Topluluğu'ndaki do­
laşım özgürlüğü" , lsrail'e Dönüş Kanunu (Law of Return)
ve lngiliz göçmen mevzuatındaki babalık maddesi - bunla­
rın hepsi, bazıları için sınırsız göçe izin veren, ötekiler için­
se bunu tamamen engelleyen ideolojik, çoğunlukla da ırkçı
sınır kurgularının örnekleridir.
Giriş ve yerleşim sorunları çözülse bile, etnik azınlık hal­
kının kaygılan, toplumun öteki üyelerinin kaygılarından
farklı olabilir. Örneğin bunların resmi vatandaşlık hakkı,
geldikleri ülkenin yanısıra yaşadıkları ülkenin de kuralları­
na ve düzenlemelerine ve aynca ikisi arasındaki ilişkiye da­
yanabilir. Bu nedenle yıllardır lngiltere'de yerleşik bulunan
bazı Karayip adalarından gelen insanlara, lngiliz pasaportu­
na sahip olamayacakları söylenmiştir. Çünkü geldikleri ülke
çifte vatandaşlığı kabul etmemektedir ve geldikleri ülke ba­
ğımsızlığını kazandıktan sonra vatandaşlıktan çıkma niyet­
lerini zamanında bildirmemişlerdir. Akrabalarla ilgili kay­
gılar ve geldikleri ülkeyi ziyaret etmelerine izin verilmeme
korkusu, ötekileri Oranlılar ve Türkler gibi) orijinal vatan­
daşlıklarından vazgeçmekten alıkoymaktadır. Bu nedenle
yaşamlarının geri kalanını başka bir ülkede geçirseler de, en
iyi ihtimalle burada sınırlı siyasi haklara sahip olurlar (bu,

144
toplumsal hakların her zaman medeni ve siyasi haklan takip
ettiğini söyleyen Marshall'ın evrimci modeliyle çelişmekte­
dir) . Başka ülkelerde çocukları olan kadın işçilerin öteki an­
neler gibi çocuk yardımı almaya uygun bulunmamaları, göç­
men kadınların kampanyalarının özgül odağı olan bir hu­
sustur. Aynca tabiyet kanunlarının özgül kombinasyonları
gözönünde bulundurulursa, çocuklar İsrail ve İngiltere gi­
bi ülkelerde devletsiz olarak doğabilir. Bu tür ülkeler, vatan­
daşlığı, ülkede doğanlardan ziyade ebeveyni vatandaş olan­
lara vermektedir.
Göçmenler de toplumun öteki üyelerinin sahip olduğu
toplumsal haklardan mahrum edilebilirler. Bir ülkeye gi­
riş hakkı çoğunlukla göçmenin ne kendisinin ne de ailesi­
nin öteki üyelerinin devletten sosyal yardım talep etmeyece­
ği taahhütünde bulunması -ki bu akrabalarının ana bakıcı­
sı haline gelen göçmen kadınların konumunu özellikle etki­
leyebilir- koşuluna bağlıdır. Çoğu durumda bankada el ko­
nulabilecek servet gibi üst sınıftan olunduğuna dair bir gös­
terge, bir ülkeye yerleşme hakkına ilişkin milli/ırkçı kotaları
aşmakta kullanılabilir. Kanada'daki yabancı ev işçileri olan
kadınlarla ilgili olarak Bakan ve Stasiulis'in ileri sürdüğü gi­
bi, vatandaşlık kurgularının şu şekillerde yeniden kavram­
sallaştırılması gerekmektedir:

hem küresel hem de milli iktidar ilişkilerini eş zamanlı yan­


sıtacak şekilde . . . vatandaşlık haklanna erişimi belirlemek­
te hegemonik devletlerin düzenleyici otoritelerinin kabu­
lü, sadece bu tür haklan kazanmak için kimin uygun oldu­
ğunun kimin olmadığının ırksallaştırılmış ve cinsiyetlendi­
rilmiş tanımına yansıtılmaz. Bu aynca, üçüncü dünya dev­
letlerinin hegemonik olmayan statülerine ilişkin varsayım­
da da açıktır . . . Vatandaşlık haklannın gelişmiş/liberal de­
mokrasilerde, temelde sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşit-

145
sizlikleri paralelinde eşitsiz dağılımı bulanıklaşmakta ve
vatandaşların çok büyük bir oranının kronik yoksulluk ve
yoksunluktan çektiği karşı konum içinde düşünüldüğünde
önemini yitirmektedir. ( 1 994: 26-8)

Vatandaşlığın sadece devlet a�ısından değil, birden çok


ülkedeki resmi ve gayri resmi birçok vatandaşlıklar açısın­
dan da incelenmesi gerekir. En önemlisi bu vatandaşlık­
ların, farklı devletlerin farklı konumlanışlarının yanısıra
devletlerdeki bireylerin ve gruplaşmaların farklı konum­
lanışlarını da kapsayan bir perspektiften görülmesi gerekir
(farklı vatandaşlıkların kuruluşu için emperyal geçmişler­
deki uluslararası boyutların önemi hakkında bkz. Catheri­
ne Hali, 1 994) .
Vatandaşlıkla ilgili tamamen farklı bir dizi mesele de, yer­
leşimci toplumlardaki yerli azınlıklarla ilgilidir (Dickan­
son, 1 992; Stasiulis ve Yuval-Davis, 1 995) . Bu sadece, bir­
çok toplumda yerli nüfusların devletin resmi vatandaşlığı­
na çok geç girmeleri meselesi değildir; eğer giriyorlarsa ta­
bii. Bu, onların ülke üzerindeki -örneğin toprak haklan bi­
çimindeki- talepleri tamamen ciddiye alındığı takdirde, bu
taleplerin yerleşimci milli topluluğun meşruiyet iddiasıyla
tamamen çelişmesi meselesidir. Yerli nüfusu herhangi başka
bir "etnik azınlığa" dönüştürerek sorunu çözme çabalan, ge­
nellikle güçlü ve anlaşılabilir bir direnişle karşılaşmıştır (de­
Lepervanche, 1980) . Avustralyalı Aborijinlerin "dayatmacı
toplum" dedikleri şey ile yerli halk arasındaki ilişkileri ku­
rumsallaştıran ve kanunlaştıran resmi anlaşmalar, aynı top­
rak üzerinde -birisi devlete sahip olan ve öbürü onun içinde
bağımsız bir devletsiz toplum kurmaya çalışan- iki bağımsız
milli varlığın olduğu karmaşık bir durum yaratır çoğunluk­
la. Kendileri millet olarak kurulmuş devletlerine karşı milli
kendi kaderini tayin hakkı iddia eden birçok bölgeselci ayn-

146
lıkçı hareketlerde, (daha az ırksallaşmış olsa da) benzer mü­
cadeleler mevcuttur.
Kimlikler hala tikelleştirilmiş ve toprağa bağlı olarak algı­
lansa da, bu hal, bireysel ve kolektif hakların yalnızca devlet
tarafından belirlenmediği mevcut durumun bir belirtisi ola­
rak görülebilir. Yasemin Soysal'ın (1994) ileri sürdüğü gibi
bu durum, emek piyasalarının uluslararasılaştırılması ve ge­
niş çaplı dekolonizasyonlar gibi birtakım faktörlerin sonucu
olarak lkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde meydana gel­
miştir. Geniş çaplı dekolonizasyonlar, yeni göç akış biçim­
lerine neden olmuştur. Daha da önemlisi bunlar, evrenselci
parametrelerde haklarını ileri süren ve BM ve UNESCO gi­
bi uluslararası örgütlere ve uluslararası insan haklan söyle­
minin yanısıra mevzuatının da geliştirilmesine katılan yeni
devletleri kurmuşlardır. Bu uluslararası insan haklan söyle­
mi, hem kadınlar, siyahlar, Dördüncü Dünya halkları, en­
gelliler vb. gibi toplumdaki çeşitli marjinal sektörlere ve top­
luluklara yönelik ayrımcılığı ve hem de bunların dezavan­
tajlı durumunu protesto eden Kuzey'deki ve Güney'deki ye­
ni toplumsal hareketlerin gelişimiyle büyük ölçüde güçlen­
dirilmiştir. Aynı zamanda da bu uluslararası hak kodlarının
uygulayıcıları ve uluslararası kuruluşların üyeleri halen dev­
letlerdir ve hiçbir uluslararası örgüt, öteki devletlerin "iç iş­
lerine karışma" hakkına sahip değildir.
Irksal ve etnik azınlıklar için vatandaşlık haklarının en so­
runlu yönleri, bunların toplumsal haklarına ve çokkültürcü­
lük kavramına ilişkindir (örneğin bkz. Bhikhu Parekh, 1990;
Laksiri jayasuriya, 1990; Yuval-Davis, 1 992b) . Bazıları için
(Harris, 1987; Lister, 1990 gibi) sorun, farklı da olsalar, tek
tek vatandaşların alanındadır. Harris'in iddia ettiği gibi:

Amaç, herkese çoğulculuğun faydalanndan yararlanma ve


buna katılma araçlarının sağlanmasıdır. . . asgari standartları

147
etkili bir şekilde tanımlayabilecek kültürel çeşitliliklerin te­
melini oluşturan ortak ögeler vardır. ( 1987: 49)

Statü eşitliğinden, karşılıklı saygıya kayan vurgusunun


yeniden yorumlanmasıyla Marshall'ın homojen cemaati, ço­
ğulcu olana dönüşmektedir (Lister, 1 990: 48) . Yine de bu
tür bir model, ne farklı vatandaş gruplaşmaları arasındaki
potansiyel çıkar çatışmalarını ne de etnik azınlıkların üye­
lerine sunulan özel hizmetlerin bireyselden ziyade kolektif
özelliğini dikkate almaktadır Qayasuriya, 1990: 23) .
lhtiyaçların kolektif olarak karşılanması sorunu, bireysel­
den ziyade grup haklarını hedefleyen pozitif eylem politika­
larıyla ilgilidir. Çokkültürcü politikalar, nüfusu ya da daha
etkili bir şekilde nüfusun içindeki yoksul sınıfları ve işçi sı­
nıflarını etnik ve ırksal topluluklar bazında kurar. Bu toplu­
luklara, kendi farklı kültürlerinin yanısıra yapısal dezavan­
tajlarına dayalı kolektif ihtiyaçlar isnat edilmektedir. Bu poli­
tikalara direnç, istihdam ve sosyal politikaların grup haklan
açısından kuruluşunun, bireysel haklarla çelişebileceği ve bu
yüzden de bunların ayrımcı oldukları iddialan ile ifade edil­
mektedir. Yine de en azından Kanada, İngiltere ve ABD gi­
bi çokkültürcü politikaları resmen benimseyen ülkelerde, en
azından son zamanlara kadar, ırkçılığın ideolojisinden ziya­
de gündelik etkilerinin üstesinden gelmek için grup üyeliği­
ne dayalı kolektif hizmetler ve pozitif eylem, alınacak tek et­
kili önlemdir (bkz. Bumey, 1988; Cain ve Yuval-Davis, 1990;
Young, 1989). Hindistan ve Güney Afrika gibi öteki çoğulcu
devletlerde de benzer politikalar oluşturulmuştur.
Sunulan hizmetler sadece istihdama veya refaha erişim
açısından ayrımcı muameleye ilişkin olmayıp, farklı etnisi­
telerin farklı kültürel ihtiyaçları olarak tanımlanan şeye iliş­
kin olduğunda, sorun daha da çetrefilleşmektedir. Bunlar,
aracıların sağlanmasından, dinsel örgütlere fonların sağlan-

148
masına kadar bir çeşitlilik gösterebilir. Aborijinlere ilişkin
tartışmalar ya da Müslüman azınlıklar ve Rüşdi Olayına iliş­
kin tartışmalar gibi en aşırı örneklerde, azınlıkların kendi
geleneksel ve dinsel yasal sistemlerine göre davranmalarına
izin verilmesi yönünde çağrılar mevcuttur. Karşı argüman­
lar, bunun, bilfiil bir apartheid sisteminden toplumsal birlik
ve siyasi hegemonyaya kadar uzanan bir yelpazeyi ifade edişi
arasında değişirken, bu iddialan destekleyenler, bunu azın­
lıkların toplumsal ve siyasi haklarının doğal bir uzantısı ola­
rak düşünürler. Bu, vatandaşların haklarının sınırlarının ne
şekilde tanımlandığı sorununu ortaya çıkarır.
Will Kymlicka ( 1 995) , "iki çeşit grup hakkı"nın birbirin­
den ayrılmasını önermektedir: birisi grubun kendi üyelerine
karşı hak talebini içereni, diğeri de grubun daha geniş top­
luma (veya devlete) karşı hak talebini içereni. Kymlicka, ilk
türden taleplerin desteklenmesinde devlet güçlerinin kulla­
nılmasına karşıdır çünkü grubun içindeki bireylerin çok sık
olarak kültür ve gelenek adına baskı göreceği şüphesini ta­
şımaktadır. Diğer yandan ikinci durumda da mesele, deza­
vantajlı bir grubun ötekiler tarafından korunmasıdır: böyle
bir durumda, devlet müdahalesi hoş karşılanmak zorunda­
dır. Kymlicka'nın iddiası, o grupların sınırlarını somutlaş­
tırmakta ve doğallaştırmaktadır ve gruplar içinde özgül ikti­
dar konumlanışları olan (homojen olmayan ve farklı ve çeli­
şen çıkarları olabilen) insanları ve "grubu" birbirinden ayır­
mamaktadır.
Aynı sorunla uğraşırken az çok farklı bir terminoloji kul­
lanan jayasuriya ( 1 990) , temel olan ve bu nedenle devle­
tin karşılamasını gerektiren ihtiyaçlar dediği şey ile kamu
sektörünün dışında kalan ve özel alanda gönüllü bir şekil­
de karşılanacak olan isteklerin birbirinden ayrılmasını öner­
mektedir.
Sivil toplumdaki özgül alt-toplulukların temel ve temel ol-

149
mayan kültürel talepleri arasındaki objektif farklılıklar ola­
rak "istekler" ve "ihtiyaçlar" arasındaki ayrım, elbette ol­
dukça şüphelidir. Kültürler ve kültürel ihtiyaçlar, topluluk­
ların sabit tarihsel olmayan temel özellikleri değildir. Üçün­
cü Bölüm'de ayrıntılı olarak incelendiği üzere kültürler, öz­
gül toplulukların üyeleri tarafından desteklenen, farklı etnik
projelerde seçici ve çoğunlukla da çelişkili şekillerde kulla­
nılan oldukça heterojen kaynaklardır. Bu projeler, hem top­
lulukta etnik projeleri destekleyenlerin özgül konumlanış­
lanndan hem de topluluğun devlete karşı özgül konumlanı­
şından etkilenmektedir. Kadınlar, eğitim, evlilik ve boşan­
ma ve kadın sığınakları gibi konularda "cemaatin kültürel
ihtiyaçlan"nı neyin oluşturduğuna dair devletin kabul etti­
ği tanımdan çoğunlukla zarar görürler (Sahgal ve Yuval-Da­
vis, 1 992) . Güney Afrika'da ANC'nin kadın üyeleri, "gele­
nek ve göreneklere saygı" ilkesi üzerinde daha üstün anaya­
sal bir yetkiye sahip olmak üzere "cinsiyetçi olmayan Güney
Afrika" ilkesini kabul ettirmek (anayasanın kabulünden sa­
dece 24 saat önce) için sıkı ve uzun bir mücadele vermişler­
dir. Farklı sömürge sonrası devletlerden gelen ve bağımsız­
lıktan sonra yerli kültür adına vatandaşlık haklarının ken­
dilerinden nasıl alındığı konusunda tanıklık eden kadınla­
n biraraya getiren özel bir konferans düzenlenmiştir (Amy
Biehl, 1 994).
jayasuriya, devlet hizmetlerinin kamusal ve özel alanlar
arasındaki sınırını sanki bu sınır doğal ve statikmişçesine
kurmaktadır. Bununla birlikte bu sınır oldukça sorunludur
ve hem toplumsal cinsiyete hem de kültüre özgüdür (Kan­
diyoti, 199la; Yuval-Davis, 199 lb). Bir sonraki kısımda, ka­
musaVözel dikotomisi ve bu dikotominin bileşenlerinin top­
lumsal cinsiyet ilişkileri ve işbölümünün yanısıra farklı va­
tandaşlık türlerini kurmakta nasıl kullanıldıkları incelen­
mektedir.

1 50
Özel ve Kamusal

Farklı yazarların kamusal/özel sınırını ve bunun siyasi ve si­


vil toplum, aile, ekonomi, gönüllü sektör vb. gibi öteki kav­
ramlarla ilişkisini tartışma biçimlerinde büyük ölçüde tutar­
sızlık mevcuttur.
Örneğin Carole Pateman ( 1 988; 1989) , Rebecca Grant
( 1991 ) ve Ursula Vogel (1989) gibi feministlerin kamusal ve
özel alanlardan bahsedişlerinde, kamusal alanın, siyasi alan­
la aynı olduğu, özel alanınsa kadınların öncelikle yerleştiril­
diği aile alanıyla ilişkili olduğu açıktır.
Carole Pateman, "devletin ve medeni kanunun bağlayı­
cı yetkisinin ve modern sivil yönetimin meşruiyetinin bir
açıklaması" olarak "modem zamanların en ünlü etkili siyasi
hikayesi" olan toplumsal sözleşme kuramcılarının yazılarını
incelemiştir ( 1 988: 1 ) . Pateman'ın iddiası, bu kuramcıların
hikayenin sadece yansını anlattıklarıdır. Çünkü onlar top­
lumsal sözleşmeden bahsetmektedir ancak Pateman bunun
cinsel sözleşmeye -yani erkeklerin kadınlar üzerinde uygu­
ladıkları güce- dayandırıldığını ve bunun tarafından meşru­
laştırıldığını düşünmektedir.
Pateman'a göre "kardeşlik" (özgürlük ve eşitliği de davet
eden Fransız lhtilali'nin sloganının bir ögesi) , sadece top­
lumsal dayanışma ve hatta vatandaşlar arasındaki erkek da­
yanışması hakkında değildir. Bu, toplumdaki hegemonik ik­
tidar ilişkilerinin babanın (ya da bir baba figürü olarak kra­
lın) öteki erkekleri ve kadınlan yönettiği bir ataerkillikten,
erkeklerin özel ev alanında kadınlarını yönetme hakkını el­
de ettiği ama kamusal, siyasi alanda birbirleri arasında top­
lumsal eşitlik düzeni konusundaki sözleşmeyi kabul ettik­
leri bir kardeşliğe dönüşmesi hakkındadır. Bununla birlikte
kadınlar, kamusal alandan tesadüfen çıkarılmamış ancak ye­
ni rejim ile bunun üyesi olan vatandaşlar arasındaki pazarlı-

1 51
ğın parçası olarak dışlanmışlardır. Öyleyse devlet vatandaş­
lığı kavramının doğuşunun temelinde yatan toplumsal fel­
sefe, evrensel olmaktan uzaktır ve "erkek hakları" açısın­
dan kurulmuştur (siyah insanların köleleştirilmesi için as­
lında "beyaz adamın haklan" olarak; Pateman'a göre, 1989,
bu hikayenin nadiren anlatılan bir bölümüdür).
Ursula Vogel (1989) , Marshall'ın evrimci modelindeki gi­
bi, kadınların basitçe vatandaşlık haklarını geç elde eden­
ler olmadıklarını gösterir. Kadınların dışlanması, "vatandaş­
lık statüsünü bireylere değil de, ailenin üyeleri ve temsilcile­
ri olarak erkeklere veren" (yeni bir grup vatandaş olmayan
insana) demokratik katılım hakkının erkeklere veriliş kur­
gusunun temel kısmıdır ( 1 989: 2) . Ve aslında lngiltere'de
Viktorya zamanında, kadınlar evlendikleri zaman vatandaş­
lıktarını kaybediyorlardı; 1 948'e kadar "yabancılarla" ev­
lendikleri takdirde kaybetmeye de devam ettiler; ve kadın­
lar 198l'e kadar kendi vatandaşlıklarını çocuklarına geçir­
me hakkını elde edememişlerdir (Bhabha ve Shutter, 1994;
WING, 1985) - bununla birlikte lngiltere'de vatandaş olma­
yan ya da yerleşimci annelerden doğan bebekler, İngiliz va­
tandaşlığı haklarını tümden yitirmişlerdir.
Yukarıda adı geçen jayasuriya'nın ( 1990) yazılarındaki
özelin, aile alanı olarak kurulmasının aksine, özel alan, dev­
let tarafından finanse edilmeyen ve/veya kontrol edilmeyen
ve örneğin dinsel kurumlan da kapsayan alandır. Bryan Tur­
ner ( 1 990) kamusal/özel dikotornisini kendi vatandaşlık ti­
polojisinin eksenlerinden biri olarak kullanır ve kendini ge­
liştirme ve öteki boş zaman faaliyetlerinin yanısıra ruhsal fa­
aliyetleri de özel alana dahil eder. Sylvia Walby ( 1 994: 383)
onu "özel"in iki anlamını -bireyin özerkliğiyle ilgili olanı ile
devlet müdahalelerinden bağımsız olmakla ilgili olanı- tek
görüşte birleştirerek, "erkek bakışını" benimsemekle eleştir­
mektedir. Walby, aile devlet müdahalesinden bağımsız ola-

1 52
bilse de olamasa da, ailenin kadınlar için özerk ve özgür bir
alan olmadığını ve kocaların ve kanların (ben buna geniş
aileler durumunda çocukları ve öteki akrabaları da ekliyo­
rum) farklı toplumsal konumlanışları, aile içinde farklı güç­
leri ve çıkarları olması yüzünden ailenin tek bir dizi çıkara
sahip olmadığını iddia etmektedir.
"Özel"i, bireyin özerk olduğu alan olarak kabul edersek,
insanların -sadece kadınların değil- toplumsal yapıların ve
toplulukların getirdiği tüm kısıtlamalarla birlikte bunların
bir parçası olarak ve ister ailede, ister sivil alanda isterse si­
yasi alanda olsun, özerk bireysel eyleyiciler olarak davrana­
bildikleri tüm toplumsal alanlarda az ya da çok, bu uygu­
lanabilir. Benzer şekilde insanların tercihlerine ve hobile­
rine dayanarak boş zaman ve kendini geliştirme faaliyetle­
ri, aileyle veya öteki kişisel arkadaşlarla, sendikayla, kilisey­
le ya da etnik spor dernekleriyle ya da yerel yönetimde mec­
lis üyesi olarak geçirilebilir. Aynı zamanda da özellikle mo­
dem sosyal devlette, devlet müdahalesinden korunan hiçbir
toplumsal alan yoktur. Doğrudan müdahale olmadığı du­
rumlarda bile, kendi müdahale etmeme sınırlarını aktif ve­
ya pasif olarak çoğunlukla kuran da devlettir. Başka bir ifa­
deyle, kamusal ve özel arasındaki sınırın kuruluşu, bizzat si­
yasi bir faaliyettir. Her toplumsal alanda, siyasi iktidar iliş­
kileri kendi dinamikleriyle mevcuttur. Feminizmin toplum­
sal kurama en önemli katkısı, iktidar ilişkilerinin hem birin­
cil toplumsal ilişkilerde hem de sivil ve siyasi alanların da­
ha gayri şahsi ikincil toplumsal ilişkilerinde işlediğini kabul
etmesidir.
iktidar kanallarının yatay ve dikey olarak işlediğinin ka­
bulü, devleti ayn bir üniter alan olarak kuramsallaştırma ih­
tiyacı olamamasına dair Foucaultcu perspektifin doğuşu­
na neden olmuştur. Yine de Birinci Bölüm'de tartışıldığı gi­
bi devlet, uygulamalarında, niyetinde veya etkilerinde üniter

1 53
olmasa da, devleti ayn bir alan, "emrinde veya temelinde ve­
rili bir yürütme aygıtı olan ve denetimin amaçlılığı çevresin­
de merkezi şekilde örgütlenmiş bulunan kurumlar bütünü"
olarak ele alma ihtiyacı vardır. Farklı devlet biçimleri, "dev­
letin mevcut özelliği olan denetim/baskı ikizleri" arasındaki
farklı ilişkileri içerecektir (Anthias ve Yuval-Davis, 1989: 6) .
Devlet güçleri, hem uluslararası hem de ulus-içi az çok özerk
olabilse de ve eğitim ve medya gibi ideolojik üretim de dev­
letin hem içinde hem de dışında bulunabilse de, bireysel ve
kolektif hakların kullanılışı devlete bağlı olmayı sürdürmek­
te (Soysal, 1994) ve devlet üzerindeki denetim, öncelikli si­
yasi hedef olmaya devam etmektedir.
Bryan Tumer ( 1990) , yukarıda da belirtildiği gibi, kamu­
saVözel dikotomisini, karşılaştırmalı vatandaşlık modeline
yönelik ana eksenlerden birisi olarak kabul etmiştir. Ancak
Tumer özellikle bu dikotomiyi, "siyasi faaliyetin kamusal
yerini yaratmak açısından ahlaki faaliyetin kamusal ve özel
tanımları" olarak tanımlamaktadır ( 1 990: 209) . Bu tanım,
gerçekte vatandaşlığın bireyseVkolektif kuruluşuna ve "ah­
laki cemaat"in ve "ortak iyi"nin bireylerin haklan karşısın­
daki göreli yerine ilişkin önceden tartıştığımız şeylerle ya­
kından bağlantılıdır.
Özel alanın belirlenmesindeki tüm bu tutarsızlıkları ve
karışıklıklan dikkate alarak, kamusaVözel ayrımını koru­
mak yerine, üç ayrı alanı birbirinden ayırmayı öneriyo­
rum: devlet, sivil toplum ve aile ile akrabalık ilişkileri ala­
nı. Walby'nin işaret ettiği üzere, Tumer birey ve aileyi bir­
leştirdiği için, vatandaşlığın kuruluşunda bu alanlardan her
birinin göreceli önemine odaklanan farklı vatandaşlık tür­
lerinin önemli karşılaştırmalı ilave boyutunu gözden kaçır­
maktadır.
Karşılaştırmalı refah devleti analizine yönelik Esping-An­
dersen ( 1 990) , Ann Orloff ( 1 993) ve julia O'Connor ( 1 993)

1 54
tarafından yapılan feminist eleştiriler, ülkelerin refah sunu­
munu örgütleme biçimlerini incelerken aile alanını, devlet
ve piyasa alanına dahil etme ihtiyacına işaret etmektedirler.
Bu önemli bir düzeltmedir. Bununla birlikte aile alanı, siyasi
örgütlenme ve iktidara yönelik farklı konumlar tartışılırken
de dahil edilmelidir. Eğer vatandaşlığın karşılaştırmalı aralı­
ğını, Tumer'ın kullandığı çok sınırlı Batılı örneklerin ötesi­
ne geçireceksek, bu özellikle önemlidir.
"Modem ulus-devlet"in doğuşunda "modem-öncesi" dev­
letlerden tamamen farklı bir toplumsal örgütlenme biçimi
görmek yanıltıcıdır. Birçok devlette, özellikle sömürge son­
rası devletlerde örneğin geniş aile ve akrabalık ilişkilerinin,
ideolojik siyasi partiler olarak kurulduklarında bile, sada­
kat ve örgütlenme odaklan olarak kullanılmaları devam et­
miştir. Siyasi, toplumsal ve muhtemelen medeni haklar bi­
le, belli bir vatandaşın ailevi konumlanışına dayanabilmek­
tedir (Suudi Arabistan veya Ürdün bu tür devletlere muh­
temelen en iyi örneklerdir, ancak daha sulandırılmış bir bi­
çimde bu olgu özellikle de yönetici partilerin elitleri arasın­
da çok daha yaygındır) . Bu devletlerde, geleneksel toplum­
sal ve özellikle ailevi ilişkiler işlemeye devam etmektedir ve
çoğunlukla ya kadınların resmi vatandaşlık haklan hiç yok­
tur ya da bu haklar çok asgari düzeydedir. Yine de paradok­
sal bir şekilde ailevi ilişkilerin bir ülke siyasetinde önemli ol­
duğu yerlerde, örneğin Hindistan alt kıtasında olduğu gibi,
siyasi liderlerin dul eşleri veya kızlarının, siyasi lider olma
şansları çok yüksektir.
Aile/sivil toplum/devlet eyleyicileri egemenlik çizgisinin
öteki aşırı ucunda, sivil -ve belli bir ölçüye kadar ailevi­
alanların tüm yönlerini devlete dahil etme çabasında olan
eski Sovyet bloğu devletleri bulunmaktadır. Tüm siyasi,
ekonomik ve kültürel faaliyetlerin devlet tarafından denet­
lenmesi amaçlanmaktaydı; devlet (ve Komünist Parti) çiz-

1 55
gisini izlemeyen tüm örgütlenme veya ifade biçimleri, bas­
kıya uğrama ve denetlenme eğilimindeydi; ve partiye üye­
lik, daha yüksek sivil, siyasi ve toplumsal hakları berabe­
rinde getirmişti. Aynca aile alanında, aile hukuku, kadınla­
rın neredeyse tamamen iş gücüne alınışı (çoğunlukla erkek­
lerden daha düşük konumlarda olmalarına rağmen: Voroni­
na, 1 994: 733), resmi yasal ve siyasi eşitlik (kadınların Po­
litbüro tarihi boyunca merkezi Politbüro'da yer almamaları­
na rağmen), ve çocuk bakım olanakları ve kamu kantinleri
gibi ev-içi emeğin farklı yönlerinin kolektifleştirilmesi (ka­
dınların kendi iş yüklerine ek olarak bir yığın ev-işi yapma­
yı sürdürmelerine rağmen) açılarından çok önemli değişik­
likler olmuştu. Bu konuyu yorumlayan Natalya Kosmarska­
ya ( 1995) , -erkekler kendi iş yerlerinin "özel alanı"na kilit­
lenirken, alışverişi vb. yapanlar kadınlar olduğu için- Rus­
ya'da kamusal alanda görünenlerin kadınlar olduğunu iddia
etmektedir.
Örneğin İskandinavya ülkeleri gibi Batılı refah toplumla­
rında, devlet, kadınların emek piyasasına girmeleri için ev­
den çıkabilmeleri amacıyla ev-içi sorumluluklarına ve ço­
cuk bakımına yardımcı olmak üzere kamusal olanaklar sağ­
lamaktadır. Kadınlar, kamusal sektörde erkeklerden daha
çok çalışmaktadır ve eski Sovyet bloğundakinin tersine, da­
ha yüksek siyasi temsil oranına sahiptirler. Bununla birlikte
Helga Hemes (1987) ve Anne Showstack Sassoon'un ( 1987)
ileri sürdükleri gibi Norveç benzeri ülkelerde en önemli
ekonomik ve toplumsal güçleri elinde bulunduranlar, sivil
toplumdaki birliklerdir ve bunlar erkekler tarafından denet­
lenme eğilimindedir.
Refah toplumları, hem siyasi hem de ekonomik gücün ye­
ri açısından sivil toplum etkisinin en yüksek olduğu yerler
olarak düşünülmektedir. Marshall (1981) kapitalist toplu­
mu, kapitalist bir ekonomi ile refah devleti arasında kaçınıl-

1 56
maz gerilimlerin bulunduğu "tireli" bir toplum olarak tanım­
lamaktadır. Esping-Andersen (1990) , piyasa güçlerinin veya
devletin egemenlik mücadelesinde piyasa güçlerinin mi dev­
letin mi belirleyici olduğuna bağlı olarak farklı sosyal devlet
rejimleri arasındaki varyasyonları tanımlamaktadır.
Yine de sivil alanın sadece piyasa olmadığını unutmamak
önemlidir. Burada işleyen ve devleti bilgilendiren ve dev­
let tarafından bilgilendirilen sadece ekonomik ilişkiler de­
ğil, siyasi ve toplumsal ilişkilerdir de aynı zamanda. Siya­
si partiler, toplumsal hareketler ve sendikalar, çoğunluk­
la devlet üzerine örgütlenmiş ve faaliyetlerini devlet üzeri­
ne odaklamış olsalar da, devletin parçası değillerdir. Eğitim
ve medyaya devlet sahip olabilir de olmayabilir de ve bunla­
rın az ya da çok ölçüde devletten özerk olan ideolojik pro­
jeleri olabilir.
Burada bizim için özellikle önemli olan şey, özgül etnik/
ırksaVmilli toplulukların üyeleri tarafından ve onlar için ör­
gütlenen sivil toplumdaki resmi ve gayri resmi örgütler, der­
nekler ve kurumlardır. Aynca herhangi bir karşılaştırmalı
devletler modeli, bu tür topluluklann devlet politikalannın
kuruluşunda ve ülkenin toplumsal ve siyasi ilişkilerinde az
ya da çok rol oynadığı devletleri birbirinden ayırmalıdır. Ti­
to'nun hayatının son yıllannda onayladığı tadil edilmiş ana­
yasada Yugoslavya'daki farklı bölgelerin yönetimce etnikleş­
tirilmesi, o ülkenin tarihinde temel bir gelişmeydi ve daha
sonraki gelişmelerin ve ülkenin dağılışının kısmi bir açık­
lamasıydı. "Çokkültürcü toplumlarda" çeşitli toplumsal ve
eğitim hizmetlerinin, kamuya çeşitli etnik örgütler aracılı­
ğıyla verilmesi gereğinin ölçüsü, birçok ülkede bir siyasi tar­
tışma konusudur.
Yukarıdaki örnekler genel olarak, farklı alanlann -fark­
lı devletlerde ve toplumlarda değişen ailevi, sivil ve devlet
eyleyicilerinin alanlannın- münhasıran öyle olmasa da, va-

1 57
tandaşlann toplumsal, siyasi ve sivil haklarının belirlenişin­
deki göreceli önemini göstermektedir (örneğin devrim son­
rası Çin'de, devlet kurumlan ve ailevi yapılar, tarih boyun­
ca bir egemenlik yanşı içinde olmuşlardır) . Tabii ki bu alan­
ların hiçbiri asla homojen değildir: devletin farklı bölümle­
ri öteki bölümlere zıt bir şekilde hareket edebilir ve bunla­
rın toplumdaki farklı etnik, sınıf, toplumsal cinsiyet ve öteki
gruplaşmalar üzerindeki etkileri farklı olabilir. Örneğin İn­
giltere ve ABD gibi bir ülkenin göç yetkilileri, göçmenlerden
kendi toplumsal haklarından feragatlerini imzalamalarını is­
teyebilirler. Böylece devletten ziyade ailevi alandaki öteki ki­
şiler, eğer sivil ekonomik alanda başarılı olamazlarsa, bun­
ları desteklemekle sorumlu olurlar. Başka bir örnek de, belli
bir dinden olan din adamlarının kıydığı evlilikler çoğunluk­
la devletin resmi onayını otomatikman elde ederken; öteki­
ler tarafından kıyılan evliliklerin geçersiz olması ve bunların
yetkilendirilmiş otoriteler tarafından kıyılmasının gerekme­
sidir. Sovyetler Birliği'nde, farklı milli kökenlerden gelen in­
sanlara "anayurtlan"nda öncelik verilen belli alanlar (örne­
ğin yüksek eğitim kurumlarındaki yerler) vardı. Diğer yan­
dan farklı bölgelerde siyasi iktidar üzerindeki denetime sa­
hip olanlar Rus "yerleşimciler"dir çoğunlukla. Sovyet blo­
ğunun çöküşünün ve bağımsız cumhuriyetlerin doğuşunun
sonucunda, bazı petrol ülkelerinde yıllardan beri mevcut
olan bir durum ortaya çıkmaktadır ki bu, resmi devlet va­
tandaşlığının sadece nüfusun azınlığına -"doğru köken"den
olanlara- verilebilen imtiyazlı bir statü haline gelmesidir.
Bu yüzden karşılaştırmalı herhangi bir vatandaşlık kura­
mı, kendi ailelerine, sivil toplum örgütlerine ve devlet eyle­
yicilerine karşı (farklı toplumsal cinsiyet, etnisite, bölge, sı­
nıf, yaşam döngüsü safhası vb.den olan) vatandaşlara tanı­
nan bireysel özerkliğin bir analizini de içermelidir.

