Untitled

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 302

'A.n{atı{an senin yo{cuh 9un ...

LAPUTA KITAF'
Laputa Kitap 14
Edebiyat, Öykü/Korku

Çevirenler
özge Sevinç, Ertuğrul Orbay Ya zanlar, Doğan Hezer

H. P. Lovecraft'ın Favori Korku Hikayeleri

Rudyard Kipling. M. R. James, E. F. Benson, Fitz-/ames O Brien, /ohn


Buchan, H. G. Wells, Edward Lucas, Fiona Macleod, Nathaniel Hawthorne,
Hanns Heinz Ewers, Ambrose Bierce, Marion Crawford, Ralph Adams Cram

Kitabın Özgün Adı:


H.P. Lovecraft's Favorite Horror Stories

Yayına Hazırlayan: Doğan Hezer


Redaksiyon: Hümeyra Ayar
Son Okumalar: Utku Yıldırım, Nesliha n Şahin

Kapak Uygulama: Never More


Sayfa Düzeni : Dagon

ı. Baskı Mayıs 2019

Baskı
Yön Matbaacılık
Davutpaşa Cad. Güven İş Merkezi B Blok Kat 1 No: 366
Topkapı/ İstanbul o (212) 544 66 34
Matbaa Sertifika No: 12573

Laputa Kitap
Yeşilkent Mahallesi 1805. Sokak No: ı7/19
Daire No: 15 Esenyurt/İstanbul
Tel: (o 539) 894 56 70

Sertifika No:35963
ISBN: 978-605-69011-3-3
Hikayelerin Özgün Adları
1he Mark of the Beast
Rudyard Kipling

Count Magnus
M. R. James

1he Man Who Went Too Far


E. F. Benson

1he Diamond Lens


Fitz-James O'Brien

1he Wind in the Portico


John Buchan

1he Ghost of Fear


H. G. Wells

Lukundoo
Edward Lucas

1he Sin-Eater
Fiona Macleod

Fragments from the /ournal ofa Solitary Man


Nathaniel Hawthorne

1he Spider
Hanns Heinz Ewers

1he Damned 1hing


Ambrose Bierce

1he Dead Smile


Francis Marion Crawford

1he Dead Valley


Ralph Adams Cram
H. P. Lovecraft'ın
Favori Korku Öyküleri

Çevirenler
Özge Sevinç
Doğan Hezer
Ertuğrul Orbay Yazanlar
İçindekiler
Canavarın İşareti ........................................................... 9

Kont Magnus .......... . . . ................................................... 27

Çok Uzaklara Giden Adam ........................................... 45

Elmas Lens ................... ................................................ 73

Kemeraltında Esen Rüzgar ......................................... 105

Korkunun Hayaleti ................. . ................................... 137

Lukundoo .
............ .............. ......................................... 149

Günah Bekçisi ............................................................ 171

Yalnız Adamın Günlüğünden Kesitler ...................... 203


.. ..
O rumcek ................ ..................................................... 219

Lanetli Şey .................................................................. 247


..
..

01u G··ı··
u umseme .................................. ....................... 259

Ölüm Vadisi ...................... . ........... .... . . ....... ................. 287

Yazarlar ...................................................................... 299


Rudyard Kipling

Canavarın işareti

Senin Tanrıların ve benim Tanrılarım -sen ya da ben, hangi Tanrının


daha güçlü oldugunu biliyor muyuz?

-Yerli Atasözü

Doğu Suez'de Tanrı'nın doğrudan kontrolü sona erer; As­


ya'daki Tanrıların ve Şeytanların ve İngiltere Kilisesi'nin
himayesi altınatadır ama İngilizler söz konusu olduğun­
da ara sıra değiştirilmiş bir denetim uygulanıyordu.
Bu varsayım Hindistan'daki hayatın daha çok gereksiz
korkularını açıklar ve hikayemi anlatmak için uzatılabilir.
Hindistan yerlilerini iyi tanıyan, polis arkadaşım Stir­
ckland, olayın gerçekliğine tanıklık edebilir. Doktorumuz
Dumoise de Strickland da benim gördüklerimi gördü.
Kanıttan çıkardığı sonuç tamamen yanlıştı. O artık ölü;
o öldü, başka bir yerde anlattığım gibi oldukça merak
uyandırıcı bir şekilde öldü.

9
Fleete, Hindistan'a geldiğinde çok az parası ve Dhar­
msala denilen bir yerin yakınında, Himalayalarda, topra­
ğı vardı. Para ve mülkü amcası tarafından bırakılmıştı ve
Fleete, bunları finanse ediyordu. Uzun, ağır, güler yüzlü
ve kendi halinde bir adamdı. Yerliler hakkında bilgisi, ta­
bii ki kısıtlıydı ve dilin zorluklarından şikayet ederdi.
Yeni Yıl'ı istasyonda geçirmek için tepedeki yerinden
geldi ve Strickland ile kaldı. Yeni Yıl arifesinde kulüpte
büyük bir akşam yemeği vardı ve gece mazur görülebi­
lecek bir şekilde yağmurluydu. Adamlar, krallığın en uç
noktalarından bir araya gelince kargaşa çıkarma hakkı­
na sahiptir. Sınır, içkilerinin olduğu yan kaledeki akşam
yemeği için Khyberee kurşunu riskine rağmen, on beş
mil at sürmeye alışkın ve bir yıl içinde yirmi beyaz surat
bile görmeyen, başına ödül konarak tutuklanan bir grup
göndermişti. Bu güvenli hallerinden istifade ediyorlardı
çünkü bahçede buldukları top kirpi ile bilardo oynama­
yı denediler ve biri, iŞaretçiyi dişlerinin arasında tutarak
odanın etrafında taşıdı. Yanın düzine üretici güneyden
gelmişti ve bütün hikayeleri bir kerede kapatmaya uğra­
şan, Asya'daki "En Büyük Yalancı"ya abp tutuyorlardı.
Herkes oradaydı ve mevkileri samimiyetle anlabp geçen
yıl içindeki ölü veya sakat kayıplarımızı enine boyuna
değerlendiren bir general de vardı. Yağmurlu bir gecey­
di ve Polo Şampiyonluk Kupası'nda ayaklarımızla tempo
tutarak"Auld Lang Syne" şarkısını söylediğimizi, başımız
yıldızlarda hepimizin sevgili arkadaşlar olduğuna yemin
ettiğimizi hatırlıyorum. Sonrasında bir kısmımız uzak­
lara giderek Burma'yı topraklara kattı, bazıları Sudan'a
ateş açmaya çalıştı, Suakim dışında, amansız ormandaki
kabileden karşı ateş açıldı, bazıları yıldızlar, madalyalar
buldu, bazdan ise evlendi -ki bu kötüydü ve bazdan daha

10
kötü şeyler yaptı- ve diğerlerimiz kalıp kıt deneyimlerle
para kazanmaya çabaladı.
Fleete, geceye sherry1 ve absent2 ile başladı, tatlıya
kadar durmadan şampanya içti, sonra da viskinin bütün
gücü ile ham ve törpüleyici Capri, kahvesi ile Benedic­
tine, bilardo vuruşlarını iyileştirmek için dört ya da beş
viski-soda ve üstüne brendiyi bitirdiğinde kafası iyiydi.
Sonuç olarak, sabah üç buçukta, on dört derecelik ayaza
çıktığında, atına öksürdüğü için çok öfkeliydi ve eyere at­
lamaya çalıştı. At kaçıp ahırına gitti, bu yüzden Strickland
ve ben, Fleete'i eve götürmek için merasim kıtası kurduk.
Yolumuz, maymun tann Hanuman'ın küçük tapına­
ğına yakın pazar yerinden geçiyordu. Bütün tannlann iyi
yönleri vardır, tıpkı bütün rahipler gibi. Şahsen Hanu­
man'a çok değer veririm ve halkına -tepelerin büyük gri
gorillerine- çok kibar davranınıiı. İnsan ne zaman arka­
daş isteyeceğini asla bilemez.
Tapınakta ışık yanıyordu ve geçerken ilahi okuyan
adamların sesini duyabiliyorduk. Yerel bir tapınakta ra­
hipler tannlanna saygılarını sunmak için gece her saat
başı kalkarlar. Durdurmamıza kalmadan Fleete mer­
divenlere seğirtti, iki rahibin sırtını sıvazladı ve Hanu­
man'ın kırmızı taştan suretinin alnına izmaritinin külle­
rini ağır ağır ufaladı. Strickland ve ben onu sürüklemeye
çalıştık ama o oturup ciddiyetle şöyle dedi:
"Gördünüss mü? Mark of the B-beasht! Ben yaptım.
Güssel değil mii?"
Yanın dakika sonra tapınakta gümbürtü koptu ve
tannlan kirletmenin ne demek olduğunu bilen Strick­
ı Bir şarap tÜrii.
2 Çeşitli bitkilerin damıtılarak fermente edilmesiyle elde edilen, al­
kol oranı yüksek (hacmen 9645 - 9675) bir içkidir.

il
land, başımıza iş açılacağını söyledi. Resmi statüsünden
dolayı ülkede uzun süreli ikameti ve yerlilerle kaynaşma­
daki zayıflığı yüzünden rahipler tarafından tanınırdı, bu
yüzden mutsuz oldu. Fleete, yere oturup hareket etmeyi
reddetti. "Yaşlı ve iyi Hanuman"ın yumuşak bir yastık
yaptığını söyledi.
Sonra, ansızın Gümüş Adam, Tann suretinin arkasın­
daki girintiden çıkıp geldi. Bu acı mı acı soğukta tamamen
çıplaktı ve vücudu, İncil'de geçen, "kar gibi beyaz cüz­
zamlı" olduğu için, donuk gümüş misali parlıyordu. Ay­
nca yüzü de yoktu çünkü yıllardır cüzzamlıydı ve hastalık
üstüne çökmüştü. Fleete'i kaldırmak için eğildik, tapınak
sanki yerin altından çıkan yerlilerle dolup taşıyordu ki
Gümüş Adam kollanmızın altından koşup su samuru mı­
nldamasına benzer bir ses çıkanp Fleete'ye gövdesinden
yakaladı ve biz onu itemeden başını Fleete'in göğsüne in­
dirdi. Sonra da kalabalık kapılan tıkarken köşeye çekilip
mızmızlanarak oturdu.
Gümüş Adam Fleete'ye dokununcaya kadar rahipler
çok öfkeliydi. Bu sokulma onlan sakinleştirmiş gibiydi.
Birkaç dakikalık sessizlikten sonra rahiplerden biri
Strickland'a gelerek mükemmel bir İngilizceyle, "Arka­
daşınızı götürün. Hanuman ile işi bitti fakat Hanuman'ın
onunla işi bitmedi," dedi. Kalabalık yer açtı ve Fleete'yi
sokağa taşıdık.
Strickland pek kızgındı. Üçümüzün de bıçaklaaabile­
ceğini ve Fleete'nin yara almadan kaçtığı için yıldızlanna
teşekkür etmesi gerektiğini söyledi.
Fleete ise kimseye teşekkür etmedi. Uyumak istediği­
ni söyledi. Dehşet sarhoştu.

12
İlerledik, Strickland sessiz ve öfkeliydi; ta ki Fleete,
şiddetli titreme ve terleme atağına kapılıncaya kadar. Pa­
zar yeri kokularının bayıltıcı olduğunu ve İngiliz konut­
larının bu kadar yakınına neden kesimhane kurma izni
verildiğini merak ettiğini söyledi. "Kan kokusunu almıyor
musun?" dedi Fleete.
Tam şafak sökmek üzereyken onu yatırdık ve Stick­
land beni bir viski ve soda daha içmeye davet etti. İçer­
ken tapınaktaki sorundan bahsedip bunun kendisini ta­
mamen şaşkına çevirdiğini itiraf etti. Strickland, yerliler
tarafından şaşırtılmaktan nefret eder çünkü onun bu ha­
yattaki işi, onların silahlan ile onlara karşı galip gelmek­
tir. Henüz bunu başaramadı ama on beş veya yirmi yıl
içinde ufak bir ilerleme kaydetmiş olacak.
"Mızmızlanmak yerine bizi hırpalamaları gerekirdi,"
dedi. "Ne yapmak istediklerini merak ediyorum. Bundan
hiç ama hiç hoşlanmadım."
Dinlerine hakaret ettiğimiz için tapınağın Yönetim
Komitesinin bize her halükarda ceza davası açacağını
söyledim. Hindistan Ceza Kanunu'nda Fleete'nin suçu­
na karşılık gelen bir kısım vardı. Strickland sadece bunu
yapmalarını umduğunu ve bunun için dua ettiğini söy­
ledi. Aynlİnadan önce Fleete'in odasına baktım ve sol
göğsünü kaşıyarak sağ yanına dönmüş halde uyuduğunu
gördüm. Sonra da sabahın yedisinde üşümüş, canım sık­
kın ve mutsuz bir şekilde uyudum.
Fleete'nin başına bakmak için saat birde Strickland'ın
evine atımı sürdüm. Bunun üzüntü vereceğini hayal et­
miştim. Fleete kahvaltı ediyordu ve iyi görünmüyordu.
Öfkesi gitmişti çünkü az pişmiş et vermediği için aşçı ile
dalga geçiyordu. Yağmurlu bir geceden sonra çiğ et yiyen

13
bir adam merak uyandırır. Bunu Fleete'ye söyledim, o da
güldü.
"Buralarda hummalı sinek büyütürsün," dedi. "Parça
parça ısırıldım ama sadece bir yerde."
"Haydi şu ısınğa bakalım, " dedi Strickland. "Sabah­
tan beri azalmış olabilir."
Etler pişirilirken Fleete gömleğini açıp sol göğsünün
tam üzerinde bir iz, leopar postundaymış gibi bir çift ha­
rika siyah rozeti -bir daire içinde beş ya da altı düzensiz
mürekkep lekesini- gösterdi. Strickland rozete bakıp,
"Daha bu sabah pembeydi . Şimdi kararmış" dedi.
Fleete pencereye koştu. "Tann aşkına! " dedi. "Bu ber­
bat. Ne bu?"
Cevap veremedik. Etler geldi, hepsi kırmızı ve sulu ;
Fleete saldırdı, üç parçayı çiğnemeden yuttu. Sadece
sağ çenesiyle çiğnedi ve eti ısırırken başını sağ omzuna
eğdi. Tuhaf davrandığının farkına, yemeğini bitirdiğinde
varmış olmalı çünkü özür dilercesine, "Hayatımda daha
önce hiç bu kadar aç hissettiğimi hatırlamıyorum. Deve­
kuşu gibi çiğnemeden yuttum" dedi.
Kahvaltıdan sonra Strickland bana, "Gitme. Burada
kal. Gece de kal," dedi.
Evimin Strickland'ın evinden üç mil bile uzakta olma­
ması nedeniyle bu rica tuhaftı. Ancak Strickland ısrar etti
ve Fleete, utangaç bir suratla tekrar acıktığını ilah ede­
rek araya girdiğinde bir şeyler söylemek üzereydi. Stri­
ckland giysi ve at alması için evime bir adam gönderdi
ve üçümüz atla dolaşma zamanı gelinceye kadar zaman
geçirmek üzere Strickland'ın ahırlanna gittik. Atlara kar­
şı zaafı olan bir adam onlan incelemekten asla bıkmaz ve

14
bu iki adam, bu şekilde zaman öldürürken birbirlerinden
bilgi - ve yalan bilgi alışverişi yaparlar.
Ahırlarda beş at vardı ve onlara şöyle bir bakmayı
denediğimiz sahneyi asla unutmayacağım. Çıldırmış gi­
biydiler. Şahlandılar, kişnediler ve neredeyse kazıklarını
sökeceklerdi. Terlediler, titrediler, köpürdüler ve korku­
dan kendilerinden geçtiler. Strickland'ın atlan onu da
köpeklerini de tanırdı ki bu durum iyice merak uyandır­
dı. Hayvanlar panikle kendilerini sağa sola atarlar kor­
kusuyla ahırdan ayrıldık. O sırada Strickland arkasını
dönüp bana seslendi. Atlar halen ürküyordu ama "sakin­
leştirme"mize ve onları önemseyerek başlarını bağrımıza
basmamıza izin verdi.
"BİZDEN korkmuyorlar," dedi Strickland. "Biliyor
musunuz, buradaki ÖFKE konuşabilse üç aylık maaş ve­
rirdim."
Ancak Öfke dinmişti; atlar, konuşmak isteyip başa­
ramadıkları zaman adetleri olduğu üzere sahibine soku­
lup burunlarından hızlı hızlı nefes alıp verirler. Fleete,
biz ahırdayken geldi ve atlar onu görür görmez korkulan
yine patladı. Tek yapabildiğimiz çiftelenmeden oradan
kaçmaktı. Strickland, "Senden hoşlanıyor gibi değiller,
Fleete" dedi.
"Zırvalık," dedi Fleete, "benim kısrağım beni köpek
gibi takip eder." Atına gitti, bina içindeki ahırdaydı an­
cak o parmaklıkları geçer geçmez at harekete geçerek onu
yere devirdi ve bahçeye kaçtı. Güldüm ama Strickland hiç
de eğlenmiyordu. Bıyığını iki elimle tutup neredeyse eli­
me gelinceye kadar çektim. Fleete, atını yakalamaya git­
mektense uykusu geldiğini söyleyerek esnedi. Uzanmak
için eve gitti ki bu Yeni Yıl'ın ilk gününü geçirmek için
aptalca bir yoldu.

15
Strickland benimle ahırda oturup Fleete'nin davra­
nışlannda olağan dışı bir şey fark edip etmediğimi sordu.
Yemeğini hayvan gibi yediğini ama bunun bizim gibi ra­
fine ve yüceltici bir topluluktan uzak, tek başına yüksek
tepelerde yaşamasının sonucu olabileceğini söyledim.
Strickland eğlenmiyordu. Beni dinlediğini sanmam çün­
kü bir sonraki cümlesi Fleete'in göğsündeki iz hakkınday­
dı ve ben de sivrisinekler yüzünden ya da muhtemelen
ilk defa farkına vanlan ve yeni çıkan bir doğum lekesi
olabileceğini söyledim. İkimiz de nahoş olduğunda hem­
fikirdik ve Strickland sersem olduğumu söyleyebileceği
bir zaman buldu.
"Ne düşündüğümü sana şimdi söyleyemem," dedi.
"Çünkü bana deli dersin ancak önümüzdeki birkaç gün
bende kalmalısın mümkünse. Senden Fleete'i izlemeni
istiyorum ancak ben aklımı toplayana kadar bana ne dü­
şündüğünü söyleme."
"Ama bu akşam yemeğe çıkacağım" dedim. "Ben de,"
dedi Strickland, "ve tabii Fleete de. En azından fikrini de­
ğiştirmezse."
Sigara içerek bahçede dolandık ama pipolanmız bite­
ne kadar tek laf etmedik çünkü bizler arkadaştık ve çene
çalma iyi tütünü bozar. Sonra Fleete'yi uyandırmaya git­
tik. Çoktan uyanmıştı ve odasında huzursuzca dolanıp
duruyordu.
"Diyeceğim ki, biraz daha et istiyorum," dedi. "Alabi­
lir miyim?"
Güldük ve dedik ki: "Git üzerini değiştir. Midilliler bi­
razdan burada olur."
"Pekala," dedi Fleete. "Etleri, unutmayın, az pişmişle­
ri alınca gideceğim."

16
Oldukça hevesli görünüyordu. Saat dörttü ve biz
kahvaltıyı birde yapmıştık, yine de ısrarla az pişmiş et
istiyordu. Sonra binici giysilerini giyip verandaya çıktı.
Midillisi, kısrağı yakalanmamıştı, onu kendine yaklaştır­
mıyordu. Üç at da zapt edilmiyordu, korkudan çıldırmış­
lardı ve sonunda Fleete evde kalıp bir şeyler yiyeceğini
söyledi. Stickland ve ben merak içinde atlara bindik. Ha­
numan tapınağından geçerken Gümüş Adam dışan çıkıp
bize mızıldandı.
"Tapınağın düzenli rahiplerinden değil," dedi Strick­
land. "Sanının tuhaf bir şekilde ellerimi üzerine koymak
istiyorum."
O akşam dörtnala at binişimizde sıçrama yoktu. Atlar
yorgundu ve tükenmiş gibi hareket ediyordu.
"Kahvaltı sonrası korku onlara fazla geldi," dedi Stri­
ckland.
Binişin kalanında söylediği tek cümle buydu. Bir veya
iki defa kendi kendine küfretti sanının ama bu sayılmaz­
dı.
Yedide, karanlıkta döndük ve bungalovda3 hiç ışık
yanmadığını gördük. "Düşüncesiz zorbalar benim uşak­
lanm!" dedi Strickland.
Atım yolda bir şeye ürktü, Fleete burnunun dibinde
duruyordu.
"Bahçede sürünerek ne yapıyorsun?" dedi Strickland.
Ancak atlann ikisi de yerinden fırladılar ve neredey­
se bizi Üzerlerinden atıyorlardı. Ahırlann orada atlardan
inip Fleete'ye döndük ki kendisi portakal çalılıklannın al­
tında elleri ve dizleri yerde duruyordu.

3

"Senin ne n var!" dedi Strickland.
Çoğunlukla aşaptan inşa edilen küçük ve tek katlı evler.

17
"Yok, yok hiçbir şeyim" dedi Fleete çok hızlı ve yüksek
sesle. "Biliyorsun bahçecilik yapanın. Toprağın kokusu
harika. Sanının bütün gece sürecek uzun bir yürüyüşe
çıkacağım."
O an bir yerlerde-aşın derece olağandışı bir şey oldu­
ğunu görüp Strickland'a, "Ben yemeğe çıkmıyorum" de­
dim.
"Çok yaşa! " dedi Strickland. "Hey Fleete, ayağa kalk.
Orada üşüteceksin. Yemek için içeri gir ve lambalan yak­
tıralım. Hepimiz evde yiyeceğiz."
Fleete gönülsüzce ayağa kalktı, "Lamba yok, lamba
yok. Burası daha güzel. Haydi dışanda yiyelim, az pişmiş
etlerden biraz daha yiyelim, kıkırdaklı ve kanlı olanlar­
dan," dedi.
Kuzey Hindistan'da ekim geceleri çok soğuk olur ve
Fleete'nin önerisi çılgınlıktı.
"İçeri girin," dedi Strickland inatla. "Derhal içeri gi­
rin! "
Fleete girdi ve lambalar getirildiğinde kelimenin tam
anlamıyla tepeden tırnağa kire bulandığını gördük. Bah­
çede yuvarlanıyor olmalıydı. Işıktan geri çekilip odasına
gitti. Gözleri bakılamayacak derecede ürkütücüydü. Ar­
kasında, içinde yeşil bir ışık vardı ve alt dudağı sarkmıştı.
Strickland dedi ki: "Bu gece belanın büyüğü olacak.
Binici giysilerimi değiştirmesem?"
Fleete'nin tekrar gelmesini bekledik de bekledik, bu
arada yemeği de söyledik. Odasında dolandığını duyu­
yorduk ama ışık kapalıydı. O an odadan bir kurdun uzun
uzun uluması duyuldu.
İnsanlar "kanın çekilmesi", "tüylerin diken diken ol­
ması" gibi laflan basitçe söyler ve yazarlar. Her iki his de

18
hafife alınamayacak kadar ürkütücüdür. Kalbim bıçak
saplanmışçasına durdu ve Strickland masa örtüsü gibi
bembeyaz oldu.
Uluma tekrarlandı ve vadinin uzaklannda başka bir
uluma cevap verdi.
Yıldızlı gök kubbe korkuyla kaplandı. Strickland, Fle­
ete'nin odasına seğirtti . Ben de takip ettim ve Fleete'yi
camdan çıkarken gördük. Boğazından yaratık benzeri
tuhaf sesler çıkartıyordu. Ona bağırdığımızda bize cevap
vermedi. Tükürdü.
Sonra ne olduğunu pek hatırlamıyorum; sanının Stri­
ckland onu uzun kerata ile sersemletmiş olmalı yoksa
onun göğsüne asla oturamazdım. Fleete konuşamıyordu,
sadece hırlıyordu ve hırlamalan bir insanın değil kurdun
hırlamasıydı. İ nsan ruhu gün boyunca tükenip alaca ka­
ranlıkta ölüyor olmalıydı. Bir zamanlar Fleete olan yara­
tık ile uğraşıyorduk.
Mesele herhangi bir insani ve mantıklı tecrübeden
öteydi. "Kuduz," demeye çalıştım ama sözcük ağzımdan
çıkmadı çünkü yalan söylediğimi biliyordum.
Bu yaratığı yelpaze halatının deri kayışlan ile zapt
edip el bileklerini koca ayaklanna bağladık, nasıl kulla­
nacağınızı biliyorsanız çok etkili bir tıkaç olan kerata ile
susturduk. Daha sonra onu yemek odasına taşıyıp derhal
gelmesini isteyerek bir adamla Doktor Dumoise'e haber
gönderdik. Haberciyi gönderdikten sonra tam rahat bir
nefes alacaktık ki Strickland, "Bu iyi değil. Bu doktorluk
bir iş değil," dedi. Doğruyu söylediğini ben de biliyordum .
Yaratığın başı serbestti ve bir o yana bir b u yana ka­
yıyordu, odaya biri girse bizim kurt derisi yüzdüğümüzü
sanırdı. Bu, en mide bulandıncı aksesuardı?

19
Strickland eli çenesinde otururken yaratığın yerde
kıvranışını izliyor ama bir şey söyleyemiyordu. Boğuşur­
ken gömleği yırtılmıştı ve sol göğsündeki siyah rozet, izi­
ni gösteriyordu. Kabarcık gibi ortadaydı.
İ zlemenin sessizliğinde dişi su samurunun mızıldan­
masına benzer bir şey duyduk. İkimiz de ayağa kalktık
ve Strickland adına değil de kendi adıma cevap verecek
olursam, hasta, gerçekten ve fiziksel olarak hasta hisse­
diyordum.
Dumoise geldi, daha önce hiçbir adamı bu kadar ama­
tör bir şaşkınlık içinde görmemiştim . Bunun içler acısı
bir kuduz vakası olduğunu ve hiçbir şey yapılamayacağını
söyledi. Sakinleştirici önlemler sadece ızdırabı uzatacak­
tı. Yaratığın ağzından köpükler geliyordu. Dumoise'e de
söylediğimiz gibi Fleete, bir veya iki defa köpekler tara­
fından ısınlmıştı. Yanın düzine av köpeği olan bir adam
er ya da geç ısınlmayı beklemeliydi. Dumoise yardımcı
olamadı . Yalnızca Fleete'nin kuduzdan ölmekte olduğunu
doğruladı. Bu sırada yaratık, keratayı tükürmeyi başar­
dığı için uluyordu. Dumoise ölüm nedenini belgelemek
için hazır olduğunu, kesin sonu söyledi. Ufak tefek, iyi bir
adamdı ve bizimle kalmayı teklif etti, ama Strickland bu
nazik davranışı reddetti. Dumoise'in yeni yılını zehirle­
mek istemedi. Fleete'in gerçek ölüm nedenini kamuoyu­
na duyurulmamasını rica etti.
Dumoise oldukça sarsılmış bir halde gitti, at arabası­
nın tekerlek sesleri uzaklaşır uzaklaşmaz Strickland bana
fısıltıyla şüphelerini anlattı. Öylesine çılgınca ve ihtimal
dışıydı ki bunları yüksek sesle söylemeye cesareti yoktu.
Ben, Strickland'ın bütün inançlarını aklımda tutarken,
bunları üstüme almaktan o kadar utanmıştım ki inanma­
mış gibi yaptım.

20
"Gümüş Adam, Fleete'yi Hanuman suretini kirlettiği
için büyü yapmış olsa bile ceza bu kadar çabuk gerçekle­
şemez."
Ben bunu fısıldarken evin dışındaki inleme tekrar
yükseldi ve yaratık kendisini tutan kayışlann kopacağın­
dan korkmamıza neden olan yeni bir mücadele nöbetine
yakalandı.
" İ zle!" dedi Strickland. "Bu altı kez daha olursa kanun
benim ellerimde olur. Bana yardım etmeni emrediyo­
rum."
Odasına gitti, birkaç dakika içinde eski bir av tüfeği
namlusu, misina parçası, biraz kalın halat ile çıktı. Yara­
tığın inlemeden sonra iki saniye aralıklarla çırpındığını
ve gözle görülür şekilde zayıf düştüğünü bildirdim.
Strickland mınldandı, "Ama o can alamaz. O can ala­
maz!"
Kendime ters düştüğümü bilsem de "Kedi olabilir.
Kedi olabilir. Gümüş Adam sorumluysa buraya gelmeye
nasıl cesaret eder?" diyebildim.
Strickland şöminedeki odunları düzenledi, namluları
ateşin parlamasına koydu, halatı masanın üstüne serip
bir bastonu ortadan ikiye kırdı. Mahseer balığı avlamada
kullanılan telle sanlı yaklaşık bir metre misina, olta ipi
vardı iki ucunu düğümledi.
Sonra da, "Onu nasıl yakalayabiliriz? Canlı ve yarala­
madan alınmalı," dedi.
Tann'ya inanmamız ve evin önündeki çalılıkların ara­
sından çevgenler ile yavaşça çıkmamız gerektiğini söyle­
dim. İ nleyen adam veya hayvan belli ki gece bekçisi gibi
düzenli olarak evin etrafında dönüyordu. Yaklaşıncaya
dek çalılıklarda bekleyip sonra onu ele geçirebilirdik.

21
Strickland bu öneriyi kabul etti ve banyo penceresin­
den ön verandaya süzüldük, at arabası yolunu geçip çalı­
lıklara yöneldik.
Ay ışığında cüzzamlının, evin köşesinden geldiğini gö­
rebiliyorduk. Tamamen çıplaktı ve ara ara mırıldanarak
kendi gölgesi ile dans etmek için duruyordu. Bu cezbedici
bir görüntü değildi ve bu kadar iğrenç bir mahluk tarafın­
dan böylesine aşağılık bir duruma düşürülen zavallı Flee­
te'i düşündüğümde bütün şüphelerimi bir kenara bırakıp
Strickland'a ısınmış namlulardan düğümlü sicime, tepe­
den tırnağa, gerekli olabilecek bütün işkencelerle yardım
etmeye karar verdim.
Cüzzamlı bir an için ön sundurmada durduğunda çev­
genlerle üstüne atladık. Mükemmel derecede güçlüydü ve
biz, yakalamadan önce kaçmasından veya ölümcül yara
almasından korktuk. Cüzzamlılann narin olduğu gibi bir
fikrimiz vardı ki bu yanlış çıktı. Strickland onu dizlerin­
den yatırdı ve ben de ayağımı boğazına bastırdım. Kor­
kunç bir şekilde hırıldadı ve binici botlarımın içinde dahi,
teninin temiz bir adamın teni olmadığını hissediyordum.
Elleri ve kütük ayaklan ile bize saldırdı. Köpek kamçı­
sını koltuk altından etrafına geçirdik ve onu önce salona
sonra da yaratığın olduğu yemek odasına arkası dönük
sürükledik. Burada onu sandık kayışlarıyla bağladık.
Kaçmaya çalışmadı ama mızıldandı.
Onu yaratık ile yüzleştirdiğimizdeki sahne tarif edi­
lemezdi. Yaratık kargabüken ile zehirlenmiş gibi geriye
doğru yay gibi kıvrıldı ve en acınası şekilde inledi. Bir
sürü başka şey de oldu ancak buraya yazılamaz.
"Sanının haklıydım," dedi Strickland. "Şimdi bu du­
rumu düzeltmesini isteyeceğiz."

22
Ancak cüu.amlı sadece mızıldandı. Strickland başına
havlu sarıp namluları ateşten aldı. Yansı kırık bastonu
misina ilmeğinden geçirip cüu.amlıyı Strickland'ın ke­
revetine rahatça bağladım. İşte o zaman erkeklerin, ka­
dınların ve küçük çocukların bir cadıyı diri diri yakılırken
izlemeye nasıl dayandığını anladım çünkü yaratık, yerde
inliyordu ve Gümüş Adam'ın yüzü olmasa da yüzünün
yerini alan ve bir levhadan geçen dehşet verici hisler, tıp­
kı alev kırmızı demirde oynayan ateş dalgalan... Örneğin
namlular gibi hissedebiliyordunuz.
Strickland bir anlığına gözlerini elleri ile gölgeledi ve
işe koyulduk. Bu kısım yayınlanmayacak.
Cüzzamlı konuştuğunda şafak söküyordu. O noktaya
kadar mızıldanmalan tatmin etmemişti. Yaratık yorgun­
luktan bayılmıştı ve ev çok sessizdi. Cüu.amlıyı bağların­
dan çözüp lanetli ruhu almasını istedik. Yaratığa sürünüp
elini sol göğsüne koydu. Hepsi bu kadardı. Sonra yüzüstü
düşüp sanki kendi nefesini solur gibi sızlandı.
Yaratığın yüzünü izledik ve Fleete'nin ruhunun göz­
lerine geri geldiğini gördük. Ardından alnından ter bo­
şandı ve gözleri, insan gözleriydi, kapandı. Bir saat bek­
ledik ama Fleete halen uyuyordu. Onu odasına taşıyıp
cüu.amlıya kereveti, çıplaklığını örtmesi için üstündeki
nevresimleri, kendisine dokunduğumuz eldiven ve hav­
lular ile vücuduna doladığımız kırbacı vererek gitmesini
emrettik. Nevresimi üzerine atıp konuşamadan ya da mı­
zıldanmadan sabaha karşı gitti.
Strickland yüzünü silip oturdu. Şehirden, uzaktan ge­
len bir gece çanı, saati yediye vuruyordu.

23
"Tam yirmi dört saat!" dedi Strickland. "Akıl hastane­
sinde daimi odanın yanı sıra hizmetten affım için gereke­
ni yaptım. Uyanık olduğumuza inanıyor musun?"
Alev kırmızısı namlu yere düşmüştü ve halıyı hafiften
yakıyordu. Koku tamamen gerçekti.
O sabah on birde birlikte Fleete'yi uyandırmaya gittik.
Baktığımızda göğsündeki siyah leopar lekesinin kaybol­
duğunu gördük. Oldukça uykulu ve güçsüzdü ama bizi
görür görmez dedi ki: "Ah! Kahrolası dostlar sizi. Size de
iyi yıllar. Likörlerinizi asla karıştırmayın. Neredeyse ölü­
yordum."
"Nezaketin için teşekkürler ama zamanı geçti," dedi
Strickland. "Bugün ikinci günün sabahı. Yirmi dört saat
uyudun besbelli."
Kapı açıldı ve Dumoise, başını içeri uzattı. Yürüyerek
gelmişti ve Fleete'nin ölüsünü yıkadığımızı düşünmüştü.
"Hemşire getirdim," dedi Dumoise. "Sanırım içeri şey
için gelebilir... Ne gerekiyorsa."
"Elbette," dedi Fleete, neşeyle yatağında doğrularak.
"Bütün hemşirelerini getir."
Dumoise şaşkına dönmüştü. Strickland onu dışarı
çıkarıp teşhisinde bir hata olduğunu açıkladı. Dumiose
halen şaşkındı ve aceleyle evden aynldı. Mesleki şöhre­
tinin yaralandığını düşünerek iyileşmeyi gurur meselesi
yapacak gibiydi. Strickland da gitti. Geldiğinde tanrının
kirletilmesini telafi etmek için Hanuman Tapınağını zi­
yaret etti, hiçbir beyaz adamın idole asla dokunmadığı
ve bütün bunları hayal etmiş olduğuna tamamen garanti
vermişlerdi.

24
"Ne düşünüyorsun?" dedi Strickland. "Daha başka
şeyler var . . . " Ancak Strickland bu alıntıdan nefret ederdi.
Bayatladığını söylerdi.
Beni bütün gece boyunca olanlar kadar dehşete dü­
şüren, merak uyandıran başka bir şey de oldu. Fleete gi­
yindiğinde yemek odasına geldi ve odayı kokladı. Koklar­
ken burnunu tuhaf bir şekilde oynattı. "Leş gibi kokuyor
burası," dedi. "Av köpeklerini hizada tutsan iyi edersin.
Sülfürü dene Strick!"
Ancak Strickland cevap vermedi. Bir sandalyeyi ar­
kasından yakalayıp hiç işaret vermeden muazzam bir
histeriye kapıldı. Güçlü bir adamın histeri tarafından ele
geçirildiğini görmek berbattır. İ şte o zaman o odada Fle­
ete'nin ruhu için Gümüş Adam ile dövüştüğümüz ve İ n­
giliz erkekleri olarak kendimizi hiç olmadığı kadar rezil
ettiğimiz aklıma geldi. Ben de Strickland kadar rezil bir
şekilde güldüm. Fleete, ikimizin de çıldırdığını düşünü­
yordu. Ne yaptığımızı ona hiç anlatmadık.
Birkaç yıl sonra Strickland evlenip eşinin hatınna
toplumun kiliseye giden bir üyesi olduğunda olayı ta­
rafsız bir şekilde yeniden gözden geçirdik ve Strickland
hikayeyi halka sunmamı teklif etti.
Kendi adıma bu adımın gizemi çözeceğini beklemiyo­
rum çünkü bir defa, hiç kimse bu derece nahoş bir hika­
yeye inanmaz. İkinci olarak da aklı başında olan herkes
bilir ki putperestlerin tannlan taş ve pirinçtendir; onlarla
başka türlü muhatap olmak, elbette kınanacaktır.

Çeviren: Özge Sevinç

25
M. R. James

KontMagnus
Birleştirilmiş bir hikaye diye düzenlediğim bu kağıtların
elime nasıl geçtiği, okuyucunun bu sayfalarda öğrendiği
son şey olacak. Ama tüm bu kağıtlardan çıkardıklanma
bir ön ek koymak onlara nasıl sahip olduğumun bir açık­
laması açısından önemli.
İ şte o zaman, bu toplananlar bir gezi kitabının bir bö­
lümünü oluşturuyor. Bu tarz kitaplar kırklı ve ellili yıl­
larda oldukça yaygın bir biçimde yazılmıştı. Horace Mar­
ryat'ın Jutland'da ve Danimarka Adalarz'nda Bir Gezi
adlı kitabı, bu alandaki bahsetmek istediğim güzel bir ör­
nektir. Bu kitaplar genellikle Kıta'nın bilinmeyen bölge­
lerinden bahsetmekteydi. Ağaç baskı ve çelik plakalarla
resimlendirilmişlerdi. Otel konaklaması ve iletişim yolla­
n hakkında ayrıntılı bilgi veriyorlardı. Bunlar şu anda iyi
düzenlenmiş bir rehber kitabında bulmayı beklediğimiz
şeylerdir. Aynca kültürlü yabancılar, müstehcen otelciler
ve boşboğaz köylülerle yapılan sohbetlere de geniş bir yer

27
veriyorlardı. Başka bir deyişle, içerisinde bol bol konuş­
manın geçtiği kitaplardı bunlar.
Böyle bir kitap için malzeme sağlama fikriyle topla­
maya başladığım bu kağıtlar, zaman geçtikçe tek bir kişi­
sel deneyim kaydına dönüştü ve bu kayıt arife gününe ve
neredeyse onun bitimine kadar devam etti.
Bu kağıtların yazan Bay Wraxall'dı. Onu tanıdığım
kadarıyla yazdıklarının bana verdiği kanıtlara sonuna ka­
dar güvenmeliydim ve bunlardan onun, bazı özel imkan­
lara sahip orta yaşı geçmiş bir adam olduğu ve bu dün­
yada çok yalnız kaldığı sonucunu çıkarmıştım. Görünüşe
göre İ ngiltere'de ikamet etmiyordu ama otellerin ve pan­
siyonların müdavimiydi. Hiç gelmeyecek olan, ileriki bir
zamanda bir yere yerleşme fikrini taşıyor olmalıydı. Ve
sanının yetmişli yıllardaki Pantechnicon yangını1 onun
mazisine ışık tutacak birçok şeyi yerle bir etmişti. Daha
önce o kurumda depolanmış olan varlıklarından bir ya da
iki kez bahsetmişti.
Bay Wraxall'ın -içinde bir zamanlar Bretonya'da
yapmış olduğu bir tatili anlattığı- kitabı yaymış olduğu
şüphesizdi. Yaptığı çalışmalar hakkında daha başka bir
şey söyleyemem çünkü bibliyografik çalışmalar arasında
yaptığım özenli bir arama neticesinde, bunun anonim ya
da bir rumuz altında olduğuna gerektiğine ikna oldum.
Aynı şekilde karakteri için de üstünkörü bir fikir sahi­
bi olmak zor değildi. Zeki ve kültürlü bir adam olmalıydı.
Görünüşe göre Oxford'daki üniversitesinde bilim kurulu
üyesi olmaya çok yakındı. Ajandasına bakılırsa Braseno­
se Üniversitesi olmalıydı. Onun en rahatsızlık veren kötü
huyu, kesinlikle insanı bıktıracak kadar çok soru sorma-

1 13 Şubat 1874 tarihindeki büyük Pantechnicon deposu yangını.

28
sıydı. Aslında bu, bir gezgin için iyi bir huy sayılabilirdi .
Gezgin ise bu huyunun bedelini fazlasıyla ödeyecekti.
Son olmasını beklediğim yolculuğunda, başka bir ki­
tabın planını yapıyordu. Kırk yıl önce bir İ ngiliz için pek
bilinmeyen bölge olan İ skandinavya, onun ilgisini çek­
mişti. İ sveç tarihini ya da inceleme yazılarını içeren bazı
eski kitaplardan etkilenmiş olmalıydı ve arasına bazı bü­
yük İ sveçli ailelerin mazisinden esintiler serpiştirilmiş,
İsveç ile ilgili bir gezi kitabı fikri onu heyecanlandırmıştı.
Kendini tanıtmak için İ sveç'teki bazı yüksek mevkili ki­
şilere mektuplar yazdı, sonra da 1863 yılının yaz başında
hemen işe koyuldu.
Kuzeye yapmış olduğu geziler ve Stockholm'de kaldı­
ğı birkaç hafta hakkında konuşacak pek bir şey yok. Sa­
dece orada yaşayan bazı alim kişilerin onu Vestergoth­
land'daki eski bir malikanenin sahiplerine ait olan ailevi
belgelere yönlendirdiklerinden ve onlan incelemesi için
izin aldıklanndan bahsetmem gerekir.
Sözü geçen malikane ya da "herrgard"a "RAback" de­
niyor ("Roebeck" şeklinde okunuyor); gerçi ismi bu değil.
Türüne göre ülkedeki en iyi binalardan biri ve Dahlen­
berg'in 1694'te yaptığı Suecia antiqua et m odern a da bu­
'

lunan resmi bugün turistlerin gördüklerinden daha faz­


lasını gösteriyor. ı6oo'den hemen sonra inşa edilmişti ve
kabaca söylemek gerekirse malzeme ve tarz konulannda
o zamanın İ ngiliz evlerine çok benziyordu; taş kaplama
ve kırmızı tuğlalar kullanılmıştı. Bunu inşa eden kişi De
la Gardie evinin çocuğuydu ve onun soyundan gelenler
hala onun sahibidir. De la Gardie, onlardan bahsetmem
gerektiğinde, onlan tanımlayacağım isimdir.
Bay Wraxall'ı büyük bir nezaket ve kibarlıkla karşıla­
dılar ve araştırması bitene kadar evde kalması için ısrar

29
ettiler. Ama özgürce hareket etmeyi tercih ettiği ve İsveç­
çe konuşma yetisine güvenemediği için köy misafirhane­
sine yerleşti. Aslında yeteri kadar rahat bir yerdi burası;
en azından yaz aylarında. Bu plan yaklaşık bir mil kadar
uı.akta olan malikaneye gidiş ve dönüş için yürümeyi ge­
rektirecekti. Ev bir parkın içindeydi ve büyük ya da yetiş­
kin diyebileceğimiz, eski bir çit ile korunuyordu. Hemen
yanında duvarla çevrili bahçe vardı ve ardından ise küçük
göllerden bir tanesine uı.anan dar bir koruluk bulunuyor­
du. Sonrasında malikane duvarına ulaşıyordunuz ve dik
bir tepeciği tırmanıyordunuz. Burası azıcık toprakla ör­
tülü bir kayanın başıydı ve onun üzerinde ise bir kilise
duruyordu, uzun ve kasvetli ağaçlarla çevriliydi. İngilizler
için enteresan olabilecek bir binaydı. Kilisenin ortası ve
koridoru alçaktı; kilise, oturaklar ve yüksek balkonlar­
la doluydu. Batı tarafındaki balkonda güzel görünümlü
eski kilise orgu vardı, hoş bir biçimde boyanmıştı ve gri
borulara sahipti. Tavan düzdü ve bir on yedinci yüzyıl
ressamı tarafından tuhaf ve korkunç bir "Son Karar" ile
süslenmişti; dehşetengiz alevler, yıkılan şehirler, yanan
gemiler, ağlayan insanlar ve gülümseyen kahverengi şey­
tanlarla dolu bir resimdi. Pirinçten yapılmış güzel taç
çatıdan sarkıyordu; minber ise küçük, boyanmış, ahşap
çocuk melekler ve azizlerle dolu bir oyun evi gibiydi; üç
tane kum saati olan sehpa ise vaizin masasına mente­
şelenmişti. Bunun gibi şeyleri şu anda İsveç'teki birçok
kilisede görebilirdiniz ama bunu özel yapan şey, binanın
ilk haline yapılan bir ekti. Malikaneyi yapan, kuzey kori­
dorunun doğu tarafındaki köşesine kendisi ve ailesi için
bir mozole yapmıştı. Bu geniş ve sekiz kenarlı bir yapıy­
dı, bir grup oval pencereden ışık alıyordu ve kubbe gibi
bir çatısı vardı; tepesinde ise kabak şeklinde bir nesne

30
yay gibi yükseliyordu, bu İsveçli mimarlann çok sevdiği
bir yapıydı. Çatının dışı bakırdandı ve siyaha boyanmış­
b. Duvarlan ise kiliseninkiler gibi tamamen beyazdı. Bu
mozoleye kiliseden geçiş yoktu. Kuzey tarafında kendine
özel bir girişi ve merdivenleri vardı.
Kilise avlusunu geçince köye giden yol başlıyordu ve
üç ya da dört dakika sonra misafirhanenin kapısına ula­
şıyordunuz.
IUback'te kaldığı ilk gün Bay Wraxall, kilise kapısının
açık olduğunu gördü ve özetini vermiş olduğum iç kısmı
hakkında notlar aldı. Ama mozoleye ulaşmayı başarama­
dı. Anahtar deliğinden bakarak içeride mermerden yapıl­
mış heykeller ve bakır lahitlerle beraber araştırma yap­
mak için onu heyecanlandıran çok sayıda hanedan armalı
süsler bulunduğunu fark edebilmişti.
Malikanede incelemek istediği belgeler, tam da onun
kitabı için istediği türdendi. İçinde aile içi yazışmalar,
günlükler ve evin önceki sahiplerine ait hesap cüzdanlan
vardı; çok iyi korunmuş ve okunaklı yazılmışlardı, ilgi çe­
kici ve görmeye değer bilgilerle doluydular. Bahsettikleri
ilk De la Gardie, güçlü ve yetenekli bir adamdı. Malika­
nenin inşasından hemen sonra, bölgede korku dolu bir
dönem yaşanmıştı ve köylüler ayaklanmış, bazı şatolara
saldırmış ve hasar vermişti. IUback'in sahibi, sorunu
çözmek için en çok uğraşanlardan olmuştu; elebaşlannın
idam edilmelerinden ve kimsenin gözünün yaşına bakıl­
maksızın verilen ağır cezalardan bahsediliyordu.
Bu Magnus de la Gardie portresi, evdeki en iyi port­
relerden biriydi ve Bay Wraxall, gün içinde yaptığı çalış­
madan sonra onu dikkatle inceledi. Bunun hakkında pek
aynntılı bilgi vermiyor ama suratının güzelliği ya da iyili­
ği yerine onun gücünden etkilendiğini biliyorum. Aslında

31
Kont Magnus'un olağanüstü çirkin bir adam olduğunu
yazıyordu.
O gün Bay Wraxall, akşam yemeğini aile ile birlikte
yedi ve yaya olarak geri döndü. Akşam vakit geç olmuştu
ama hava hala aydınlıktı.
"Şunu unutmayayım, diye yazdı, "kilise hademesine,
n

beni kilisedeki mozolenin olduğu yere alıp alamayacağını


sormam gerek. Görünüşe göre kendisi oraya girebiliyor,
onu o gece merdivende görmüştüm; kapıyı ya kilitliyor ya
da açıyordu."
Ertesi gün erken vakitte Bay Wraxall'ın ev sahibiyle
sohbet ettiğini gördüm. Yaptığı kayıtların uzunluğunu
görünce ilk başta çok şaşırdım ama sonra fark ettim ki
okuyor olduğum kağıtlar, en azından ilk kısımlan, kitap
için topladığı malzemelerdi ve karşılıklı konuşmalarla
kanşık bilgileri sunmaya imkan veren ve yan habercilik
içeren yapıtlardan biri olacaktı.
Amacının, Kont Magnus de la Gardie'ye ait herhan­
gi bir geleneğin, bu adamın işlerini yaptığı yerde devam
edip etmediğini ve onun bu tanınmış mülkünün uygunlu­
ğunu ortaya çıkarmak olduğunu söylüyordu. Kont'un pek
de sevilen biri olmadığını anlamıştı. Malikanenin sahibi
olarak ona borçlu oldukları günlerde, kiracıları işe geç
gelirlerse Truva atına konulurlar ya da Malikanenin avlu­
sunda kamçılamp dağlamrlardı. Adamın mülküne teca­
vüz ederek toprak satın alan bazı kişilerin, bir kış gecesi
tüm aileleri de içerideyken evlerinin gizemli bir biçimde
yandığı birkaç olay yaşanmıştı. Ama birçok kez bu konu­
yu gündeme getirdiğinden, belli ki misafirhane sahibinin
aklını en ço k karıştıran şey, Kont'un Kara Hac'a gitmesi
ve sonrasında kendisiyle beraber birini veya bir şeyi ge­
tirmesiydi.

32
Doğal olarak siz de Bay Wraxall gibi Kara Hac'ın ne ol­
duğunu merak edeceksiniz. Ama bu konudaki merakınız
onunki gibi şimdilik giderilemeyecek. Mülk sahibi, göıi.i­
nüşe göre bu konuda ne tam ne de eksik bir yanıt vermek
istiyor. Dışan çağrıldığında büyüle bir hevesle oraya gitti
ve birkaç dakika sonra kafasını kapıdan uzatıp Skara'ya
çağrıldığını ve akşama kadar geri dönemeyeceğini söyledi.
Bu yüzden Bay Wraxall, malikanedeki iş gününe mem­
nuniyetsiz bir biçimde başlamak zorunda kalmıştı. Oku­
muş olduğu kağıtlar çok geçmeden düşüncelerini başka bir
yöne kaydırdı. Stockholm'deki Sophia Albertina ve onun
R!bö.ck'teki evli olan kuzeni lTirica Leonora arasında,
1705-1710 yıllarında yapılan yazışmaları gözden geçirmek
zorundaydı. İsveç "Tarihi El Yazmaları Komisyonu"nun
yayınlarında, bu mektuplan tam olarak okuyan herkesin
doğrulayabileceği gibi, bunlar o dönemin İsveç kültürüne
ışık tuttuğu için olağanüstü bir ilgi görüyordu.
Öğleden sonra bunlan bitirdi ve kutulan rafta bulun­
dukları yere geri koyduktan sonra doğal olarak ertesi gün
araştıracağı başlıca konunun hangisi olacağını belirlemek
üzere bazı ciltleri onlann yanına indirmeye başladı. Bak­
tığı ilk raf, Kont Magnus'un yazısının olduğu hesap cüz­
danlarıyla doluydu. Ama içlerinden biri hesap cüzdanı
değildi, yine on altıncı yüzyılda yazılmış, simya ve diğer
konularla ilgili bir kitaP,tı. Simya konusunda pek bilgili
olmadığından Bay Wraxall, çeşitli bilimsel çalışmaların
ismini ve başlangıçlarını sıraya koymak için epey yere ih­
tiyaç duymuştu. Anka Kuşu, Oruz Kelime, Kurbağa, Mi­
riam'ın Kitabı, Turba Filozofları ve diğer kitaplar . . . Daha
sonra kitabın ortalarına doğru boş bırakılmış bir sayfada,
Kont Magnus'un kendi yazısıyla yazdığı , "Liber nigrae
peregrinationis" yazısını bulmaktan duyduğu mutlulu-

33
ğu dile getirdi. Sadece birkaç satır yazı olduğu doğruydu
ama bu mülk sahibinin o sabah Kont Magnus kadar eski
bir inanıştan bahsettiğini ve muhtemelen onun tarafın­
dan paylaşıldığını kanıtlamaya yeterliydi. Orada yazılan­
lann İ ngilizcesi şöyleydi:
"Eğer birisi uzun bir yaşama sahip olmak istiyorsa,
güvenilir bir ulağa sahip olmak ve düşmanlannın kanla­
nnın aktığını görmek istiyorsa, yapması gereken öncelik­
le Chorazin şehrine gitmek ve orada prensi selamlamak­
tır." Bu noktada bir kelime silinmiş gibiydi ama yine de
okunuyordu. Bay Wraxall bunu, aeris (hava) kelimesi
olduğundan oldukça emindi. Ama bu yazının Latince bir
satırdan başka bir yeri kopyalanmamıştı: "Quaere reliqua
hujus materiei inter secretiora" (Bu meselenin geri kala­
nını, daha hususi konular arasında sayınız).
Tüm bunlann, Kont'un zevkleri ve inançlanna dair
insanı dehşete düşüren bir ışık tuttuğu yadsınamaz bir
gerçekti. Salondaki resim üzerine uzun sayılabilecek bir
süre derin derin düşündükten sonra Bay Wraxall, evine
doğru yola çıktı. Aklı Kont Magnus ile ilgili düşüncelerle
doluydu. Çevresinde olup bitenleri görmüyor, akşamlan
ormandan gelen kokulan ya da gölden gelen ışık yansı­
malannı algılamıyordu ve bir anda yerinde çakılı kalıp
kendisini kilise avlusunun önünde -akşam yemeğinden
birkaç dakika uzakta bulduğunda çok şaşırmıştı. Gözleri
mozolenin üzerine kilitlenmişti.
"Ah," dedi, "Kont Magnus, işte buradasınız. Sizi gör­
düğüme çok sevindim."
"Diğer tüm yalnız insanlar gibi," diye yazısına baş­
lamıştı, "kendi kendime yüksek sesle konuşmak gibi bir
alışkanlığım var ve bazı Yunanlar ve Latinler gibi bir ce­
vap beklemem. Ne bir ses ne de başka bir şey cevap verdi.

34
Sadece kiliseyi temizlediğini zannettiğim bir kadının yere
düşürdüğü metal bir nesnenin sesi, beni kendime getirdi.
Sanının Kont Magnus derin bir uykudaydı."
Aynı akşam, Bay Wraxall papazın mahalle katibi ya da
diyakozunu2 (İsveç'te onlara böyle denirdi) görmek istedi­
ğini öğrendi misafirhane sahibi, kendisi memurla misafir­
hane salonunda tanıştılar. Ertesi gün De la Gardie mezar
evine bir ziyaret ayarlandı ve genel bir sohbet edildi.
İskandinav diyakozlann bir işlevinin de adaylan kili­
seye kabul için eğitmek olduğunu hatırlayan Bay Wraxall,
İncil hakkındaki bir konuda onun hafızasını tazeleyebile­
ceğini düşünmüştü.
"Chorazin hakkında," dedi, "bana söyleyebileceğiniz
bir şeyler var mı?"
Diyakoz şaşırmış gibiydi ama köyün bir zamanlar na­
sıl fitnelendiğini o anda hatırlamıştı.
"Emin oltnak için soruyorum," dedi Bay Wraxall, "sanı­
nın orası artık bir harabeye dönmüş durumda, değil mi?"
"Sanının öyle," diye yanıtladı diyakoz. "Eski rahiple­
rin, Deccal'in orada doğacağını söylediklerini duymuş­
tum ve bazı hikayeler var ki... "
"Ah! Nedir o hikayeler?" diyerek araya girdi Bay
Wraxall.
"Tam da o hikayeleri unuttuğumu söyleyecektim,"
dedi diyakoz. Hemen sonra iyi geceler dileyip gitti.
Mülk sahibi artık yalnızdı ve Bay Wraxall'ın ellerin­
deydi. Ve o da onu serbest bırakmaya pek niyetli değildi.

2 Katolikt Anglikan ve Ortodoks kiliselerindeki üç yüksek ruhban


derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesini haiz kişidir.
Diğer iki rütbe ise sırasıyla papazlık ve piskoposluktur.

35
"Bay Nielsen," dedi, "Kara Hac konusunda bir şeyler
buldum. Siz de bana bildiklerinizi söyleyebilirsiniz. Şu
Kont yanında ne getirmişti?"
İsveçliler alışkanlıkları nedeniyle yavaş insanlardır.
Bu belki cevap verirken böyleydi ya da mülk sahibi bir
istisnaydı. Bundan emin değilim ama Bay Wraxall, mülk
sahibinin ağzını açmadan önce en az bir dakika boyunca
suratına baktığını not almıştı. Sonra misafirinin yanına
yaklaşıp güçlükle konuşmaya başlamıştı:
"Bay Wraxall, size sadece şu ufak hikayeyi anlatabili­
rim ve daha fazlasını yapamam. Artık olmaz. Bitirdiğim­
de bana hiçbir şey sormamalısınız. Büyükbabamın döne­
minde, ki bu doksan iki yıl önce oluyor, iki adam şöyle
konuşmuştu: " Kont öldü; biz onu umursamıyoruz. Bu
gece ormanına gideceğiz ve serbestçe avlanacağız!" RA­
back'ın ardında görmüş olduğunuz geniş ormandan bah­
sediyorlardı. Sonra bunları söylediklerini duyanlar şunu
söyledi: "Sakın gitmeyin. Ayağa kalkıp yürümemesi gere­
ken ama yanınızda yürüyen kişilerle karşılaşacağınızdan
eminiz. Onlar yürümemeli, istirahat etmeli!" O adamlar
bu sözlere güldüler. Ormanı koruyacak bir korucu yoktu,
çünkü kimse orada yaşamak istemiyordu. Ailem de evde
değildi. O adamlar istedikleri şeyi yapabilirlerdi.
"Her neyse, o gece ormana gittiler. Büyükbabam bu
odada oturuyordu. Yaz mevsimiydi ve aydınlık bir gecey­
di. Pencere açık olduğunda ormanı görebiliyor ve oradan
gelen sesleri duyabiliyordu...
"Daha sonra, iki ya da üç kişiyle birlikte oturdular ve
sesleri dinlediler. İlk başta hiçbir şey duyamadılar ama
sonra birinin sesini alabildiler. Ne kadar uzak olduklarını
biliyorsunuz. Birinin bağırdığını duydular, sanki ruhunu
verecekmiş gibi bağırmaktaydı. Odadakilerin hepsi bir-

36
birine sanldı ve kırk beş dakika boyunca öylece oturdu­
lar. Sonrasında ise başka bir ses duydular, sadece üç yüz
arşın kadar uzaktan geliyordu bu ses. Yüksek bir kahka­
ha sesiydi bu. O gülen iki adamdan birinin sesi değildi
ve aslında hepsinin de söylediğine göre, bu bir erkek sesi
de değilmiş. En sonunda büyük bir kapının kapandığı­
nı duymuşlar. Güneş doğduğunda hepsi rahibe gitmiş.
Ona demişler ki: "Peder, yakalı cübbenizi giyin ve Anders
Bjomsen ve Hans Thorbjorn adındaki bu iki adamı top­
rağa gömmeye gelin . . ."

"O adamlann öldüklerinden emin olduklannı anlıyor­


dunuz. Onlar da ormana gittiler. Büyükbabam bu duru­
mu asla unutmamıştı. Kendilerinin de ölülerden farklan
yoktu. Rahibin korkudan rengi solmuştu. Vardıklannda
şunu söyledi: "Dün gece birinin ağladığını, sonra da gül­
düğünü duydum. Eğer bunu unutamazsam, bir daha asla
uyuyamam ! . ."
"Hep beraber ormana gittiler ve ormanın çıkışına
doğru o adamlan buldular. Hans Thorbjom, sırtı bir ağa­
ca dayalı bir şekilde ayaktaydı . Elleriyle bir şeyleri itme­
ye çalışıyor, olmayan nesneyi kendinden uzaklaştırmaya
çalışıyordu. Yani ölü değildi. Onu oradan aldılar, Nykjo­
ping'deki eve götürdüler ve kış mevsiminden önce orada
öldü. Ama hala elleriyle bir şeyi itiyordu. Anders Bjorn­
sen de oradaydı ama o ölmüştü.
"Anders Bjomsen hakkında şunu söyleyeyim, bir
zamanlar o çok güzel bir adamdı ama yüzü artık yoktu.
·Derisi bir şey tarafından çekilmiş ve sadece kemikleri
kalmıştı. Bunu anlıyor musunuz? Büyükbabam bunu asla
unutmadı. Getirdikleri tabuta yatırdılar, kafasına da bir
örtü koydular ve rahip önden yürüdü. Sonra ölüler için
bir ilahiyi söyleyebildikleri kadar söylediler. İlahinin ilk

37
mısrasını bitirdikleri sırada tabutun başını taşıyanlardan
biri yere yığıldı ; diğerleri arkalanna baktıklannda örtü­
nün yerde durduğunu gördüler. Anders Bjomsen'in göz­
leri yukan doğru bakıyordu, çünkü on1an kapatacak bir
şey kalmamışb. İşte buna dayanamazlardı. O yüzden ra­
hip örtüyü adamın üzerine örttü , kazmayı getirtti ve onu
oraya gömdü."
Ertesi gün Bay Wraxall, diyakozun kahvalbdan son­
ra onu çağınp kiliseye ve mozoleye götürdüğünü kay­
detmişti. Mozole anahtannın, vaiz kürsüsünün hemen
yanındaki bir çiviye asılı olduğunu fark etmişti ve kilise
kapısının kilitlenmemesi ilkesi dolayısıyla, eğer onlarda
ilk sefer gördüğünden daha ilginç şeyler varsa bu anıtlara
ikinci ve daha gizli bir ziyaret yapabilmesi pek de zor ol­
mayacaktı. İçeri girdiğinde binayı gösterişsiz bulmamışb.
Daha çok on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda dikilmiş
olan bu eserler çok süslü olmasa da değerliydi ve çok sa­
yıda kitabeleri ve hanedan arması vardı. Kubbeli odanın
orta boşluğu, güzel oymalarla süslenmiş üç bakır lahit
tarafından doldurulmuştu. Danimarka ve İsveç'te çokça
rastlanıldığı üzere, ikisinin kapağının üzerinde metal bir
çarmıh vardı. Üçüncüsü, yani görünüşe göre Kont Mag­
nus'a ait olanının üzerine ise bunlann aksine baştan başa
bir suret oyulmuştu ve köşesinin arka tarafında bazı olay­
lan anlatan şerit şeklinde çeşitli süsler vardı. Bir tanesi
bir savaşı anlatıyordu. Ağzından duman çıkan bir top
silahı, duvarla çevrili şehirler ve mızraklı asker birlikle­
ri vardı. Diğeri bir idamı gösteriyordu. Üçüncüsünde ise
ağaçlann arasında uçuşan saçlan ve açık kollanyla son
sürat koşan bir adam tasvir edilmişti. Onun arkasında,
tuhaf bir yaratık onu takip ediyordu. Sanatçının bunu bir
adama benzetmeye çalışıp bunu beceremediğini mi yoksa

38
göründüğü gibi bir canavarı mı tasvir etmeye çalıştığını
söylemek zordu. Bay Wraxall, resmin kalanında gösteri­
len yeteneğe bakarak ikinci düşünceyi benimsedi. Yara­
tık gereğinden kısaydı ve çoğu yeri yere sürünen başlıklı
bir giysiyle kapatılmıştı. Yaratığın bu giysiden taşan tek
uzvu, bir ele ya da kola benzemiyordu. Bay Wraxall bunu
bir ahtapot koluyla kıyasladı ve şöyle devam etti:
"Bunu gördüğümde kendi kendime dedim ki, 'O za­
man bir türün mecazi betimlemesi olan bu yaratık, yani
avlanan bir adamı kovalayan bu canavar, Kont Mag­
nus'un ve onun gizemli ortağının hikayesinin temelini
oluşturuyor olabilir. Bakalım avcı adam nasıl betimlen­
miş: Borusunu çalan bir deli olduğuna şüphe yok."
Ama görünüşe göre öyle merak uyandırıcı bir figür
değildi. Sadece bir tepecik üstünde bastona dayalı duran
cübbeli bir adam suretiydi ve oymacının göstermeye ça­
lıştığı üzere avı ilgiyle izlemekteydi.
Bay Wraxall, iyi işlenmiş ve devasa boyuttaki çelik
asma kilitleri fark etti. Üç taneydiler ve lahiti koruyor­
lardı. Gözüne çarpan bir tanesi yerinden sarkmıştı ve yer
kaplamasının üzerinde duruyordu. Sonra diyakozu daha
fazla bekletmek ya da kendi çalışma saatinden harcamak
istemediği için yalıya doğru yola çıktı.
"İlginç ... " diye not aldı, "benzer bir yoldan geriye doğ­
ru iz süren bir kimse, aklının çevredeki nesnelerden ta­
mamen soyutlanacak kadar nasıl tamamen işgal edildiği,
hayli ilgi çekici bir konu. Bu gece, ikinci kez nereye gitti­
ğimi fark edemedim (Kitabeleri kopyalamak için mezar
evine gizli bir ziyaret yapmayı planlıyordum). Derken,
deyim yerindeyse, bilincim yerinde değilken, uyandım
ve kendimi (daha önceki gibi) kilise avlusunun başında
buldum ve sanının, 'Uyanık mısınız, Kont Magnus?',

39
'Uyuyor musunuz, Kont Magnus?' gibi ve sonrasını hatır­
lamakta başansız olduğum bir şeyler mınldanıyordum.
Bana öyle geliyor ki , bir süre boyunca bu şekilde mantık­
sız davranışlar sergilemiş olmalıyım."
Mozolenin anahtannı umduğu yerde bulmuştu ve
kopyalamak istediği şeyin büyük bir kısmını da kopyala­
yabilmişti . Aslında ışık sönene kadar orada kaldı.
"Yanılmış olmalıyım," diye yazdı, "Kontun lahdinin
asma kilitlerinden birinin açılmamış olduğunu söyledi­
ğimde yanılmışım . Bu gece iki tanesinin gevşek olduğunu
gördüm. İ kisini de elime aldım ve kapatmaya uğraştım;
başaramadıktan sonra pencere pervazına dikkatlice yer­
leştirdim. Geride kalan bir tanesi hala gergindi ve onun
yaylı bir kilit olduğunu bildiğim halde nasıl açıldığını
tahmin edemedim. Onu çözmekte başanh olabilseydim
lahdi açma fırsatına sahip olacağımı düşünüp neredeyse
korkuya kapılacaktım . Gaddar ve amansız asil bir yaşlı
gibi ondan korkuyordum."
Sonuç olarak ertesi gün Bay Wraxall'ın RAback'te kal­
dığı son gündü. Büyük miktarda yatınmlar içeren mek­
tuplar almıştı, bu yüzden İ ngiltere'ye dönme fikrine sıcak
bakıyordu. Kağıtlarla yapacağı iş bitmek üzereydi ve yol­
culuk yavaş olacaktı. Bu yüzden, veda etmeye, notlannda
son rötuşları yapmaya ve yola koyulmaya karar verdi.
Oysa bu son rötuşlar ve vedalar tahmin ettiğinden
daha çok zaman aldı. Misafirperver aile, onun yemeğe
kalması için ısrar etti. Yemeği saat üçte yediler ve RAback
demirden giriş kapısından çıktığı sırada saat altı buçuğu
geçmekteydi. Gölün yanından geçerken her adımda sen­
deledi, kendini sırılsıklam etmeye niyetliydi, mekanın ve
vaktin duygusallığı içinde artık son kez dolaşıyordu. Ki­
lise avlusunun bulunduğu tepenin zirvesine vardığında

40
yeşilimsi gökyüzünün albnda karanlıkta kalmış, yakında
ve uzakta bulunan sonsuz orman manzarasına bakarak
uzun dakikalar boyunca oyalanmışb. Yola koyulmak için
arkasını döndüğünde, Kont Magnus'a, De la Gardie'deki
herkese veda etmesi gerektiği fikri kafasında yer etmişti.
Kilise yirmi adım ötedeydi ve mozolenin anahtannın ne­
rede asılı olduğunu biliyordu. Büyük bakır tabutun kar­
şısında durmasından ve her zamanki gibi kendi kendine
yüksek sesle konuşmasından beri çok zaman geçmemişti.
"Kendi döneminde biraz sersemce davranmış olabilirsin,
Magnus," diyordu, "ama her şeye rağmen seni görmek is­
terim ya da belki ...
"

"Sadece şu anda," dedi, "Ayağımın bir şeye çarptığını


hissettim. Onu çabucak geri çektim ve büyük bir gürül­
tüyle beraber yere bir şey düştü. Bu üçüncüsüydü; lah­
di saran üç asma kilidin sonuncusu. Onu almak için öne
eğildim ve Tann şahidim olsun ki, doğruyu söylüyorum,
yeniden doğrulurken metal bir menteşenin gıcırdama
sesi geldi ve kapağın yukan doğru kalktığını gördüm. Bir
korkak gibi davranmış olabilirim ama orada bir an daha
duramazdım. Kelimeleri yazamayacağım kadar kısa bir
sürede -neyse ki anlan ağzımla söyleyebileceğim kadar
çabuk bir süreydi bu- o korkunç binadan dışan çıktım.
Ve beni daha da korkutan şey, kilitteki anahtan çevire­
meyişimdi. Olanlan burada, odamda not ederken ken­
dime o metal gıcırtısının devam edip etmediğini sordum
(bu yirmi dakika önce değildi) ve bunun cevabını tam
olarak veremedim. Tek bildiğim, orada, yazdıklanmdan
beni daha fazla korkutan şeylerin olduğudur. Ama bunun
bir ses mi yoksa görüntü mü olduğunu habrlamıyorum.
Yapmış olduğum şey neydi?"

41
***

Zavallı Bay Wraxall ! Planladığı gibi ertesi gün İngilte­


re'ye yolculuğa çıkmış ve sağ salim İngiltere'ye varmıştı.
Aynca onun değişmiş el yazısından ve mantıksız notla­
rından anladığım kadanyla yıkılmış bir adam olduğunu
anladım. Kağıtlanyla beraber gelen ufak not defterlerin­
den biri, onun deneyimleri hakkında herhangi bir ipucu
olmasa da ufak bir işaret veriyordu. Yolculuğunun büyük
bir kısmı dar bir teknede geçmişti ve yanındaki yolculan
numaralandırarak saymak ve betimlemek üzere altı zorlu
deneme yaptığını görmüştüm. Kayıtlar şu şekildeydi:
24. Skane'de bir köyün papazı. Sıradan siyah ceket ve
dayanıksız siyah bir şapka.
25. Stockholm'den Trollhattan'a giden bir ticari yol­
cu. Siyah palto, kahverengi şapka.
26. Uzun ve siyah paltolu, geniş yapraklı şapkası olan,
eski moda bir adam.
Bu kaydın üstü çizilmiş ve bir not eklenmişti : "Belki
13 numara ile aynı kişidir. Henüz yüzünü göremedim."
13 numara ile kastettiği kişinin cübbeli bir Romalı ra­
hip olduğunu bulmuştum.
Bu hesaplamanın net sonucu hep aynı çıkıyordu. Nu­
maralandırmada yirmi sekiz kişi oluyor, bir tanesi hep
uzun ve siyah palto giyiyor, geniş bir şapka takıyor ve di­
ğeri de "Siyah paltolu ve kapüşonlu kısa bir adam" olu­
yordu. öte yandan, yemeklerde sürekli yirmi altı kişinin
olduğu söyleniyor ve paltolu adamın belki orada olmadı­
ğı, kısa adamın ise kesinlikle orada bulunmadığı belirti­
liyordu.

42
İngiltere'ye vardığında, görünüşe göre Bay Wraxall
Haıwich'e gitmişti ve kim olduklannı hiç söylemediği
ama peşimde dolananlar diye açıkça bahsettiği bazı in­
san ya da insanlann kendisine ulaşmaması için aniden
saklanmıştı. Bir araç aldı; bu, üstü kapalı kiralık bir ara­
baydı. Demir yoluna güveni yoktu. Ülkeyi baştan başa
katetti ve Belchamp St. Paul köyüne doğru sürdü. Ora­
ya yaklaştığında, ay ışığı altındaki bir ağustos gecesinde
saat dokuzu vuruyordu. Yerinden kalktı ve kafasını dışarı
çıkarıp geride bıraktığı tarlalara ve ağaçlıklara baktı. Gö­
rülecek pek bir şey yoktu. Ansızın bir yol ayrımına ulaştı.
Köşede iki varlık hareketsiz duruyordu; ikisinin de siyah
paltosu vardı. Uzun olan bir şapka takmıştı, kısa olanda
ise kapüşon vardı. Onlann yüzüne bakacak kadar zamanı
yoktu, onlar da fark edilebilecek bir harekette bulunma­
mışlardı. Oysa at korkuya kapıldı ve tüm gücüyle koşma­
ya başladı. Bay Wraxall ise çaresizce koltuğuna tutundu.
Bu varlıklan daha önce de görmüştü.
Belchamp St. Paul'a vannca şans eseri kalacak mobil­
yalı bir yer bulmayı başarmıştı. Sonraki yirmi dört saati
nispeten huzur içinde geçirdi. Son notlan o gün yazılmış­
tı. Çok kanşmışlardı ve notlann tamamını buraya almak
imkansızdı. Fakat anlatmak istedikleri oldukça açıktı.
Onu takip edenlerin kendisini ziyaret etmelerini bekli­
yordu. Ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyordu. Sürekli,
"O ne yaptı?" ve "Hiç umut yok mu?" diye bağınyordu.
Doktorlann ona deli diyeceğini biliyordu, polisler ise alay
edecekti. Papaz uzaktaydı. Kapısını kilitleyip Tann'ya
yalvarmaktan başka ne yapabilirdi ki?
İnsanlar hala yıllar önce bir ağustos akşamı, Belc­
hamp St. Paul'a gelen bu tuhaf adamı hatırlıyorlardı. Er­
tesi gün onun nasıl ölü bulunduğunu da unutmamışlardı .

43
Bir soruşturma açılmış, cesedi inceleyen jürideki insanla­
rın yedisi bayılmış, hiçbiri ne gördüğünü söyleyemeyecek
hale gelmişti. Bunun Tanrı'dan gelen bir şey olduğuna
karar verildi. İnsanlar aynı hafta oradan taşınmaya ve
uzaklaşmaya başlamıştı . Sanının bu gerçek aydınlatıl­
mamış ya da aydınlatılamamıştı. Geçen sene bir şekilde o
küçük ev bir miras sonucu elime geçti. 1863'ten beri boş
durumdaydı ve öyle durması için hiçbir neden yoktu. O
evi yıktım ve size özetini çıkardığım kağıtları, yatak oda­
sının en güzel penceresinin altındaki, unutulmuş bir do­
lapta buldum.

Çeviren : Doğan Hezer

44
E. F. Benson

Çok Uzaklara Giden Adam


Küçük Aziz Faith köyü Hampshire'da, Fawn nehrinin ku­
zey setinin üstündeki killi vadideydi. Evler Gri Narman
kilisesinin etrafında sanki perilerden, trollerden ve sanı­
lanına göre Yeni Orman'ın, geniş ve boş alanlarında hata
dolaşan ve alacakaranhktan sonra gelip karanlık işlerini
yapan "küçük insanlardan" ruhani bir korunma almak
için birbirlerine yakındılar. Bu ufak köyün dışına çıktı­
ğınızda -Brockenhurst'a uzanan ana yoldan uzak durdu­
ğunuz sürece- hiçbir insan yerleşimini ve hatta başka bir
insanı uzaktan bile görmeden bir yaz boyunca tüm öğle
sonralarında her yöne yürüyebilirsiniz.
Tımarsız vahşi midilliler siz geçerken beslenmeleri­
ne ara verebilir, tavşanların beyaz kuyrukları yuvalarına
kaçar ve muhtemelen kahverengi bir engerek sizin yolu­
nuzdan fundalığa süzülür ve görülmemiş kuşlar çalılarda
kıkırdar ancak uzun bir gün boyunca hiç insan görme­
meniz kolaylıkla söz konusu olabilir. En azından yalnız
hissetmeyeceksiniz, her halükarda yazın güneş ışığı ke-

45
lebeklerle şenlenecek ve her yıl gerçekleşen haziran fes­
tivalinin muhteşem senfonisini çalacak, bir orkestradaki
çalgılar misali bir araya gelen ağaç diyan sesleri ile hava
kalınlaşacak.
Rüzgar, huş ağacında fısıldayıp çam ağacında iç geçi­
recek, anlar fundalıklann arasında mis kokulu işleri ile
uğraşırken bir kuş sürüsü ormandaki ağaçlann yeşil tapı­
naklannda cıvıldayacak ve taşlıkta gevezelik edip birikin­
tilere köpüren, yuvarlak bentlerde kıkırdayıp yutkunan
suyun sesi, elinizi uzatsanız dokunabileceğiniz pek çok
varlığın ve yoldaşın olduğu hissini verir.
Ancak, ne tuhaftır ki yararlı havanın bu sevecen, ne­
şeli etkileri ve onnanın enginliği, insan için oldukça sağ­
lıklı dostlar diye düşünülse de bu yüzyıllarda en şiddetli
fırtınalannı sağlam yapılı evlerinde defetmeyi öğrenen,
kasırgalarını dizginleyip onlan sokaklarına ışık yapan,
dağlarında tünel açıp denizlerini süren harika insan cin­
sini, doğa gerçekten etkileyebilir. Öyle ki St. Faith sa­
k.inleri, hava karardıktan sonra ormanda gezmeye can
atmazlar. Gecenin sessizliği ve yalnızlığına rağmen öyle
görünüyor ki biri kendine ansızın neyin eşlik ettiğinden
emin olmayabilir ve bu köylülerden esrarengiz suretle­
rin net bir hikayesini dinlemek zor olsa da, his yaygındır.
Duyduğum oldukça kesin bir hikaye de cehennemsi bir
neşeyle ağaçlık ve gölge yerlerde dolandığı görülen cana­
vara benzeyen bir keçinin efsanesi ve burada parçalarını
birleştirmeye çalıştığım hikaye ile muhtemelen bağlantısı
var. Onlar bunu ço k iyi biliyor çünkü hepsi pek de uzun
zaman geçmeden önce burada ölen genç sanatçıyı hatır­
lıyor; genç bir adam veya bakanı öyle etkilerdi ki kendine
baktıklannda insanlann yüzünü güldürüp aydınlatırdı.
Derler ki hayaleti, o çok sevdiği ağaçlar arasında ve nehir

46
kenarında sürekli "yürür" ve özellikle de belli bir eve gi­
rer; köyde yaşadığı son ev ve adamın öldürüldüğü bahçe.
Bana kalırsa, ormanın dehşeti asıl o günden geliyor diye
düşünüyorum.
İşte hikaye böyle, bağlantılı olarak yazıyorum. Kıs­
men köylülerin hakkında ama çoğunlukla o Darcy, benim
arkadaşım ve bu olaylann başına geldiği adamın arkadaşı
hakkı nda.
O gün yazın lekesiz parlaklığında hüküm süren gün­
lerden biriydi olan günlerden biriydi, güneş batmaya yüz
tutarken akşamın görkemi her geçen an daha kristalimsi
ve daha mucizevi oluyordu. St. Faith'in batısında kayın
ağaçlan kasabanın kırmızı çatılarının üzerine gölgesini
örten tepelerdeki çalılıklann ötesinde, birkaç mil daha
ileriye sıralanmıştı ancak gri kilisenin kubbesi, hepsinin
üstünde, gökyüzüne alev renklerinde turuncu bir parmak
uzatmaya devam ediyordu. Aşağıda akan Fawn nehri, gök
yansımalı mavi tabakalar halinde uzanıyordu ve hayalim­
si, dolambaçlı akışını, köydeki son evin bahçesinin dibin­
den uzanan ve tahtanın kendisine küçük bir çit kapıdan
ulaşıldığı iki tahtalı kaba bir köprünün olduğu orman kı­
yısına sarkıyordu. Akıntı, ormanın gölgesinden çıktığın­
da ise gün batımının eriyen kızıllığındaki alevli havzalara
uzanıp ormanın pususunda kendini kaybediyordu.
Köyün sonundaki bu ev gölgenin dışında duruyordu
ve nehre doğru inen çimlerde güneş ışığı noktalan vardı.
Büyüleyici renk tarlalan çakıl yürüme taşlannı kaplıyor­
du ve ortasının alt kısmında, sarmaşık gülleri ve yıldı­
zımsı akasma• öbeklerinde yan saklı tuğla kamelya du-
ı Düğün çiçeğigillerden, beyaz çiçek veren, bahçelerde süs çiçeği
olarak yetiştirilen, sarmaşık özelliği gösteren bir bitki, yaban as­
ması, orman sarmaşığı.

47
ruyordu. Alt kısmının sonunda, iki sütununun arasında
gö mlekl i birini taşıyan hamak ası lıydı .
Ev köyün uzağındaydı ve iki tarladan uzanan şimdi
uzun ve hoş kokul u fundalıklarla ka p l ı pa tika, ana yol ile
te k b ağlant ısıydı .
Alçak inş a edilmişti, sadece iki kat yükseklikteydi ve
bahçe gibi duvarlan da açan güllerle doluydu. Üstünde
tente gerili, dar taş veranda ön bahçey e uzan ıyordu ve ve­
randada akşa m yemeği için masayı hazırlam akl a meşgu l
genç, sesiz bir erke k hizmetçi va rdı . Eli düzgündü ve işini
çabucak yapıyordu, işini bitirip eve geri girdi ve kolunda
kocaman, kaba bir banyo havlusu ile göründü. Bununla
kamelyadaki hamağa gitti.
"Neredeyse sekiz, efendim," dedi.
"Bay Darcy henüz gelmedi mi?" diye sordu hamaktan
bir ses.
"Hayır, efendim ."
"Gelene kadar dönmemiş olursam yemekten ö nce
banyo yaptığı m ı söyleyi n . "
Hizmetli eve geri dö ndü ve birkaç dakika sonra Frank
Halton, yerinden zorla doğrulup çimlere geçiverdi. Orta
boylu ve oldukça zayıftı ama hareketlerinin esnekliği ve
zarifliği büyük bir fiziksel güçlü lük izlenimi veriyordu ve
hamaktan kalkışı na hantal denemezd i . Yüzü ve elleri, ya
rüzgara ve gü n eşe sürekli maruz ka l m aktan ya da ..siyah
saçlan ve gözlerinin de gösterdi ği gibi güneyli kan ırkın­
dan olsa gerek, oldukça esmerdi. Kafası küç ü ktü, yüzü
heykel gibi üst ü n güzellikteydi, hatlannın düzgünlüğü
halen ergenl ik çağında olan s akal sız bir genç olduğuna
inanmanıza yol açardı. Ancak, bir şey, yalnı zca yaşantı­
nın ve deneyi min verebileceği bi r bakış, buna aykınydı ve

48
yaşıyla sizi tamamen şaşırtırken bir saniye sonra muhte­
melen bunu düşünmeyi sona erdirip sadece meraklı bir
tatmin ile genç erkekliğin muhteşem örneğine bakıyor
olurdunuz.
Sıcağa göre giyinmişti, üstünde sadece yakası açık bir
gömlek ve pazen pantolon vardı . Çimlerden aşağıdaki
banyo yerine giderken bir tür kısa kıvırcık saçın isyankar
mahsulü ile kalınca örtülü başında hiçbir şey yoktu. Bir
an sessizlik oldu ve sonra da sıçrayıp bölünen suların sesi
ve hemen arkasından boynu etrafında duran, köpüren
suda akıntıya karşı yüzerken esrik bir neşenin yüce hay­
kırışı . . . Sel ile kas esneten beş dakikalık mücadelenin ar­
dından sırtüstü dönüp kollan iki yana açık akıntıya doğru
bıraktı kendini; hafif dalgaların kucağında ve hareketsiz.
Gözleri kapalıydı, yan açık dudaklarının arasından kendi
kendine nazikçe konuşuyordu.
"Onunla birim," dedi kendine, "nehir ve ben, ben ve
nehir. Serinliği ve sıçramaları benim; içindeki su baha­
ratları da benim. Ve gücüm ile kaslarım benim değil,
nehrin. Hepsi tek, hepsi tek sevgili Fawn." Çeyrek saat
sonra çimlerin sonunda, üstünde giysileri ile, ıslak saçları
canlı kısa lüleler olarak kurumuş halde belirdi. Orada bir
an durdu, akıntıya dönüp dosta bakar gibi baktı; sonra
da eve yöneldi. Tam bu sırada hizmetlisi kapıya gelerek
verandaya çıktı, arkasında kırklı yaşlarında görünen bir
adam ile. Frank ve o birbirlerini çalıların ve bahçelerin
arasında gördüler ve her biri , adımlarını hızlandırarak
bahçenin orta mesafesinde, leylak kokulan arasında, yü z
yüze geldiler.
"Sevgili Darcy'im," diye haykırdı Frank. "seni görmek
beni büyüledi. "
Fakat diğeri o n a hayretle bakıyordu.

49
"Frank! " diye bağırdı.
"Evet, benim adım bu," dedi gülerek; "ne oldu?"
Darcy elini tuttu.
"Kendine ne yaptın?" diye sordu.
"Tekrar bir oğlan olmuşsun."
"Ah, sana anlatacak çok şeyim var," dedi Frank.
"Zor inanacağın çok şey ama seni ikna ederim ... "
Aniden geri çekilip elini kaldırdı :
"Şişşşt, bülbülüm işte orada," dedi.
Arkadaşını selamlarkenki hoş bulma ve tasvip gülüm­
semesi yüzünden solup gitti ve yerini mest olmuş bir me­
rak aldı, tıpkı sevgilisinin sesini dinleyen bir aşık gibi.
Dudakları beyaz dişlerini göstererek hafifçe aralandı
ve gözleri Darcy'ye insan göıiiş ünün ötesindeki şeylere
odaklanmış gibi görünene kadar uzaklara dalıp gitti . O
an, kuşu bir şey ürküttü muhtemelen çünkü şarkı sona
erdi.
"Evet, anlatacak çok şey var," dedi . "Gerçekten seni
gördüğüme çok sevindim. Ama oldukça solgun ve yorgun
görünüyorsun, hiç şüphesiz o ateş yüzünden. Bu ziyaretin
mantıksız bir yanı yok. Artık haziran, tekrar çalışacak ka­
dar sağlıklı olana kadar burada kal. En az iki ay."
"Ah, o kadar suistimal edemem ."
Frank koluna girip onunla çi mlerden aşağı yürüdü.
" Suistimal? Kim suistimalden bahsediyor? Senden
bıktığımı sana oldukça açık söyleyeceğim ama birlikte
kalırken birbirimizi sıkmadığımızı sen biliyorsun. Yine
de geldiğin an gitmekten bahsetmek ya nlış. Nehre doğru
yürüyelim sadece, sonra alcşam yemeği vakti. "

50
Darcy sigara tabakasını çıkarıp arkadaşına uzattı.
Frank güldü.
"Hayır, benim için değil. Sevgili ben, sanının bir za­
manlar içerdim. Ne kadar da tuhaf!"
"Bıraktın mı?"
"Bilmiyorum . Sanırım bırakmış olmalıyım. Neyse ar­
tık içmiyorum. Yakında et yememeyi de düşünmeye baş­
layacağım."
"Vejetaryenliğin dumanlı sunağında bir kurban daha
mı?"
"Kurban?" diye sordu Frank. "Böyle mi düşünüyor­
sun?"
Akıntının sınırında durup yavaşça ıslık çaldı. Hemen
sonra saz tavuğu nehrin üstünden su sıçratan uçuşunu
yaptı ve nehrin kıyısına çıktı. Frank onu son derece na­
zikçe ellerinin arasına aldı ; hayvan gömleğine yaslanır­
ken başını okşadı.
"Sazlıkların arasındaki ev, hala güvenli mi?"
Bir yandan da şarkı mırıldanıyordu.
"Hanım iyi mi, komşuların keyfi yerinde mi? İşte, ca-
nım , haydi eve ! "
Onu yukarı atarak uçmasına izin verdi.
"Kuş çok uysal," dedi Darcy, hafif de afallayarak.
"Oldukça," dedi Frank, kuşun uçuşunu takip ederek.
Yemek süresince Frank, altı yıldır görmediği bu eski
arkadaşının hayatı ve yaptıkları hakkında kendini bilgi­
lendirmekle meşguldü. O altı yıl, şimdi anlaşılıyordu ki,
Darcy için ayrıcalık ve haşan ile doluydu, birkaç mevsi­
min rağbetinden daha uzun sürecek güzelliği teklif eden

51
portre ressamı olarak ün yapmıştı. Sonra da, dört ay önce
ciddi bir tifo atlatmıştı, sonuncusunun bu hikayeyi ilgi­
lendiren tarafı, iyileşmiş, bu tecrit edilmiş yere gelmiş
olmasıydı.
"Evet, atlattın," dedi Frank sonunda. "Bunu her za­
man biliyordum. A.R.A fazlası umutla beklenen . Para?
İçinde yüzüyorsu n, sanının ve ah Darcy, bütün bu yıllar­
da ne kadar mutlu oldun? Ölümsüz tek mülkiyet budur.
Ve ne kadar öğrendin? Of, sanatı kastetmiyorum. Bunu
ben bile becerirdim."
Darcy güldü.
"Becerir miydin? Sevgili dostum, bu son altı yılda
öğrendiklerim senin -tabiri caizse senin- beşikten beri
bildiklerin. Eski tabloların yüksek fiyatlardan satılıyor.
Artık hiç resim yapmıyor musun?"
Frank başını salladı :
"Hayır, çok meşgulüm."
"Ne ile meşgulsün? Lütfen söyle bana. Herkes sürekli
bana bunu soruyor."
"Ne ile mi? Sanının, hiçbir şeyle meşgul olmadığımı
söyleyecektin."
Da rey karşı s ındaki parlak ve genç yüze şöyle bir baktı :
" Bu sana göre meşgul olmanın bir yolu," dedi. "Şimdi
sıra sende. Okuyor musun? Çalışıyor musun? Tek çümle
yazmadan, herhangi bir insanın yüzünü, bir yıl boyunca
dikkatle çalışma n ın bizi, yani biz sanatçılan dört dörtlük,
oldukça iyi hale getireceğini söylediğini hatırlıyorum."
"Sen bunu mu yapıyorsun?"
Frank yine başını salladı:
"Tam olarak söylediğimi yapıyorum," dedi. "Hiçbir
şey yapmıyorum. Ve hiç bu kadar yoğun olmamıştım.
Bak bana, öncelikle kendime bazı şeyler yapmış mıyım?"
"Benden iki yaş küçüksün," dedi Darcy. "En azından
öyleydin. Ancak seni tanımasam yirmi yaşında olduğunu
söylerdim. Yirmi yaşında görünmek için altı yıl harcama­
ya değer miydi ama? "
Frank yüksek sesle güldü:
"İlk defa böyle bir alıcı kuş ile mukayese ediliyorum,"
dedi. " Hayır, meşguliyetim bu değildi , aslında meşguli­
yetimin bir etkisinin bu olduğunun pek az farkındayım.
Tabii ki, düşünecek olursak, bu olmalı. Bu önemli değil."
"Bedenimin gençleştiği çok doğru fakat bu önemsiz,
ben gençleştim."
Darcy sandalyesini geri itip diğerine bakarak masaya
yan döndü:
"Öyleyse meşguliyetin bu mu?" diye sordu.
"Evet, bu onun bir yönü her nasılsa. Gençlik ne de­
mek, bir düşün! Gelişmek için, zihin, beden, ruh, hep­
si gelişir, hepsi güçlenir, hepsi her gün daha tam, daha
sağlam hayata sahip olur. Bu mühim , sıradan bir insan,
geçen her günle gücünün tam açmış çiçeğine ulaşırken
hayatla bağı zayıflar. İnsan zirvesine ulaşır ve diyelim ki
on yıl veya muhtemelen yirmi yıl zirvesinde kalır. Ancak,
zirvenin zirvesine vanldığında, insan yavaşça ve insafsız­
ca zayıflamaya başlar. Bunlar sendeki, bedenindeki, sa­
natındaki, muhtemelen zihnindeki yaş işaretleridir. Es­
kisinden daha az heyecan verici olursun. Fakat ben, ben
zirvemin yakınındayım, ah, göreceksin."

53
Gökyüzünün mavi kadifesinde yıldızlar belirmeye
başlamıştı ve ufkun doğusunda, kasabanın siyah silüeti­
nin üstünde doğan ay, kumru rengindeydi
Akkelebekler, tarlaların üstünde belli belirsiz asılı du­
ruyordu ve gece çalılıklar arasında, parmak ucunda yürü­
yordu. Frank aniden ayağa kalktı:
"Ah, en yüce an bu," dedi yavaşça. "Hayatın akıntı­
sındaki herhangi bir zamandan daha fazla şimdi, ebedi,
ölümsüz akıntı bana o kadar yakın ki neredeyse içine sa­
rıldım. Bir an için sessiz ol."
Verandanın köşesine ilerleyip kollan kollarını iki
yana açmış dimdik durarak dışan baktı. Darcy onun ci­
ğerlerine doğru uzun bir nefes çektiğini duydu ve sani­
yeler sonra nefesi tekrar verdi. Bunu altı veya sekiz defa
yaptı, sonra da lamba ışığının altına döndü.
" Bu sana oldukça çılgınca gelecek, sanının," dedi.
"Ama ağzımdan şimdiye kadar çıkmış ve çıkacak en aklı
başında gerçeği duymak istersen sana kendimden bah­
sedeceğim. Bahçeye gel, senin için ıslak değilse. Şimdiye
kadar kimseye anlatmadım ama sana anlatmak isterim.
Bu konu aslında çok uzun, hatta öğrendiklerimi sınıflan­
dırmayı bile denedim."
Kameriyenin hoş kokulu loşluğuna doğru yürüdüler
ve oturdular. Frank söze başladı:
"Hatırlar mısın, yıllar önce," dedi. " Dünyadaki neşe­
nin çürümesinden sık sık bahsederdik. Pek çok dürtünün
bu çürümeye neden olduğuna karar vermiştik; bazıları
özlerinde iyi, bazıları oldukça kötüydü. Güzel şeyler ara­
sında; belirli Hıristiyan değerleri, feragat, boyun eğme,
anlayışla ızdırap ve ızdırap çekenleri iyileştirme arzusunu
sayabilirim. Ancal< bu şeylerden çok kötü şeyler çıkıyor,

54
işe yaramaz feragat, kendi için riyazet, takip edecek bir
şeyi olmayan bedenin çilesi, bunun ardından gelmeyen
kazanım ve İngiltere'yi birkaç yüzyıl önce mahveden o
berbat ve iğrenç hastalık, ezcümle ruhun mirası ile eziyet
çektiğimiz Püritanizm. Dehşet verici bir vebaydı ; zalim­
ler neşe, kahkaha ve şenliğin şeytan olduğunu düşünüp
bunu öğrettiler; en saygısız ve aşağılık doktrindi. Ah, bi­
rinin en çok gördüğü ortak suç nedir? Asık surat. İşin özü
bu . . . Şimdi bütün hayatım boyunca mutlu olmaya karar
verdim ve en yüce hediyenin neşe olduğuna inanıyorum.
Londra'dan ayrılıp kariyerimi terk ettiğimde -ki böyle
olmuştu- bunu yaptım çünkü hayatımı neşe hasadına
ve mutlu olmak için sürekli ve çıkarsız çabaya adamaya
niyetliydim . İ nsanlann arasında ve diğerleri ile sürek­
li iç içeyken bu mümkün olmadı. O yüzden ya bir adım
ileri ya da bir adım geri gidecektim , sen nasıl dersen, ve
doğruca doğaya; ağaçlara, kuşlara, hayvanlara, sadece
tek bir amaç peşinde koşan, ahlak, insani kanunlar veya
yüce kanunlara hiç bakmadan mutlu olmak için özündeki
içgüdüyü körü körüne takip eden o şeylere dosdoğru git­
tim. İstedim ki , sen anlarsın , neşeyi ilk elden ve saf olarak
alayım, sanının bu insanlar arasında pek nadir, geçersiz
bir konu."
Darcy sandalyesini çevirdi :
"Ah, peki kuşlan ve hayvanlan ne mutlu eder?" diye
sordu . "Yiyecek, yiyecek ve çiftleşme . "
Frank dinginlik içinde kibarca güldü.
"Duyumcu olduğumu düşünmüyorum," dedi . "O ha­
tayı yapmadım . Çünkü duyumcular, perişanlıklannı sırt
çantalannda taşırlar ve ayaklannda, yakında kendilerini
saracak kefenin yarası vardır. Çılgın olabilirim, bu doğ­
ru, ama bunu denemiş olacak kadar aptal değilim. Ha-

55
yır, yavru köpekleri kendi kuyrukl a rı ile oynatan, kedileri
gece sinsi yürüyüşlerine çıka ran nedir?"
Bir an durdu.
"Bu yüzden doğaya gittim, " dedi . " Burada, New Fo­
rest'ta oturdum, tarafsız bir şekil de oturdum ve baktım.
Bu benim ilk zorluğumdu, uzun bir süre önemli bir şey
olmasa b ile burada sıkılmadan sessizce oturmak, sabırla
beklemek, algı l a nmı n açık ve al ıc ı olması . O ilk adımlar­
da, değişim, aslında çok yavaştı. "
"Hiçbir şey olmadı m ı ? diye sordu Darcy, İ ngil iz aklı
"

için saçmalık ile eş a nlam lı her yeni fikre güçlü başkaldı ­


nsı ve oldukça sabırsız bir şekilde. "Dünyada neden, ne
olmalı ki?"
Şimdi Frank, onu, faniler arasında en cömert fakat
en çabuk öfkelenen kişi olarak tanıdığı için, diğer bir ifa­
deyle neredeyse h i çbir kışkırtma olmadan öfkesi, devasa
bir uyarı ışığı gibi alev alırdı ve ondan daha az olmayan,
içten gel e n nezaket hamlesi ile sönerdi. Bu yüzden Darcy
konuştuğu an aceleci sorusu iç i n özür, dilinin ucundaydı.
Ancak bu kadar yol almasına gerek yoktu çünkü Frank
nazik ve samimi bir sevinçle gülmüştü.
"Ah, birkaç yıl önce buna nasıl alın ı rdım, " dedi. "İyili­
ğe şü kürle r olsun ki, a l ı nma, kurtulduğum şeylerden biri.
Hikayeme inanmanı kesinlikle isterd im , aslına inanacak­
sın d a ancak şu an inanmadığını göstermen beni ilgilen-·

ilirma"
"Münzevi geçici ikametgahların seni insanlıktan çı­
karmış," dedi Darcy; hala oldukça İngiliz'di.
"Hayır, insan," dedi Frank. "Aslında daha çok insan
yaptı , en azı nda n maymundan daha az."