1 58
Aktif/Pasif Vatandaşlık

Bryan Tumer'ın karşılaştırmalı vatandaşlık tipolojisinin öte­


ki ekseni, onun "vatandaşın mutlak bir otoritenin tebaa­
sı olarak veya aktif bir siyasi eyleyici olarak kavramsallaştı­
nlıp kavramsallaştınlmadığı" şeklinde tanımladığı aktif/pa­
sif eksenidir ( 1 990: 209). Yani "vatandaş" ve "tebaa" arasın­
daki geleneksel aynın, Tumer'ın tanımından çıkanlmıştır ve
onun yerinde aktiflik ve pasiflik cetveli vardır.
Farklı ülkelerde vatandaşlığın tarihi farklıdır. Fransa ve
ABD gibi bazı ülkelerde bu, popüler devrimci mücadelele­
rin bir sonucuyken, İngiltere ve Almanya gibi ülkelerde da­
ha çok "yukandan aşağıya" bir süreçtir. Benzer şekilde, Hin­
distan veya Kenya gibi bazı sömürge sonrası ülkelerde, mil­
li bağımsızlık uzun vadeli halkçı mücadeleden sonra kazanı­
lırken, Karayip adalan gibi öteki ülkelerde bu geçiş daha ba­
nşçı olmuştur ve siyasi yönetim sömürgeci elitten yerli elite
az çok pürüzsüzce geçmiştir.
Günümüzde neredeyse tüm dünya nüfusu, en azından
Marshallcı anlamda bir cemaatin üyesi olmak açısından bel­
li bir vatandaşlık biçiminin olduğu ülkelerde yaşamaktadır.
Vatandaşlığın belli bir yönetme ve yönetilme biçimine katı­
lım anlamına geldiği Aristocu tanıma göre (Allen ve Macey,
1990) , görüntü elbette çok farklıdır ve muhtemelen pek az
ülkede az sayıda insan bu türden bir aktif vatandaşlık sta­
tüsüne sahiptir. Elbette ki aktiflik ve pasiflik sorunu, sade­
ce belli devletlerin resmi yapılarının bir sorunu değildir.
Demokratik olarak en aktif toplumlarda bile, çok daha pa­
sif olan ve bazı toplumsal haklan olsa bile ya hiçbir siyasi
katılım hakkı olmayan ya da resmi haklan varsa da oy ver­
me işlemine katılamayacak kadar güçsüzleştirilmiş ve/veya
yabancılaştınlmış olan nüfus katmanlan vardır. Bunlar ara­
sında sadece çocuklar, göçmenler, etnik azınlıklar ve yerle-

1 59
şimci toplumlardaki yerli halklar değil, ABD'de büyük ölçü­
de siyah, İngiltere ve öteki ülkelerde ise büyük oranda be­
yaz olan ve yalnız annelerin oranının gittikçe arttığı "altsı­
nıP' olarak bilinenler de yer almaktadır (Lister, 1990; Lydia
Morris, 1 994) . İnsanların kendi cemaatleriyle ve devletle­
riyle olan ilişkisini belirlemede, toplumsal cinsiyet, cinsel­
lik, yaş ve yeteneğin yanısıra etnisite ve sınıf da önemli fak­
törlerdir.
"Aktif vatandaş" kavramı, son yıllarda özellikle İngilte­
re'de hem "sol" hem de "sağ"da tartışmaların ve politikala­
rın odağıdır. Sol da vatandaşlığa olan ilginin son yıllardaki
artışı, refah devletinde sağlık, eğitim, emeklilik, çocuk yar­
dımları vb. alanlarda verili görülen toplumsal hakların bir­
çoğunun tehlike altında olduğuna dair işaretler belirdiği bir
zamanda, refah devletinin büyüyen kriziyle çakışmıştır. Bu
kriz, bazı Batılı ülkelerde işçi sınıflarının önemli katmanları­
nın muhafazakarlara oy vermeye başlamasıyla ve Sovyet blo­
ğunun çöküşü ve devlet sosyalizminin sona erişiyle aynı za­
manda olmuştur.
Yine de sol (ve merkez) , toplumsal haklara yoğunlaşmak
yerine vatandaşlığı, siyasi mobilizasyon ve katılıma bir çağ­
rı olarak kullanmıştır. Thatcher hükümeti gibi radikal sağ­
cı bir hükümet, kişiler ve devlet arasındaki ilişkiyi değiştire­
mesin diye İngiltere'de bu, vatandaşlık hakkının verilişinin
kutsallaştırıldığı yazılı bir anayasa için ( Charter 88) yürütü­
len bir kampanyanın parçası haline gelmiştir.
Vatandaşlık lisanı, sağın da temel bir söylemi olmuştur.
İngiltere'de "aktif vatandaş" , -ekonomik açıdan başarılı bir
orta sınıf ailenin erkek reisi olarak kurulan- "vatandaş"ın,
boş vaktini ve parasını "cemaat"e vererek vatandaşlık görev­
lerini yerine getirdiği refah devletine bir alternatif olarak ile­
ri sürülmüştür (Evans, 1993; Lister, 1990) .
Bununla birlikte bu söylemde vatandaşlık, siyasi bir söy-

1 60
lem olmaktan çıkmış ve pasif vatandaşlar olarak kurulan
yoksulların toplumsal haklarının, hak kazanmadan hayır
işine en azından kısmen dönüştürüldüğü sivil topluma gö­
nüllü bir katılım haline gelmiştir. Lister ( 1 990: 14) , aktif va­
tandaşlığı, girişim kültürünün gerekli bir tamamlayıcısı ola­
rak tanımlayan muhafazakar bakan Douglas Hurd'den alın­
tı yapmaktadır: "Kamu hizmeti, bir zamanlar elitin göreviy­
ken, bugün harcayacak zamanı ve parası olanlann sorumlu­
luğudur" . Ve Lister, toplumsal tutunum adına yükümlülük­
lerin, vergi ile finanse edilen yardımlann ve hizmetlerin ka­
musal alanından, hayır işi ve gönüllü hizmetlerin özel alanı­
na kaydığını iddia etmektedir. Ve hayır işi çoğunlukla yar­
dımın yapıldığı kişilerin bağımlılığını ve pasifliğini varsayar.
Haklar armağan haline gelmiştir ve aktif vatandaşlık yuka­
ndan-aşağıya bir vatandaşlık kavramını varsaymaktadır. Ti­
pik olarak seçilmekten ziyade atanan, hükumetin oluştur­
duğu yasal haklara sahip özel kurumlar, sağlık ve refah gibi
çeşitli kamu hizmetlerinin idare edildiği araçlar haline gel­
mişlerdir.
Vatandaşlık kavramının depolitizasyonu, 1992'de hükü­
metin Vatandaşlık Bildirgesinin yayınlanmasıyla artmıştır.
Bu bildirge, vatandaşlan, temel haklan kamu ve özel sektör­
lerde yüksek kaliteli mal ve hizmetlere yönelik bilgili seçim­
ler yapma özgürlüğüne sahip olmak olan ve "mahremiyetle­
rine, itibarlarına, dinsel ve kültürel inançlarına" göre davra­
nılan tüketiciler olarak kurmaktadır (Evans, 1 993: 10). Ba­
uman'ın ( 1988: 807) iddia ettiği üzere "Günümüzde birey­
ler (ahlaki olarak toplum, işlevsel olarak da toplumsal sis­
tem tarafından) her şeyden önce üreticiden çok tüketici ola­
rak davranmaktadır". Vatandaşlık haklannın dengesi, sosyal
refah haklanndan, belediye evleri ve hisseleri vb. satın alma
hakkı gibi ekonomik türden (pazara girişle ilgili) medeni
haklara kaymıştır. Aynca bu tür bir vatandaşlık kurgusunun

1 61
vatandaşlık tanımına hala dahil edilip edilemeyeceğine dair
bir taruşma (Oliver, 1 995) mevcuttur. Çünkü bunun amacı
birey ile cemaat arasındaki ilişkiden ziyade, bireysel kişilik
ve özerkliği desteklemektir (yukarıda anlatılan liberal vatan­
daşlık biçimine açıkça girmesine rağmen). Yine de açık olan
şey, bu vatandaşlık kurgusunun oldukça sınıf temelli oldu­
ğu ve Edwards'ın ( 1988) öne sürdüğü gibi "eşit muamele­
den ziyade eşitler olarak muamele"yi amaçlayan refah dev­
letindeki vatandaşlık kurgusunu geçersizleştirdiğidir. Yeni
sağ tarzı vatandaşlığa göre, Peter Golding'in (Lister'a önsö­
zünde, 1990: xii) dediği gibi "Yoksul olmak, koşullu vatan­
daşlığı sürdürmektir" .
Tüketimcilik olarak Thatcherist vatandaşlık kavramı, ev­
rensel retoriği bir yana tamamen serbest piyasa modeline da­
yanmamaktadır. Ruth Lister'ın yorumladığı gibi,

Bizler vatandaştan ziyade tüketiciler olarak algılanıyoruz.


Ancak bu, değerimizi ve haklarımızı satın alma gücümüzle
sınırlandırdığı ölçüde bizi bağımsız tüketiciler olarak güç­
lendirmemektedir. ( 1990: 1 )

Çeşitli marjinal veya azınlık gruplarının kendi dinsel ve


kültürel inançlarının veya ekonomik ihtiyaçlarının eşit öl­
çüde peşine düşmelerini önleyen yasal ve ahlaki sınırlama­
lar mevcuttur (Evans, 1993: 6).Vatandaşlığın marjinal mat­
riksinde bulunan bu "ahlaki yabancıları" devletin yönetme­
si, toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlarda gerçekleşmekte
ve bu yönetim, resmi ve gayri resmi ayrımcılıkla sonuçlan­
maktadır. Bu, -milli "ahlaki cemaat"in dışında ama vatan­
daşlık esasına dayalı milletin içinde- dinsel, etnik ve cinsel
azınlıkların yerleştirildiği liberal ve cumhuriyetçi vatandaş­
lık kurguları arasındaki alacakaranlık kuşağıdır.
Becerebilenler için bu, tamamen kapalı bir sistem değildir.

1 62
Evans ( 1993), cinsel azınlık gruplannın, kendi kimlikleri çev­
resinde değişen karmaşıklık derecelerinde, sosyo-ekonomik
"cemaat" altyapılarını nasıl geliştirdiklerini anlatmaktadır.
Bunlar, daha çok konut, sigorta, tıbbi haklar, ebeveyn haklan,
evlilikte eşlere tanınan haklar vb. elde etmek için örgütlenmiş­
ler ve gelirlerinin önemli bir kısmını örneğin gay mamullerine
ve belli toplumsal ve cinsel gay bölgelerinde farklı yaşam tarz­
lanna harcamışlardır (1993: 8). Evans'a göre:

Özgül cinsel vatandaşlık biçimleri, ahlaki ve ekonomik


alanlarla sınırlandırılmıştır ve bunlar ahlaksızlık ve yasadı­
şılık sınırları arasındaki ahlaki cemaati kuşatan boş zaman
ve yaşam tarzı alanlarıdır büyük ölçüde. ( 1993: 8)

Etnik azınlıklan hedefleyen çokkültürcülük benzer kav­


ramlarla tanımlanabilmektedir. Başka yerlerde de tartışıldı­
ğı üzere (Sahgal ve Yuval-Davis, 1992) çokkültürcü politika­
lar, azınlıklann sınırlannı somutlaştırmalanna karşın bunla­
n marjinal alanlara ve ikincil piyasalara yerleştirerek, eş za­
manlı bir şekilde azınlıklan hem dahil etmek hem de dışla­
mak amacındadır. Yine de hem etnik hem de cinsel (engelli­
ler gibi öteki marjinalleştirilmiş gruplannkilerin yanısıra) bu
marjinal alanlar, rakip sağ ve sol ideolojiler için vatandaşlık
haklannın temeli olarak kimlik siyaseti çevresindeki müca­
dele sahası haline gelmiştir: bir yanda ayrımcılık ve ayrılıkçı­
lık, diğer yanda azınlıklann kolektif ve bireysel haklan (Ei­
senstein, 1993; Phillips, 1993; Young, 1989) .
Sivil toplumdaki bu alanların mevcudiyeti, vatandaşlık
kurguları için çok önemlidir. Bir söylemde insanların öz­
gül toplumsal ve ekonomik ihtiyaçlan olarak tanımlanan şe­
yin, topluluk sınırlannın gösterenleri haline geldiği bir baş­
ka söyleme dönüşümü, "aktif vatandaşlığı" toplumsal alan­
dan siyasi alana geçirebilecek şeydir.

1 63
iris Young (1989), temsili demokrasinin insanlara birey­
ler olarak değil de bazılannın ötekilere göre daha çok bas­
kı gördüğü gruplann üyeleri olarak muamele etmesi gerek­
tiğini söylemektedir. Young, bu farklılıklan önemsemeyen
evrensel vatandaşlık söyleminin, zaten egemen olan grup­
lann egemenliğini genişleteceğini ve marjinal ve baskı gö­
ren gruplan susturacağını iddia etmektedir. Bu nedenle, bu
gruplan grup olarak temsil edecek özel mekanizmalann ku­
rulması gerektiğini belirtmektedir. iris Young'ın farklılı­
ğın ve farklılaşmış iktidar ilişkilerinin, vatandaşlık pratiğin­
de tanınması gerektiği konusundaki ısran çok önemli olsa
da, yaklaşımı birçok açıdan sorunludur. Başka yerlerde de
aynntılı olarak incelendiği üzere (Anthias ve Yuval-Davis,
1992; Cain ve Yuval-Davis, 1 990; Phillips, 1993) bu tür bir
yaklaşım, gruplann homojen olarak ve sabit sınırlarla kur­
gulandığı kimlik siyasetinin tuzaklanna kolayca düşebilir.
Gruplar içinde özgül konumlarda konumlanan kişilerin çı­
karlan, illa ki tüm grubun çıkarlannı temsil edecek şekilde
kurulacaktır ve özgül grubun ötekilere karşı gücünün artışı,
vatandaşlıkla ilgili ve bağlantılı siyasi faaliyetlerin bütünüy­
le temel amacı haline gelmiştir.
Nitekim Anne Phillips şunu iddia etmektedir: ·

Karşılaştığımız sorunların birçoğu genel nitelikli olduğun­


da ve yerelin ötesinde bir vizyon gerektirdiğinde, daha iyi
bir demokrasi beklentisi, kamusal ve özel arasındaki farkh­
hklan çözmekte değil, kamusal alanı daha aktif olarak yeni­
den canlandırmakta yatmaktadır. ( 1993: 13) .

Anne Phillips bu konuda, Hannah Arendt'in savlannı izle­


diğini belirtmektedir. Yine de Arendt'in aksine (1975) , Phil­
lips farklılık kavramlannın ihmal edilemeyeceğini kabul et­
mektedir. Bununla birlikte Phillips (Mary Dietz'i izleyerek,

1 64
1987) siyasetin kamusal alanına katılımın, aşkınlıktan ziya­
de, kişinin mevcut alanının ötesine geçmesine, "dönüşüm"
dediği şeye, dayandırılması gerektiğini önermektedir. Dö­
nüşümü, yerelleşmiş ve özgül kimliklerin sınırlarını doğru
bir şekilde vurgulamak olarak, aşkınlığı ise bunu tüm grup
farklılıklarını ve kaygılarını atma noktasına kadar götürmek
olarak görmektedir. Arendt'in siyasi olana yaklaşımını tartı­
şırken john Lechte ( 1994) , Kristeva'nın semiotik ve sembo­
lik arasındaki ilişki kuramının, farklılık alanı olan özel alanı
ve kamusal siyasi alanı zıtlar çifti olarak değil, ona özgül an­
lamını veren birincinin, ikincinin maddiliği olduğu şeklin­
de kullanılabileceğini öne sürmektedir. Başka bir ifadeyle,
her bireysel farklılık tartışması, kamusal alanı zaten kapsar.
Young'ın "baskı gören gruplar" kurgusu, öteki siyasi söy­
lemlerden daha "doğal" değildir ve dönüşüm/aşkınlık süre­
ci, adlandırma edimine içkindir.
Vatandaşlık haklan ve toplumsal farklılık sorunuyla uğ­
raşmaya kalkışan öteki feministlerin ve aktivistlerin önerile­
ri, farklılık gösteren bir şekilde toplumsal ve siyasala odak­
lanmıştır. Örneğin Correa ve Petchesky ( 1994), siyasal hak­
ların toplumsal haklarca genişletilmesi gerektiğini savun­
maktadır. Haklar söylemini terk etmekten ziyade, onu top­
lumsal cinsiyet, sınıf, kültür ve öteki farklılıklar gibi farklı­
lıkları açıkça belirtmesi ve toplumsal ihtiyaçları kabul etme­
si için yeniden kurmamız gerektiğini iddia ediyorlar. Özel
"özgürlükler" veya "seçimler" olarak anlaşılan cinsel ve üre­
me (veya diğer) haklan, bunların gerçekleşebilmesini sağ­
layacak koşullar olmayınca özellikle yoksullar ve haklar­
dan yoksun bırakılanlar için anlamsızdır. Bu tür bir yakla­
şım, Young gibi kolektif dezavantajların ve ayrımcılığın ha­
yati önemini kabul ederken, bunlar, siyasi öznelerin kuru­
luşunda somut hale gelmemekte ve bunlardan ayırdedilebil­
mektedirler. Londra'da GLC sonrası bir dönemde bazı siyah

1 65
ve öteki radikal aktivistler, orada kaynak dağıtımının teme­
li olarak uygulanan kimlik siyasetine karşı kitlevi bir tepkiy­
le, bu engelleyici koşullan göğüslemek anlamına gelen deza­
vantaj politikasının, grup siyasetine alternatif olması gerek­
tiği sonucuna varmışlardır. Argüman şudur: eğer siyahlar,
işsizlikten daha çok mağdur oluyorsa, işsizliğe odaklı siyasi
söylem de, özellikle onlara yönelik olmazsa, siyahların çıka­
rına olmayacaktır. Bununla birlikte bu yaklaşım öteki işsiz­
leri dışlamaz ve onlar için bir "ötekilik" kurgusu yaratmaz
(Wilson, 1987).
Zillah Eisenstein'ın farklılık meselelerine yaklaşımı şöy­
ledir:

Buradaki mesele, kendiliğinden farklılıklardan ziyade, hem


evrensel hem de özgül olan tikelci bir insan haklan anlayı­
şını kurmak için farklılıklarla işe nasıl başlayabileceğimiz­
dir. ( 1 993: 6)

Eisenstein'ın 1993 tarihli kitabındaki çözümü, beyaz ol­


mayan bir kadını beyaz erkeğe alternatif, kapsayıcı standart
norm olarak kullanmaktır. Bu daha zor olabilir ama ben, in­
sanların ortak sahip oldukları bazı kavramlar olmadan ya­
pamamamıza rağmen, insanların tümünü yargılayan tek bir
standart olmadan da yapabileceğimizi ve yapmamız gerek­
tiğini öne sürdüğü ilk konumunu (Eisenstein, 1989) tercih
ederim. Daha sonraki konumu, beyaz olmayan bir kadının
ihtiyaçlarının, beyaz bir adamınkilerden farklı olmaktan zi­
yade daha çok olduğunu varsayabilir. Aynca bu, uluslarara­
sı alanda kullanılamayacak bir konumdur.
Belli tek bir standarttan ziyade, her bir özgül siyasi pro­
je için bunu kurma süreci olmalıdır. Patricia Hill-Collins
( 1 990) gibi siyah feministler ve Raphaela Lambertini ve Eli­
zabetta Dominini gibi İtalyan feministler (bkz. Yuval-Davis,

1 66
1 994b) , siyasi aktörlerin özgül konumlanışlannın tanındı­
ğı ve dikkate alındığı koalisyon oluşturmanın çaprazlama
siyasetine odaklanmışlardır. Altıncı Bölüm'de ayrıntılı ola­
rak inceleneceği üzere bu yaklaşım, her konumlanışın ta­
mamlanmayan bilgiden başka bir şey olamayacak özgül ola­
rak yerleştirilmiş bilgiyi ürettiğinin epistemolojik tanınışı­
na dayanmaktadır. Bu yüzden de ortak bir perspektife ulaş­
mak için farklı olarak konumlandınlanlar arasındaki diya­
log gerçekleşmelidir. Çaprazlama diyalog, kökleştirme (ro­
oting) ve kaydırma (shifting) ilkelerine dayanmalıdır - ya­
ni kişinin bir yandan kendi deneyimlerine merkezlenirken,
bir yandan da diyaloğun taraflarının farklı konumlanışları­
na karşı empati içerisinde, katılımcıların, hegemonik tünel
vizyonundan farklı bir perspektife ulaşmalarını sağlayabi­
lir. Diyaloğun sınırlarını mesajı iletenlerden ziyade mesajın
kendisi belirler. Diyaloğun sonucu, farklı konumlanmış ki­
şilere ve gruplaşmalara yönelik farklı projeler olabilir ancak
bunların dayanışması, uygun bir değer sisteminin destekle­
diği ortak bir bilgiye dayanır. Bu nedenle diyalog asla sınır­
dan bağımsız değildir.
Elbette tabandan gelen toplumsal hareketlerin aksine "re­
el politika" içinde, çoğunlukla sürekli yoğun diyaloğa za­
man yoktur. 1 980'lerin başında GLC'deki Kadınlar Biri­
mi bu tarzda çalışmayı denediklerinde sonuç, çok hızlı ça­
lışan hiyerarşik karar alma yapılan tarafından bunun tama­
men ihmal edilmesi olmuştur. Çaprazlama siyaset, siyasi de­
legeler, özgül toplumsal kategori ve gruplaşmaların temsil­
cilerinden ziyade destekleyicileri olduğu sürece ve mesajları
çaprazlama diyalogların bir sonucu olduğu sürece delegas­
yon ilkesine zıt olarak görülmemelidir.

167
Vatandaşlık Haklan ve Ödevleri

Çeşitli vatandaşlık tanımları, vatandaşlığın iki yönlü bir sü­


reç olduğunu ve hakların yanısıra yükümlülükleri de kap­
sadığını vurgular. Bu elbette sadece özgül hakların, özgül
ödevlerin yerine getirilmesi koşuluna bağlı olup olmaması
gibi karmaşık bir meseleyi değil, aynı zamanda da daha ge­
nel olan vatandaşlığın sınırları sorununu da ortaya çıkarır.
Belli bir ülkeye göç etmek ve bu ülkenin vatandaşı olmak is­
teyen insanları seçme kriteri, eğer böyle bir şey varsa, ne ol­
malıdır? Helen Meekosha ve Leanne Dowse (1996) , bu va­
tandaşlık modeline göre, bariz hiçbir vatandaşlık ödevini ye­
rine getiremeyen engelli insanların otomatikman vatandaş­
lık haklarından dışlandığını iddia ettikleri meydan okuyan
bir çalışmayı yakın bir zamanda sunmuşlardır.
Bununla ilişkili bir mesele de, özgül vatandaşlık ödevleri­
nin neler olduğu veya olması gerektiğidir. Bu, tartışmalı ve
değişken bir alandır ve bazen vatandaşlık haklan ve ödevleri
birbirine karışabilir. Örneğin oy verme, temel bir vatandaş­
lık hakkı olarak düşünülmektedir. Bununla birlikte oy ver­
menin vatandaşların ödevi haline geldiği ve bu ödevi yeri­
ne getirmediklerinde ağır bir şekilde cezalandırılabilecekle­
ri -en demokratik olan değil ama kendi iktidarlarım meşru­
laştırma ihtiyacında olan- birkaç ülke mevcuttur (veya Mı­
sır gibi bazı ülkelerde bu sadece erkeklerin ödevidir: kadın­
ların bu hakkı okur-yazar olduklarını kanıtlamak için yazılı
olarak özellikle talep etmeleri gerekmektedir) .
Örneğin kanunlara uymak tam anlamıyla bir vatandaş­
lık ödevi olarak görülemez çünkü -kanunlar ve devletle ce­
maatin kanunu uygulama dirayeti bir insan gruplaşmasın­
dan diğerine değişebilse de- vatandaş ya da yerleşimci ol­
mayanların bile, nerede olurlarsa olsunlar kanuna uymaları
gerekir. Diğer yandan birçok durumda özellikle yazılı olma-

1 68
yan ve örfi hukuka uymak, sadece üyelerin ödevi değil sınır­
ların işaretleyicileri haline gelir ve bunlara uymayanlar ita­
atsizlik yüzünden cezalandınlmanın yanısıra cemaatten de
kovulabilirler.
Kişinin kendi cemaatini ve ülkesini savunması -anayurt
veya millet uğruna ölmenin (yanısıra öldürmek)- en bü­
yük vatandaşlık ödevi olarak görülmektedir (Yuval-Davis,
1985; 199 lb). Bu ödev, Kathleen jones'un ( 1990) beden,
vatandaşlık tanımında önemli bir boyuttur iddiasının çıkış
noktasıdır. jones, vatandaşlığın geleneksel olarak milli sa­
vunma için silahlı mücadelede yer alma yeteneğiyle bağlan­
tılı olduğunu; bu yeteneğin erkeklikle, kadınlığın ise zayıf­
lık ve erkek korumasına ihtiyaçla eş tutulduğunu iddia et­
mektedir.
Bazı feminist örgütler (ABD'deki Kadınlar Milli Örgütü -
NOW-, Nikaragua'daki ANMLAE ve ötekiler) , kadınların
erkeklerle en büyük vatandaşlık ödevini -kişinin ülkesi için
ölmesi- paylaşırlarsa, erkeklerle eşit vatandaşlık haklan ka­
zanabileceklerini iddia ederek, orduda erkeklerle eşit konu­
ma gelmeleri için mücadele etmişlerdir. Yakın zamandaki
Körfez Savaşı'nda kadınlar, Amerikan Ordusunda hem üni­
formalar açısından hem de başka açılardan hemen hemen
ayırdedilemeyecek biçimlerde erkeklerle beraber savaşmış­
lardır: bu üniformalar ABK (atomik, biyolojik ve kimyasal)
savaşı için tasarlanmıştır ve içindeki insanın "vücut" "tipi"
farkedilmemektedir. Bu deneyim, bu tür bir savla ilgili birta­
kım uyarıcı düşünceler doğurur.
Birincisi, arkalarında küçük bebeklerini (çoğunlukla ko­
calan da orduda hizmet ettiğinden kendi annelerinin bakı­
mına) bırakmak zorunda kalan bazı kadınların deneyimle­
ri, feminist eşit fırsat sloganlarının kadınların haklarını teş­
vikten ziyade onlara daha çok baskı yaratmak için kullanıla­
bileceğini göstermektedir. lkinci olarak onların deneyimle-

1 69
ri, cinsel taciz dahil olmak üzere erkekler ve kadınlar arasın­
daki eşitsiz iktidar ilişkilerinin askeri alanda da sürdüğünü
göstenniştir ve o yüzden bu, kadınlan doğrudan muktedir
kılma olarak düşünülemez. Üçüncü olarak bu argüman, or­
dunun ve onun kullanımının genel toplumsal ve siyasi bağ­
lamını gözardı etmektedir. Kadınların erkeklerle eşit düzey­
de küresel polisi oynamaları için güçlendirilmesi, feminist­
lerin (en azından sosyalist anti-ırkçı feministlerin) uğraşma­
sı gereken bir konu değildir.
Burada konumuz için muhtemelen daha da önemlisi, Kör­
fez Savaşı'nda Batılı müttefikler tarafında savaşan askerlerin
hiçbirisinin gerçekte milli hizmetin bir parçası olarak bunu
yapmamış olmasıdır. Hem kadınlar hem de erkekler, orduyu
kendi mesleki kariyerleri olarak gören profesyonel askerler­
di. Bu konuyu başka yerlerde daha ayrıntılı olarak ele aldım
(Yuval-Davis, 199 lb; aynca bkz. Beşinci Bölüm'deki tartış­
ma) ancak modern savaşlarda, savaşmanın artık çoğunlukla
bir vatandaş ödevi olmadığı da açıktır.
En başta vatandaşlık, mülk sahibi olma koşuluna bağlıy­
dı ve bu nedenle evrensel ödev, vergi ödemekti. Vatandaşlı­
ğın farklı sınıflara yayılmasıyla birlikte bu ödev, artık kişinin
kazanç miktarına bağlıdır ve bu nedenle de yine evrensel bir
ödev olarak görülemez.
Mülksüzler için, kazanç istihdama bağlıdır. Carole Pa­
teman ( 1 989) , refah devletinin mimarlarının erkekleri ek­
mek kazanan işçi, kadınlan ise bağımlı eş olarak kurdukla­
n bir dönemde, Marshall'ın bir vatandaşlık hakkı olarak "is­
tihdam hakkı"nı belirttiğine işaret etmektedir. Feminist ha­
reketin temel mücadelesi, istihdamda eşit ücret ve eşit fır­
satlar içindir. Bu alandaki belli başarılara rağmen, toplum­
sal cinsiyet farkına dayalı aynın ve bölünmüş emek piyasa­
sı büyük ölçüde baki kalmıştır ve kadınlann öncelikle eş ve
anne olarak kuruluşu sünnüştür. Emek piyasasında ırkçı ve

1 70
etnik gruplaşmalar için yapılan ayrımcılığa karşı mücade­
lede de benzer ama çoğunlukla daha başarısız sonuçlar el­
de edilmiştir.
Üstelik eşit fırsat politikalarının sadece emek piyasası­
na girmiş olanlar için etkili olabileceği açığa çıkmıştır. Yu­
karıda "aktif vatandaşlıkla" ilgili tartışmada belirtildiği gi­
bi, vatandaşlık ödevleri, imtiyazlı olanın işareti haline gele­
bilmektedir. Elbette bu tarihsel olarak, vatandaşlıktan dışla­
nan kadınlar, köleler ve yan-vatandaşlar pahasına vatandaş­
lık haklarının ve ödevlerinin, az sayıda insanın imtiyazı ol­
duğu Yunan şehir devletinde vatandaşlığın ortaya çıkışı ile
birbirini tutmaktadır.
"Refah"ın ikamesi olarak "iş güvencesi"ne ilişkin son tar­
tışmalar, vatandaşlık ödevleri söylemini, vatandaşlık hak­
lan için bir koşul olarak kullanmakta ve "cemaat hizmeti",
"yoksun olan"lann kendi ödevlerini yerine getirebilme bi­
çimi olarak kurulmaktadır. Muhtemelen bu değişimi iste­
yen insanların çoğunun niyeti olumludur (elbette pek çoğu­
nun da olumsuz) ve ebedi bağımlılık, mahrumiyet ve yaban­
cılaşma döngüsünü kırmaya yönelik samimi bir isteğe da­
yanmaktadır. Bununla birlikte iş güvencesi -zorlayıcı ve se­
çici doğasına ve tatbikinin emek piyasasındaki öteki kesim­
lere getirebileceği yan-etkilere ek olarak- vatandaşlık tartış­
masının temel zeminini siyasi alandan toplumsal alana, kişi­
sel ve kolektif muktedir kılmadan, niteliksiz ve zorla çalıştı­
rılan işgücüne kaydırır.

Sonuç

Bu bölümde hem cinsiyetçi, ırkçı ve Batımerkezci olmayan


hem de küresel düzen(sizlik)deki önemli değişimlere uyum
sağlayabilecek kadar esnek olan bir vatandaşlık kuramının
geliştirilmesiyle ilgili bazı hususlar tartışılmaktadır.

1 71
Vatandaşlığın çok-katmanlı kuruluşu bu türden bir hu­
sustur. Eğer vatandaşlık "bir cemaate tam üyelik" olarak ta­
nımlanırsa, o zaman insanlar birden çok cemaate, alt-üst­
ve-hatta pek çok devlete üyedir. Vatandaşların belli bir dev­
lete karşı haklan ve yükümlülükleri, çoğunlukla belli bir et­
nik, ırksal, dinsel veya bölgesel topluluğa üyeliklerine ara­
cılık etmektedir ve büyük ölçüde buna bağlıdır. "İnsan hak­
lan" ideolojilerinin ve kurumlarının geliştirilmesi aynı za­
manda, en azından ideolojik olarak devletin her zaman va­
tandaşlık haklarının kuruluşunda tam kontrolü olmadığı
anlamına gelir; aynca çoğunlukla uygulamaya koyması için
bu, devlete bırakılır. Bu açıdan insanların kendi toplulukla­
rında ve devletlerinde eşit konumlandırılmadıklarını, top­
lulukların devlet içinde ve uluslararası olarak eşit konum­
landırılmadıklannı ve devletin öteki devletlerle eşit olarak
konumlandınlmadığını unutmamak önemlidir. Örneğin İs­
rail vatandaşı olan bir Filistinli kadının vatandaşlığını çalış­
mak için, onun İsrailli Filistin cemaati içindeki üyeliğini,
İsrailli Filistin cemaatinin İsrail ile ilişkisini -ayrıca öteki
Filistinli ve Arap cemaatlerle ilişkisini- ve hem İsrail devle­
tinin hem de "Arapların" uluslararası konumlanışını çalış­
mak önemlidir.
Bununla birlikte vatandaşlık sadece cemaat(ler)e üye ol­
mak veya olmamak meselesi değildir. Farklı toplumsal ni­
telikler, insanların belli toplumsal kategorilerdeki cemaatler
içinde ve karşısındaki özgül konumlanışlarını kurar. Çalış­
mak istediğimiz vatandaşlığın, İsrailli Filistin vatandaşlığı ol­
ması önemlidir ve radikal bir biçimde bu vatandaşlığın tüm
katmanlarını etkiler. Yine de onun toplumsal cinsiyeti, sınıf
konumu, dini, şehirden veya bir köyden oluşu, yeteneği, ya­
şam döngüsünde bulunduğu safha vb. gibi öteki faktörlerin
hepsi de onun vatandaşlığını belirler. Bu farklı niteliklerin
birçoğu, farklı topluluklara eşit veya rastgele bir şekilde ya-

1 72
yılınamışur, ama özgül bir topluluğa üyelik bu sıfatlann biri­
sine �ğer indirgenecekse- nadiren indirgenebilir.
Bu yüzden vatandaşlık tamamen bireysel veya kolektif bir
olgu olarak incelenemez. Çoğunlukla toplulukların, top­
lumlann ve devletlerin sınırlan sürekli yeniden kurulsa da,
bunlara üyelik ve kimlikler gönüllü olmaktan ziyade zorla­
dır (Chhachhi, 1 99 1 ) . Devletlere, topluluklara ve bireylere
ilişkin önemli bir mesele, bunların özerklik dereceleridir -
bunlann rollerinin ve faaliyetlerinin öteki toplumsal eyleyi­
ciler tarafından belirlenmeme ölçüsüdür.
Eğer mahremiyet, özerklikle eş tutulursa, o zaman aile
alanı özel olarak tanımlanamaz. Birçok ailenin birçok üye­
si, genellikle de çocuklar, hastalar, yaşlılar ve kadınlar, bıra­
kın aile dışını, aile alanlan içinde bile kendi yaşamlannı çok
az belirleyebilirler. Bu yaşamlar, hem aile içinde daha güçlü
olanlar tarafından hem de kısmen veya tamamen sivil top­
lum alanına ve/veya devlete yerleştirilmiş dışardaki ideoloji­
ler ve uygulamalar tarafından belirlenir.
Yine de üzerinde düzenleme yapılan sadece aile alanı de­
ğildir. Farklı toplumlarda ve devletlerde, özellikle elit kesim­
de aile bağlılıklan ve yapılan, devlet ve sivil toplumdaki ya­
pıyı ve iktidar ilişkilerini az çok belirleyebilir. Bu olduğunda
kadınlar gibi aile içindeki göreceli olarak güçsüz olanlar bile,
devlet üzerinde bütünüyle bir iktidar konumu kazanabilirler
ve kraliçeler veya başbakanlar haline gelebilirler.
Bir toplumu yönetirken, sözkonusu meselelerin birçoğu,
siyasi eyleyicilerin geldikleri topluluklann ve toplumsal ka­
tegorilerin özel meselelerinin ötesine geçebilir veya bunlar­
la alakası bile olmayabilir. Yine de bu, insanlann farklı ni­
teliklerinin ve toplumsal konumlanışlannın önemsenmedi­
ği ve bir kez siyasi alana katıldıklannda artık bunlann ilgisi­
nin kalmadığı ve kendi ideolojilerini ve uygulamalannı bil­
gilendirmedikleri ve etkilemedikleri veya bilgilendirmek ve

1 73
etkilemek zorunda olmadıkları anlamına gelmez. Siyasette,
bilimde olduğu gibi "fildişi kuleler" yoktur.
Farklı konumlandırılmış insanlar tarafından kökleştirme
ve kaydırma teknikleri kullanılarak yapılan diyaloğun ka­
zandırdığı bilgiye dayalı çaprazlama siyaset, ister taban dü­
zeyindeki isterse devletteki ve devlet üstü iktidar merkezle­
rindeki her tür siyasi aktivizme yönelik siyasi rehber ilke­
ler olmalıdır.
Vatandaşlık haklan, hem toplumsal hem de siyasi alanlara
demir atmıştır. Toplumsal koşulları "uygun kılmadan" , si­
yasi haklar manasızdır. Aynı zamanda da yükümlülükler ol­
maksızın vatandaşlık haklan, insanları pasif ve bağımlı ola­
rak kurmaktadır. Bu nedenle vatandaşların en önemli öde­
vi, kendi siyasi haklannı kullanmaları ve kendi toplulukla­
rının, devletlerinin ve toplumlarının gidişatının belirlenişi­
ne katılmalarıdır.

1 74
BEŞiNCi BOLÜM
C1NSİYETLEND1RlLM1Ş ORDULAR,
C1NS1YETLEND1RlLM1Ş SAVAŞIAR

Giddens ( 1 989: 340, 346-7), devletsiz toplumlarda savaş­


ların olmadığını iddia eder: bu tip toplumlarda sistematik
ve uzun silahlı mücadeleleri ve orduyu beslemek için yeter­
li artı değer üretilmemektedir. Ancak devletsiz avcı-toplayı­
cı toplumlarda ortaya çıktığı varsayılan erkeklik ve kadınlık
kurgulan, ordulardaki ve savaşlardaki cinsiyete bağlı işbö­
lümünün doğallaştınlışının temelidir. john Casey şunu id­
dia etmektedir:

Erkekler savaşçı rolü için seçilmiştir çünkü erkeklerin hay­


van avcılan olarak seçilmelerini destekleyen ekonomik ve
fizyolojik cinsiyet bağlantılı farklılıklar, insan avcılan ola­
rak da seçilmelerini destekler. (Aktaran Kazi, 1993: 15)

Üstelik Chris Knight ( 199 1 ) , erkeklerin, kadınlann adet


kanlanndaki büyülü güçlere karşı bir savunma olarak ken­
dilerini kan kardeşliğiyle güçlendirmek için biraraya geldik­
lerini ve avcılar ve savaşçılar olarak rollerini geliştirdikleri­
ni iddia etmektedir!

1 75
Buna rağmen, orduların ve savaşların asla sadece "erkek
bölgesi" olmadığı, bu bölümün savıdır. Kadınlar bunların
içinde çoğunlukla hayati, -ama genellikle erkeklerin rolleri­
ne eşit olmayan ve farklı bir temelde- belli rolleri her zaman
yerine getirmişlerdir. Ordudaki cinsel işbölümü sivil sektör­
dekinden çoğunlukla çok daha resmileştirilmiş ve katıdır.
Bu önemlidir çünkü hem feministlerin hem de onlara kar­
şı çıkanların kadınların orduya girişinin, kadınların tam va­
tandaşlık haklarını elde etmelerinin önkoşulu olduğuna yö­
nelik savlan mevcuttur. Kişinin ülkesi için hayatını feda et­
mesi, en büyük vatandaşlık ödevi olduğu için, vatandaşlık
hakları bu ödevi yerine getirmeye hazır olmasına bağlıdır.
Yine de kadınların sivil emek piyasasına girişleri gibi, askeri
emek piyasasına girişleri -ve daha sonra da göreceğimiz üze­
re, resmi eşitliği elde ettikleri durumlarda bile- cinsel işbö­
lümünün ve iktidar dağılımının bağlamını değiştirmiş ancak
bunları yoketmemiştir.
Bu bölümde, kadınların hem gayri resmi kurtuluş müca­
delelerine hem de modern ordulara katılımı incelenmek­
te ve bunun kadınların toplumdaki konumuna yönelik da­
ha geniş sonuçlan ele alınmaktadır. Toplumsal cinsiyetin ve
milletin tüm diğer taraflarında olduğu gibi, ordudaki kadın­
lar ve erkekler homojen varlıklar değillerdir. Farklı erkek ve
kadın gruplaşmaları, farklı bir şekilde konumlandırılmıştır
ve ordulara ve savaşa farklı şekilde katılmaktadırlar. Tüm
toplumsal ayrımlarda erkeklerin savaşçılar olarak (ve kadın­
ların kaygılananlar olarak?) kuruluşlarının doğallaştırılması
nedeniyle, savaşla ilgili öteki birçok yönden daha çok bu yö­
nün üzerinde durmak önemlidir.
Yine de bu, -Amazonlardan, Körfez Savaşı'ndaki Ame­
rikalı kadın askerlere- tarih boyunca kadınların savaşçılar
olarak kurgulanmadıkları ve tahayyül edilmedikleri anlamı­
na gelmez. Bu tahayyüller, genellikle ya savaşçı olarak kadın

1 76
kurgusunun iğretiliğini pekiştirmiş ya da kadın savaşçıların
geldiği toplumdaki daha genelleştirilmiş kadınlık ve erkek­
lik kavramlarıyla birlikte işlemiştir.
Günümüz toplumlarında, sivil ve askeri alanlar içiçe geç­
miştir. Ve bu sadece kadınlık ve erkeklik kavramları ve
temsilleriyle ilişkili değildir. Örneğin generallerin ve ordu­
nun başındakilerin savaş başlatmada en ihtiyatlı kişilerden
oldukları bilinen bir olgudur (Giddens, 1989) . Modern or­
dular, çoğunlukla sadece savaşın yoğunluğu ve öngörüle­
mezliği tarafından düzgün işleyişleri bozulabilecek büyük
bürokratik örgütlenmelerdir (askeri aygıtın liderlerinin ba­
kış açısından, yeni silahların yanısıra iletişim ve insan ör­
gütlenmesi gibi askeri operasyonun öteki boyutlarını test
etmek için Körfez Savaşı gibi küçük "güvenli" savaşların
çok faydalı bir şekilde kullanılabilmesine rağmen) . Günü­
müzde Miriam Cooke'un ( 1993: 181) "post-modern savaş­
lar" dediği savaşlar özellikle önemlidir - savaşan tarafların
genellikle devletler arasında değil devletin içinde bulundu­
ğu Lübnan, Somali ve eski Yugoslavya'daki savaşlar gibi. Bu
savaşlar ve bunların içindeki rakip savaşan taraflar çoğun­
lukla sürekli yeniden müzakere edilir ve yeniden tanımla­
nır. Bunlar sömürgeciliğin ve Soğuk Savaşın sonunun doğ­
rudan veya dolaylı bir sonucu olarak görülebilirler. Bu bö­
lümde hem orduların hem de savaşların cinsiyetlendirilmiş
bazı boyutları incelenmektedir. Özellikle savaşlar son za­
manlara kadar Qones, 1 994) çok az sayıda sistematik çalış­
manın konusu olmuştur.
Erkekler doğal olarak savaşla bağlantılı kurulurken, ka­
dınlar doğal olarak barışla bağlantılı kurgulanmaktadır. Sa­
vaşa karşı koyan kadınlar imgesi, en azından l.Ö. 5. yüz­
yılda Atina'da Lysistrata'nın ilk sahnelenişinden beri Batı­
lı kamusal muhayyilede mevcuttur. Aristo'nun bu Yunan
komedyası, Atinalı, Spartalı ve Korintli kadınların biraraya

1 77
gelerek, kocalan birbirleriyle savaşmayı kesene kadar on­
lara karşı seks grevi ilan edişlerini anlatır. Feminist hare­
ket içindeki temel bir tartışma, feminist aktivizmin ne öl­
çüde otomatik olarak banş aktivizmine bağlanması gerekti­
ğine ilişkindir. Bu bölüm, bu tartışmanın ve bunun kadın­
ların vatandaşlığına ilişkin tazammunlannın incelenmesiy­
le sona ermektedir.

Askerlik Hizmeti ve Vatandaşlık

Fiziksel, sözlü veya öteki araçlar aracılığıyla savaşmak, (ne­


redeyse?) evrensel bir toplumsal davranış olarak görülmek­
tedir. Freud, saldırganlığın ve seksin tüm insan toplumla­
rında öyle ya da böyle denetlenen veya düzenlenen iki ev­
rensel insan içgüdüsü olduğunu iddia etmiştir. İnsanlık ta­
rihi boyunca, belli toplumsal hiyerarşileri korumak ve de­
ğiştirmek veya karasal ya da su kaynaklarına erişimi güvenli
kılmak için, ritüelleştirilmiş mücadeleler, çeşitli anlaşmaz­
lıklara yönelik öteki çözüm araçlarıyla birlikte rutinleşmiş
toplumsal repertuarın parçası olmuştur. Kadınlar her za­
man doğrudan mücadeleye katılmasa da (mücadeleye katıl­
mak onlar için alışılmadık bir şey olmasa da) , onlann ister
ölüler ve yaralılara göz kulak olarak, ister galip olanın be­
den bulan mülkiyeti haline gelerek her zaman mücadelede
özgül rolleri olmuştur. Bazen bu iki rol birarada olur: Cyn­
thia Enloe ( 1 983: 4) , 1 7 . yüzyılda askerlere bakan kadınla­
ra olan büyük talebi anlatan Samuel Hutton'dan alıntı yap­
maktadır. Sevimli lskoç kadını Kate Keith gibi iyi bir bakı­
cının, asker kocası öldükten sonra iki günden daha uzun
süre evlilik kurumu dışında kalmasına izin verilmemiştir.
Benzer şekilde lran-Irak Savaşı'nda Ayetullah Humeyni, sa­
vaş dullanna, savaş malulleriyle evlenme ve bunların bakı­
cıları olma emri vermiştir.

1 78
Bununla birlikte eğer "savaş cephesi" ve "yurt cephesi"
veya "arka cephe" arasında bariz bir aynın yoksa, savaştaki
bariz cinsel işbölümü de çoğunlukla ortadan kalkar (Yuval­
Davis, 1985). Örneğin İspanyollar, lnkalara karşı mücade­
lede erkeklerin yanında sapan kullanarak savaşan kadınlan
gördüklerini bildirmişlerdir. Bununla birlikte, Penny Dran­
sart'ın ( 1987: 62-77) belirttiği gibi, bu toplumda sapanlar,
çobanlık işi için çoğunlukla hem erkekler hem de kadın­
lar tarafından yaygın olarak kullanılmıştır ve bu nedenle bu
ölüm-kalım savaşı sırasında kadınların savaşma biçiminin,
lnka kadınlarının rutin askeri rolünü temsil ettiği varsayıla­
maz. Benzer şekilde Kudüs'ün Romalılar tarafından işgali sı­
rasında Yahudi kadınlar mücadeleye Romalı askerlerin üze­
rine kaynar yağ dökmek gibi faaliyetlerle katılmışlardır ve
bu, yine kadınların olağan toplumsal rollerinin rutin bir par­
çası değil, bir adaptasyonudur.
"Ön" ve "arka" arasında bir aynın olduğunda ve toplum­
sal grup, savaşı sürdürebilecek ve 'yurt cephesi'nde savaşçı
olmaması ile başedebilecek yeterli artı değeri biriktirdiğin­
de, komşu kabilelere ve köylere kısa süren mevsimlik bas­
kınlarda bile, orduda erkekler ve kadınlar arasında daha ru­
tinleştirilmiş cinsel işbölümü ortaya çıkmaktadır.
Boadicea veya jeanne d'Arc gibi erkekleri savaşa sevke­
den mitsel veya tarihsel kadın figürleri, Batılı kolektif mu­
hayyilede yüzyıllardır mevcuttur. Bununla birlikte Amazon­
lar gibi bunların da temel işlevi, genellikle kadınların da er­
kekler gibi savaş kahramanlığı yapabileceklerine işaret et­
mek değil, onları romantik değilse bile doğal olmayan ka­
dınlar şeklinde kurgulamaktır (tabii eğer cadı olarak görül­
müyorlarsa) . Yine de 20. yüzyılda kadınların ister milli kur­
tuluş ordularına isterse ulus devlet ve imparatorluk ordula­
rına resmi olarak alınmaya başlamasıyla, kadın kahraman­
lara ilişkin romantik imgeler daha yaygınlaşmıştır. Öme-

1 79
ğin lsrail'de lkinci Dünya Savaşı sırasında İngilizler tarafın­
dan paraşütle düşman hatlarının gerisine indirilen, yakala­
nan, işkenceye uğrayan ve sonunda da idam edilen Macar­
Yahudi Siyonist yerleşimci şair Khana Senesh, Siyonistler­
ce Nazilerin yaptığı temizliğe "direnmeden giden kurbanlık
koyun" olarak nitelendirilen milyonlarca Yahudi imgesine
karşı bir kahraman imgesi olarak yüceltilmektedir. Rusya'da
lrina Sibrova, lkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara karşı
1006 uçuşta hayatta kalan bombacı bir pilottu ve Filistin'de
Leila Khaled, 1970'lerin başında Amerikan uçaklarının Ür­
dün'ün Amman şehrine kaçırılmasının ardındaki kahraman
olarak yüceltilmişti.
Yine de ordudaki herhangi bir toplumsal cinsiyet ilişki­
si düşüncesinin, ordunun içindeki veya dışındaki özgül rol­
leri yerine getirenlerin toplumdaki tüm erkekler ve tüm ka­
dınlar olmadığını gözden kaçırmaması gerekir. Bu rollere ki­
min dahil edilip kimin dışlandığını belirlemekte etnisite, sı­
nıf, yaş ve yetenek hayati rol oynar. Yukarıda da belirtildiği
gibi elbette savaş, "yurt cephesi"nde sürdürüldüğünde, bu
ayrımlar muğlaklaşmaktadır. Örneğin Rus ordusunun 1994-
S'te Çeçenistan'a saldırısına ilişkin raporlar, operasyon, milli
bağımsızlık isteyen Çeçenlere yöneltilmiş olsa da, yerel nü­
fusun tümüne yöneltilen sistematik katliamdan yerli Rusla­
rın kaçamadıkları gerçeğine işaret etmiştir.
Cynthia Enloe'nun öncü çalışmalarından birisi Ethnic Sol­
diers'tır ( 1 980) . Enloe bu kitapta, özgül etnik ve ırksal azın­
lıkların ordular tarafından özgül biçimlerde nasıl kullanıl­
dıklarını gösterir. Ve farklı azınlıklar, çok farklı biçimlerde
kullanılabilirler. Örneğin Alison Bernstein, Amerikan yerli­
lerinin lkinci Dünya Savaşı'nda (Amerikan japonlarının ya­
nında) ABD'deki öteki etnik veya ırksal gruplaşmalara göre
en yüksek çarpışma oranlarından birine nasıl sahip oldukla­
rını anlatmaktadır. Bu, savaş sırasında gerçekten cepheden

1 80
dışlanan siyah Amerikalılann durumunun tamamen tersidir
(WREI, 1992: 86) . lsrail'de Dürzi etnik cemaatinden asker­
ler çoğunlukla düşük statüdendir ancak sınır muhafızlannın
oldukça tehlikeli birimlerine mensupturlar. lsrail vatandaşı
olan ve öteki etnik/dinsel gruplaşmalardan olan Filistinliler,
tamamen ordudan dışlanırken, Bedeviler iz sürücüler olarak
kullanılmaktadır.
Farklı imparatorlukların ordulan çoğunlukla etnik ola­
rak özgül birimlerden oluşmuştu. Bu birimler genellikle im­
paratorla anlaşması olan kendi özgül komutanlanna sadıktı.
Bu komutanlar, imparatorun yendiği orduların parçası bile
olabilirdi. Örneğin Büyük lskender'in ordusunda Persli ge­
neraller, bazı önemli Yunan generallere karşı büyük bir nü­
fuz kazanmışlardı. Ordu büyüdükçe, kendine katılan sayısız
milliyetler ve gruplaşmalann içerildiği birimler daha da he­
terojenleşmektedir.
Yine de emperyal ordu, ideolojik veya parasal nedenler­
le sadece gönüllü katılıma dayanmıyordu. Çoğunlukla etnik
veya bölgesel topluluklar, ordu için belli "harcanacak asker"
kotalan üretmek zorundaydılar ve yeterli gönüllü çıkmadı­
ğında Türkler, Ruslar, Fransızlar veya İngilizler, zorlayıcı
taktikler kullanıyorlardı (Peled, 1994: 61-78) .
Bu tarihsel gerçeklik önemlidir çünkü orduya katılımın,
otomatikman vatandaşlık haklarına erişim sağladığı şek­
lindeki ideolojik kurguyu sorgulama imkanı tanımaktadır.
Vatandaşlık haklarının, orduya katılıma bağlanması, Yu­
nan şehir devletinin geleneklerini sürdürerek, Fransız lh­
tilali'nden bu yana mevcuttur. Yine de Fransız lhtilali'nden
önce ve sonra orduda hizmet, devletin ülkesinde yaşayan
tüm nüfusu gerçekte hiç de kapsamayan devletin vatandaş­
lan arasında bile hiçbir zaman evrensel olmamıştır. Vatan­
daşlık haklan, tümüyle olmasa da sadece kısmen aktif hiz­
mete tekabül eder. Aksine cepheden dönenlerin, kendileri-

111
nin yoksun bırakıldıkları ekonomik ve siyasi kaynaklan ge­
ride kalanların toplamayı becerdiklerine yönelik şikayeti,
vatandaş askerler arasında bile savaşların sonucunda tek­
rarlanan bir temadır.
Askeri güç, devletlerin belli topraklan ve halkları yönetme
iddialarının meşruluğunu içerde ve dışarda iddia ettikleri ve
bunun için mücadele ettiği zorlayıcı kuvvetin temelini oluş­
turur. Bu nedenle özellikle devletin meşruiyetinin sallantı­
da olduğu ülkelerde idareciler ve hükümetler, orduyu tama­
men yabancılaştırmayı göze alamamaktadır yoksa ya dev­
rimlerle (Rusya'da Birinci Dünya Savaşı'nda olduğu gibi) ya
da daha doğrudan askeri müdahalelerle (çoğunlukla sömür­
ge sonrası Afrika ve Latin Amerika'da 1 950'lerden beri oldu­
ğu gibi) kendi konumlarını kaybetme riskini alırlar. "Halk
ordusu" kurmak veya zorunlu askerlik, geniş çeşitlilikte bi­
reyler ve gruplaşmaların gözünde özgül rejimleri ve hükü­
metleri meşrulaştırmanın temel bir yoludur.
Bununla birlikte orduya katılım ve vatandaşlık hakla­
n arasında doğrudan bir bağlantı hala yoktur. Kişinin top­
lumdaki haklarını ve konumunu belirleyen şey, onun ordu­
ya katılıp katılmaması değil, hangi kapasitede ve ne türde al­
ternatif sivil güç kaynaklarına sahip olduğudur. Gruplaşma­
ların bazen askere yazılmaktan kaçma becerisi, kendilerinin
artan toplumsal ve siyasi direnç güçlerinin bir göstergesi­
dir - örneğin İngilizler lrlandalılarla çatışmaktan kaçınmaya
karar verdiklerinde, onları Birinci Dünya Savaşı'nda ordu­
ya zorla yazdırmadılar. Diğer yandan ABD ordusundaki Af­
rikalı Amerikalıların artan sayılan ve konumlan, onların sa­
dece genel sivil konumlarının güçlendirilmesinin değil, ay­
nı zamanda Amerikan sivil toplumunda, içerisinde zaman­
la yükselebilecekleri kariyer seçeneklerinin kısıtlılığının da
bir göstergesidir. tlginç bir şekilde, Belgrad'daki Women in
Black (Siyahlı Kadınlar) Sırp ordusuna alınan ilk kadınla-

182
rın mülteci kamplarındaki kadınlar olduğunu bildirmekte­
dir (Zajovic, 1 994) .
Kadınların resmi olarak orduya alınışı, kendi toplumsal
güçlendirilişleriyle ancak kısmen ilişkili olabilir ve bu, top­
lumsal değişimi beraberinde getiren siyasi projenin doğası­
na dayanmaktadır. Batılı ordularda, özellikle de ABD'de, ka­
dınların katılım kalitesi ve oranı sorununun, askerlik hizme­
tinin vatandaşlığın bir göstereni oluşu -yani askerliğin mec­
buri oluşu- sona erdiğinde ortaya çıkması, bu açıdan an­
lamlıdır.

Modem Savaş ve Kadınların Askere Alınışı

Modem ordular, potansiyel olarak zıt iki rolü yerine getir­


me eğilimindedir. Bir yandan özellikle milli kriz ve savaş za­
manlarında ordular, sınıf, bölge, köken ve bazen de yaş ve
toplumsal cinsiyet farklılıklarını aşan milli dayanışma ve va­
tanseverliğin odağı haline gelmişlerdir. Diğer yandan en ve­
rimli ve yaratıcı yollardan ölüm ve yıkım üretme becerisinin
mükemmelleştirilmesine doğru yapılanan ve donatılan mo­
dem ve verimli bir şirket olarak gelişmişlerdir. Hedeflerden
birinin diğerine göre hegemonik siyasi önceliği olduğunda,
kadınların askere alınışı çok farklı biçimler alabilir.
Üçüncü Bölüm'de tartışıldığı üzere, kadınlar çoğunluk­
la modemitenin sembolik taşıyıcıları haline gelirler. Günü­
müz Ortadoğusu'ndaki Müslüman köktenciler için kadınla­
rın kapanmaları ne kadar önemliyse, Türkiye'yi modem bir
ulus-devlet olarak kurmayı amaçlayan 1923 tarihli Atatürk
Türkiyesi devriminde, kadınların tesettürden çıkışı da o ka­
dar önemliydi. Kadınların askere alınışı örneğin Libya, Ni­
karagua veya Eritre'de benzer rolleri oynamıştır. Kadınların
bu tip koşullarda askere alınışı, çift mesaj taşır: birincisi ka­
dınlar en azından sembolik olarak milli topluluğun eşit üye-

1 83
leridir; ancak ikincisi ve muhtemelen daha da önemlisi, mil­
li topluluğun tüm üyelerinin en azından sembolik olarak as­
kere alınmasıdır.
Ordudaki kadınların bu kapsayıcı kuruluşu, örneğin on­
ların özellikle ABD'de NATO ordularına alınışlarından çok
farklıdır. Orada zorunlu askerlik durdurulduğunda ve or­
du tamamen profesyonelleştirildiğinde, çok sayıda kadının
orduya girişi teşvik edilmeye başlanmıştır. Kadınlar bu ör­
nekte, toplumsal açıklığın sembolleri değil, yedek gücün
en istenmeyen insan havuzudur. Amerikan ordusuna kit­
lesel kadın alımı kararının en önemli nedenlerinden biri­
si, Vietnam Savaşı'na karşı halkın başkaldırısının yinelen­
mesini önlemek için, askerliğin zorunlu olmasından ziya­
de gönüllülü� esasını devam ettirmektir. Başka bir ifadey­
le kadınların askere alınışı onların vatandaşlıklarını geliş­
tirmekten ziyade, askerlik hizmetini vatandaşlık ödevle­
rinden bir "mesleğe" dönüştürmeyi ve bunu -kadın ve er­
kek- tüm vatandaşların işbirliğine daha az bağımlı kılma­
yı amaçlar.
Cynthia Enloe (Yuval-Davis, 199la'da belirtilen kişisel ya­
zışma), ordunun "gönüllülere" dayandırılma kararını müte­
akip, Amerikan ordusu rütbelerinin kadınlara açılmasındaki
en önemli faktörlerden birisinin, ordunun siyahların "akını­
na uğramasını" önlemek olduğunu iddia etmektedir.

Kadınlar, önceden beyaz-olmayacağı öngörülen orduyu


dengeleyici olarak değerlendirilmiştir. . . birçok Beyaz ve Si­
yah siyaset yapıcının, eğer sadece erkek gücüne bırakılırsa
gönüllü ordunun yakında öncelikle Siyah erkek gücü ha­
line geleceğini, çünkü Vietnam sonrası Amerika'da askere
yazılmaya kıyasla çok az ekonomik alternatifi olanların, Si­
yah genç erkekler olduğunu tahmin ettikleri bir zamanda,
yani l 973'te kadınların askere alınışı artmıştır.

1 84
Bu tür bir cinsiyetçi, ırkçı düşünce, yaygın bir olgudur.
bell hooks ( 1 98 1 ) bu tür bir kurgulamadaki, tüm siyahla­
rın erkek ve tüm kadınların beyaz olduğu varsayımına işa­
ret eder. Şu anda Amerikan kadın askerlerin %48'i siyahtır.
Bununla birlikte kadınların gittikçe daha fazla askeri gö­
reve daha büyük sayılarda girişini sağlayan en önemli fak­
tör, modem savaşın değişen doğasıdır. Yukarıda da tartışıl­
dığı üzere, kadınlar her zaman orduda hayati ve özgül rol­
leri oynamış ancak kamusal askeri alandan dışlanmışlardır.
Modem savaş her şeyden önce ordunun beslenme ve destek­
leme kanallarını resmileştirme ve denetleme ihtiyacını be­
raberinde getirmiştir. Napolyon'un "Ordu midesi üzerinde
yürür" dediği söylenir. Ordunun modernleştirilmesiyle bir­
likte, beslenme, giyinme, hastabakıcılık, yazışma ve iletişim
hizmetleri, mühimmat üretimi ve cinsel hizmetleri sağlayan­
ların en azından bir ölçüye kadar orduyla resmi ilişkiler kur­
ması gerekmiştir.
Üstelik askeri teknolojinin süregelen gelişimiyle, yüz yü­
ze mücadeleye girişmek, askeri aktivitenin gittikçe küçük
bir parçası haline gelmiştir. Bu nedenle erkekler ve kadın­
lar arasındaki fiziksel güç farklılıkları, kadınların orduya
eşit konumda katılımını engellemede bariz bir şekilde daha
önemsizleşmiştir.
Tüm ordular kadınlan alırken aynı rotayı takip etmemiş­
tir. Başka yerlerde de tartıştığım üzere (Yuval-Davis, 1985:
32), ordulan ve içerdikleri kadın sayısını kıyaslamayı zorlaş­
tıran faktörlerden birisi, neyin sivil, neyin askeri bir görev
olduğunun sınıflandınlışının bir ordudan diğerine değişme­
sidir. Örneğin 1 980'de Batı Almanya'da askeri tıbbi memur­
lardan sadece 50 kadın, ordunun resmi unsuru sayılırken,
orduya hizmet eden kadın memurların hepsi sivil sayılmak­
taydı (Chapkis, 198 1 : 89). Diğer taraftan lsrail'de tüm me­
murlar ordunun parçası sayılırken, doktorlar ve hemşire-

1 85
ler sivil olabiliyordu. Bir başka deyişle, ordudaki kadın sa­
yısındaki bariz değişiklikler, sadece silahlı kuvvetlerin sı­
nırlarının bürokratik veya ideolojik yeniden tanımlanışının
bir yan etkisi olabilirdi. Başka bir örnek de, kurtuluş sonra­
sı Cezayir'indeki gibi kıdemli asker kayıtlarına dayalı istatis­
tiklerdir. Helie Lucas'ın ( 198 7) belirttiği gibi, kayıt taleple­
rine bağlı karmaşık dokümantasyon gerekleri, okuma yaz­
ma bilmeyen köylü veya işçi sınıfının kaydolmasını çok zor­
laştırmıştır. Büyük bir oranının okur-yazar olmaması ve kıs­
mi toplumsal kapatılışları, hem de kayıt olmanın ardındaki
temel motivasyonun kadınlann çoğunu ilgilendirmeyen üc­
retli istihdam faydalan olması yüzünden bu, özellikle kadın­
lar için geçerlidir.
Ordudaki silahlar, ulaşım ve iletişim sistemleri ne kadar
gelişmiş olursa; bürokrasinin de o kadar ayrıntılı olması, si­
lahlı kuvvetler üyelerinin o kadar uzmanlaşması ve profes­
yonelleşmesi gerekir ve ordu örgütlenişi iyice büyük sivil
şirketlerin örgütlenişine benzer hale gelir. Kapsayıcı "halk
ordusu" tanımı, bu koşullar altında uygunsuz ve gereksiz
hale gelebilir. Vatanseverlik ve militarizm arasındaki bağ­
lantının modası geçmiştir. Örneğin bu tür bir tartışma şu an­
da "küçük ama kuvvetli" , daha profesyonel bir ordu lehin­
de, sözde evrensel askerlik mecburiyetini (özellikle de ka­
dınlarınkini) sona erdirmek için seslerin yükseldiği Israil'de
yapılmaktadır.
lsrail'de nispeten küçük profesyonel ordu ile büyük dü­
zenli ordudan oluşan silahlı kuvvetler, milletin oluşumunda
ve yeniden üretiminde her zaman merkezi bir rol oynamış­
tır. Erkekler iki ya da üç yıllık düzenli askerlik hizmetinden
sonra, 50 yaşına kadar yılda bir ya da iki ay yedek hizmet için
çağnlırlar. Kadınlar da kanunen genellikle erkeklerden daha
kısa süreyle mecburi olarak askere alınırlar ve yedek asker­
lik hizmetleri genellikle asgari düzeydedir ve evlendiklerin-

186
de veya hamile kaldıklarında tümden sona erer. Başka yer­
lerde de incelendiği üzere (Yuval-Davis, 1985) , İsrail ordu­
su İsrailli Yahudi erkekler için bile asla evrensel ve kapsayı­
cı olmamıştır. Aşın Ortodoks Yahudi erkeklerin dinsel öğre­
nimlerini devam ettirerek askerlik hizmetinde bulunmama­
larına izin vermek, İsrail Yahudi milletinin -laik ama sınırla­
n için ortodoks dinsel tanıma bağımlı olan- kuruluşundaki
temel bir çelişkinin tartışılma ve sınırlandırılma (yıllar boyu
bu uygulama kendi çelişkilerini üretse de) yollarından birisi­
dir. Aslında zorunlu askerlik, askere alınma yaşındaki Yahu­
di kadınların %60'ından fazlasını ve devletin Yahudi olmayan
vatandaşlarının hiçbirisini resmen kapsamaz. Bariz bir şekil­
de kadınlar sadece (farklı etnik ve sınıf çevrelerinden kadın­
lan farklı derecelerde etkileyen) milli, dinsel ve üreme bazın­
da değil aynı zamanda "kalite" bazında da dışlanmıştır. Mil­
li hizmete çağrılmak için kadınlardan erkeklerinkinden daha
yüksek bir eğitim düzeyi istenmektedir. Ordu erkeklerin eği­
timine yatırmaya hazır olduğu parayı, kadınlarınkine yatır­
mak için asla hazırlıklı değildir.
Yine de son zamanlarda erkeklerin ve kadınların İsrail or­
dusuna alınışlan arasındaki bu farklılıklar bile yeterli sayıl­
mamaktadır. Orduda memurlara olan talebi radikal şekil­
de azaltan bilgisayar ve öteki teknolojik gelişmeler de gözö­
nüne alınarak, kadınların zorunlu askere alınışlarının kal­
dırılmasını isteyen, bunu ordudaki gizli işsizliğin ve verim­
sizliğin temel nedenlerinden birisi olarak gösteren bazı ses­
ler ordunun içinde ve dışında yükselmeye başlamıştır. İsra­
il ordusunun "halk ordusu"ndan, "ihtiyaç duyduklarını" as­
kere alan ayrımcı bir orduya dönüştürülmesinin gerekip ge­
rekmediğine dair tartışma, Dışişleri ve Güvenlik Parlamento
Komitesi'nin gündeminin parçası haline gelmiştir. Bu tür bir
değişime karşı olan en önemli savlardan birisi şudur:

1 87
son beş yıldır 700 bin yeni göçmeni benimseyen bir top­
lumda, ordu lsrail toplumuyla özdeşleşme ve onun tarafın­
dan benimsenme sürecinin parçası olarak önemlidir. (Or,
Dışişleri ve Güvenlik Parlamento Komitesi Başkanı, Da­
var'dan alıntı, 13 Şubat 1995)

Düzenli askerlik hizmet yaşının üzerindeki kadın göç­


menlerin, yeni erkek göçmenlerin aksine askere çağrılmayı­
şı dikkate değerdir.
"Halk ordusu"ndaki "halk" kurgusu, orduya resmi eşit gi­
rişin varsayımsal olarak mevcut olduğu nadir durumlarda
bile ordudaki toplumsal ilişkilerin cinsiyetlendirilmiş temel
karakterini yansıtmaktadır.

Askerler Olarak Kadınlar

Kadınlar her zaman askeri hayatın ayrılmaz bir parçası­


nı oluşturmuşlardır ancak orduya asker olarak resmen alı­
nışları, kadın askerlerin ezici çoğunluğunun cinsiyetlendi­
rilmiş sivil emek piyasasını büyük ölçüde yansıtan roller­
de konumlandınlmış olmalarına -yani çoğunlukla sekreter,
hemşire ve öğretmen olmalarına- rağmen, büyük bir ön­
yargıyla ve erkek korkusuyla karşılaşır. Ancak bunların çok
azı (feminist devrim değil de, bilgisayar devrimi bunu ya­
vaşça değiştirse de) özellikle askeri olan ve/veya asıl asker­
lik "işi" ile doğrudan bağlantılı rolleri -yani dövüşmek ve
öldürmek- yerine getirir (Enloe, 1 983; 1989; 1993; Yuval­
Davis, 1985; 1 99 la) .
Philip Roth'un ünlü romanı Portroy's Complaint'te sürek­
li şehvetli olan Amerikalı Yahudi kahramanın, lsrailli kadın
bir askerle seks yapmaya çalışırken iktidarsızlaşması tesadüf
değildir. Eğer askerlik deneyimi "oğlanların erkek yapılma­
sı" olarak düşünülüyorsa, kadınlık bu tip muhayyileye ko-

1 88
layca dahil edilemez. Irkçılığa karşı yürütülen Güney Afri­
ka'daki mücadelenin ( 1 992) her iki yakasındaki asker ka­
dınlan çalışan jacky Cock, Güney Afrika ordusunda kadın­
lara ve eşcinsellere yönelik nefretin erkek askerlerin eğiti­
minin nasıl aktif bir parçası olduğunu anlatır: Performan­
sı standardın altında olan acemi askerler çoğunlukla "ibne­
ler" , "homolar" veya "yumuşaklar" olarak etiketlenir; ve on­
lara "annelerine dönmeleri ve kızlarla oynamaları" söylenir
(WREI, 1992: 65) . Sandra Gilbert (1983: 436) , Birinci Dün­
ya Savaşı'nda asker kadın hemşirelerin, bakıcı melekler ola­
rak betimlenmelerinin yanısıra, sonsuz iktidar ve kötülük
imgesini nasıl çağnştırdıklannı da (erkek ölümü kadın hem­
şirelere mi bağlı?) anlatır.
Kadın askerlere ilişkin bu dikotomik imgeler, kadınla­
rın genellikle askere alınma biçimlerinde merkezi önem ta­
şır. Dişilikleri vurgulanarak denetlenmez ve erkek askerler­
den ayrılmazlarsa tehdit edici olurlar. Örneğin milli bir plan
dahilinde kadınların düzenli olarak askere alındığı tek ülke
olan lsrail'de, kadınlar kıtasının adının baş harflerinden olu­
şan kelime "Khen"dir ve bu da lbranice'de "çekicilik" anla­
mına gelmektedir. Bir lsrail ordu sözcüsünün anlattığı gi­
bi Khen mensuplarının resmi ödevlerinden birisi, "birim­
lerin moralini düzeltme ve birimlerdeki askerlere göz ku­
lak olma"dır (Yuval-Davis, 1985: 661 ) . Ayn kadın kıtalan­
nın ve görevlerinin büyük ölçüde kaldırıldığı Amerikan or­
dusundaki, yüksek tecavüz ve cinsel taciz oranının (basın­
daki son raporlar, tecavüz oranını kadın askerlerin üçte bi­
ri olarak bildirmektedir) erkek askerleri iktidarlı kadın as­
kerden uzak tutmak ve ona ilişkin korkularını güvenceye al­
mak amaçlı olduğu tartışılır.
Kuvvetlerin hiyerarşik ve örgütsel çatısının daha az res­
mi olduğu milli kurtuluş ordularındaki güçlü ortak bir ide­
olojik tutum, özellikle kadınların özgürleşiminin bütün hal-

1 89
kın özgürleşimini simgelediği düşünülen yerlerde, bu ge­
rilimlerden bazılarını aşmaya yardımcı olabilir. Yine de sı­
kı "kardeşçe davranmama" (non-fraternization) kuralları ya
da tecavüzden suçlu bulunan askerlerin infazı, örneğin Erit­
re milli kurtuluş ordusundaki gibi, "siyaseten doğruluğun"
ideolojik ögelerini genişletmek için gerekli unsurlar olarak
düşünülebilirler (Zerai, 1 994; aynca bkz. Urdang, 1989).
Çok az sayıda kadın askerin kendilerini erkek muhayyile­
sinin onları yerleştirebileceği "hadım etme" rolünde gördü­
ğünden şüphem olmasa da, kadınların orduya katılmasında­
ki temel motivasyonlardan birisinin, kendilerini hem fizik­
sel hem de duygusal açıdan güçlendirme fırsatı olduğu açık­
tır. Gilbert'ın işaret ettiği gibi,

Erkekler ve kadınlar tarafından yazılmış birkaç metin, ben­


zer şekilde [Birinci Dünya ] savaşın "alt üst edici" rol de­
ğişimlerinin getirdiği devrimsel dönüşümlerin, erkeklerin
genellikle endişe verici, kadınlarınsa çoğunlukla neşelen­
dirici buldukları kadın libidinal enerjisinin ve dişi öfkesi­
nin serbest bırakılışını beraberinde getirdiğini ileri sürmek­
tedir. ( 1 983: 436)

Özellikle çeşitli milli kurtuluş ordularına katılan kadın as­


kerlerle yapılan görüşmeler, bunların kaçının sömürgeci ve­
ya hanedana sadık kuvvetlerin ve/veya kendi ailelerinin ne­
den olduğu dayanılmaz kişisel durumlardan gerilla kamp­
larına kaçtıklarını açığa çıkartmaktadır (Bennett vd. , 1995;
Zerai, 1994). Bunlar orduda inandıkları şeyler için mücade­
lenin yanısıra kendilerine yeni kimlikler, yetenekler ve saygı
duyulan toplumsal konumlar kurabilmişlerdir.
Goldie Hawn'un oynadığı Private Benjamin (Er Benjamin)
filmi, Amerikan ordusuna katılımı bu çerçevede betimleme­
ye çalışmıştır (Chapkis, 198 1 ) . Film, kendini yalnız ve red-

190
dedilmiş hisseden, kurtuluşu Amerikan ordusuna katılmak­
ta ve sert askeri eğitime dayanmakta bulan "zavallı küçük
zengin kızın" hikayesini anlatır (bununla birlikte Er Benja­
min ile Eritre veya Tigre ordularındaki kadınlar arasındaki
fark, Er Benjamin'in ordudaki konumunun Amerikan ordu­
sunun yaptıkları bağlamından ziyade tamamen kişisel açı­
dan ifade edilmesidir -bu konuya daha sonra değineceğim) .
Er Benjamin'deki ordu, Batılı orduların çoğunun propagan­
da kampanyalarındaki gibi, tamamen iyi bir kariyer atılımı
açısından görülmektedir- eğitim, dünyayı görme ve öteki
mesleklerden daha fazla para kazanma fırsatı.
Elizabetta Addis'in ( 1994) bir çalışması, gerçekten de ka­
dınların asker olmaktan genellikle ekonomik, bireysel ve
kolektif olarak fayda sağladıklarını göstermiştir. Addis, or­
dunun genellikle maaşlar açısından eşit fırsatlar sağlayan bir
işveren olduğunu ve kadın askerlerin göreceli faydasının, si­
vil emek piyasasında erkekler ve kadınlar için farklılaşmış
ödeme düzeylerine bağlı olduğunu iddia etmektedir. Erkek
askerler asker olarak böyle bir maaş faydasına sahip olmadı­
ğı için, kadınların asker olmaktaki marjinal faydalan bu ne­
denle erkeklerinkinden daha yüksektir. Üstelik kadınlar or­
dudan ayrılıp da sivil emek piyasasına girdiklerinde, eğitme
fırsatı elde ettikleri ve yükseldikleri ölçüde, kadın askerler
emek piyasasındaki kadınlar için tümden kolektif fayda el­
de ederler.
Addis'e göre, kadınların orduya hizmette erkeklerden da­
ha fazla fayda sağlamalarının nedenlerinden bir başkası da
muharebe kuvvetlerine katılmaları yasaklandığı için öldü­
rülme veya sakat kalma risklerinin erkeklerden daha düşük
olmasıdır. Hem zamanla ve savaş teknolojisinin gelişimiy­
le aktif mücadele tanımının daha darlaşması ve anlamsızlaş­
ması hem de teknoloji, savaş cephesinde vurulma şansının
geri cephede vurulma şansından hiç de daha yüksek olma-

1 91
<lığı anlamına geldiği için bu, tartışmalı bir noktadır. Körfez
Savaşı'ndaki Amerikan kayıplannın birçoğu, bizzat Irak'ta­
ki vuruşlardan ziyade bir Irak füzesinin Suudi Arabistan'da­
ki bir sığınağı vurmasının sonucudur.
Ordudaki kadınların eşit hakları için mücadele eden fe­
ministler, kadınların muhabere kuvvetlerinden dışlanışı­
nın, kadınların ordudaki (ve sonuçta ordunun dışındaki)
terfi imkanlanndan erkeklere eşit düzeyde faydalanmalan­
nı engellediğini öne sürmektedirler. Son günlerde ABD'de,
kadınların muhabere kuvvetlerine katılım haklanna ilişkin
özellikle de kadın pilotların düşmanı bombalama hakları­
na ilişkin tamamen yasal bir savaş çıkmıştır; bu uzun ve çe­
tin siyasi lobi sürecinin ve bu konuyu araştırmak için baş­
kanlık komisyonunun kuruluşunun ardından Clinton yö­
netimi, kadınlann piyade ve denizaltılar dışındaki tüm aktif
mücadele konumlanna katılma haklarını kabul etmiştir. Bu
politikalann karada ne ölçüde uygulanacağı özellikle Cum­
huriyetçilerin Kongre'deki zaferinden sonra hala ucu açık
bir sorudur.
Bu gelişmenin ABD'deki kadınlann haklan için yeni temel
bir haşan olarak görülmesi gerekliliği, kadınlann ABD'deki
konumlanndaki genel gerileme dikkate alınarak değerlen­
dirildiğinde, biraz şüpheli hale gelmektedir (Faludi, 1992) .
Aynca ikinci Dünya Savaşı'nda Rus kadın pilotlann binlerce
bombalama uçuşunu başanyla gerçekleştirdikleri ve hikaye­
yi anlatmak üzere birçoğunun hayatta kaldığı hatırlanacak
olursa, konuya farklı bir gözle bakılabilir. Belki hiç de şa­
şırtıcı olmayan bir şekilde bunların takma isimleri "gece ca­
dılan" idi (Yevgenny Kaldei'nin sergisi, Riverside Stüdyola­
n, Londra, Mayıs 1995). Bununla birlikte bu hikayede muh­
temelen daha da önemlisi, ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra
Sovyetler Birliği'nde kadınların önemli konumlardan gittik­
çe dışlanmalandır.