56
"Pek8la, ilk maceram buydu," diye devam etti, biraz
sonra, "neşenin incelikli ve yolundan sapmaz takibi ve
benim yöntemim , doğanın istekli tasavvurudur. Dürtüm
ilerledikçe ki tamamen bencilceydi ama etki gittiği sü­
-

rece birinin hemcinsleri için yapabileceği en iyi şey olarak


görünüyor çünkü mutluluk, çiçek hastalığından daha bu­
laşıcıdır. Bu yüzden, dediğim gibi, oturdum ve bekledim;
mutlu şeylere baktım, mutsuz olan bir şeyi görmekten
itinayla kaçındım ve bu keyifli dünyanın küçük mutluluk
damlaları yavaş yavaş içime süzülmeye başladı. Damlalar
giderek çoğaldı ve şimdi, benim sevgili dostum, bana gece
gündüz akan neşe selinin yansını kendimden sana çevi­
rebilseydim bir an için, dünyayı, sanatı, her şeyi bir kena­
ra atıp sadece yaşardın, var olurdun. Bir adamın bedeni
öldüğünde, ağaçlara ve kuşlara geçer. Aslında, ölümden
önce ruhum ile yapmaya çalıştığım şey budur."
Hizmetli, kamelyaya çeşitli alkollü içeceklerin olduğu
bir masa getirmiş, üstüne de lamba asmıştı. Frank ko­
nuşurken diğerine doğru öne eğildiği için ve Darcy ispa­
tı-gereken-konu mantığı ile arkadaşının yüzünün ışılda­
dığına, kendiliğinden aydınlık olduğuna yemin edebilirdi.
Koyu kahverengi gözleri içten parlıyordu ve bilinçsiz bir
çocuk gülüşü yüzüne ışık tutup değiştiriyordu. Darcy ani­
den heyecanlı , coşkulu hissetti.
"Devam et," dedi. "Devam et. Her nasılsa bana katık­
sız doğruyu anlattığını hissediyorum. Sanının çıldırdın
ama bunda herhangi bir sorun görmüyorum."
Frank tekrar güldü:
"Çıldırmak?" dedi. "Evet, kesinlikle, eğer öyle ister­
sen. Ama ben buna aklı başında demeyi tercih ederim.
Fakat birinin bir şeyleri nasıl adlandırmayı seçmesinden
daha az önemli bir şey yoktur. Tanrı hiçbir zaman bedi-

57
yelerini etiketlemez; O, sadece onlan avµcumuza koyar;
tıpkı Cennet bahçelerine hayvanlan koyduğu gibi. Çünkü
Adem, ne zaman isterse onlan adlandıracaktı.
" İşte, mutlu olan şeyleri sürekli çalışıp gözlemleye­
rek," diye devam etti , "mutluluğu aldım, neşeyi aldım.
Ama doğadan onu aramakla, benim yaptığım gibi, ara­
dığımdan fazlasını buldum, aslında tesadüfen karşıma
çıktılar. Açıklamak zor ama deneyeceğim . . .
"Yaklaşık ü ç yıl önce, sana yann göstereceğim yerde
bir sabah oturuyordum. Nehir kıyısının altında, oldukça
yeşil, gölge ve güneş benekli - ve orada nehir küçük saz
kümelerinin arasından geçer. Pekala, orada oturup sade­
ce bakmak ve dinlemek dışında hiçbir şey yapmıyorken
garip, bitmeyen bir melodi çalan flüt gibi bir çalgının
oldukça ayırt edilebilir sesini duydum. Başta ana yolda
birkaç müzisyen köylü olduğunu düşünüp çok dikkat et­
medim. Ama tınının tuhaflığı ve anlatılmaz güzelliği çok
geçmeden beni çarptı.
"Hiç tekrarlamıyordu ama sonu da hiç gelmiyordu,
tatlı ezgisi öbek öbek akıyor, azar azar işleyip kaçınılmaz
olarak doruğa ulaşıyordu; melodi insanı mest ediyordu.
Sonra, ani bir merak kapanıyla nereden geldiğini tespit
ettim. Sazlıktan, gökyüzünden ve ağaçlardan geliyordu.
Her yerdeydi, hayatın şarkısıydı . O, sevgili Darcy, Roma­
hlann dediği gibi, kaval çalan Pan, doğanın sesiydi. Ha­
yat melodisiydi, dünya melodisi."
Darcy, sormak istediği bir soru olmasına rağmen ara­
ya giremeyecek kadar çok merak etmişti ve Frank devam
etti : "Pekala, bir an ürkmüştüm, kabusun aciz korkusu ile
ürkmüştüm ve kulaklanmı kapayıp o yerden kaçtım ve
nefes nefese, titreyerek, adeta panik halinde eve döndüm.
Bilmeden çünkü o sıra yalnızca neşe anyordum , doğadan

58
neşemi aldığım için, doğa ile temasa geçmeye başlamış­
bm. Doğa, güç, Tanrı, ne dersen de, esas hayatın incecik
ağını yüzüme çizmişti. Bunu ürkmüş halimden çıkınca
anladım ve Pan-kavallannı dinlediğim yere mütevazı bir
şekilde gittim. Ama onları tekrar duyana kadar neredeyse
altı ay geçti."
"O neden ? " diye sordu Darcy.
"Eminim ki ben başkaldırıp direndiğim ve en kötüsü
korktuğum için. Çünkü dünyada, birinin bedeninin kor­
ku kadar çok yaralayan, ruhunu böylesi kapatan başka
bir şey yoktur. Korkm uştum, bilirsin, dünyada gerçek
varlığı olan bir şeyin tezahürünü niye geri çektiği ortada."
"Ve altı ay sonra?"
"Altı ay sonra ... Kutsal bir sabah, kavalları tekrar duy­
dum. O defa korkmadım.
"Ve o zamandan beri daha yüksek sesli, daha sürekli
hale geldi. Şimdi sık sık duyuyorum ve doğaya karşı öyle
bir tutum takınıyorum ki kavallar neredeyse gerçek ola­
cak. Ve şimdiye kadar hiç aynı ezgiyi ikinci defa çalmadı­
lar; her zaman yeni, daha dolu, daha zengin ve bir önce­
kinden daha tamam oluyor."
"Doğaya karşı öyle bir tutum, derken neyi kastediyor­
sun?" diye sordu Darcy.
" Bunu açıklayamam ama bedensel bir tutum, anlamı
bu. "
Frank bir an sandalyesinden kalktı ve kollan iki yana
açık, başı öne eğik halde yavaşça geriye uzandı.
"Bu," dedi , "zahmetsiz bir tutum ama açık, dinlendiri­
ci ve alıcı. Bu ruhun ile asıl yapman gerekendir."
Sonra tekrar doğruldu:

59
"Bir kelime daha," dedi. "Seni daha fazla sıkmayaca­
ğım. Bana soru sormadığın sürece de bu konu hakkında
bir daha konuşmayacağım. Beni, aslında, hayat tarzım
hususunda oldukça aklı başında bulacaksın. Kuşlann
ve mahluklann bana bir tür samimiyetle davrandığını
göreceksin, şu su tavuğu gibi ama hepsi bundan ibaret.
Seninle yürüyeceğim, at bineceğim, golf oynayacağım ve
istediğin her konuda sohbet edeceğim. Ama bana ne ol­
duğunu bilmen için eşikte olmanı bekledim. Ve bir şey
daha olacak."
Tekrar durdu ve gözlerinden hafif bir korku bakışı
geçti.
"Nihai bir aydınlanma olacak," dedi. "Büsbütün ve
kör edici darbe bana gelecek, bir kereliğine ve her şey
için, bütün bilgi, bütün kavrama ve anlama - ki ben ha­
yatla birim, tıpkı sen gibi. Gerçekte 'ben' yok, 'sen' yok, 'o'
yok. Her şey, adı hayat olan, tek ve bir şeyin parçası. Öyle
olduğunu hissediyorum ama henüz tam olarak kavramış
değilim.
"Fakat olacak ve o gün onu alacağım, bu nedenle,
Pan'ı göreceğim. Buna ölüm denebilir, bedenimin ölümü
yani, ama umursamıyorum. Burada daima yaşayan ve ya­
şayacak olan ancak ölümsüz ve ebedi hayat olabilir.
"Sonra da bunu kazanmış olarak, ah, sevgili Darcy,
Püritanizmin, ekşi suratlanmızın kasvetli dininin duman
nefesi gibi yok olacağını , dağılacağını ve güneşle a):'dınla­
nan havada kaybolacağı gerçeğinin yaşayan kanıtı olarak
kendimi gösterip öyle bir neşe müjdesini bildireceğim
ki . . Ama usturuplu ilk bilgi benim olacak."
.

Darcy yüzüne zorlanarak baktı.


"O andan korkuyorsun," dedi. Frank ona gülümsedi.

60
"Oldukça doğru, bunu çabuk anladın. Ama geldiğinde
umanın korkmam. n

Kısa bir süre sessizlik oldu, sonra Darcy kalktı. "Beni


büyüledin," dedi. "Bana peri masalı anlatıyorsun, ben de
gerçek olduğuna inanıyorum. "
"Söz veririm," dedi diğeri .
"Ve uyuyamayacağımı biliyorum , " diye ekledi Darcy.
Frank aniden ona, bir tür hafif merak ile bakb, hiç an-
lamamış gibi.
"Peki, bunda sorun var mı?" dedi.
"Seni temin ederim, var. Uyumazsam perişan olu­
rum."
"Tabii ki istersem seni uyutabilirim," dedi Frank epey
sıkılmış bir sesle.
"Pekala, uyut. "
"Çok güzel, yatağa git. O n dakika içinde yukarı gele­
ceğim."
Diğeri gittikten sonra Frank, masayı veranda tentesi­
nin altına koydu ve lambayı söndürerek kısa süre oyalan­
dı. Sonra yukarı ve Darcy'nin odasına hızlı, sessiz adım­
larla yürüdü. Diğeri çoktan yataktaydı ama gözleri gayet
açık ve uyanıktı, Frank huysuz bir çocuğa müsamaha
gösterir gibi keyifli bir gülümseme ile yatağın kenarına
oturdu.
"Bana bak," dedi. Darcy baktı .
"Kuşlar çalılıklarda uyuyor," dedi Frank yavaşça, "ve
rüzgarlar da uyudu. Deniz uyuyor; medcezirler göğsünde
yükselse de. Yıldızlar yavaşça sallanıyor, cennetin şahane
beşiğinde ve . . . "

61
Aniden durdu, mumu söndürüp onu uykuyla baş başa
bıraktı .
Sabah, Darcy'e, odasını dolduran gün ışığı kadar ber­
rak ve canlı, sağlam bir sağduyu seli getirdi. Yavaşça kal­
karken biten akşamın hatıralanna ait kopuk ipuçlarını
bir araya getirdi ve "Genel hipnoz hilesi ," dedi kendine . . .
Bu, hepsini açıklıyordu; o tuhaf konuşmanın tamamı bir
zamanlar sıra dışı canlılığı olan bir çocuğun önerisiyle
idi ; bütün heyecanı, inanılmazı kabul edişi, yalnızca daha
güçlü, daha arzuya maruz kalmasının etkisiydi. Frank'in
uyuma önerisine anında itaat etmesinden anladığı o is­
tek ne kadar da güçlüydü. Aşılmaz sağduyu ile silahlana­
rak kahvaltı için aşağıya indi. Frank çoktan başlamıştı ve
koca bir tabak dolusu yulaf lapası ve sütü en sıradan ve
sağlıklı iştahla tüketiyordu.
"İyi uydun mu?" diye sordu .
"Elbette. Hipnozu nereden öğrendin?"
"Nehir kenarında."
"Dün gece hayret verici derecede anlamsız konuştun,"
dedi Darcy mantığı nedeniyle asabileşen bir sesle.
"Bilakis. Oldukça sersem hissettim. Bak senin için
bir gazete aldırayım. Para piyasalan, politika veya kriket
hakkında bir şeyler okuyabilirsin. "
Darcy ona yakından baktı. Gün ışığında Frank, bir ön­
ceki geceye göre daha taze, daha genç ve daha canlr görü­
nüyordu ve onun görünüşü, her nasılsa, sağduyu silahını
deldi.
"Gördüğüm en sıra dışı adamsın," dedi. "Sana daha
fazla soru sormak istiyorum."
"Sor gitsin," dedi Frank.

62
Sonraki birkaç gün Darcy pek çok soru, itiraz ve ha­
yat kuramı eleştiri ile arkadaşını bunalttı ve deneyimi­
nin tutarlı ve tam hesabını yavaş yavaş anladı. Kısacası,
o za man Frank, yıldızlann geçişini, dalganın yükselişini,
ağacın filiz verişini, gençlerin aşkını kontrol eden güce,
dediği gibi çıplak "uzanmanın sayesinde" şimdiye kadar
hayatın esas kaynağına sahip olmada başanlı olmuştu.
Günbegün, öyleyse diye düşü ndü , hayata kendi nedeni
olan o yüce güç, doğanın ruhu, kuvvetin ruhu veya Tan­
n'nın ruhuna daha çok yaklaşıyor ve bir oluyordu. Kendi
adına, diğerlerinin paganlık dediği şeyi kabullenmişti ;
hayatın kaynağının var olması onun için yeterliydi. Buna
tapmıyordu, dua etmiyordu, bunu övmüyordu. Birazı bü­
tün insanlarda vardı, ağaçlarda ve kuşlarda olduğu gibi,
onun tek olduğu gerçeği ile kendine hayat kurmak tek he­
defi ve çabasıyd ı.
Burada Darcy m uhte mel bir uyan cümlesi kurdu.
"Dikakt et , dedi " Pan'ı gö rm ek ölümdür, değil mi?"
"

Frank bunun üzerine kaşlannı kaldırdı.


"Ne olmuş ki?" dedi. "Doğru, Romalılar her zaman
haklıydı ve öyle de dediler am a başka bir olasılık var.
Çünkü ona yaklaştıkça daha canlı, hayat dolu ve genç ol­
dum. "
"Senin için nihai ayd ınl a n man ı n n e olacağını düşünü­
yorsun?"
"Sana söyledim," dedi. "Beni ölümsüz yapacak."
Darcy'nin arkadaşının algısını kavraması konuşma
ve tartışma ile değil hayatının sıradan kuralı ile gerçek­
leşmişti. Ö rneğin bir sabah kamburu çıkmış, halsiz, yaş­
lı ama yüzünde sıra dışı bir neşeyle kadın kulübesinden

63
topallayarak çıktığında kasaba sokağından geçiyorlardı.
Frank onu gö rür gö rmez durdu .
"Seni sevimli yaşlı ! Nasıl sın?" dedi.
Ama kadın cevap vermedi, sönük, yaşlı gözleri yüzüne
perçinlendi ; orada parl ayan güzel ışıltıyı kana kana içen
susamış bir yaratık gibi görünüyordu. Pörsümüş, yaşl ı el­
lerini a n iden onun omzuna koyd u:
"Sen kendin gün eş ış ığısı n," dedi, Frank onu öptü ve
yoluna devam etti.
Ama yüz metre gi tm ede n b öyl e b i r ş efkati n tuhaf te­
zatlığı tekrarlandı. Onlara doğru patika da koşan bir çocuk
yüzüstü dü şüp korku ve acıyla ağlamaya başladı. Frank'in
gö zlerine dehşet bir bakış geldi, elleriyle kulaklarım ka­
patarak son hız koştu ve duya mayacağı kadar uzağa git­
meden durmadı. Darcy, çocuğu n canının gerçekte acıma­
dığından emin olduktan sonra şaş�nlık içinde onu tak i p
etti.
"Sende acı m a yok mu öyleyse?" diye sordu. Frank sa-
1
bırsızca b aşın ı
salladı .
"Gö rem iyor musun?" diye sordu. "O tür bir şey, acı ,
öfke, sevimsiz herhangi bir şey, beni geri çekiyor, yüce
za m an ı n gelişini geciktiriyor, a nlamı yor musun? Geldi­
ğinde muhtemelen hayatın o yam ile di ğer yam, n eşe n i n
gerçek dini arasında banş kurabileceğim; şu an yapamı­
yorum."
"Ama yaşl ı kadın . . . Çi rki n değil miydi?"
Frank'ın ışıltısı yavaş yavaş geri geldi.
" Ah , hayır. O benim gibiydi. Neşeye hasret; her se­
vi m l i yaşlı, onu gö rdü ğün de tanır."
Diğer biri soru kendili ği nde n geldi:

64
"Ya Hristiyanlık?"
"Onu kabul edemem. Neşe uğruna ızdırap çekmenin
Tann'nın ana öğretisi o lduğu hiçbir dine inanamam. Sa­
nının öyleyd i , gizemli bir şekilde böyle olabileceğine ina­
nıyorum ama bunun nasıl mümkün olduğunu anlamıyo­
rum. O yüzden bunu bıraktım, benim i ş im neşe."
Ka saban ın yuka rı sı n daki su seddine gelmişlerdi ve is­
yanka r soğuk, suyun gürlemesi ile havada baskın olmuş­
tu. Ağaçlar ince uç dallan ile şeffaf akı ntıya dalmıştı ve
üzerinde durduktan çayır, yaz ortası çiçekleri ile yıldız­
lanmışb . Tarla k u şla rı mavinin kristal kubbesine melodi­
ler atıyo rd u ve haziranın binlerce sesi, etraflannda şarkı
söylüyordu. Frank'in adeti olduğu üzere, kafası saçsız,
montu koluna asılı ve gömlek kollan dirseklerinin üstüne
kıvrı l m ı ş bir halde, gö zleri yan kapalı ve dudaktan yan
açık, havanın hoş kokulu ılıklığını kana kana içe n vahşi ve
güzel bir hayvan gibi d uruyordu . Sonra, bir anda kendi­
ni akıntının ucu ndaki çimlere yüzüstü bırakarak yüzü n ü
papatyalara ve çuha çiçeklerine gömdü, orada kollan iki
ya n a açık, kendinden geçmiş bir ş ekilde, uzun pa rm aklan
ile yerin çiyli aromalarını sıkıp okşayarak uzandı . Darcy,
onu, daha önce bir fikir tarafından hiç bu kadar ele ge­
çirilmiş bir halde görmemişti ; şefkatli parmaklan, çime
dayadığı yan gö mülü kafası, silüetinin giysili hatlan bile
diğer insanlardan bir şekilde farklı bir canlılıkla dol uyd u .
Bir tür solgun parlama ile Darcy' e ulaştı, o boylu boyunca
uzanan heyecan dolu bedenden bir tür heyecan, sarsıl­
ma , i n atçı sorulan ve aldıktan samimi cevaplara rağmen,
daha önce kavrayamadığı şeyi, fikrinin ne kadar gerçek
olduğunu ve Frank tarafından nasıl açığa çıkanldığını bir
anda a n lad ı.

65
O sırada Frank'in boynundaki kaslar kaskatı kesildi
ve kafasını hafiften kaldırdı.
"Pan-kavallan, Pan-kavallan, " diye fısıldadı. "Yakın,
ah, öyle yakın ki."
Yavaş bir şekilde, sanki ani bir hareket melodiyi ra­
hatsız edebilirmiş gibi doğruldu ve kolunu dirseğine
yaslandı. Sanki bakışlan çok uzakta bir şeye odaklanmış
gibi gözleri daha da açıldı, göz alt kapaklan aşağı indi
ve yüzündeki gülümseme durgun sudaki güneş ışığı gibi
titreşip genişledi, mutluğunun coşkusu pek insana özgü
değildi. Birkaç dakika böyle hareketsiz ve mest olmuş bir
halde kaldı, sonra yüzünden dinleme bakışı ölüp gitti ve
tatmin olmuş bir şekilde başını öne eğdi .
"Ah, bu iyiydi," dedi. "Senin duymaman nasıl müm­
kün olabilir? Ah, zavallı dostum! Gerçekten hiçbir şey
duymadın mı?" _____,/

Bir hafta açık hava ve uyandıncı hayat, haftalarca sü­


ren ateşin Darcy'den aşırdığı sağlık ve zindeliği iade et­
mede mucizeler yarattı, normal hareketleri ve canlılığın
daha yük.sek canlılık tazyiki geri geldikçe Frank'in ona
yaptığı gençlik mucizesi büyüsünün gittikçe artan etkisi
altında kalıyordu. Frank'in fikrinin anlamsızlığına karşı,
on dakika sessiz direnişin sonunda aniden kendini günde
yirmi defa, "Ama bu mümkün değil, mümkün olamaz,"
derken buluyordu ve sık sık buna ikna olma zarureti yü­
zünden, zihninde çoktan kök salan bir sonuç ile mücade­
le edip tartıştığını biliyordu. Her seferinde gözle görülen
canlı bir mucize onunla yüzleşiyordu çünkü bu gençliğin,
bu olgunluk sınınnda dizlerinin bağı çözülen çocuğun,
otuz beş yaşında olması aynı derece olanak.sızdı.
Ancak gerçek buydu.
Haziran ayına bir kaç günlük ıiizgarlı ve sinirli yağ­
mur eşlik etti, Darcy üşütmemek için eve kapandı. Ama
Frank'e göre bu gözü yaşlı hava değişiminin, insan davra­
nışıyla alakası yoktu ve günlerini, haziran güneşi altında
yaptığı gibi hamağında uzanarak, ıslak çimlerde yatarak
veya arkasından kuşlann ağaçtan ağaca konduğu gürle­
yen büyük orman gezileri yapıp akşam olduğunda sınl­
sıklam ama içinde söndüriilemez neşe aleviyle geri döne­
rek geçiriyordu.
"Üşüdüm mü?" diye sorardı. "Nasıl yapılacağını unut­
tum, sanının her zaman açık havada uyumak insan vücu­
dunu daha duyarlı hale getiriyor. Kapalı mekanlarda ya­
şayanlar bana her zaman soyulmuş ve derisiz bir şeyleri
hatırlatır. "
"Dün gece o sağanak yağmurda açık havada mı uyu­
duğunu söylüyorsun?" ekledi Darcy. "Nerede uyudun, so­
rabilir miyim?"
Frank bir an düşündü.
"Neredeyse şafağa kadar hamakta uyudum, " dedi.
"Çünkü ben uyandığımda doğudan ışığın göz kırptığını
hatırlıyorum. Sonra da gittim -nereye gittim- ah, ta­
mam, geçen hafta Pan-kavallannın çok yakından duyul­
duğu çayırlara gittim . Benimleydin, hatırlıyor musun?
Ama yerler ıslaksa her zaman için paspasım vardır."
Sonra ıslık çalarak yukan kata çıktı.
Her nasılsa o küçük dokunuş, nerede uyuduğunu
anımsamak için bariz çabası Darcy'nin hala yan-kuşkulu
seyircisi olduğu harika macerayı görmesini sağladı. Şa­
fağa kadar hamakta uyumak, sonra da yürii m ek -veya
muhtemelen koşturmak- riizgarlı ve ağlayan cennetlerin
altında su bendinin kenanndaki uzak ve ıssız çayıra . . . Di-

67
ğer gecele rin resmi gözünde canlandı. Frank, muhteme­
len yıldızların ışıltı damlaları veya ay ışığının beyaz alevi
altında banyoda uyuyordu. Ölü bir saatte bir kıpırdanma
ve uyanış, muhtem ele n sessiz, gözü açık bir düşün cenin
boşluğu ve sonra da başka bir yatağa gi t m ek için sessiz
ağaçların arasında dolanma mutluluğu , neşe ve üzerine
yayılıp kendisini saran hayat ile tek başına doğanın ne­
şesi ile sürekli ve hiç tükenmeyen duygusu dışında başka
bir düşünce, istek olmadan.
O akşam Darcy, bir cümlenin tam ortasında aniden
durduğunda akşam yemeğinde alakasız konulardan bah­
sediyorlardı.
"Anladım, " dedi . "Sonunda anladım ."
"Seni tebrik ederim," dedi Frank. "Ama neyi?"
"Fikrinin esas bozukluğunu . . . Şu : En yükseğin de n an
alttakine bütün Do� -tam olarak ızdırap ile t ıka nm ıştır ,
Doğadaki her canli organizma bir diğerinin yemidir, an­
cak doğaya yaklaşıp onunla bir olma hedefimizde, ızdıra­
bı tümden d ışarıda bırakıyo rsu n , onu tanımayı reddedi­
yorsun. Ve d iyo rsu n ki, nihai aydınlanmayı bekliyorsun ."
Frank'in bakışları hafiften bulutlandı.
" Pekala," diye sordu o lduk ça yorgun bir halde.
"Öyleyse nihai aydınla n m a n ı n ne za man olacağın ı
tah m in edem iyo r musun? Neşede üstünsün, sana bunu
garanti ederim. Bu kadar konuda usta olan başka birini
tanımadım. Doğanı n öğretebileceği her şeyi muhtemelen
görerek öğre ndin Eğer düşündüğün gibi nihai aydınlan­
.

ma san a geliyorsa, bu dehşet ızdırap, ölüm ve acının en


gi z li biçimlerde aydınlanması olacaktır. Izdırap vardır:
Ondan n efret eder ve korkarsın."
Frank elini kaldırdı.

68
"Dur, izin ver düşüneyim," dedi.
Uzun bir dakika boyunca sessizlik oldu.
"Bu hiç aklıma gelmedi," dedi nihayet. "Önerdiğin
şeyin doğru olması mümkündür. Pan'ın görünmesi bu
anlama mı geliyor? Korkunç ızdırap doğa mıdır? Bana
bütün ızdırabı gösterilecek mi?" Kalktı ve Darcy'nin otur­
duğu yere yaklaştı.
" Eğer öyleyse, bırak olsun," dedi. "Çünkü sevgili dos­
tum , nihai aydınlanmaya yakınım, fevkalade yakınım .
Bugün kavallar durmadan çaldı. Pan'ın gelmesini işaret
eden çalılarda fısıltısını bile duydum . Gördüm, evet, bu­
gün gördüm , çalılar sanki bir el tarafından kenara ittiril­
di ve insan olmayan bir yüzün parçası arasından belirdi.
Ama korkmadım, en azından bu defa kaçmadım ."
Pencereye doğru yürüyüp geri döndü .
"Evet, hepsinde ızdırap var," dedi. "Ve ben hepsini
arayışımın dışında bıraktım. Muhtemelen , dediğin gibi,
aydınlanma bu olacak. Bu durumda, bu bir elveda olacak.
İlerlerdim. Bir yol boyunca diğerini keşfetmeden olduk­
ça ileri gitmiş olabilirim. Artık geri dönemem. Yapabil­
seydim de dönmezdim, tek bir adım bile atmazdım geri !
Her halükarda, aydınlanma n e ise, Tanrı olacak. Bundan
eminim . "
Yağmur az sonra dindi ve güneşin geri gelmesiyle
Darcy, Frank'in uzun yürüyüşlerine tekrar katıldı. Son­
ra da İngiltere havasının bir huyu olduğu üzere, akşam
rüzgarlar batıda toplanmaya başladı . Hava karardıktan
sonra gök gürlemelerinin uzak alevleri ufukta göz kı rpıp
titreşmeye başladı ama uyku vakti gelince gürlemenin
din meyen çok kısık sesi halen duyulabilse de fırtına daha
fazla ilerlemiş gibi göründü. Günün heyecanı ile yorgun

69
ve bunalmış olan Darcy sert, huzur vermeyen uykuya bı­
raktı kendini.
Aniden bilinci açık olarak uyandı, kulaklannda fırtı­
nanın bir tür dehşet veren yankısı ile kalbi güm güm atar­
ken yatağında oturdu. Sonrasında, bir an için, uyku ile
uyanma arasında uzanan panik diyanndan kendisini kur­
tanrken, penceresinin dışındaki fundalıklarda yağmurun
sürekli tıslaması dışında bir sessizlik oldu. Ama aniden
bu sessizlik kara bahçede elle tutulacak kadar yakın bir
yerden gelen çığlık, üstün ve çaresiz bir korku çığlığı ile
paramparça olup zerrelere dağıldı. Tekrar ve tekrar acı
acı bağırdı ve sonra da berbat sÖiderin çağlaması araya
girdi. Tanıdığı, hıçkıran ve ağlayan bir ses dedi ki:
"Tannın, ah, Tannın ; ah İsa !"
Sonra da biraz alaycı, meleyen kahkaha takip etti.
Ardından tekrar sessizlik oldu; fundalıklarda sadece yağ­
mur fısıldıyordu.
Tüm bunlar bir anda olup bitti. Üstüne kıyafetlerini
giymek.-vı!ya mum yakmak için durmayan Darcy, kapı ko­
lunu el yordamı ile anyordu. Açar açmaz dışanda dehşete
düşmüş, elinde ışık tutan hizmetli adamın yüzü ile karşı­
laştı.
"Duydunuz mu?" diye sordu.
Adamın yüzü donuk, solmuş, bembeyaz bir hale gel­
mişti. " Evet, efendim," dedi . "Efendimin sesiydi."
Merdivenlerden aşağı alelacele inip kahvaltı için
çoktan derlenip toplanmış masanı n durduğu yemek sa­
lonundan verandaya fırladılar. O an yağmur bir an için
kesilmişti, sanki cen netin musluklan kapatılmış gibi ve
alçalan kara havanın kümelenmiş fırtına bulutlan ardın­
da, dingi n bir yerde ay çapa attığı için çok karanlık de-

70
ğildi . Darcy, arkasında mum tutan hizmetli ile bahçeye
daldı. Kendi devasa ürpertici gölgesi çimlerde önüne
serilmişti; gül, müge ve ıslak toprağın kayıp ve dolanan
kokulan etrafında yoğunlaşıyordu ama bir zamanlar Alp­
lerde sığındığı bir bungalovu ona hatırlatan keskin ve bu­
ruk bir koku tesir etti . Gökyüzünden gelen puslu ışığın
karanlığında ve arkasındaki mum ışığının titremesinde
Frank'in sık sık uzandığı hamağı gördü. Beyaz gömleğin
panltısı oradaydı, sanki içinde bir adam oturuyor ama ar­
kasında saklı, karanlık bir gölge vardı ve yaklaştıkça kes­
kin koku yoğunlaştı.
Şimdi sadece birkaç metre uzaktaydı, siyah gölge ani­
den havaya zıplayıp verandadan aşağıya uzanan tuğla pa­
tikadan dörtnala koştu. O gittiği zaman Darcy, gömlekli
bir silüetin hamakta oturduğunu açıkça görebildi. Bir an,
görünmeyenin büsbütün korkusuyla tökezledi ve ona eş­
lik eden hizmetli ile birlikte hamağa yürüdüler.
O, Frank idi . Sadece gömleği ve pantolonu vardı, kol­
lannı kavuşturmuş oturuyordu. Yanın saniye onlan süz­
dü, yüzü dehşetten bükülmüş korkunç bir maske. . . Üst
dudağı o kadar geri çekilmişti ki diş etleri ortaya çıkmıştı
ve gözleri ona yaklaşan ikiliye değil ama daha yakında
bir şeye odaklanmıştı, burun delikleri genişlemişti, san­
ki ölüm için nefes nefese kalmıştı ve cisimleşen dehşet,
nefret, ölümcül ızdırap; pürüzsüz yanaklan ve alnında­
ki korkunç çizgilerde hüküm sürüyordu. Ardından vücut
geriye düştü ve hamağın ipleri hınldayıp gerildi.
Darcy, onu kaldınp içeri taşıdı. Kollannda ölü gibi ya­
tan Frank'in, kas kasılmalanndan dolayı böyle göründü­
ğünü düşündü ama içeri girdiklerinde hayat belirtisi yok­
tu. Ancak dehşet, üstün bakışı ve acının kederi , yüzünden
silinmişti . Zemine bıraktığı yük, oyun oynamaktan yor-

71
gun düşmüş ama uykusunda gülü mseyen bir çocuk gibiy­
di. Gözleri kapalıydı ve güzel ağzı gülümsüyormuş gibi
gerilmişti, sanki birkaç sabah önce su bendinin kenarın­
da uzanan çayırdaki Pan'ın kavalının duyulmamış melodi
bnısına seyiriyordu. Sonra ikisi de öteye baktı .
O akşam, Frank yemekten önce her zamanki banyo­
sundan sadece gömlek ve pantolondan oluşan giysileri ile
çıkmıştı. Giysi değiştirmemişti ve yemek boyunca, Dar­
cy'nin hatırladığı kadarıyla , gömleğinin kollannı dirse­
ğinin üstüne kıvı rmıştı . Yemek sonrası gecenin yaklaşan
sıcak ve boğucu havasında oturup muhabbet ederlerken
rüzgann küçük nefesini hissetmek için gömleğinin ön
düğmelerini açmıştı. Kollan kıvnlmıştı şimdi ve gömleği ­
nin önü açıktı ; kollarında ve göğsündeki kahverengi ten­
de her an daha açık ve anlaşılır hale gelen esrarengiz renk
değişimleri vardı. Ta ki üstüne atlayıp onu damgalayan
canavar bir keçiye ait toynakların sebep olduğu sivri uçlu
izleri görene kadar.

Çeviren : Özge Sevinç

72
Fitz-James O Brien

Elmas Lens
ı. Ağaç Yaşken Eğiliyor
Hayatı mın çok erken dönemlerinden bu yana tek arzum,
her şeyi en ince ayrıntısına kadar incelemek olmuştur.
Daha on yaşımdayken uzak bir akrabamız, konu hakkın­
da ne kadar derine inebileceğimizi göstermek ve henüz
tecrübesiz olan beni etkileyebilmek için bana basit mik­
roskop düzeneği ayarlamıştı ; bakır bir diskin içine ince­
cik bir delik açmış, yüzey gerilimi sayesinde askıda kalan
birkaç damla saf su damlatmıştı . Bu oldukça ilkel aparat
her ne kadar bulanık da olsa neredeyse elli kat büyütüyor
ve benim konu hakkındaki bu heyecanımı ve hayal gücü­
mü harikulade şekilde körüklemeye yetip de artıyordu !
Benim bu ilkel enstrümana ilişkin bu denli heyecan­
la yaklaştığımı gören kuzenim, mikroskoplara dair bü­
tün bildiklerini bana anlatmış ve kendi çalıştığı şirkette
konu hakkın da başarılmış olan yeni gelişmelerden hah-

73
setmişti; sonrasında şehre döner dönmez doğru düzgün
bir mikroskop yollamaya söz vermişti. O gidip mikroskop
gelene kadar olan süreyi dakikalar, saatler ve günler ola­
rak saydım.
Bu süre zaıfında bo ş durmadım. Etrafı mda gördü­
ğüm lense benzer her çeşit saydam cisme tarafımdan el
konuldu ve bir mikroskop yapmak üzere kullanıldı ; nasıl
yapılacağını ancak kaba hatlarıyla biliyor olsam dahi . . .
"Öküz gözü" olarak bilinen tü m o küresel camdan oluşan
eşyalar, daha büyük büyütme gücüne sahip olabilecek bir
lens elde edebilmek için tarafımdan acımasızca parçalan­
dı. Balıklann ve hayvanlann gözlerindeki saydam taba­
kayı çıkartıp bir mikroskop lensi olarak şekillendirmeye
çalışacak denli ileri gittim. Agatha Teyzemin gözlük cam­
lannı çaldığımı itiraf etmeliyim ; anlan öğütüp şekillendi­
rerek muhteşem bir lens elde edebilmek gibi manasız bir
fikir canlanmıştı zihnimde ki bu denemenin tamamen
-

başansız olduğunu, özellikle belirtme gereği görmüyo­


rum.
En sonunda vadedilen alet bana ulaşb. Field'ın basit
mikroskobu olarak bilinen tipte bir mikroskoptu, yakla­
şık on beş dolar gibi bir ederi vardı . Eğitim amaçlı ola­
y.ak kullanılan mikroskopların en iyisiydi. Onunla birlikte
mikroskoplara dair ufak bir kitapçık da gelmişti; tarihi,
kullanım alanlan ve konu hakkındaki yenilikler vesaire.
Aklıma, Binbir Gece Masalla n'nı ilk okuyuşum gelmişti.
Dünya üzerinde görünür olanın sıradan varoluşunu örten
perde birden açılmıştı ve sanki artık büyülü bir gerçekliğe
girmiştim. Arkadaşlanrna artık bir kahinin, sıradan bir
insan kitlesine baktığı gibi bakıyordum. Artık doğayla,
onların asla anlayamayacağı bir dilden konuşuyordum.
Onlann en sıra dışı düşlerinde bile göremeyeceği doğa

74
harikalarıyla gündelik sohbetler eder gibiydim. Nesnele­
rin dış kabuklarını kınp geçmiş, artık içeride sakladık.lan
gizemli mabetlerde dolaşıyordum . Onlar ancak camdan
aşağı süzülen bir yağmur damlasını izlerken ben tıpkı in­
sanlar gibi zamanın içerisinde, tutkulanyla vahşice yaşa­
yan canlılann o yepyeni evrenini görmüştüm. Becerikli
bir ev hanımı olan annemin reçel kavanozundan sıyınp
attığı küf bana sokaklanyla, caddeleriyle, binalanyla,
bahçeleriyle muhteşem bir şehir sunuyordu; yeşil , gümüş
ve altından örülü harikulade mikroskobik ormanlar.
Bunlar olurken aklımı meşgul eden şey, bilime olan
açlık değildi. Harikalardan oluşan bir dünyanın gözle­
ri önüne serilmiş bir şairin saf mutluluğuydu bu. Yalnız
başıma yaşadığım bu hazlan kimseciklerle paylaşmadım.
Sadece ben ve mikroskobum ; gözlerim başka her şeye ka­
palı, gün ve gece, bana sunduğu o harikalar dünyasında
birlikteydik. Adem'in Cenneti'ni onların bıraktığı gibi bu­
lan bir kaşif gibi, bu manzarayı ancak ben izleyebilirdim ;
diğer ölümlülere onu göstererek sımnı ifşa edemezdim.
Hayatımın gayesini bulmuştum artık. Kaderimi bir mik­
roskobist olarak bellemiştim.
Tabii ki bu işe yeni girişmiş herkes gibi, kendimi bir
kaşif olarak görüyordum. Aynı anda binlerce aklıselim
insanın da bu işle uğraştığından bihaberdim, hem de be­
nimkinden belki bin kat güçlü enstrümanlarla uğraşan ...
Leeuwenhoek, Williamson, Spencer, Ehrenberg, Schultz,
Dujardin , Schacht ve Schleiden gibi isimlerin kim oldu­
ğuna dair bir fikrim yoktu; varsa bile o sabır dolu yoğun
ve muhteşem araştırmalannın meyvelerini bilmiyordum.
Mikroskobumun altına yerleştirdiğim her mantarda he­
nüz dünyanın bihaber olduğu harikalar keşfettiğim inan­
cındaydım. İlk tekerlekli hayvanımı (Rotifera vulgaris)

75
keşfettiğim anda yaşadığım tüyler ürpertici haz ve hay­
ranlık hala aklımda; esnek ayaklarını uzatıp suyun içeri­
sinde neredeyse kendine bir gemi gibi yön vererek hare­
ket edişi. . . Heyhat! Büyüyüp, bu en sevdiğim araştırma
alanı hakkında eğitim aldıkça, çağımın en büyük adam­
larının bir kısmının da tüm zeka ve yaşamlarıyla birlikte
benim ancak kıyısından köşesinde olduğum bu a raştırma
alanına yönlendiklerini öğrenmiştim.
Ben büyüdükçe pirinç bir tüpün içine yerleştirilmiş
bir camda yosun ve su damlacıklarını incelemekte pek
bir gelecek görmeyen ebeveynlerim, kendime bir meslek
edinmem konusunda beni sıkıştırmaya başladılar. Arzu­
lan, New York'ta yaşamış zengin bir tüccar olan amcam
Ethan Blake'in muhasebe bürosunda çalışmaya başla­
mamdı. Bu tekliflerine tamamen karşı çıktım. Ticarete
herhangi bir eğilimim yoktu, başarısız olacağım muhak­
kaktı; tüccar olmayı reddettim .
Ancak b i r çeşit meşgale içerisinde olmam gerekliydi .
Ailem çalışmayı bir erdem olarak gören New England'ın
yerli halkındandı ve beni ortalama bir gelirin üzerinde
kılacak çocuksuz Agatha Teyzemin mirası olduğu halde,
bunu beklemek yerine erdemli bir hareketle bu geçen
süre zarfında kendi geçimimi sağlayabilir bir hale gel­
mem kararlaştmldı.
Uzunca bir tartışma ve a raştırmadan sonra ailemin ar­
zusu yönü nde kendime bir meslek belirledim . New York
Akademisinde tıp okuyup doktor olacaktım . Bu meslek,
geleceğe yönelik planlarımı da destekler nitelikteydi.
Aynı zamanda akrabalarımdan uzak bir yerde yaşayacak
olmam , istediğim gibi hareket edebilmemi sağlayacaktı.
Akademi harçlannı ödediğim sürece istemediğim dersle­
re ginneyebilecektim ve gerçekten de herhangi bir sınava

76
girmeye dai r en ufak bir isteğim olmadığını da düşü n ün­
ce, maddi olarak biraz yolu n makta sorun görm üyo rdu m.
Dahası, ihtiyacım olan, büyük bir şehirde yaşa maktı . Var
olan e n iyi alet edevatı bulabilecektim, en yeni araştırma­
lara ulaşabilecek ve ben i mkiyle e ş m eşgaledeki insanlar­
la tanışabilecektim - kısacası, ömrümü sevdi ği m bilime
adayabil mek için tüm imkanlara sahip olacaktım. Bol
miktarda para ve bir mikroskop lensinden gayrı pek az
arzum vardı ; beni bu gizli dü nya la n keşfetmekte n alı ko­
yacak ne olab il i rdi ki? Fütursuz bi r umutla ayrılıyordum
New England'daki evi md en , New York'a yerleşmek üzere
yola çı ka rke n .

. 2. Bir Bilim Adamının Arzusu


Doğal olarak i lk işim, kendime uygun bir daire bulmak
oldu . Aradığım evi b irkaç gün sonra, Dördüncü Bulvar' da
buldum; ikinci katta, eşyas ı z , bir oturma ve yatak odası ,
laboratuvar olarak kullanmaya karar verdiğim ufak b i r ek
odas ıyl a şiri n bir daire . Evime basit ancak şık eşyalar alıp
tüm e n e rji m i tapınağımı güzellemeye ayırdım. Ünlü bi r
opti kç i olan Pika'ya uğradım ; ge rçekte n ününün hakkını
verdiğini gördüm - burada gerçekten bulunabilecek her
çeşit mikroskop mevcuttu; dikkatimi özellikle Spe n ce r' ın
Tnınnion mikroskobu çekti, son teknoloj iyle donatılmı ş
olmasından sarsılmaya ka rş ı neredeyse tamamen daya­
n ıkl ıyd ı. Bunu ve kullanabileceğim her türlü ek ekipmanı
satın al dı m : tüpler, mikrometreler, bir ışıkölçer, cımbı z ,
renk yoğunlaştı ncılan, ayrıştıncılar, beyaz bölge ayd ı n ­
latıcılan ve nicesi. Her bi ri , tecrübeli bir mikroskop kul­
lanıcısı i ç i n gerekli ancak kısa süre sonra öğreneceğim
üzere şi m dilik benim hiçbir işime yaramayacak şeyler.
Böylesine detaylı bir mikroskobu kullanabilmek için yıl ­
larca çalışmak gerekiyor. Dükkin sahibi ben bunları satı n

77
alırken şüpheli bir gözle süzdü beni ; görünüşe bakılırsa
beni bi r çeşit bilim dehası ile d elini n teki olarak görmek
arasında gi dip geliyordu . Kanımca ikincisi daha baskın
gelm iş olacak. Galiba öyleydim. Her dahi, deha olduğu
alanda bir deli gibi hareket eder zaten Başansız bir deli
.

ise gözden düşer, çıl dırm ış gözüyle bakılır.


Deli ya da değil , kendimi pek az bilim ö ğren cis in i n sa­
hip olduğu bir azimle çal ı şmaya adadım. Baş koyduğum
bu in cel ikl i araştırma disiplinine dair her şeyi öğrenme­
liydim - ki şinin bu i ş için ağı rbaşlı bir sabra, sağlam bir
analitik kabil i yete, sabit bir ele, yorulmaz bir göze, rafine
ve kurnaz bir zekaya ihtiyacı va rd ı .

Uzunca bir süre alet edevatımın en az yansı, tüm


a raştırmal a rı mı yapabilmem için gerekli olan m uhteşe m
icatla rl a bezen m iş laboratuvanmın rafla n nda atıl halde
bekledi durdu. Bu bilimsel araçlann bir kıs m ı n ı n nasıl
kullan�lacağına dair bir bilgim yoktu. M i kroskopl ara dair
herhangi bir eğit i m almamıştım. Teo rik olarak nasıl kul­
lanıldıklannı bildiklerim de çok işime yaramıyordu he­
nüz, zira onlan kullanmanın ge rekti receği ince hünerlere
a ncak ç ok çal ışa rak ulaşabilirdim. Yine de ihtirasımın
ateşi öylesine yoğun, deneylerimi ısrarla sürdürmekte
öyl es i ne inatçıydım ki , her ne kada r pek çoklan için im­
kansız görünse de yakl aşık bir yıl içe ri s inde baş an lı bir
mikroskobist olabilmiştim.
Emek dolu geçen bu süre zaıfında elimin altına gele n
her türlü numuneyi lensle ri min altına yerleştirmekten
kaçınmayıp bir çeşit kaşif oldum. Küçük bir kaş if Henüz
.

çok gençtim sonuçta, yine de bir kaşif. Ehrenbe rg i n Vol­'

vox küreciklerinin bir hayvan ol d uğu teorisini çökerten


bendi m ; sözüm ona gözleri ve mideleri olan mikroskobik
canlıların aslında bir bitki hücresine g eçi ş old uğun u or-

78
taya koydum, ki öyleydiler de; erişkinliğe ulaştıklannda
eşleşme veya soylannı devam ettirme kabiliyetlerini yiti­
riyorlardı, canlılar aleminde bitkisel bir hücreden başka
böyle davranan bir canlı daha yoktu. Bitkisel tek hücreli­
lerde hücrelerin ve kılcal uzantılarda hareketin si liyer et­
kileşim sonucunda olduğunu ortaya koyan yine bendim;
her ne kadar Bay Wenham ve diğerleri bunun ancak bir
optik yanılsama olduğunu iddia etseler de.
Bu keşiflerimi göz ardı etmeksizin, uğruna çok emek
verdiğim ve pek çok geceyi uykusuz geçirdiğim halde,
bir türlü tatmin olamıyordum. Atmaya çalıştığım her bir
adımda elimdeki araç gerecin yetersizliği yüzünden dur­
durulduğumu hissediyordum. Mesleği icra etmekte olan
diğer mikroskobistler gibi ben de hayal gücümü kulla­
narak aradaki boşluklan doldurmaya başladım. Doğru,
eldeki ekipmanın yetersizliğinden yakınan çoğumuz için
pek de olağan bir durum; enstrüman yetersizliğinde bey­
nimizin derinliklerine bakmak. Lenslerimin kısıtlı kabi­
liyetlerinin erişimimi engellediği yerde, doğanın derin­
liklerine girip orada kaybolurdum. Gecelerce akıl hayal
almaz büyütme gücüne sahip hayali mikroskoplar yapma
düşleri kurardım ; bu mikroskoplarla maddeyi saran tüm
o katmanlar sıynlıp en içteki atoma kadar gözlemlene­
bilirdi. Talep arzı doğurur diyen yurdum insanının beni
mahkum kıldığı araç gereçler yüzünden ne beddualar
okudum onlara! Nasıl da arzuluyordum yeni, büyütme
gücü incelen nesnenin derinliği denli, küresel ve renksel
kaymalardan bağımsız, kısacası zavallı mikroskobistle­
rin sürekli takılıp kaldığı o engelleri yıkıp geçen kudretli
bir lens geliştirmeyi ! Bu şekilde, muhteşem bir tek lens
kullanarak basit bir mikroskop düzeneğiyle harikalar ya­
ratılabileceğine emindim. Böylesine büyütme kudretine

79
sahip bir mikroskobu geliştirmek için hep yanlış yöne ba­
kılıyordu kanımca, basit bir aleti karmaşıklaştırarak onu
ilerletmeye çalışıyorlardı. Şahsi fikrim, doğru elemanlar­
la basit bir mikroskobun dahi tüm bu engelleri aşabile­
ceğiydi.
Aklımda bu fikirlerle bir mikroskop yapma yolculuğu­
na kalkıştım işte. Bu yeni uğraşta geçen bir senede hayal
edilebileceğim her türlü ham maddeyi (cam, değerli taş­
lar, çakmak taşlan, kristaller, çeşitli vitröz malzemenin
üzerinde çekirdeklendirilmiş yapay kristaller) kullandık­
tan, kısacası akla hayale gelir her yöntem ve malzemeyle
bin bir çeşit lens geliştirdikten sonra, kendimi başladığı m
noktada buldum. Ca m sanatına dair pek çok şey öğrenmiş
olmama rağmen elle tutulur hiçbir sonuç alamamıştım .
Umutsuzluktan ölmek üzereydim. Ailem, (güya) okudu­
ğum tıp akademisinde hiç ilerleyememiş olmamdan ötü­
rü şaşkındı -şehre geldiğimden beri tek bir derse dahi
katılmamıştım- aynca delicesine arayışımın maddi yükü
artık beni ciddi şekilde utandıracak boyutlara gelmişti.
Bir gün kafamın içinde yine fırtınalar kopar ve ben
laboratuvanmda küçük bir elmasla deney yaparken -bu
taşın kırıcılığı diğerlerinden çok öteydi ve bu yüzden hep
aklımın bir köşesinde var olmuştu- arada sırada beni zi­
yaret eden üst dairede yaşayan genç Fransız dostum çı­
kageldi.
Sanırım Jules Simon, bir Yahudi idi. Yahudiliğe özgü
olarak nitelendirilen pek çok niteliği paylaşıyordu doğru­
su; mücevherata, kıyafetlere ve lüks bir yaşantıya düşkün­
dü. Ona dair hep gizemli bir şeyler olduğunu düşünegel­
miştim. Yanında bana satmak üzere bir şeyler getirirdi ,
yine de dostluğuna doyum olmazdı. Satmak derken, daha
çok işportacılık gibi; zira getirdikleri her zaman tek bir

80
yönde özel leş m iş eşyalar olurdu . Bir fotoğraf mesela ya
da fil d iş i n de n nadide bir heykelcik, bir çift düello taban­
cası ya da bir Meksika süvari üniforması gibi. Daha evi­
min eşya la rı n ı ilk seçtiğim sıralar beni ziyaret etmiş, bu
ziyaret de beni Cellini olduğu konusunda ikna ettiği antik
bir gümüş avize al ma ml a sonuçlanmıştı - gerçekten öyle
olacak kadar pahalıydı da. Avizenin yan ı nda oturma oda­
ma birkaç ıvır zıvır daha al m ışt ı m Neden Simon bu ufak
.

tefek şeylerle uğraşıyordu bi lmiyo rum doğrusu . Görünü­


şe göre tonla parası vardı, en zenginleri saymazsak belki
şehi rdeki en şık antrelerden birine sahipti. Gözlemlerim­
den vardığım sonuç, ya pt ığı bu ufak tefek işlerin bir çeş it
büyük bir n esneyi gizlemesiydi, belki de bu s evgi l i genç
dostum köle ticaretiyle uğraşıyor dahi olabilirdi. Tabii bu
tip şeylere burnunu sokm ak bana düş m ezdi .
Simon, gözle görülür bir heyeca n l a odama gelmişti.
"Ah, sevg ili dostum ! " diye çığırdı, ben ona sıradan bir
tokalaşma dahi sunamadan, "Görünüşe göre hayat bana
dünya n ı n en nadide şeyl eri n e şahit olma şansını sonunda
tanıdı.O ünl ü hanımefendinin evinde bir seyir eyled im ki
sorma, M a da m neydi, şu küçük hayvan, le re na rd, 1 Latin­
cesi ne olacaktı yahu?"
"Vul pe s, diye cevap verdim.
"

" Ah , e v et ! Vulpes. Madam Vulpes'in evinde bir seyrü­

sefer eyledim ki . . . "

" Hani şu medyum olan mı?"


ünlü medyum. Yüce tanrım ! Ne kadın ama !
" Evet, o
Gönlümün en ka ra nlı k derinlikleri nde saklı olan binbir
çeşi t soruyu bir kağıda dökü p kendi sine yol ladı m ve şan­
sımı denedim. Kim bilir, bel ki olur dedi m ! Bu şeytan gibi

ı Tilki.

81
zeki kadın beni dosdoğru bir şekilde cevapladı. Kendi
kendime dahi konuşmayı çekindiğim konulan bana an­
lattı. Nereden bilebilirdim ki? Bu fani dünyaya mahkum
kılmışım kendimi !"
"Yanlış anladıysam affedin Mösyö Simon, anladığım
kadarıyla bu Madam Vulpes sorduğunuz sorulan ancak
sizin bilebileceğiniz detaylarla açıkladı, öyle mi?"
"Elbette ! Hem de daha fazlası, çok daha fazlası," diye
cevapladı, sesinde hafif bir çekinceyle. "Aynı zamanda
bana . . . Ama neyse . . . " dedi bir duraksama ve tavrında
görünür bir değişiklikten sonra, "Neden kendimizi böy­
lesine uydurma şeylerle alakadar edelim ki? Tamamen
biyoloji bilgisiydi, şüphesiz. İ nanmak istediğim için inan­
mışımdır herhalde. Ben neden gelmiştim ki buraya sevgi­
li dostum? Hah, sana tam da yeni keşfettiğim dünyanın
şu pek nadide ve zarif şeylerinden birini göstermek isti­
yordum: Büyük Bernard Palissy tarafından yapılmış, üze­
rinde yeşil-kertenkeleler olan bir vazo. Kendi dairemde,
gel hadi çıkalım. Sana göstermek istiyorum."
Düşünmeksizin Simon'ı takip ettim, düşüncelerim ise
Palissy ve sıra dışı vazosundan pek ötedeydi, zira ben de
Simon gibi karanlığın içerisinde büyük bir keşif arayışın­
daydım. Bu sohbet arasında Madam Vulpes'ten bahset­
mesi beni yeni bir yola sokmuştu. Belki de bu mistisizm­
de bilimsel gerçekliğe dayanır bir yer vardı? Kendimden
daha ince düşünen bazı kişilerle iletişime geçerek bu yüce
gayeme ulaşabilirdim, ömür boyu acı çekerek ulaşamaya­
cağım bu yüce gayeye . . . .
Dostum Sim on' dan Palissy işi vazoyu satın alırken ka­
famda Madam Vulpes'e olan ziyaretimi kurguluyordum.

82
3. Leeuwenhoek'in Ruhu
Bundan iki gün sonra, akşa m leyin, iyi bir ücret teklif eden
bir mektub un da yardı m ıyla kendimi Madam Vulpes ' in
evinde buldum. Kaba hatlara sahip bir kadındı; keskin ve
zalim görünen kara gözleri, oldukça şuh görünen dudak­
lan ve dışan çıkık bir çenesi vardı. Beni bir apartmanın
en alt katındaki, içerisinde pek bir mobilya olmayan dai­
resinde, tam bir sessizlik içerisinde karşıladı. Odanın or­
tasında, Madam Vulpes ' in oturduğu yere yakın, sıradan
bir yuvarlak maun rengi masa vardı. Bacasını temizlemek
için gelmiş olsaydım bana daha farklı bakmazmış gibi bir
edası vardı. Ziyaretçisini etkilemek gibi bir gayesi yok­
tu. Etraftaki her eşya, basit ve pratik amaçlara yönelik­
ti. Görünüşe göre bu ruhani dünyayla etkileşim, Madam
Vulpes için otobüse ya da bir faytona binmek veya akşam
yemeği yemek denli sıradan bir işti.
" Benimle görüşmek için mi geldiniz , Bay Linley?" diye
sordu medyum; kuru fakat iş bilir bir tonda.
"Randevu aldım, evet."
"Görüşme n as ıl olsun? Yazılı olarak mı?'
"Evet, yazılı olmasını tercih ederim."
"Ulaşmak istediği n iz özel bir ruh var mı?"
"Evet."
" Gö rüşmeyi a rz uladığı nız ruhla bu dünyada karşılaş­

mış mıydınız? "


" Hiç karşılaşmadık. Ben doğmadan uzun zaman önce
ölmüş. Fakat verebileceği bazı bilgileri istemek için onun­
la iletişi me geçme aı.-z;usundayım."

83
"Lütfen masaya geçin öyleyse Bay Linsley," dedi med ­
yum ve devam etti, "rica etsem ellerinizi masaya koyabilir
misiniz?"
Dediği gibi yaptım, Madam Vulpes de karşıma oturup
ellerini masanın üzerine yerleştirdi. Bu şekilde yaklaşık
bir buçuk dakika kadar kalmıştık ki bir anda ani ve sert
vuruş sesleri geldi ; önce masaya , sonra oturduğum san­
dalyeye, zemine hatta camlara kadar. Madam Vulpes es­
rarlı bir şekilde gülümsedi.
"Bu gece oldukça güçlüler," dedi. "Şansın yaver gid i ­
yor." Sonra devam etti: " Ruhlar bu beyefendiyle görüş­
meyi kabul edecek mi?"
Güçlü bir evet yanıtı alındı.
"Peki, kendisinin görüşmek istediği ruh ne diyor?"
Bu soruyu düzensiz, kafası karışık vuruş sesleri izledi.
"Ne demeye çalışıyorlar biliyorum," dedi Madam Vul-
pes bana dönerek; " Konuşmak istediğin o ruhun adını
yazman gerekiyor," deyip görünmez misafirlerine döne­
rek, "öyle değil mi?" diye sordu.
Gelen olumlu yanıtlara bakılırsa söylediğinin doğru
olduğu anlaşılıyordu. Sesler devam ederken cep defte­
rimden bir sayfa koparıp Madam Vulpes'in göremeyeceği
şekilde, masanın altında bir isim yazdım.
"Ruh , bu beyefendiyle görüşmeyi kabul edecek mi ·

acaba?" diye sordu medyum, bir kez daha.


Bir anlık duraksamadan sonra eli bir anda feci şekil­
de titremeye başladı , öyle ki masa yerinden oynuyordu.
Medyum, ruhun elini ele geçirdiğini ve yazarak iletişim
kuracağını söyledi. Ona masanın üzerinde duran kağıtla­
rı ve kalemi uzattım. Kalemi elinde gevşekçe tutup istenç
dışı bir şeki lde yazmaya başladı. Birkaç şey çiziktirdikten

84
sonra kiğıdı bana uzattı; kocaman, yazmaya alışkın ol­
madığı belli olan bir elle şöyle yazılmıştı:
"Burada değil ancak çağrıldı."
Madam Vulpes'in engin bir sessizliğe büründüğü bir
dakika kadar bir süre daha geçti, ancak ruhlann vuruş­
lan ara ara devam etti. Sonrasında medyumun eli tekrar
ruhlar tarafından ele geçirilip yoğun bir titremeye sebep
oldu ve yine o garip etkinin altında kağıda bir şeyler yaz­
dı , sonra da bana uzattı. Şöyle diyordu :
"Buradayım. Sorabilirsin ."
Leeuwenhoek.
Gözlerime inanamamışbm. Masanın altında yazıp
dikkatlice gizlediğim isim tam olarak buydu. Madam Vul­
pes gibi konuyla pek de ilişkin olmayacak birinin mikros­
kop biliminin dedesi olan adamın adını bilmesi imkan­
sızdı. Belki biyoloji bilgisi vardı diye düşündüm ama bu
fikir de birazdan çürütülecekti. Hal8 Madam Vulpes'ten
gizler halde elimdeki kağıda bir dizi soru yazdım, kafa
kanşıklığı olmaması açısından bunlan doğrudan soru ce­
vap şeklinde aktaracağım :
Ben: Mikroskop mükemmel bir forma büründürüle­
bilir mi?
Ruh: Evet.
Ben: Peki, bu yüce görevi yerine getiren ben olabile­
cek miyim?
Ruh : Olacaksın.
Ben: Bunu nasıl yapacağımı öğrenmek istiyorum. Bi­
lime olan aşkınız adına, bana yardım edin !
Ruh : Yüz kırk karathk bir elmas, uzunca bir vakit içe­
risindeki atomlan özel bir dizgeye sokabilmek için, bir

85
süre boyunca elektromanyetik akıya maruz bırakılacak,
sonra o taştan olabilecek en harika lensi yapacaksın.
Ben: Peki , böylesine bir lensle muhteşem keşifler ya­
pılabilecek mi?
Ruh: Öylesine büyük ki öncesi ancak bi r hiç gibi gö­
rülecek.
Ben: Ancak elmasın kıncılığı çok kuvvetli olacak, olu­
şan görüntü muhakkak lensin içinde kalacak. Bu güçlük
nasıl aşılabilir ki?
Ruh : Lensi dikey olarak deldiğinde bu engeli aşacak­
sın. Görüntü deliğin içerisinde oluşacak, bu da bir mik­
roskop tüpü görevi görecek. Gerçi çağnlıyorum. İyi ak­
şamlar dilerim.
Bu sıra dışı iletişimin üzerimde bıraktığı etkiyi anlat­
maya sözcük bulamadım. Tamamen afallamıştım. Lensin
nasıl yapılabileceğini medyumun bilmesinin akla yatar
bir açıklaması yoktu. Medyum aklıma bir şekilde girip
sorulanmı dahi okumuş ve onlan bir şekilde uygun halde
cevaplamış olabilirdi . Ancak bu, yine de manyetik alanın
elmasın kristal yapısı içindeki kusurlan ortadan kaldınp,
mükemmel bir lens elde edilebileceği bilgisini veremezdi .
Bir seferinde bu fikir benim de aklıma gelmemiş değildi,
doğru ; ancak çoktan unutmuştum. Böylesine sıra dışı bir
olaya şahit olan bana, bunun doğruluğuna inanmaktan
başka bir şey kalmıyor gibiydi, medyumun evinden artık
acı vermeye başlamış bir tedirginlik ve heyecanla tı.ynl­
dım. Kadın, memnun aynldığı mı umarak bana kapıya
kadar eşlik etti . Vuruşlar bizi yol boyu takip etti , evin her
yerinden geliyorlardı ; tavan, kapı eşikleri, yer ve pencere
pervazlanndan. Kendisine hızlıca teşekkür edip memnun
olduğumu söyledim ve gecenin serinliğine daldım. Eve

86
yüıi.irken aklımda sadece tek bir düşünce vardı -böylesi­
ne devasa bir elması nereden bulabilecektim? Tüm mal
varlığımın yüz katı dahi böyle bir şeyi almaya yetmezdi.
Kaldı ki böylesine büyük taşlar çok nadirdi ve genelde
meşhur olurlardı. Bu, ancak Avrupa veya Doğu kralları­
nın taçları nda öylesi olabilirdi ...

"· Sabahın Gözü


Evime $irerken Simon'ın odasından gelen ışık gözüme
çarptı . içgüdüsel olarak onu ziyaret etmem gerektiğini
hissettim. Evine kapıyı çalmadan girip oturma odası­
na daldım ; ardı bana dönük, bir gaz lambasının üzerine
eğilmişti, göıi.in üşe göre elinde tuttuğu ufak bir nesneyi
inceliyordu. Ayak sesimi duymas ıyla irkilip elini göğüs
cebine attı ve bana kafası ka rı ş mı ş ve kıpkırmızı bir ba­
kışla döndü.
"Yoksa ! " diye çığlık attım, "Hoş bir genç hanımın hey­
kelini mi gözlüyorsun? Sorun değil, kızarmana gerek yok,
ne olduğunu görmek istemeyeceğim."
Simon zoraki bir şekilde güldü ancak normalde yap­
tığım davetsiz misafirliğe vereceği ters tepkiyi vermedi.
Oturmamı rica etti .
"Simon," dedim. "Madam Vulpes'in yanından geliyo­
rum."
Bunu söylememle Simon'ın kızarıklığı yeni azalmaya
başlamış yüzü birden bembeyaz kesilmiş ve şaşkın a dön­
müştü, elektrik ça rpm ı ş da kontrolünü yitirmiş gibiydi.
Anlaşılmaz birkaç sözcük geveleyip hızlıca içkilerini sak­
ladığı dolaba yönel di Tepkisini garip bulduğum halde,
.

kafamın içi başka şeylere vakit ayıramayacak denli kendi


düşüncelerimle boğuşmaktaydı.

87
"Madam Vulpes, şeytan gibi kadın derken doğru söy­
lemişsin !" diye devam ettim. "Simon, o kadın, bu gece
bana harika şeyler anlattı, daha doğrusu nasıl harika şey­
ler yapılabileceğini. Ah, keşke yüz kırk karathk bir elma­
sım olsaydı! "
B u sözcükler dudaklarımdan döküldükten sonra iç
çekecektim ki yanın kaldı; Simon, vahşi bir hayvan gibi
ardına dönüp vahşi bir bakışla süzdü beni, sonra da du­
vardaki süsleme için kullanılan yabancı işi silahlara hızla
seğirtip eline Malezya işi bir hançer aldı ve öfkeyle bana
doğrulttu.
"Hayır! " diye haykırdı, heyecanlandığında hep yaptığı
gibi ana dili Fransızcaya dönerek. "Hayır! Onu asla alama­
yacaksın ! Seni kancık köpek! O şeytanla iş birliği yaptın ve
şimdi de hazinemi istiyorsunuz! Ölmeyi yeğlerim ! Ben! ..
Korkum yok! Sen beni korkutamaz.5ın ... Anlıyor musun?!"
Ne yapacağımı şaşırmıştım.
Bu öfke ve heyecanla dolu s es beni şaşkına çevirmiş­
ti. Yanlışlıkla Simon'ın bu büyük sım artık her ne idiyse
üzerine gelmiş olacaktım. Ona güven vermem şarttı .
"Sevgili Simon," dedim. "Ne demeye çalıştığına dair
inan en ufak fikrim yok. Madam Vulpes'e bilimsel bir so­
run konusunda danışmak için ziyarette bulundum ve bu
sorunun çözümünün devasa bir elmasta olduğunu öğren­
miş bulundum. Akşam boyunca senden tek kelime dahi
söz edilmedi, hatta belirtmek gerekirse aklıma dalii gel­
medin ... Şimdi bu taşkınlığını açıklar mısın? Eğer elinde
değerli elmaslardan bir dizi varsa da benden korkmana
gerek yok. İhtiyacım olan elmasa sahip olman imkansız;
şayet olsaydın burada yaşıyor olmazdın."

88
Sesimin tınısı onu bir şekilde rahatlatmış olsa gerek
çehresi bir çeşit zoraki neşeye bürünmüştü, yine de hare­
ketlerime karşı kuşkulu ve gözlemci bir edası vardı. Gülüp
onu ciddiye almamam rica etti ; bir çeşit kendini kaybede­
rek, anlamsız sözcükler söylemek gibi bir hastalığı vardı
ve bu nöbetler geldiği gibi hızlıca kaybolup gidiyordu. Bu
açıklamayı yaparken bir yandan elindeki hançeri kenara
koydu ve ortama daha neşeli bir hava katma gayretine gi­
rişti, nitekim biraz başarılı da oldu.
Tabii bu açıklamaların hiçbiri beni şu kadarcık bile
ikna etmedi. Yıllarımı laboratuvarımda analitik düşün­
ceye vermiş olan ben, böylesine basit bir kandırmacaya
inanmamak için fazlaca zekiydim. Bu gizemin dibine ka­
dar inmeye karar kıldım .
"Simon," dedim neşeli bir şekilde, "lütfen bu mesele­
yi bir şişe Burgonya şarabıyla unutalım. Elimde bir kasa
Côte d'Or'un güneşli ve rayiha ile bezenmiş Lausseure'un
Clos Vougeot şarabı var. Birkaç şişe getirelim, ne dersin?'
"Tüm kalbimle evet derim," diye cevapladı Simon, gü­
lümseyerek.
Şarabı getirdim ve oturup birer kadeh doldurduk.
Ünlü bir hasattandı; hem şarabın hem de savaşın süre­
geldiği 1848 yılından ; o güçlü aroması insanı yenileyip
canlandırıyordu. İkinci şişeyi yarıladığımızda çok içme­
ye alışık olmadığını bildiğim Simon, çakırkeyif olmaya
başlamıştı, benim aklım ise başından beri başımdaydı,
aldığım her bir yudum, kaburgalarım arasında yeni bir
yaşam verircesine akıp gidiyordu. Simon'ın telaffuzu git­
gide bozuldu. Pek ahlaki kurallara uymayacak Fransızca
şarkılar söylemeye başladı. Bu anlaşılmaz şarkılardan bi­
rinin ardından aniden ayağa fırlayıp gözlerimi ona dik­
tim , gülümseyerek, "Simon , seni kandırdım! Bu gece,

89
sımnı öğrendim. Bana açıkça konuşabilirsin artık, zira
Madam Vulpes, daha doğrusu çağırdığı ruhlar, bana her
şeyi anlattılar," dedim.
Korkuyla titremeye başladı. Sarhoşluğu bir anlığına
kaybolmuş göründü ve daha önceden eline aldığı hançe­
re doğru hamle yapb ancak onu elimle durdurup yerine
oturttu m .
"Canavar! " diye bağırdı tüm gücüyle, "Mahvoldum !
Ne yapacağım? Asla senin olmayacak! Annemin adı üze­
rine yemin ederim ki ! "
"İstemiyorum zaten, merak etme," dedim. "Ama bana
karşı samimi olmanı istiyorum. Ne olduğunu anlat. "
Sarhoşluğu geri dönmeye başladı. Sarhoş kibarlığıyla
karışık ağlak bir tonda bana tamamen yanıldığımı, şara­
bın etkisi olduğunu söyledi, sonra da bana sonsuza değin
bu sım saklamam için yemin ettirdi, ben de bu gizemin
sadece bende kalacağına dair söz verdim . Öyle de oldu.
Yüzünde güvensiz bir ifade ve elleri hem korku hem de
alkolün titrekliğiyle, göğsünden ufak bir kutucuk çıkartıp
açb . Tannın! Gece lambasının boğuk ışığı dahi nasıl da
üzerine düşüp binbir parçaya ayrılarak yansıyordu ku­
tudaki şu gül rengi elmastan! Değerli taşlar konusunda
yeterli uzmanlığım olmasa dahi bunun hem boyut, hem
de saflık açısından kayda değer bir elmas olduğu aşikar­
dı. Simon'a şaşkınlık - ve belirtmeliyim ki kıskançlıkla
bakbm. Nasıl böylesine bir hazine onun eline geçmiş ola­
bilirdi? Sorularıma verdiği sarhoş cevaplarından çıkara­
bildiğim kadanyla bir ara Brezilya'da bir mücevherat te­
mizleme işinde çalışan kölelere ağalık yapıyormuş ve bir
tanesinin bu taşı gizlediğini fark etmiş. Ancak işveren ­
lerine haber vermek yerine, köleyi, hazinesini gizleyene
kadar çaktırmadan izlemiş. Ardından gömüldüğü yerden

90
kazıp çıkarmış, bir süre sonra onunla birlikte sırra kadem
basmıştı; şu an Birleşik Devletlerde olduğu halde bu taşı
eski sahiplerinden birinin dikkatini çekebileceği korku­
suyla herhangi bir kuyumcuya da veremiyordu. öte yan­
dan el altından nasıl satabileceği hakkında bir fikri yoktu.
Doğu ülkelerinde gelenek olduğu üzere, bu taşa bir isim
de verdiğini ekledi, ona, " Sabahın Gözü" diyordu.
Simon bana bunlan anlatırken ben de pür dikkat bu
koca elması inceliyordum. Hayatım boyunca böylesi­
ne güzel bir şeyle karşılaşmamıştım. İçindeki kristalden
odacıklarda, ışığa dair tasvir veya hayal edilmiş her türlü
görkem ve zarafet, bir yürek gibi çarpıyordu. Simon'dan
öğrendiğim üzere, ağırlığı tam olarak yüz kırk karattı. Ne
kadar da sıra dışı bir tesadüf.. . Kaderin cilvesi dedikleri
bu olsa gerek. Leeuwenhoek'in ruhunun benimle iletişi­
me geçip mükemmel mikroskobu nasıl yapabileceğimi
anlattıktan hemen sonra, gerekli elmas nasıl olduysa av­
cumun içine düşmüştü ! Aklıma koymuştum, ne yapıp ne
edip bir şekilde Simon'ın elmasına sahip olmalıydım.
O şarabını yudumlayıp anlatmaya devam ederken ben
de karşısına oturup tüm olayı gözden geçirdim. Bir anlı­
ğına dahi olsun sıradan bir hırsız gibi onu çalmayı dü­
şünmedim açığa çıkması muhakkak, aptalca bir davranış
olurdu bu ; aynca sonrasında kaçıp gizlenmem gerekir, bu
da bilimsel araştırmalanmı engellerdi. Yapılabilecek tek
bir hareket vardı: Simon'ı öldürmek. Sonuçta seyyar satı­
cılık yapan , adı sanı bilinmedik bir Yahudi'nin hayatının
bilimin yüce gayesinin önünde ne kadar değeri olabilirdi
ki? Suçlular her gün hapishanelerden alınıp cerrahlar ta­
rafından denek olarak kullanılmıyorlar mıydı? Bu adam,
Simon, zaten kendi suçunu itiraf etmişti; bir haydut, dü­
zenbaz, soyguncuydu ve kanımca aynı zamanda katildi

91
de. Bu tip bir suçu işlemiş herkesin yasa önünde layık
olacağı ölümü hak ediyordu; neden ben olmayaydım ki,
devlet gibi, ona bu suçun cezasını verip bir yandan da in­
sanoğlunun yüce bili mine katkıda bulunan kişi?
Bunu başarmak için gerekli olan her şey de elimin al­
tındaydı. Orada, şömine rafında yanın bir Fransız afyon
şişesi vardı. Simon elindeki mücevhere kendisini öylesi­
ne kaptırmıştı ki kadehine şarabı tekrar doldururken içi­
ne afyon katmak pek bir kolay olmuştu. On beş dakika
kadar sonra ağır bir uykuya dalmıştı.
Ceketinin cebini açıp sakladığı iç cebinden elması
dikkatlice çıkardım, sonra da ayakları yatağın kenarın­
dan yere bakacak şekilde onu yerleştirdim. Elime Ma­
lezya işi hançeri aldım, sağ elimle sıkıca kavradım, diğer
elimle de kalp atışlannı kontrol edip kalbinin tam yerini
buldum. Ölümünün kendi elinden olduğunun aşikar ol­
ması gerekliydi. Kendi üzerimde hangi açıyla böyle bir si­
lahın kendini öldürmek için kullanılabileceğini dikkatlice
hesaplayıp kabzasından sıkıca kavradığım silahı, tam o
açıda kalbine sapladım. Simon'ın tüm vücudu istemsizce
kasıldı. Gırtlağından bir dalgıcın nefes verirken çıkardığı
baloncukların patlayışı gibi boğuk bir ses yükseldi, son­
ra planlanma yardımcı olmak istiyonnuşçasına sağ eliy­
le kabzayı kavradı, bir süre daha kasılmaya devam etti,
sonra eli kabzayı sıkı sıkıya kavramış h81de kalakaldı. Bu
söylediklerimden başka bir tepki vermedi. Tahmin ediyo­
rum ki afyon, vereceği olağan kas tepkilerini bastı rmıştı.
Kalbine hançer saplandığı anda ölmüş olmalıydı.
Daha yapacak çok işim vardı. Odayı Simon'dan gayn
kimseden şüphe duyulmayacak şekilde düzenlemem ge­
rekiyordu, bunun için kapının içeriden kilitlenmiş olması
gerekiyordu. Bunu ben odadan çıktıktan sonra nasıl ya-

92
pacaktım ki? Camdan olması mümkün değildi , kaldı ki
camların da kapalı ve kilitli olması çok daha inandırıcı
olurdu. Sonradan aklıma gayet basit bir çözüm geldi.
Odama inip elimde küçük cam küreler türünden kaygan
nesneleri tutmak için kullandığım bir aletle geldim. Daha
çok uzun ve ince bir maşaya benzeyen bu aletin çok güçlü
bir sapı ve kayda değer bir uzunluğu vardı . Anahtar ka­
pıdayken, oldukça kolay bir şekilde, bu aletin yardımıy­
la kapının öte tarafından aleti deliğe soktum , anahtarı
çevirip kapıyı kilitlemem işten bile değildi . Ancak bunu
yapmadan önce Simon'ın şöminesinde birkaç not kağıdı
yakmayı ihmal etmedim ; intihar edenler her daim kendi­
lerini öldürmeden önce eski mektuplan, evrakı yakarlar.
Şaraba dair tüm kalıntıları temizleyip Simon'ın bardağı­
na biraz daha afyon doldurdum, sonra da şişeleri de alıp
aşağı indirdi m. Eğer bir odada iki kişi içiyorsa doğal ola­
rak şüpheler yükselir, iki ncisi kimdi diye soruşturulurdu.
Şarap şişeleri de benimle ilişkilendirilebilirdi . Afyonu,
eğer otopsi yapılır da midesinde çıkarsa diye özellikle
bardağa koymuştum. Ölümünden varılacak doğal sonuç,
önce kendisini zehirlemeye çalıştığı , ya tadından rahat­
sız olduğu ya da bir başka nedenle hançeri tercih ettiği
olacaktı . Tüm bu ayarlamaları yaptıktan sonra gaz lam­
basını açık bırakarak odadan çıkıp kapıyı dışarıdan kilit­
ledim, sonra da odama gidip uyudum.
Simon'ın ölümü ertesi gün neredeyse saat üçe kadar
fark edilmedi. Kapının altından hala gaz lambasının dal­
galanan ışığının geldiğini gören görevli merak edip anah­
tar deliğinden bakmış ve yatakta serili Simon'ı görmüştü.
Çığlık attı. Kapı kırılarak açıldı ve tüm mahalle çılgın bir
heyecana kapıldı.

93
Ben dahil apartmanda kalan herkes tutuklandı. Bir
soruşturma oldu ancak intihardan başka bir mantık­
lı açıkla m a bulunamadı. Şaşırtıcı bir şekilde, ge çt iği m i z
hafta, a rkadaşla n nın bazılanna kendine zarar verebile­
ceğinin emaresi sözler de etmişti. Bir beyefendi Si mon 'ın
"bu hayattan bıktığını" söyl edi ği ne yemin etti, ev sahibi
geçen ay kira veri rke n "burada daha fazla ka l mayaca ­
ğın a " dair bir şeyler ded iğin i belirtti. Kapının içeriden
kilitlenmiş oluşu, silahın ve cesedin konumu ve yanmış
kağı tl ar gibi geri kalan d el iller de bunu destekler nitelik­
teydi. Tahmin ettiğim üzere kimse Simon'ın sahip oldu­
ğu elmastan haberdar değildi, hırsızlık olmadığı da göz
önünde bulundurulunca kimse bunun bir cinayet olduğu
kanısına varmadı. Uzunca b i r soruşturmada n sonra jüri
her zamanki karannı verdi ve mahalle tekrar alışkın ol­
duğumuz o sessizliğine büründü.

5. Animula
Simon'ın fecaatiyle s on uçlanan hadiseden sonra üç ay
boyunca gece gündüz de m ede n , kendimi elmastan bir
lens yapmaya adadım. İlk başta, yaklaşık iki bin pla­
kadan oluşan dev bir galva nik pil inşa ettim fakat daha
fazla güç kullanmaya cüret edemedim, zira atomlar ara­
sın daki bağlan kopanp elması toza çevirebilirdi . Bu dev
güç kaynağıyl a ma nyet ik alan yar atarak, yarattığım akıyı
her geçen gün daha bir p arlak görünen elmasın içinden
geçirecek şekilde ayarladım. Bir ay sü re sonra bu lensin
kesi m ve p arlat m a işine giriştim; bu hem zor hem de ina­
nılmaz dikkat gerektiren bir işti. Taşın muazzam sertliği
ve yoğunluğu, tüm o yüzey kavisleri ve figürleri daha da
meşakkatli bir hale sokmuştu, şimdiye kadar hiçbir şeye
bu denli emek harcamamıştım.

94
Sonunda o beklediğim gün geldi ve lensi tamamla­
dım. Yeni dünyalara açılan kapının eşiğinde heyeca n­
la titriyordum. İskender'in dünyayı fethetmek isterken
arzuladığı şey, tam önümde duruyordu. Buharlaşmasın
diye terebentin yağıyla kanştırdığım bir damla suyu in­
celemek için hazırlarken ellerim heyecandan tir tir titri­
yordu. Hazırladığım numuneyi lensin altına yerleştirip
a bir prizma ve ayna yardımıyla hazırladığım güçlü bir
ışık kaynağıyla aydınlattım, sonra gözümü lensin ekseni
üzerinde deldiğim deliğe yaklaştırdım. Bir anlığına ancak
saf bir kaos, cehennemin gözle görünür tezahürü diye­
bileceğim bir karmaşadan başka bir şey göremedim. İlk
izlenimim uzayın kendisi denli sonsuz; bulutsuz, saf ve
huzurlu beyaz bir ışık oldu. Dikkatli bir şekilde lensi, bir­
kaç saç teli boyu yaklaştırdım. O muhteşem aydınlık hala
devam ediyordu, lensim gözlerime anlatılmaz güzellikte
bir dünya sunmuştu!
Duyularımın ötesine uzanan sonsuz bir göğe bakıyor
gibiydim. Büyülü ışıklarla dolu muhteşem bir atmosfer
gözlerimin önüne serilmişti. Herhangi bir yaşam formu
görmemiş olmam beni şaşkına çevirdi. Bu baktığım boş­
lukta tek bir canlı bile yoktu görünüşe göre. Sonrasında
ise hemen fark ettim ki lensimin muhteşem büyütü cü
gücü, su içerisindeki tek ve çok hücreli yaşam formlarını
çoktan delip geçmişti; artık suyun içerisindeki formlara
bakmaktaydım. Doğa, sanki olağanüstü bir aydınlıkla
gözlerimin önünde parıldıyordu.
Baktığım şey ilk başta söylediğimin aksine bir boşluk
değildi. Görebildiğim denli inorganik formlar uzanıyor­
du; birbirileri içine geçmiş binbir renkleriyle, sıra dışı
dokularla çevrili... Bu şekiller, ancak yapraksı bir biçim­
de dağılmış bulutlar gibi tanımlanabilir; birbiri üzerine

95
bitkiler gibi örülü ancak nasıl ki güz mevsiminde, yap­
raklann harikulade renkleri, altınla karşılaştırıldığında
sönük kalıyorsa bu da altın misli büyü leyi ci renklere sa­
hipti. İçine girdiğim dünyanın ufuk çizgisine değin uza­
nıyordu bu. Sanki gazdan oluşmuş bu ormanın sokakları ,
hayal edilemez binbir renkle örülüydü. Her köşe başında
eğilmiş dallar, ipekten bayraklarla dalgalanan rengarenk,
devasa, yarı saydam bir şehir. Çiçeklere ya da meyvelere
ben zeyen akla hayale gelmez bir renk cümbüşü . . Devasa
.

bir meyve bahçesine yukarılardan bakmak gibiydi . Gözle


görülür ne bir tepe ne bir göl ne bir nehir ne de herhangi
b ir canlı veya cansız yaşam formu vardı. Yalnızca engin
bir denizin üzerinde panldayan sonsuz bir karmaşa; yap­
raklan, çiçekleri ve meyveleri, b ilinmeyen bir alevle yanıp
sönen ve kimsenin hayal dahi edemeyeceği bir karmaşa . . .
N e garip, diye düşündüm, bu evrenin böylesi bir yal­
nızlığa mahkum oluşu! En azından yeni bir yaşam formu
bulabileceğimi ummuştum; belki şu ana kadar keşfedi­
lenden daha ufak bir canlı formu, en azından yaşayan
herhangi bir şey . Yeni keşfett iğim bu dünya sanki muh­
..

teşem renklerle örülü bir çöldü.


Doğanın temel bileşenlerine dair yaptığım beyin fırtı­
nası devam edip atomlara dair ol an tüm teorileri gözden
geçirirken uzaktaki rengarenk ormanlardan birinde bir
çeşi t hareket görür gibi o l du m Daha dikkatlice baktığım­
.

da yanılmadığımı anladı m.
O gize mli şeyin lensime yaklaşmasını beklerken his­
settiğim heyecan ve gerginliği anlata mam. Acaba suyun
içerisindeki akıntılarda serbestçe hareket eden yaşamsız
bir cisimcik m iydi sadece? Ya da canlı ve hissiyatı olan
bir çeşit hayvan?. . Yavaş yavaş yaklaştı, bulutsu doku­
ların arasından süzülerek, onu muğlak bir şekilde göre-

96
biliyordum, sonra tekrar kayboluyordu. En sonunda en
yakınımdaki kadifeden ormanlar hafifçe titredi, zarifçe
kenara itildiler ve izlediğim şey gün ışığına çıktı.
Dişi bi r i nsan silüetindeydi. İnsan derken, insana
benzer dış hatları o lduğunu söyleyebilirim an cak, daha
fazlası değil. Tapılası güzelliği Adem'in en güzel kızını
dahi gölgede bırakı r nitelikteydi.
Bu tannsal , bu mukaddes güzelliği tam manasıyla an­
latmayı ne becerebilir ne de buna cüret edebilirim. O ka­
dife renkli, p uslu ve dingin bakışlarını anlatmaya kelime­
ler kifayetsiz. Uzun, gür saçları başının ardında bir gün
doğumu gibi dökülmüş, sanki cennete düş m üş bir yıldız
gibi parlıyordu ; en ateşli sözcükler dahi onun enginliğin­
de sönük kalıyordu. Bir an kovanı üzerime üşüşmüş olsa
dah i , güzelliğine şarkı lar söyleyip o harikulade görüntüye
evre nin melodisini dokurlardı .

Gökkuşağı perdel e rde n sıyrılıp ışık denizine süzüldü.


Hareketleri bir su perisi denli zarifti ; önünde yatan de­
nizler sadece onun iradesine ve güzelliğine boyun eğip
önünden ç ekiliyordu. Bir haziran günü, engin gökte sü­
zülen narin köpükten bir baloncuk gibi hareket ediyor,
ile rliyordu . Uzuvlannın muhteşem kıvnmlan onu kayıp
bir cennetteki melek m isali güzel gösteriyordu. Onu izle­
mek, Beethoven'ın en güzel senfonileri, gözle görülür bir
fonna bürünmüş de dalgalanarak önümde süzülüyormuş
gibiydi. Sadece bunu görmek bile her şeye değerdi. Bu
dünyaya bir ba şkası n ı n kanıyla gelmiş olsam ne yazardı?
Kendi canımı bile verirdim , böylesine yüce bir anı bir se­
fer daha yaşayabilmek için.
Dünyanın sekizinci harikası denli güzelliği nefesimi
kes m i şti , onun varlığından başka her şeye gözüm kör, bir
anlığına onu m ikro sko pta incelemekte olduğumu unutup

97
kafamı kaldırdım ve kendime geldim. Gözüm mikrosko­
bun altındaki ince cama kaydı; prizma ve aynadan yan­
sıyan ışığın aydınlattığı bir damla suydu sadece! Orada,
bir damlacık suyun içerisinde bu güzelim yaratık sonsuza
kadar mahkumdu. Şuracıkta olmasına rağmen, Neptün
bana ondan daha yakındı. Kendimi toplarlayıp gözümü
tekrar mikroskoba dayadım.
Animula (artık ondan kendisine bahşettiğim bu isimle
bahsedeceğim), yer değiştirmişti. Yine o muazzam orma­
nın yamacına gitmiş ve ısrarlı bir ifadeyle göğe bakıyor­
du. Aniden ağaçlardan biri -onlara ağaç demeyi uygun
gördüm- parlayan meyvelerden birini alıp Animula'nın
alabileceği bir yere uzattı. Peri kızı, o zarif eliyle uzatı­
lan meyveyi alıp yemeye başladı. Dikkatimi ondan başka
yere veremez haldeydim, bu sıra dışı bitki bir çeşit içgü­
düyle mi hareket etti, yoksa Animula'nın arzusu üzerine
mi bilmiyorum .
O yemeye devam ederken ben de tüm dikkatimle onu
izliyordum. Uysal hareketlerini izlerken tüm vücudumu
hazla dolu bir titreme sardı ; o güzel gözlerini benim ol­
duğum yöne çevirdiğinde kalbim deli gibi atmaya başlı­
yordu. Ah, neler verirdim, şu parlayan okyanusa kanşıp
mor ve altın rengi ormanlarda onunla birlikte yüzmek
için! Ben böyle nefessizce onu izleyedurayım, bir anda
irkildi ve etrafını dinliyor göründü, sonra içinde süzülür
göründüğü havayı bir anda yarıp geçti ve bir yıldınm gibi
panldayan ormana girip kayboldu.
Bu olduğu gibi yoğun hisler içime doldu. Sanki bir­
den kör olmuştum. O parıldayan gezegen hala gözleri­
min önünde seriliydi ancak gün ışığım beni terk etmişti .
Neydi ki bu ani gidişini tetikleyen? Bir eşi ya da aşığı mı
vardı? Evet, tam olarak da bu ! Kendi gibi neşeli bir ruh

98
ormanın uzak bir kıyısından ona seslenmiş, o da bu çağ­
rıya uymuştu.

Bu sonuca varmamla acı dolu bir his kapladı içimi,


ürperdim. Mantığımın bana söylediklerimi reddetmeye
çalıştım. O feci sonuca ulaşmamak için direndim - ve
başarısız oldum. Evet, öyleydi. Bundan kaçışım yoktu.
Bir ruhçuğu sevmiştim!
Mikroskobumun muhteşem gücü sayesinde onu in­
san boyutlarında görebilmiştim. Şu su damlasının içeri­
sindeki kaba, bir şekilde yaşayan, mücadele verip ölen,
daha kolay gözlemlenebilir canlıların aksine, zarif ve sıra
dışı bir güzelliğe sahipti. Ama tüm bu olup biteni kim bi­
lecekti? Gözümü mikroskoptan kaldırdığım anda bakış­
larım şu sefil su damlasına kayıyordu, içinde beni huzur
ve mutluluğa ulaştıran güzellik yatıyor olsa da ...
Bir kerecik de olsa beni görebilseydi ! Bir anlığına şu
bizi ayıran aşılmaz büyülü duvarları geçip ruhumdan ta­
şan sözcükleri ona fısıldayabilseydim , hayatımın sonuna
değin bu anın hissiyatıyla halimden memnun bir şekilde
yaşayıp giderdim. Aramızda sağlayabileceğimiz ufacık bir
iletişim bile bizi birbirimize bağlamaya yeter de artardı
bile- arada sırada, şu büyülü ormanlarda süzülüp gi­
derken o sıra dışı yabancının ona gelerek hayatının sıra­
danlığını varlığıyla bozup gönlünde hoş bir anı bırakışını
hatırlasa.
Ama bu mümkün değildi. İnsan zekasının mümkün
kılacağı hiçbir araç yoktu doğanın aramıza diktiği bu
engeli aşmak için. Onun muhteşem güzelliğini izleyerek
ruhumu doldurabilirdim ama o , her daim üzerindeki ba­
kışlarımdan ömrü boyu bihaber yaşayacaktı ; rüyalarında
dahi ona eşlik edemeyecektim. Acı dolu bir iç çekişle oda-

99
dan koşarak çıktım, kendimi yatağa atıp bir çocuk gibi
hıçkırıklar içinde ağlarken uyuyakaldım.

6. Kadehin Devrilişi
Ertesi sabah şafak vakti uyanıp hızla mikroskobuma yö­
neldim. Her şeyim olan o minyatür dünyanın parıltısına
tekrar kavuştuğumda ürperdim . Animula oradaydı. Dün
gece yatarken gaz lambamı ve mikroskop aydınlatıcıları­
nı açık bırakmıştım . Peri kızını onu saran muhteşem ışık
hüzmesi içerisinde yıkanırken buldum; haz dolu bir ifade
yüzünü kaplamıştı .
Işık saçan altın saçlannı cilve yaparcasına omzundan
geriye salmıştı. Yan saydam zeminin üzerinde sereserpe
yatıyordu ; sonra ayağa kalkıp, tannlann bile yüreğini ça­
lacak zarafetle ileri sıçradı. Işığa tepki verip vermeyece­
ğini merak ettim ; bir deneme yapmaya karar kıldım. Gaz
lambasının ışığını hatın sayılır bir düzeyde kıstım. Loş
bir ışık kalmıştı, sanki yüzünden bir çeşit acı ifadesi geç­
ti. Aniden yukarı baktı, kaşlan çatıldı. Mikroskoba ışık
hüzmesini tekrar tam gücüyle yolladığımdaysa o ifade
kayboldu. Sanki bütün ağırlığını üzerinden atmışçasına
ileri sıçradı. Gözleri parıldıyor, dudakları kıpırdıyordu.
Ah, keşke ışığı taklit edebildiğim iz gibi sesi de değiştirip
iletebileceğimiz bilimsel bir yöntem olsaydı ; işte o zaman
ondan gelen mutlul uk türküleri nasıl da doldururdu yü­
reğimi ! Şu parlak göğü dolduran ezgilerle Adonis'in ken­
disi bile hazdan titrerdi !
Gabalis Kontu'nun kendi büyülü dünyasını nasıl pe­
rilerle doldurduğunu şimdi anlayabiliyordum - yaşam
nefesinden parlak bir alevden yükselen ve saf bir ışıkta
yaşayan güzelim varlıklar. Benim keşfettiğim harikaya, o,
sezgileriyle ulaşabilmişti .

100
Bu sıra dışı tanrıçaya olan tapınışım ne kadar sürdü
bilmiyorum. Tüm zaman algımı yitirdim. Günün erken
saatlerinden gecenin karanlığına değin, gözlerim bir an
olsun muhteşem lensimden aynlmadı . Kimseyle görüş­
mez, hiçbir yere gitmez ve yemek yemeye dahi nadir vakit
ayınr oldum. Roma döneminde yaşayan azizler gibi tüm
yaşamımı bir çeşit ayine çevirmiştim. Bu kutsal varlığı
gözlemlediğim her an daha da derinleştiriyordu tutkumu
- ona hiçbir şekilde ulaşamayacağım bilincinin korkunç
gölgesi altında yeşeren bir tutku; bana asla, bir kerecik
olsun dokunamayacaktı.
Bu süre zarfında zayıfladım, rengim soldu; bu çılgın
aşkımın zalim gerçekliği üzerime çöktükçe kendimi bun­
dan kurtarmanın yolunu arar oldum. "Hadi ama," dedim
kendime, "bu sadece bir hayal. Hayal gücün Animula'yı
gerçekte olduğundan, olabileceğinden çok daha ötesine
atıyor. Kadınlardan ayn yaşantın , kafanda bu garip fan­
teziyi yarattı. Onu kendi dünyanın güzel kadınlanyla kar­
şılaştırdığında bu sahte büyü de ortadan kalkacaktır. "
Bir gün gözüm bir gazete kupürüne ilişti. O gece Nib­
lo'nun ünlü gece kulübünde meşhur bir dansözün sah­
ne alacağına dair bir reklam vardı. Matmazel Caracolce,
dünyanın en güzel ve zarif kadınlanndan biri olarak bi­
linmekteydi . Hemen üzerimi değiştirip kulübe gittim.
Perde kaldınldı. Beyaz tüller içerisinde geleneksel bir
peri çemberi, kanvas kumaştan yapılmış, çiçeklerle bezeli
bir dere yatağı kıyısında, prensin uyuduğu yatağın etrafı­
na diziliydi. Birden bir flüt çalmaya başladı. Periler hare­
ket etti. Ağaçlar açıldı, periler derenin kıyısına dizildi ve
peri kraliçesi süzülerek sahneye girdi. Matmazel buydu.
O içeri süzülürken gök gürültüsü gibi uluyan bir alkış tu­
fanı koptu, periler tek ayaklan üzerinde beklediler ve o,

101
sahnenin ortasında havada asılı kaldı ! Tannın! Kralları
bile büyüleyen o ünlü büyücü kadın buydu demek. O kaslı
uzuvlan, kalın ayak bilekleri, vahşi gözleri ve boyalı ya­
naldan ! Animula'nın kırmızı çiçekleri, ifadeli gözleri ve
biçimli uzuvlan neredeydi?
Matmazel dans etti . Ne kadar itici, ahenksiz hareket­
ler! Uzuvlannın hareketleri tamamen yapmacık ve sah­
teydi . Dansı acı verici atletik hareketlerden ibaretti, gözü
rahatsız eden, açılı hareketleri vardı. Buna daha fazla kat­
lanamadım; tüm gözleri üzerimde toplayan iğreti dolu bir
iç çekiş koyup matmazelin uydurma hareketlerinin orta­
sında binayı terk ettim.
Hızla evime yöneldim ve gözlerimi tekrar gerçek peri­
nin büyülü formuna diktim . Bu tutkuyla mücadele etme­
nin anlamsız olduğuna karar verdim. Gözümü lense yas­
ladım. Animula oradaydı - ama bir şey olmuş gibiydi?
Sanki yokluğumda korkunç bir değişim yaşanmıştı . İ z­
lediğim o güzelim formu, gizli bir acı gölgelemiş gibiydi.
Yüzü incelmiş ve bitkin görünüyordu, uzuvlan ağır ağır
hareket ediyor, o güzelim altın sansı saçlan solmuştu.
Hastaydı! Hastalanmıştı ve o na yardım edemiyordum ! O
an, insan olarak doğmuş olmanın bütün getirilerini red­
dedebilirdim ; küçülüp sonsuza değin ayn kılınmış olan
kaderimizi birleştirmek, onun boyutunda bir ruhçuk ola­
bilmek için.
Bu gizemi çözme adına kafa patlatmaya başladım. Bir
peri kızını hasta eden ne olabilirdi ki? Yoğun bir acı içe­
risindeymiş gibi görünüyordu. Çehresi solmuş, hatta bir
çeşit içten gelen acıyla kurumuş gibiydi . O muhteşem or­
manlar da güzelliklerini yitirmiş görünüyorlardı . Renkle­
ri solgundu ve bazı kısımlar tamamen yok olmuştu. Kır­
gın bir yürekle Animula'yı saatlerce izledim ve izlerken

102
dahi gözlerimin önünde solup gidiyordu. Birkaç gündür
su damlasına dışarıdan hiç bakmamış olduğumu fark et­
tim. Zaten onu bu haliyle görmekten nefret ediyordum ;
Animula ve benim aramdaki o doğanın koyduğu sının
hatırlatıyordu bana. Hızlıca kafamı kaldırıp mikroskobun
altındaki su damlacığına baktım - cam hala oradaydı
ama tanrım! Su damlacığı yok olmuştu ! Korkunç gerçek
yüzüme tokat gibi çarptı ; buharlaşıp gitmişti, artık gözle
görülmeyecek bir nokta haline gelmişti, geride kalan son
tanelerine bakıyordum ; Animula da oradaydı.
Tekrar mikroskoba koşup içeri baktım. Yazıklar ol­
sun ! Son nefesini vermek üzereydi. Gökkuşağı renkli
ormanlar solup gitmişti ve Animula solgun bir ışık büz­
mesi içinde yatıyordu. Ah, korkunç bir görüntüydü. Bir
zamanlar, biçimli hatlara sahip uzuvları kıvrılıp hiçe dö­
nüşmüştü ; cennet gibi parıldayan gözleri artık kara birer
toz zerreciği gibiydi, o dolgun san saçlanysa rengini yitir­
mişti. Son nefesini verdi. Kararan bedeninin son çırpını­
şını izledim - bayılmışım.
Saatler süren trans halinden sonra kendimi mikros­
kobun enkazı arasında yatarken buldum, ben de hem
madden hem manen paramparçaydım. Güçlükle yatağı­
ma doğru süründüm, aylarca da oradan kalkmadım.
Artık delirmiş olduğumu söylüyorlar ama yanılıyor­
lar. Artık fakirim de çünkü çalışmaya ne gücüm ne de
arzum var; tüm paramı harcadım ve yardımlarla hayatta
kalıyorum. Öğrenci toplulukları benimle dalga geçmek
için onlara optik dersi vermemi istiyorlar; para da veri­
yorlar ancak ders boyu gülüp duruyorlar. " Deli mikros­
kobist Linley" diyorlar bana. Sanının ders boyu saçmala­
yıp duruyorum. Ancak kim mantıklı konuşabilir ki, zihni,
anıların hayaleti tarafından amansızca zincire vurulmuş-

103
ken, gözlerinin önünde kaybettiği sevdiceğinin ölümü­
nün silüetleri bir türlü gitmek bilmezken ?