1 92
Savaş veya milli kurtuluş gibi bir milli krizden sonra ka­
dınların orduya katılma biçimlerinin tamamıyla değişme­
si, nadir rastlanan bir şey değildir. Yine de kurtuluş ordu­
lan, başlangıçta kadınlan mücadeleye dahil etme biçimleri­
ne göre birbirinden aynlırlar. Valentine Moghadam (yayım­
lanacak) , iki tür devrimci hareketi birbirinden ayınr: kadın­
lann aktif olarak orduya katılmaya teşvik edildiği ve kurtu­
luş ve modernleşme sembolü olarak kullanıldığı hareket; ve
kadınların resmi katılımdan gerçekten dışlandığı ve destek­
leyici rollerinin oldukça kontrol altında olduğu, başvurula­
cak milli kültürün ve geleneğin bir sembolü olarak kullanıl­
dıklan hareket.
Kadınların ordudaki konumunu muhabere kuvveti/ge­
ri hizmet ve ön/arka cephe dikotomileri etrafında kurmak,
onlan muharebeye sokmanın nesnel zorluklarına dayana­
rak alınmış kararların bir yansımasından ziyade, toplum­
daki ideolojik kadınlık ve erkeklik kurgulannın bir sonu­
cudur. Füzeyi veya bombayı atmak üzere düğmeye basa­
bilmek için özellikle erkek kaslarının gerekmediği düşü­
nülebilir. Yine de Caroline Cohn'un ( 1 993: 227-46) Ku­
zey Amerikalı nükleer savunma görevlileri ve güvenlik iş­
leri analistlerinden oluşan bir toplulukta alan çalışması ya­
parken keşfettiği gibi, sözde erkek değerlerinin en yüksek
değerler olarak kabul edildiği ve "nesnel" duygu ve ahlakla
ilişiği olmayan düşüncelere bağlı kalmayanlann, kibirli bir
şekilde "mızmızlar" veya "pisicikler" olarak etiketlendiği
toplumsal cinsiyet söylemi, Amerikan milli güvenlik poli­
tikasına nüfuz etmiştir.
Kadınlann orduya katılımına ilişkin çözümlenmeyen tar­
tışmalardan birisi de, kadınlann sadece kadınlardan oluşan
birimlerin parçası olmalarının mı yoksa genel (yani erkek)
askeri birimlere girmelerinin mi onlar için daha iyi olaca­
ğıdır. Bir yandan ayrı kadın kıtalarından birleşik birimle-

1 93
re geçiş, kadınların belli askeri ödevleri yerine getirmeleri­
nin (ve bunlara bağlı uygun ödül ve terfi elde etmelerinin)
önündeki resmi engellerin birçoğunun kalkması ve kadın­
ların askerler olarak eşit potansiyellerinin tanınması anla­
mına gelmektedir. Örneğin bu gelişmenin göstergelerinden
birisi, belli askeri muharebe görevlerine uygunluğu belir­
lemek için yapılan testlerin askerin cinsiyetinden bağımsız
değil, buna bağlı olarak yapılmasıdır. Bununla birlikte bu
alanda deneyimi olanların yorumladığı gibi (WREI, 1992:
43) bu, kendi içinde erkekler ve kadınlar için eşit bir şan­
sı garantilemeyebilir çünkü hangi testlerin belirleyici test­
ler olarak seçileceği, çoğunlukla siyasi olarak belirlenir. Ör­
neğin kadınların erkeklerden daha iyi olduğu esneklik stan­
dartları düşürülürken, erkeklerin daha iyi olduğu fiziksel
güç standartları yüksek tutulur. Bu becerilerin her ikisinin
de, gemilerdeki lombar ağzından çıkmak gibi belli bir as­
keri görevi başarıyla yerine getirmek için gerekebileceği id­
dia edilebilir.
Ayrı kadın birimlerinin kaldırılmasına karşı çıkanlar, bu
birimlerin kadınlar için çoğunlukla güvenli ve rahat top­
lumsal ortamlar sağladığına işaret ederler. Kadınların, özel­
likle de karışık birimlerde azınlıkta olabilecekleri için, er­
keklerle eşit olduklarını göstermek amacıyla onlardan daha
fazla kendilerini kanıtlamaları gerekmektedir. Örneğin Pal­
makh'ta (Hagana'nın askeri birimleri, işçi Siyonizminin dev­
let öncesi askeri birimleri) karışık savaş birimlerine dahil ol­
ma hakkını uzun bir mücadele sonunda başarıyla kazandık­
tan sonra kadın askerler, yeniden toplandılar ve karışık bi­
rimlerdeki deneyimleri ışığında ayrı kadın birimlerini talep
etme karan aldılar (Yuval-Davis, 1 985).
Bunun ötesinde, karışık birimlerle daha bağlantılı bir hu­
sus, elbette cinsel tacizdir. lsrail ordusundaki kadın asker­
lere yönelik koruma önlemlerinden birisi, en azından ka-

1 94
dınlan disipline etmekten sorumlu subaylann kadın olması
ve böylece tacizlerinde hayal kınklığına uğrayan subaylann
kaprislerine kadınlann daha az bağımlı kılınmalandır. Bu
tür bir kısmi veya resmi bölünmenin bir alternatifi de, kar­
deşçe davranmaya yönelik katı kurallar koymaktır. Örneğin
Eritre kurtuluş ordusunda (Zerai, 1994) , erkeklerle kadınla­
nn kardeşliği katı bir biçimde yasaklanmıştır ve tecavüzün
cezası idamdır.
Ayrı kadın kıtalarıyla ilgili olarak literatürde belirtilen
başka bir faktör de (Gilbert, 1983: 440-1 ) , bu kıtalann rahat
bir lezbiyen alt kültürünün gelişimi için daha uygun olma­
sıdır. Lezbiyenlik ve erkek homoseksüelliği, son zamanlarda
Batı ordulannda temel tartışma konusudur ve ABD ve İngi­
liz ordulannda gay olduğu "keşfedilen" herkesin düzenli bi­
çimde azledilmesi uygulamalan, eşit haklar temelinde mah­
kemede geçersiz sayılmaktadır.
Homoseksüellik konusu, insanlann -ama özellikle kadın­
lann- evlilik ve annelik gibi "normal hayatının" öteki yüz­
lerinin orduya girişine dair Batı'daki genel tartışmalann en
yenisidir. lngiltere'de ordu, hamile kalan kadınlann ordu­
dan otomatikman ihracına karşılık kadınlara tazminat ola­
rak milyonlarca pound ödemek zorundadır. Uzun yıllardan
beri birçok ordu, öteki destekleyici rollerin yanısıra askerle­
rin çocuklannı doğurmalan ve yetiştirmeleri için "ordu eş­
lerine" güvenmiştir. Eritre ve Filistin'deki gerilla savaşlann­
daki gibi bazı durumlarda, savaşçılann çocuklannı ve yetim­
lerini kolektif olarak yetiştirme işini kurtuluş ordulan ken­
di üstlerine almışlardır. Ancak, pek çok orduda kadın asker­
ler için anneliği "normalleştirmek" , ordunun profesyonel­
leşmesi ve askerliğin, (erkek vatandaşlann) nihai vatandaş­
lık görevinden herhangi bir profesyonel mesleğe dönüşme­
sinin bileşenlerinden biridir.

1 95
Askerlik Hizmeti ve Kadın Haklan

Elizabetta Addis ( 1994) , kadınlann askere girişinin onlann


toplumdaki genel konumlan üzerinde faydalı bir ekonomik
etkisinin de olduğunu, çünkü birçok ülkede ordunun erkek
cinsiyetinin en büyük işverenlerinden birisi olduğunu ve ka­
dınları istihdam etmek için eşdeğer bir kamu harcama prog­
ramının kadınlann işsizlik miktanm büyük oranda düşüre­
ceğini iddia etmektedir. Üstelik askeri emek piyasasında çok
sayıda erkek istihdamı, sivil emek piyasasında sivil maaşları
yükselten bu nispi erkek kıtlığını yaratır.
Ayrıca yüksek askeri konum, genel anlamda toplumda ga­
rantili bir yükselme rotası ise, orduda terfi etmiş kadınların
toplumda daha önemli ekonomik ve hatta siyasi konum el­
de etme şanslanmn çok olduğu varsayılabilir. Gerçekten de
Eritre ve Güney Afrika gibi bazı devrim sonrası toplumlarda,
gerilla savaşçılannın parçası olmak kadınlara önemli top­
lumsal ve siyasi bir otorite kazandırmıştır. Bununla birlikte
erkek siyasi liderlerin tersine, farklı ülkelerde aslında sayı­
sı küçük olan ama gittikçe artan kadın milli siyasi liderlerin
hiçbirisi, orduya hizmet yoluyla kendi konumlanm kazan­
mamıştır. (Ancak bunlardan Golda Meir, Margaret Thatcher
ve Indira Gandhi gibi birkaçı, "kabinedeki tek adam" olma
ününü kazanmışlar ve militarizm taraftan politikalar izleme
eğiliminde olmuşlardır.)
Kadın askerlerin kadınların özerklik ve güçlendirilme
modelleri olarak kuruluşu, Körfez Savaşı sırasında yüksek
bir noktaya ulaşmıştır. Amerikalı haber sunucuları sade­
ce "oğullanmız" yerine "Körfez'deki oğullarımız ve kızlan­
mız" demeyi öğrenmiştir ve Suudi kadınlar ülkelerindeki bu
mevcudiyetten cesaret alarak kadınların araba sürme yasağı­
m kırmaya çalışmışlardır. Körfez Savaşı'na kadın askerlerin
katılımının aydınlattığı şeylerden birisi, ordunun farklı ce-

1 96
maatlerdeki sivil nüfusun günlük yaşamlarıyla ilişkisinin ve
bunlara olan etkisinin oldukça değişken oluşudur. ABD'de
Körfez'e bazı cemaatlerden hiç insan gönderilmezken, öteki
cemaatlerden gönderilenler nüfusun önemli oranlarını oluş­
turmuştur. Örneğin siyah aktivistlerin, Körfez'e savaşmaya
giden "erkek ve kız kardeşlerini savunmak için" savaş karşı­
tı harekete karşı çıkışları, Körfez Savaşı sırasında gerçekleş­
miştir. Aynca nispeten yüksek oranda erkek ve kadının or­
du mensubu olduğu birkaç belli yerel cemaat vardır. Ordu­
da üyesi olmayan veya az sayıda üyesi olan cemaatlere göre,
bu tür cemaatlerin devletin siyasi/askeri merkeziyle muhak­
kak ki çok farklı ilişkileri vardır.
Nüfusun farklı kesimlerini orduyla farklı ilişkiler içinde
konumlandıran bu toplumsal olgu, zorunlu askerliğin sona
erişinin ve silahlı kuvvetlerin profesyonelleştirilmesinin so­
nucudur. Bu, kadınlar arasında erkeklerden daha yaygındır
çünkü lsrail haricindeki her yerde, hatta erkeklerin zorunlu
askere alındığı ülkelerde bile, kadınların askerlik için gönül­
lü olmaları istenmektedir.
Sivil nüfusun çok sayıda akrabasının orduda olduğu ve­
ya milislere dahil olduğu cemaatlerin, çoğunlukla büyük as­
keri üsleri çevreleyen yerlerde ortaya çıktıklarını varsaymak
oldukça akla yakındır. Körfez'e gönderilen ve çocukları olan
Amerikalı kadın askerlerin birçoğunun kocalarının da ordu­
da olduğu belirtilmiştir (Wheelwright, 1991). Ebevenyleri or­
talıkta olmayan çocuklara bakma sorumluluğunu alan, baba­
dan ziyade çoğunlukla büyükanneydi. Aynca ordunun uzun
süre yerleştiği yerlerde birçok cinsel partnerliklerin ve hatta
evliliklerin gerçekleştiği bilinen bir olgudur. Örneğin ikinci
Dünya Savaşı sırasında siyah Amerikalı askerlerden olma ço­
cuklar doğuran yerli İngiliz kızlarının toplumsal etkisi hak­
kında birçok hikaye anlatılmıştır ve benzer şeyler Alman­
ya'da, Vietnam'da, vb. yerlerde olmuştur.

1 97
Elbette evlilikler ve gönüllü cinsel partnerlikler, ordu­
nun uzun dönemli kaldığı yerlerdeki askerlerin cinselliğinin
doğurabileceği etkinin sadece bir yüzüdür. Cynthia Enloe
( 1983; 1 989) , Filipinler'de genelevlerin kuruluşunun yer­
li cemaatler üzerindeki uzun vadeli etkisi hakkında yazmış­
tır. Tabii ki askeri üs ile komşu sivil nüfus arasındaki ilişki­
nin kesin doğası ve biçiminin belirlenişi, öteki şeylerin ya­
nısıra bunların nispi siyasi ve ekonomik iktidar ilişkilerine
de dayanır. Son günlerde japonya'da 18 Amerikan askerinin
1 2 yaşında bir kıza tecavüz etmekten yargı önüne çıkarılış­
larının ardından buradaki Amerikan üslerine karşı bir kam­
panya yürütülmüştür (The Guardian, 30 Eylül 1995) . Kıb­
ns'ta bir turiste tecavüz edip öldüren askerlerin yargılanışı­
nın ardından lngiliz üslerine karşı burada da benzer duygu­
lar ifade edilmiştir.
Nüfusun militarize oluşunun, çoğunlukla toplumdaki ev
içi şiddetin ve öteki şiddetin genel düzeyini yükselttiği orta­
ya konmuştur. Ordu ile modem gelişmiş sanayi kompleksi
arasında artan benzerliğe rağmen, ordu açıkça saldırganlık
ve itaat prensipleri çerçevesinde örgütlenmiştir. Ordu top­
lumda önem kazandıkça, kişisel kimlikler ve kişiler arası ve
cinsiyetler arası davranış biçimleri, ister istemez sivil toplu­
ma yayılır.
Asker olmanın kadınlar için potansiyel faydalan tartışılır­
ken, ordunun sivil emek piyasasının aksine nihai işlevinin
savaşmak olduğu çoğunlukla unutulmaktadır. Savaşlar in­
san yaşamlarının, toplumsal dokuların ve fiziksel çevrelerin
kitlevi yıkımını doğurur. Farklı askeri mücadeleler ve savaş­
lar birbirlerinden büyük ölçüde farklı da olsa, etkileri her
zaman cinsiyetlendirilmiş olma eğilimindedir.

198
Cinsiyetlendirilmiş Kurgular Olarak Savaşlar

Kadın askerlerin hayatlarına ve bunların mesleklerinde eşit


haklar istemelerine dair tartışmalarda, bu mesleğin doğa­
sının ne olduğunu unutmak kolaydır. Tuğgenerallikten
emekli bir kadın olan jeanne Holm, ordudaki kadınlarla il­
gili Washington DC'de düzenlenen bir konferansta katılım­
cılara şu hatırlatmayı yapmayı gerekli bulmuştur:

Askeri kuvvetlere katılmayı düşünen erkek veya kadın her­


kesin yemin etmeden önce, askere alınırken yaşanan cüm­
büşün aksine, orduda olmanın üniformalarla, resmi geçit­
lerle, faydalarla veya macerayla bir ilgisi olmadığını anla­
ması sağlanmalıdır. Askerlik savaşa gitmekle ve savaş da
öldürmekle ve belki de ülke için ölmekle ilgili bir şeydir.
(WREI, 1992: 59)

Basında, 1992'de Körfez'e gönderilen kadın askerlerin ba­


zılarının, o denizaşırı yere aslında savaşmaya gönderildik­
lerini anlayınca nasıl şok oldukları bildirilmiştir. Bunla­
rın birçoğu, milli muhafız alaylarına, sağlıklı olmak, ek ge­
lir kazanmak ve yaşamlarında biraz macera olsun diye gir­
mişlerdir.
Yine de Amerikan askerleri için Körfez Savaşı hem -sa­
vaştaki öteki taraf olan asker ve sivil- Iraklıların deneyim­
lerinden hem de öteki savaşlara katılan Amerikan askerle­
rin deneyimlerinden çok farklıydı. ABD'nin Körfez Sava­
şı'na girmeye bu kadar hevesli oluşunun temel nedenle­
rinden birisinin orada Vietnam Savaşı'nı kazanmak oldu­
ğu söylenmiştir (Boose, 1993). Ancak yine de savaştan son­
ra Saddam Hüseyin lrak'ı yönetmeyi sürdürmüş; ABD, NA­
TO ve BM ordularının eski Yugoslavya, Somali vb.'ye bece­
riksiz ve aciz müdahaleleri devam etmiştir. tlginç bir çalış-

199
ma (Boose, 1 993) , ikinci Dünya Savaşı'ndaki ve Körfez Sa­
vaşı'ndaki bombardıman pilotlarının deneyimlerini kıyasla­
mış ve ikinci Dünya Savaşı pilotlarına egemen olan duygu
dehşet iken, Körfez Savaşı pilotlarına egemen olan duygu­
nun kemerli bir pasajda oyun oynamanın heyecanı olduğu­
nu keşfetmiştir.
Yukarıda belirtilen ve bu farkı yaratan şey sadece sofisti­
ke teknoloji değil, Cohn'un ( 1993) üzerinde çalıştığı milli
güvenlik söylemidir. Bu, doğrultulan füzelerin sadece önce­
den belirlenen hedefleri vurabileceği, tıpkı kemerli bir pa­
sajda imişçesine bu hedeflerin kesin yerinin tam olarak bi­
lindiği ve insanlardan ziyade nesneleri vurmakla ilgili bir
şey olduğu yanılsamasını yaratmıştır. Gerçekte ise, resmi
söylem asla vurulan insanlardan değil, "tali zarar"dan bah­
setmiştir.
Körfez Savaşı'nın resmi söylemi, önceki savaşlarınkine na­
zaran toplumsal cinsiyet açısından çok daha nötrdür. Da­
ha önce işaret edildiği üzere, savaş giysileri giymiş kadın as­
kerleri, bütün bu koruyucu katmanların altında erkeklerden
ayırdetmek neredeyse imkansızdı. (Benzer imgeler, Bosna'ya
yollanan İngiliz kuvvetleriyle de ortaya çıkmıştı.) Ayrıca
olağan savaş söyleminin tersine, bu savaş erkeklerin "kadın­
larveçocuklar" uğruna savaştığı bir savaş olarak kurgulan­
mamıştı (Enloe, 1990) ancak "oğullarımız ve kızlarımız" ta­
rafından gerçekleştirilmişti. Aslında bu, lsrail'de "oğulların"
savaşamayıp, kadınlar ve çocuklarla beraber mühürlü odala­
ra kilitlendiği ilk savaştı. Bu, hızla baskı altına alınan derin
bir milli travma yaratmıştır. Aynı zamanda da lsrail'deki evi­
çi şiddet ve öteki şiddet hakkındaki kayıtlar önemli ölçüde
artmış, İsrailli savaşçıların yenilmez süper kahramanlar ola­
rak erkeksi imajları ciddi yara almış ve Rabin hükümetinin
FKÖ ile sınırlı ve gizli de olsa "barış süreci"ne girişini muh­
temelen sağlayan ortam yaratılmıştı.

200
Yine de birçok savaş, Körfez Savaşı'ndan çok farklı dene­
yimlenir. Gelişmiş teknoloji mevcut olsa bile, Bosnalı Sırp­
lar için birkaç BM görevlisini yakalayıp, kalkan olarak kul­
lanmak, teknolojik söylemi tamamen atıl kılmak ve hava
bombardımanını durdurmak için yeterli olmuştu. Düşman
insanlıktan çıkabilse de (bazıları ister istemez çıktığını söy­
lüyor) , kendi "oğullarımız"dan "kalkan" yapılınca, durum
farklıdır.
"Kişinin oğulları"na sadakat duygusu, savaşan erkekle­
rin deneyiminde merkezi bir rol oynar. Savaşın bağlamı ve
büyüklüğü ne olursa olsun bu, 'savaşçı yoldaşlığıdır'. Buna
ayrıca savaşın içerdiği müthiş çaba ve acıya askerlerin na­
sıl dayandıklarını tartışan herkesçe neredeyse evrensel ola­
rak vurgulanan "erkek dayanışması" da denilir. Bir yanda
ideolojik vatansever inançlar, diğer yanda maddi kazançlar
ve statü ödülleri, farklı savaş deneyimlerinde az ya da çok
önemli olabilse de, savaşçıların günlük hayatlarındaki sü­
rekli besleyici duygu olarak belirtilen şey, her zaman için
yaşam ve ölüm durumlarında dost askerlere ve karşılıklı sa­
dakate güvenebilme duygusudur. lsrail'de dost askerlere bu
ihanet isteksizliği, lsrail'in Filistin topraklarını sürekli işga­
line veya Lübnan'a saldırısına karşı olmalarına rağmen bir­
çok İsrailli tarafından yedek orduya hizmete devam edişleri­
nin temel nedeni olarak gösterilmektedir.
AynışekildeAmerikalı generaller, "erkek dayanışması"nın
bozulacağı korkusunu neden göstererek, kadınların ordu­
da (o zamana kadar sadece erkeklerin yer aldığı) muha­
rebe kuvvetlerine alınmasına karşı çıkmaktadırlar. Aslın­
da her iki cinsiyetten birçok askerin sosyalleşmesinin do­
ğasına bakılırsa, bu tür bir dayanışma duygusunu sadece­
erkek veya sadece-kadın gruplaşmalarında elde etmek da­
ha kolaydır. Yine de her ne kadar bu oranda yoğun bağlı­
lığı nadiren içerse de sivil emek piyasasındaki durum gibi,

201
uzun ortak eğitim ve profesyonelleşme vurgusu, bu duy­
guları önemli ölçüde nötrleştirme eğilimindedir. Kardeş­
çe davranmayı yasaklayan kuralların bu süreçleri ne ölçü­
de genişleteceği veya karmaşıklaştırabileceği, ucu açık bir
sorudur.
Bununla birlikte savaşa katılma deneyimi, tıpkı savaşta
değilken askeri hayatlardan uzak olma durumu gibi, fark­
lı savaşlarda çok farklı olabilir. Bu, kısa, düzenli "göreve gi­
diş" dönemlerini içerebilir; siperlerde veya sığınaklarda ay­
larca yaşamayı içerebilir; ve hayatta kalmak için savaşmak,
sakat bırakmak ve bırakılmak, öldürmek ve öldürülmek gi­
bi umutsuzca karmakarışık ve cehennemi durumları içere­
bilir. Ayrıca savaş alanında veya bunun uzağında asıl dö­
vüşe destek rollerde çalışmayı da içerebilir. Bir çalışma Oa­
nowitz, 199 1 : 41), lkinci Dünya Savaşı'nda askerlerin sade­
ce % 15'inin bir kez olsun ateş ettiklerini bulmuştur. Modem
savaş teknolojisinin doğası dikkate alınırsa, bu oran şim­
di muhtemelen çok daha küçüktür. Gerilla ve öteki küçük
çaplı savaşlarda elbette durum tamamen farklıdır ve savaş­
madıkları zamanlarda örneğin yemek hazırlamak ve eğitim
vermek gibi destek rollerinin birçoğunu savaşçıların bizzat
kendilerinin yerine getirmeleri gerekebilir.
Savaşlar, "vatan cephesi"ndeki insanların yaşamlarım da
birçok farklı şekillerde etkileyebilir. Bir uçta, savaş eğer va­
tan cephesinden uzaktaysa, sözkonusu ordu profesyonelse
ve çok az zayiat varsa, etkisi hiç olmayabilir veya çok az ola­
bilir. Sömürgeci ülkelerin deneyiminin çoğu, bu türdendir.
Bazı kadınların kendilerini zaman zaman ziyaret eden özel­
likle subay asker kocalan olsa da, cinsiyetlendirilmiş destek
şebekesinin büyük bölümü ordunun içinde veya dışında yer­
li halktan ve az sayıda sömürgeci kadından oluşmuştur.
Öteki uçta ise, savaş ülkedeki insanların yaşamlarım ta­
mamen dönüştüren ve çoğunlukla da yıkan topyekOn bir

202
deneyim haline gelir. İnsanın savaştan önceki günlük haya­
tının birçok ve hatta tüm bileşenleri ve bireysel kimliği, bir­
kaç saat içinde yokolabilir: iş yeri, eşyalar, evler, kişisel etki­
ler ve en kötüsü de arkadaşlar, akrabalar ve aile üyeleri. İn­
san düşman tarafından yaralanmasa, kötü muamele veya iş­
kence görmese bile, yakın olan ve sevilen her şeyden vah­
şice mahrum edilmek, insanların hayatlannı sürekli olma­
sa da uzun dönemli olarak harap eder. Yaşam sadece hayat­
ta kalmaktan ibaret hale gelir.
Mülteci olmak, cinsiyetlendirilmiş bir deneyimdir. Top­
lam mülteci nüfusunun %80'i (Batı'ya yönelen -çoğunlu­
ğu erkek olan- göçmenlerin yüzdesi bir yana) kadınlardan
ve çocuklardan oluşur. Adam j ones'un ( 1 994) işaret ettiği
gibi bu, öldürülme ve öldürmenin savaşta cinsiyetlendiril­
miş oluşunun bir sonucudur. Bu, kadınlann ve çocuklann
öldürülmemesi meselesi değildir -eski Yugoslavya'daki et­
nik temizlik sırasındaki gibi- öldürme seçici olduğunda, se­
çilip götürülenlerin ve sonra bazen bir toplama kampında
çoğunlukla da toplu bir mezarlıkta bulunmak üzere (Sreb­
renika'daki gibi) "ortadan yok olanlar"ın erkekler oluşun­
dan ileri gelir.
Erkekler seçici şekilde yakalanmadığında ve/veya öldürül­
mediğinde bile ("meşru savaşlann" resmi söylemine düşerek
neredeyse "infaz edildiklerinde" yazıyordum), savaş yerel ol­
sa bile, erkekler savaş birimlerine bağlı olduklan ve/veya ya­
kalanmamak için saklandıklan için çoğunlukla ortada bu­
lunmazlar (1994: 1 20-9). Eve ve çocuklara bakmak, toprağı
işlemek ve cemaatin sosyal dokusunu devam ettirmek üzere
kadınlar ve yaşlı erkekler köylerde bırakılırlar.
Geride bırakılan kadınlar, düşman askerlerinin tecavü­
züne karşı savunmasız kalırlar. Özellikle Bosnalı Sırplarca
kadınlara yapılan sistematik tecavüz medya tarafından açı­
ğa vurulduğundan beri, savaş tecavüzü hakkında son bir-

203
kaç yıldır çok şey yazılmıştır (örneğin Uluslararası Af Ör­
gütü, 1995; Pettman, 1 996; Zajovic, 1 994) . Benzer haber­
ler Ruanda'daki (Bonnet, 1995) ve 1 98 l 'de Bangladeş'te­
ki savaşlara ilişkin de duyulmuştur (3 Mayıs 1995'te Chan­
nel 4'da oynatılan Gita Sahgal'ın The War Crimes Files -Sa­
vaş Suçlan Dosyalan- filmi) . 1994'te Viyana'da yapılan BM
insan Hakları Konferansı'nın Sivil Toplum Örgütleri Foru­
mu'ndaki tartışmalarda Rhonda Kopelon gibi feminist in­
san hakları aktivistlerinin işaret ettikleri gibi tecavüz, Ce­
nevre Sözleşmesi'nde, bir işkence biçiminden ziyade "şerefe
karşı işlenen bir suç" olarak tanımlanmıştır. Buradaki "şe­
ref' , kadınların kendi şereflerinden ziyade erkeklerin ve ce­
maatin şerefidir.
Yine de eski Yugoslavya'daki Women in Black'in işaret et­
tiği gibi (Zajovic, 1994) savaşta tecavüz, savaşın cinsiyetlen­
dirilmiş etkilerinin en uç örneği olmasına rağmen; kadınlar
için tecavüzden ziyade, tüm önceki yaşam temellerinin kay­
bının, en yıkıcı savaş deneyimi olduğunun kabul edilmesi
gerekir. Bununla birlikte bu tecavüzlerin sonucunda hami­
lelikler ortaya çıktığında, etkiler daha da yıkıcı hale gelebilir
çünkü paradoksal olarak hamilelikler herkesçe bilindiğinde,
kadınlar geleneksel şeref ve utanç kavramlarının bir sonu­
cu olarak, hayatta kalan ailelerinin ve cemaatlerinin saygı ve
desteğini yitirebilirler. Bildirilen sistematik tecavüz vakalan­
nın ezici çoğunluğunun, deneyimlerini çoğunlukla kendile­
rine saklamayı tercih eden evli kadınlardan ziyade dul veya
bekar kadınlara ait oluşunun nedeni budur.
Yerinden edilen kişi olma deneyimi birbirinden çok fark­
lı olabilir. Geride birtakım maddi kaynaklarla kalan veya ül­
kenin başka bir yerinde veya denizaşırı bir ülkede mülteciyi
ve onun hayatta kalan ailesini kabul ve himaye etmeye ha­
zır bir aileye sahip olan, uluslararası yardım örgütlerinin ba­
ğışlarından başka ek kaynağı olmadan duygusal ve fiziksel

204
kaynaklannın çoğunu günlük hayatta kalma mücadelesine
harcadığı bir mülteci kampına mahküm olana kıyasla, reha­
bilite edilmiş yeni yaşama çok daha kolay geçebilir (Forbes
Martin, 1992) . Yine de kaç yıllık olursa olsun kurulmuş ye­
ni yaşamın asla yerini alamayacağı savaştan önceki yaşamın,
kimliğin ve yerinden edilişin bir geçerlilik ve süreklilik sta­
tüsü kazandığı "sürekli geçicilik" durumu, kişisel koşullan
ne olursa olsun birçok mülteci arasında yaygın bir olgudur.
Yeni yaşam yerinde sürekli şekilde "dışardaki" olmak, bu tip
bir duyguyu besler. Bu çoğunlukla ikinci nesle aktanlabile­
cek bir duygudur. Örneğin Lübnan'daki mülteci kamplann­
da doğan Filistinli çocuklar, memleketlerini ailelerinin ter­
ketmek zorunda kaldığı köy olarak tanımlayabilirler. O köy
30-40 yıldır ortada olmasa bile, "dönüş" hayali, kişinin etra­
fında kimliğinin kurulduğu tutkulu bir duygudur.
Savaşı ve müteakip etkilerini tartışırken, bunun genellik­
le ne kadar cinsiyetlendirilmiş ve sınıfa dayalı bir deneyim
olduğunu hatırlamak önemlidir. Örneğin Birinci Dünya Sa­
vaşı'nda kız ve erkek kardeşlerin deneyimlerini karşılaştıran
bir çalışma, bu faktöre dikkat çekmiştir (Woollacott, 1993;
Lübnan'daki savaşın cinsiyetlendirilmiş karakteri hakkında
aynca bkz. Accad, 1 990) .
Erkekler ve kadınlar arasında değişik olan tek şey savaş
deneyimleri değildir. Cynthia Enloe'nun ( 1 989; 1 993) ve
ötekilerin işaret ettiği gibi, savaştaki militarize dişilik imge­
leri -ister kadınlan evde oturmaya ve iyi eşler ve anneler ol­
maya, isterse askeri sanayiye gönüllü "Perçinci Rosie - Rosie
the Riveter" olmaya çağırsınlar- kendileri de değişken ola­
bilen militarize erkeklik imgeleri için gereklidirler. Savaşla­
nn "kadınlarveçocuklar" uğruna yapıldığı düşünülür ve sa­
vaşan erkekler, "kadınlannın" aile ocağının ateşini yakma­
yı sürdürdükleri ve onlann eve dönüşünü bekledikleri bilgi­
siyle rahatlarlar ve güven tazelerler.

205
Araştırılması gereken ilginç sorunlardan birisi de, savaş
söylemi için çok gerekli olan bu dişilik imgeleri arasındaki
ilişki ve feminist ve öteki savaş karşıtı hareketler için mer­
kezi olan, kadınlar ve barış arasındaki bağlantıdır.

Kadınlann Siyaseti ve Savaş Karşıtı Hareketler

İngiliz Greenham Common Kadın grupları (Roseneil, 1995),


Arjantinli Kayıp Çocukların Anneleri (Fisher, 1989) ve İsra­
illi, İtalyan ve eski Yugoslav Women in Black grupları (len­
tin, 1995; Zajovic, 1994), son 15 yıldır aktif olan meşhur ka­
dın gruplarından bazılandır. Bu gruplar, anti-militarizmi sa­
dece kadın meselesi olarak değil, kadınların toplumdaki öz­
gül konumlanışları nedeniyle, erkeklerden ayn olarak, ilete­
cekleri özgül mesajların etrafında örgütlenmesi gereken bir
mesele olarak kurgulamışlardır. Bunların ve öteki hareketle­
rin içindeki bazı kadınlar, özselci "barışçı cinsiyet olarak ka­
dınlar" kavramıyla işbirliği yapsalar da, bu hareketler için­
deki birçok kadın, dişiliğin militarist kurgularında çok etkili
olan bu tür kavramları reddetmiştir (Enloe, 1 983; 1989; le­
onardo, 1985; Pettman, 1996).
Erkeklerin saldırgan ve vahşi olarak özselci kurgulanışı,
erkeklerin "kadınlarveçocuklar" uğruna savaştığı milliyetçi­
militarist mite (Enloe, 1 990) , "korunan-koruyucu" mitine
uyar (Stiehm, 1989). Judith Stiehm gibi bazı feministler, bu
miti yıkmanın en iyi yolunun, kadınların erkeklerle eşit bir
düzeyde orduya katılması olduğunu ileri sürerken, birçok
Alman feministi ve onlar gibi düşünenler, kadınların orduya
girişine karşı çıkmaya devam ederler (Seifert, 1995) . Kadın­
ların, erkeklerin kendi uğurlarına savaştığı iddiasını alenen
reddetmeleri ve desteklerini ve meşruiyetlerini geri çekme­
leri gerektiğini Virginia Woolftan bu yana birçok feminist
iddia etmiştir. Örneğin İsrail'de 1 982'de Lübnan'daki savaş

206
sırasında, Sessizliğe Karşı Anneler adı altında örgütlenen bir
grup, oğullarını savaşa gönderen ve lsrail'in hayatta kalına­
sı için hayati olduğuna inanmadıkları bir işgal uğruna oğul­
larının yaşamlarını harcayan devleti daha fazla destekleme­
ye hazır olmadıklarını belirtmişlerdir.
Annelik, feminist anti-militer düşüncede çok önemli bir
rol oynamıştır. Bu kamptaki en gelişmiş ve kuramsal açıdan
en sofistike seslerden birisi, annelik ideolojisinin ve uygu­
lamasının tabiatında bulunan bazı özelliklerin anti-milita­
rist bir hareketin temeli haline gelebileceğini iddia eden Sa­
ra Ruddick'tir ( 1 983; 1989) . Buna "anneliğe özgü şiddet kar­
şıtlığı: oluşmakta olan gerçek" demiştir (1989: Yedinci Bö­
lüm) . Ruddick'e göre, annelik ödevinde yaşamın korunma­
sının merkeziliği, barışma pratikleriyle işbirliği yapar ve ha­
yat yıkmaya karşıdır.
Sara Ruddick, iddialarının özselci olduğunu inkar etse de,
Greenham Common'da banş hareketinin ilk günlerinde bu­
radaki Amerikan füze üssünün çitlerinin bebek bezleriyle
dekore edilmesinde olduğu gibi, iddialarının özselci bir ren­
gi vardır. Ruddick'in anneliği anti-militarizmle ilişkilendiri­
şinde özellikle sorunlu olan husus, hayatın korunmasını ak­
rabalık sistemine bağlayışıdır. Tıpkı ilham aldığı Carol Gil­
ligan ( 1 982) gibi Ruddick de, kadınların ahlakı kurgusunda
belli bir paradoks sunmaktadır. Ruddick bir yanda kadın­
ların özellikle de annelerin psişesini tarihsel anlamda etni­
site, sınıf, yaş, kültür, vb. tarafından kurgulanmamış ve ev­
rensel olarak sunar. Tüm kadınların onun istediği gibi dav­
ranmadığını kabul etmesine rağmen, (şiddet karşıtlığının
peşine düşen birçok kadın için) Ruddick, "dikkate alınma­
yan" "kadınlar" ifadesini kendisinin "stilistik tembellik" de­
diği şey kadar çok kullanır ( 1 989: 163-4) . Ruddick'in ( 1989:
164) "haşan deyimi" dediği bu şeyde, erkeklerin dünya gö­
rüşünün kurulduğunu iddia ettiği daha soyut evrensel yol-

207
dan farklı tikelci bir yoldan kadınların dünyayı gördükle­
ri ve yargıladıkları varsayılır. Yine de eğer kadınların dünya
göıiişü bu kadar tikelciyse, o zaman kendi aileleri, cemaat­
leri, etnik ve milli toplulukları onlar için erkekler için oldu­
ğundan daha fazla önem taşımalıdır. Savaş zamanında tek il­
gilendiği ve mücadele ettiği şey kendi çocuklarının hayatta
kalması olan Bertolt Brecht'in Cesaret Ana'sı, bu tip bir an­
nelik kurgusu örneğidir. Olabildiğince kahramanca bu tür
bir "koruyucu anne sevgisi"nin (Ruddick'in kelimeleriyle) ,
sadece kendi çocuklarının değil, "düşman"ın hayatı da dahil
olmak üzere insan hayatı için duyulan genel kaygı yüzün­
den savaşa karşı çıkan kadın anti-militarist barış hareketinin
temelini oluşturması çok zordur.
Gerçekte elbette "koruyucu sevgileri" kendi çocukları­
na duydukları sevgiyi aşan birçok kadın ve anne mevcuttur.
Bunun son örneği, kendi oğullarına, Rus askerlerine, Çeçe­
nistan'daki mezalimi durdurmaları için yalvarmaya Mosko­
va'dan Çeçenistan'a giden -ancak bu askerler tarafından dal­
ga geçilen ve defedilen- Çeçenistan'daki askerlerin anneleri­
dir ( 1 995 tarihli Milli Barış Konseyi broşürü).
Barış hareketlerinde kadınların özgül konumlanışı, kadın­
ların anneler olarak biyolojik ve toplumsal kuruluşlarından
çok başka bazı akıl yüıii tmelerin bir sonucu olarak açıkla­
nabilir. Birincisi, erkeklerin aksine kadınlar, hiçbir yerde as­
lında mecburi askere alınmamıştır ve onaylamadıkları savaş­
larda savaşmaya zorlanmamıştır. Orduya her zaman gönül­
lü olarak katılmışlardır. Mecburi askere alındıkları lsrail'de
bile, ne ordunun büyük bölümünü oluşturan yedek orduya
alınmışlar ne de ön cephede hizmet etmelerine izin verilmiş­
tir. Milletvekili Geula Cohen (Yuval-Davis, 1 985) , lsrail'de
kadınlar asker değilse bile askerlerin anneleri, kız kardeşleri
veya eşleri oldukları için askeri sistem içine iyice yerleştikle­
rine işaret etmektedir. Yine de sivil kadınlar, ordu mensup-

208
lan olan kadınların maruz kaldığı baskılara ve yaptırımla­
ra maruz kalmaksızın militarizmi ve savaşı protesto etmekte
biraz daha serbesttirler.
ikincisi bazı kadınlar, daha genel feminist inançlarının
parçası olarak, savaş-karşıtı ve anti-militarist hareket için­
de özerk olarak örgütlenmeyi tercih ederler ki böylece daha
iddiacı olabilecek ve karışık bir organizasyonda erkeklerce
gölgelenemeyecek ve yıldınlamayacaklardır. Yine de benzer
siyasi hedefleri olan erkek gruplarla, karışık gruplarla ve ör­
gütlerle işbirliğine ve yakın çalışmaya yatkındırlar.
Üçüncüsü bazı kadın anti-militarist ve savaş-karşıtı grup­
lar, erkek maçoluğu ve şiddetinin egemen olduğunu düşün­
dükleri ataerkil toplumsal sisteme karşı toptan mücadelele­
rinde, kendi anti-militarist mücadelelerini öncü olarak gö­
rürler. Greenham Common kadınlarının sloganlarından bi­
risi olan "oğlan çocukların elinden oyuncaklarını alın" slo­
ganı, bu tür bir yaklaşımı simgeleştirebilir.
Bu tür bir görüş, feminizm, anti-militarizm ve pasifizm
arasında otomatik bir bağlantıya yol açabilir (Feminizm
ve Şiddet Karşıtı Çalışma Grubu, 1983). Birinci ve Üçüncü
Dünya feministlerinin biraraya geldikleri uluslararası kon­
feranslarda bu mesele etrafında çoğunlukla tartışma çıkar.
Üçüncü Dünya'dan feministler, basitleştirmeci evrenselleş­
tirilmiş "terörist" kavramına ve şiddet kampanyalarının ki­
min tarafından ve neden yürütüldüğüne bakılmaksızın şid­
detin her türünün otomatikman kınanmasına haklı olarak
karşı çıkarlar (Robyn Morgan, 1 989) . Ayrıca baskı altın­
daki insanlar milli kurtuluş sadece silahlı mücadele yardı­
mıyla kazanılabileceği için, anti-militarist olma lüksünü gö­
ze alamadıklarını öne sürerler. Ilginç bir şekilde Sara Rud­
dick ( 1 993) bu iddiaya sıcak bakmaktadır çünkü "güçsüz
veya damgalanmış bir grup için savaşma hakkı... önemlidir"
( 1983: 472) der. Böyle bir taviz, Ruddick'in genel politika-

209
sından çok uzak görünen, şiddet kullanarak ataerkilliğe di­
renmek için kadınlan teşvik olarak yorumlanabilir.
Bunu ayrıntılı olarak tartışmak için burada yeterli yeri­
miz yok. Bununla birlikte Üçüncü Bölüm'de tartışıldığı üze­
re, şiddet yoluyla "erkekliklerine sahip çıkmaya" davet edi­
len baskı altındakilerin bu Fanoncu ideolojisi, kadın nefre­
ti duygusunun birçok yorumuyla beslenen maço ideoloji­
lerden çeken birçok siyah kadının ve Üçüncü Dünya kadı­
nının zarannadır. Güçsüzler, toplumdaki iktidar ilişkileri­
ni dönüştürmekten ziyade iktidar kazanmak için mücade­
le ettiği sürece, sözde "milli kurtuluş", çoğunlukla yeni top­
lumsal düzende kadınlara ve öteki dezavantajlı gruplaşma­
lara sadece daha çok baskı getirir. Bazen baskı ve işgale kar­
şı mücadelede tek açık yol silahlı mücadele yolu olsa da, bu
mücadelelerin örgütlenme biçimleri, hedefleri ve toplumsal
örgütlenişleri hayatidir. Bunlar sonraki bölümde tartışılacak
hususlardan bazılandır.

Sonuç

Bu bölümde ordulann ve savaşlann cinsiyetlendirilmiş ka­


rakterleri tartışılmaktadır. Kadınlann askere resmen alınış­
lannın ölçüsü gibi, kadınların farklı ordularda farklı tarihsel
bağlamlarda yerine getirdikleri özgül görevler de değişse de,
toplumsal olarak en ilerici şekilde örgütlenen milli kurtuluş
ordulannda veya Batılı profesyonel ordularda bile, erkekler­
le kadınlar arasındaki ayrımcı iktidar ilişkileri ortadan kalk­
maz. Üstelik Eritre ve Tigre'deki gibi birkaç kurtuluş ordu­
su dışında, kadınların "erkeklerin rollerini" yerine getirme­
lerine az ya da çok "izin verilmesine" rağmen, askeri tekno­
lojik yeniliklerin, kadınların dışlanışının biyolojik gerekçe­
lerle haklı gösterilişini demode kıldığı bir zamanda bile cin­
sel işbölümü işlemeye devam etmektedir. Bu teknolojik ye-

210
nilikler, muharebe kuvvetlerinde fiziksel gücü daha önem­
siz kılmakla kalmamış, aynı zamanda kadınların orduda ge­
leneksel olarak yaptıkları memurluk rollerinin çoğunu da
ortadan kaldırmıştır.
Bununla birlikte bu düşünceler, günümüzün birçok sava­
şında özellikle de Cooke'un (1993) postmodem dediklerin­
de, hala sadece marjinal kalmaktadır. Bu savaşlarda savaş­
mak ve ölmek üzere seçilenler erkeklerdir ve vahşi saldırıla­
rın ve tecavüzün ardından kendilerinin ve çocuklarının ha­
yatta kalması için mücadelelerini sürdürmek zorunda olan,
kendilerini yerlerinden edilmiş mülteciler olarak bulan ve
toplumsal hayatın tüm öteki veçhelerini yaşatmaya devam
edenler de kadınlardır.
Feministler, sağlayabileceği toplumsal güç ve kaynaklara
eşit erişim kazanmak ve böylece Marshalkı anlamda "cema­
atin tam üyeleri" olmak için kadınların erkeklerinkine eşit
düzeyde orduya girmeleri için feministler olarak mücadele
edip etmeme gereği konusunda bölünmüşlerdir. Bazıları, fe­
ministler olarak kendi cemaatlerini ve devletlerini militariz­
me ve savaşa karşı etkilemek yönünde özel bir rolleri oldu­
ğunu iddia ederler. Sara Ruddick gibi bazıları ise, -kadınla­
rın ordunun militarist oluşuna son vermek üzere orduya gö­
nüllü girmeleri için- her ikisini de gerekli bulurlar.

Birçok insan, askere alınanların, kendileri yazılan gönül­


lülere kıyasla savaşmaya daha az istekli olmaları nedeniy­
le mecburi askerliği destekler. Kadın neferler savaşmak
için özellikle isteksiz olabilirler, aileleri onlan savaş alanın­
da görmekten dehşete düşer. "Barışçı" bir ordu, sadece en
gerekli ve açıkça haklı savaşlarda dövüşür, mümkün oldu­
ğunca insanca ve kısa dövüşür ve savaşında daha yıkıcı ge­
leneksel silahlara veya nükleer silahlara sıçrama şansını ar­
tırmak için hiçbir şey yapmaz. ( 1 983: 476)

211
Bu elbette umutsuzca idealleştirilmiş bir kadınlık kavra­
mıdır. Çünkü defalarca keşfedildiği üzere (ve sadece Marga­
ret Thatcher'a işaret ederek değil) kadınların konumlanışla­
rı, iktidar açısından erkeklerinkinden farklı değilse, davra­
nışları da farklı olmaz.
Yine de bu, kadınların ordudaki varlığının, ordunun top­
lumsal ve siyasi rolünü etkileyemeyeceği anlamına gelmez.
Eğer savaşlar "kadınlarveçocuklar" uğruna yapılıyorsa (En­
loe, 1 990) , kadınların erkeklerin yanında eşit konumda
oluşları, en azından bu mazohist mitin bir kısmını zayıfla­
tabilir (Stiehm, 1989) . Birçok feministin yaptığı gibi, kadın­
ların "vatansever görevlerini yerini getirmek" ve tam vatan­
daşlık hakkını kazanmaları arasında gerekli bir bağlantı gör­
müyorum. Yine de cemaate tam üyelik anlamında, vatan­
daşlığın da özgül bir tarihsel bağlam içinde mecburi asker­
liği kapsayabilecek sorumluluklar ve ödevler içerdiğini ve
içermesi gerektiğini ve ordudan dışlanmanın tıpkı gece nö­
betlerinden ve sivil emek piyasasındaki öteki sözde tehlike­
li mesleklerden dışlanmak gibi, patemalist olduğunu ve ço­
ğunlukla kadınların toplumsal konumlanışlarına zarar ver­
diğini düşünüyorum.
Bununla birlikte ordudaki toplumsal cinsiyet ilişkilerine
dair hiçbir tartışma, "kadınlar" ve "erkekler" tartışmasının
bu genel düzeyinde kalamaz. Ordularda ve savaşlarda öz­
gül kadın bireylerin ve kadın gruplaşmalarının konumlanış­
ları için milliyet, etnisite, ırk, sınıf, bölge, yaş ve yetenek ay­
rımları -erkeklerinki gibi- hayatidir. Ve bu özgül toplum­
sal ilişkileri incelemeden, kadınların ve erkeklerin bu temel
toplumsal ve siyasi arenalarda nasıl etkilendiklerine ve etki­
lediklerine dair anlayışımız sadece kısmi ve yanıltıcı olabilir.

212
ALTiNCi BÔLÜM
KADINLAR, ETN1S1TE VE GÜÇLENDİRME:
ÇAPRAZLAMA SİYASETE DOGRU

Kitabın önceki bölümlerinde, toplumsal cinsiyet ilişkile­


rinin milli ve etnik süreçleri etkileme ve bunlardan etki­
lenme biçimlerinden bazıları incelenmiştir. Bu tür bir bo­
yut, milletin biyolojik yeniden üretimidir (lkinci Bölüm'de
incelendi) . Meşru babalık çoğunlukla bir milli veya din­
sel topluluğa üyeliğin bekçisi olmasına rağmen, toplulu­
ğun taşıyıcıları kadınlardır. Üreme hakkındaki farklı mil­
li söylemlerde, kadınlar az ya da çok çocuk sahibi olmaya
teşvik edilir, bundan vazgeçirilir hatta bazen de buna zor­
lanır. Bir yandan "insan iktidardır" söyleminin bir sonucu
olarak, millet büyüyebilsin ve düşmanlarını yenebilsin di­
ye daha çok çocuk sahibi olmaları istenirken, bir yandan
da Malthusçu söylem ile çocukları, milletin sunabileceğin­
den daha fazlasını alacak bir tehdit olarak görülürler. Bu­
nunla birlikte daha çok ya da az çocuk sahibi olma çağrı­
sı, her sınıftan, yetenekten ve etnik gruplaşmadan tüm ka­
dınlar için aynı sayılmaz. "Milletin kalitesi uğruna" "doğ­
ru" etnik kökenden, yüksek sınıftan eğitimli kadınları da­
ha çok çocuk sahibi olmaya davet eden, yoksul, engelli ve

213
etnik azınlık kadınlarının çocuk sahibi olmasını mümkün
olduğu kadar engelleyen öjenist söylemde bu aynın, en aşı­
n ifadelerle formüle edilir.
Yine de kadınlar milletin sadece biyolojik yeniden üre­
ticileri olmayıp, aynı zamanda da kültürü çocuklara ilet­
mekten ve "yuva"yı özgül bir kültürel biçimde kurmaktan
sorumlu "kültür" muhafızları olma görevi verilmiş, mille­
tin kültürel yeniden üreticileridir. Üçüncü Bölüm'de, "kül­
türün" çeşitli etnik ve milli projelerde bir kaynak olarak
kullanılma biçimleri ve bu tür projelerde kadınların mil­
li "öz"ün, birliğin ve özgürleşmenin sembollerinin yanısı­
ra etnik, milli ve ırksal farklılığın sınır muhafızları olarak
nasıl kuruldukları incelenmiştir. Bu kadınlık kurguları, ço­
ğunlukla milli egemenlik ve direniş ilişkilerinin kaynaklan
olarak kullanılmaktadır.
Herhangi bir toplumdaki tüm kadınlar aynı biçimde ku­
rulmazlar. Etnisite, ırk, sınıf, yaş, yetenek, cinsiyet ve başka
şeylere dayalı diğer toplumsal ayrımlar cinsiyet aynmlanyla
çakışır; böylece kadınlar farklı eyleyiciler tarafından erkek­
lerden farklı olarak kurulsa ve muamele edilseler de "erkek­
ler" de "kadınlar" da toplumsal eyleyiciler veya toplumsal
nesneler olarak homojen kategoriler oluşturmazlar. Bu ko­
nu, vatandaşlık ve farklılık hakkındaki Dördüncü Bölüm'de
incelenmiştir. "Cemaate tam üyelik" olarak tanımlanan va­
tandaşlık, kişinin yerel, etnik, milli ve ulusüstü cemaatle­
re üyeliğinin, (buna indirgenemese de) cinsiyetlendirilmiş
devlet vatandaşlığını kurduğu çok katmanlı bir kurgu ola­
rak incelenmiştir. Aynca o bölümde, vatandaşlık türlerinin
özeVkamusal ve pasif/aktif olarak kabul edilmiş bazı aynm­
lan da incelenmişti.
Vatandaşlık hem haklan hem de ödevleri kapsar. Nispe­
ten son zamanlara kadar resmen erkek vatandaşların öz­
gül alanı olan insanın vatanı için ölmeye hazır olması, er-

214
kekliklerin kuruluşunda merkezi bir yer işgal eden en yük­
sek vatandaşlık görevi sayılmıştır. Beşinci Bölüm'de ordu­
ların ve savaşların cinsiyetlendirilmiş karakteri ve -önce­
ki bölümlerdeki gibi- bunların toplumda farklı konumlan­
dırılan kadınlar ve erkekler üzerindeki farklılaşmış etkile­
ri incelenmiştir.
Bu sonuç bölümünde, önceki bölümlerdeki incelemeler­
den çıkarılabilecek siyasi sonuçların bazılarını incelemek is­
tiyorum. Daha özelde ise kadınların toplumsal ve özellikle
de milli bölünmeleri dikkate alındığında feminist dayanış­
manın ne ölçüde mümkün olduğunu incelemek istiyorum.
Bunu yapabilmek için, önce milliyetçi ve feminist hareketler
arasındaki karşılıklı ilişkileri inceleyeceğim. Sonra da farklı­
lığın ötesinde genel dayanışma meselesini inceleyip, çapraz­
lama siyaset kavramını tanıtacağım.

Feminizm ve Milliyetçilik

1986'da Kumari Jayawardena Feminism and Nationalism in


the Third World (Üçüncü Dünyada Feminizm ve Milliyetçi­
lik) kitabını yayımladı. Bu, sadece tartıştığı özel hareketler
hakkındaki bilgimize ve anlayışımıza önemli katkılarda bu­
lunduğu için değil, aynı zamanda da yok denecek kadar az
feminist araştırmacının yaptığı şekilde bu iki toplumsal ha­
reketi karşılıklı ilişkili olarak kurması nedeniyle çok önem­
li bir kitaptı.
Batı'da 1970'lerde ve 1 980'lerde ikinci dalga feminizmin
doğuşundan beri, uluslararası konferanslarda "Birinci" ve
"Üçüncü" Dünyalardan kadınlar arasındaki diyalogsuzluk
sürekli tekrarlanmaktadır. Bir taraf, kadınların özgürleşme­
sini, feminist hareketin önceliklVtek hedefi olarak görmek­
tedir. Öteki taraf ise buna, kendi halkları özgür olmadan,
kadınların özgürleşmesinden bahsetmenin anlamsız oldu-

215
ğu karşılığını vermektedir: kendi erkekleri baskı altınday­
ken, nasıl erkeklerle eşitlik için mücadele edebilirler ki? Bu
bir sağırlar diyaloğuydu. Hegemonik bir topluluğun üyele­
ri olan Batılı feministler için, topluluğa üyelikleri ve bunun
kendi konumlanışlarına olan etkileri çoğunlukla görünmez
kılınırken, Üçüncü Dünya kadınları boyun eğdirilmiş bir
topluluğun parçası olmayı şiddetle deneyimlemiş ve çoğun­
lukla kendilerine feministler olarak örgütlenmek için özerk
bir alan bile bulamamışlardır. Batılı feministlerin kendi mil­
li topluluklarına bağlılıkları ölçüsünde, bu zıt bir bakış açısı
idi. Bu kadınlar, "bir kadın olarak vatanım yoktur" iddiasın­
daki Virginia Woolfa katılmakla kalmayıp, Vietnam Savaşı
karşıtı hareket, medeni haklar mücadelesi ve öteki sömürge
karşıtı ve solcu hareketler ve daha sonra da Greenham Com­
mon'dakine benzer kadın barış hareketleri gibi hükümet
karşıtı siyasi hareketlere katılmışlardır. Bu durum, bireysel
kadınlar ve bunların toplulukları -ve o zamanki hükümetle­
ri- arasındaki ilişkiler hakkında her iki tarafta da çok farklı
varsayımlar doğurmuştur.
Üstelik bu diyalogsuzluk içinde, Üçüncü Dünya kadınlan
Batılı kadınların onlara barbarca gelenekler ve boyun eğiş gi­
bi görünen açılardan kendilerini kurduklarını ve içinde bu­
lundukları toplumsal ve ekonomik bağlamı dikkate alma­
dıklarını hissederler. Üçüncü Dünya kadınları, muhayyel
özgür beyaz liberal demokrasiyle bağlantılı olarak, "sorunla­
rı" veya "kazanımları" açısından tanımlanmaktadır. Bu, on­
ların (ve "liberal demokrasi"nin) tarihten çıkarılması, on­
ların zaman ve uzamda dondurulması ve Batılı feminist et­
hosunda eğitilmesi ve terbiye edilmesi gereken siyaseten ol­
gunlaşmamış kadınlar olarak sürekli kurulmaları etkisine
sahiptir (Amos ve Parmar, 1984 : 7) .
Örneğin Mohanty (1991: 57-8) , feministlerin yazılarında,
Üçüncü Dünya kadınlarının, kadın sünneti ve çeşitli erkek

21 6
şiddeti biçimleri gibi meselelerin tartışılmasında nasıl ör­
nek kurbanlar olarak "dondurulduklarını" anlatır. Lata Ma­
ni ( 1989) , Hindistan'daki sati ile ilgili olarak benzer bir olgu
hakkında yorumda bulunmuştur. Belli toplumsal ve kültü­
rel uygulamalara onları soyutlayarak odaklanmak, belli uy­
gulamaların süregelen varlığının bu toplumlardaki kadınla­
rın hayatları üzerinde sahip olduğu uzlaşmaya dayalı alışve­
rişleri gözardı eder. Örneğin kadınların kendi başlarına ya­
şamalarına izin verilmeyen ve boşanmanın/terkedişin erkek­
ler için kolay olduğu bir toplumda, süregelen mevcut çokeş­
lilik, bu tür bir sistemde kendi toplumsal statülerini ve rızk­
larını kaybetmeyen yaşlı kadınlar için, kendi erkek kardeş­
lerinin ailelerinin insafına terkedildikleri tek-eşliliğe kıyasla
çok daha iyi bir seçenek olabilir.
Kumarijayawardena'nın kitabı, "feministler" ve "milliyet­
çiler" arasındaki bu açmazda muhtemel bir sona işaret et­
miştir. Kitap, kişinin milli kurtuluş hareketine sadakatinin,
illa da kendi toplumlarındaki kadınların konumlarım iyileş­
tirmek ve dönüştürmek için mücadele etmemeleri anlamına
gelmediğini Batılı feministlere göstermiştir. Kitap aynı za­
manda feminizmin özgül olarak Batılı bir olgu olmadığına
da işaret etmiştir.
l 980'lerde ve l 990'larda uluslararası feminist sahne hem
Batı'da hem de Üçüncü Dünya'da tıpkı bunların arasındaki
ilişki gibi önemli değişikliklere maruz kalmıştır. Büyük öl­
çüde Batılı feministlerin etnosantrizmine, çoğunlukla ırkçı­
lığına içerden meydan okuyan (bkz. örneğin Feminist Revi­
ew, 1 984; hooks, 1 98 1 ; Mohanty vd. , 199 1) siyah feminist

hareketin Batı'da doğuşu sayesinde, beyaz Batılı feministler


arasında, kadınların farklılık ve çokkonumluluk meseleleri­
ne artan bir duyarlılık gelişmeye başlamıştır. Kültürel, edebi
ve toplumsal akademi içinde hegemonik konumlara ulaşan
postyapısalcı ve postmodernist yapıçözümcü eleştirel ku-

217
ramlann gelişimi de buna çok yardımcı olmuştur (Nichol­
son, 1 990; Weed, 1989) . Bununla birlikte, bu farklılığa kar­
şı duyarlılık, çoğunlukla tüm sorunsallığıyla çokkültürcülü­
ğün feminist bir versiyonu halini almıştır.

Kimlik Siyaseti ve Çokkültürcülük

'Çokkültürcülüğün' feminist versiyonu, beyaz orta sınıf


Batılı kadınların hegemonik deneyimlerinden yola çıka­
rak oluşturulan eski feminist kadınlık kurgularının yerini
alan bir "kimlik siyaseti" şeklinde gelişmiştir. Cinsiyet ve
toplumsal cinsiyet -ilki sabit biyolojik bir kategori, ikinci­
si değişken kültürel bir kategori olarak tanımlanır- arasın­
daki aynının kullanımının siyasi açıdan önemine rağmen
(kuramsal olarak bir nebze sorunlu olsa da: bkz. Birinci
Bölüm'deki tartışma) feminist "bilinç-yükseltme" tekniği,
tatbik edilirken ve tartışılırken yaratılan ve yeniden yaratı­
lan bir gerçeklikten ziyade, kadınların keşfedilmesi ve son­
ra da değiştirilmesi gereken fiili ezilişini, siyasi faaliyetin
temeli olarak varsayar (Yuval-Davis, 1 984) . Üstelik kadın­
ların ezilişi gerçekliğinin, aynı çıkarlara sahip temelde ho­
mojen bir toplumsal gruplaşmayı oluşturduğu düşünülen
tüm kadınlarca paylaşıldığı varsayılır. Kadınların bireysel
kimlikleri, kadınların kolektif kimliğine eşdeğer sayılır ha­
le gelmiştir, halbuki farklılıklar hareket içinde hegemonik
gücü elinde tutanlar tarafından kabul edilmekten ziyade,
artan bilinçliliğin farklı düzeylerinin yansımaları olarak
yorumlanmaktadır. Son yıllarda birçok kadın hareketi ta­
rafından bu konumun yanlışlığı büyük ölçüde kabul edil­
mesine rağmen, buna çözüm olarak çoğunlukla siyah ve
beyaz kadınlar, orta sınıf ve emekçi kadınlar veya kuzeyli
ve güneyli kadınlar gibi birtakım özselci farklılık kavram­
ları geliştirilmiştir. Bu idealleştirilen grupların her birinde,

218
"keşfedilen" homojen gerçekliğe dair varsayımlar genellik­
le işlemeye devam etmiştir. "Kimlik siyaseti" toplumsal ka­
tegorileri ve gruplaşmaları sadece homojenleştirmeye ve
doğallaştırmaya değil, aynı zamanda değişen kimlik sınır­
larını, iç iktidar farklılıklarını ve çıkar çatışmalarını inkar
etmeye de eğilimlidir. Paul Gilroy'un yaptığı gibi ( 1 994 ta­
rihli The Black Atlantic kitabının özsözünde) , bu tür bir öz­
selci kurgunun Gayatri Spivak (1993) türü "stratejik özsel­
ciliğin" bir sonucu olabileceğini vurgulamak önemlidir. Bu
tür kategorilerin siyasi mobilizasyon açısından "keyfi kısıt­
lamalar" (Stuart Hall'un kullandığını duyduğum bir ifadey­
le) içerdiği kabul edilirken, bu kategoriler, toplumsal hare­
ketler ve devlet politikaları uygulamaları aracılığıyla somut
hale gelirler. Kategorilerin bu tür somutlaştırılmış kurgu­
sunun reddedilişi, bireysel ve kolektif konumlanış mülaha­
zalarının topluluklar arasındaki ve içindeki iktidar ilişkile­
rinin ve bunların sahip oldukları kültürel, siyasi ve ekono­
mik kaynakların, herhangi bir siyasi ittifakın kuruluşunda
taşıması gereken temel önemi inkar etmez.
Bu "keyfi kısıtlamaların" , saklamaya yardımcı olduğu
farklılıklardan birisi, sınıf farklılıklarıdır. Bunlar basitçe, Ba­
tılı feministlerin, kendi toplumlarındaki kadınların bile (sık
sık işaret edilen) çok özgül "kadın çıkarlarını" temsil eden
yüksek eğitimli beyaz orta sınıf kadınlarca temsil edilmesiy­
le sınırlı değildir. Üçüncü Dünya kadınlan, çoğunlukla ken­
di toplumlarında çok daha yüksek tabaka çevrelerden gelen
kadınlarca temsil edilirler: sömürge sonrası toplumlarda,
çoğunlukla yönetici elitlerin ailelerinden gelirler. Bununla
birlikte, Birinci ve Üçüncü Dünya feminist kadınlan arasın­
da çok nadir belirtilen farklılıklardan birisi, Üçüncü Dünya
kadınlarının, ev hizmetçilerinin Batılı feministlerin evlerin­
dekinden daha yaygın bir uygulama olduğu ailelerden gel­
meleridir. Aynı zamanda da elbette Batılı orta sınıf meslek

219
sahiplerinin, çoğunlukla ezilmiş etnik ve göçmen topluluk­
lardan gelen çocuk bakıcılarını, dadıları ve kahyaları ücret­
li çalıştırma uygulaması da gittikçe yaygınlaşmaktadır. Mil­
li ve uluslararası kimlik siyasetine özgü diğer bir sorun da,
temsil sorunudur. Başka yerlerde de tartıştığım gibi (Cain ve
Yuval-Davis, 1990; aynca bkz. Dördüncü Bölüm'deki tartış­
ma) , feminist ve öteki cemaat aktivistlerinin bu tuzağa düş­
memelerinin tek yolu, kendilerini kendi gruplarının temsil­
cilerinden ziyade taraftan olarak görmeleridir. Yine de taraf­
tar olarak bile, kendi özgül konumlanışlarının hem kendi
toplumlarındaki öteki kadınlara hem de karşı karşıya geli­
nen öteki katılımcılara ilişkin olarak çokkatmanlılığının bi­
lincinde olmaları gereği önemlidir.

Uluslararası Kadın Aktivizmi

l 980'lerde Batı'da olduğu gibi, Üçüncü Dünya'da da bir fe­


minist farkındalık gelişmiş ve kadınlar çeşitli devrimci ve
özgürlükçü toplumsal hareketler içinde özerk olarak ör­
gütlenmiştir (örneğin bkz. Rowbotham, 1 992; Wieringa,
1995). Bu durum, birçok Üçüncü Dünya toplumunda ka­
dınların desteklenmesi ve konumunun dönüşümü arayı­
şına yeni bir meşruiyet getirmiştir. Bu açıdan BM Kadın
On Yılı ve çeşitli ülkelerdeki yerel kadınlan güçlendirme­
yi özellikle amaçlayan çeşitli kadın sivil toplum örgütleri­
nin (STÖ) artışı özel bir öneme sahiptir (Afshar ve Den­
nis, 1 992; Ashworth, 1995; Vargas, 1 995). Bu STÖ'ler ço­
ğunlukla tabandan gelen kadınların sağlık, üreme hakla­
rı ve çocuk bakımı gibi kadınların "geleneksel" meşguli­
yetleri çevresinde örgütlenmelerinden doğmaktadır, ancak
kadın kooperatifleri ve hatta kadın bankaları gibi kadınla­
rın ekonomik olarak bağımsız olmaları için güçlendirilme­
sini doğrudan amaçlayan girişimler de olmuştur. Bazı ka-

220
dm STÖ'leri, geleneksel düşünceler etrafında örgütlenme­
ye başlar, daha sonra Peru şehirlerinde kadınların komünal
mutfakları gibi, tabandan gelen güçlü siyasi örgütlenmele­
re dönüşürler. Ötekiler ise Hindistan'da Andhra Pradesh
eyaletindeki ve Brezilya'daki kadın polis karakolları gibi
"kadın-dostu" devlet kurumlarının kuruluşu için baskı uy­
gular veya hala ülkenin "geleneklerinin" sınırları dahilin­
de kabul edilebilir görülen ama kadınların haklarını garan­
tileyen kanuni değişiklik için kulis yaparlar (örneğin Sri­
Lanka'daki durum gibi; bkz. Helie-Lucas, 1993; Sri-Lanka­
lı kadın örgütlerinin savaştaki rolü hakkında bkz. Abeye­
sekera, 1994) . Bu STÖ'lerin birçoğunun uzun süre ayakta
kalabilmesini ve yerel baskılardan nispeten özerkliğini sağ­
layan şeylerden birisi, denizaşırı yardım örgütlerinden sağ­
lanan fonlar ve öteki ülkelerdeki feminist örgütlerin ve ağ­
ların daha kişisel desteği ve dayanışmasıdır (örneğin Wo­
men Living Under Muslim Laws ve Women in Black ağla­
rı gibi) . Bu durum çoğunlukla, bu örgütlerin faaliyetleri­
ne karşı olan özellikle yerel ataerkil grupların, bu örgütle­
rin hain ve Batı emperyalizminin maşasından başka bir şey
olmadıklarına dair suçlamalarını tahrik etmektedir. ikinci
Bölüm'de de tartışıldığı gibi, kadınların üreme haklan me­
selesiyle ilgili olarak bu örgütlerin bazıları aslında, birçok
kadına çok zarar veren nüfus kontrol araçlarından başka
bir şey olmadıklarını kanıtlamışlardır. Yine de 1 994 tarihli
BM Kahire Konferansı'nda açığa çıktığı üzere, birçok öteki
STÖ, tamamen bu tür politikalara karşı koymak üzere ör­
gütlenmiştir. Öteki siyasi örgütler gibi STÖ'lerin de toptan
olumlu veya olumsuz bir şeyden ziyade kendi özgül pro­
jelerine ve uygulamalarına göre değerlendirilmesi gerekir.
Bununla birlikte Güney'deki STÖ'lere üye kadınlan, Batılı
feministlerin kuklaları olarak görmek, Batımerkezci bir kli­
şe olur. 1 993 Rio Çevre Konferansı, 1994 Viyana insan Hak-

221
lan Konferansı, 1994 Kahire Nüfus ve Kalkınma Politikala­
rı Konferansı ve 1995 Pekin Kadın Konferansı gibi son za­
manlardaki BM Konferanslarında en örgütlü, en açık siyasi
gündemle çalışanlar, özellikle Güney Asya ve Latin Ameri­
ka gibi sömürge sonrası ülkelerden gelen kadın grupları ol­
muştur. Aynı zamanda kendilerininkiyle uyumlu gündem­
leri olan Batılı kadın gruplarıyla işbirliği düzeyleri de artmış­
tır. "Kadın haklan, insan haklarıdır" sloganı etrafında Viya­
na, Kahire ve Pekin'de düzenlenen kurullar, bu tür bir işbir­
liğinin güzel örnekleridir. Bu kurullar, lkinci Dünya Sava­
şı "fahişelerinin" tazmini için yürütülen Japon kampanya­
sı; Perulu Flora Tristan örgütü; erkekler ve kadınlar arasın­
daki eşitliği destekleyen Cezayir derneği; Pakistan Lahor'da­
ki Shirgat Gah merkezi; ve daha birçoklarını da içeren Ku­
zey'deki ve Güney'deki çeşitli kadın örgütleriyle yakın iş­
birliği içinde ABD'deki Rutgers Üniversitesi'ndeki Kadınla­
rın Küresel Liderliği Merkezi tarafından düzenlenmiştir. Bu
grupların kampanyalarının bir sonucu olarak, bu tür "ka­
dın meseleleri" BM insan haklan gündeminin resmi parçası
haline gelmiştir ve örneğin savaşta tecavüz artık sadece bir
"şeref suçu" olarak gönllmemekte, işkence biçimlerine da­
hil edilmektedir.
Bununla birlikte yukarıdaki tablo, günümüz dünyası fe­
minist hareketlerinin ve kadınların durumunun güllük gü­
listanlık olduğu izlenimini verebilir. Oysa durum bundan
oldukça uzaktır.