Çeviren: Orbay Ertu�nıl Yazanlar

104
John Buchan

Kemeraltında Esen Rüzgôr


Henry Nigh tingale 'in Öyküsü
O zaman bu halka ve Yeruşalim 'e "Çöldeki çıplak tepelerden halkıma
dogru sıcak bir rüzgar esiyor, ama harman savu rmak ya da ayırmak
için degil " denecek, "Benden gelen bu riizgdr çok daha güçl ü olacak.
Şimdi bu halka yargıları mı bildiriyoru m . " 1

Nightingale, tasvir edilmesi zor bir adamdı. Bedevi ile


yaptıkları şeyler efsaneviydi ama ne zaman bunlardan
bahseder gibi olsa savaşın kazanılmış olduğunu iddia
ederdi . Otuz beş yaşlarında, çelimsiz ve esmer bir adam­
dı. Uzağı hiç göremiyordu ve öyle kalın camlı bir gözlük
takıyordu ki gözlerinin rengini söyleyebilmek imkansız­
dı . Bu zayıf yönü onu biraz kamburlaştırmış ve her şeye
eğilerek bakmasına neden olmuştu. Taktığı kapüşonuyla
çöldeki kabile üyelerinden oluşan orduya liderlik edebi-
ı Kutsal Kitap, Yeni Yaşam Yayınlan, 2014. Jeremiah iV. ı ı- ı 2 . Öy-
küde kısaltma yapılmıştır; alıntıda. Kısaltma yapılmadan metnin
aslına sadık kalarak alıntı yapıldı.

105
lecek en tuhaf sima oydu. Zannederim ki gücünün bir
kısmı, onun bu tuhaflığından kaynaklanıyor. Müritleri,
Tann'nın eli onun üzerinde gezdiğini düşünüyor. Gücü­
nün diğer kısmı ise keskin hayal gücünden ve kusursuz
cesaretinden geliyor. Savaştan sonra Cambridge'te üni­
versite öğretmenliğine geri döndü. Tann'ya şükrediyor­
du ve hayatının bu bölümünün de artık geride kaldığını
belirtiyordu.
Dediğim gibi , kendisini meşhur eden icraatlardan
asla bahsetmezdi . Kendi işine bakıyordu ve akıl sağlığı­
nı korumak için bir insanın geçirebileceği en sinir bo­
zucu dört yıla bir sünger çekmesi gerektiğinin farkına
varmıştı. Onun karanna saygı duyduk ve Arabistan'dan
bahsetmekten kaçındık. Hannay'in bir sözü üzerine bize
aşağıdaki hikayeyi anlattı. Hannay, Fosse Yolu üzerinde
bulunan Cotswold'daki evinden bahsediyordu. Roma dö­
nemi Britanya'sı gibi gösterişli bir medeniyetin tamamen
yok olmashp n ve ulusal tarihte birkaç yol, harabe ve yer
ismi dışında\hiçbir şey bırakmamış olmasının kendisini
ne kadar şaşırtt ığını söylüyordu. Tarihçi olan Peckwether
buna itiraz etti. Roma geleneğinin Sakson kültürüne nasıl
etki etmiş olduğu konusunda söyleyecekleri vardı. "Roma
sadece uyur," diyordu, "asla ölmez."
Nightingale kafasını salladı. "Bazen uykusunda rüya
görür ve konuşur. Bir keresinde beni çok feci korkutmuş­
tu."
Uzun ısrarlar sonucunda bu hikayeyi oluşturdu. Pek
iyi bir konuşmacı sayılmazdı. Bu yüzden bir kağıda yazdı
ve bize okudu.
Shropshiı-e'da, bir daha gitmeyi düşünmediğim bir
yer var. Ludlow ve tepelerin arasında kalıyor. Ağaç dolu,
fazla derin olmayan bir vadide. Bu yerin ismi St. Sant;

106
içinde yan yana bir park ve büyük bir evin olduğu, Vaun
denen akarsuyun yanında, küçük Faxeter kasabasının
yaklaşık beş mil uzağında bir köy. Bu civarda bul u nan
köylerin tuhaf isimleri oluyor. Başka şeyleri ise isimler­
den de tuhaf.
Uzun bir tatilden sonra Galler'den Cambridge'e ara­
bamla gidiyordum. Tüm bunlar savaştan önce oldu. Üni­
versitede öğretmenliğe yeni başlamıştım ve kendimi aka­
demik çalışmaya adamıştım. Ekimin başlarında güzel bir
geceydi, dolunay parlıyordu. Ben de yemeğimi yiyip uyu­
mak için bir an önce Ludlow'a varmak istiyordum. Saat
sekiz b u çuğa yaklaşıyordu, yol boş ve rahattı. Arabamın
farlarına bir şeyler olmadan önce yolumda dümdüz iler­
liyordum. Bir eve ait bahçıvan kulübesinin kapı önünde
durdum.
Yolun karşı tarafında bir hamalın el arabası durdu
ve evin hizmetçileri gibi görünen iki adam, birkaç paketi
onun üstünden alıp büyükçe bir tümseğe attılar. Ay tam
tepedeydi. O yüzden, ne yaptıklarını görmek için hamalın
elindeki lambanın zayıf ışığına ihtiyaç duymadım. Sanı­
nın bacaklarımı biraz gevşetmek istiyordum. İşimi biti­
rince onla rı n yanına yaklaştım. Geldiğimi duymamışlar­
dı. Hamal da bir yere tünemişti ve uyukluyordu.
Paketler kasabadaki büyük bir mağazanın sıradan
gönderileriydi. Ama bu iki adamın paketleri çok dikkatli
taşıdıklannı fark etmiştim. Her bir paketi tümseğe yer­
leştirdiklerinde üstünde yazılı mağaza etiketini söküyor
ve kendilerininkini yapıştırıyorlardı. Yeni etiketler çok
tuhaftı Büyük ve kare biçimindeydiler. Üzerlerine koyu
.

siyah ve büyük harflerle bir adres yazılmıştı. Bunda tuhaf


bir durum yoktu ama surat ifadeleri kafamı kanştırmıştı.
İşlerini tel aşl a yapıyorlardı. Ondan ku rtul maya çalışıyor-

107
lar, hata yapmamak için özel çaba sarf ediyorlardı. Sıra­
dan görevleri sanki onlar için olağanüstü önemliymiş gi­
biydi. Yüzlerini daha iyi görebilmek için biraz yaklaştım.
Bembeyaz ve gergin göriinüyorlardı. Bu iki adam, uşak ya
da odacı sınıfındandı. İkisi de yaşlıydı ve sanki bir şeyler­
den korkuyormuşçasına çalıştıklarına yemin edebilirdim.
Geldiğimi anlamaları için ayaklarımı yere sürttü m ve
onlara gecenin ne kadar güzel olduğunu söyledim. Bir
ceset çalıyormuşçasına irkildiler. Birisi cevap olarak bir
şeyler geveledi. Diğeri ise düşmekte olan bir paketi ya­
kaladı ve tedirgin bir ses tonuyla arkadaşına dikkatli ol­
masını söyledi. Patlayıcı bir madde taşıyorlarmış hissine
kapıldım.
Kaybedecek vaktim yoktu, yoluma devam ettim. O
gece, Ludlow'daki odamda merakıma yenik düştüm ve
haritamı çıkarıp o adanılan gördüğüm yeri belirlemek
istedim. Köyün ismi St. Sant idi ve önünde durduğum o
kaN da Vauncastle denen büyük bir malikaneye aitti. Bu
benitn ilk ziyaretimdi.
O sıralar Theocritus'un eleştirel basımı ile uğraşıyor­
dum , bunun için el yazmalarından derlemeler yapmak­
taydım. İngiltere'de Medici Kitabı 'nın, Gaisford'dan beri
kimsenin görmemiş olduğu bir çeşidi bulunuyordu. Uzun
uğraşlar sonucu bunun Dubellay adında bir adamın kü­
tüphanesinde olduğunu öğrendim. Onun Londra'daki
kulübüne bir mektup yazdım, cevabı ise ilgi nç bir biçim­
de Vauncastle Hali, Faxeter'den geldi. Tuhaf bir mektup­
tu. Bana cehennemin dibine gitmemi söylemek istediği­
ni ama buna vicdanının el vermediğini anlayabilirdiniz.
Onunla bir süre mektuplaştık. Nihayetinde el yazmasını
araştırmama izin vermişti. Onda kalmak isteyip isteme-

108
diğimi sormadı ama St. Sant'taki ufak ve konforlu bir mi­
safirhane olduğundan bahsetti.
İkinci ziyaretim 27 Aralık'ta, Noel'i evimde geçirdik­
ten sonra başladı. Bir hafta boyunca şiddetli don olaylan
yaşamıştık. Sonrasında hava yumuşadı , yine de keskin
bir soğuk ve kar habercisi gri bir gökyüzü vardı . Faxe­
ter'den yola çıktım. Vadiden aşağı inerken buranın ne ka­
dar da hüzünlü bir yer olduğunu düşündüğümü hatırlı­
yorum. Tepeler çok alçaktı, etekleri çoğunlukla ağaçlarla
kaplıydı. Zirvelerinde ise tuhaf, küçük ve gri renkte tüm­
sekler vardı. Belli ki bunlar volkanik yapılardı. Bu ışık­
sız ve renksiz görüntüsüyle İtalyan yabanıllanndaki arka
planlardan biri olabilirdi. Sararmış çayırlar içindeki Va­
un'a bir bakış attığımda bana sınır halatlarının "yorgun
suyu" gibi göründü. Ağaçlarda İngiliz koruluklarının kış
aylarındaki dostane çıplaklığından eser yoktu. Sanki bir
sır saklıyormuşçasına karanlık ve pusluydular. St. Sant'a
varmadan önce manzaranın sadece hüzünlü değil aynı
zamanda iç karartıcı olduğuna karar verdim.
Misafirhane konusunda şansım yaver gitti . Tek katlı
kulübelerin olduğu sokakta bir deniz feneri gibi yükseli­
yordu. Bar dükkanlarının kırmızı perdelerinin ardından
tatlı bir ışık saçılıyordu. İçerisi de dışı gibi güzeldi. Parlak
ışıklı bir yatak odası buldum ve çelimsiz tazılann ve kam­
bur atlann inanılmaz eski resimleriyle dolu, ağaç kapla­
malı bir odada yemeğimi yedim. Yolculuğum boyunca ol­
dukça gergindim ama bu rahatlığı görünce neşem yerine
geldi. Toprak sahibi bana en güzel şaraplardan bir şişe
getirdiğinde beraber içmeye başladık. Kendisi eski kafalı
bir adamdı. Bir avlak bekçisiydi. Kendinden daha genç
bir kansı vardı, yönetim işiyle o ilgileniyordu. El yazma­
mın sahibi hakkında bir şeyler öğrenmek için sabırsızla-

109
nıyordum ama misafirhanenin sahibinden pek fazla bir
şey öğrenemedim. Eski toprak sahibinin yanında bulun­
muştu ama şu andakine hiç hizmet etmemişti. Dubellay
ismini çok kez duymuştum. Misafirhane sahibinin ustası,
kırk yıl boyunca kendi tazılarını avlamıştı . Binbaşı olan
kardeşi, Abu Klea'da ölmüştü. Papaz Jack ise ölene ka­
dar hayatını her türlü maddi teminatla idame ettirmişti.
"Deblaylar" neşeli ve cömert bir aile olmuşlardı. Burada
seviliyorlardı. Ama şu andaki malikane sahibi hakkında
bana bir şey söylemek istemiyordu; söylemeyecekti de.
Toprak sahibi, "harika bir bilgindi" fakat onun örnek bir
insan olmadığını ve kendinden öncekiler gibi neşeli bir
ta� bulunmadığını öğrendim . Konağa çuvalla para dök­
mes � e rağmen pek fazla müşteri bulamamıştı. Toprak
sahibi adam yeni efendinin döneminde ortaya çıkmamış­
tı . Oysaki eski günlerde otlakta, tüm kırsal alanda yaşa­
yanlar için av kahvaltıları ve zengin kiracıların yemekleri
olurdu. Ertesi gün görüşeceğim insanı kafamda çok iyi
canlandırarak uykuya daldım. Hazineler toplamış, mes­
kenini güzelleştirmiş ve muhtemelen ömrünü kütüpha­
nesinde geçirmiş, bilgin ve müstebit bir münzevi olmalıy­
dı. Onunla tanışmak için sabırsızlanıyordum ; tatlı huylu,
dürüst toprak sahibi pek ilgimi çekmiyordu.
Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra malikaneye doğru
yola çıktım. Yine o puslu hava vardı ; içeri girdiğimde hava
daha keskin esmek üzereydi ve gökyüzü karanyordu. Or­
tam, kışın bile kasvetli bir örtü gibi kendisini örten koca­
man ağaçlarla kaplıydı. Eski çınar ağaçlanyla bezenmiş
uzun bir cadde vardı. İ çinde donmuş durumdaki park çok
az görünüyordu. Kerterizimi aldım ve tam olarak güneye
doğru yürüdüğümü ve gitgide alçaldığımı fark ettim . Ko­
nak, bir çukurlukta olmalı. Ağaçlar gitgide inceliyordu.

1 10
Demir bir kapıdan geçtim ve bakımsız, büyük bir çayır­
lığa çıktım. Etraf defne ağaçlan ve orman gülleri ile do­
luydu. Ve bir anda karşımda konağın ön cephesi belirdi.
Aslında güzel beklentilerim vardı, eski bir Tudor ya
da Kraliçe Anne stili, ön cephe ya da sütunlu bir kapı ola­
bilirdi. Hayal kırıklığına uğramıştım, ön cephe gerçekten
de vasattı. Alçak ve düzensizdi, sanki bir konağın arka
tarafı gibiydi. Bir an için evin bir zamanlar ters döndü­
rüldüğünü ve eski mutfak kapısının ana girişe dönüştü­
rüldüğünü düşündüm . Çatının New York'taki girintili
çıkıntılı gökdelenleri gibi katmanlar halinde yükseldiğini
görünce binanın arka bölümlerinin inanılmaz derecede
yüksek olduğu konusunda emin oldum.
Konağın tuhaflığı ve bakımsızlığı ilgimi çekmişti. Bu­
ranın sahibi buraya bu kadar parayı neden harcamış ola­
bilirdi ki? Çayırlık, çiçeklik, yollar ... Her şey çok bakım­
sızdı. Yeni bir taş menfez yapılmıştı ama duvarlara derz
yapmak gerekiyordu; pencere çerçeveleri uzun süredir
boyanmamıştı ve bazı camlar kınktı. Kapı zili çalmadı,
ben de kapı tokmağım vurmak için eğildim. Kapı açılana
kadar yaklaşık on dakika geçmiş olmalıydı. Solgun ten­
li bir uşak, girişte bana bakıyordu. Geçen ekim ayında,
hamala ait el arabasının yanında gördüğüm adamlardan
biriydi.
İ smimi söylediğimde beni sorgusuz sualsiz içeri aldı,
belli ki beni bekliyorlardı. Salon, ikinci kez şaşırmama
sebep olan şeydi. Koleksiyoncudaki resmim ne haldeydi
acaba? Çok küçük ve dar bir yerdi ve ancak bir çiftlik evi­
nin antresi kadar döşenmişti. Hoşuma giden yanı oranın
sıcaklığıydı . Diğer birçok İ ngiliz kır evinden farklı olarak
burada çok iyi ayarlanmış bir ısı dengesi vardı.

lll
Adam patronunu çağırmaya gittiğinde ben de tek
penceresi dışandaki bir fundalığa bakan küçük ve karan­
lık bir odaya alındım. Aklıma ilk gelen düşünce, burada
kalmayı bana teklif etmediği için ona ne kadar müteşek­
kir olmam gerektiğiydi. Bu mezar gibi yere kıyasla misa­
firhanem cennet sayılırdı . Duvardaki resimleri inceler­
ken ismimin söylendiğini duydum ve arkamı dönüp Bay
Dubellay'i selamladım.
Beni üçüncü kez şaşırtan da o olmuştu. Zihnimde si­
yah ipli gözlük takan, titiz davranışlan olan, müşkülpesent
bir yaşlı bilgin portresi yaratmıştım. Ama onun yerine hala
orta yaşlannda, kaba İskoç yünlü kırsal elbiseler giyen
güçlü bir adamla karşılaştım. Kendisi de malikanesi gibi
pasaklıydı; o sabah tıraş olmamıştı, fanilasının yakası kınş
.Jorıştı ve el tırnaklan da ovma fırçası gibi kullanılabilirdi.
Yüzünü tasvir etmek zordu. Yüzü renkliydi ama bu renk
pek sağlıklı görünmüyordu. Dostane bir ifadesi vardı ama
aynı zamanda temkinliydi de. Her şeyden öte, huzursuzdu.
Asabı tamamen bozulmuş ve biteviye kendini savunmaya
çalışan bir adam izlenimi bırakmıştı bende.
Birkaç kibar kelime söyledi ve önüme sıkıca bağlan­
mış, kahverengi bir kağıt tomarı bıraktı.
"İşte el yazmanız burada! " dedi neşe içinde.
Hayrete düşmüştüm . Kütüphanesine gi rip sadece
metinleri sıraya dizmeye iznimin olacağını sanıyordum
ve son birkaç dakika içinde bu ihti malin azaldığrnı his­
setmiştim. Ama kütüphanenin bu sıradan sahibi, bana bu
paha biçilemez şeyi alıp götürmem içi n teklifte bulunu­
yordu.

1 12
Kekeleyerek teşekkür ettim ve böylesine büyük bir
hazineyi bir yabancıya teslim etmenin ne kadar iyi bir
davranış olduğunu ekledim.
"Sadece misafirhaneye kadar götürebilirsiniz, " dedi.
"Posta ile göndermek istemedim. Ama onunla misafir­
hanede çalışmanızda bir sakınca yok. Alimlerin arasında
güven duygusu olmalı. " Ve sonra tuhaf bir biçimde kıkır­
dadı.
"Tarzınıza büyük saygı duyuyorum , n dedim. "Ama
burada çalışsaydım bana kanşırdınız."
"Aslında, hayır," dedi, ciddiyetini koruyarak. " Böyle
bir şey düşünmezdim . . . Hiçbir şey yapmazdım . . . Bu bi­
zim masonluğumuza bir saygısızlık olurdu . . . Bunu böyle
kabul etmeliyim."
Birkaç dakika daha konuştuk. Satılmaması koşulu ile
bu evin kuzeninden ona miras kaldığını ve on yılı aşkın
süredir Vauncastle'da olduğunu öğrendim. Daha önce ise
Londra'da avukatlık yapmış. Bana Cambridge hakkında
birkaç soru sordu. Üniversiteye gitmiş olmayı istediğini
ve sağlıksız eğitim nedeniyle çalışmasında engellere ta­
kıldığını söyledi. Ben Yunan bir bilimci miyim? "Latin de
olabilir," dedi . "Romalılar çok iyi insanlar . . . " Her konu­
dan konuşuyordu ama o tuhaf gözleri hep sağa sola bakı­
nıyordu ve ben de bana bu beylik laflar dışında çok başka
şeyler söylemek istediğini, bana bir konu açmak için çok
istekli olduğunu ama utangaçlıktan ya da korkudan do­
layı bu nu yapamadığını fark etmiştim. Beni süzen, öyle
tuhaf bakışlan vardı ki.
Bana yemek yemeyi teklif etmeden önce oradan aynl­
dım. Bundan dolayı mutsuz olmamıştım çünkü ortamın
havasını pek beğenmemiştim. Bakımsız çayırın oradan

1 13
bir kestirme yol bulup bakmak için tepenin üzerine çık­
tım. Konak gerçekten devasa bir yığıntıydı. Haldı olduğu­
mu anladım ve dahası ana binanın tamamen arkada ol­
duğunu gördüm. Burası da bir fabrika gibi ön cephesinin
arkasında bir hazine evi saklayan Alhambra gibi miydi
acaba? Aynca ormanlıktaki açıklığın sandığımdan daha
geniş olduğunu da gördüm. Konağın şu anki durumunda
kuzeye dönüktü ve güney cephesinin arkasında boş bir
alan vardı, sanının orada bir göl bulunuyordu. En uzakta
ise aralık ayının donuk havasını ve yüksek ve karanlık te­
pelerin yükseltisini görebiliyordum.
O akşam kar oldukça hevesli yağıyordu ve sonraki iki
günün yansından fazlası süresince de devam etti. Yatak
odamdaki ateşi közledim ve el yazması kitapla vakit ge­
çirdim. Yanımda sadece çalışma kitaplarımı getirmiştim,
misafirhanede kütüphane yoktu. Bu yüzden rahatlamak
istediğimde aşağıdaki bara indim ya da bar salonunda
misafirhanenin sahibesiyle dedikodu yaptım. Eskiden bir
araya gelen magandalar hoş insanlardı ama Marches'taki
tüm yerel halk gibi bir yabancıyla hemen konuşmazlardı
ve konak hakkında çok az şey duyabilmiştim. Eski toprak
sahibi her sene üç bin sülün yetiştiriyordu ama şu andaki
toprak sahibi arazisinde silah atılmasına izin vermiyordu
ve orada sadece birkaç yabani kuş kalmıştı. Aynı sebep­
ten dolayı ağaçlar da zararlı böceklerle kaplanmıştı. Bunu
bana silah atmaya ilgim olduğunu açıkladığımda sÇ>yledi­
ler. Ama Bay Dubellay hakkında hiçbir şey söylemediler,
onu hiç görmediklerini belirttiler. Onun hakkında dediko­
du yaptıklannı kesinlikle söyleyebilirim ve bu suskunluk­
ları benim dikkatimi çekmişti. Sanki korkuyorlar gibiydi.
Kontluğun başka bir bölgesinden gelen sahibe ise
daha bir konuşkandı . Eski Dubellayler hakkında pek bir

114
şey bilmiyordu ve bu yüzden bir karşılaştırma yapamı­
yordu ama mevcut toprak sahibinin akli dengesinin ye­
rinde olmadığını söyleyebilme eğilimindeydi. "Diyorlar
ki," diye söze başlıyordu ama o da bir şeylerden çekini­
yor ve heyecan verici olabilecek sözlerini klişe laflarla
tamamlıyordu. Görünüşe göre bir şey çevredekileri her
şeyden çok şaşırtmıştı. Konağın yeni düzenlemesiydi bu.
Korkunç bir sesle, "Diyorlar ki," dedi, "büyük bir kilise
yapmış." Orayı hiç ziyaret etmemiş. Hatta mahalleden de
kimse oraya gitmemiş çünkü toprak sahibi Dubellay da­
vetsiz misafirlere izin vermezmiş. Ama Lyne tepesinden
"
bakınca ormandaki bir açıklıktan onu görebilirdiniz. O
iyi bir Hristiyan değil," dedi bana kadın, "o ve papaz yar­
dımcısı, her gün ağız dalaşı ederler. Ama orada bir şeylere
tapındığını söylüyorlar." Konakta hiçbir kadın hizmetçi­
nin olmadığını öğrenmiştim, sadece Londra'dan getirdiği
erkek hizmetçiler çalışıyordu. "Zavallı cahil insanlar, sı­
kıntılar içinde yaşıyor olmalılar," dedi ve bu balıketli ka­
dın omuzlarını silkti ve kıkırdamaya başladı.
Aralık ayının son gününde egzersize ihtiyacım ol­
duğuna ve uzun bir yürüyüşe çıkmam gerektiğine karar
verdim. Kar, o sabah durmuştu; iç karartıcı gökyüzü açıl­
mış ve masmavi bir renge bürünmüştü. Hava hala çok
soğuktu ama güneş panl panl parlıyo rdu. Kar daha eri­
memişti ve ayağımın altında kütürdüyordu. Ben de köyü
dolaşmaya niyetlenmiştim. Öğle yemeğinden sonra kalın
botlarımı ve tozluklarımı giydim ve Lyne tepesine doğru
yola çıktım. Zorlu bir parkur sayılırdı çünkü Vauncastle
Park'ın güneyinden geçecektim . Bu sayede konağın diğer
tarafını görebilmeyi umuyordum.
Hayal kınklığına uğramamıştım. Yoğun ağaçlıklar­
da bir uçurum vardı ve altımda, iki mil uzakta, klasik bir

115
tapınağa benzeyen tuhaf bir bina bir anda gözüme ilişti.
Ağaçların üstünden sadece saçaklık ve sütunlann üze­
ri görünebiliyordu ama karla kaplı arka plan sayesinde
canlı ve koyu görünüyordu. Bu tenha yerdeki görüntü
öyle ürkütücüydü ki sadece kısa bir süre bakabildim. Ar­
dımdaki karlı Galler sıradağlarına bakış attığımı hatırlı­
yorum. Sanki iki bin yıl önceki Apenin Dağlarının kışın
aldığı görüntüye bakıyordum.
İ şte şimdi merakım artmıştı ve bu harika şeyi ya­
kından görmeye karar verdim. Parkurun dışına çıktım
ve karlı arazilerden geçerek ormanlık alanın eteklerine
doğru ilerledim . Bundan sonra sorunlar başladı . Kendi­
mi çok eski bir ormanın ortasında buldum . Yerdeki bit­
kiler bakımsızdı ve patikalar yıllardır temizlenmemişti .
Derin çukurlara düştüm, dikenlikler ve çalılıklar tarafın­
dan hunharca hırpalandım ama dümdüz yoluma devam
ettim. Sonunda ağaçlar bitmişti . Karşımda göl olduğunu
düşündüğüm geniş ve düz bir arazi vardı, arkasında ise
tapınak yükseliyordu.
Arazi tüm konak boyunca devam ediyordu ve durdu­
ğum yerden bunun arkasında insanların oturduğu bina­
ların olduğunu görmek inanılması zor bir şeydi . İ lk ba­
kışta güzel bir iş çıkanlmıştı. İyi bir orantıya sahipti. Yapı
klasikti ama yine de klasik modellerin herhangi birinin
tamamen aynısı değildi. Biri, içinden kurban dumanı ge­
len büyük bir ev içi loşluğu olduğunu sanabilirdi ve eğer
ben ona sütunlu avlunun iki yönlü ilerleyemediğini, iç
kısmın olmadığını ve gördüğümün sadece bir kemeraltı
olduğunu söylersem ancak farkına varabilirdi.
Bu yer, ilk bakışta çok etkileyici ve akıl almaz görü­
nüyordu. Bu gösterişli bahçeyle evinin önünü süslerken
Dubellay'in aklından hangi çılgınlıklar geçiyordu acaba?

1 16
Güneş babyordu ve ormanlık tepelerin gölgeleri iç tarafı­
nı kararbyordu, bu yüzden verandanın arka duvannı bile
seçememiştim. Daha yakından bakmak istedim; buz tut­
muş göle kendimi attım.
Sonrasında tuhaf bir deneyim yaşadım. Yorgun değil­
dim, kar sığ ve sert bir biçimde serilmişti. Ama inanılmaz
bir bitkinlik hissediyordum . Keskin hava yerini sıcağa ve
kasvete bırakmıştı. Gölün üzerinde, tonlarca ağırlaşan
botlanmı yere süreye süreye ilerlemeye devam etmeliy­
dim. Ortam bir anda ayaz sessizliğine büründü ve önüm­
de hiçbir hayat belirtisi yoktu.
Sonunda karşı tarafa ulaşmıştım, kendimi buz tut­
muş bir kıyıda ve su kamışlanyla yakı otlarının arasında
buldum. Benim boyumu aşıyorlardı; konağı görebilmek
için karlı yapraklann arasından yukan doğru bakmam
gerekiyordu. Belki de benim yirmi beş metre üzerimde,
yüz metre de uzağımdaydı ve onun aşağısında olduğum
için, narin sütunları upuzun görünüyordu. Ortam yine de
loştu ve görebildiğim tek ayrıntı da tavandaki kazınmış
ya da boyanmış gibi görünen, tek renkli ve koyu gölgeli
resimlerdi.
Batmakta olan güneş, tepelerin arasındaki aralıktan
süzüldü ve bir anda tüm girinti çıktılanyla kemeraltının
tamamı altın rengine ve kızıla büründü. Bu zaten yeterin­
ce hoş bir görüntüydü ama güzel olan bir şey daha vardı.
Hava bir anda durulmuştu, en ufak bir rüzgar esmiyor­
du ; o kadar öyle ki, yanın saat önce bir sigara yaktığım­
da, kibritin alevi bir lambadaki gibi dümdüz yukan doğ­
ru uzamıştı. Ben sazlıklar arasında dururken tek bir buz
kristali kımıldamamıştı . . . Ama kemeraltının orada esen
bir rüzgar vardı.

1 17
Rüzgann, sütunlann altındaki hafif karlan uçuştur­
duğunu ve saçaklan havalandırdığını görebiliyordum .
Zemin tamamen temizlenmiş, açılmış köşelerden gelen
ufak taneler üzerinde geziniyordu. İ ç kısım hararetli bir
hareketle dolmuştu, yine de ondan bir adım ötesi donuk
bir huzur kaplıydı. Ben rüzgarın hareketini hissetmedim
ama onun bir ocak alevi gibi sıcak olduğunu biliyordum.
Aklımda sadece tek düşünce vardı: Böyle bir yerdey­
ken geceye yakalanmaktan korkuyordum. Geri döndüm
ve koştum. Gölün karşısına zorlukla ilerledim. Bunaltıcı
bir sıkıntıyla nefes nefese kalıp boğuluyordum. Bir çeşit
içgüdü benim köy tarafına körlemesine koşmamı sağlı­
yordu. Büyük bir korulukla cebelleşene dek durmadım
ve otoyolun üstündeki engebeli bir otlağa vardım. Sonra
kendimi yere bırakbm ve aralık havasının o rahatlatıcı
esintisini yeniden hissettim.
Bu macera, beni rahatsız bir ruh haline soktu. Apta­
lı oynadığım için kendimden utanmıştım. Aynı zamanda
çaresizce anlamaya çalıştım . Öğleden sonra yaşadıklan­
mı aklımdan geçirdikçe bir açıklama bulmaktan uzaklaşı­
yordum. Ama bir hissimden kesinlikle emindim ; bu yeri
sevmemiştim, oradan uzaklaşmak istemiştim. Görevimin
çoğunu yerine getirmiş durumdaydım ve iki gün sessiz
kalarak onu tamamladım ; başka bir deyişle yazı hakkı n ­
daki görüşlerim ilerledikçe derlememi de tamamlamış­
tım. Konağa geri dönmek istemedim, o yüzden pubel­
lay'e kibarca bir not bıraktım . Minnettarlığımı belirtt i m
ve el yazmasını toprak sahibinin oğluna göndereceğimi,
onu bir ziyarete zorlamaya vicdanımın el vermediğini
söyledim.
Hemen bir cevap aldım. Bay Dubellay, ben ayrılma­
dan önce benimle misafirhanede bir yemek yemekten

1 18
keyif duyacağını ve el yazmasını şahsen almak istediğini
söylüyordu.
St. Sant'ta kalacağı m son geceydi. Ben de misafi rha ­
neden sunabilecekleri en iyi yemeği ve yanındaki mah­
ze n d e gördüğüm bir şi şe kırmızı şarabı hazırlamalarım
istedim . D ubel lay saat sekizde geldi, arab ayla gelmesine
çok şaşırmıştım . Kendine çekidüzen verm iş ve akşam ye­
meği için ceketini giymişti, Junior Carlton'da yemek ye­
diklerini gördüğü n üz ş ehir savcılarına çok benziyo rdu.
Çok neşe l iydi ve gözle ri nde kendini sakı nır halinden
eser kal m am ışt ı. Benim hakkımda bir görüşe varmış gib i
gö rü n üyord u , s a nki be ni m zara rsız olduğu mu a nlamıştı.
Dahası, benimle konuşmak için can atıyor gibiydi. Yaşa­
dığı m maceradan sonra onda erkek hizmetçilerin yüzün­
deki korku ifadesinin aynısı nı görmeye hazırlanmıştım.
Ama öyle bir şey olmadı; onun yerine sadece kuvvetli bir
heyecan duygusu vardı .
Laf kalabalığı yaparken planlardan bahsetmedi. On u n
akşa m yemeğine gel m esi misafirhaneyi alarma geçirmişti.
Kadın garson yerine misafirhanenin sahibesi bize servis
yapıyordu . Yemeğin hemen bitmesini istiyor gibiydi. Ma­
saya tatlılarım ızı ve şa rab ı mızı elinden geldiği kadar çabuk
getirdi . Bir süre sonra Dubellay rahatlamış görünüyordu.
Görünüşe göre tutkulu biriydi. Tek bir hobiye karşı
ilgisi vardı. Tüm hayatını eski yapılarla geçirmişti. Va­
uncastle'a gelmeyi b aşardı ğında da kendini şımart m aya
yetecek ka dar boş vakte ve paraya sahipti. Görünüşe göre
bu yer (Va un i Castra), Roma dönemi Britanya'sında ün­
l en mişti ve Faxete r de aynısının yo zl aşmış haliydi. "Va­
unus kimdi?" diye sordum. Sırıtarak beklememi söyledi.

1 19
Ormanın yüksek kesimlerinde eski bi r tapınak var­
m ış. Bu yer hakkında ye rel halk arasında bir efsane dola­
şırmış ve pe ril i olduğu söyl eni rm iş . İ şte, o radaki arazide
kazı yapmış ve bir şeyl e r b u l muş. Hikayenin bu kı smını
anlatırken temkinli bir avukat ed asına büründü ve sahip­
siz hazine yasasını bana anlattı. Bulunan nesneler esas
olarak değerl i değilse - ya ni altın ya da mücevher değilse
onu bulan kişi o nu korumakla mükellefti. O da öyle yap­
mıştı, üst düzey dernek toplantıl a n nda kazı so n u çlan nı
açıklamamıştı. Turistlerle uğraşmak istemiyordu. Ben ise
fa rkl ıyd ı m çün kü bil im insanıydı m .
Ne bulm uştu acaba? Gevezece yaptığı konuşmayı din­
l e mek ge rçekten katlanılmaz olsa da bazı oym ala r ve ku r­
banlık aletleri bulduğunu anladım. En ö nem l i si de -ki
burad a sesini biraz al çalttı- bir adak taş ıydı ; vadinin ve­
sayet tannsı Va unus 'u n adak taşı. Bu laflan söyle diğinde
yüzünde yeni bir ifade belirmişti, korku değil ke t um l uk
ifa de siydi bu, bir tür gi zl i h eyeca ndı . Bu bakış ın aynısını
daha önce selamet ordusu mens ubu bir sokak vaizinde
görmüştüm.
Vaunus, da ğla nn B ri ta nya l ı bir t a nns ıydı Romalılar
onu özgür düşünceleri ge reği Apollo ile özdeşleştirmiş
gibiydi. Bana onun kafa ka nşt m cı derecede uzun h ika ­
yesini anlattı, buna göre Bay D ub ellay' in tam bir bilim
adamı o lm a d ığı anlaşılıyordu . Türettiği yer isimleri çok
tuhaftı. Mesela St . Sant ismi Sancta Sanctorum'dan tü­
re m işt i . Ausonius'un bir mısrasından alıntı yaparken de
iki yanlış ölçü yap mı ştı . Vaunus hakkında daha çok şey
söyle memi umuyor gibiydi ama o na uzmanlık alanımın
Yunanca olduğ unu ve Roma dönem B ritan ya ' s ı ile hiç il­
gi l enmediği m i söyledim. Bazı ki t apla rda n bahsettim ve
onun Haverfield'ı hiç d uym a mı ş olduğunu fark ettim.

120
Kullandığı "cehennemlik" kelimesi bana bir ipu­
cu vermişti . Evini yüksek verimli sıcak hava sistemi ile
nasıl ısıttıysa tapınağı da öyle ısıtmış olmalıydı. Bilim
hakkında çok bilgim yok. Sanının dışarıdaki soğuğa te­
zatlık oluşturan kemeraltındaki yapay ısı, bir hava akımı
oluşturuyordu. Her halükarda bu açıklama beni tatmin
etmişti ve öğleden sonra yaşadığım macera, esrarengizli­
ğini kaybetmişti . Verdiği tepki, ona karşı dostça bir tavır
takınmama, konuşmasını zevkle dinlememe neden oldu.
Yine de tapınağa gittiğimi ona söylememeye karar ver­
miştim.
Kendisi bana onun hakkında açıkça birtakım şeyler
söyledi. "Adaktaşını o tepe yamacında bırakamadım,"
dedi. "Onun için bir yer yapmak zorundaydım, ben de
evin eski ön cephesini bir tür tapınağa çevirdim. Güzel
bir öneri getirdim ama mimarlar çok cahil insanlar. Ben
de bazen, keşke daha iyi bir bilim adamı olsaydım diye
içimden geçiririm. Yine de orası hoşuma gidiyor. "
Şakayla kanşık, "Umarım Vaunus'un da hoşuna gidi­
yordur," dedim.
Ciddi bir tavırla, " Öyle olduğunu düşünüyorum," diye
cevapladı ve sonra bir süre düşüncelere daldı. Bir daki­
ka kadar bakışlarında tuhaf bir dalgınlıkla bana bakmayı
sürdürdü.
"Onunla şimdi ne yapıyorsun, onu aldın mı?" diye
sordum.
Cevap vermedi ve kendi kendine gülümsedi .
"Sidonius Apollinaris'te bir bölüm var, onu hatırlıyor
musunuz bilmiyorum," dedim. "Pagan adak taşlarını Hı­
ristiyanların kullanımına açmak için bir formül. Beyaz
bir horozu veya başka uygun bir şeyi kurban ederek baş-

121
lıyorsunuz ve tüm dostluğunuz eşliğinde Ap ol lo ya eski
'

bağlılığınızın şu an için de geçerli olduğunu söylüyorsu­


nuz. Ardından bir Hıristiyan duası ediyorsunuz."
Neredeyse sandalyesinden düşecekti.
"Bu işe yaramaz . . . Hiç yaramaz! . . Oh tannm, hayır!
Bunu hiç d üşü nem e m bile ! "
Sanki kutsala küfür ederek kulaklannı rahatsız etmiş
gibiydi m ve ilgin çt i r ki s akin liğini hiç koruyamamıştı.
İyi bir insan olduğu için bunu yapmayı den e m işt i ama
sükuneti ve dostaneliği kaybol m uşt u . Yan ın saat daha
önemsiz şeyler hakkında sert ko n uş mala r yaptık ve sonra
gitmek için ayağa kalktı . Düzgünce paketle n mi ş el yaz-
. masını ona geri verdim ve teşekkür ettim ama beni he­
men hemen hiç dinlemiyordu. Paketi cebine soktu , şoke
olmuş bir biçimde ayaklandı ve gitti.
O gittikten so nra ateşin başına oturup durumu de­
ğerlendirdim . Cehennemlik teorimden memnundum ve
öğleden sonra yaşadığım macera hakkında hiçbir endi­
şem kalmamıştı . Yine de bu konuda ufak bir hoşnutsuz-
�k yaşıyordum ve Dubellay i n yaptığı gibi yapmadığımı
'

/ark ettim. Onun, kedileriyl e yaşayan yaşlı bir kadın gibi


aptalca bir h ob iye takılı kal mış deli bi ri olduğuna kanaat
geti rdi m ; oradan aynlacağım için de hiç üzülmedim.
St. Sant'a üçüncü ziyaretim haziran ayında, ı9 14 ya­
zının ortasındaydı. Theocritus'u bitirmek üzereydim ama
Vauncastle el yazması için daha birkaç güne ihtiyacım
vard ı . Tüm işi, temmuzda İtalya'ya gitmeden önce bitir­
mek i stediği m için Dubellay'e mektup yazdım ve bir kez
daha göz gezdirmek için izin istedim. Adam çok sıkıcı
olsa da onunla ko n uşul m ası gerekiyordu. Bu sıcak yaz
mevsiminde vadinin güzel olacağını düşündüm.

122
Hemen bir cevap geldi. Davet ediliyordum, hatta gel­
mem için neredeyse yalvanyo r gibiydi ve malikanede
kalmam gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Bunu tam
olarak reddedemedim, yine de misafirhaneyi yeğlerdim.
Trenimi sormak i çi n telgraf çekti, sonra beni karşılaya­
cağını söylemek için başka bir telgraf daha geldi. Bu kez,
özellikle beklenen bir m isafir gibiydi m.
Akşam vakti Faxeter'e vardım. Faxeter garaj ından
gelen bir arab a beni karşıladı. Sürücüsü genç ve konuş­
kan bir adamdı, arabanın üstü kapalıydı. Temiz hava
alabilmek için onun yanı n a oturdum. Bu sömestr beni
yormuştu ve havası z Cambridge'ten aynlacağım için çok
mem nundum fakat Vaun vadisine gel d iği m i zde havanın
daha serin olduğunu söyleyemem. Ormanlık alan yazınki
güzelliğini korumuştu ama sıcak yüzünden biraz çorak­
laşmış ve kararmış gibiydi . Irmak azar azar akıyordu; te­
pelerin tuhaf görünümlü z i rvele ri de güneşten öyle hırpa­
l an m ıştı ki yemyeşil ağaçlann arasında sapsan bir renk
a lmı ştı Bir kez daha inanılmaz bir biçimde İngiliz olma­
.

yan bir manzarayla karşı karşıya olduğumu hissettim.


Sürücü bana, "Bay Dubellay geldiğiniz içi n oldukça
mutlu, efendim," dedi. "Her şeyin yolunda olduğu ndan
emin olm ak için üç kez patronun yanına gönde ri l d im.
Kendisinin de bir arabası var, küçük, şirin bir Daimler.
Sanının onu pek kullanmıyor. Bir ay boyunca pazar gün­
leri onu arabanın yanında hiç görm ed i m ."

Malikane girişine doğru yaklaştığımızda onun hak­


kında meraklı görünüyordu. "Buraya hiç gelmemiştim
ama elli millik alan içi n de çoğu beyefendinin park alanı­
na git m işi md ir . Çok eski bir yer, değil mi efendim?"
Eğer burası kış ortasında sürgülenmiş bir tapınak
gibi göründüyse de bir haziran akşamı için, kapatılmış

123
ve korunmuş bir yerden daha fazlasıydı. Sonbahardaki
çürümenin kokusu duyuluyordu; kuru bir kav çürüme­
si gibiydi. Gittikçe yoğunlaşan bir ormanda aşağı doğru
ilerliyorduk. Nihayet demirden kapıdan geçtiğimizde ça­
yırlığın daha da bakımsızlaştığını gördüm, bir otlak gibi
görünüyordu.
Beyaz yüzlü kahya, beni içeri aldı; içeride arkası dö­
nük Dubellay bekliyordu. Ama aralık ayında gördüğüm
adam değildi. Eski ve bol bir fanila giymiş, sağlıksız görü­
nümlü kırmızı suratı acıdan gerilmiş ve çökmüştü. Göz­
lerinin altında kararmış torbalar vardı ve o gözler artık
heyecan dolu değildi; donuk ve acıyla bakıyorlardı. Evet,
aynen öyleydi ve o bakışlarda acıdan da başka şeyler var­
dı. Korku vardı. Hobisinin ona fazla gelip gelmediğini
merak etmiştim.
Beni uzun süredir görmediği bir kardeşiymişim gibi
karşıladı . Onu pek fazla tanıyamadığımı düşündüm ve
gösterdiği sıcaklık karşısında biraz utandım. "Gelmene
çok sevindim, değerli arkadaşım ," diye bağırdı. " Bir ban­
yo yap, sonra da akşam yemeğini yeriz. Eğer istemiyor­
san üzerini değiştirmek için zahmet etme. Ben bunu hiç
yapmam."
Beni yatak odama kadar götürdü. Temiz bir odaydı
· ama bir hizmetçi odası gibi düzensiz ve küçüktü. Sanının
o tuhaf tapınağını yapabilmek için evi tahrip etmişti.
Bir tür kütüphane olan orta büyüklükteki bir- odada
yemeğimizi yedik. İçinde eski kitaplar vardı fakat orada
uzun süredir bulunuyor gibi değildi. Daha çok eski bir
eşya odasıydı ve içeride büyük bir kolelcsiyon yatıyordu.
Daha önce değerli bir Georgia dönemi dairesinde yaşa­
mış olduklan şüphesizdi. Görmeyi beklediğim antikalar­
dan başka bir şey de yoktu .

124
"Tam zamanında geldiniz," dedi. "Mektubunuzu al­
dığımda sevinçten havalara uçtum, ben de Cambridge'e
gelip buraya gelmeniz konusunda sizi ikna etmeyi düşü­
nüyordum. Umanın gitmek için acele etmezsiniz."
"Aslında," dedim, "zaman konusunda biraz sıkınblı­
yım, gelecek hafta yurt dışına çıkmayı planlıyordum. Bu­
radaki işimi birkaç günde tamamlamalıyım. Nezaketiniz
için size ne kadar borçlu olduğumu anlatamam."
" İ ki gün borçlusunuz, " dedi . "Yaz ortasını geçirmemiz
için. Bu yeterli olacak. "
Ne demek istediği hakkında bir fikrim yoktu.
Ona koleksiyonunu incelemek istediğimi söyledim.
Gözlerini kocaman açtı. "Keşiflerinizi, demek istedim,"
dedim, "Vaunus'un adak taşını ... "
Ben konuşurken suratını kasıp buruşturmaya başladı,
dehşete düşmüş gibiydi. Boğulur gibi oldu, sonra düzel­
di. "Evet evet, " dedi hızlıca. "Onu görmelisiniz, her şeyi
görmelisiniz. Ama şimdi değil, bu gece olmaz. Yann, gün
ışığında görün. Tam vakti."
Bu andan sonra o akşam kötü bir rüyaya dönüştü.
Sohbet onu bitap düşürmüş ve söylediğim basmakalıp
laflara zar zor cevap verebilmişti. Arada sırada onu bana
sinsice bakarken yakaladım, sanki beni tartıyordu; bana
karşı ne kadar ileri gidebileceğini düşünüyordu. Tüm bu
iş benim de sinirimi bozmuştu; her şeyden öte oda iğrenç
bir biçimde havasızdı . Odanın pencereleri arka planında
defne ağaçları olan küçük bir taşlı avluya açılıyordu. Bu­
radaki temiz hava sayesinde kendimi Seven Dials'ta his­
sedebilirdim.

125
Kahve servis e d ildiği esnada daha fazla dayanama­
dım. "Tapınakta sigara i çi l ebilir mi?" dedim. "Gölden ge­
len temiz hava sayesinde bir sorun olmaz. "
Sanki ona annesini öldürmeyi teklif etmiştim. Bana
söylenmeye başladı. " Hayır, hayır," diye kekeledi. "Tan­
nın, hayır!"
Kendini toparlayabilmesi için yanm saat geçti. Bir
hiz metçi iki gaz lambası yaktı ve küf kokulu odada otur­
maya devam ettik.
Bana attığı sayısız yan bakışlarından sonra n ihayet ,
"Son buluştuğumuzda bir şey söylemiştiniz," diye söze
başladı. "Adak taşını yeniden hizmete koymak için bir ri­
tüeldi sanının."
S i d onius Apoll i nari s hakkındaki yorumumu hatırla­
dım.
"O pasaj ı gösterebilir misiniz? Burada babamın bü­
yükbabasının kurduğu klasik tarzda güzel bir kütüphane
var. Ne yazık ki benim bilgi dağarcığım onu düzgün kul­
lanmak için yeterli değil."
Ayağa kalktım, raflar arasında gezindim ve Sidoni­
us'un bir kopyasın ı buldum. ı609 yılı Plantin baskısıydı.
Pasajın olduğu sayfayı açtım ve ona kabaca tercüme et­
tim. İstekli bir biç im de beni dinledi ve ikinci kez tekrar
etmemi söyledi.
Şüphe duyarak, "Bir horozdan bahsediyor," dedi. "Bu
gerekli mi?"
"Zannetmiyorum. Bana kalırsa kabul edilen herhangi
bir ayin eşyası iş görür. "
"Memnun oldum," dedi. "Ben kan görmekten korkarım."

126
"Aman tannm, dostum," diye bağırdım, "Saçmalığımı
ciddiye mi alıyorsunuz? Sadece şaka yapıyordum. Haydi,
yaşlı Vaunus adak taşını alsın! "
Şaşırmış ve hatta öfkelenmiş bir köpek gibi bana ba­
kıyordu.
"Sidonius ağırbaşlı bir . . . "

Kaba bir biçimde, "Evet ama ben değilim," dedim.


"Yirminci yüzyıldayız, üçüncü değil . Uyku saatimiz gel­
medi mi?"
İtiraz etmedi ve benim için koridorda bir mum buldu.
Üzerimdekileri çıkanrken ne tür şeytani bir tımarhane­
ye düştüğümü düşündüm. Mekandan tamamen nefret
etmiştim ve misafirhaneye gitmek için can atıyordum.
Ama henüz adamın el yazmalannı kullanamamıştım ye
misafirperverliğini bozmak istemiyordum . Kesinlikle
anlamıştım, Dubellay bir deliydi. Aklını yitirene kadar
hobisiyle uğraşmış ve şimdi de onun esiri olmuştu. Ah,
tannm! Bir din fanatiği tann hakkında nasıl konuşursa
o da değerli Vaunus hakkında öyle konuşuyordu. Bozuk
hayal gücüyle yarattığı bazı uyduruk şeylere tapındığına
inanmıştım.
Birkaç saat kadar uyumuşum. Sonra ter içinde uyan­
dım; oda tam anlamıyla bir fınn gibiydi. Pencerem sonuna
kadar açıktı; gece sıcak olsa da kafamı dışan çıkardığım­
da serin hava alabiliyordum. Sıcaklık içeriden geliyordu.
Oda, ilk katta ve girişin hemen yanındaydı. Fazla uzamış
çayırlara bakıyordum . Gece oldukça karanlıktı ve tam
anlamıyla sakindi ama yemin ederim ki rüzgann sesini
duyabiliyordum. Ağaçlar sanki bir mermermişçesine ha­
reketsizdi. Çok yakını mda bir yerde güçlü bir fırtınanın
estiğini duydum. Bunun dışında , ay yüzünü göstermiyor

127
olsa da yakınımda parıl panl bir ışık da vardı. Evin sını r­
lan boyunca onun yansımasını görebiliyordum. Bu ışık
tapınaktan gel iyor olmalıydı. Bu saatte Dubellay, nasıl bir
cü mbüş yapıyor olabilirdi ki?
Kafamı içeri çektiğimde uyuyabilm em için b i r şeyler
yapılması gerektiğini fark ettim. Hiçbir şüph e yoktu; oda
fınn gibi olduğuna göre delinin biri buha r ısısını aç m ış­
tı. Sinirlenmeye başladım. Yakında bir zil yoktu, ben de
mumu yaktım ve eir hi z met çi bulmak için dışan çıktım .
Merdivenlerden aşağı i nm eyi denedim ve yemek yedi­
ğimiz odayı inceledim. Daha sonra sağ tarafta bir bölüm
keşfettim. Burası be ni meşe ağacı ndan yapılmış bir kapı­
ya götü rdü . Işık sayesinde bunun yeni bir kapı olduğu nu
gördüm fakat açmak için herhang i bir ye ri n i n olmadığını
fark ettim. Buranın tapınağa giden yol olduğunu tahmin
etmiştim. Her nasılsa kilitlenmişti . Açmak için bir anah­
tar deliği olmamasına rağmen ardından esen şiddetli rüz­
gan andıran b i r ses duyuyordum ... Sonra sağımdaki bir
kapıyı açtım ve kendimi büyük bir erzak dolabının içinde
buldum. Tuhaf, egzotik ve hoş bir koku vardı ; zemin ve
raflar çok güzel düzenle n m işti. Çok sayıda küçük paket ve
sandık vardı. Hepsinin üzerinde kalın kağıttan yapılmış ,
siyah harflerle yazılı ve kare şekl inde bir etiket bulunu­
yordu. "Pro servitio Vauni" yazdığını gördüm.
Bunları daha önce de görmüştüm. Eğe r hafızam beni
yanıltmıyorsa, bunlar geçen sonbahardaki o akşam Du­
bellay'e çalışan hizmetçilerin , hamalın el arabasıyla gelen
paketl e re yapıştırdığı etiketlerin ta kendi siyd i Bu keşfim
.

şüpheleri mi pek de hoş ol m ayan bir kesinliğe kavuştur­


du. Dubellay etiketlerin üzerine kesinlikle, " Va u n us 'un
h izmetine" yazmak istemişti. O bir bilim insanı değildi

128
çünkü "servitium " kelimesi bu şekilde kullanılamazdı
ama onun bir deli olduğu açıktı .
Yine de şu anki en önemli işim uyuyabilmekti; bir
hizmetçiye rastlamak için uğraştım. Başka bir koridora
çıktım ve ikinci bir merdiven keşfettim. Yukansında açık
bir kapı olduğunu gördüm ve içeri baktım . Burası Dubel­
lay'in olmalıydı , fanilalan sandalyenin üzerinde düzensiz
bir biçimde duruyordu. Ama Dubellay orada değildi , ya­
tak da bozul mamıştı.
Sanının kızgınlığım endişemden daha güçlüydü. Bi­
raz da korktuğumu söylemeliyim. Hala yan çizmeye çalı­
şan hizmetçiyi kovalıyordum. Tavan arasına çıktığı belli
olan bir merdiven daha vardı; çıkarken düştüm ve büyük
bir çatırtı sesi çıktı. Yukan baktığımda geceliği üstünde
olan kahya bana bakıyordu; yüzü, bir ölünün korku dolu
suratını andınyordu. Beni tanıdığında biraz rahatladı.
"Buraya bak," dedim . "Tann aşkına, şu cehennem sı­
cağını kapat. Tek damla uyku uyuyamıyorum. Bunu han­
gi ahmak açık bıraktı?"
Bana bir baykuş gibi bakıyordu ama konuşmayı başa­
rabilmişti .
"Affı n ızı istiyorum, efendim," dedi, "ama bu evde bir
ısıtma sistemi bulunmuyor. "
Söylenecek başka bir şey kalmamıştı . Yatak odama
geri döndüm ve sanki biraz serinlemiş gibi hissettim.
Pencereden dışan baktığımda da gizemli esinti kaybol­
muştu, evi n köşesinin ilerisinde parlayan ışıltı da artık
yoktu. Yatağıma uzandım ve saat dokuz buçuğa dek derin
bir uyku çektim. Banyo yoktu, ben de teneke bir leğende
yıkandım.

129
Puslu bir sabahtı, yakıcı sıcağın habercisiydi bu. Kah­
valtı için a şa ğı indiğimde Dubellay'i yemek odası nda
buldum. Gün ışığı altı nda çok hasta görünüyordu ama
kendine çekidüzen vermiş gibiyd i . Davranışlan önceki
geceden oldukça sakindi. Neredeyse normal biri gibi gö­
rünüyo rdu . Şimdi onun hakkındaki düşüncelerimi göz­
den geçirebilirdim ama bakışlan buna engel olmuştu.
Ona el yazmasının ba şına oturup işi bit i rmeyi teklif
ettiğimi söyledim. Başını salladı. "Sorun değil. Benim de
yap ma m gereken çok şey var, sizi rahatsız etmeyeceğim."
"Ama önce," dedim, "bana keşfettiklerinizi gösterece­
ğinize söz vermiştiniz."
Pencereden defne ağaçlannın ve taşla döşenmiş avlu­
nun a rdı n da panldayan güneşe baktı.
"Işık güzel," dedi. Tuhaf bir laftı bu. "Haydi, oraya gide­
lim. Tapınağa gitmek için uygun zaman ve mevsimler olur."
Geçen gece keşfettiğim pasajdan onu takip ettim .
Kapı anahtarla deği l duvardaki bir levye ile açılmı ştı . Bir
anda kendimi turkuaz mavisi bir gölü ve bitmek bilmeyen
güneş ışığını izlerken buldum.
Bu yer hakkındaki görüşlerimi anlatmak kolay değil.
İnanılmaz derecede sakin ve hava dar bir yerdi. Yaz or­
tas ın daki bir İtalyan kolo nadı kadar harikaydı . Orantı­
lar iyi yap ılmı ş olmalıydı, sütunlar dimdik yükseliyordu .
Çatı ise (sedire be nziyordu) çiçeğin kendi sapı üzerinde
durması gibi narince süzülüyordu. Taş, yerel bir kireç ta­
şıydı, zeminde cilalı mermer gibi parlıyordu. Her yerde
ışıltılı sular, yaz ormanlan ve uzakta da mavi dağlar var­
dı. Burası da bir tepe ni n zirvesi gibi sıhhat veren bir yer
olmalıydı.

130
Yine de oranın bir hapishane olduğunu bilmeden zar
zor içeri girdim. Ben hayal gücü kuvvetli bir adam deği­
lim. Aklım da bence yerinde ama tiksintim o kadar kuv­
vetliydi ki ilk adımdan sonra gerisini zor getirdim. Ken­
dimi dünyadan yoksun bırakılmış hissettim, sanki bir
zindanda ya da yüzen bir buz parçasının üzerinde gibiy­
dim. Ve insanlıktan o kadar uzakta olsak da yalnız olma­
dığımızı hissediyordum.
Duvarın iç kısmında üç adet oyma vardı. İ kisi alçak
kabartma ile yapılmış bozuk frizlerdi. Görünüşe göre te­
maları anıydı. Bir ayin uygulamasıydı bu, rahipler her za ­
manki gibi ağaç dallan taşıyordu. Yan insan suratlıydılar
ve bunun nedeni sanatçının beceriksiz olması değil, onun
bir usta oluşundandı. İlgi çekici olan şey ise dalların ve
tefsirci rahiplerin saçları sert rüzgarlarda savruluyordu
ve hepsinin suratlarındaki ifade varoluşlarının son bölü­
mündeymiş gibiydi . Hepsi iliklerine kadar korku ve acı
içindeydi.
Frizlerin arasında bir Gorgon kafasının büyük ve yu­
varlak bir simgesi vardı. Bu, her yerde görebileceğiniz bir
kadın ka fa sı değildi. Bir erkek kafasıydı; çenesinden ve
dudakla rın dan yılan gibi saçlar filizleniyordu. Bir zaman­
lar rengarenkti; şimdi buklelerinde yeşil renk kırıntısı
kalmıştı. Bu çok kötü bir şeydi. Korkunun feci dehşeti, za­
limliğin son bunaması kendini taş içinde ortaya koymuş­
tu. Aceleyle bakışlarımı kaçırdım ve adak taşına baktım.
Bu, üç basamaklı alınlığın batı köşesinde duruyordu.
Çok hoş bir çalışmaydı, yüzyıllar boyunca neredeyse hiç
zarar görmemişti. Yüzü üzerinde iki kelime yazılmıştı:
APOLL VAUN Yabancı bir mermerden yapılmıştı ve içi
boş olan üst kısmı antik kurbanlarla kararmıştı. O kadar

131
da antik değildi aslında, üzerinde yakın geçmişte yakıl­
mış bir ateşin izini gördüğüme yemin edebilirdim.
Orada beş dakikadan fazla kaldığımı sanmıyorum.
Dışan çıkmak istedim. Ardından Dubellay beni dışarı
çıkardı. Kütüphaneye geri dönene kadar birbirimize tek
kelime etmedik.
"Tann aşkına, kesin şunu! " dedim . "Ateşle oynuyor­
sunuz Bay Dubellay. Kendinizi tımarhaneye kapattıra­
caksınız. Şu lanetli şeyleri bir müzeye gönderin ve burayı
terk edin. Size söylüyorum. Kaybedecek vaktiniz yok. Be­
nimle beraber misafirhaneye gelin ve bu evi kapatın."
Ağlamak üzere olan bir çocuk gibi dudağı titreyerek
bana baktı.
"Yapacağım. Size söz veriyorum ... Ama şimdi değil. . .
Bu geceden sonra . . . Yarın bana n e derseniz yapacağım . ..
Beni bırakmayacaksınız, değil mi?"
"Sizi bırakmayacağım ama eğer tavsiyelerimi dinle­
meyecekseniz size ne gibi bir yararım olabilir?"
"Sidonius ... " diye söze başladı.
"Oh, lanet olası Sidonius! Keşke ondan hiç bahset­
meseydim. Tüm bu şeyler basit bir saçmalık ama bu sizi
öldürüyor. Siz onu beyninizde yaratıyorsunuz. Hasta bi­
risiniz, bunu biliyor musunuz?"
"Çok iyi hissetmiyorum. Bugün çok sıcak. .. Sanının
-
dinleneceğim."
Onunla tartışmak akıllıca değildi çünkü hiç olmadık
şeyler hakkında korkunç bir inadı vardı. Sinirli bir biçim­
de işime doğru yola çıktım.
Gün , vadettiği her şeyi sunuyordu, çok sıcaktı. Gün
ortasından önce güneş bakırımsı bir sisin ardında gizlen-

132
mişti, en ufak bir rüzgar esintisi bile yoktu. Dubellay, öğle
yemeğine gelmemişti . Kahyanın bana dediğine göre bu
öğünü hiç yemezdi. Tüın öğleden sonra çokça çalışmış­
brn ve saat altı gibi işimi neredeyse bitirmiştim. Böylece
ertesi sabah buradan ayrılabilecektim. Ev sahibimi de be­
nimle beraber gelmeye ikna etmeyi umuyordum.
Görevimin bitmiş olması beni daha çok neşelendirmiş­
ti, akşam yemeğinden önce yüıüyüşe çıkmıştım. Çok sıkın­
b verici bir akşamdı, ısı dalgası daha ortadan kalkmamıştı.
Orman bir mezarlık gibi sessizdi, tek bir kuş bile ötmüyor­
du ve bannaktan yanmış otlaklara çıktığımda koyunlar
otlamaya pek isteksiz göıünüyordu. Yüıüyüşüm sırasında
evin çevresini gözlemledim, uzun bir parkur dışında tapı­
nağa gitmenin çok wr olacağını gördüm. Bir tarafta dış
binalar, ardında yüksek bir duvar bulunmaktaydı. Diğer
tarafta, şu ana kadar gördüğüm en dar ve yüksek çitler
vardı . Bunlar da ormana kadar uzanan ve duvara asılı sivri
dikenlerle sonlanıyordu. Odama döndüm, küçük küvette
soğuk suyla banyo yaptım ve üzerimi değiştirdim.
Dubellay akşam yemeğinde yoktu. Kahya patronunun
iyi hissetmediğini ve uyuduğunu söyledi. Bu haber beni
memnun etmişti çünkü onun olması gereken yer yataktı.
Sonra kütüphanede yalnız geçireceğim bir akşama hazır­
landım. Raflara şöyle bir göz attım ve bazı nadir bulunan
kitaplarla vakit geçirdim. Sidonius'un kopyasının yerinde
olmadığını fark etmiştim.
Yatağıma yattığımda saat ona yaklaşıyordu, inanıl­
maz derecede yorgundum. Dubellay'i ziyaret etmem ge­
rekip gerekmediğini düşündüğümü hatırlıyorum ama
onu yalnız bırakmanın daha iyi olacağına karar vermiş­
tim. Bu karanın yüzünden hala kendime kızıyorum. Şim-

133
di biliyorum ki onu zorlamalı ve misafirhaneye kadar sü­
rükleyerek götürmeliydim.
Aniden sıçrayarak derin uykumdan uyandım. Beyni­
min koridorlarında bir insan çığlığı yankılanıyordu. Ne­
fesimi tuttum ve onu dinledim. Yeniden başlamıştı, panik
ve ızdırap dolu korkunç bir çığlıktı bu.
Saniye geçmeden yataktan fırladım ve terliğimi aya­
ğıma geçirdikten sonra hiç durmadım. Çığlık tapınaktan
geliyor olmalıydı. Dehşet içindeki bir ev sakininin sesini
duymayı umarak merdivenlerden aşağı fırladım. Ama hiç­
bir ses yoktu ve o korkunç çığlık bir daha tekrarlanmadı.
Beklediği m gibi koridordaki kapı kapalıydı . Onun
arkasında curcuna yaşanıyor gibiydi, içeriden sinirli bir
uğultu ve dahası, yangın çatırdaması sesi geliyordu. Ö n
kapıya yaklaştım, zincirini çözdüm ve kendimi sakin ve
ışıksız gecenin içinde buldum. Sakindi, içinden çıkmış ol­
duğum eve dolan uğultulu fırtına hariç.
Akşam yaptığım yürüyüşte fark ettiğime göre, tapına­
ğa ulaşmamın tek yolu çitlerin olduğu yolu kullanmaktı .
Çitlerin sonu ve duvar arasında bir yol bulabileceği mi dü­
şünmüştüm . Elbiselerimin ve derimin çoğunu kaybetsem
de bunu yaptım. Arkasında ise geçilmesi zor, iç içe geçmiş
çalılardan oluşan bir çayırlık vardı. Sonrasında ise göl ke­
narına inen sarp bir yokuş .. . Sazlıklı alanı zorlukla geç­
tim, tapınak merdivenlerine gelene kadar kafamı yukarı
kaldırmaya cesaret edememiştim .
Burası gün ışığından daha parlaktı, kükreyen birka­
vurucu alev vardı. Tüm hava göz kamaştırıyordu ve alev
gibi bir gökyüzü oluşturuyordu. Ama hiç alev yoktu, sa­
dece yanan bir parlal<lıktı. İ çeri gi remedi m, çünkü içeri-

134
den gelen esinti suratıma alevli bir tokat gibi vurmuştu ve
saçlarımın uçlarının yandığını hissetmiştim ...
Bildiğiniz gibi ben uzağı iyi göremem ve yanılıyor da
olabilirim ama sanının gördüğüm şey buydu. Adak ta­
şından çıkan büyük bir dil yukarı doğru kalktı ve tavanı
yaladı. Alınlıktan alev akıntıları süzülüyordu. Önünde bir
insan vücudu vardı, çıplak bir vücuttu. Bu Dubellay'di.
Çoktan yakılmış ve kararmıştı. Gorgon'un duvardaki
kafası cehennemdeki bir güneş gibi parlıyordu. Bundan
başka bir şey yoktu.
Sanının içeri girmeyi denemem gerekirdi . Gözlerimi
kapattım; parmaklarımın arasından baktığımda, alevle­
rin duvar altından aktığını gördüm. Orada dolaplar ya da
başka muhtemel bir giriş olmalıydı . Daha sonra meşeden
kapı, bir anda gazlı bir bez gibi buruştu ve kızgın akıntı
büyük bir güriiltüyle eve dolmaya başladı.
Acıyı hafifletmek için gölün içine doğru eğildim ve
sonra geldiğim yoldan olabildiğince hızlı bir biçimde koş­
maya başladım. Dubellay, zavallı şeytan, yardım edebile­
ceğim yerden çok uzaktaydı. Bundan sonra ne olduğunu
çok iyi bilmiyorum. Evin bir samanlık gibi yandığını bi­
liyorum . Erkek hizmetçilerden birini çayırlığın üstünde
bulmuştum ve sanının diğerine de odasından yağmur
borusu yardımıyla indirirken yardımcı olmuştum. Kom­
şular geldiğinde ev çoktan küle dönmüştü, ben de anadan
üryan çıplaktım. Beni misafirhaneye götürdüler ve yata­
ğıma yatırdılar. Soruşturma sonuna kadar orada kaldım.
Yargıcın jürisinin aklı karışmıştı ama talihsizlik sonucu
bir ölüm olduğunu fark ettiler. O yaz, kırsal kesimde bir­
çok ev yanmıştı. Dubellay'e ilişkin hiçbir şey bulamadı­
lar. Evden geriye birkaç kararmış sütun dışında hiçbir şey
kalmamıştı. Adak taşı ve heykeller o derece hasar görmüş

1 35
ve kararmıştı ki hiçbir müze onlan kabul etmedi. Ev yeni­
den inşa edilmedi ve sanının hala o haliyle duruyor. Ora­
ya bir daha gidip onlara bakmayacağım.
Nightingale hikayesini bitirdi ve etrafında onu dinle­
yenlere baktı.
"Bir açıklama yapmamı beklemeyin," dedi . "Çünkü
öyle bir şeyim yok. Eğer isterseniz tann Vaunus'un , Du­
bellay'in onun için yaptığı tapınakta yaşadığına ve ona
tapan bu adam korkup Sidonius'un bağlılık değişimini
uygulamayı denediğinde ona sinirlenip ateşli rüzgarıyla
onu yuttuğuna inanabilirsiniz. Bu rüzgar Vaunus'un bir
ikramiyesi olmalıydı. Artık onun hakkında daha çok şey
biliyoruz; geçen sene Galler'de ona ait bir tapınağı ortaya
çıkardılar."
"Yıldınm?" dedi bir tanesi.
"Sakin bir geceydi, gök gürültüsü ve fırtına yoktu,"
dedi Nightingale.
"Kırsal alan volkanik bir yapıda değil mi?" diye sordu
Peckwether. "Doğalgaz cepleri ya da ona benzer bir şey
olabilir mi?"
"Mümkündür. Açıklaman seni tatmin edebilir. Kor­
kanın ki sana yardımcı olamam. Tek bildiğim, o vadiye
bir daha gitmeyi düşünmüyor oluşum ! "
"Peki, Theocritus'a n e oldu?"
"Diğer her şey gibi o da yandı . Yine de bu beni pek
endişelendirmedi . Altı hafta sonra savaş başlamıştı ve
düşünmem gereken başka şeyler vardı."

Çeviren : Doğan Hezer

1 36
H. G. Wells

Korkunun Hayaleti1
"Sizi temin ederim, beni korkutmak için gerçekçi bir ha­
yalet gerekecek," dedim .
Kalkıp elimde bardakla ateşin önünde durdum.
" Bu, senin seçimin," dedi kavruk kollu adam ve göz
ucuyla bana şöyle bir baktı .
"Yirmi sekiz yaşımdayım," dedim. "Hiçbir hayalet
görmedim henüz."
Yaşlı kadın, solgun gözleri oldukça açık bir şekilde,
ateşe dikkatle bakarak oturdu. "Evet," diye söze girdi .
"Yirmi sekiz yıl yaşadınız ve bu evin benzerlerini hiç gör­
mediniz, diye düşünüyorum. Bir kimse yirmi sekiz yaşın­
daysa eğer, daha göreceği pek çok şey vardır." Başını ya­
vaşça yana salladı. "Görmek ve üzülmek için birçok şey . . . "
diye devam etti.
Yaşlı insanların evlerinin manevi korkularını tekrar
eden ısrarlanyla genişletmeye çalıştığından şüphelen-
ı Red Room (Kızıl Oda), adıyla da bilinir.

137
dim. Boş bardağımı masanın üzerine koyup odaya bak­
tım ve odanın sonundaki tuhaf, eski aynada, imkansız bir
dayanıklılığa kısaltılmış ve genişletilmiş bir bakış açısı
yakaladım. "Şey," dedim, "Bu gece bir şey görürsem, çok
daha akıllı olurum. Çünkü her zaman açık fikirliyimdir. "
"Kendi seçiminiz," dedi kavruk kollu adam bir kez
daha.
Dışarıdaki pasajdaki bayrakların üzerinde bir sopa­
nın sesini ve titrek bir adımı duydum; kapının mente­
şeleri ikinci bir adam girdiği zaman gıcırdayarak açıldı,
daha fazla bükülmüş, daha buruşuk, ilkinden bile daha
yaşlı. Kendisini tek bir koltuk değneği ile destekliyordu,
gözleri gölgeyle kaplıydı ve alt dudağı, yan bükülmüş, çü­
rümüş san dişlerinden daha soluk ve pembeydi. Masanın
karşı tarafındaki koltuğa uzanmak için doğruca yürüdü,
beceriksizce oturdu ve öksürmeye başladı. Kavruk kollu
adam, bu yeni gelene kısa bir hoşnutsuzluk hissi verdi ;
yaşlı kadın onun gelişinden haberdar değildi ancak göz­
leri ateşe sabitlenmişti.
"Dedim ki -kendi seçiminiz," dedi , öksürük bir süre
durduğunda kavruk kollu adam.
"Kendi seçimim bu," diye cevap verdim.
Gölgeli adam, ilk defa varlığımın farkına vardı ve beni
görmek için başını bir an çevirdi. Gözlerinin anlık, küçük,
parlak ve iltihaplı görünümünü yakaladım. Sonra- tekrar
öksürmeye başladı.
"Neden içmiyorsun?" dedi kavruk kollu adam, birayı
ona doğru iterek. Gölgelikli adam, titreyen eliyle kendi­
ne bir bardak doldururken yansını masaya döktü. Onun
korkunç gölgesi duvara vuruyordu ve içmeye başladıktan
sonra bu gölge hareketini taklit etti. İtiraf etmeliyim ki,

138
bu tuhaf hizmetlileri çok az bekledim. Aklıma güçsüzlük­
te insanlık dışı bir şeyin var olduğu geldi, sinmiş ve ata­
lardan gelen; insan nitelikleri eski insanlardan beri du­
yarsızca günden güne düşüyor gibi görünen. Onlann üçü
beni rahatsız ettiler; şaşkınlıklan, eğik duruşlan, kendile­
rine ve arka daşlan n a karşı olan rahatsızlıklan ...
"Eğer," dedi, "bana bu hayaletli odanızı gösterirseniz,
orada daha rahat edeceğim."
Öksürüğü olan yaşlı adam kafasını arkaya doğru çe­
virdi ve aniden beni uyandırdı; gölgenin albndan kırmızı
gözle ri ne bir bakış attım ama kimse cevap vermedi. Bir
dakika boyunca masadakilerine bakarak bekledim.
" Eğer," dedim biraz daha yüksek sesle, "bu hayaletli
odayı bana gösterirseniz benimle ilgilenme zahmetinden
kurtannm. "
"Kapının dışında bir mum var," dedi kavruk kolu
adam, bana hitap ederken ayaklanma bakıyordu. "Ama
kızıl odaya gece gidersen ... "
"Bu gece !" dedi yaşlı kadın.
"Yalnız gideceksi n . "
"Peki," diye cevap verdim. "Hangi yöne gidiyorum?"
"Geçit boyunca biraz ilerleyin," dedi. "Bir kapıya ge-
lene kadar gidin, yol boyunca gittikten sonra bir spiral
merdiven var ve ya rıya kadar bir inişin ardından çuha ile
kaplı başka bir kapı göreceksiniz. Oradan girin; sonunda
uzun bir koridor var, kızıl oda soldaki merdivenlerin yu­
kansında."
"Doğru anlamış mıyım?" dedim ve talimatlannı tek­
rarladım. Hatalanmı düzeltti.

1 39
"Gerçekten gidiyor musun?" dedi gölgelikli adam,
tuhaf ve yapmacık yüz ifadesiyle üçüncü kez bana tekrar
bakarak.
"Bu gece! " dedi yaşlı kadın.
"Ben bunun için geldim," dedim ve kapıya doğru iler­
ledim. Bunu yaptığım gibi, gölgelikli yaşlı adam , diğerle­
rine ve ateşe daha yakın olacak şekilde masanın etrafında
dolanarak ayağa kalktı. Kapıya döndüm onlara baktım ve
bir arada olduklarını gördüm karanlık ışığa karşı , omuz­
larının üzerinden bana bakan, eski yüzlerinde bir niyet
ifadesiyle.
Kapıyı açarak, "İyi geceler! " dedim.
"Bu, senin seçimin," dedi kavruk kollu adam.
Mum iyi bir şekilde yanana kadar kapıyı açık bıraktı m
ve ardından oradan ayrılarak serin ve yankılanan pasajda
yürüdüm.
Bu üç yaşlı emektarın tuhaflıkları, emirleri altında
olan hanımın kaleyi terk etmesi, hizmetçinin odasında­
ki koyu tonlu eski moda mobilyalarının toplanması, her
ne kadar heyecandan uzak olmaya çabalamış olsam da,
itiraf etmeliyim ki beni etkilemişti . Başka bir çağa aitti­
ler sanki, manevi şeylerin bizimkinden farklı olduğu bir
çağa, daha az kesin; kehanet ve cadıların inandırıcı oldu­
ğu bir devreye, hayaletlerin inkar edilmez bir olduğu bir
çağa. Zaten kendileri de hayalet gibiydiler; kıyafetlerinin
şekli, ölü beyinlerde doğan moda .. . Odadaki süs eşyaları
ve aletler hayalet gibiydi - günümüz dünyasına katılmış
olmaktan ziyade, hala hayaletli olan, kaybolmuş insanla­
rın düşünceleriydi. Ama bir çaba ile bu tür düşünceleri
kafamdan attım .Uzun, zorlu yer altı geçidi soğuktu ve
tozluydu. Elimdeki mumun alevi dalgalanarak gölgele-

140
ri titretiriyordu. Yankılar sarmal merdivenlerden aşa­
ğı inerken benden sonra bir gölge geliyordu. Bir tanesi
benden önce karanlığa doğru kaçtı . İnişe geldim ve bir
anlığına orada durdum, duyduğum bir hışırtıyı dinledim;
o zaman , mutlak sessizlikten emin olunca, çuha kaplı ka­
pıyı açtım ve koridorda durdum.
Beklediğim şey değildi ; ay ışığı büyük merdivenin üze­
rindeki büyük pencereden girerek, her şeyi canlı siyah ya
da gümüş renginde yansıtıyordu. Her şey yerindeydi. Ev,
on sekiz ay önce değil de sanki dün terk edilmiş gibiydi.
Apliklerde bulunan yuvalarda mumlar vardı ve halılarda
toplanan tozlar cilalı zemin üzerine ay ışığında görünme­
yecek kadar dağılmıştı . Ben ilerlemek üzereydim. Aniden
durdum. Duvarın köşesinde benden gizli bir bronz öbek
duruyordu ancak gölgesi, beyaz lambri üzerine muhte­
şem bir ayrıcalıkla düştü ve birilerinin beni sarstığı iz­
lenimini verdi. Belki yanın dakikalığına kaskatı kaldım.
Sonra, elimle cebimdeki tabancayı tutarak ilerledim, tek
bulduğum yalnızca ay ışığında parlayan bir Ganymedes
ve Kartal'dı . Bu olay gerkin olan sinirlerimi biraz gevşet­
ti, kakmalı masadaki porseleni aniden görünce beni çok
korkmadı .
Kızıl odaya giden kapı ve merdivene giden kapı göl­
geli bir köşedeydi. Kapıyı açmadan önce durduğum girin­
tinin şeklini açıkça görebilmek için mumumu bir taraf­
tan diğerine taşıdım . Burada, atalarımın bulunduğunu
sandığım ve bana ani sancılı bir endişe veren o hikayenin
anısına, omzumun üzerinden ay ışığının altındaki Gan­
ymedes' e baktım ve kızıl odanın kapısını aceleyle açtım.
Bir yandan da sahanlığın ıssız sessizliğini dinliyordum.
İçeri girdim, kapıyı bir defada kapattım. İçeride kilit
üzerinde bulduğum anahtarı çevirdim ve sabahlayacağım

141
yeri, Lorraine Şatosu'nun genç dükünün büyük kırmızı
odasını, elimde tuttuğum mumla inceledim. Daha doğru­
su, ölmeye başladığı çünkü kapıyı açmış ve çıkmış oldu­
ğum basamaklardan aşağı düşmüştü. Bu onun sabahla­
yışının, bu yerin hayaletli geçmişini yenmek için giriştiği
son mücadelesinin sonu olmuştu. Asla, felcin batıl inanç­
lara bu kadar katkısı olmamıştır. Odayla birlikte anılan
daha eski hi�yeler de vardı, bu en eski hikayelerden biri,
ürkek bir kadınla kocasının şaka yapmak için onu korkut­
masının trajediyle sonuçlanan yan inanılır hikayesiydi.
Gölgeli pencere koylan, girintileri ve cumbaları ile bu bü­
yük kasvetli odaya bakarak siyah köşelerinde filizlenmiş
efsaneleri, çimlenmekte olan karanlığı iyi anlayabiliriz.
Benim mumum, enginlikte ufak bir alev diliydi, odanın
diğer ucunu aydınlatamıyordu ve ışık adasının ötesinde
bir gizem ve sır okyanusu bırakıyordu.
Orada sistematik incelemeyi bir kerede yapmaya ka­
rar verdim ve üzerimde bir tutku elde etmeden önce onun
belirsizliği ile ilgili hayali önerileri ortadan kaldırdım.
Kapının sürgülendiğinden emin olduktan sonra, odanın
etrafında yürümeye, her eşyanın etrafından dolaşarak,
yatağın valanslannı sıkıştırarak perdeleri genişçe açma­
ya başladım. Güneşlikleri çektim ve panjurları kapatma­
dan önce birkaç pencerenin bağlantısını inceledim, ileri­
ye doğru uzandım ve geniş bacalann karanlığına baktım.
Herhangi bir gizli açıklık bulabilmek için koyu- meşe
panellere dokundum . Odada iki büyük ayna vardı, her
birinde mumlan taşıyan bir çift sundurma bulunuyor­
du. Şöminedeki şamdanlanndan daha fazla mum vardı.
Bütün bunlar birbiri ardına yanıyordu. Ateş yakılmaya
hazırdı. Ateşi yaktım . İyi bir şekilde yanıyorken arkamı
dönüp tekrar odaya baktım. Şintz kaplı bir koltuğu ve bir

142
masayı, önümde bir tür barikat oluşturmak için çektim
ve üzerine silahımı her an tutmaya hazır bıraktım. Sına­
vım beni iyi yoklamıştı ; yine de mekanın koyu karanlığı
ile mükemmel durgunluğunu, hayal gücüm için çok tetik­
leyici bulmuştum. Ateşin sesinin yankısı ve çatırdaması
bana hiç rahat vermiyordu. Sondaki bölmede bulunan
gölge tanımlanamaz bir niteliğe sahipti, yaşayan bir şe­
yin oralarda dolaştığının tuhaf fikri, sessizlik ve yalnızlık
içinde çok kolay geldi. Sonunda, kendimi rahatlatmak
için bir mum ile yürüdüm ve orada somut bir şey olmadı­
ğını gördükten sonra ferahladım. Mumu oyuğun üzerine
koydum , o pozisyonda bıraktım.
Bu zamana kadar sinirli bir gerginlik halindeydim ama
ortada böyle olmam için yeterli bir sebep yoktu. Zihnim
yeterince dinçti. Doğaüstü hiçbir şeyin olamayacağını
koşulsuzca kabullenmiştim. Zaman geçirmek için Ingol­
dsby efsanelerinin usulüyle kafiyeleri bir araya getirmeye
başladım. Birkaç defa yüksek sesle konuştum ama yan­
kılar tekinsiz bir atmosfer oluşturuyordu. Aynı sebepten
ötürü, bir süre sonra, hayaletlerin ve unutulmazhğın im­
kansızlığı üzerine kendimi düşünürken buldum. Aklım,
üç yaşlı ve tuhaf kişiye geri döndü ve bu konu üzerinde
durmaya çalıştım . Odanın kızıl ve siyahı beni rahatsız
etti ; yedi mumla bile burası loştu. Cumbadaki mumun
alevi bir hava akımıyla titreşmeye başladı. Bir çare bul­
mak için pasajda gördüğüm mumlan hatırladım ve hafif
bir gayretle ay ışığına doğru yürüdüm, bir mum taşıyarak
ve kapıyı açık bırakarak on kadar mumla geri döndüm.
Bunlan odanın seyrek olarak süslendiği porselen ıvır zı­
vırlannın yanına koydum, onları yaktım ve gölgenin en
derin olduğu yerlere, bazılarını yere, bazılarını pencere
girişlerine koydum , ta ki on yedi mumun tamamı yana-

143
na ve odanın her santimini aydınlatana ve en az birinin
doğrudan ışığını alana kadar. Hayalet geldiğinde onlann
üzerinden geçmemesi için onu caydırabilirdim. Oda şim­
di oldukça parlak bir şekilde aydınlanıyordu. Bu küçük
alevlerde çok neşeli ve güven verici bir şeyler vardı. On­
lann yanık u çla rı nı kesmek bana bir uğraş verdi ve zama­
nın geçişine dair iyi hissettirdi.
Yine de burada sabahlamanın ağırlığı üzerime çök­
müştü. Gece yansından sonra cumbadaki mum aniden
söndü ve siyah gölge tekrar yerini aldı . Mumun söndü­
ğünü göremedim; sadece döndüm ve karanlıkla yüz yüze
kaldım, tıpkı beklenmedik bir yabancıyla karşılaşıp kork­
mak gibiydi. "Vay canına!n dedim, yüksek sesle. " Bu ger­
çek bir esinti! "
Kibritleri masadan aldım, köşeyi tekrar aydınlatmak
için odaya doğru yavaşça yürüdüm. İlk kibrit yanmadı ve
ikincisini yakabildiğim an, karşımdaki duvarda bir şey
göz kırpıyor gibiydi. Başımı istemeden çevirdim ve şömi­
nenin yanındaki küçük masada iki mumun söndüğünü
gördüm. Ayağa kalktım.
"Garip! " dedim. " Bunu dalgınlık halinde kendim mi
yaptı m ?
"

Bir tanesini tekrar yakmak için ilerledim; bunu yap­


tığım gibi, aynalardan birinin sağ apliğinde bir mumun
söndüğünü gördüm ; yanındaki mum da onu takip etmiş­
ti. Bu konuda bir yanlışlık yoktu. Alev kayboldu ; sanki
fitiller bir parmak ve başparmak arasında kıstınlmıştı;
fitil ne parlıyordu ne de dumanı tütüyordu ama siyahtı.
Öylece donakaldım ; yatağın dibindeki mum da söndü ve
gölgeler sanki bana doğru bir adım daha yaklaştı .

144
"Bu çok garip! " dedim. Ardından şöminenin üzerin­
deki diğer mumlar da söndü.
"Neler oluyor?" diye yüksek bir sesle bağırdım, sesim
garip bir tona bürünmüştü. O sırada gardırobun üzerin­
deki, ardından da cumbadaki mum da söndü.
"Yeter ama ! " dedim. "Bu mumlara ihtiyaç var."
Yan histerili bir cıvıklık ile konuşuyor, bir yandan
kibritleri şöminedeki şamdanlar için yakmaya çalışıyor­
dum . Ellerim o kadar titriyordu ki iki kez kibrit kutusunu
ıskaladım. Şömine tekrar karanlıktan çıkarken pencere­
nin ucundaki iki mum gölgede kaldı . Aynı kibritle daha
büyük aynanın mumlannı ve kapının yanında yerde du­
ranlan da yakıyordum, artık mumlara galip geliyordum.
Ama sonra bir yaylım ateşindeymiş gibi, odanın farklı
köşelerinde dört mum birden söndü ve aceleyle titreye­
rek bir kibrit daha yaktım ve onu alıp almama konusunda
tereddüt ettim.
Kararsızlık içinde beklerken, görünmez bir el masa­
daki iki mumu söndürüyor gibiydi. Bir dehşet çığlığı ile
oyuğa ilerledim, sonra köşeye, ardından da pencereye
doğru atılarak üçünü yaktığımda şöminenin yanında iki
tane daha söndü ; sonra aklıma daha iyi bir yol geldi ve
kibritleri köşedeki demir kaplı kağıtlığa bırakıp yatak
odası şamdanını kaptım . Bununla ben kibritleri yakarken
zaman kaybetmeyecekti m ; tüm bunlara rağmen mumla­
rın biteviye sönmesi devam etti, korktuğum ve savaştığım
gölgeler geri döndü; üzerime üzerime geliyorlardı. Yıldız­
lann dışına sıçrayan dağınık bir fırtına bulutu gibiydiler.
Birbiri ardına görünüp kayboluyorlardı. Gelecek karanlı­
ğın dehşetiyle neredeyse çılgına döndüm; neredeyse ben­
liğimi kaybedecektim. Su acımasız ilerleyişe karşı boş bir

145
mücadeleyle nefes nefese kaldım ve bir mumdan ötekine
ateş dağıttım .
Masaya çarparak bacağımı morarttı m, bir sandalye
devirdim, tökezledim ve düşerken masa örtüsüne takıla­
rak örtüyü masadan çektim. Mumum düştü ve ben ayağa
kalkarken bir tanesini yakalayabildim. Harekete geçtiğim
anda masayı aşın salladığım için ani hareketimin rüzga­
rıyla söndü, onlan kalan iki mum da takip etti. Fakat oda­
da hala ışık vardı, gölgeleri benden uzak tutan kızıl bir
ışık . . . Ateş! .. Hala mumu oraya tutabilir ve yakabilirdim !
Alevlerin sürekli parlayan kömürler arasında dans et­
tikleri ve mobilyalann üzerine kızıl yansımaları sıçrattığı
yere döndüm ve ızgaraya doğru iki adım attım ; alevler
azaldı, titreşip yok oldular. Yansımalar ortadan kaybol­
du ve mumlan demirlerin arasından ittiğimde sanki bir
gözün kapanması gibi karanlık üzerime çöktü, boğucu bir
kucaklama etrafımı sardı, görüşümü mühürledi ve aklın
son izlerini beynimden sildi. Mum elimden düştü. Kolla­
rımı, o karamsarlığı benden uzaklaştırmak için salladım
ve sesimi yükselterek tüm gücümle çığlık attım - bir kez,
iki kez, üç kez . . . Ardından tökezlemiş olmalıyım. Aniden
ay ışığının aydınlattığı koridora çıkmayı düşündüm; ba­
şım eğik ve kollanın yüzüme kapanmışken kapıya koş­
tum.
Kapının yerini unutmuştum. Yatağın köşesine sert bir
şekilde çarptım. Geri adım attım, döndüm ve ardından
ya biri bana çarptı ya da diğer hantal mobilyalara ben
kendim takılmış olmalıyım. Kendimi hırpaladığıma dair
belli belirsiz anılanın var, bu yüzden karanlıkta ileri geri,
sıkışık bir alanda hareket etmeye çalıştığımı ve alnımda
güçlü bir darbe ile sersemledim. Son bir çabayla ayak ba­
sacak bir yer arıyordum; geri s i n i hatırlamıyorum.

146
Gözlerimi açtığı mda gün ışımıştı. Kafam özensizce
sargılıydı ve kavruk kollu adam yüzümü izliyordu. Kendi­
mi düşündüm, ne olduğunu hatırlayamadığım bir bo şl uk
için hatırlamaya çalıştım. Köşeye döndüm ve ya şl ı kadını
gördüm, küçük mavi bir şişeden bir miktar ilacı bir bar­
dağa döküyordu. " Neredeyim? " diye sordum, "Sizleri ha­
tırlıyor gibiyim fakat tam olarak çıkaramadım." ·

Olup biteni anlattılar; hayaletli Kızıl Oda'yı bir masal


dinler gibi dinledim . "Seni şa fakta bulduk," dedi, "Aln ı n­
da ve dudaldannda kan vardı ."
Yaşadıklanmı hatırlamam çok yavaş oldu. "Şimdi ina­
nıyorsun değil mi" dedi yaşlı adam, "Odanın hayal etl i ol­
duğuna?"
Artık davetsiz misafirleri selamlayan biri değil, yaralı
bir arkadaş için acı çeken biri olarak konuşuyordu.
"Evet," dedim, "oda hayaletli."
"İşte gördün. Hayatımız boyunca burada ya ş ad ık, onu
hiç gö rm e di k. Çünkü buna cesaret edemedik . . . Bize söyle,
gerçekten eski kont mu ... "
"Hayır," dedim. "O değil. "
"Sana onda n bahsettim," dedi yaşlı kadın, elinde bar­
dak vardı. " Ko rkm uş, zavallı, genç kontesten."
" Öyle değil,'' dedim. "O odada ne bir kont hayaleti ne
de kontes var; orada hiçbir hayalet yok, ama daha kötüsü,
daha da kötüsü . . . "
"Ne?" dediler.
"Ölümlü insanlara musallat olan her şeyin en kötüsü"
dedim, "Ve bu, tüm çıplaklığıyla: Korku ! Korku, ışığa ve
sese sahip olmayacak, akılla durdurulamayacak; o sağır-

147
laştınr, karanlıklaştınr ve bunaltır. O odada benimle sa­
vaştı; koridordan takip etti. "
Aniden durdum. Sessizlik vardı. Elim sargılanma gitti .
Ardından gölgeli adam iç geçirdi ve konuştu : "İşte
bu! " dedi. "Bunun olduğunu biliyordum. Karanlığın gücü.
Bir kadını böyle lanetlemek! Her ı.aman pusuda bekler.
Gündüz, parl ak bir yaz gününde bile hissedebilirsin , ne
kadar yüzünü dönersen dön, o hep arkandadır. Akşam
karanlığında koridor boyunca pusudadır; seni takip eder.
Böylece dönmeye cesaret edemezsin. O odada korku var:
Kara korku. Bu günahkar ev var olduğu sürece de orada
olmaya devam edecek. "

Çeviren: Doğa n Hezer

14A
Edward Lucas

Lukundoo
"Mantıklı olan," dedi Twombly, ki ş i n i n gördüğüne inan­
"

masıdır ve hem gördüğü hem de duyduğu uyuştuğunda


şüphe ortadan kalkar. Kişi bir olguyu hem görüp hem de
ötekilerden duyarak tasdik ediyorsa ona inanmak duru­
mundadır."
"Her zaman değil," diye ekledi S i ngl et o n, sessizce.
Sohbetin müdahilleri Singleton'a döndü. Twombly
sırtı şömineye dönük şekilde, bir kilimin üzerinde ayakta
duruyordu; bacaklan açık, alışkın olduğu üzere odaya ha­
kim bir vaziyette. Singleton'sa alışılageldiğinden farksız,
odanın uzak bir köşe siyl e bütünleşmişti. Singleton ko­
nuştuğu n da laf kalabalığı değil gerçekten bir şey söylen­
miş olurdu. Biz de bunu bilip takdir eden bir sessizlikle
ona dö n dük , sözlerinin devamını bekledik.
Kısa bir sessizlikten sonra, "Afrika'da hem görüp hem de
duyduğum bir şeyden bahsetmek istiyorum," diye başladı.

149
Eğer olması imkfuısız olarak gördüğümüz bir şey varsa,
o da Singleton'ın Afrika'da yaşadıklarına dair doğru düzgün
bir şey anlatmasıydı. Tıpkı hikayede Alpler'e tırmanışını,
tırmanıp indiği şekliyle anlatan dağcı gibi, Singleton'ın ko­
nuya dair anlatılan tamamıyla oraya gittiği ve döndüğü üze­
rineydi. Söyledikleri ilgimizi çekmişti. O da kendine çekidü­
zen verdi, Singleton artık merkezdeydi; el altından hızlıca
yeni purolar yakıldı. Singleton bir puro ateşledi ama onunki
hemen söndü, tekrar yakmaya da ten ezzül etmedi.

1. Bölüm

Büyük Ormanda pigm ele ri arıyorduk. Van Rieten;


Sta nley ve ötekilerin bulduğu cücelerin, yöre halkı ile siya­
hiler ve gerçek pigmeler arasında üre meyle ortaya çıkmış
bi r melez halk olduğu kanısındaydı. Boylan ancak bir met­
re, belki daha kısa boyda bir yerli kabile bulabileceği umu­
dundaydı. Ne yazık ki böyle bir halka dair bir iz bulamadık.
Yerli halk sayı ca çok azdı; av hayvanlan d ış ı nda yeni­
lebilir hiçbir ş eyle ri yoktu. Onların da sayılan azdı ; gözü n
aldığı nca derin, karanlık, göğü örten bir orma n da n başka
bi r şey yok gib iydi . Bu diyarda sıra dı şı sayılabilecek ye­
gane şey bizdik; karşılaştığımız yer l i lerden hiçbiri beyaz
bir adam gö rme m i şti , pek çoğu va rl ığı m ı zda n haberdar
da h i değildi. Bir g ü n , öğlede n sonra yorgunluktan bitmiş
bir İ n gil i z kampımıza çıkageldi . Biz onun çevrede bulun­
duğu n a dair bir havadis a l m a m ıştık ; o ise ya l nı zca !:>izden
haberdar olmakla kal ma m ı ş , bize ul aşab il me k için beş
günlük zorlu bir yolcu luk yapmıştı. Rehberi ve iki hama­
lı da en az o nu n kadar bitkindi . Pa rçala nmı ş kıyafet le ri
ve kirli sa kal ı na rağmen, duruşundan, her gün tı raş olan,
üst ün e başına önem veren biri olduğu anlaşılıyordu . Ufak
tefekti ancak daya nı kl ı bi r görünü m ü vardı. Siması, b i r

150
yabancıya he rhangi bir duyguyu hissettirmesi mümkün
olmayan vakur bir İngiliz simasıydı; görgü kurallannın
elverdiğinden öte bir hissi yansıtmayan, kimseye kanş­
mayan ya da rahatsız etmeyen bir yüz.
Adı Et ch am 'd ı . Kendisini alçak gönüllü bir tavırla ta­
nıttı ve yemeği, onun hakkında şüpheye kapılmamamız
içi n bizimle birlikte yedi ; hamallanmızın onunkilerden
öğrendiği kadanyla son beş günde sadece üç defa yemek
yemişti, o da ufak öğünlerle. Yemekten sonra tüttürürken
buraya gelişinin sebebini açıkladı .
" Şefim perişan bir halde, yatağa mahkum yaşıyor,"
diye başladı , bir nefes daha çekerken, "Bu şekilde devam
ederse kendini kaybetmesi muhakkak. Düşündüm, belki
de ... "
Yumuşak, dingin bir edayla konuşuyordu ancak üst
dudağındaki o fırça gibi bıyığının altında terliyor oldu­
ğunu görebiliyor, aynı zamanda sesinde bastınlmış bir
duygun un tınısını, gözlerinde perdelenmiş bir heyecanı
ve tavnndaki gizlemeye çalışbğı kaygıyı sezebiliyordum.
Van Rieten, bunlan fark etmemiş görünüyordu, fark et­
tiyse bile çaktırmıyordu. Yine de dinlemeye devam etti,
beni şaşırtan da buydu. Böyle bir şeyi hemen reddedecek
türden bir adamdı . Buna rağmen Etcham'ın duraksayan,
anlaşıl ması güç imalannı dinlemeye devam etti. Üstüne
üstlük adama soru bile sordu :
"Şefin kim?"
"Stone," dedi Etcham dudaklan arasından, peltekçe.
Bu kelime ikimizi de heyecanlandırdı.
"Ralp Stone mu?" diye döküldü ikimizin de dudakla­
nndan aynı anda.
Etcham başıyla onayladı.