Geri Tepme

"Geri tepme" (bachlash) terimini Susan Fal udi ( 1 992) ,


ABD'de kadınların konumuyla ilgili önemli bir geri adım ve
tehdit olarak düşündüğü şeyi tanımlamak için kullanmıştır
(Ann Oakley ve juliet Mitchell [ 1 997) lngiltere'de aynı ko-

222
nu hakkında bir derleme yayına hazırlamışlardır) . Ancak
bu, ABD, lngiltere ve hatta tüm Batı'dan çok daha uzaklar­
da gerçekleşen bir olgudur. Bu senaryonun büyük bölümü,
erkeklerin feminizmden, kendi kadınlan üzerindeki kon­
trollerini yitirmekten ve kadınların önceden sadece erkekle­
rin alanı olan konumlara ve rollere erişim kazandıkları top­
lumda genel olarak daha az kolektif iktidar sahibi olmaktan
korkmalanyla ilgilidir. Bununla birlikte Üçüncü Bölüm'de
tartışıldığı üzere bu durum, modernite kriziyle, dinsel ve et­
nik köktenci hareketlerin doğuşuyla ilişkilendirilen tikelci,
özselci kimliklerin ve kültürlerin yeniden icadı ve kadınla­
rın kontrolünün bu kurgular içindeki kendi sembolik top­
lumsal düzenleri eksenindeki merkezi yeriyle de çok ilgili­
dir. 1994 BM Kahire Konferansı'ndaki en önemli siyasi geliş­
melerden birisi, kadınların üreme haklarına karşı ortak mü­
cadelede Katolik Papa ile lslamcı Iran arasındaki kutsal (ol­
mayan) ittifaktı.
"Eşit fırsatlar" mevzuatının yürürlükte olduğu ülkelerde
kadınların iktidar konumlarına ilerleyişi "cam tavan" ola­
rak bilinen şey tarafından durdurulurken, refah devletleri­
nin krizi ve yeniden yapılandırılması, önceki mücadelelerde
kadınların elde ettikleri toplumsal hakların ister çocuk ba­
kımı olanakları ve sosyal sigorta imkanları, isterse sağlık ba­
kımı olsun, birçoğunun kaybedildiği anlamına gelir. Bu açı­
dan -hem siyasi hem de sembolik olarak- kadınların üre­
me haklan ve özellikle de yasal kürtaj haklan çok önemli­
dir. Ancak mesele bundan çok daha kapsamlıdır. "Yeni libe­
ralizmin" paradokslarından birisi, "serbest piyasa" ve "mini­
mal devlet"in izinde, bir yandan "özgürlük" ve "demokra­
siyi" resmen teşvik ederken (eski Sovyetler Birliği ülkeleri­
nin yanısıra sömürge sonrası ülkelerdeki gibi) bir yandan da
refah devletinin ciddi anlamda zayıflatılışını sağlayan gele­
neksel ailevi ideolojileri desteklemesidir. Elbette uygulama-

223
da bu, kadınlann bu "demokrasilere" tam katılımdan dışlan­
malan anlamına gelir (Molineux, 1 994) . Örneğin birkaç yıl
önce Amerikan diplomatlann, Müslüman köktencilerin te­
rörist kampanyalan ve askeri bir hükümet arasında hırpala­
nan Cezayir'e gittikleri zaman, "kamu sektörünün yıkılaca­
ğı" hususunda teminat aldıklan sürece, destekledikleri Ce­
zayirlilerin özgül ideolojisinVdinini umursamadıklarının
açıkça bilinmesine izin verdiklerine dair bir söylenti mev­
cuttur (SWASWA üyeleri olan londra'daki Cezayirli kadın­
lardan duydum) .
1985 Nairobi ve 1995 Pekin BM Kadın Konferansları ara­
sında en çok gözlenen farklılıklardan birisi, Pekin Kon­
feransı'nda köktenci, dinci ve öteki "gelenekçi" grupların
yaygınlığı ve örgütlenişiydi. Örneğin Konferans sırasında
günde en az 7 tane Islamcı atölye olduğu ve Kurtuluş Or­
dusu gibi örgütlerin bile Pekin Konferansı'nda bulunmak
ve kulis yapmak için çok enerji sarfettiği söylenmişti ba­
na. Görünen o ki, önce modernleşen milli kurtuluş hare­
ketleri daha sonra da özellikle feministler için özgürleşme­
yi ve ilerleyişi simgeleyen "kadın" kategorisi, şimdi "farklı­
lığa karşı eşitlik" tartışması versiyonu, feminist konumlann
en özselci versiyonlanndan bile çok uzak olan köktenciler
ve öteki anti-modernist kuruluşlar tarafından (yeniden) sa­
hiplenilmektedir.
Şüphesiz bu gelişmelerin bir kısmı, bugünlerde "kadın
meselelerine" ayrılan kaynaklar için rekabet eden bu ör­
gütlerle ilgilidir. Southall Black Sisters'tan (SBS) aktivist­
ler, londra'daki Asyalılar arasında ev içi şiddet meselele­
ri üzerinde çalışmaya başladıklarında, "cemaat liderleri­
nin" , böyle bir şey olmadığı, olsa bile ırkçılara koz verme­
mek için ifade edilmemesi gerektiği bahanesiyle faaliyetle­
rine nasıl karşı çıktıklannı anlatırlar. Yine de hem bu alan­
da SBS'nin çalışmasının "cemaat" içinde geleneksel kontrol

224
ağlanm tehdit edecek şekilde ne kadar önemli ve başanlı ol­
duğu, hem de yerel otoriteden gelecek bir para kaynağı ol­
duğu açıkça ortaya çıktığında, birkaç yıl içinde bunlann ta­
vırlan tamamen değişmiştir. SBS'nin "cemaat"in "otantik"
temsilcileri olmadığım iddia ederek, bu paralar için rekabet
etmeye ve bu tür kadınlar için alternatif, çok daha üyeliğe
dayalı danışmanlık hizmetleri örgütlemeye başlamışlardır.
(Sahgal ve Yuval-Davis, 1992; Southall Black Sisters, 1 990) .
Benzer şekilde öteki yerlerde de "cemaat liderleri" ve "kök­
tenciler" , yukarıda anlatılan bazı kadın STÖ'lerinin nispi si­
yasi ve ekonomik özerkliklerinin kendilerini tehdit ettiğini
hissetmektedirler.
Özerk kadın örgütlerine karşı olan ve bunları baskı altın­
da tutmak isteyenlerce çoğunlukla öne sürülen neden, bu
örgütlerin cemaatin "gelenek ve göreneklerine" ihaneti tem­
sil etmeleridir. Hem feministler ve ötekiler arasında hem de
özellikle Güney'dekiler ve diğer feministler arasında, söy­
lemlerinin ne ölçüde bu gelenek ve görenekler tarafından
kurgulanması gerektiğine dair süregelen bir tartışma mev­
cuttur.

Postmodemist Feminizm?

Tartışmanın bir yanında, feministler popüler dinsel gele­


nekleri kullanarak mücadelelerini meşrulaştırmadıkları sü­
rece, sınırlı bir şehirli eğitimli orta sınıf gruplaşmasının öte­
sine ulaşma şanslarının hiç olmayacağını hissedenler dur­
maktadır. Bu kampın öncü seslerinden birisi örneğin, Müs­
lüman feminist ve özgürlükçü bir ilahiyatçı olan Riffat Has­
san'dır ( 1993). Hassan, kadının kıvnk kaburga kemiklerin­
den çıkarak erkekten daha aşağı yaratıldığı kurucu mitine
karşı koyulmadığı sürece Müslüman kadınlar için eşitliğin
mümkün olmayacağım iddia eder. Ona göre Kuran'da Hav-

225
va'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratılışı hakkındaki
mit yer almaz ve Kuran'da Adem, başlangıçta insanlık bö­
lünmediği için hem erkek hem de dişiyi tanımlamak üzere
genel insanlık kavramı olarak kullanılmaktadır. tslam'da ka­
dınlara karşı önyargı, her zaman otantik olarak düşünülme­
yen ve Kuran doğru anlaşıldığında karşı çıkılabilecek Hadis­
lerden kaynaklanır.
Çokeşliliğe açıkça karşı çıkmadan bundan kurtulma yo­
lunu öneren Güney Afrikalı avukat, başka bir örnektir. Bu
bayan, 1 993'te yani Güney Afrika anayasası tamamlanma­
dan kısa bir süre önce, ANC'de bazı aktivistlerin "cinsiyet­
çi olmayan Güney Afrika" ve "gelenek ve göreneklere say­
gı" ilkelerine eşit ağırlık vaadedildiğini farkettikleri ve ilk il­
kenin ikincisine feda edilmesinden korktuklan zaman, dü­
zenledikleri kadınlar konferansında konuşmuştu. Avukat,
(konferansa katılan birçok kadının özellikle de "anavatan­
lardan" gelenlerin, kadınlar üzerindeki sömürücü ve küçük
düşürücü etkileri açısından acı bir şekilde şikayet ettiği) ço­
keşlilik geleneğinin zorla veya hukuki olarak kaldırılmama­
sı gerektiğini öne sürmüştür. Ancak evlilikte kadının, çiftin
mülkünün %50'si üzerinde hakkının olduğuna dair bir ka­
nunun benimsenmesi gerekir. Erkek yeniden evlenirse, ye­
ni kansıyla sadece kendi %50'sini paylaşabilir ve bu böyle­
ce devam eder.
Örneğin Müslüman feministlerin, kadınlann yargıç ol­
mak gibi, kamu dairelerine daha eşit katılımını savunduk­
lan lran'daki benzer mücadele stratejilerine Afsane Najrna­
badi ( 1 995) , "postmodem feminizm" der (benzer bir argü­
man Haleh Afshar tarafından da geliştirilmiştir, 1994) . Rif­
fat Hassan'ınkinden biraz farklı olan Najmabadi'nin argüma­
nı, "modem feminizm" ve "lslamcılık" dediği şeyler arasın­
da taktik işbirliği için bile çakışan hiçbir nokta olmayışıdır.
Diğer yandan "postmodem feminizmin" "parça odaklı" yak-

226
laşımı, kadınların eşitliği veya kadın haklanna yönelik ge­
nelleştirilmiş iddialarda bulunmaksızın özgül meseleler et­
rafında işbirliğini sağlar:

Birbirine rakip kurucu gerçekler setine savunmacı biçimde


asılarak değil, bu tür temellendirmeleri kaldırma isteği ve
örneğin Aydınlanma'nın daha yüksek bir Gerçeklik iddia­
lanndan ziyade Aydmlanma'nın etkilerini merkez alan bir
konuşma gibi çoğunlukla anlaşılması zor bir konuşma ih­
timaline yönelik pragmatizmin kirliliğini tehlikeye atma is­
teği ile İslamcı saldınya karşı konulabileceğini söylemek is­
tiyorum. ( 1995: 7)

Bu "postmodernist" yaklaşımın önemli bir dürtüsü, fe­


minizmi, yukarıda da belirtildiği gibi Batılı kültürel em­
peryalizmin bir ürünü olarak etiketleme eğilimidir. Ancak
uluslararası Islam Kanunları Dahilinde Yaşayan Kadınlar
(WLUML) ağına mensup olanlar gibi Güney'den birçok fe­
minist, bu yaklaşıma katılmamaktadır. Batılı feministlerin
etnosantrizmine ve ırkçılığına karşı mücadele ederek, ken­
dileri anti-emperyalist ve anti-ırkçı olsalar da, laik bir söy­
lem olarak feminizmden vazgeçmenin, kadınların farklılı­
ğının, eşler ve anneler olarak kendi temel toplumsal rolle­
ri içinde kurulduğu, kadınlara dair özselci homojen bir "İs­
lamcı" konumun varolduğunu kabul etmekle sonuçlanaca­
ğını hissederler (Helie-Lucas, 1993). Bunun, feministlerin
geçen yüzyılda kendi toplumlannda başardıklan önemli iş­
lerin çoğunun meşruiyetini yokedebileceğinden korkmakta­
dırlar. Üstelik birçoğu, kadın mücadelelerini kendi cemaat­
lerinin din ve kültürünün sınırlan içinde kurmanın, bu top­
luluklann bir parçası olmayıp da kendi çoğulcu toplumlan­
nın parçası olan kadınlara karşı ırksallaştınlmış dışlamalar
yaratacağını hissederler. Örneğin (The New Woman örgü-

221
tünden) bazı Mısırlı feministler, WLUML'nin politikalarını
genellikle desteklemelerine rağmen, başlığında "Müslüman"
kelimesinin göründüğü bir örgütle ilişkilendirilmenin, Müs­
lüman kökenli olmayan Kıpti ve diğer Mısırlı kadınlan ör­
gütün tam üyesi olmaktan dışlama etkisi yaratacağını hisset­
tikleri için, kendilerini WLUML ile resmen ilişkilendirmeyi
reddederler. Gita Sahgal ( 1992) , farklı cemaatlerden kadın­
ların kendi geleneklerinin hangi ögelerini (ve bu gelenekle­
rin hangi yorumlarını) saklayıp, hangilerini bir kenara ayı­
racaklarını seçecekleri alana ve özerkliğe sahip olarak bi­
rarada varolabilecekleri ve birlikte mücadele edebilecekle­
ri (Homi Bhabha'nın l 994b, "madun laikliği" adını verdiği)
"laik alanlar"a yönelik ihtiyacı tartışır.
Farklı toplumlarda, devletlerde ve cemaatlerde, kadın­
ların bu tür "laik alanlar"a girme ihtimallerinin çok değiş­
ken olması anlamında, bu tartışmanın tek bir "doğru" tak­
tiksel cevabı muhtemelen yoktur. Örneğin Mısır'da ne ka­
dar küçük ve tehdit edici olsalar da, laik alanların mevcu­
diyeti prensibi hakkında şu anda önemli bir mücadele veri­
lirken, lran'da bu mücadele en azından şu an için kaybedil­
miştir. Özgül tarihsel koşullar, tek tek feminist mücadelele­
rin biçimini ve özünü belirlemede dikkate alınmalıdır. Fark­
lı toplumlarda ve aynı toplumda farklı konumlandırılmış fe­
ministler arasındaki işbirliği ve dayanışma, bu farklılıkla­
ra duyarlı olmalıdır. lşte çaprazlama siyaset, buna ilişkindir.

Çaprazlama Siyaset

" Çaprazlama siyaset" ifadesini ilk defa Bologna'daki ltal­


yan feministler, Filistinli ve İsrailli (hem Yahudi hem Filis­
tinli) kadınlar arasında l 993'te düzenledikleri bir toplantı­
ya beni davet ettiklerinde duydum (Yuval-Davis, 1 994b) . Bu
tür bir ifadeyi zaten önceden de arıyordum. 199l'de Helsin-

221
ki'deki Birleşmiş Milletler Üniversitesi'nde Valentine Mog­
hadam tarafından düzenlenen bir konferansta, içinde "çeşit­
lilik içinde evrensellik" deyimini kullandığım, kimlik siya­
setinin eleştirisi niteliğinde bir tebliğ sundum (Yuval-Davis,
1994a: 422; aynca bkz . Jayawardena, 1995: 10). Bologna'da­
ki özerk solun belli bir kesimi tarafından uzun yıllardır açık­
ça desteklenen çaprazlama siyaset, aynı fikri az çok hantal­
ca ifade etmektedir.
Dördüncü Bölüm'de de belirtildiği üzere, çaprazlama si­
yaset, modemist/postmodemist feminist tartışmanın merke­
zinde yer alan evrensellik/görecelik dikotomisine bir alter­
natif olma amacındadır. Bu politika, yapıçözümcü kuram­
ların iddia ettiği gibi hepimizin farklı olduğunu kabul eder­
sek/ettiğimizde, nasıl ve kimle çalışmamız gerektiğine dair
hayati kuramsaVsiyasi sorulara cevap bulmayı amaçlar.
Etienne Balibar ( 1 990b), evrensel kuralların uygulandı­
ğı varsayılan kişilerin farklı konumlanışlarını gözardı eden
sözde "evrenselliğin" tabiatındaki ırkçılığa ve etnosantrizme
işaret eder. bell hooks, sözde evrensel feminist kızkardeşlik
fikriyle ilgili bu gerçeğe işaret etmiştir. Ona göre:

Kadın özgürlükçülerin ortaya koyduğu kızkardeşlik dü­


şüncesi, ortak ezilme fikrine dayandırılmıştır - kadınlann
çeşitli ve karmaşık toplumsal gerçekliğinin gerçek doğası­
nı gizleyen ve mistifiye eden yanlış ve ayartıcı bir platform.
( 1991 : 29)

Kitap boyunca görmüş olduğumuz gibi, kadınların çeşitli


ve karmaşık toplumsal gerçekliğinin birçok örnekleri mev­
cuttur. Sonuç olarak "feminist gündemin" ne olduğuna da­
ir basitleştirmeci varsayımların sorgulanması gerekir. lster
üreme haklarına ve zorunlu kısırlaştırmalara karşılık yasak­
lanan kürtajlara öncelik tanımaya, ister feministlerin baskı-

229
cı veya koruyucu toplumsal bir kurum olan "aile"ye karşı al­
maları gereken tavırlara; isterse kadınların şiddetin tüm bi­
çimlerine karşı çıkma ya da orduya katılıma yönelik kam­
panyalarda bulunma ölçüsüne ilişkin olsun, feminist siya­
setin tüm alanlarında bu meselelere ilişkin tartışmalar bu­
lunabilir (Anthias ve Yuval-Davis, 1983; 1992; Hill-Collins,
1 990; Kimble ve Unterhalter, 1982; Spelman, 1988) .
Belli etnik, milli ve ırksal topluluklara üyeliğe, sınıf, cin­
sellik ve yaşam döngüsünün aşaması gibi kadınlar arasın­
daki kimlik ve farklılığın öteki boyutlarını da eklersek,
postmodemist yapıçözümcü bir bakışa ve "herkesin farklı
olduğu"nun farkındalığına ulaşmak çok kolaylaşır. Bu, ge­
nelde kolektif bir siyasi eylemin, özelde de feminist kolektif
eylemin, bu tür bir yapıçözümcü analitik bakış açısı geçer­
li kabul edildiğinde mümkün olup olmayacağına dair şüp­
heler uyandırır (bkz. Michele Barret ve Mary Mclntosh'un
( 1 985) Anthias ve Yuval-Davis [ 1983] eleştirisi, aynca bkz.
bell hooks, 199 1 ) . Etkili siyaset ve yeterli kuramsal analiz­
ler doğal olarak birbirine zıt mıdır? Bu soruya esas cevabım,
Gayatri Chakravorty Spivak'ınkiyle aynıdır. Spivak şunu id­
dia eder:

Yapıçözüm, eyleme geçiren birliklerin yararına karşı çı­


kan bir şey söylemez. Söylediği tek şey, yararlı olduğu için,
genelde yapıldığı gibi anıtsallaştırılmaması gerektiğidir.
( 199 1 : 65)

Ya da Stuart Hall'un özlü ifadesiyle "her kimlik, farklılığa


göre kurulur" ( 1987: 44) .
"Birimlerin" veya "birliklerin" bu tür bir siyasi sınır kur­
gusu perspektifini benimsemek, bizi sürekli tarihsel deği­
şimlerin farkında kılar ve dışlamacı siyasete izin verilme­
yecek şekilde, topluluklar arasındaki sınırlara ilişkin algı-

230
lamalarımızı yeterince esnek ve açık tutar. Aynı zamanda
da siyasi olarak felce uğramamamızı sağlar. Bu, somut ola­
rak tüm feminist (ve diğer tarzda demokratik) siyasetin, ka­
dınlar arasındaki farklılıkların tanındığı ve bu farklılıkların
seslerini duyurabildikleri bir koalisyon siyaseti biçimi ola­
rak görülmesi gerektiği ve bu siyasi "birimler"in içerisi ve
dışarısının ve bu koalisyonun sınırlarının, "kim" olduğu­
muz değil, neyi başarmak istediğimiz dikkate alınarak ku­
rulması gerektiği anlamına gelir. Caryn McTighe Musil'in
dediği gibi:

Doksanların avantajı, bu iki zıt gerçeğe eş zamanlı olarak


tutunmaktır: kadınlar olarak bizler aynıyız ve farklıyız. Bir­
liğimizi gözden kaçırmadan, kendi cinsiyetlendirilmiş ti­
kelliklerimizi kapsayan bir matriksten kendimizi ne kadar
iyi tanımladığımız, köprüleri, iktidarı, ittifakları ve muhte­
mel toplumsal değişimi belirleyecektir ( 1 990: vi)

Mesele elbette bu görevi somut bir şekilde nasıl yerine ge­


tireceğimizdir. Kapsam dahilindeki meseleleri açıklığa ka­
vuşturmaya yardımcı olmak üzere, bu görevi yerine getirme­
ye çalışan birkaç yaklaşım incelenecektir. Birçok açıdan ya­
ratıcı ve dikkatli olmalarına rağmen bunlardan iki tanesinin,
kitapta daha önce tartışılmış bazı meselelere ilişkin olarak
bazı temel kusurları taşıdığına inanıyorum; öteki ikisi bir­
birlerinden çok farklı olmalarına rağmen, sorunu etkili bir
şekilde ele almada yol gösterebilirler.
llk yaklaşım, Gail Pheterson'un ( 1 990) Bridges of Power
derlemesindeki makalede sunulmaktadır. Makale Hollan­
da'da üç karışık kadın grubunun (az çok yarıyarıya oran­
larda) kurulduğu bir deneyi anlatır: siyah ve beyaz kadınlar
grubu, Yahudi ve Yahudi olmayan kadınlar grubu ve lezbi­
yen ve heteroseksüel kadınlar grubu. Gruplar, feminist bi-

231
linç yükseltme geleneğinin olağan modelinde çalışmaktay­
dı. Pheterson şu sonuca ulaşır:

Eski baskı ve tahakküm deneyimleri, her grupta katılımcı­


ların şimdiki zaman algılayışlarını çarpıtmış ve ortak siya­
si durumlarda kendi tarihlerini paylaşmayan insanlarla öz­
deşleşmelerini engellemiştir. ( 1 990: 3)

Pheterson başanlı ittifaklar yaratmak için, baskı ve tahak­


kümü nasıl içselleştirdiğimizi kabul etme ve bunu kesintiye
uğratma ihtiyacından bahseder. Pheterson'ın konumu, etni­
siteyi sadece "kültürel malzeme"den yapılmış gibi değil, bas­
kı ve tahakkümün iktidar boyutunu kapsayacak şekilde ku­
rar. Aynca Pheterson, kadınlann farklı deneyimlerin bir so­
nucu olarak, içselleştirilmiş baskı ve tahakkümü eşzamanlı
olarak deneyimleyebileceklerini gösterir: insanlar ve kimlik­
ler tek boyutlu değildir. Diğer yandan yaklaşımı, kurulmuş­
tan ziyade keşfedilebilecek bir "nesnel gerçeklik" gibi bir şey
olabileceğini ima etmektedir. Bir "bozulma" (distortion) söy­
leminden ziyade, ideolojik konumlanma söylemi kullanılmalı
derim. Bu noktaya daha sonra tekrar döneceğim.
"Bozulma" söylemi kendi bozukluklannı yaratır. Örneğin
Pheterson bazı kadınlann (Hollanda'da değil de koloniler­
de doğan siyah kadınlann; ebeveyninden sadece biri Yahu­
di olan Yahudi kadınlann) kendi gruplanyla özdeşleşme is­
teksizliklerini tartışır ve bunu bir bozulma ve "engellenmiş
özdeşleşmeler" olarak görür. Böylesi bir perspektif, her ka­
tegori içinde özselci homojenlikler ( "siyahlar" ve "Yahudi­
ler" gibi) varsayar ve bu kadınlann kendi gruplannın öteki
üyelerinden farklı konumlanışlar içine gerçekten yerleştiril­
miş olduklannı kabul etmeyi reddeder. Üstelik bu perspek­
tif, bu kategorilerin merkeziliğinin ve öneminin farklı kadın
üyeler için aynı olduğunu varsayar ve katılımcılar arasında-

232
ki sınıf, yaş ve öteki toplumsal boyut farklılıklannı grup için
doğal olarak önemsiz sayar.
Bu tür bir yaklaşım, son zamanlann Batılı feminizminde
çok merkezi olan yukanda tartışılan, farklılığa dayalı "kim­
lik siyasetinin" tipik özelliğidir. Bu "kimlik siyasetinde" bi­
reysel kimlik, kolektif kimliğe eş hale gelir, farklılıklar ka­
bul görmekten ziyade hareket içinde hegemonik gücü elin­
de tutanlar tarafından yükseltilmiş bilincin farklı safhala­
nnın yansımaları olarak yorumlanır ve gruplararası farklı­
lık da otantik ve önemli bir şey olarak algılanır. Linda Gor­
don'un işaret ettiği gibi, bu tür özselci farklılık kavramları
oldukça dışlayıcıdır:

Tek tek gruplann ötesine ulaşan bir yorum sunma kabiliye­


timizi kaybetme tehlikesi içindeyiz ... bu, tüm . . . kadınlann
deneyimlerini yakalamamaktadır. ( 199 1 : 103)

Hatta daha da önemlisi, Bonnie Thomton Dill'in işaret et­


tiği gibi,

Örgütleyici bir ilke olarak farklılık, ilişkiyi yok eder. . . Fark­


lılık çoğunlukla aynlışı ima eder, ama bu ilişkiler sıkça ya­
kınlığı, katılımı ihtiva eder. ( 1988: 106)

Daha sofistike bir kimlik siyaseti denemesi, etkileyici New


Times derlemesinde yazan Rosalind Brunt tarafından ku­
ramsallaştınlmıştır. Brunt şunu iddia eder:

Kimlik meselesi, herhangi bir dönüştürücü projenin mer­


kezinde değilse, o zaman siyasi gündemin üzerinde yeterin­
ce "yeniden düşünülmüş" olmayacaktır ve daha da önem­
lisi, politikamız, Sol'un kendi çevresinin ötesine pek geçe­
meyecektir. ( 1989: 1 50)

233
Kişinin kendi kimliği üzerinde düşünmesi, "öznel"e dö­
nüş, Brunt için politikadan çekilmeyi değil, tam aksini ima
etmektedir: yani bir yandan sadece dik olmayıp yatay da
olan iktidar ve direniş ağlannı Foucaultcu şekilde yerleştir­
meyi, bir yandan da eylemin siyasi çerçevelerini heterojen
ve akışkan tutmayı. Brunt, "geniş demokratik ittifaklar" ve
"gökkuşağı koalisyonlan" mantığını reddeder çünkü siya­
si eylemin, "çeşitlilikteki birliğe" dayandınlması gerektiğini
ve bunun da ortak paydadan ziyade şu temeller üzerinde ku­
rulması gerektiğini öne sürer:

geniş çeşitlilikte heterojen, mümkünse antagonistik belki


de epey farklı kimlikler ve koşullar. . . kimlik siyaseti, bir sü­
rü mücadele olacağım ve olasılıkla da çok az kutlama ola­
cağını kabul eder ve bunlann hepsinde çelişki ve karmaşa­
ya davete yer verir. ( 1 989: 1 58)

Brunt, bu tür bir siyasi mücadelenin pozitif bir örneği ola­


rak, 1 984-S'te İngiliz madenci grevini kuşatan destek eylem­
lerini işaret eder. Yine de bu, isabetsiz bir örnektir çünkü
tüm pozitif özellikleriyle grev sadece madencilerin ve sendi­
ka hareketinin değil, tümden Thatcher karşıtı hareketin ezi­
ci yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
Yenilgiler ve reel politika bir yana, Brunt'ın politika mo­
deli, cazip görülebilir: bu model oldukça sofistike toplum­
sal analizin kuramsal kavrayışını içerir, esnektir, dinamiktir
ve tamamen kapsayıcıdır. Yine de tehlike, işte bu son nok­
tadadır. Brunt'ın yaklaşımının arkasında, çelişkilere ve ça­
tışmalara karşın nihai aşamada tüm popüler mücadelelerin
doğal olarak ilerlemeci olduğuna dair saf bir popülist varsa­
yım yatmaktadır. Brunt, dezavantajlı olanlar ve kendilerine
aynmcılık uygulananlar arasındaki çıkar ve siyasi farklılığın
kısıtlı sınırlanna ve doğal uyuşabilirliklerine dair bir inancı

234
öteki çokkültürcülerle paylaşır. Yukarıda da tartışıldığı üze­
re, böyle bir inanç, köktenci liderlerin yükselişi için bir alan
yaratmış ve 1980'lerde "gökkuşağı koalisyonu"nun baş des­
tekçisi olan ]esse jackson'ın (Toni Morison da dahil olmak
üzere birçok öteki ilerici siyah aktivistin yanısıra) , 1990'lar­
da köktenci, ırkçı ve cinsiyetçi "lslam Milleti"nin düzenle­
diği Washington DC'ye yapılan "Milyon Adam Yürüyüşü"ne
katılmasına neden olmuştur.
Tartışmak istediğim bir başka örnek ise, bu tür varsayım­
ların ötesine geçen feminist siyaset örneğidir. Rüşdi olayı­
nın ardından hem tüm dinlerin bu tür köktenci liderliklerine
hem de kendilerini köktenci karşıtı olarak gösteren ırkçılık
tezahürlerine karşı mücadele etmek için Londra'da düzenle­
nen Köktenciliğe Karşı Kadınlar (WAF) politikasıdır bu.
WAF çeşitli dinsel ve etnik kökenlerden kadınlan (Hıris­
tiyanlan, Yahudileri, Müslümanları, Sihleri, Hinduları vb.)
kapsar. Aynca üyelerinin birçoğu, Southall Siyah Kızkardeş­
ler (SBS), Yahudi Sosyalist Grubu ve lrlandalı Kürtaja Des­
tek Grubu gibi daha özgül etnik bağlan olan öteki örgütle­
re mensuptur. Bununla birlikte WAF'ın kuruluşuna örgüt­
sel ve ideolojik olarak önayak olan SBS'nin haricinde, kadın­
lar oraya herhangi bir grubun veya etnik kategorinin temsil­
cilerinden ziyade bireyler olarak gitmiştir. Öte yandan fark­
lı geçmişlere sahip kadınlan "asimile" etmeye yönelik bir ça­
ba olmamıştır. Etnisite ve görüş farklılıkları -ve bunların so­
nucunda farklı gündemler- kabul ve saygı görmüştür. Ancak
köktenciliğe ve ırkçılığa karşı "üçüncü yol"u savunan WAF
üyelerinin ortak siyasi tutumu takdir edilir.
Bu "üçüncü yol" Patricia Hill-Collins'in Black Feminist
Thought (Siyah Feminist Düşüncesi) ( 1 990) adlı kitabında
ifade edilen bazı fikirlerle uyuşmaktadır. Hill-Collins bu ki­
tapta, farklı gruplaşmaların gerçekliği farklı konumlanışlar­
dan gördüğünü kabul etmenin önemini tartışır. Hill-Col-

235
lins'in analizi (Donna Haraway, 1988 tarafından ayrıntılı ola­
rak incelenen "bakış açısı kuramı"nın (standpoint theory) fe­
minist epistemolojik perspektifini büyük ölçüde izler) , WAF
üyelerine rehberlik eden gündemi yansıtmaktadır:

Her grup kendi bakış açısından konuşur ve kısmi, konum­


landırılmış bilgisini paylaşır. Ancak her grup kendi doğru­
sunu kısmen algılayacağı için, bilgisi bitmemiştir [geçersiz­
den ayrı tutmak için) . . . Evrensellik değil de kısmilik, du­
yulmanın bir koşuludur; kendi konumlarına sahip olma­
dan bilgi iddialan ileten gruplar, bunlara sahip olanlara gö­
re daha az inandırıcı sayılırlar . . . Diyalog, bu epistemolojik
yaklaşımın başarısı için kritiktir. ( 1 990: 236)

Burada Hill-Collins, Marksistlerin ve birçok bilgi sosyo­


loğunun düştüğü tuzağa -bir tarafa göreceliği, diğer tarafa
epistemolojik "gerçekliğin taşıyıcıları" olarak özgül toplum­
sal gruplaşmaları yerleştirme tuzağına- düşmez. Bulunulan
yerin sabitliğinden ziyade diyalog, güçlendirilmiş bilginin
temeli haline gelir. Örneğin devletin verdiği dinsel eğitime
veya kadınların üreme haklarına ilişkin WAF kampanyala­
rı, gruptaki farklı konumlanmalardan ve geçmişlerden ka­
dınların farklılaşmış deneyimleri dikkate alınarak belirlenir.
San Francisco Körfezi alanı çevresindeki benzer örgütlenme
biçimleri, Inderpal Grewal ve Caren Kaplan tarafından 1994
tarihli kitaplarının giriş bölümünde tartışılmıştır ( Grewal ve
Kaplan, 1 994) .
Tartışmak istediğim son örnek de diyaloğa dayalıdır
-Sırplar ve Hırvatlar ve özellikle de Filistinli ve İsrailli Ya­
hudi kadınlar gibi muhalif milli grupların üyeleri olan femi­
nistlerle çalışan ltalyan feministlerce (Women in Black ha­
reketinden- özellikle de Bologna ve Torino Kadın Merkez­
lerinden kadınlar) geliştirilen bir diyalog. Bu tür bir diya-

236
log, Gail Pheterson tarafından anlatılan daha yaygın "kim­
lik siyaseti" türünden diyalogdan yüzeysel olarak çok farklı
görünmemektedir. Ancak birtakım önemli farklılıklar mev­
cuttur.
Gruplaşmaların sınırlan, özselci bir farklılık kavramı de­
ğil, somut ve maddi siyasi bir gerçeklik tarafından belirlen­
mişti. Ayrıca farklı gruplara dahil kadınlar, basitçe kendi
gruplaşmalannın temsilcileri olarak algılanmamıştı. işgalci
ve işgal edilen toplulukların üyeleri olarak bağlılıklarına iç­
kin farklılaşmış iktidar ilişkileri de dahil konumlanışları ve
geçmişleri kabul ve saygı gören ve diyaloğa katılmaları için
aranan tüm kadınlar kendilerini "mevcut iktidar ilişkileri­
nin yeniden üretimine bilinçsizce katılımı reddetmeye" ve
"anlaşmazlığa adil bir çözüm bulmaya" adamışlardı {ltalyan
ilk davet mektubu, Aralık 1990).
Diyaloğun temel perspektifi, Patricia Hill-Collins'inki­
ne çok benzerdir. Ancak terminolojisi biraz farklıdır. İtal­
yan kadınlar, anahtar kelimeler olarak "kökleşme" ve "kay­
dırma" kelimelerini kullanmışlardı. Fikir şuydu: diyaloğun
her katılımcısı, kendi üyeliği ve kimliğindeki kökleşmeyi
de beraberinde getirir, ancak aynı zamanda da farklı üye­
lik ve kimliğe sahip kadınlarla yer değiştirmek için kendi­
sini kaydırmayı dener. Bu diyalog türüne -homojen bir çı­
kış noktası varsayarak kapsayıcı değil dışlayıcı hale gelen
"evrensellik" ten ve farklı çıkış noktalan yüzünden, ortak bir
anlayışın ve gerçek diyaloğun asla mümkün olmadığını var­
sayan "görececilik"ten ayırmak amacıyla- "çaprazlamacılık"
demişlerdir.
Çaprazlamacı perspektifi geliştirirken iki husus hayati­
dir. Birincisi kaydırma süreci, benlik-merkezsizleştirilme­
sini, yani kişinin kendi kökleşmesini ve değerler bütününü
kaybedişini içermemelidir. Elsa Barkley Brown'un iddia etti­
ği üzere buna ihtiyaç yoktur:

237
Herkes başka bir deneyim içinde merkezleşmeyi, bunu ge­
çerli kılmayı ve kıyaslamaya ihtiyaç duymaksızın veya bu
çerçeveyi kendisininkiymiş gibi benimsemeye ihtiyaç duy­
maksızın bunu kendi standartlan içinde yargılamayı öğre­
nebilir. . . başka birisini merkezleştirmek için, bir başkasını
"merkezsizleştirmek" gerekmez; sürekli şekilde merkez et­
rafında dengede durmak gerekir. ( 1989: 922)

Herhangi bir koalisyon biçiminde ve dayanışma siyase­


tinde, kişinin kendi perspektifini korurken, ötekilerin duy­
gularını anlaması ve onlara saygı göstermesi hayatidir. Çok­
kültürcü türdeki dayanışma siyasetinde, eleştirel olmayan
dayanışma tehlikesi olabilir. Örneğin bu, lran Devrimi veya
Rüşdi olayı çevresinde bazı sol kesimlerin siyasetlerinde çok
yaygındı. Onlar, "cemaatin içişlerine" karışmayı "emper­
yalist" ve "ırkçı" olarak görmüşlerdi. Kadınlar, çoğunluk­
la "cemaatin" sözde temsilcilerinin ve liderlerinin kadınlar­
la ilgili politikaları belirlemelerine izin veren bu tür bir pers­
pektifin kurbanlarıdır.
llk hususu izleyen ikincisi, kaydırma sürecinin, "ötekini"
homojenleştirmemesi gereğidir. Tıpkı benzer şekilde kökle­
şen insanlar arasında olduğu gibi, öteki grubun üyeleri ara­
sında da çeşitli konumlar ve bakış açılan vardır. Çaprazla­
ma biraraya gelme, tümden öteki grubun üyeleriyle olmama­
lı, kendi farklı kökleşmeleri içinde kişinin kendisininkiyle
uyumlu değerleri ve amaçlan paylaşanlarla olmalıdır.
Bununla birlikte burada bir uyarıda bulunmak gerekir.
Özgül konumlanışlara yerleştirilmiş insanların çatışan çı­
karları her zaman uzlaştırılabilir olmadığı için, çaprazlama
siyaset her zaman mümkün değildir. Yine de eğer dayanışma
mümkünse, feminist, milliyetçi veya ırkçılık karşıtı türün­
den "kimlik siyasetinin" tuzaklarına düşmemek için, bunun
çaprazlamacı ilkelere dayandırılması önemlidir.

238
Kişi, ister kendi -bireysel veya grubu- isterse ötekilerin
uğruna savaşsın, ezilenlerin güçlendirilmesi, feminist ve
öteki baskı karşıtı siyasetin tek başına hedefi olamaz. Örne­
ğin son birkaç yıldır eski üyelerin biyografileri, özellikle de
Elaine Brown'ınki, American Black Panthers'in günlük ger­
çekliğinin parçası haline gelen "disipliner" vahşet ve şiddet
uygulamalarına ışık tutmuştur (Walker, 1 993) ; ve iddiaya
göre Winnie Mandela'nın da taraf olduğu bir gencin öldü­
rülmesi olayı, eski "iktidar çürütür" önermesinin korkunç
bir göstergesidir. Aynca bu, önceden güçsüzleştirilmiş in­
sanların iktidarı ve sadece nispi ve belli durumlara bağlı olan
iktidar için de geçerlidir.
"Güçlendirme" ideolojisi, "pozitif' iktidarı "bir şeyin ikti­
darından" ziyade "bir şey üzerinde iktidar" ile sınırlayarak bu
ikilemden kaçmaya çalışmışur (Bystydzienski, 1992: 3). An­
cak bunu yaparken, güçlendirme, bireysel ve toplumsal ara­
sındaki sınırlan kaldıran bir süreç olarak kurulmuştur. Book­
man ve Morgan'ın işaret ettiği gibi, güçlendirme kavramı

bireysel direnişten, toplumumuzdaki temel iktidar ilişkile­


rine meydan okuyan kitlevi siyasi mobilizasyonlara kadar
yayılan bir siyasi eylem tayfı ( 1 988: 4)

anlamına gelir.
Bu türde kurgulamalar, yukarıda da tartıştığımız gibi, kay­
dırılan sınırlan, iç iktidar ilişkilerini ve çıkar çatışmalarını
inkar ederek, toplumsal kategorileri ve gruplaşmaları homo­
jenleştiren ve doğallaştıran özgül bir "kimlik politikası"nı
varsayar. Ayrıca böylesi bir yaklaşımda, kültürler ve gele­
nekler, heterojen bazen de çatışan kaynak haznelerinden,
birleşik, ahistorik ve değişmeyen öze dönüşürler.
Bu kitapta, bu türden "kimlik siyasetinin" bir alternatifi
olarak "çaprazlama siyaset" fikrinin ileriyi göstereceği öne

239
sürülmektedir. "Çaprazlama siyaset"te birlik ve homojen­
liğin yerini, hem kendilerine katılanların özgül konumla­
nışlarını hem de her bir yerleştirilmiş konumlanışın suna­
bileceği "bitmemiş bilgiyi" kabul eden diyaloglar alır. Yine
de çaprazlama siyaset, diyaloğun sınırsız olduğunu ve her
çıkar çatışmasının uzlaşabilir olduğunu -]indi Pettman'ın
işaret ettiği üzere "canayakın ya da en azından hoşgörü­
lü kişisel, toplumsal ve siyasi birliktelik imkanı neredeyse
her zaman mevcut olmasına ( 1 992: 1 57)" rağmen- varsay­
maz. Çaprazlama bir diyaloğun sınırlan, mesajı iletenden
ziyade mesajın kendisi tarafından belirlenir. Başka bir ifa­
deyle çaprazlama siyaset, toplumsal kimlikleri ve toplumsal
değerleri birbirinden ayırır ve ortak değer sistemlerini pay­
laşan ve Alison Assiter'ın "epistemolojik cemaatler" dediği
şeyin ( 1 996: Beşinci Bölüm) ayn konumlanışlann ve kim­
liklerin ötesinde de varolabileceğini varsayar. Baskı ve ay­
rımcılığa karşı mücadelenin, belli bir kategorik odağı olabi­
lir (ve çoğunlukla da vardır) ancak bu, asla sadece bu kate­
goriyle sınırlı değildir.
Sadece herhangi feminist bir kampanyanın içinde yürütü­
lebileceği özgül tarihsel koşullar birbirinden birçok farklı­
lık arzedebileceği için değil, aynı zamanda da aralarında çok
ciddi görüş aynlıkları olabilecek kendini feminist olarak ta­
nımlayanlar arasında da birçok bağ olması yüzünden, femi­
nist "epistemolojik cemaati"nin ve koalisyon siyasetinin sı­
nırlarının ne olması gerektiği, zor bir sorudur. Üstelik An­
gela Davis'in işaret ettiği gibi (Davis ve Martinez, 1994: 47),
1 970'lerde kendisinin hapsedilmesine karşı yürütülen mü­
cadele, sadece onun politikasını paylaşanlarla sınırlı olsaydı,
kampanya asla başarılı olamazdı. Aynca bütün siyasi kam­
panyalar da aynı değildir. Sıkı bir resmi örgütlenmeden, gev­
şek gayri resmi ağa, ideolojik ittifaktan, tek meseleye daya­
lı koalisyona kadar çakışan değer sistemlerinin ve ortak si-

240
yasi çalışmanın farklı düzeyleri mevcuttur. Bununla birlik­
te koalisyon siyaseti biçimlerinin ve yoğunluklarının çok çe­
şitliliği, bizi kendisine "her şeyin uyduğu" postmodem "ser­
bestçe yüzen gösterenler"e (Wexler, 1990) dönüştürmemeli�
<lir. Mücadelenin önerilen hedefleri, eşitsiz iktidar ilişkileri­
ni korumak veya teşvik etmek olduğu ve özselleştirilen kim­
lik ve farklılık kavramlarının, toplumsal, siyasi ve ekonomik
dışlama biçimlerini doğallaştırdığı noktada, çaprazlama siya­
set yoktur. "Kaydırma" ve "kökleştirme" süreçleri, bağlam ve
terminoloji arasındaki farklılıkları ve değer ve hedef farklılık­
larını ayırdetmeye yardımcı olabilir. Bunun "ötekilik" etiket­
leri ve klişeleriyle ilgisi çok az olabilir.
Eğer kadınların güçlendirilişi, bu kitapta tartışılan tuzak­
lardan bazılarını aşmaksa, o zaman Gill Bottomley'in uyarı­
sına bağlı kalmak belki de akıllıcadır:

Birleşik Onlara karşılık birleşik Biz ikili yaklaşımı, ırk, sı­


nıf ve toplumsal cinsiyet gibi kuvvetli kurguların birbirine
nüfuz edişini ve içine geçişini mistifiye etmeyi ve esnekliğe
yönelik çabalan zayıflatmayı sürdürür . . . Deneyimin öznel
ve nesnel boyutlarının yanısıra gözlemcilerin eleştirmeye
çalıştıkları söylemler içinde ne oranda bulunduklarına iliş­
kin zorlu mesele de ele alınmalıdır. ( 199 1 : 309)

Çaprazlama patika, dikenlerle dolu olabilir ama en azın­


dan doğru yöne yöneltir.

Sonsöz

"Tarihin sonu" diye bir şey olmadığı gibi, siyasi mücadelele­


rin "nihai hedefi" diye bir şey de yoktur. Ancak çaprazlama
siyaset, daha az cinsiyetçi, daha az ırkçı ve daha demokratik
bir toplum için sürekli mücadelede muhtemelen daha etki-

241
li olmak için bir yol ve içinde yaşadığımız ve davrandığımız
sürekli değişen siyaset, ekonomi ve çevre bağlamları içinde
bir eyleyicilik sunabilir.
Yapmaya kalkıştığımız şeyleri asla bitiremeyeceğimiz için
üzerinde düşünmemiz gereken en önemli ödevlerden birisi,
mücadele ederken bir yandan da hayatlarımızı nasıl sürdüre­
ceğimiz ve eğlenerek nasıl kutlayacağımızdır! Emma Gold­
man'ın dediği gibi, "Eğer onun yolunda dans edemiyorsam,
bu benim devrimim değildir" . ileri ırkçılık, empoze kimlik­
ler, etnik temizlik ve milli mücadeleler ve savaş durumları
dikkate alındığında bu duygu, bazen çok hafif ve baştan sav­
ma görünebilir. Ancak yine de bu, tamamen böyle olmayabi­
lir. " Çaprazlama" arkadaşlarımdan birisinin bana gönderdiği
bir kartpostal üzerinde yazan bir Zimbabwe atasözünde be­
lirtildiği gibi, "Eğer konuşabiliyorsan, şarkı da söyleyebilir­
sin; eğer yürüyebiliyorsan dans da edebilirsin! "

(Bu son sözü "Barefoot Boogie" meraklılarına adıyorum.)

242
KAYNAKÇA

Abdo, Nahla ve Yuval-Davis, Nira ( 1995) 'Palestine, lsrael and the Zionist settler
project', O. Stasiulis ve N.Yuval-Davis (der.), Unsetıling Setıler Societies içinde.
Londra: Sage. s. 291-322.
Abeyesekera, Sunila ( 1994) 'Organizing for peace in the midst of war: experiences
of women in Sri-1..anka'. Gender and Naıion dersi için hazırlanan yayımlanma­
mış çalışma, lnstitute of Social Studies, Lahey.
Accad, Evelyne (1990) Sexuality and War: Literary Mask of tht Middle East. New
York: New York University Press.
Ackelsberg, Martha (yayınlanacak) 'Liberalism' ve 'Community politics'. Encyc­
lopedia of Women's Studies için yazılan maddelerin taslağı. New York: Simon
and Schuster.
Addis, Elizabetta ( 1994) 'Women and the economic consequences of being a soldi­
er', Elizabetta Addis, Valeria E. Russo ve Loranza Sebesta (der.), Women Soldi­
ers: lmages and Realities içinde. Londra: Macmillan/St Manin's Press .

Afshar, Haleh ( 1 994) Women and the politics of fundamentalism in Iran', WAF
(Women Against Fundamentalism) ]oumal, no. 5: 1 5-21.
Afshar, Haleh ve Dennis, Carolynne (der.) ( 1992) Women and Adjustment in the
Third World. Londra: Macmillan.

Ali, Yasmin (1992) 'Muslim women and the politics of ethnicity and culture in
northem England', G. Sahgal ve N. Yuval-Davis (der.), Re.fusing Holy Orders:
Women and Fundamentalism in Britain içinde. Londra: Verso, s. 101-23.

Ailen, Sheila ve Macey, Marie ( 1990) 'At the cutting edge of citizenship: race and
ethnicity in Europe 1992'. New Issues in Blach Politics konferansında sunulan
tebliğ, University of Warwick, Mayıs.

243
Althusser, L. (197 1 ) 'Ideology and state ideological apparatuses', Lenin and Philo-
sophy and Other Essays içinde. Londra: New Left Books.
Alund, Aleksandra (1995) 'Alterity in modemity', Acta Sociologica, 38: 31 1-22.

Amin, Samir ( 1978) The Arab Nation. Londra: Zed Books.


Amnesty Intemational (1995) Human Rihts Are Women's Rights. Londra: Amnesty
Intemational.
Amos, Valerie ve Parmar, Pratiba ( 1 984) 'Challenging imperial feminism', Feminist
Review, 17 (Autumn): 3-20.

ANC (1987) ANC Callsfor Advance to People's Power. Lusaka/Londra: ANC.


Anderson, Benedict (1983) lmagined Communities. Londra: Verso.
Anderson, Benedict ( 1991) lmagined Communities (gözden geçirilmiş baskı). Lond­
ra: Verso.
Anderson, Benedict ( 1 995) 'lce empire and ice hockey: two fin de sitcle dreams',
New Left Review, 2 14: 146-50.

Anthias, Floya ( 199 1 ) 'Parameters of difference and identity and the problem of
connections - gender, ethnicity and class', Revue lnternationale de Sociologie,
no.2: 29-52.
Anthias, Floya (1993) 'Rethinking categories and struggles: racism, anti-racisms
and multi-culturalism'. Racism and Anti-Racist Movements atölyesinde sunulan
tebliğ, University of Greenwich, Eylül.
Anthias, Floya ve Yuval-Davis, Nira (1983) 'Contextualizing feminism: gender, et­
hnic and class divisons', Feminist Review, no. 14: 62-75.
Anthias, Floya ve Yuval-Davis, Nira ( 1989) 'Introduction', Nira Yuval-Davis ve Flo­
ya Anthias (der.), Woman-Nation-State içinde. Londra: Macmillan.
Anthias, Floya ve Yuval-Davis, Nira ( 1 992) Racializ:ed Boundaries: Race, Nation,
Gender, Colour and Class and the Anti-Racist Struggle. Londra: Routledge.

Anzaldua, Gloria (1987) Borderlines/La Frontera. San Francisco: Spinsters/Aunt


Lute Books.
Arendt, Hannah ( 1975) The Ortgins of Totalitartanism (195 1 ) . New York: Harcourt
Brace jovanovitch.
Annstrong, john (1982) Nations before Nationalism. Chapel Hill, NC: University of
North Carolina Press.
Ashworth, Georgina (der.) (1995) The Diplornacy of the Oppressed: New Directions
in lnternational Feminism. Londra: Zed Books.

Assad, Tala! (1993) Genealogies of Religion. Baltimore: johns Hopkins University


Press.
Assiter, Alison ( 1 996) Enlightened Women: Modernist Feminism in a Postmodern
Age. Londra: Routledge.

Avineri, S. ve Shalit, A. (der.) ( 1 992) Communitartanism and lndividualism. Oxford:


Oxford University Press.

244
Bakan, Abigail B. ve Stasiulis, Daiva ( 1 994) 'Foreign domestic worker policy in
Canada and the social boundaries of modem citizenship', Science and Soci­
tty, 58(1): 7-33.

Balibar, Etienne ( 1990a) 'The nation form - history and ideology', New Ltft Rtview,
Xlll (3, summer) : 329-6 1 .
Balibar, Etienne (l 990b) 'Paradoxes o f universality', D.T. Goldberg (der.), Anatomy
of Racism içinde. Minneapolis, MN: University of Minnesota Press .
Bang, Rani ve Bang, Abhay (1992) 'Contraceptive tehchnologies - experience ofru­
ral Indian womenn, Manushi, no. 70: 26-3 1 .
Barker, Martin (1981) The N ew Racism . Brighton: junction.
Barkley Brown, Elsa (1989) 'African-American women's quilting: framework for
conceptualizing and teaching African-American women's history', Signs,
14(4): 921-9.
Barrett, Michelle (1987) 'The concept of difference', Feminist Rtview, no. 26.
Barrett, Michelle ve Mclntosh, Mary ( 1 985) 'Ethnocentrism in socialist feminist
theory', Feminist Rtview, no. 20.
Barret, Michelle ve Phillips Anne (der.) ( 1992) Destabilizing Theory: Contemporary
Feminist Debates. Cambridge: Polity Press.

Bauer, Otto (1940) Tht National Question (lbranice). Hakibutz Haartzi.


Bauman, Gerd (1994) 'Dominant and demotic discourses of culture'. Culturt, Com­
munication and Discourse: Negotiating Difference in Multi-Ethnic Alliances kon­
feransında sunulan tebliğ, University of Manchester, Aralık.
Bauman, Zygmunt (1988) 'Sociology and post-modemity', Sociological Rtview, 36:
790-813.
Bauman, Zygmunt (1995) Life in Fragmtnts. Cambridge: Polity Press.
Bennett, Olivia, Bexley, Jo ve Wamock, Kitty (der.) (1995) Anns to Fight, Anns to
Protect: Womtn Speak Out abouı Conjlict. Londra: Panos.
Berer, Marge (1995) 'The Quinacrine controversy continues', Reproductive Health
Matters, no. 6 (November): 142-61.
Beth-Halakhmi, Benjamin (1996) 'Interview with Nira Yuval-Davis', WAF (Womtn
Againsı Fundamtntalism) }ournal, no. 8: 32-4.

Beveridge, William ( 1942) Report on Social lnsurance and Allied Strvices. Lond-
ra: HMSO.
Beyer, Peter (1994) Rtligion and Globalization. Londra: Sage.
Bhabha, Homi (der.) ( 1 990) Nation and Narration. Londra: Routledge.
Bhabha, Homi ( l 994a) Tht Location of Culıure. Londra: Routledge.
Bhabha, Homi ( 1994b) 'Subaltem secularism', WAF (Womtn Against Fundamtnta­
lism) }orunal, no. 6: 5-8.

Bhabha, jacqueline ve Shutter, Sue (1994) Women's Movement: Womtn under lm­
migration, Natonality and Refugee Law. Stoke-on-Trent: Trentham Books.

245
Biehl, Amy (1994) 'Custom and religion in a non-racial, non-sexist South Africa',
WAF (Women Against Fundamentallsm) ]oumal, no. 5: 51-4.
Bonnet, Catherine (1995) 'Rape as a weapon of war in Rwanda', European Forum of
I...cft Feminists Newsletter, july.
Bookman, Ann ve Morgan, Sancha (der.) (1988) Womm and the Politics of Em­
powermmt. Philadelphia: Temple University Press.
Boose, Lynda E. ( 1993) 'Techno-muscularity and the "Boy Etemal": From the quag­
mire to the Gulr, Miriam Crooke ve Angela Woollacott (der.), Gmdering War
Talh içinde. Princeton, Nj: Princeton University Press.
Bottomley, Gill (1991) 'Culture, ethnicity and the politicslpoetics of representati­
on', Diaspora, 1(3): 303-20.
Bottomley, Gill ( 1 992) From Another Place: Migration and the Politics of Culture.
Cambridge: Cambridge University Press.
Bottomley, Gill (1993) 'Post-multiculturalism? The theory and practice of hetero­
geneity'. Post-colonial Formations: Nations, Culture, Policy konferansında sunu­
lan tebliğ, Griffith University, Queensland (Haziran).
Bourdieu, P. (1977) Outline of a Theory of Practice. Cambridge: Cambridge Uni­
versity Press.
Boume,j. ve Sivanandan, A. (1980) 'Cheerladers,and ombudsmen: the sociology of
race relations in Britain', Race and Class, 2 1 (4).
Bowman, Glenn (1989) 'Fucking tourists: sexual relations and tourism in jerusa­
lem's Old City', Critique of Anthropology, ix, 2: 77-93.
Bradiotti, Rosi, Chazkiewlez, Ewa, Hausler, Sabine ve Wieringa, Saskia (1994)
Wo­
mm, the Environmmt and Sustainable Developmmt: Towards a Theoretical Syn­
thesis. Londra: Zed.
Brah, Avtar (1992) 'Difference, diversity and differentatiton" , j. Donald ve A. Rat­
tansi (der.) , Race, Culturt and Di.ffermce içinde. Londra: Sage.
Brah, Avtar (1996) Cartographies of Diaspora: Contested ldmtitles. Londra: Rout­
ledge.
Brunt, Rosalind (1989) 'The politics of identity', S. Hail ve M. jacques (der.) , New
Times içinde. Londra: Lawrence and Wishart.
Bumey, Elizabeth (1988) Steps to Social Equality: Positive Action ,in a Negative Cli­
mate. Londra: Runnymede Trust.
Butler,j. ( 1990) Gender Trouble: Feminism and the Subversion of ldentity. New York:
Routledge.
Bystydzienski,jill M. (der.) (1992) Womm Transforming Politics: Worldwide Strate­
gits for Empowermmt. Bloomington, iN: lndina University Press.
Clain, Harriet ve Yuval-Davis, Nira (1990) '"The equal opportunities comnunity"
and the anti-racist struggle', Critical Social Policy, no. 29 (Autumn): 5-26.
Chapkis, Wendy ( 1981 ) Loaded Questions: Women in the Military. Amsterdam:
Transnational lnstitute.

246
Chauerjee, Partha ( 1 986) Natlonallst Thought and the Colonlal Wo,-ld: A Derivate
Discour-se. Londra: Zed.
Chauerjee, Partha (199 1 ) 'The nationalist resolution of the women's question', K.
Sangari ve S. Vaid (der.), Recasting Womrn: Essays in Colonial History içinde.
New Brunswick, NJ: Rutgers University Press.
Chhachhi, Amrita ( 1991) 'Forced identities: the state, communalism, fundamen­
talism and women in India", D. Kandiyoti (der.), Womrn, lslam and the State
içinde. Londra: Macmillan. s. 144-75.
Clifford, James (1988) The Predicamrnt of Cultu,-e. Cambridge, MA: Harvard Uni­
versity Press.
Cock,jacklyn ( 1992) Womrn in War in South Africa. Londra: Open Letters.
Cohen, Eric (1971) 'Arab boys and tourists girls in a mixedjewish-Arab city', lntu­
national]ournal of Comparative Sociology, 12(4): 21 7-33.
Cohen, J. (1982) Class and Civil Society: the Limits of Marxian Critical Theory. Am­
hurst, MA: University of Massachusetts Press.
Cohen, Phil (1988) 'The perversions of inheritance', P. Cohen ve H.S. Bains (der.),
Multi-Racist Britain içinde. Londra: Macmillan.
Cohen, Phil (1995) 'Out of the melting pot into the fire next time: locaVglobal ci­
ties, bodies, texts'. Contested Cities BSA konferansında sunulan tebliğ, Essex
University, 1 1 -13 Nisan.
Cohn, Caroline ( 1 993) 'Wars, wimps and women: talking gender and thinking
war', Miriam Crooke ve Angela Woollacou (der.), Grndering Wa,- Talk içinde.
Princeton. NJ: Princeton University Press.
Connell, R.W. ( 1987) Grnder and Powef". Cambridge: Polity Press.
Contrntion (1995) Special issue CompaF"ative Fundamrntalisms, no. 2 (Winter).
Cooke, Miriam (1993) WO-man, retelling the war myth', Miriam Cooke ve Ange-
la Woollacou (der.) , Grndering Wa,- Talk içinde. Princeton, NJ: Princeton Uni­
versity Press.
Correa, Sonia ( 1994) Population and Reproductive Rights: Feminist Per-spectives from
the South. Londra: Zed in association with DAWN.
Correa, Sonia ve Petchesky, Rosalind (1994) 'Reproductive and social rights: a fe­
minist perspective', G. Sen, A. Gennain ve L.C. Cohen (der.), Population Po­
licies Considued içinde. Cambridge, MA: Harvard University Press . s. 107-26.
Cox, Robert W. (1995) 'Civilizations: encounters and tansfonnations', Studies in
Political Economy, no: 7: 7-32.
Dahi, R. ( 1971 ) Polya,-chy. New Haven, CT: Yale University Press.
Daly, Markate (1993) Communitarianism: Belonging and Commitmrnt in a Plurnlist
Democracy. Wadsworth.
Davis, Angela (l 993) 'Racism, birth control and reproductive rights', L. Richard­
son ve V. Taylor (der.), Feminist Frontiers l l içinde. New York: McGraw-Hill.
Davis, Angela ve Martinez, Elizabeth (1994) 'Coalition building among people of

247
color", M. Ochoa ve T. Teaiwa (der.) , Enunciating Our Tenns: Women of Color
in Collaboration and Conjlict. lnscriptions 7. Sanıa Cruz, CA: Center for Cultu­
ral Studies, University of Califomia.
Davis, F. James ( 1 993) Who Is Blak? One Nation's Definiton. Pennsylvania State
University Press.
de la Campagne, C. (1983) L'lnvention du racisms - antique et moyen 4ge. Paris: Uni­
versity of Paris Press.
deLepervanche, Marie ( 1980) 'From race ıo eıhnicity", Australian and New Zealand
]ournal of Sociology, 16(1).
delepervanche, Marie (1989) 'Women, nation and the sıate in Australia', N. Yu­
val-Davis ve F. Anthias (der.), Woman-Nation-State içinde. Londra: Macmil­
lan. s. 36-57.
Delphy, C. (1993) 'Rethinking sex and gender', Women Studies lnternational Fo­
rum, 16( 1): 1-9.
Deutch, K.W. (1966) Nationalism and Social Communications: an Enquiry into the
Foundations of Nationality. Cambridge, MA: MiT Press.
Dickanson, Olive P. (1992) Canada's First Nations. Toronto: McClelland and Sıanley.
DielZ, Mary G. (1987) 'Contexl is ali: feminism and theories of citizenship', Dae­
dalus, 1 16: 4.
Donald, James (1993) 'How English is it? Popular literature and national culture',
Erica Carter, Donald James ve judith Squires (der.), Space and Place: Theori­
es of Idrntity and Location içinde. Londra: Lawrence and Wishart in associati­
on with New Formations.
Dransart, Penny (1987) 'Women and ritual confiict in Inka society', Sharon Macdo­
nald, Pat Holden ve Shirley Ardener (der.), lmages of Women in Peace and War
içinde. Londra: Macmillan.
Durkheim, Emile (1965) Elementary Fonns of Rdigious Life. New York: Free Press.
Edwards,J. (1988) 1ustice and the bounds of welfare , joumal of Social Policy, no. 18.
'

Ehrlich, Avishai (1987) 'Israel: confiict, war and social change', Colin Creighton
ve Martin Shaw (der.), The Sociology of War and Peace içinde. Londra: Mac­
millan.
Ehrlich, Paul ( 1968) The Population Bomb. Sıanford, CA: Sıanford University Press.
Eisenstein, Zillah (der.) (1979) Capitalist Patriarchy. New York: Monthly Revi­
ew Press.
Eisenstein, Zillah (1989) The Female Body and the Law. Berkeley, CA: University
of Califomia Press.
Eisenstein, Zillah ( 1993) The Color of Gender - Reimaging Democray. Berkeley, CA:
University of Califomia Press.
Enloe, Cynthia ( 1 980) Ehnic Soldiers: State Security in Divided Societies. Har­
mondsworth: Penguin.
Enloe, Cynthia (1983) Does Khaki Become You? Londra: Pluto Press.

248
Enloe, Cynthia (1989) Bananas, Beaches, Bases: Making Feminist Sense of Intemati­
onal Politics. Londra: Pandora.
Enloe, Cynthia (1990) 'Womenandchildren: making feminist sense of the Persian
Gulf Crisis', TheVillage Voice, 25 September.
Enloe, Cynthia (1993) The Moming After: Sexual Politics at the End of the Cold War.
Berkeley, CA: University of Califomia Press.
Esping-Andersen, Gosta (1990) The Three Worlds of Welfare Capitalism. Cambri­
dge: Polity Press.
Evans, David T. ( 1993) Sexual Citizenship: the Material Constnıction of Sexualities.
Londra: Routledge.
Faludi, Susan (1992) Bachlash: the Undeclared War against Women. Londra: Chat­
to and Windus.
Fanon, Franz (1986) Black Skin, White Masks (1952). Londra: Pluto.
Feminism and Nonviolence Study Group (1983) Piecing it Together: Feminism and
Nonviolence. Londra: Calven.
Feminist Review (1984) Special issue Many Voices, One Chanı: Black Feminist Per!>­
pectives, no. 1 7 (Autumn) .
Fine, Roben (1994) 'The "new nationalism" and democracy: a critique of pro pat­
ria', Democratization, 1 (3): 423-43.
Fisher, Jo (1989) Mothers of the Disappeared. Londra: Zed.
Focus on Gender (1994) Special issue Population and Reproductive Rights, 2 (2, Ju­
ne), Oxfam.
Forbes Martin, Susan (der.) ( 1 992) Refugee Womrn. Londra: Zed.
Foster, Elaine (1992) 'Women and the inverted pyramid of the Black Churches in
Britain', G. Sahgal ve N. Yuval-Davis (der.), Re.fusing Holy Orders: Womrn and
Fundamentalism in Britain içinde. Londra: Verso. s. 45-68.
Foucault, M. (1980a) Herculine Barbin. New York: Colophon.
Foucault, M. (1980b) Power!Knowledge: Selected lnterviews 1 972-77 (der. C. Gor­
don). Brighton: Harvester.
Friedman, Jonathan (1994) Cultural ldentity and Global Process. Londra: Sage.
Fuszara, Malgorzata (1993) 'Abortion and the formation of the public sphere in Po­
land', N. Funk ve M. Mueller (der.), Grnder, Politics and Post-Communism için­
de. Londra: Routledge.
Gaitskell, Deborah ve Unterhalter, Elaine (1989) 'Mothers of the nation: a compa­
rative analysis of nation, race and motherhood in Afrikaner nationalism and
the African National Congress', N. Yuval-Davis ve F. Anthias (der.), Woman­
Nation-State içinde. Londra: Macmillan.
Gans, H.J. (1979) 'Symbolic ethnicity: the future of ethnic groups and cultures in
America', Ethnic and Racial Studies, 2(2).
Gatens, M. (199 1 ) 'A critique of the sex/gender distinction', S. Gunew (der.), A Re­
ader in Feminist Knowledge içinde. Londra: Routledge. s. 139-57.

249
Geertz, Clifford (der.) (1963) Old Societics and New Statcs. New York: Free Press.
Geertz, Clifford ( 1 966) 'Religion as a cultural system', M. Bainton (der.), Anthropo-
logical Approaches to tht Study of Rtligion içinde. Londra: Tavistock.
Gellner, E. (1983) Nations and Natlonalism. Oxford: Basil Blackwell.
Giddens, Anthony (1989) Sociology. Cambridge: Polity.
Gilbert, Sandra (1983) 'Soldiers' heart: literary men, literary women and the Great
War', Signs Sptcial lssuc on Womrn and Violmce içinde, 8(3): 422-50.
Gilligan, Carol (1982) in a Dilftrmt Voicc: Psychological Thtory and Womrn's Devc­
lopmmt. Cambridge: Cambridge University Press.
Gilman, Sander L. (1985) Diffı:rrncı: and Paıhology: Sıcrcoıypycs of Scxuality, Ract
and Madncss. Ithaca, NY: Comell University Press.

Gilman, Sander L. ( 1991) Thc]cw's Body. New York: Routledge.


Gilroy, Paul (1987) Thcrc Ain't No Blach in the Union]ach. londra: Hutchinson.
Gilroy, Paul (1994) Thc Black Atlantic, Modernity and Double Consciousness. lond-
ra: Verso.
Gilroy, Paul (1996) 'Revolutionary conservatism and the tyrannies of unanimism',
New Fomıations, no. 28: 65-84.
Goodale, j. (1980) 'Gender, sexuality and marriage', C. MacCormac ve M. Strat­
hem (der.), Naturc, Culıurc and Grndcr içinde, Cambridge: Cambridge Uni­
versity Press.
Gordon, Linda (1991) 'On difference', Grndcrs, no. 10 (Spring): 91-1 1 1 .
Gordon, Paul (1989) Citizrnship for Somc? Racc and Govcmmrnı Policy 1 979- 1 989.
londra: Runneymede Trust.
Grant, Rebecca ( 1991) 'The sources of gender bias in intemational ralations the­
ory', R. Grant ve K. Newland (der.) , Gcndcr and lntcmatinal Rclations içinde.
Bloomington, iN: Indiana University Press. s. 8-26.
Grant, Rebecca ve Newland, Kathleen (der.) (1991) Gcndcr and Intcrnational Rcla­
tions. Bloomington, iN: Indiana University Press.
Greenfeld, Liah ( 1992) Nationalism: Fivc Roads to Modcmity. Cambridge, MA: Har­
vard University Press.

Grewal, Inderpal ve Kaplan, Caren (der.) (1994) Scattcrtd Hcgcmonics: Postmodcr­


nlty and Transnatlonal Feminist Practiccs. Minneapolis, MN: University of Min­
nesota Press.
Gutierrez, Natividad (1995) 'Mixing races for nation building: Indian and immig­
rant women in Mexico', D. Stasiulis ve N. Yuval-Davis (der.) , Unsctıling Scttlcr
Socictics: Articulations ofGrndcr, Ethnicity, Racc and Class içinde. Londra: Sage.
Habermas, j. (1992) 'Citizenship and national identity: some reOections on the fu­
ture of Europe', Praxis lntcrnational, 12(1).
Hali, Catherine ( 1994) 'Rethinking imperial histories: the Reform Act of 1867',
Ncw Lcft Rcview, no. 208: 3-29.

250
Hali, Stuan (1984) 'The state in question', D. Mclennan, D. Held ve S. Hali (der.),
The idea of the Modem State içinde. Milton Keynes: Open University Press.
Hali, Stuan ( 1987) 'Minimal selves', Identity, the Real Me içinde, ICA Document 6.
Londra: ICA. s. 44-6.
Hali, Stuart (1992) 'New ethnicities', j . Donald ve A. Rattansi (der.), 'Race', Culture
and Difference içinde. Londra: Sage.
Hali, Stuart (1996) 'Who needs "identity?"', introduction to S. Hali and P. du Gay
(der.) , Questions of Cultural Identity içinde. Londra: Sage.
Hali, Stuart ve Held, David (1989) 'Citizens and citizenship', Stuart Hali ve Manin
jacques (der.), New Times içinde. Londra: Lawrence and Wishan.
Haraway, Donna ( 1 988) 'Situated knowledge: the science question in feminism
and the privilege of panial prespective', Feminist Studies, 14(3): 575-99.
Harraway, Donna (1990) Simians, Cyborgs and Women: the Reinvention of Women.
Londra: Free Associaton Books.
Harding, S. (1986) The Science Question in Feminism. Ithaca, NY: Comell Univer­
sity Press.
Harris, D. ( 1987) ]ustifying State Welfare: the New Right v. the Old Left. Oxford: Ba­
sil Blackwell.
Hartman, Betsy ( 1987) Reproductive Rights and Wrongs: the Global Politics of Popu­
lation Control and Contraceptive Choice. New York: Harper and Row.
Hartman, Heidi 1. (1981) 'The unhappy marriage of Marxism and feminism:
towards a more progressive union', L. Sargent (der.), Women and Revolution
içinde. Londra: Pluto.
Hartman, Heinz ( 1995) 'Clash of cultures, when and where: critical comments on
a new theory of confiict - and its translation into German', lntemational Soci­
ology, 10(2): 1 15-25.
Hasan, Manar (1994) 'The murder of Palestinian women for family "honour" in ls­
rael', master tezi, Gender and Ethnic Studies, University of Greenwich.
Hassan, Riffat (1993) 'The issue of women's and men's equality in the lslamic tra­
dition', L. Grob, R. Hassan ve H. Gordon (der.), Women's and Men's Liberation
Testimonies of Spirit içinde. Greenwood.
Held, D. ( 1984) 'Central perspectives on the modem state', D. Mclennan, D. Held
ve S. Hali (der.), The idea of the Modem State içinde. Milton Keynes: Open Uni­
versity Press .
Helie-Lucas, Marieme ( 1 987) 'The role of women during the Algerian liberation
struggle and after'. Women and the Military System konferansında sunulan teb­
liğ, Siunto Baths, Finlandiya, Ocak.
Helie-Lucas, Marieme ( 1993) 'Women living under Muslim laws', ]. Kerr (der.) ,
Ours by Rights: Women's Rights as Women's Rights içinde. Londra: Zed.
Heng, Geraldine ve Devan, Janadas ( 1992) 'State fatherhood: the politics of nati­
onalism, sexuality and race in Singapore', Andrew Parker, Mary Russo, Do-

251
ris Somner ve Patricia Yaeger (der.), Nationalisms and Sexuallties içinde. New
York: Routledge. s. 343-64.
Hemes, Helga Maria (1987) 'Women and the welfare state: the transition from pri­
vate to public dependence', A. Showstack Sassoon (der.), Womm and ıhe Sıaıe
içinde. Londra: Hutchinson. s. 72-92.
Hermstein, Richard ve Murray, Charles A. (1994) The Beli Curve: Inıelligmce and
Class Strucıure in American Life. New York: Free Press.
Black Feminist Thoughı: Knowledge, Consciousness and
Hill-Collins, Patricia ( 1 990)
ıhe Poliıics of Empowermcnı. Londra: HarperCollins.
Hobsbawm, Eric (1990) Nations and Nationalism since 1 780. Cambridge: Cambri­
dge University Press.
Hobsbawm, Eric ve Ranger, Terance (der.) ( 1 983) The lnvention of Traditions.
Cambridge: Cambridge University Press.
Hood-Williams, John ( 1 996) 'Goodbye to sex and gender', Sociological Review,
44( 1 ) : 1 - 1 6.
hooks, beli ( 198 1 ) Ain't l a Woman: Black Women and Feminism. Londra: South
End Press.
hooks, beli ( 1 99 1 ) Yeaming: Race, Gender and Cultural Politics. Londra: Tuma­
round.
Hutchinson, John and Smith, Anthony D. (der.) ( 1994) Nationalism - ıhe Reader.
Oxford: Oxford University Press.
Hyman, A. ( 1 985) Muslim Fundamenıalism. Institute for the Study of Culture,
no. I 74.
Ignatieff, M. ( 1 993) Blood and Belonging: ]oumeys into the New Nationalisms. Lond­
ra: BBC Books/Chatto and Windus.
Jakubowicz, Andrew (1984) 'State and ethnicity: multiculturalism as an ideology',
Ausıralia and New Zealand]oumal of Soclology, 17 (3).
Janowitz, Morris ( 1 99 1 ) The Professional Soldiers: a Social and Political Portrait.
New York.
Jayasuriya, L. ( 1990) 'Multiculturalism, citizenship and welfare: new directions for
the 1990s'. 50th Anniversary Lecture Series'de sunulan tebliğ, Department of
Social Work and Social Policy, University of Sydney.
Jayawardena, Kurnari ( 1 986) Femlnlsm and Nationallsm in the Third World. Lond­
ra: Zed.
Jayawardena, Kumari ( 1 995) The White Woman's Other Burden: Wesıem Womm
and South Asla during British Rule. Londra: Routledge.
Jones, Adam ( 1 994) 'Gender and ethnic conflict in ex-Yugoslavia', Ethnic and Ra­
clal Studles, 17(1): 1 1 5-29.
Jones, Kathleen B. ( 1 990) 'Citizenship in a wornan-friendly polity, Signs, 15: 4.
Jordan, W.D. ( 1974) The White Man's Burdm: Historical Origins Racism in ıhe Uni­
ıed Sıates. Oxford: Oxford University Press.