151
Bu sözlerin üzerine Van Rieten ve beni saran birkaç
dakikalık bir sessizlik oldu. Van Rieten onu hiç görme­
mişti ancak ben Stone'la sınıf arkadaşıydım ve pek çok
gece, kamp ateşi başında kendisine ondan bahsetmiştim.
En son iki sene kadar önce haber almıştık. Luebo'nun
güneyindeki Balunda diyarında bir büyücü-hekime karşı
üzerine kitaplar yazılacak bir mücadeleye girişmiş, so­
nunda Stone onu bozguna uğratıp tüm kabilesinin önün­
de küçük düşürmüştü. Büyücü-hekim kabile totemlerini
parçalamış ve düdüğünü Stone'a hediye etmişti. Elijah'ın,
Baal'ın peygamberlerine karşı zaferi gibiydi, bu durum
B al unda kabilesi için daha gerçekçiydi.
Stone bu esrarengiz diyardan çoktan ayrılmıştır diye
düşünüyorduk, oysa görünüşe göre halen Afrika'daymış;
bir anda karşımızda belirmişti ve arayışımızın sekteye
uğraması kaçınılmazdı.

il. Bölüm

Etcham'ın Stone'un adını ağzına alışı aklımıza trajik


bir şekilde ölen o harika ebeveynlerini getirdi. Üniversite
günlerindeki parlayışı insanı şaşkına uğratan zenginliği
henüz genç erkekliğinin vaadi, kulaktan kulağa yayılmış
ve neredeyse gerçek bir ün halini almış o kötü şöhreti
kurgu edebiyata verdiği eserle bir anda parlamış, güzel­
liği ve cazibesiyle tanınan genç bir yazar hanımefendiy­
le ilişkisi . . . Sonrasında evliliklerini sonlandıran skandal;
müstakbel gelinin her şeye rağmen sürdürdüğü özverisi;
olaylardan sonra ettikleri kavga ; boşanmaları ; skandala
adı kanşmış diğer hanı mefendiyle olan gereğinden fazla
duyurulmuş evlilik ilamı ; aniden b oşa ndığı eşiyle tekrar
evlenişi ; ikinci bir kavga sonrasında tekrar boşanmala­
n ; ana vatanını terk edişi ve kara lataya vanşı Tüm bu
. . .

152
hikayenin yoğunluğu bir anda üzerime bulut gibi çöktü
ve tahminimce Van Rieten da aynısını hissetmiş olmalı ki
sus pus olmuştu . Sonra sordu:
"Peki ya Werne r nerede?"
"Öldü," dedi Etcham . "Ben Stone'a katılmadan önce
ölmüş."
"Luebo'da Stone ile birlikte değil miydin?"
"Hayır, ona Stanley Şela!eri'nde katıldım."
"Peki, şu a n d a yamnda kim var?"
"Sadece Zanzibar'dan getirdiği hizmetliler ve ha mal­
lan," diye cevapladı Etcham.
"Nereden gelme hamallar?" diye üsteledi Van Rieten .
Etcham detaya girmeden, "Mang-Battu kabilesin­
den," dedi.
Bu son söylediği hem beni hem de Van Rieten'ı etki­
lemişti. Stone'un insanlar üzerindeki liderlik vasfım ka­
mtlar nitelikteydi . Mang-Battu kabilesi kendi topraklan
dışmda hamallık yapmayı, uzun ve zor yolculuklara çık­
mayı reddetmeleriyle tanımrdı .
Van Rieten'ın bir sonraki sorusu, "Mang-Battularla
uzun vakit geçirdin mi?" oldu.
" Birkaç h afta, " dedi Etcha m. 'Stone onlarla yakın ola­
rak ilgilendi ve dillerinin belirgin bir kısmım öğrenebildi.
Kendilerinin Balunda kabilesinin bir kolu olduğu görü­
şü n de . Hem geleneklerinden öğrenebildikleri bunu ka­
nıtlar nitelikte."
"Ne yiyip içiyorsunuz peki?" diye sorguladı Van Rieten.
"Genelde av hayvanlan . "
"Stone ne kadardır yatalak?"

153
"Bir aydan fazla süredir."
" Bu süre boyunca bizi mi arıyordun?" diye sordu Van
Rieten.
Etcham'ın yüzü, güneşten kavrulmuş, soyulmuş oldu­
ğu halde kızarmış göründü.
Kederli bir edayla itiraf etti, "Sizi birden fazla kere kıl
payıyla kaçırdım. Ben de çok iyi durumda değilim hani."
Van Rieten, "Peki ya n e sorunu var şefinin?" diye de­
vam etti sorgulamaya.
"Kara çıban benzeri bir şey. "
"Bir iki kara çıban onun gibi birine koymamalı," dedi
Van Rieten.
"Kara çıban değiller ama," diye açıklamaya başladı
Etcham. "Bir iki tane falan değil . Vücudunda düzinelerce
çıktı. Bazen belki beş tane birden aynı anda. Kara çıban
olsa çoktan ölmüş olurdu. Bazılan o kadar kötü olmasa
da diğerleri için aynı şeyi söyleyemem ."
"Ne demek istiyorsun, anlayamadım?" diye sorguladı
Van Rieten.
"Yani," diye başlayıp duraksadı Etcham, "Kara çıban
kadar büyük ve derin değiller, öyle acı veren ya da ateş
yapan cinsten de değil. Ama sanki bir şekilde aklı den­
gesini etkileyen bir hastalık gibi ilerliy<>r. Ö nceleri onlan
sarmama izin verdi ama ilerledikçe benden ve adamlar­
dan dikkatle gizlemeye başladı. Baş verdiklerinde çadı­
nndan dışan çıkmıyor ve konuşmak dahil herhangi bir
yardım teklifini kabul etmiyordu."
"Yeterince sargı beziniz var mı peki?"
"Aslında var," dedi Etcham, çekinerek. "Ama onlan
kullanmıyor. Eskilerini yıkayıp tekrar tekrar kullanıyor. "

154
" Peki ya şişliklere ne ya p ıyor? "

"Usturasıyla onları ka zıyıp ten seviyes ine kadar düz­


lüyor."
"Ne?! " diye haykı rd ı , Va n Ri ete n şaşkı nlıkla .

Etcham h içbir cevap vermeden, ifadesizce Van Rie­


ten'ın yüzüne bakm aya devam etti.
"Kusura bakma ," diye başladı Van Rieten, saki nleşe­
rek. "Beni şaşırttın gerçekten. Söyl e dikle ri n kara çıban
olamaz. Öyl e olsa çoktan ölmüş olurdu."
" Hatırladığım kadarıyla kara çıb an olmadıklarını söy­
lemiştim."
" Bu adam del i rm iş olmalı !" diye feryat etti Van Rieten.
"Tam olarak öyle," dedi Etcham . "Artık ne laf d inliyo r
ne de yardım etmemize izin veriyor."
" Peki ya ne kadarı n ı bu şekilde tedavi etti?" diye sor-
gulad ı Van Rieten.
Etcham, "Bildiğim kada nyl a iki ," diyerek yanıtladı .
Van Rieten, ı s ra rl a devam etti : "Sadece iki mi ? "
Etcham yi n e kızardı.
"Onu gözetliyordum," diye itiraf etti, Kal d ığı kulü­
"

bedeki bir aralıktan. Ken di kendine bakamadığına karar


kılıp gizlice izlemek zorunda hi ssettim."
"Ben de aynı şekilde d üşü n üyoru m, " diye onadı Van
Rieten. " Bunu iki sefer yaptığını mı gö rdün peki?"
"Tahminimce," diye başladı Etcham, "Geri kalanları-
na da benzer bir tedavi uyguladı . "
" Peki ya kaç tane çıban çı ktı ? "

" Düzinelerce."
"Yemek yiyor mu bari?"

155
"Bir kurt gibi; iki hamalın yediğinden fazla."
"Yürüyebiliyor mu?"
Etcham ifadesizce, "Biraz sürünebiliyor ancak, inle-
yerek."
"Ateşi de yok demiştin," diye sesli düşündü Van Rieten.
"Normalinden fazla ateşi var."
"Peki ya hezeyan yaşıyor mu?"
"Sadece iki kere," diye cevapladı Etcham, "İlk şişlik
başladığında ve sonrasında bir kere daha. Bu olduğunda
kimsenin ona yanaşmasına izin vermedi. Ama uzaktan da
olsa onu konuşurken duyduk, durmaksızın konuşuyordu ;
yerlileri de korkuttu."
"O esnada yerlilerin dilini mi konuşuyordu? "
"Hayır ancak benzeri bir dille konuşuyordu. Hamed
Burghash , onun Balunda dilini konuştuğunu s öyl edi . Ben
pek aşina değilim, onun gibi bir dil öğrenme kabiliyetim
de yok. Bir haftada Stone, Mang-Battu dilini, benim bir
senede öğrenebileceğimden daha iyi öğrendi . Ancak duy­
duklanmın bir kısmı Mang-Battuların diline de benziyor­
du. Her neyse, sonuçta Mang-Battu hamallan korkuttu."
"Nasıl korkuttu?" diye üsteledi Van Rieten.
"Sadece onlan değil, Zanzibarlıları da, beni, hatta Ha­
med Burghash'ı bile. Ancak farklı bir nedenle. İki sesle
konuşuyordu."
" İ ki sesle ha? " diye tekrarladı Van Rieten.
"Evet," dedi Etcham, önceki konuşmasına nazaran ba­
tın sayılır bir heyecanla. "İki sesle konuşuyordu, sanki bir
diyalog gibi. Biri kendi sesi; öteki daha önce hiç duymadı­
ğım zayıf, i nce, sızlanan bir ses. Bildiğim bazı Mang-Battu
sözcüklerini aralanndan çıkarabildi m: nedru, metababa

1�6
ve nedo ; onlann "baş", "omuz" ve "bacak" için kullandıkla­
n kelimeler ve belki kudra ve nekere, ("konuşmak" ve "ıs­
lık"); o rahatsız edici sesten de matampia, angunzi ve ka­
momami, ("öldür", "ölüm" ve ."nefret") . Hamed Burghash
da bunlan duyduğunu söyledi. Mang-Battu dilini benden
çok daha iyi biliyor."
" Peki, hamallar ne dedi?"
"Onlar sadece Lukundoo dediler," diye cevapladı Etcham.
"Bu kelimeyi bilmiyordum ancak Hame<l Burghash bana
Mang-Battu dilinde "leopar" anlamına geldiğini söyledi."
"Mang- Battu dilinde büyücülük demek," diye yorum­
ladı Van Rieten .
"Böyle olduğuna inanmalanna şaşırmazdım doğrusu,"
diye cevapladı Etcham, "Onun iki sesle konuştuğunu duy­
mak bile insanı büyücülüğe inandırmaya yeter de artardı."
"Bir ses diğerini cevaplıyordu demek?" diye tekrar
sordu Van Rieten.
Etcham'ın güneş kavruğu yüzü solmuş göründü.
"Bazen ikisi aynı anda," diye cevapladı, boğuk bir sesle.
"İkisi aynı anda ha ! " diye haykırdı Van Rieten.
"Adamlar da aynısını duydu. Hepsi bu kadar değil üs-
telik. "
Sonra durup çaresiz gözlerle bize baktı.
" Bir adam aynı anda konuşup ıslık çalabilir mi?"
Van Rieten, "Ne demeye çalışıyorsun be adam?" diye
sordu i nanamayarak.
"Stone, kendi kendine sayıklayarak ötede yürüyordu ;
o tok, bariton sesi, sayıklarken bir yandan tiz, tüyler ür­
pertici bir ıslık duyuyorduk. Garip, hınltıya benzer bir ses.
Yetişkin bir adam ne denli tiz ıslık çalmaya çalışırsa çalış-

157
sın, bir çocuk veya bir kadınınkinden farklıdır; onlannki
her şekilde daha tizdir. Küçücük bir kız çocuğu akortsuz
ıslık çalıyor gibiydi ancak çok daha kulak tırmalayan bir
sesle ve Stone'un tok sesinden oldukça farklıydı ."
"Onun yanına gitmediniz ha! ?" diye koyuverdi kendi­
ni Van Rieten.
Etcham, başını olumsuz anlamda iki yana sallayarak,
"Onu, bir kimseyi tehdit ederken hiç görmemiştim ama
kendisi daha öncesinde kısık ancak kesin· bir tonda, şayet
böyle bir durum olursa -aramızdan herhangi biri onun
yanına giderse- ki buna ben de dahildim, onun öleceği­
ni söylemişti. Beni aksini yapmamaya ikna eden, sözleri
değil, tavnydı. Ölüm döşeğinde, tebaasına yalnız b ı rakı l­
mayı emreden bir hükümdar gibiydi . Kimsenin karşı ge­
lemeyeceği bir arzuydu."
Van Rieten kısaca, " Anl ıyo ru m , diye cevapladı.
"

"Gerçekten sefil halde, " diye tekrarladı Etcham,


umutsuz bir sesle. " Düşünüyordum da belki ... "

Stone'a karşı olan bu sıra dışı ilgi ve sevgisi, gelenek­


sel eğitimin vermiş olduğu o sıkı duvann ardından belli
oluyordu. Stone'a neredeyse tapınma halinde bir tutkuy­
la bağlı olduğu aşikardı .
Pek çok becerikl i adam gibi, Van Ri eten'ın da sert bir
bencillik daman vardı ve bu sözlerin üz.erine ortaya çıktı.
Bizim de, tıpkı Stone gibi, ancak günü kurtaracak denli
kaynağımız olduğunu, aralannda kan ve gaye bağı olan iki
kaşif arasındaki sorumluluğu i nkar edemeyeceğini ancak
yüksek ihtimalle artık yardımın ötesinde olan bir adam
için kendi grubunu riske atamayacağını söyledi . Tek bir
grup içi n bile avlanmak yeterince giiçtü ve iki grup bir
araya gelirse daha da güç olacaktı; açlık riski çok büyük-

158
tü. Yolumuzu bir haftalık mesafe kadar değiştirmek -ki
buraya beş günde gelebildiği için Etcham 'ı tebrik etmiş­
ti- bu keşif serüvenimizi tamamen sonlandırabilirdi.

111. Bölüm

Van Rieten, mantığının sesini dinlemiş ve karannı


vermişti. Etcham karşısında boynu bükük, özür diler bir
halde bekliyordu ; sanki müdürün karşısına çıkmış bir il­
kokul öğrencisi gibiydi. Van Rieten konuyu değiştirdi :
" Ben pigmelerin peşindeyim, hayatım pahasına olsa
dahi pigmeleri aramaya devam edeceğim."
" Öyleyse, " dedi Etcham sessizce, "belki bunlar ilginizi
çeker."
Gömleğinin yan cebinden iki ufak cisim çıkartıp Van Rie­
ancak şeftaliden
ten'a uzattı. Yuvarlak, iri bir erikten h8llice
ufak, erişkin bir adamın avucuna oturacak boyda şeylerdi. Si­
yah renkteydiler, ilk başta ne olduk1anru anlayamadım.
" Pigmeler! " diye haykırdı Van Rieten. "Gerçekten de
pigmeler ! Ancak iki ayak boyunda olmalılar! Bunlar eriş­
kin kafataslan mı diyorsun şimdi?"
Etcham sakin bir tonda, "Hiçbir şey demiyorum. Ken­
din gelip görebilirsin , istersen," dedi.
Van Rieten, kafataslanndan birini bana uzattı. Gün
daha yeni batıyordu ve hala görebilecek kadar ışık varken
onlan yakından inceledim. Kurumuş kafatası harika bir
şekilde korunmuştu ve Arj antin'den gelme kurutulmuş
et denli kaskatıydı . Boyun olması gereken yerde, erimiş
olan kaslann arasından omurgası görünüyordu; üzerin­
deki et büzüşüp, kıvnm kıvnm bir hal almıştı. Küçük,
sivri bir çenesi, eti çekilmiş dudaklann arasında görünen
beyaz, düzgün dişleri , minik, düz bir burnu, geriye yatık

159
bir alnı, kafa ve yüz bölgesinde dağınık halde tüyleri var­
dı. Bu kafatası bir bebek, çocuk ya da genç birine ait de­
ğildi; erişkin veya yaşlı bir kafatasıydı.
Van Rieten, "Bunlar nereden geldi, kaynağı nedir?
diye sorguladı.
Etcham kesin bir ses tonuyla, .. Bilmiyorum . Onlan
Stone'a yardımcı olabilecek bir ilaç ya da iksir bulmak
umuduyla eşyalannı kanştınrken buldum. Nereden bul­
du, bilmiyorum. Ancak bu bölgeye geldiğimizde onda ol­
madığına yemin edebilirim."
"Emin misin?" diye sordu Van Rieten, bakışlan Etc­
ham'ın gözlerine sabitlenmiş halde.
"Kesinlikle."
Van Rieten itiraz eder bir tonda, .. Nasıl olur da senin
bilgin haricinde onlan elde etmiş olabi l ir ki?" diye sordu.
"Avlanırken bir hafta-on gün ayn kaldığımız zamanlar
oldu. Stone da pek konuşkan biri değil doğrusu. Genel­
de yaptıl<lanyla ilgili bana bilgi vermez. Adanılan demir
yumrukla yöneten Hamed Burghash ondan da beter. "
Van Rieten, "Peki ya sen bu kafalan inceledin mi?"
diye so rgulamaya devam etti .
"Pek derinlemesine değil ."
Van Rieten not defterini çıkardı , metodik çalışan bir
adamdı. Bir yaprak kopardı; bölüp, üç eş parçaya ayırdı,
bir parçasını bana, diğerini Etcham' a verdi . Sonra ko n u ş ­
maya başladı :
"Sadece kendi gözlemlerimi test etmek için şunu ya­
palım istiyorum , üçümüz de bu kafataslannın ne olabile­
ceğine dair en güçlü tahminlerimizi yazalım . Sonrasında
yazdıklanmızı karşılaştı racağım. "

160
Etcham'a bir kalem uzatıp yaz m as ı n ı bekledim; sonra
da ben yazdım.
Van Ri ete n kendi kağıdı nı bana uzatıp, "' Üç ü n ü de
okur musun?" diye sordu.
Van Rieten, "Yaşlı bir Balunda büyücü-hekim ," yazmıştı.
Etcham, "Yaşlı bir Mang-Battu fetiş - ada m ," yazmıştı.
Bense, "Yaşlı b i r Katongo b�yücüsü," yazdım.
" İşte! " diye h aykı rdı Van Rieten. "Şuna bakın hele!
Bunda Wagabi, Batwa, Wamb uttu ya da Wabotu 'ya dair
hiçbir şey yok. Ben söyleyeyim, pigme de değil."
Etcham , " Ben de aynısını düşündüm," dedi.
" B unlara da ha ön ce sah ip ol madığı n konusunda
eminsin deği l mi?"
Etcham , ısrarlı bir tonda, "Kesinlikle e mi nim , " dedi.
"Araştırmaya değer bir durum bu," diye ilan etti Van Rie­
ten. "Seninle geleceğim ve ilk işim Stone'u kurtannak olacak."
EtchamVan Ri et e n 'ı n ona uzattığı elini tutup s ess izce
sıktı. On la n ikna edebildiği için pek hoşnuttu.

iV. Bölüm

Etcham'ın, içini yakıp kavuran evhamından başka


hiçbir şey, o yolu beş gü n de gel m es in i sa ğlayamazdı. Geri
dönmesi, yolu biliyor olmasına ve yardımımıza rağmen
sekiz gün s ü rdü . Etcham'ın b astı rdığı öfkeye varan te­
dirgi nl iğin e rağmen yedi gü n de gi de mezdik o yolu; artık
şenne karşı bir görev bilincinden ö te , aleni bir tapınma
halinde hareket ediyordu , yıllann verdi ği o ifadesiz İngi­
liz tavrının a rdı nda dahi Stone'a karşı tapınmaya yakın
bir bağlılığa sa hipti .

161
Stone'u bulduğumuzda iyi bakılmakta olduğunu gör­
dük. Kampın çevresine yüksek, dikenli bir çit çekilmişti;
görünüşe göre Stone elindeki olan kaynaklan sonuna ka­
dar kullanıyordu. Hamed Burgash'a iki seyidin adının ve­
rilmiş olması boşuna değildi anlaşılan. Bir sultanın veziri
kadar becerikli bir adamdı. Mang-Battulan da bir arada,
sıkı bir disiplin altında tutabilmeyi başarmıştı ; tek bir
adam eksikleri dahi yoktu. Aynı zamanda yetenekli bir
hasta bakıcı ve sadık bir hizmetkardı .
Zanzibarlılar batın sayılır bir ölçüde av hayvanı ya­
kalamışlardı. Kannlan tok olmasa da en azından açlıkla
boğu şur hfilde değillerdi.
Stone kanvastan yapılma bir sedirin üzerinde yatı­
yordu, yanında bir Türk taburesini andıran açılır kapanır
sehpa-masa benzeri bir sehpa vardı. Üzerinde su mata­
rası, birkaç ufak ilaç şişesi, Stone'un cep saati ve usturası
duruyordu.
Stone'un üstü başı temizdi ve iyi beslenmiş görünü­
yordu fakat çok uzaklardaydı sanki ; herhangi birinden
bir şey istemekten veya direnmekten çok uzakta, bir heze­
yan halindeydi. Bizi görmüş ya da geldiğimizi fark etmiş
görünmedi. Onu nerede, ne zaman görsem tanırdım ; o
çocuksu çekiciliği ve zarafeti kaybolalı çok olmuştu elbet
ancak bir aslana benzer ihtişam bunlann yerini almıştı;
sapsan ve dalgalı, gür saçlan şakaklarından aşağı dalga
dalga dökülüyordu, hafif bir sakalı vardı; hastalığı onu
fiziksel olarak değiştirmemiş görünüyordu. Hala koca
göğüslü, iri bir adamdı. Ancak gözleri cam gibi, ifadesiz
bakışlarını karşıya çivilemişti. Anlamsız hecelerle sayık­
lamaktan öte konuşamıyordu .
Etcham, Van Rieten'a yardım etti ve birlikte onu so­
yup vücudunu incelediler. Böylesine uzun süredir yatalak

162
olan bir adama kıyasla oldukça kaslıydı. Dizleri, omuzlan
ve göğsü dışında herhangi bir yara izi yoktu. Dizleri ve
omuzlarında on-on ikişer kadar ufak, yuvarlak yara izi
vardı, hepsi de ön taraftaydı. Dört beş kadarı hala açık ya­
ralar hfilindeydi, kalanlar da yeni iyileşmeye başlamışlar­
dı. Göğüs kaslarının üzerindeki iki yara hariç yeni şişlik
yoktu. Bir ısırık ya da kara çıbana benzemiyorlardı, sanki
sağlıklı bir tenden çıkmaya çalışan sert bir cisim varmış
gibiydi, etraflarında yangıya dair bir iz de yoktu.
Van Rieten, "Bunlarla oynamasak iyi olacak," dedi ve
Etcham onu başıyla onayladı.
Stone'u rahatlatabilmek için ellerinden geleni yaptı­
lar. Gün batımından önce ne durumda olduğunu tekrar
kontrol ettiler. Sırtüstü, boylu boyunca uzanıyordu; yan
baygın bir halde olmasına karşın hala bir kral gibi gör­
kemli görünüyordu. Etcham'ı onunla bırakıp bizim için
hazırlanan yan taraftaki kulübeye geçtik. Ormandan ge­
len sesler aylardır alışageldiğimizden farklı değildi, kısa
süre sonra ben de uyuyakaldım.

V. Bölüm

Gecenin zifiri karanlığında bir anda rüyasız bir uy­


kudan uyanıp etrafa kulak kesmiş halde buldum kendi­
mi. İ ki ses duyuyordum : seslerden biri Stone'un; öteki
hırıltılı, sızlanan bir ses. Stone'un sesini aradan geçen
onca seneye rağmen net bir şekilde tanımıştım . öteki,
hayatım boyunca duyduğum hiçbir sese benzemiyordu.
Yeni doğmuş bir bebeğin ağlayışından kısık ancak o ka­
dar güçlü bir sesti ki bir ağustos böceğinin sesi gibi in­
sanın kafasının içine işliyordu. Dinlerken Van Rieten'ın
da yanı başımda, karanlıkta nefes alıp verişini duydum,
sonra ikimiz aynı sesi duymakta olduğumuzu fark ettik.

163
Etcham gibi ben de biraz Balunda dili biliyordum ve ara­
dan bi rka ç kelime çıkarabildim. Sesler, araya giren kısa
sessizliklerin ardından değişiyor, biri ötekine dönüyordu.
Sonra a n id en iki ses birden aynı anda, hızlı bir tonda
konuşmaya başladı . Stone'un bariton sesi, sağlığı gayet
yerindeymiş gibi güçlü bir to n da akıyor, bir ya nd an da o
rahatsız edici tiz ses de konuşuyor; birbirlerini bir şeye
ikna etmeye çalış an iki adam gibi tartışıyorlardı.
Van Rieten, "Buna daha fazla katlanamayacağım. Gi­
dip ne halde bir görelim," dedi .
Eline şu s il i ndi r şeklindeki, elektrikli gece fenerle­
rinden birini aldı. Ö nce nasıl açılacağım bulamadı, son­
ra düğmes i n i bulup onunla gelmem için bana işaret etti .
Dışan çıkt ığı mı zda aniden bana d u rm am ı işaret edip dü­
şünmeksizin hareket ederek lambayı s önd ü rdü , sanki ışık
duymayı zorlaştıracaktı.
Hamalların artık kor halinde kalmış ateşinin ışığı ha­
rici artık zifiri b ir karanlık h aki m di ; yıldızlann ışığı ağaç­
ların arasından belirli belirsiz etrafı aydın latı yor , ötedeki
ırmağın hafif uğultusu duyul uyo rdu . İki ses aynı anda ko­
nuşuyordu; biz d i n le rken aniden cızırtılı ses havayı jilet
gibi kesen, rahatsız edici bir ıslığa dönüştü, Stone'un tok
sesinin ardından net bir şekilde duyuluyordu.
Van Rieten, "Yüce tanrım !" diye feryat etti .
G üdüsel bir hareketle ışığı tekrar yaktı.
Etcham'ı derin bir uykuda bulduk; uzun zamandır
deva m eden huzursuzluk ve iki haftalık olağanüstü yürü­
yüş temposu onu bitkin düşürmüş, omuzlarındaki yükün
ken dis inde n Van Rieten'a geçmesinin rahatlığıyla hakkı n
rah metine kavuşmuştu. Van Rieten'ın, yüzüne tuttuğu
ışık dahi onu uyan dı rma dı.

164-
Islık kesildi ve iki ses aynı anda konuşmaya devam
ett i . İkisi de Stone'un kulübesinden geliyordu, içeri girip
fenerin ışığında ona baktığımızda bıraktığımız gibi oldu­
ğunu gördük; sadece kollannı başında kavuşturmuş ve
göğsündeki sargılan söküp atmıştı.
Sağ göğsündeki şişlik patlamıştı. Van Rieten ışığı ya­
raya doğrulttuğunda ne olduğunu açık bir şekilde göre­
bildik. Etinden dışarı Etcham'ın bize gösterdiği o küçük
kafalardan biri çıkmıştı. Kara renkliydi, gördüğüm en
siyahi Afrika insanınkinden bile kara ; kısık, kötücül ba­
kışlı beyaz gözleri ve minik beyaz dişleri vardı; yüzündeki
rahatsız edici ifade ise en kötüsüydü. Kafasının üzerin­
de birkaç tutam saç vardı ve sağa sola dönüp, o rahatsız
edici uğultu çıkanyordu. Stone, kafatasından gelen sesin
ardından kesik kesik konuşuyordu.
Van Rieten, Stone'dan uzaklaşıp biraz çaba sarf ede­
rek Etcham'ı uyandırdı. Etcham, alanlan gördüğünde tek
bir kelime edemeden kalakaldı.
Van Rieten, " Bu şişlikleri kestiğini görmüştün, değil
mi?" diye sordu.
Etcham boğulur gibi bir sesle onayladı .
"Peki ya kanadı mı?"
Etcham, "Çok az, neredeyse hiç," diye cevapladı.
"Sen kollanndan tut."
Sonra Stone'un usturasını eline alıp ışığı bana verdi.
Stone'da ne ışığı gördüğüne ne de bizim orada olduğu­
muzu bildiğine dair bir emare vardı. Ancak o küçük, çir­
kin kafa bize çemki rip bağırdı.
Van Rieten'ın becerikli elleri altında ustura kayarak
ilerledi. Kesik, şaşırtıcı bir şekilde neredeyse hiç kanama-

165
dı ve Van Rieten, herhangi bir yara bereyrniş gibi sa n p
sarmaladı.
Stone'nun vücudundan çıkan kafa kesildiği anda ko­
nuşmayı kesti. Van Rieten, Stone için yapılabilecek her
şeyi yaptığı na kanaat getirdikten sonra ışığı elimden aldı.
Belinden tabancasını çıka rtı p , vahşi bir edayla kulübenin
etrafını kolaçan etti.
Sonrasında kulübemize döndük ancak uyuyabildiği­
mi sanm ıyoru m.

VI. Bölüm

Ertesi gün aydınlıkta, öğle vakti, Stone'un kulübesin­


den gele n iki ses duyduk. Yanına gittiğimizde başında
nöbet tutan Etcham'ı yorgunluktan uyuyakalmış halde
bulduk. Sol taraftaki yara da patlamış, yeni bir kafa çık­
mıştı ; aynı şekilde küfredip vızıldıyordu. Etcham uyandı
ve üçümüz başı nda , onu izledik. Stone ise anl a şılm a z bir
edayla konuşmaya devam ediyordu.
Van Rieten öne çıkı p Stone'un usturasını tekrar eline
aldı , zavall ı a dam ın başı na eğildi. Minyatü r kafa on a tiz
bir tonda hınldıyordu.
Aniden Stone, İngilizce konuşmaya başladı.
"Sen de kimsin, elinde usturamla?"
Van Rieten ürperip, ayağa fırladı.
Stone'un gözleri artık temiz ve parlaktı, etrafındaki
kulübeyi süzdü.
"Son," diye başladı. "Bunun son olduğunu görüyo­
rum. Sanının Etcham'ı görüyorum, hayatta hfila . Ancak
Singleton! Ah, Singleton. Çocukluğumun hayaletleri be-

166
nim ölümümü izlemeye gelmiş! Ya sen, kara sakallı, elin­
de usturamla? .. Çekin gidin başımdan!"
Şaşkınlığın ardından, "Ben hayalet değilim, Stone, "
demeyi başardım. "Hayattayım. Etcham ve Van Rieten
da öyle. Sana yardım etmek için buradayız."
"Van Rieten ha?" diye inledi. "Öyleyse görevim ben­
den daha yüce bir adama devrediliyor. Şans yardımcın
olsun Van Rieten."
Van Rieten yanına çöktü.
"Bir saniyeliğine hareketsiz dur dostum," dedi, yumu­
şak bir tonda. "Azıcık sancıyacak sadece."
Stone, kesin bir ifadeyle, "Binlerce sancıdan fazla hare­
ketsiz kaldım. Beni bırakın. Beni, olduğum hfilde ölmeye
bırakın, lütfen. Hydra'nın bununla bir alakası yok. On, yüz
hatta bin kafayı kesebilir ancak laneti engelleyemez, geçire­
mezsiniz. Kemiklerime işlemiş olan şey artık etimle bütün­
leşti, asla ayrılamaz. Lütfen beni kesmeyin artık, söz verin! "
Sesi gençliğindeki gibi o güçlü, emreder tona bürün­
müştü ve Van Rieten dahil herkesi ikna etmişti.
"Söz veriyorum," dedi Van Rieten.
Ardından Stone'un gözlerine perde indi, yüzü ifadesiz
bir hal aldı .
Sonra üçümüz oturup . o çirkin, itici şeyin Stone'un
etinden yükselişini izledik, minik kara kollan aynlıp açıl­
dı. Ufacık tırnaklan bir ay kadar parlak, avuç içlerinin
pembeliği korkutucu derecede doğaldı. Kollan hareketle­
nip Stone'un san sakallanna doğru uzandı.
Van Rieten "Buna katlanamayacağım ! " diye feryat
edip usturayı tekrar eline aldı.

167
Yaptığı gibi de Stone'un gözleri tekrar netleşti, sert bir
bakışla:
"Van Rieten sözünü mü bozacak ha?" diye ilan etti,
"Asla! "
Van Rieten derin bir i ç çekerek, "Ama sana yardım et­
meliyiz," dedi.
"Artık bütün yardım ve acının çok ötesindeyim," dedi
Stone. "Zamanım geldi. Bu bana başkasının verdiği değil,
içimden dışarı çıkan bir lanet, tıpkı şu ucube gibi. Artık
gitme zamanım."
Gözlerini kapattı ve umutsuzca bekledik, yapışık ikiz,
rahatsız edici tiz cümleler kurmaya devam ediyordu.
Stone tekrar konuşmaya başladı:
"Tüm dilleri konuşabiliyor musun?" diye sordu.
Vücudundan yükselen minyatür adam şaşırtıcı bir şe-
kilde İngilizce olarak cevap verdi:
"Tabii ki, senin konuşabildiğin her dili," dedi mikros­
kobik dilinin arasından, peltekçe, dudaklannı birbirine
sürtüp başını iki yana sallıyordu . Bir yandan da nefes alı­
yormuş gibi küçük göğüs kafesi inip kalkıyordu.
Stone, "Peki ya beni affetti mi?" diye sordu, zar zor
konuşarak.
Kafa çığlık attı:
"Affetmeyecek seni; servi ağaçlarında yosun bjtmedi­
ği, Pontchartrain Gölü üzerinde yıldızların artık parlaya­
mayacağı güne dek."
Sonra Stone ani bir hareketle çırpındı, kendini iki
yana savurdu. Biraz sonra ölmüştü.

168
Singleton'ın anlabsı kesildiğinde oda bomboş kalmış­
tı sanki. Birbirimizin nefes seslerini duyabiliyorduk. Pa­
tavatsız Twoİnbly sessizliğini bozdu:
"Tahminimce," diye söze başladı. "Küçük adamı kesip
alkolün içinde memlekete getirmişsinizdir?"
Singleton ona sert bir bakış attı .
"Stone'u gömdük, " dedi. ".Arzuladığı üzere, bedenine
zarar vermeden."
Twornbly, her zamanki vicdansızlığıyla, "Nasıl olur,
bu sıra dışı bir olay?" diye sorguladı .
Singleton kaskatı kesildi.
"İnanmanı beklemedim zaten, " dedi . "Anlatmaya,
kendi gördüğüm ve duyduğuma emin olduğum şeye dahi,
dönüp baktığımda inanmakta güçlük çektiğimi söyleye­
rek başlamıştım."

Çeviren: Ertuğrul Orbay Yazanlar

169
Fiona Macleod

Günah Bekçisi
Gt1NAH: Bu elcme{ti tat: Söyle, bana tattı{jın şey e kmek mi, çi?J et
mi? (Hisler yaklaşır.)
KOKU: Kolcusu ekmek kokusu gibi.
GÜNAH: Dokun, gel. Titremek neden ? Söyle dokundu�un n e ?
,

DOKUNMA: Ekmek.
GÜNAH: Gönne, bu cisimde ne sezdi{tin i belirt.
GÖRME: Ekmek sadece.
--CAIDERON, Los Encantos de la Culpa

Güneyden gelen nemli rüzgar, Ross'un üzerini kaplamış


den iz sisinin içinden süzülüp yükseldi. Bütün koy ve kör­
fezlerde yorgun dalgalar wnıyordu sahile. Her yerde ses­
sizlik hakimdi.
Böyleydi seher vakti ; böyleydi öğlen , şimdi ve gün ka­
rarırken. Seslerin, sessizliğin içinden şaşkın hücumu ve
düşüşü, güneşin batışına işaret ediyordu. Çull uklar fer­
yat etti sisin içinden, deniz minaresi kaplı köpüren ka­
yalıkların üstünde , martılar ve kırlangıçlar ya haykırdı
ya kulak tırmalayıcı ve boğuk çığlıklar attı. İ st iri dye avcı­
sının u zaya n sesi tekrar çınladı havada, uçurumun geçit

171
vermeyen duvannda uçan kör yankı gibiydi. Metcezirin
uzun ve gürül gürül feryatlarla ağladığı çayırlarda, fok ba­
lığının uluması ara ara işitiliyordu.
İ ç kısımda, Contullich köyünün yakınında Loch-a­
chaoruinn' diye sazlık göl vardır. Bu yaslı suyun kıyısında
bir adam hareket ediyordu. Bu, Neil Ross adındaki bir
adamın yavaş ve bıkkın yürüyüşüydü. Doğudan , otuz
mil uzaktaki Duninch'ten geliyordu ve tan ağardıktan
sonraki bir saatlik yürüyüşü boyunca hiç durmamıştı, bir
şey yememişti ve hiç kimseyle tek kelam etmemişti .
Mezranın dibindeki yol kıvnmında tezek taşıyan yaşlı
bir kadınla karşılaştı. Nerede olduğunu ve Ross of Mull'un
batı tarafında, Iona geçidindeki Fionnaphort yamaçla­
nndaki gölün Feur Lochan olup olmadığını sordu. Kadın
başta cevap vermedi. Gri, cansız saçlarının alnına düştüğü
soluk esmer yüzünü yağmur damlaları ıslatıyordu. Hayat
ışığının soluk da olsa parladığı tek şey, derin gözleriydi.
Adam ilk konuştuğunda mekanik bir İ ngilizce kul­
landı. Anlaşılmadığını farz ederek sorusunu Gal dilinde
tekrarladı.
Bir dakika süren sessizlikten son ra yaşlı kadın ona
ana diliyle cevap verdi, cevap olarak soru sordu sadece.
"Sanının uzun süredir Iona'ya gelmedin?"
Adam rahatsız olduğunu bildiren bir hareket yaptı.
"O nereden çıktı anacığım?" diye sordu, yağl!lur ve
yorgunluktan kısılmış, zayıf bir sesle. "Daha önce Iona'ya
geldiğimi sen nereden biliyorsun ki?"'
"Çünkü oradaki akrabalanm tanının, Neil Ross ."
"O adı uzun yıllardır duymadım anacığım ; senin yaşlı
yüzün ise bana hiç �anıdık gelmiyor."'
ı Loch-a-chaoruinn : Iskoçya, Annadele bölgesinde bir dağ g<ilü

172
" Öyle olsa da sana isim ve ril i rke n ben de oradaydım.
Silis M acal lum ' u n seni doğurduğu günü iyi hatırlıyorum,
Baban M u rtagh Ross kahkaha attığın da Ballyrona'daki
küçük çi ftl ikteydi m H isterik bi r gül üştü o."
.

"Bilirim. Tann'nın ona verdiği ceza !"


"Bu ne ilk ne de son, mezan nı n üstünde üç yıldır ot
bitiyor. "
"Bilirsin değil mi, artık lona'da hiç akrabam o l m adı­
ğını?"
"Ah ! Hepsi toprağın altında . . . Göçüp gittiler. Karde­
şin Donald, diğer kardeşin Murtagh, kız kardeşin Silis,
annen Silis, babanın kardeşleri Angus ve lan Macallum
ve baban Murtagh Ross, kanuni çocuksuz eşi Dionaid ve
kız kardeşi Anna; her biri kara toprak ya da çayır çimen
altında. Ballyrona'da yaşayan herkesin lanetli olduğu
söyl eni r. Çatıya baykuşlar yuva yaptı, koca kimera2 sön­
müş kalple karşılaşb. "
"Gittiğim yer orasıdır."
"Senin akılsızlığın, Neil Ross."
"Şimdi hatırladım senin kim olduğunu. Herkesin bil­
diği Sheen Macarthur ile konuşuyorum ! "
" H a şöyle . . . Benim."
"Artık senin de tek başına olduğunu düşünüyorum
Sheen?"
"Yalnızım. Tann üç oğlumu balığa gittikleri bir gün
aldı; yasımın birinci ayı dolmadan erkeğim gitti. Annd­
ra'm boğulduktan sonraydı, çiftliğim elimden alındı.
2 Yunan mitolojisinde tek bir vücutta çeşitli canlılann kimi uzuvla-
nna sahip, ağzından ateş püskürten yaratık. Genellikle yaratığın

bir başı aslan, bi r başı keçi, gövdesi aslan ve kuyruğıı yılan olarak
tasvir edilir.

173
Darlığa düştüm, dul kız kardeşi m Elsie McVuriebu dün­
yadan göçene kadar onunla yaşadım , sonra iki inek gitti.
Kiram yoktu ve yaşlıydım."
Bunu takip eden sessizlikte yağmur ıslak eğrelti otların­
dan ve mersin ağacı yapraklarından damladı. Sheen'in yü­
zündeki derin çizgilerden iri gözyaşlan yuvarlandı. Boğazı
düğümlendi ama titreyen elini boynuna götürünce geçti.
Neil Ross ağırlığını bir ayağından diğerine verdi. Her
hareketinde, sazlık yerdeki bataklıktan vıcık vıcık sesler
geliyordu. ötelerinde kız kuşu kanatlandı, sisin içinde bu­
lanık bir nokta gibi, yaslı sesini tekrar tekrar haykırarak.
Duymak acıklıydı o acı yalnızlığını, acı sabnnı zavallı
yaşlı kadının . Adam bunu iyi bilirdi . Ama çok yorgundu
ve kalbi kendi kederiyle doluydu. Ağzını açmıyordu. So­
nunda konuştu:
"Tha mo chridhe goirt," (Kalbim acıyor) dedi ağla­
maklı sesle ve kadının bükük omzuna elini koyarken,
"Kalbim acıyor. "
Kadın başını kaldırdı .
"S tha e ruidhinn mo chridhe,"3 diye fısıldadı, "dokun­
duğun kalbimdir. "
Ondan sonra süzülen siste yavaşça yürüdüler, ikisi de
sessiz ve derin düşüncelere dalmıştı.
"Bu akşam nerede kalacaksın?" diye sordu Sheen ani­
den, çamurlu geniş arazide zikzak çizerek yürüdükleri
sırada sonradan aklına gelmiş gibi. "Ah oradaki çiftliğin
Feur-Lochan olup olmadığını sormuştun. Hayır, orası
Loch-a-chaoruinn ve yakınındaki mezra ise Contullich."
"Ne tarafta?"

3 Ve kalbim konuşuyor.

1 74
"Şurada, sağda."
"Sen oraya gitmiyor musun?"
"Hayır. Andrew Blair'ın oraya gidiyorum. Belki bilir­
sin? Baile-na-Chlais-nambuidheag diye bi li n iyor."
"Hatırlamıyorum. Ama hatırladığım, Blair. O Adam,
Robert'in torunu, yani Adam'ın oğlu. Babamla o, birlikte
çok fenalıklar yaptı."
"Ah, dağlar taşlar bile bilir. Elbette, bu usandırıcı
güne kadar bile Adam Blair hakkında iyi laf eden ne bir
kadın ne de erkek vardır."
"Neden ki . Neden bugüne kadar?"
. .

"Sessizliğe bürüneli daha üç saat olmadı . "


Neil Ross kendini beddua etmemek için tutarmış gibi
ses çıkardı. Bir süre ağır adımlarla yürüdü.
"Ben geç kaldım," dedi sonunda ama sanki kendi ken­
dine konuşuyordu. "Onu tekrar gördüğümde, gözlerine
bakarak beddua etmeyi isterdim. Murtagh Ross'u, anne­
me ihanet edip diğer kadınla evlendiren oydu, budala . . .
Tann'ya ş ükürle r olsun! Ona şeytan diyorlar, değil mi?"
"Ah, içine giren şeytandır. Bu bir suç ama yine de Tan­
n bilir, yüzünde ve gözlerindeki cinayet gölgesini . Pekila,
cenazenin arkasından konuşmak gib i olmasın, bunu sa­
dece Tann bilir, Neil Ross. "
"Belki evet, belki hayır ... Bu gece uyuyabileceğim yer
neresidir Sheen Macarthur?"
"Bu gecelerin gecesinde çiftliğe yabancı almazlar diye
düşünüyorum. Fionnaphort'a gelmeden önce varacağın
mezraya , yani yedi mil öteye kadar başka yer yok. Orada
sıcak ahır vardır Neil ; tezeklerime dayanabilirsen dinle-

175
nebilirsin, buyur gel ama sana yatak ve yemek yok ve sak­
ladığım yulaf la pası da bitti."
"Bu bana yeter Sheen, Tann seni kutsasın. "
Ve öyle oldu.
Sheen Macarthur yolcuya ye m ek verdikten sonra -ki
bu fakir yemeğiydi ve açl ıkta n ölmeye biraz daha yakın
olmayı hoş karşılarken bu neş eyle yapıldığı için ve kaşı­
ğı ağzına götürm eden Tann'ya edilen şükürler nedeniyle
ona yala n söyledi. Nazik sevginin beyaz yal anıydı .

"Tabii, ne de olsa Neil, adamım," dedi. "Uyumam gere­


ken yer çiftliktir; Maisie Macdonald, bilge kadın, cesedin
başında bekleyecek ve yanında kimse olmayacak. Gitmem
gereken yer orasıdır, yorgun düşersem de hiç aklıma tak­
madığım ölü tahtasının az ilerisinde, beni m içi n uygun bir
yatak var. Tezeklerin içinde oturmaktan usanı rsa n oradaki
yatağıma uzan ve uyu. Tann seni korusun."
Bunu söyleyip sessizce gitti çünkü Neil Ross oturduğu
yerde, dirsekleri dizinde ve alevin aydınlattığı yüzü elle­
rinde, ço kta n uyuyakalmıştı .
Yağmur d i n m i şti ama havada sis vardı. Şimdi ince bir
tül misali denize sürükleniyordu . Sheen, barakası ndan
çiftlik evine giden taş patikada, yorgun argın yürüyordu.
Durdu, korkmuştu çünkü doğu tarafındaki kanal boyun­
da hareket eden üç veya dört soluk ışık görmüştü. Ne ol­
duklannı biliyo rdu, ölüm gecesinde ceset ışıklan tabut u
ile gömülme yeri arasında gidip gel i rd i . Son bir saat için­
de onlan birden çok kez görmüştü ve bu i şa ret ile so n un
yakın ol duğu nu anla m ıştı.
İyi b ir Katolik old uğu içi n haç çıkanp kendini cesaret­
lendirdi . Sonra da mınldandı:

176
"Crois nan naoi ai ngeal leam'O mhullach mo chinnGu
craican mo bhonn. "4
Yoluna korkmadan devam etti.
Beyaz Eve geldiğ i nde ahır ile mutfak arasındaki sa­
ğı m h aneden girdi . Oranın sonunda çamaşır teknelerinin
olduğu taş döşeli yer vardı. Birinin başında evde hiz­
metçilik yapan kız, Oban'dan gelen cahil gen ç kız Jessie
Mc Fall , d uruyordu . Cahildi çünkü yeni ölen bir bedenin
yakınında çam aş ır yıkamak lanetli bir işti. Bilenler bilirdi
ki ceset duyup yerinden kalkabilir ve kendini temiz beyaz
bir kefenle örtebilirdi, değil mi?
Ö lünün ba şında bekleyen Maisi e Macdonald, ge len i n
kim olduğunu görmek için m utfağın arkasındaki odanın
kapısını açtı. Hala genç kız ile konuşuyordu. İki yaşlı ka­
dın sessizce sela mla ştı . Ortasında, teskerenin üstünde
çarşafa sanlı bir şeyin durduğu kapısı kapalı odaya gi ri n ­
ceye kadar Sh ee n ile tek kelime etmediler.
"Duit sith môr, Beann Macdonald."5
"Banş seninle ve şu rada yatanla da olsun, Sheen."
"Och, ochone, mise 'n diugh; 'Bu karanlık bir saat. " 6
"Evet; kötü. Sen bir şey duydun mu ya da gördün mü?"
"Eh, o konuya gel i nce, burası ve şura daki yeşil alan
arasında ışıklar gördüğümü sanıyo ru m . "
"Ceset ışıklan mı?"
"Tabii, öyle derler."

4 "Doküz meleklerin haçı benimle olun, tepeden brnağa"


5 "Büyük bir banş, Macdonald'ın Dağı diyor"
6 "Oh, bugün ben"

ın
"Söndüklerini sandım. Ben de plakaların sesini, tah­
taların çatlamasını, bilirsin işte yarınki tabutta kullanıla­
cak olanları işitiyorum . "
Uzun bir sessizlik başladı. Yaşlı kadınlar cesedin ya­
nında başlarını örterek oturdular. Odada ateş yanmıyor­
du ve gitme saatine karşı tetikte olmak için yakılan uzun
ölüm mumu ile aydınlanıyordu.
Sonunda Sheen, yavaşça ileri sallanmaya ve bu es­
nada kısık sesle mınldanmaya başladı. "Yerinde olsam
bunu yapmazdım Sheem Macarthur;" dedi ölüyü bekle­
yen alçak ama anlaşılır sesle, bir saniye durduktan sonra,
"Farelerin hepsi evden gitti," dedi.
Sheen, yan korku yan hayret dolu bakışlarla doğruldu.
"Saklanan günahkar ruhu, Tann korusun," diye fısıl­
dadı.
Maisie'nin ne dernek istediğini gayet iyi biliyordu. Öle­
nin ruhu kayıp bir ruh ise yazgısını bilir. Ölenin evi mabe­
didir ama öldüğü gecenin şafağından önce bu ruh etraftaki
ve ötedeki havanın yurtsuz, bannaksız ovalannda onu ne ya
da kim bekliyor olursa olsun dışanya doğru gitmelidir. İyi­
lik, ruh ile beraberse korkmasına gerek yoktur; şeytan ruh
ile değilse kararlı bir şekilde dışarıya doğru gidebilir. Ancak
lanetli ise lanetli gider. İşte bu yüzden şeytan birinin ruhun­
da kalamaz ama gitmeye de cesaret edemez, bu yüzden her
gizli yere, karanlık kanallara ve kör duvarlara kendini sak­
lamak için uğraşır ve adamın yakınında yaşayan bilge yara­
bklar korkunun kokusunu duyup kaçarlar. Maisie Sheen'in
sözlerini tekrarladı ve sessizlikten sonra devam etti:
"Adam Blair, bir yıl bir gün boyunca mezarında yata­
mayacak çünkü günahları tepesinde ve burada olduklan
belli . Bir yıl bir gün boyunca Ölü Gözcülüğü yapacak."