252
Joseph, Suad ( 1 993) 'Gender and civil society', Middle East Report, no. 183: 22-6.
Kandiyoti, Deniz ( 1 988) 'Bargaining with patriarchy', Grnder and Society, 2(3):
274-90.
Kandiyoti, Deniz ( 199 la) 'Identity and its discontenıs: women and the nation', Mil­
lrnnium, 20(3): 429-44.
Kandiyoti, Deniz (der.) ( 199lb) Womrn, Islam and the State. Londra: Macmillan.
Kazi, Seema (1993) Women and militarization: a gender perspective'. Master te­
zi, 155, Lahey.
Keane, John (der.) ( 1 988) Civil Society and the State: New European Perspectives.
Londra: Verso.
Kedourie, Elie (1993) Nationalism (1960). Cambridge: Blackwell.
Kimble, Judith ve Unterhalıer, Elaine ( 1 982) '"We opened ıhe road for you, you
must go forward": ANC Women's Struggles, 1912- 1982', Feminist Review, no.
1 2: 1 1 -36.
King, Ursula (der.) ( 1 995) Religion and Gender. Oxford: Blackwell.
Kitching, Gavin (1985) 'Nationalism: the instrumental passion', Capital and Class,
25: 98- 1 16.
Knight, Chris ( 199 1 ) Blood Relations: Mrnstruation and the Origins of Culture. New
Haven, CT: Yale University Press.
Knopfelmacher, Professor ( 1984) 'Anglomomorphism in Australia', The Age, Mel­
boume, 31 March.
Koontz, Claudia ( 1 986) Mothers in the Fatherland: Women, the Family and Nazi Po­
litlcs. Londra: Cape.
Kosmarskaya, Natalya ( 1995) 'Women and eıhnicity in former day Russia - thou­
ghıs on a given theme', H. Lutz, A. Phoenix ve N. Yuval-Davis (der.), Crossfi­
res: Nationalism, Racism and Grnder in Europe içinde. Londra: Pluto.
Kosofsky Sedgwick, Eve ( 1 992) 'Nationalisms and sexualities in the age of Wilde',
A. Parker, M. Russo, D. Sommer ve P. Yaegger (der.), Nationalities and Sexua­
lities içinde. Londra: Routledge.
Kristeva, Julia ( 1 993) Nations Without Nationallsm. New York: Columbia Univer­
sity Press.
Kymlicka,Will ( 1995) Multicultural Citizenship: a Liberal Theory of Minority Rights.
Oxford: Clarendon Press.
Lacan, ]. ( 1 982) 'The meaning of the phallus' (1958) , ]. Mitchell ve ]. Rose (der.),
Femlnlne Sexuality: ]acques Lacan and the Ecole Freudirnne içinde. Londra:
Macmillan.
Laqueur, T. (1990) Malıing Sa:. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Laszlo, Ervin (der.) ( 1 993) The Multi-Cultural Planet. Oxford: One World.
Lavie, Smadar ( 1 992) 'Blow-ups in ıhe borderzones: 3rd world Israeli auıhors' grou­
ping for home', New Formations, special issue on Hybridity, no. 18, Kış.

253
Lavie, Smadar ve Swedenburg, Ted (der.) ( 1 996) Displacrnımt, Diaspora and Geog­
raphies of Idcntity. Ourham, NC: Duke University Press.
Lechte, john ( 1994) 'Freedom, community and cultural frontiers'. Citiz:mship and
Cultural Frontiers konferansında sunulan tebliğ, Staffordshire University, Sto­
ke-on-Trent, 16 Eylül.
Lemelle, S. ve Kelly, R. (der.) ( 1994) Irnagining Home: Class, Culture and Nationa­
lism in the African Diaspora. Londra: Verso.
Lenin, V. ( 1 977) The Staıe and Revolution (191 7). Moskova: Progress.
Lentin, Ronit ( 1 995) 'Woman - the peace activist who isn't there: lsraeli and Pales­
tinian women working for peace'. Irish Peace Institute Research Centre için ya­
zılan tebliğ, University of Limerick.
Lentin, Ronit (yayınlanacak) 'Genocide'. Womm's Studies Enyclopedia için yazılan
maddenin taslağı. New York: Simon and Schuster.
Leonard, Micaela di ( 1 985) 'Morals, mothers, militarism: antimilitarism and femi-
nist theory', Frnıinisı Studies, 1 l (3, Autumn): 599-6 18.
Levi-Strauss, Claude (1969) The Elemmtary Structures of Kinship. Boston.
Lewis, Reina (1996) Gmdering Orimıalism. Londra: Routledge.
Lister, Ruth ( 1 990) The Exclusive Society: Citiz:mship and the Poor. Londra: Child
Poverty Action Group.
Lloyd, Cathy ( 1 994) 'Universalism and diflerence: the crisis of anti-racism in the
UK and France', A. Rattansi ve S. Westwood (der.), Racism. Modemity and Dif­
fermce içinde. Cambridge: Polity.
Lowenhaupt Tsing, Anna (1993) in ıhe Realms of ıhe Diamond Quem. Princeıon,
Nj : Princeton University Press.
Luckman, Thomas ( 1 967) The Invisible Religion. Londra: Macmillan.
Lutz, Helma ( 1991 ) 'The myth of the "Otherft: westem representation and images
of migrant women of so-called "Islamic background"', International Review of
Sociology, New Series, no. 2 (April): 1 21-38.
Macdonald, Sharon, Holden, Pat ve Ardener, Shirley (der.) (1987) Images of Wo­
mm in Peace and War. Londra: Macmillan.
McTighe Musil, Caryn (1990) Lisa Albrecht ve Rose M. Brewer (der.), Bridges of
Power: Womm's Mulıi-Cultural Alliances içindeki sunuş yazısı. New York: New
Society.
Maitland, Sara ( 1992) 'Biblicism: a radial rhetoric?', G. Sahgal ve N. Yuval-Da­
vis (der.), Refusing Holy Orders: Womm and Fundammtalism in Britaln içinde.
Londra: Verso. s. 26-44.
Makhlouf Obermeyer, Carla ( 1994) 'Reproductive choice in lslam: gender and the
state in Iran and Tunisia', Women Living Under Muslim Laws (der.), Womm's
Reproducıive Righıs in Muslim Communities and Countries: lssues and Resources
içinde. NGO Forum için hazırlanan dosya, BM Nüfus ve Kalkınma Politihala­
n konferansı, Kahire.

254
Mangan, j.A. (der.) ( 1 996) Tribal Identities: Nationalism, Europe, Sport. Londra:
Frank Cass .
Mani, Lata ( 1 989) 'Contentious traditions: the debate on Sati in colonial India', K.
Sangari ve S. Vaid (der.), Recasting Women: Essays in Colonial History içinde.
Yeni Delhi: Kali for Women.
Marsden, G. ( 1 980) Fundamentalism and American Culture. Oxford: Oxford Uni­
versity Press.
Marshall, T.H. ( 1950) Citi:z:enship and Social Class. Cambridge: Cambridge Uni­
versity Press .
Marshall, T.H. ( 1 975) Social Policy in the Twentieth Century ( 1 965). Londra: Hut­
chinson.
Marshall, T.H. (1981) The Right ıo Welfare and Other Essays. Londra: Heinemann.
Martin, Denis-Constant ( 1 995) 'The choices o[ identity', Social Identities, 1 ( 1 ) :
5-16.
Martin, jeannie ( 199 1 ) 'Multiculturalism and feminism', G. Bottomley, M. deLe­
pervanche ve ) . Martin (der.), Inıersexions içinde. Sydney: Ailen and Unwin.
Marx, Kari ( 1975) 'On thejewish question', Early Writings içinde. Harmondsworth:
Penguin. s. 2 1 1 -42.
Massey, Doreen ( 1 994) Space, Place and Gender. Cambridge: Polity.
Meaney, Geraldine ( 1 993) 'Sex and nation: women in lrish culture and politics',
E. Smyth (der.), Irish Womrn's Studies içinde. Dublin: Attic Press. s. 230-44.
Meekosha, Helen ve Dowse, Leanne (1996) 'Enabling citizenship: gender, disabi­
lity and citizenship'. Womrn, Citi:z:enship and Difjerence kon[eransında sunulan
tebliğ , University of Greenwich, Temmuz.
Melucci, A. (1989)Nomads of ıhe Presenı: Social Movemenıs and Individual Needs in
Conıemporary Society. Londra: Verso.
Mercer, Kubena ( 1 990) Welcome to the jungle: identity and diversity in postmo­
dem politics', ]. Rutherford (der. ) , ldentity, Community, Culture, Difference
içinde. Londra: Lawrence and Wishart.
Meyer, john W. ( 1 980) 'The world polity and the authority of the nation-state',
A. Bergesen (der.), Studies of ıhe Modem World Sysıem. New York: Academic.
Meznaric, Silva ( 1 995) 'The discourse o[ endangered nation: ethnicity, gender and
reproductive policies in Croatia'. ESRC seminer serilerinde sunulan tebliğ,
Grnder, Class and Ethnidty in Post Communist Sıates, düzenleyen Maxine Mo­
lineux, University o[ London.
Minh-ha, Trinh T. ( 1 989) Woman, Native, Other. Bloomington, iN : Indiana Uni­
versity Press.
Modood, Tariq ( 1 988) '"Black": racial equality and Asian identity', New Commu­
nity, 14(3).
Modood, Tariq (1994) 'Political blackness and British Asians', Sociology, 28 (No­
vember): 859-76.

255
Moghadam, Valentine ( 1994) Gmder and National ldentity: Women and Politics in
Muslim Societits. Londra: Zed.
Moghadam, Valentine (yayınlanacak) 'Revolution'. Women's Studies Enyclopedia
için yazılan madde taslağı. New York: Simon and Schuster.
Mohanty, Chandra Talpade (1991) 'Under westem eyes: feminist scholarship and co­
lonial discourses', C.T. Mohanty, A. Russo ve L Torres (der.), Third World Wo­
men and the Politics of Feminism içinde. Bloomington, iN: lndiana University
Press.
Mohanty, Chandra Talpade, Russo, Ann ve Torres, Lourdes (der.) (1991) Tiıird World
Women and the Politics of Feminism. Bloomington, iN: lndiana University Press.
Molineux, Maxine ( 1 994) 'Women's rights and the international context: some ref­
lections on the post-communist sıates', Millennium, 23(2): 287-3 14.
Moore, H. ( 1 988) Feminism and Anthropology. Oxford: Polity.
Morgan, Robyn ( 1 989) The Demon Lover: on the SfXllality of Terrorism. Londra:
Methuen.
Morris, Lydia ( 1994) Dangerous Classes: the Underclass and Social Citizenship.
Londra: Routledge.
Mosse, George L. (1985) Nationalism and Sexuality: Middle Class Morality and Sexu­
al Norms in Modem Europe. Madison, WI: University of Wisconsin Press.
Mouffe, Chanıal (1993) 'Liberal socialism and pluralism: which citizenship?', J .
Squires (der.), Principled Positions içinde. Londra: Lawrence and Wishart.
Mullard, Chris ( 1980) Racism in Society and Schools. Londra: lnstitute of Educati­
on, London University.
Naim, T. ( 1 977) Tiıe Brealı-Up of Britain. Londra: Verso.
Najmabadi, Afsane ( 1 995) 'Feminisms in an lslamic republic: "years of hardship,
years of growth"'. SOAS'ta sunulan tebliğ, University of London.
Nandy, Ashis ( 1 983) Tiıe lntimate Enemy: Loss and Recovery of Self under Colonia­
lism. Oxford: Oxford University Press.
National Peace Council (1995) 'Peace action in Russia and Chechnya' (broşür) .
Londra: NPC.
Nederveen Pieterse, jan ( 1994) 'Globalization as hybridizaton'. Working paper no.
1 52, lnstitute of Social Studies, Lahey.
Neuberger, Benjamin ( 1 986) National Self-Determlnation in Post-Colonial Africa.
Boulder, CO: Lynne Rienner.
Nicholson, Linda j . (der.) (1990) Feminism/Postmodemism. Londra: Routledge.
Nimni, Ephraim ( 1991) Marxism and Nationalism. Londra: Pluto.
Nimni, Ephraim ( 1 996) 'The limits to liberal democracy'. University of Greenwi­
ch, Sociology Subject Groups bölüm seminerinde sunulan, yayımlanmamış
tebliğ, Londra.
Oakley, Ann ( 1 985) Se:x, Gender and Society ( 1972). Londra: Temple Smith.

256
Oakley, Ann ve Mitchell, Juliet (der.) ( 1 997) Who's Afraid of Feminism. Har­
mondswonh: Penguin.
O'Connor, Julia S. ( 1 993) 'Gender, class and citizenship in the comparative analy­
sis of welfare state regimes: theoretical and methodological issues', British}our­
nal of Sociology, 44(3): 501-18.
Office of Multi-Cultural Affairs ( 1 989)
National Agmda for a Multi-cultural Austra­
lia. Canberra: Australian Govemment Printing Service.
Oldfield, Adrian ( 1990)
Citizmship and Community: Civic Rebuplicanism and the
Modern World. Londra: Routledge.
Oliver, Michael ( 1995) Understanding Disability: from Theory to Practice. Basings­
toke: Macmillan.
Orloff, Ann Shola ( 1 993) 'Gender and the social rights of citizenship: the compa­
rative analysis of gender relations and welfare states', American Sociological Re­
view , 58 Oune): 303-28.
Ortner, S. ( 1974) 'Is female to male as nature is to culture?', M. Rosaldo ve L.
Lamphere (der.), Women, Culture and Society içinde. Stanford, CA: Stanford
University Press.
Parekh, Bhiku ( 1 990) 'The Rushdie affair and the British press : some salutary les­
sons', Free Spcech içinde. CRE seminerinin raporu, Londra.
Parker, Andrew, Russo , Mary, Sommer, Doris ve Yaeger, Patricia (der.) ( 1 992) Na-
tionalisms and Saualities. New York: Routledge.
Pateman, Carole ( 1 988) The Sexual Contract. Camhridge: Polity.
Pateman, Carole (1989) The Disorder of Women. Cambridge: Polity.
Peled, Alon (1994) 'Force, ideology and contract: the history of ethnic conscripti­
on', Ethnic and Racial Studies, 17(1): 61-78.
Peled, Yoav ( 1992) 'Ethnic democracy and the legal construction of citizenship: Arab
citizens of thejewish state', American Political Science Review, 86(2): 432-42.
Petchesky, Rosalind ve Weiner, jennifer ( 1 990) Global Feminist Perspectives on
Reproductive Rights and Reproductive Health. Konferans raporu, Hunter Colle­
ge, New York.
Peterson, V.S. (der.) ( 1 992) Gerıdered States: Feminist (Re) Visions of Inıernational
Relations Theory. Boulder, CO: Lynne Rienner.
Petrova, Dimitrina ( 1 993) 'The winding road to emancipation in Bulgaria', N .
Funk v e M. Mueller (der.), Gerıder, Politics and Posı-Communism içinde. Lond­
ra: Routledge.
Pettman, jan Jindi ( 1 992) Living in ıhe Margins: Racism, Sexism and Feminism in
Australia. Sydney: Ailen and Unwin.
Pettman, Jan Jindi ( 1 995) 'Race, ethnicity and gender in Australia', D. Stasiulis ve
N. Yuval-Davis (der.), Unseııling Seııler Societies içinde. Londra: Sage.
Pettman,janjindi (1996) Worlding Women: a Feminist Inıernational Politics. Lond­
ra: Routledge.

257
Pheterson, Gail (1990) 'Alliances between women - overcoming intemalized opp­
ression and intemalized domination', L. Albrecht ve R. Brewer (der.) , Bridges
ofPower: Women's Multi-Cultural Alliances içinde. New Society.
Phillips, Anne (1993) Dernocracy and Difference. Cambridge: Polity.
Phillips, Derek ( 1 993) Communitarian Thought. Princeton, Nj: Princeton Univer­
sity Press.
Phillips, Melanie (1990) 'Citizenship sham in our secret society', The Guardian,
14 September.
Portuguese, jackie (1996) 'The gendered politics of fertility politics in Israel'. Ya­
yımlanmamış doktora tezi taslağı, University of Exeter.
Ramazanoglu , Caroline ( 1 989) Feminism and the Contradictions of Oppression.
Londra: Routledge.
Rattansi, Ali (1992) 'Changing the subject? Racism, culture and education', j. Do­
nald ve A. Rattansi (der.), Race, Culture, Difference içinde. Londra: Sage.
Rattansi, Ali ( 1994) '"Westem" racism, ethnicities and identiıies in a "postmodem"
frame' Ali Rattansi ve Sally Westwood (der.) , Racism, Modernity and ldentity: on
the Westenı Front içinde. Cambridge: Polity. s. 1 5-86.
RAtzel, Nora (1994) 'Harmonious "Heimat" and disturbing "Auslander", Ferninism
and Psychology, Ozel sayı Shi.fting ldentities, Shifting Racisms (der. K. Bhavnani
ve A. Phoenix), 4(1): 81-98.
Raymond, janice G. ( 1993) Women as Wombs. San Francisco: Harper.
Rex, john (1995) 'Ethnic identity and the nation state: the political sociology of
multi-cultural societies', Social ldentities, 1 ( 1 ) : 2 1 .
Riley, Denise (1987) 'Does sex have a history? Women and feminism', New Fomuı­
tions, no. 1 (Spring).
Riley, Denise (198la) 'The free mothers', History Workshop]ounıal: 59-1 19.
Riley, Denise (198lb) 'Feminist thought and reproductive control: the state and
the "right to choose", Cambridge Women Studies Group (der.), Women in So­
ciety: lnterdisciplinary Essays içinde. Londra: Virago.
Robertson, Roland (1992) Globali:zation: Social Theory and Global Culture. Lond­
ra: Sage.
Roche, Maurice (1987) 'Citizenship, social theory and social change', Theory and
Society, no. 16: 363-99.
Rosaldo, Renate (1991) 'Reimagining national communities'. Colonial Dlscourses:
Postcolonial Theory sempozyumunda sunulan tebliğ, University of Essex, 7-10
Temmuz.
Roseneil, Sasha ( 1995) Disarming Patriarchy: Ferninism and Political Action at Gre­
mham. Buckingham: Open University Press.

Rowbotham, Sheila (1973) Hiddenfrom History. Londra: Pluto.


Rowbotham, Sheila (1992) Women in Movernent: Ferninism and Social Action. Lond­
ra: Routledge.

258
Rozario, Santi ( 1 99 1 ) 'Ethno-religious communities and gender divisions in Bang­
ladesh: women as boundary markers', G. Bottomley, M. delepervanche ve j.
Manin (der.) ( 1 991) lntersaions: Gerıder/Class/Culture/Ethnicity içinde. Syd­
ney: Ailen and Unwin.
Rubin, Gayle ( 1 975) 'The trafik in women: notes on the "political economy" o[
sex', Rayner Rapp-Reiter, Towards an Anthropology of Women içinde. New
York: Monthly Review Press.
Ruddick, Sara ( 1983) 'Paci[ying the forces: drafting women in the interests of pea­
ce', Sigrıs, 8(3): 490-531 .
Ruddick, Sara ( 1 989) Matemal Thinking: towards a Politics of Peace. Londra: The
Women's Press.
Sahgal, Gita ( 1992) 'Secular spaces: the experience of Asian women organizing', G.
Sahgal ve N. Yuval-Davis (der.), Refusing Holy Orders: Women and Fundamen­
talism in Britain içinde. Londra: Virago.
Sahgal, Gita ve N. Yuval-Davis (der.), Refusing Holy Orders: Women and Fundamen­
talism in Britain. Londra: Virago.
Said, Edward ( 1 978) Orientalism. Londra: Routledge.
Sandel, Michael j. (1982) Liberalism and the Limits oflustice. Cambridge: Cambri­
dge University Press.
Sartre, jean-Paul ( 1948) Anti-Semite and]ew. New York: Schoken.
Scales-Trent, judy (1995) Notes ofa White Blıu:k Woman: Rıu:e, Colour, Community.
Penssylvania University Press.
Shierup, Carl-Ulrik (1995) 'Multiculturalism and universalism in the USA and EU
Europe'. Nationalism and Ethnicity atölyesi için tebliğ, Beme, Man.
Schlesinger, Arthur M., jr. (1992) The Disuniting of America: Reflections on a Multi­
cultural Soclety. New York: Nonon.
Schlesinger, Philip (1987) 'On national identity: some conceptions and misconcep­
tions criticized', Social Science lnformation, 26(2).
Schutz, AUred ( 1976) 'The stranger: an essay in social psychology' (1944), A. Bro­
dersen (der.), Alfred Schutz:: Studies in Social Theory; Collected Papers il içinde.
Lahey: Maninus NijhoIT. s. 91-106.
Seifen, Ruth (1995) 'Destructive constructions: the military, the nation and gen­
der dualism', Erika Haas (der.) , Feminismus und Dekonstruktion içinde. Mü­
nib: Profil Verlag.
Shahak, lsrael ( 1 994) ]ewish Religion: the Burden of 3000 Years. Londra: Pluto.
Shanin, Theodor ( 1 986) 'Soviet concepts o[ ethnicity: the case of a missing term',
New Left Rtview, no. 158: 1 13-22.
Shils, Edward ( 1957) 'Primordial, personal, sacred and civil ties', British]oumal of
Sociology, 7: 1 1 3-45.
Showstack Sassoon, Anne (der.) (1987) Women and the State: the Shifting Boundari­
es of Public and Private. Londra: Hutchinson.

259
Siboni, Daniel ( 1974) Le nom et le corps. Paris: University of Paris Press.
Siboni, Daniel (1983) La juive - une transmission inconscient. Paris: University of
Paris Press.
Signs (1983) Ôzel sayı Women and Violence, 8(3).
Simmel, George (1950) 'The Stranger', H.K. Wolff (der.) , The Sociology o George
Simmd içinde. New York: Free Press of Glencoe. s. 402-9.
Smith, Anthony (1971) Theories ofNationalism. Londra: Duckworth.
Smith, Anthony ( 1986) The Ethnic Origin of Nations. Oxford: Basil Blackwell.
Smith, Anthony (1995) Nations and Nationalism in a Global Era. Cambridge: Polity.
Synyder, L.L. (1968) The Ncw Nationalism. Ithaca, NY: Comell University Press.
Sociology (1989) Ôzel sayı Patriarchy, 23(2).
Southall Black Sisters (1990) Against ıhe Grain: a Cdebration of Survival and Stru­
ggle. Londra: SBS.
Soysal, Yasemin ( 1994) Limits of Citizı:nship: Migrants and Postnational Mı:mbership
in Europe. Chicago: University of Chicago Press.
Spelman, Elizabeth (1988) lnessenıial Woman: Problı:ms of Exclusion in Feminist
Thought. Londra: The Women's Press.
Spivak, Gayatri Chakravorty (1991) 'Refiections on cultural studies in the post-co­
lonial conjuncture', Critical Studies, special issue Cultural Studies Crossing Bor­
ders, 3(1): 63-78.
Spivak, Gayatri Chakravorty ( 1993) Otsicle in ıhe Teaching Machine. Londra: Rout­
ledge.
Staffulah Khan, Verity (der.) (1979) Minority Families in Britain: Supporı and Stress.
Londra: Macmillan.
Stalin, J.C. (1972) The National Question and Leninism ( 1 929). Kalklita: Mass Pub­
lications.
Stasiulis, Daiva ve Yuval-Davis, Nira (der.) (1995) Unseııling Seııler Societies: Arti­
culations of Geneler, Race, Eıhnicity and Class içinde. Londra: Sage.
Stiehm, judih Hicks (1989) Arms and the Enlisted Woman. Philadelphia: Temple
University Press.
Stolcke, Verena (1987) 'The nature of nationality'. Women and the State konferan­
sında sunulan tebliğ, Wissenschaftsinstitut, Berlin.
Stolcke, Verena (1995) 'Talking culture: new boundaries, new rhetorics of exclusi­
on in Europe', Currenı Anıhropology, 16( 1): 1-23.
Strathem, Marilyn ( 1996a) 'Enabling identity? Biology, choice and the new repro­
ductive technologies', S. Hali ve P. du Gay (der.) , Questions of Cultural Identity
içinde. Londra: Sage. s. 37-52.
Srathem, Marilyn ( 1996b) 'Kinship knowledge'. Goveming Medically Assisted Hu­
man Reproduction uluslararası sempozyumunda sunulan tebliğ, University of

Toronto, Şubat.

260
Tabet, Paola (1996) 'Natura! rertility, forced reproduction', D. Leonard ve L. At­
kins (der.), Sa:: in Question: Frrnch Maurialist Frnıinism içinde. Londra: Tay­
lor and Francis.
Tajfol, H. (1965) 'Some psychological aspects o[ the colour problem', R. Hooper
(der.), Colour in Britain içinde. Londra: BBC.
Thomton Dili, Bonnie (1988) 'The dialectics or black womanhood', Sandra Har­
ding (der.), Frnıinism and Methodology içinde. Bloomington, iN: Indiana Uni­
versity Press.
Tillich, Paul ( 1957) The Dynamics of Faith. New York: Harper and Row.
Tsagarousianou, Roza (1995) '"God, patria and home": "reproductive politics" and
nationalisı (re)definitions or women in East/Central Europe', Social Idrntiti­
cs, 1(2): 283-3 13.
Tumer, Bryan ( 1 990) 'Outline or a theory on citizenship', Sociology, 24(2): 189-
218.
Tumer, Bryan ( 1 994) Orirnıalism, Posımodcmism and Globalism. Londra: Routle­
dge.
Urdang, Stephanie (1989)And Stili They Dance: Womrn, War and thc Struggle for
Change in Mozambique. New York: Monthly Review Press .
Van den Berghe, P. ( 1979) The Ethnic Phrnomrnon. New York: Elsevier.
Vargas, Virginia (1995) 'Women's movement in Peru: rebellion into action', S. Wi­
eringa (der.), Subversive Womrn içinde. Londra: Zed.
Vogel, Ursula ( 1989) 'Is citizenship gender specific ?'. PSA Yıllık Konreransı'nda su­
nulan tebliğ, Nisan.
Voronina, Olga A. ( 1994) 'Soviet women and politics: on the brink or change', B.J.
Nelson ve N. Chowdhury (der.) , Womrn and Politics Worldwide içinde. New
Haven, CT: Yale University Press. s. 722-36.
Walby, Sylvia ( 1990) Theorizing Patriarchy. Oxford: Blackwell.
Walby, Sylvia (1994) 'Is citizenship gendered?', Sociology, 28(2): 379-95.
Walker, Martin (1993) 'Sisters take the wraps off ıhe brothers', The Guardian, 6
May.
Wallerstein, Immanuel ( 1974) The Modem World Systrnı: Capitalist Agriculturc
and the Origins of thc European World Economy in the 1 6th Crntury. New York:
Academic.
Wallerstein, lmmanuel (1980) The Modem World Systrnı ll: Mercantilism and the
Consolidation of the World Economy 1 650-1 750. New York: Academic.
Wallerstein, Immanuel (1989) The Modem World Systrnı lll: the Second Era of Gre­
at Expansion of the Capitalist World Economy 1 730-1840. New York: Cambrid­
ge University Press.
Warring, Annette ( 1996) 'National bodies: collaboration and resistance in a gender
perspective'. European Social Science History konferansının Women and War
toplantısında sunulan tebliğ, Hollanda, Mayıs.

261
Weed, Elizabeth (1989) Coming to Trnns: Feminism, Theory, Polltics. Londra: Rout­
ledge.
Werbner, Pnina ve Yuval-Davis, Nira (der.) (1988) Women, Cizitenship and Diffe­
rence. Londra: Zed Books.
Wexler, Philip (1990) 'Citizenship in a semiotic society', Bryan Tumer (der.), The­
ories of Modenıity and Postmodenıity içinde. Londra: Sage.
WGNRR ( 1991 ) Women's Global Network for Reproductive Rights, Newsletter,
no. 35 April-june.
Wheelwright, julie (1991) Women at war', The Guardian, 24 january.
Wieringa, Saskia (der.) (1995) Subversive Women: Women's Movements in Africa,
Asia, Latin America and the Caribbean. Londra: Zed.
Wieviorka, Michel ( 1 994) 'Racism in Europe: unity and diversity', A. Rattansi ve
Sallie Westwood (der.) , Racism, Modernity and Identity içinde. Cambridge: Po­
licy.
Williams, Raymond (1983) Keywords. Londra: Fontana.
Wilson, William ] . (1987) The Truly Disadvantaged. Chicago: Universicy of Chi­
cago Press.
WING ( 1 985) World Apart: Women under Immigration and Nationality Laws, Wo­
men, Immigration and Nationality Group. Londra: Pluto.
Wobbe, Theresa (1995) 'The bondaries of community: gender relations and raci­
al violence', H. Lutz, A. Phoenix ve N . Yuval-Davis (der.), Cross.fires: Nationa­
lism, Racism and Gender in Europe içinde. Londra: Pluto.
Woollacott, Angela (1993) 'Sisters and brothers in arrns: family, class and gende­
ring in World War 1 Britain' M. Cooke ve A. Woollacott (der.), Gendering War
Talk içinde. Princeton, Nj: Princeton University Press .
WREI ( 1992) Women in the Military: lntemational Perspectives, Women Resear­
ch and Education lnstitute. Konferans bildirileri, Washington, DC, 30 Nisan.
Yeatman, Anna ( 1992) 'Minorities and the politics of difference', Political Theory
Newsletter, 4( 1): 1 - 1 1 .
Young, i ris Marion (1989) 'Polity and group difference: a critique o f the ideal of
universal citizenship', Ethics, 99.
Yuval-Davis, Nira (1980) 'The bearers of the collective: women and religious legis­
lation in Israel', Feminist Review, no. 4: 15-27.
Yuval-Davis, Nira (1984) 'Anti-semitism, anti-Zionism and the stnıggle against ra­
cism', Spare Rib, April.
Yuval-Davis, Nira (1985) 'Front and rear: the sexual division of labour in the lsra­
eli army', Feminist Studies, 1(3): 649-76.
Yuval-Davis, Nira ( 1 987a) 'Marxism and jewish nationalism', History Worhshop
]oumal, no. 24 (Güz).
Yuval-Davis, Nira ( 1987b) 'Thejewish collectivity and national reproduction in ls­
rael', Khamsin (der.) , Women in the Middle East içinde. Londra: Zed.

262
Yuval-Davis, Nira (1989) 'National reproduction and the "demographic race" in Is­
rael', N. Yuval-Davis ve F. Anthias (der.), Woman-Nation-State içinde. Lond­
ra: Macmillan, s. 92-109.
Yuval-Davis, Nira ( 199la) 'The gendered Gulf War: women's citizenship and mo­
dem warfare', Haim Bresheeth ve Nira Yuval-Davis (der.) , The Gulf War and
the New World Order içinde. Londra: Zed.
Yuval-Davis, Nira ( 199lb) 'The citizenship debate: women, the state and ethnic
processes' , Feminist Review, no. 39: 58-68.
Yuval-Davis, Nira (199lc) 'Aglomorphism and the construction or ethnic and ra­
cial divisions in Australia and Britain', R. Nile (der.), fmmigration and the Po­
litics of Ethnicity and Race in Australia and Britain içinde. Canberra: Bureau of
Immigraton.
Yuval-Davis, Nira (1992a) '.Jewish fondamentalism and women's empowerment',
G. Sahgal ve N. Yuval-Davis (der.), Re.fusing Holy Orders: Women and Funda­
mentalism in Britain içinde. Londra: Verso. s. 198-226.
Yuval-Davis, Nira ( 1992b) 'Multi-culturalism, fundamentalism and women',. J. Do­
nald ve A. Rattansi (der.), Race, Culture and Difference içinde. Londra: Sage.
Yuval-Davis, Nira ( 1 993) 'Gender and nation', Ethnic and Racial Studies, 16(4):
621-32.
Yuval-Davis, Nira ( 1994a) 'ldentity politics and women's ethnicity', V.M. Mogha­
dam (der.), fdentity Politics and Women içinde. Boulder, CO: Westview Press.
Yuval-Davis, Nira ( 1994b) Women, ethnicity and empowerment', K. Bhavnani ve
A. Phoenix (der.), Shifting ldentities, Shifting Racisms içinde, özel sayı Feminism
and Psychology, 4(1): 1 79-98.
Yuval-Davis, Nira ve Anthias, Floya (der.) (1989) Woman-Nation-State. Londra:
Macmillan.
Zajovic, Stasa (der.) (1994) Womenfor Peace. Belgrad: Women in Black.
Zerai, Worku (1994) Women in the Eritrean military'. Gender and Nation dersi için
hazırlanan yayımlanmamış çalışma, Institute of Social Studies, Lahey.
Zubaida, S.(1989) 'Nations: old and new. Comments on Anthony D. Smith's "The
myth ofthe 'modem nation' and the myths of nations"'. Anthropology Seminar
Series'de sunulan tebliğ, University College, Londra.

263
oplumsal cinsiyet ilişkilerinin milliyetçi proj eler­

T
deki yeri son derece önemlidir. Bunu görmek için

herhangi bir ulus-devlet yaratma sürecine bak­

mak yeterli olur. Buna rağmen milletler ve milli­

yetçilik konusundaki yaygın kuramlar bu alanı ihmal edip kadınlık

ve erkeklik rollerinin milletin kuruluşundaki hayati rolünü gözar­

dı etmişlerdir. Kadın ve milliyetçilik alanındaki çalışmaları ile tanı­

nan Nira Yuval-Davis, pek çok yabancı dile çevrilen bu kitabında,

cinsiyet ilişkilerinin milliyetçi proj elerin bazı temel boyutlarına

olan katkısını sistematik olarak incelemekte ve yeni mücadele yol­

ları önermektedir. Bu temel boyutlar, milli yeniden üretim , m i l l i

kültür, milli vatandaşlık ve savaşlardır. Yuval -Davi , kadm l a n ı ı ,

milletlerin yalnızca biyolojik, kültürel ve sembol i k y n id n u r t i

mindeki rollerine değil, vatandaşlık hakları ve yül ü ı n l ü l ü l 1 r i yo

luyla milletin sivil oluşumundaki kon u m l a n na e l ı i rd h ı ı g z

le bakmaktadır. Ayrıca kadınları n , gay r i rc m ı ku ı t u l u ıııu ·a ki ·1 ·

ri ve modern ordulara katılmaları n ı n , t o p l unı c l a l i y r l r r i n c y ı H l i l

sonuçlarını da inceler. Siyaset kura m ın ı n c i n i y ı 1 o rl u � unr m y·

dan okuyan bu kitapta, topl u msal c i nsiye t i l i k i l e r i n i n milli v · i­

n i k süreçleri etkileme v e bun lardan etkilenme biçimleri, Türkiye

dahil pek çok ülkeden örnekle ele alınmaktadır. f� •



THG
496967
CGC

iLETi Ş i M 861
ARAŞTIRMA
iNCELEME 135
9
1 1 1 111 11 1 1 11111111 1111
789750 500947

You might also like