178
"Evet, kesin, şurada sabah çiyinde siyah izler olacak. "
İhtiyar kadınlar bir kez daha sessizliğe daldı. Gece
boyunca iç çekme sesi vardı. Fırtına gününde sesi duyul­
mayacak kadar uzakta olan deniz değildi ; sınlsıklam boz­
kırlarda yaralı bir şey gibi inleyerek ve iç çekerek kendini
sürükleyen rüzgardı.
Sheen büsbütün yorgunluktan, ağır uykuyla sandal­
yesinden iki kez kaydı. Sonunda Maisie onu karşı duvar­
daki yatağına götürüp yahrdı ve yüzündeki derin kı n şık­
lıklar bir şekilde rahatlayıp derin nefesi yenik çenesinden
aşağıya süzülünceye kadar bekledi .
"Zavallı yaşlı kadın," diye mınldandı, kendi gri saç­
lannı ve daha gri yılla n nı önemsemeden, "yaşlı, yaşlı ve
yorgun olmaktır acı ve kötü olan. Kederdir bu. Tann acı­
sını kutsasın ! "
Ona gelince, bütün gece uyumayıp battaniyesine sanlı
bir halde ölü ve diriler aras ın da oturdu. Bir kere, Sheen uy­
kusunda dehşet dolu kısık bir çığlık ahp doğruldu ve yük­
sek sesle "Şişşt! Hadi oradan ! " diye haykırarak ölünün üs­
tündeki örtüyü kaldırdı, gözkapakl an ndaki bozuk paralan
attı, iki gözünü de açtı. Sonra ince bir tabaka ile kaplı derin
kuyulara gözlerini dikerek, Adam Blair'ın ruhunu Sheen'in
ruhundan uzak durmaya ve tahta hazır olana kadar soğuk
cesedine geri dönmeye zorlayan kadim büyüyü fısıldadı.
Sonunda şafak söktü . Sheen uyudu, Adam Blair daha
da derin uyudu . Maisie, solgun ve bitap gözlerle gökyü­
zünde beliren ışığın kı rmızı ve fırtınalı ışıklanna pence­
reden baktı.
Güneş doğduktan bir saat sonra Sheen Macarthur
barakasına vardı, Neil Ross'u yatağında derin uykuda
buldu. Ne alev ne de kıvılcım görünmediği halde ateş

179
sönmemişti ama o eğilip kızıllık gelene kadar tezeklerin
tam ortasına üfledi, ateş kızıllıkla büyüdü. Bunu yaptık­
tan sonra diz çöküp sabah duası etti, bir dua da zavallı
adam Neil için etti. Gözyaşlan nedeniyle daha fazla de­
vam edemedi. Ayağa kalkıp, adam uyanana kadar hazır
olsun diye yulaf lapası için tencereye yemek ve su koydu.
Oradaki tavuklardan bir tanesi gelip eski püskü eteğini
gagaladı. "Zavallı hayvan," dedi. "Tabii, yüce Tanrı'mdan
beyaz örtüyü de böyle çekeceğim . Bu senin için bir lokma
yemek, tavukçuk ve benim için de gözyaşlarından sonra
iyileştirici bir el. Off! . . Yine gözyaşları, gözyaşlan ! "
Kışın o kasvetli gününde, güneş doğduktan ancak
üç saat sonra Neil Ross uyandı. Sessizce yemeğini yedi .
Sadece kuzeyden gelen karın kokusunu aldığını söyledi .
Sheen tek kelime etmedi.
Yulaf lapasını yedikten sonra piposunu yaktı ama
içinde tütün yoktu. Sheen'in elindeki tek şey ayin kede­
rine karşı sakladığı tütün dolusuydu . Uzun, yorucu haf­
tadaki tek avuntusu buydu . Adama bunu verdi ve yanan
tezeği piposuna yaklaştırıp yukan kıvrılan kalın ve acı
dumanı içine çekti.
Gittiği günün öğleden sonrası döndü.
"Yanlış anlama, Neil Ross," diye başladı ansızın, "sa­
dece sormak için soruyorum, meraktan. Üzerinde para
var mı?"
"Hayır. "
"Hiçbir şey?"
"Hiçbir şey. "
" Öyleyse Iona'dan nasıl karşıya geçeceksin? Fionnap­
hort yedi mil ötede ve bu kar kıyamette yemeğe ihtiyacın

1 80
olacak ve kayığa, geçitten geçmek için kayığa ihtiyacın
olacak."
"Evet, biliyorum."
"Gümüş bir teklik için ne yaparsın, adamım Neil?"
"Bana verecek paran yok Sheen Macarthur, eğer ol­
saydı yine de senden almazdım."
"Tacı için ölü bir adamı öper miydin, tam beş şilinlik
bir çeyreklik?"
Neil Ross bakakaldı. Sonra yerinden zıpladı.
"Adam Blair demek istiyorsun kadın! Tanrı onu ölüm­
le lanetledi ve o artık hayatta değil !"
Sallanarak ve titreyerek tekrar oturdu, tezeklerin do­
nuk kızıl ışığına bakarak düşüncelere daldı . Ama öğleden
önceki son çeyrek saatte ayağa kalktı, yüzü bembeyazdı.
"Ölü ölüdür Sheen Macarthur. Hiçbir şey bilemez ve
yapamaz. Bunu yapacağım. İstekliyim. Evet. Oradaki eve
gidiyorum. Şimdi buradan gidiyorum. Tanrı sana teşek­
kürlerimi ve kutsamamı sunsun. Sana gelecektir. Unuta­
cağım kişi sen değilsin. Hoşça kal."
"Hoşça kal , Neil, arkadaşımın oğlu. Güney ıiizgarları
sana gelsin. Çiftliğe çık. Görmek isteğin şeyi evin önünde
bulacaksın. Maisie Macdonald, orada. O sana söylenmesi
gerekeni söyleyecek. Bunda zarar yok, elbet, elbette, ölü ölü­
dür. Dua edeceğim senin için, Neil Ro�! Huzur içinde ol!"
"Sen de Sheen."
Bu sözlerden sonra adam gitti.
Neil Ro� geniş dere ağzındaki çiftlik ahırına vardığında
onu bekliyormuş gibi duran iki şahıs gördü ama birbirinden
ayn ve birbirini görmeden duruyorlardı. Evin önünde And-

181
rew Blair diye tanınan adam, sağıınhanenin arkasında ise
Maisie Macdonald olduğunu tahmin ettiği kadın.
İlk konuştuğu kişi, kadın oldu.

"Sheem Macarthur'un arkadaşı sen misin?" diye fısıl­


tıyla sordu, kadın onu eliyle kapıya çağırırken.
" Benim. "
"Ben isim filan bilmiyorum. Ve buradaki kimse seni ta-
nımaz diye düşünüyorum. O yüzden o şeyi yap ve bas git. "
"Bunda zarar yok mu?"
"Hiç yok."
"Bu sık yapılan bir şey, değil mi?"
"Evet, tabii ki ... "
"Ve Şeytan beklemeyecek?"
"Hayır. O . . . O . . . O kişi . . . Onlan al ıp götürür ve . . . "
"Onlan?"
"Tabii ki, be adam ! Onlar . . . Cesedin günahtan. O, on­
ları alıp götürür; Tann'nın, suçlunun cezasını masumun
çekmesine izin vereceğini mi sandın? Hayır . . . Kişi. .. Gü­
nah bekçisi, bilirsin işte . . . Kendi sırtında onlan alıp gö­
türü r ve Günah Bekçisi tekrar annıp bütün olana kadar
cennetin havası onlan teker teker alır. "
"Ama ya o nefret ettiğin bir adamsa . .. Ya lanet okudu­
ğun bir düşmansa . . . Ya . . . "
" Şişşt ! Sersemlik yapma. Bunlar boş laflar. Bunu yap,
parayı al ve git. Eski, çok eski aptal bir efsan e yüzünden
tam beş şilinin yoldan geçen bir serseriye gideceğini bil­
seydi -ki çok pintiydi, Adam Blair için yeteri kadar ce­
hennem olacak. "
Neil Ross bu sözlere hafifçe güldü. Onun için bir zevkti.

182
"Adam sen de! Andrew Blair buralarda bekliyor. Seni
benim gönderdiğimi söyle çünkü bende zırnık yok. "
Topuğu üstünde dönerek Neil, evin etrafında yavaşça
yürüdü. Uzun, esmer ve sıska bir adam, traşlı ve kahve­
rengi cılı z saçlı, gözleri de n i z gibi soğuk ve gri .
"İyi günler ve iyi yolculuklar. Buradan nereye gidiyor­
sunuz?"
"Sağ olun. Ben burala n n yabancısıyım . loana'ya gidi­
yorum. Ancak açlık yakama yapıştı . Cebimde tek kuruş
yok . Ahınn yanındaki kapıya sordum. Kadın bana h içbir
şey veremeyeceğini, ne bir peni ne de kötü talihime sıcak
süt. Izdıraplı top raklardır burası. "
"Gal adalan aksanıyla konuşuyorsun. lona'dan mısın?"
"Batı adalandır gel diğim yer. "
"Tiree'den . . . Coll'dan mı?"
" H ayı r."
"Long adasından mı? Uist'ten... Ya da Benbecu­
la'dan?"
" Hayır."
"Ah pekala, tabii ki bunun benimle ilgi si yok. Ama
adını sorab i l i r miyim?"
"Macallum. "
"Burada ölü old uğunu bi l iyor musun, Macallum?"
Andrew Blair, mekanik bir şekilde etrafına bakındı .
Çünkü üç tane üçayaklı alçak taburenin üstüne konulmuş
cenaze tahtasından yapılan kab a tabutun orada durduğu­
nu biliyordu. Yanında patates için küçük bir leğen ve küfe
vardı. Tabutun içinde ise yelken bezine benzeyen ka nvas
örtüye sa n lı ceset . . .

183
"Muhterem biriydi babam ," diye yavaşça başladı ölü
adamın oğlu. "Ama hatala n da yok değildi, hep im iz gib i .
Günahlan olduğunu d a söyleyebilirim, artık geç olsa da.
Halkın neye inandığını bilirsin Macallum ... Yoldan geçen
b i r yabancı, ölünün günahlannı alabilir hiç zarar görme­
den . . . Hem de hiç. "
" Evet , tabi i . "
"Ve ne yapıldığını da bi l iyo r m us u n ? "
" Evet . "
"Ekmek i le . . . Su? .. "
"Evet. "
" B u küçük bir şey. Hıristiyanlıkla ilgili , kendim yapar­
dım me mn u n iyetle , ama şey. . . Şey .. Yoldan geçen . . . "
"Günah Bekçis i ' n d e n mi bahsediyorsun?"
"Evet, evet, elbette. Denild iği gib i Günah Bekçisi, her
ne kadar papazlar ve rah i p ler buna kaşlarını çatsa da iyi
bir Hıristiyan geleneği ; Günah Bekçisi, yabanc ı olmak zo­
runda. Yaba n cı olmak ve her şeyden öte ona kin gütme­
mek için ölü adam hakkında hiçbir şey bilmemeli.
Bunun üzerine Neil Ross'un gözleri bir anda parladı.
"O neden?"
"Kim bilir? Sağdan soldan duydum. Günah Bekçisi
ölü adamdan nefret ederse onun günahlarını alıp deni ­
ze götürür ve günahlar, uçan ruha mahşer günün� kada r
eziyet edecek olan hava şeytanlanna dönüşür. "
" Bu nasıl olacak?"
Ada m , gözle ri pınl pınl, ağzı açık, hızlı hızlı nefes ala -
rak kon uştu. Andrew Blair ona şüpheyle baktı ve soğuk
bir sesle tekrar konuşmadan önce duraksadı .

iM
"Safsata olduğunu düşünüyorum Macallum. Belki bu­
dalalık. Ama baksana, sen i n le konuşacak vaktim yok. Ek­
meği ve suyu alacaksan, istersen güzel bir yemek yersin
ve .. . Ve ... Evet, bakalım, adamım, sana şans için bir şilin
vereceğim."
"Bu evde yemeğim yok, Adam oğlu Andrew, bana iki
gümüş yan mlık vermezsen bu işi yapmayacağım. Almam
gereken bu, başka bir şey deği l . "
"İki ya n mlık! Of, bir yanmlık için . . . "
"O zaman babanın günahlannı sen beklersin Andrew
Blair! Gidiyorum ben! "
"Dur be adam ! Dur, M acall um . Buraya bak, sana iste-
diğini vereceğim."
"Tamam öyleyse . Şey ... Hazır mısın?"
"Evet, bu taraftan gel."
Bunun üzerine ikisi dönüp tabuta doğru yavaşça ilerledi.
Evin girişi nde bir adam ve bir kadın duruyordu, az
ileride, bir başka kadın ve sağdaki pencerenin ön ü nde
hizmetçi kız Jessie McFall ve çiflikten iki adam. Girişte
duran adam, Andrew Blair'ın yanın akıllı kardeşi Peter,
uzunca ve daha yaşlı olan kadın, ikinci kardeş Adam'ın
dul u Catreen, ufak ve ince yapılı, donuk gözlerle ve bükük
du daklarla duran Andrew'un eşi Muireall idi. Bunlann
arkasındaki yaşlı kadın ise Maisie Macdonald.
Andrew Blair eğilip leğenden fincan tabağı aldı . Bunu
cesedin örtülü göğsüne koydu. Yeniden eğilip yeni yapıl­
mış ekmekten ka re ve kalın bir parça aldı. Bunu da cese­
din göğsüne koydu. Sonra tekrar eğilip ekmeğin yanına
bir kaşık dolusu tuz boşalttı.
"Cesedi görmeliyim," dedi Neil Ross basitçe.

185
"Gerekmez Macallum. "
"Cesedi görmek zorundayım diyorum ve bunun için
ekmek ve su çıplak göğüste olmalı."
" Hayır, hayır be adam ; bu .. . "
Fakat bu sırada bir ses, bilge kadın Maisie'nin sesi
geldi, adamın haklı olduğunu ve günahların ancak bu şe­
kilde alınabildiğini söyledi.
Ölü adamın oğlu huzursuz bir tavırla örtüyü çekti.
Altında, uzun zaman önce hazırlanmış ve kendisini bo­
ğazından ayağına kadar örterek sadece soluk, sanmtırak
yüzünü açıkta bırakan temiz beyaz bir gömlek içerisin­
deydi ceset.
Andrew Blair, gömleğin düğmelerini açarak tabak,
ekmek ve tuzu göğsüne koyarken yanındaki adam cese­
din do n uk özelliklerine sabit gözlerle bakıyordu. Topra­
ğın yeni sahibi sesini duyurabilmek için ona iki kez. ses­
lenmek zorunda kaldı.
" Ben hazmın. Ve se n şimdi, ölünün dudaklanna ne
fısıldıyorsun?"
"Ona bir mesaj veriyorum. Bunda zarar yok, değil mi?"
"O senin adetin Macallum. Batıdan geldiğini söylü­
yorsun ve biz de kuzeyliyiz. Sen ve Stratmore'un Blair'ı
arasında mesaj olamaz çünkü verebileceğin mesaj yok.
" Burada yatan, mesaj gönderdiğim adamı iyi tanır."
Bu cevapla Andrew Blair belirsizce çattı kaşlanıiı. Bu
adamı memnuniyetle geri gönderirdi ama başkasını bu­
lamamaktan korktu.
"Düşündüğüm şu ki, sen Macallum filan değilsin.
Mull, loana, Skye ve adaların etrafındakileri tanının. Se­
nin soyadın ne? Baban nereli?"

186
Gerçekten cevap mı istiyor veya adamı oyalanmaktan
vazgeçirecek bir yol mu anyor bilinmez.
"Pekala, şi mdi hazınm, ben Anndra-mhic-Adam.7
B u nu n üzerine Andrew Blair, bir kez daha eğilerek
küçük b i r sürahi çıka rı p içindeki suyu tabağa döktü.
"Şimdi ne denileceğini ve ne yapılacağını biliyo rsu n
Macallum."
Artı k önlerinde duran gi zem nedeniyle ko rkm aya n ve
nefesi kesilmeyen ki mse yoktu. Neil Ross, kendini topar­
ladı , beti benzi atmış ge rgi n bir suratla dimdik duruyor­
du . Bekleyenlerden, Andrew Blair dışında hepsi metce­
zirde suyun son kez çekil mesi gibi sessizce yanaşan dua
yüzünden dudaklannın hareket ettiğini düşünüyordu.
Blair ona dikkatle bakıyor ve ölünün etrafındaki anlamsız
havaya saçılan şeyin, dua ol m adığın ı biliyordu.
Neil Ros s , sağ kolunu uzattı ağır ağır. B i r tutam tuz
alıp tabağa koydu, bir tutam da e kmeği n üzerine ekti. Ta­
bağa doku nd uğunda eli bir an titredi. Fakat tabağı ağzına
götürürken ya da konuştuğu esnada elinde tutarken tit­
reme yoktu.
"Ceset Adam mhic Anndra mhic Adam Môr'un üstün­
de duran, iç i nde de tuz bulunan bu su ile ondaki bütün
gü nahları içiyorum ... "
Ara ve rdiğin de sessizlik hüküm sürdü.
" ... Ve bende kalsın, onda kalmasın şayet bu su ile akıp
gidemezse."
Bunun üzerine tabağı kaldın p cesedin başı etrafında
güneş yönünde üç defa döndürdü. Bit i nce dudaklarına
götürüp ağız dolusu içti. Sonrasında sol elinde kalanı
;@
dökerek re dam la masına izin verdi. Ekmek parçasını
7 Adam-o u·Andrew.

187
alıp onu da cesedin başı etrafında güneş yönünde üç defa
döndürdü.
Dönüp yanında duran adama ve sonra da güm güm
atan kalplerle kendisini izleyenlere baktı.
Yüksek ve gür sesle aldı günahlan.
"Thoir dhomh do ciontachd (Bana suçunu ver). Adam
mhic Anndra mhic Adam Mor! Senden uzaklaştırmam
için günahlannı bana ver! Şimdi buradayım ve senin ce­
sedinin üstündeki bu ekmeği bölüyorum ve yiyiyorum ki
senin, eskiden yaşayan şimdi hareketsiz ve solgun bede­
ninin günahlarını üzerime alayım !"
Arkasından Neil Ross, ekmeği bölüp yedi ve ölen
Adam Blair'in günahlarını üzerine almış oldu. Zor yutu­
yordu gerçi. Ekmeğin kalanını elinde ufaladı, yere atıp
üstüne bastı. Andrew Blair, rahat bir nefes aldı. Soğuk
gözleri kötü niyetle aydınlandı .
"Seninle işimiz bitti, Macallum. Burada, çiftlikte ser­
seri istemiyoruz ve muhtemelen lona'dan bu tarafta iş
bulmaya çalışmazsan iyi edersin , çünkü faydası olmaz
diye düşünüyorum ! İşte, işte senin için iki yanmlık ...
Sana zarar gelmesini engeller umanın, çünkü artık sen
günah keçisisin ! "
Günah Bekçisi, b u sözle arkasını dönüp kızgın boğa
gibi baktı. Günah keçisi ! Evet, o buydu. Günah Bekçisi,
Günah Keçisi ! Kendisi de değil miydi başka bir hain sat­
mak için olmayan gümüşe satılan? Hayır, hayır, tabii ki
Maisie Macdonald, ona bu yükü hafifletecek eski sözleri
söyleyebilirdi. Yakında kurtulacaktı .
Yavaşça parayı aldı; elinde çevirip cebine koydu.

188
"Gidiyorum Andrew Blair," dedi sessizce, "Şimdi gidi­
yorum, ona , orada sessiz yatana, •A chuid do Pharas da ! '8
demeyeceğim. Ne sana, 'Gu'n gleidheadh Dia thu.'9 derim
ne de senin ve sizin meskeniniz olan eve, •Gu'n beanna­
ic-headh Dia an tigh ! ' derim."
Bu esnada sess i zlik oldu. H eps i dinledi. Andrew Bla­
ir sıkıntıyla yer değiştirdi, sinsi gözleri çayırdaki gelincik
gibi bir o yana bir bu yana bakıyordu .
"Fakat Andrew Blair, uzaklara yolculuk ettiğinde,
'Droch caoidh ort! '10 O yolculukta denizden geçerken ,
'Gaoth gun di readh ort'. 11 Evet, evet, ' Dia ad aghaidh 's ad
aodann . . . Agus bas dunach ort! Dhonas's dholas ort, agus
leat-sa! ' diyeceğim. "12
Hepsi için bu sözlerin yakıcılığı haziranda yağan kar
gibiyd i. Kalakaldılar. Hiçbiri kon uş m adı. H içbiri kımıl­
damadı.
Neil Ross, topuklan üzerinde dönerek gözlerinde par­
lak ışıkla ölen i n ve yaşayanların evinden çıktı. Geldiği
ahırın yanından geçti . Andrew Blair, olduğu yerde kaldı
ve şimdi tırnaklarını yiyerek ve yerdeki ıslak kınntılara
dik dik bakarak c�sede kederleniyordu.
Neil Ross, sağımhaneye va rdığın da Maisie Macdon­
lad'ın orada beklediğini gördü.
"Söylediklerin lanetliydi Neil Ross," dedi kısık sesle,
böylece evden duyulmayacaktı .
" Öyleyse beni tanıyorsun."
8 'Tann seni kutsasııı!'
9 'İyilik seninle olsuıı. Tann evi korusun.'
10 'Kötülük üzerinde!'
ıı 'Rüzgar bütün şiddetiyle sana doğru esiyor. '
12 Tann sana karşı ve senin yüzünde ve acılı bir ölüm senin olsun.
-

Kötülük ve elem senin olsun.'

189
"Sheen Macarthur anlattı."
"Geçerli sebebim var. "
"Doğru . Biliyorum."
"Bana şunu söyle. Ölünün günahlarını denize fırlatır­
ken söylenen sözler ne? Bak M aisie Macdonald, o adamın
parasını bir mil dahi üstümde taşımam . İşte . .. Senin ol­
su n , eğer bana o sözleri söyleyeceksen."
Maisie parayı tereddütle aldı. Sonra da eğilerek eski
mi eski osözlerin birkaç satı rı n ı yavaşça söyledi.
"Hatırlayacak mısın?"
"Yapa�ım şey unutm ak olmayacaktır Maisie."
"Biraz bekle. Burada sıcak süt var."
Bunun üzerine ona girişi işaret etti.
"Burada kimse yok Neil Ross. Sütü iç."
O, sütü içerken bu esnada kadın, elbisesindeki gizli
bir yerden deri bir kes e çıkardı.
"Sana vereceğim şey, bu."
On peni ve iki çeyrekliği sayarak ona verdi .
"Tek bakır paralanın bunlar. Seve seve al Al bunları,
dostumun dostu. İ htiya c ın olan yemeği ve kanaldan geç­
meni sağlayacak tekneyi verirler sana ."
"Bunu yapacağım Maisie Macdonald. Aynca teşek­
kürl er sana. Yapacağım şey, ne bu ne de seni unut�ak . . .
Şimdi söyle bana, güvende miyim? Bana, Günah Keçisi
dedi, o Andrew Blai r ! Bura ve denizin a rasında Şeytan
bana dokunabilir mi?"
"Sana ve seninkilere şeytanlık yapılan yere -ki bili­
yo ru m , orası İona'nın batısında- gitmelisin. Git ve 'Tann

190
seni korusun. Ama güvende olman için de Tann'nın ba­
ğışlayıcı sözleri vardır.
Sonra da bu sihri, beklenmedik zarara karşı eski bilin-
dik bağışlayıcı sözleri, seri bir şekilde mınldandı.
"Sian a chu ir Moire air Mac ort,
Sian ro' marbhadh, sian ro' lot ort,
Sian eadar a' chlioch 's a' ghlun,
Sian nan Tri ann an aon ort,
O mhullach do chinn gu bonn do chois ort:
Sian seachd eadar a h-aon ort,
Sian seachd eadar a dha ort,
Sian seachd eadar a tri ort,
Si a n seachd eadar a ceithir ort,
S ia n seachd eadar a coig ort,
Sian s each d eadar a sia ort,
Sian seachd pa idir nan seach pai dir dol deiseil ri di­
ugh narach ort, ga do ghleidheadh bho bheud 's bho
rnhi-thapadh ! "
Ağır adımlann yaklaşmakta olduğunu işitince sözleri­
ni henüz bitirmişti.
"Gitburadan, " diye fısıldadı. Öfkeli ve yüksek sesle,
"Defol git ! " dedi.
Ve Andrew Blair asık suratla ve dehşet verici bakış­
larla evde n çıkıp geldi. Neil Ross, sağımhaneden sessizce
çıkıp bahçeden geçtiğinde ahırlann arkasına varmıştı.
Ana yola vara.na kadar ıslak çalılara basıp geçerken ve
oradan da yağmur yüzünden bataklıktan geçer gibi yü­
rümeye devam ettiği esnada Neil'ın yüzünde gaddar bir
gülümseme vardı.

191
İlk mil boyunca ölü adamın öf'keli kafası, verdiği gü­
müşlere üzülerek aklına geldi. İ kinci mil boyunca kendi­
ne ve ona bunu yaptıran şeytanı düşündü. Üçüncü mil
boyunca duyduğu, yaptığı ve kabul ettiği teklif hakkında
düşündü durdu.
Ondan sonra da yol üstündeki kınk granit yığınına
oturdu. Bir saat boyunca kara kara düşündü . Ardından
bir saat, son olarak üç saat daha düşündü .
İki buzağı güden bir adam batıdan ona doğru geliyor­
du. Ne duydu onu ne de gördü. Adam durdu, tekrar konuş­
tu. Neil cevap vermedi. Çoban omuzlannı silkti , duraksadı
ve aval aval arkasına bakarak yavaşça yürüyüp gitti.
Bir saat sonra geldiği yönden bir çoban daha geldi.
Uzun, ince ve gözü şaşı bir adamdı. Neredeyse yüzünü
kaplayan kızıl sakalı arasından küçük, soluk mavi gözleri
parlıyordu. Neil'ın karşısında hareketsiz durup değneği­
ne yaslandı.
Neil ona göz ucuyla baktı ama konuşmadı.
"Adın ne? Çünkü seni tanıyor gibiyim?"
Fakat Neil onu çoktan unutmuştu. Çoban en1iye kese­
sini çıkardı, bir tane aldıktan sonra yalnız yolcuya uzattı.
Neil mekanik olarak çekti.
"Anı bheil thu 'dol do Fhionphort?" Çoban tekrar de­
nedi: "Fionnaphort'a mı gidiyorsun?"
"Tha mise 'dol a dh' 1-challum-chille," diye cevap- ver­
di Neil, yorgun ve kısık sesle. Sanki bir rüyanın ortasın­
daydı: " Iona'ya gidiyorum."
"Kim olduğunu bildiğimi sanıyorum. Sen Macal­
lum'sun."

192
Neil, baktı ama konuşmadı . Gözlerin göremediği , ku­
lakların işitemediği şeyleri düşledi . Çoban koyunları sü­
rüden ayrılmasın diye köpeklerine öfkeyle bağırdı, sonra
da dargın bir tavırla ona döndü.
"Elbette sessiz bir adamsın . Sana geçen, lanet değildir
umarım."
"Ne laneti? "
"
Ah , rüzgarın sise rağmen getirdiği ! Öyle düşünüyor­
dum ! "
"Hani lanet?"
"Sen şura d aki Günah Bekçisi değil misin?

" Evet."
"Macallum? "
" Evet. "
"Tuhaftır ama seni üç gün önce Tobermory'de gör­
düm ve kendini Iona'da yaşayan Neil Ross olarak tanıt­
tığını duydum."
"Eee?"
"Ah, tabii ki bana düşmez. Fakat Günah Bekçisi sır­
tındagizli kamburu olan bir adam olmamalı derler."
"Neden?"
"Çünkü ölüler bunu bilip mutlu olur. O zaman, o
adam günahları atamaz. "
"Bu bir yalan."
"Belki evet, belki de hayır . . . "
"Pekala, bana söyl eyecek başka sözün kaldı mı? Sana
arkadaşlığın için minnettarım, alınma ama ihtiyacım
olan şey bu değil. "

193
"Ah, seninle benim aramda dargınlık yok. Tabii ki ,
bende de lona var çünkü babamın babası orada balıkçılık
yapan Tomais Macdonald'ın torunu bir kızla evlendi. Ha­
yır, hayır, yaptığım seni uyarmaktır aslında."
"Ne için?"
"Duyduğum o kahkaha yüzü�den."
"Ne kahkahası?"
"Ölen Adam Blair'ın kahkahası. "
Neil Ross gözleri fal taşı gibi açık ve dehşetle bakakal­
dı. Biraz öne eğildi. Tek laf etmedi. Soru, bizzat yüzünde­
ki bakıştı.
"Evet, öyle. Ne duyduysam onu söylüyorum. Sen
Adam Blair'in günahlarını aldıktan sonra insanlar tabutu
çıkardılar. Onu tabutun içine koyarlarken karda ölen ko­
yun misali kaskatıydı, gerçekten de, gözleri açıktı . Neyse,
biri evin önündeki bayırdan senin basıp geçtiğini gördü
ve 'Günah Bekçisi ! ' dedi. Bunun üzerine Andrew Blair
alay ederek, 'Evet, Günah Keçisi b u ! ' dedi, sonra devam
etti, 'Günah Bekçisi derler ona, evet; bu acı ama iyi bir pa­
zarlıktır da eğer doğru diye öğretilenler doğruysa! ' Bunun
üzerine kahkaha attı, onu arkasındaki kansı takip etti . . . "
"Eee, sonra?"
"Sonra, bunun doğru olup olmadığını ancak Tann bi­
lir! Ama bana anlatılan şu: Bu kahkahalardan sonra ses­
sizlik ve korku oldu. Çünkü hepsi cesedin başını döndü­
rüp sen çayırdan aşağı inerken arkandan baktığını görd ü .
Son ra da, Neil Ross, gerçek ismin buysa, ölü Adam Blair
yüzünü göğe çevirdi ve kahkaha attı."
Bunun üzerine Neil Ross yerinden fırlayıp nefesi ke­
silerek hıçkırdı.

194
"Bu yalan, bu şey! " diye feryat etti , çobana yumruk sı­
karak. " Bu yala n .
"

"Bu yalan değil Aynı şey yüzünden Andrew Blair de


bembeyaz halde titreyerek geri çekildi. Kansı fenalık geçir­
di. Ölüyü bekleyen Maisie Macdonald, gözlerine avuç do­
lusu tuz dökmeseydi ve hem eski ağırbaşlılığı hem de yaşlı
kemikleri incindiği için, adeti olduğu üzere lanet okuyup
haykıramayan Adam Blair'ın toprağa düşmesi için tabutu
ittirmeseydi , kim bilir belki ceset tekrar hayat bulacaktı."
Ross, adama delirmiş gibi tuhaf tuhaf baktı. Korku,
dehşet ve amansız öfke onu şimdi ileri geri sallıyordu.
" Senin adın nedir çoban?" diye boğuk sesle kekeledi .
"Adım, bizde Eachainn Gilleasbuig derler, Galce bil­
meye nl e r için İngilizcesi Hector Gillespie; Sutherland
civa n n d a n Strathsheeanlı Alasdair oğlu Ian'ın oğlu Eac­
hainn'im ben Ross."
"O zaman al bu şeyi, Günah Bekçisi'nin laneti olan bu
şeyi ! D ah a fazla acı veren kötülük sende olmasın."
Bunun üzerine Günah Bekçisi Neil, ellerini havaya
kaldınp çobanın yanından uzaklaştı ve bir dakika sonra,
başı önde, ağzı köpürmüş ve gözleri ölümcül yara almış
fok balığı gibi ürkmüş koyunlann arasından koşuyordu.
O günden sonra geçen yedinci ayın üçüncü gününde,
adanın batı yakasından Iona, Balliemore'a gelen Aulay
M ac n e il l , kansının babası olan yaşlı Ronald MacCormi­
ck'e, N e il Ross'u tekrar gördüğünü ve kendisiyle konuş­
tuğu n da cevap vermek yerine yosun kaplı ıslak kayada
oturup boş boş baktığını, bu yüzden şuurunun yerinde
olmadığını anlattı.
Adamın Iona'ya gidişi herkesin dilinin bağını çözmüş­
tü. O zaman da gerçekten delirmiş olmasa da kendinde

195
olm adığı biliniyordu ve ada lıla r bunun, Adam Blair'ın gü­
nahlan yüzünden olduğunu fısıldaşıyordu. Onu nadiren
veya hiçbir zaman adıyla anmazlardı, basitçe "Günah Bek­
çisi" derlerdi. Bu ga ripl iğe sebep olan şey, pek de az rastla­
nır değil di ve çoğu (ve muhtemelen hiçbiri) iyi Hıristiyan­
lık yapmayan birine, ölünün günahlan bağlanabilirdi .
Neil Ross, lona'ya gelişi üzerinden çok geçmeden, na­
sıl derler, ti lki ya da vahşi kedi gibi , Ballyrona'daki çatısız
harap eve yerleşmişti. Adanın Batı Atlantik sahilindeki
vadinin, alanın taşlı kuzey ucundaki Ard-an-teine'de ya­
şayan Aulay Macneill, ona balık tutma işini vermişti .
Ayın aydınlattığı bir gecede, Adam Blair'ın Ross'taki
yerinde, toprağa verilmesinden sonraki yedinci veya doku­
zuncu gecede, Aulay Macneill, Neil Ross'un Ballyrona göl­
gelerinden sessizce kaçarak denize gittiğini gördü. Macneill,
kayalıklarda ıstakoz sepetini onanyordu. Oraya üzüntüsü
yüzünden gitmişti. Ve Günah Bekçisi'ni görünce izledi.
Metcezir karadan çekilirken denizi maya gibi kabartan
son köke ulaşıncaya kadar kayada n kayaya süründü Neil.
Sonra da Aulay Macneil'ın anlayamadığı bir şeyler
söyledi yüksek sesle. Bununla yerinden kalkıp ellerini yu­
kan açtı.
"O zaman," der Aulay hikayeyi anlatırken, "Hayalet
gibiydi. Ay ışığı, dalga kıvrımı gibi yüzündeydi. Beyaz! O
kadar beyaz bir insan yüzü olmamıştır. Yakınındaki mer­
canlann köpüğünden daha beyazdı; ay ışığından daha
beya zd ı , daha beyazdı . . . İ şte, takaların kara tahtalannın
üzerine boyanan harfler kadar beyazdı . Orada durdu
çünkü deniz üstüne geliyordu, gelişigüzel dalgalar vahşi­
ce vuruyordu. Metcezir de vardı . Rüzgarlı denizde kayık

196
gibi sallanıyordu. İşte o zaman, aniden, kadınsı bir sesle
çığlık attı . . .
"

'"Adam Blair'ın günahlarını ortamza fırlatıyorum, ey


denizin beyaz köpekleri ! Boğun onlan, parçalayın, karan­
lık kuyulara sürükleyin ! Evet, evet, evet dans eden azgın
dalgalar, bunu üçüncü defa yapıyorum ve artık kalmadı,
tek bir günah, tek bir günah ! '
"'Heyhat ! Denizin karanlık metceziri, sana ölü bir
adamın günahlanm veriyorum . Taşlar adına, rüzgar adı­
na, ateş adına, ağaç adına; beni ölü adamın günahlann­
dan kurtar, kurtar beni! Adam oğlu Anndra oğlu Adam ve
beni, kurtar bizi, kurtar!'"
"Evet, tabii ki Günah Bekçisi bunu defalarca söyledi
ve üçüncü söyleyişten sonra kollanm sallayarak haykırdı :
'Ve dinleyin beni, metcezir ve kara sular. Bilge Maisie ta­
rafından bana sözlenen kadim sözler iyi sözlerdir. Ben . . .
Tann cezasını versin ! Anndra oğlu Adam'ın arkadaşı olan
kara kalpli şeytan adam Murtagh Ross'un kansı Silis Ma­
callum 'un oğlu Neil. '"
"Bundan sonra tökezledi ve denize düştü. Fakat nasıl
adım Aulay mac Luais'ten başka bir şey değilse bir saniye
sonra su yüzüne çıkıp, fok gibi yüzerek kayalann üstün­
den geçti ve o münzevi çatısız yere bir kez daha geri dön­
dü, zaman zaman delice kahkaha attı, söylenip durdu ."
Bu, Neil Ross ile ada halkı arasında duran Aulay Mac­
neill'ın hikayesiydi. Hepsinin arkasında birbirlerine fısıl­
dadıklan bir şey va rdı.
İşte, böyle en sonunda adı Günah Bekçisi olmuştu.
Onun yanına giden birkaç çocuk, onu gördükleri an kaçı­
yorlardı . Sadece Aulay Macneil zaman zaman görüp on­
dan bahsediyordu.

197
Bir ay geçmişti ki herkes Günah Bekçisi'nin bu ber­
bat şey yüzünden deliliğe sürüklendiğini biliyordu. Adam
Blair'in günahlarının yükü bu yüzden gitmiyordu! Onları
gece gündüz gülerken duyduğu söyleniyordu.
Fakat bu, sessiz delilikti. Çimendeki gölge gibi sessiz
sedasız, ileri geri gidiyordu. Adı gün geçtikçe dehşet gibi
büyüdü. Iona'nın batı yakasında pek az insan vardı ve bu
azınlık da onun tuhaf şeyler bildiği ve denizin sırlan ile
konuştuğu sözleri duyunca ondan kaçar oldu .
Bir gün Aulay Macneil, teknesinde onu Spouting
Koyu'nun girintisinde dönen uzun dalgaya doğru med
zamanı yüzdüğünü gördü. Şimdiye kadar hiç kimseni n
bunu yaptığı ve ş u ü ç şeyden kaçabildiği görülmemişti:
Bilinmezliğe sürüklenip gitmek, boğularak ölmek veya
delilik . . . Adalılar, metcezir zamanı o koyda yüzeni n
Mar-Tarbh bazılannın at şeklinde deniz perisi dedikleri
korkunç bir deniz yaratığı olduğunu bilirdi ki kadına
benzeyen bu at şeklinde deniz perisi görül me m iş deniz
boğasına daha çok benzerdi . Mar-tarv kükrediğinde
Spouting Koyu'nun kenarında tesadüf duran koyunun,
keçinin, evet, hatta köpeğin veya çocuğun başı beladadır
çünkü kesinlikle düşecektir ve bir çırpıda yutulacaktır.
Auley, lanetli adamın çığlığını duymaya çalıştı, şaş­
kınlık içinde ürpererek. Metcezirdi ve deniz canavarı ora­
da olacaktı.
Dakikalar geçti ve hiçbir işaret yoktu. Koy'un dibinde ha­
reket eden şaşkın ve kör bir dev gibi denizin derin gürlemeleri
sadece, dar kuyuyu delip geçmeden önce falezin tepesindeki
rüzgarlı havaya fışkıran suyun telaşlı püskünnesiydi.
Sonunda dev dalgaların üstüne girdap gibi çıkan de­
niz yosunu kütlesi benzeri şeyi gördü. Bu Günah Bekçi-

198
si 'ydi ! Aulay küreklerine asıldı. Tekne suda sallandı. Neil
Ross, tam ikinci kez batmak üzereyken onu yakalayıp
tekneye çıkardı .
Bundan sonra, Günah Bekçisi şundan başka bir şeyden
bahsetmeyecekti: Tha e lamhan fuar! Tha e lamhan fuar!13
Bu hikaye ve diğer hikayeler, adadaki herkesin Günah
Bekçisi'ni bedduaya uğramış gibi görmesini engelledi .
Neil Ross'a deliliğin yeni evresi uğradığında üçüncü aydı.
Deniz korkusu ve deniz tutkusu aynı anda geldi ona.
Çoğu zaman kıyıda tek başına, öfkeden ve nefretten kıp­
kırmızı halde ona vahşi isimlerle haykırarak, hemen son­
ra da aşık olduğu kadına yalvanr gibi yalvararak dolanıp
dururdu . Tuhaf büyülü sözler de ağzındaydı . Unutulup
giden sözlerin eski mi eski satıdan Aulay Macneil tara­
fından, ve sadece Aulay değil, başkalan tarafından da
duyulurdu. Bu satırlarda Ioua, adaya lona denmeden
çok önce verilen tarihi denizden gelen adı ve diğer dokuz
adından herhangi biri üst üste tekrar eden hali.
Metcezirdi onu bu hfile getiren. Deniz çekildiğinde yo­
sun tabakalan üzerinde veya kayalıklann arasında insan­
dan başka her şeye benziyor ve sessiz bir hfilde dolanıyordu.
Bu üç ayın sonunda deliliği değişti. Kimse ne oldu­
ğunu bilmiyordu·ancak Aulay adamın taşıdığı berbat yük
yüzünden inleyip durduğunu söylüyordu . Mahşer günü­
ne kadar yıkanıp gitmeyen günahlar için boğan deniz,
yaşayan günahlar için can alıcı mezar, mahşer gününe
kadar olmayacaktı!
Bundan sonraki haftalarda ortadan kayboldu. Nerede
olduğuna gelince, o da bilinmiyordu.

13 • Eli soğuk, eli soğuk !"

199
İşte ondan sonra, daha önce anlattığım gibi, Aulay Mac­
neill 'ın yaşlı Ronald MacComıick'e Günah Bekçisi'ni tekrar
gördüğünü söylediği yedinci ayın üçüncü günü geldi çattı.
Gerçi söylediklerinin ancak yarısı doğruydu. Çünkü
Neil Ross'u kayanın üstünde gördükten sonra yerinden
kalkıp eskiden olduğu gibi şimdi de musallat olduğu ça­
tısız yere giderken onu takip etmişti. Soğuk ve yağmurlu
bir yaz olsa da yaz geldiği için bannak eskisi kadar sefil
görünmüyordu .
"Osen misin, Neil Ross?" diye sordu adam , ev hara­
besinin arasından gölgelerde belli belirsiz görünürken .
" Bu benim adım değil," dedi Günah Bekçisi, yabancı
bir gemiden gelen deniz kazazedesi gibi tuhaf görünmüştü.
"O zaman ne, sen ki beni m arkadaşımsın ve benim,
Aulay Mac Luais - Aulay Macneil'ın sana bir damla kin
gütmediğimi kesin bilirsin. "
" Ben Judas'ım. " 14
"Ve bu söz," dedi Aulay Macneill, hikayeyi anlatırken,
"bu sözle kalbim odaya kısılmış yarasa gibi çırpındı . Am a
a z zaman sonra konuşmaya devam ettim. "
"Tabii ki , " dedim . " Bunu bilmiyordum . Nereli ve ki­
min oğlu olduğunu sorma cesaretini gösterebilir miyim?"
"Ancak bana tek söylediği, 'Ben Judas'ım,' oldu. "
" Peki," dedi m onu rahatlatmak için, "tabii ki bu o ka­
dar kötü bir isi m değil ama kulağa daha yuva gibi gelen
bir isim biliyorum ."
Ama hayır, bu yeterli değildi.
" Ben Judas 'ım. Çünkü sattım Tanrı'nın oğlunu beş
gümüşe . . . "
ı4 Judas : Hain, kalleş - 12 Havariden biri. H z. İsa'ya ihanet etmişti .

200
"Burada sözünü kesip dedim ki, 'Elbette, Neil -Judas
diyecekti m-' beşin sekiz katıydı."
Ancak kederinin sadeliği üstün geldi ve gözlerim yaşlı
dinledim.
"Ben Judas'ım. Tann'nın oğlunu beş gümüş şiline
sattığım için Tann bana dünyanın bütün isimsiz kara gü­
nahlarını verdi. İ şte bu yüzden Günlerin Günü'ne kadar
bunlara katlanmak zorundayım."
Ve Günah Bekçisi'nin sonu buydu işte. Çünkü Aulay
Macneill'ın her kış daha da uzayan ama sonu hiç değiş­
meyen uzun hikayesini anlatmayacağım.
Bunu Aulay'ın ağzından anlatacağım .
"Acı, vahşi bir gündü, onu son gördüğüm gün. Zaman
hayli geçti. Deniz lona ve batının batısı arasındaki havayı
yakan alevin ışığı ile kıpkızıldı. Sahildeydim , denize bakı­
yordum . Büyük yeşil dalgalar Kutsal Kitap'taki savaş ara­
baları gibi sahile vuruyordu. Ve üstünde kesilen köpüğün
tam altındaki renkte gördüğüm batıp çıkan direk, birinin
kapkara omuzlarındaydı. "
"'Bu ne?' dedim kendime. Merak etmemin sebebi şuy­
du: Daha küçük bir direk de ona doğru sürükleniyordu.
Ve o şeyi izlerken daha büyük bir dalga yükselip her ikisi­
ni de yakalayabileceğim kadar yakına savurdu. Ama gör­
düğümü kim yakalayabilirdi ki?"
"Tan rı şahit ki söylediğim doğrudur."
"O taştaydı Günah Bekçisi Neil Ross. Doğduğu gün
gibi çıplaktı. Ve taşa bağlıydı da - evet, tabii, bacakla­
rı, göğsü ve sol eli halatlarla bağlanmış ve taşa bağlıydı.
Çarmıhı n üstündeydi . Gördüğümde ödüm patladı . Ah , o
zavallı, sürünen enkazdan farksızdı ! Çarmıhtaki Judas!
Onun adı buydu. "

201
"Dizlerim titreye titreye bakarken halen hayatta ol­
duğunu gördüm . Dudaklan hareket ediyordu ve sağ kolu
sallanıyordu. Onu sahilin rüzgarsız tarafına götüren kü­
rek gibi, evet, böyle düşündüm."
"O an, aniden beni gördü. Beni tanıdı tabii , artık his­
sesine düşen cenneti alan zavallı adam, diye düşündüm !"
"El sallayıp bağırdı ama üstüne gelen büyük dalganın
sesi yüzünden işitemedi. Bir kürek çırpışı ile durduğum
kayalığın yakınına sürüklendi. O çırpınan, köpüren gir­
dapta onun yüzünü bir an gördüm ve vurgun yiyen ağ gibi
kabaran dalgada yitip giderken şu sözler çalındı kulağıma:
_
"'An eirig m'anama . .. Ruhumun karşılığında.'
"Ve o an iki tahtanın, ters dönüp geri çekilen büyük
dalga ile beraber aşağı kaydığını gördüm. Evet, elbet, açık
denize doğru çoktan gitmişti. Skerry-Mör ve Skerry-Beag
arasındaki koca girdabın içerisindeydi. Onu tekrar gör­
medim - hayır, sadece sanının çeyrek saat boyunca. On­
dan son ra Black Eddy15 diye bilinen akıntının arkasından
kuzeye doğru hızla giden devasa, tehditkar kara dalga kö­
püğünün üzerinde, pervane gibi dönerken gördüm onu. "
"Böyleydi Neil Ross'un sonu, öğrendiniz; evet, elbet
böyleydi Günah Bekçisi diye bilinenin hali. Ve bu doğru­
dur ki Tann bizi kederlerin kederinden korusun. Hepsi
bu kadar . . . "

Çeviren : Özge Sevinç

ıs Kara girdap

202
Nathaniel Hawthorne

Yalnız Adamın Günlüğünden


Kesitler
1
Zavallı arkadaşım "Oberon," -onu böyle tuhaf bir isimle
tanıttığım için beni affedin- ebediyete intikal etti. Sessiz,
sakin öldü. Akciğer hastalığı olsa da onun yaşamı bazen
anlık, tuhaf alev parlamalanyla yavaş yavaş sönen bir
mum değildi , yine de tükeniş metcezirleri ve varlığının
güneşi sona erdi, tıpkı kutsal kitaptaki şu basit deyiş gibi:
"Kendisi ışık değildi ama ışığa tanıklık etmeye geldi. . . "
Son sözleri, "Yazılanmı yak, yazı masamın çekmecesin­
de bulunanlann hepsini, bazıları yayımlanmak için seni
aldatı r diye korkuyorum. Yeteri kadan yayımlandı. Sana
bıraktığım dağınık günlük ise . . . " İ şte o anda yakasını asla
bırakmayan şiddetli öksürük zavallı arkadaşımın sözünü
kesti. Öksürükten yorgun düşüp uykuya daldı. Ertesi gün
güneş tam tepeye çıkana kadar yanındaydım. Oda, ben
ışık özlemiyle kepenkleri açana dek karanlıkta kalmıştı ve
gündüz, ölümün mermer yüzüne pencereden bakıyordu.

203
Çekmecedeki yazılara gelince, dileğini yerine getirdim
ve şeytana uymayı çok istesem de birini bile okumadan
hepsini yaktım. Ama eski günlüğü sakladım. Vicdanımı
dinlemiş olsaydım onu da yakmam gerekirdi ancak geçen
gün yırtık sayfalarda göz gezdirirken bazı kısı mlarını ya-

yımlama dürtüsüne engel olamadı m. Bunu layıkıyla yap­


mak ve Oberon'umun "nadir incileri"ni benzer surette
dizmek için o ipi dokumak zorundayım.
Dostları ile sadece ticaret yapan birine ne kadar yal ­
nız denebilirse, Oberon da, "yalnız bir adam"dı . Büyük
şehirden epey uzak, küçük bir kasabada yaşar ve üç ayda
bir kitap dükkanına uğramak ve benimle iki buçuk saat
geçirmek dışında asla şehre uğramazdı. O sürede , son
ziyaretinden bu yana hatırlayabildiğim ilgi çekici olan
her şeyi ona anlatırdım . Sohbete içtenlikle katılır, zaman
sona erdiğinde şapkasını alıp giderdi. Tanıdığım en nev-i
şahsına münhasır insandı. Edebiyatı oldukça etkileyiciy­
di. Ü nlü gazetelerimizde çıkan hikayelerin hiçbiri onun­
kiler kadar sevilmemiştir. Ancak ruhunda keder vardı ve
bu keder, çekingen duyarlılık ile bir araya gelince, onu
insanları sevmeyen değil ama garip bir şekilde sosyalleş­
meye karşı bir insan haline geti rdi . Hayat kaynaklarını
yavaş yavaş kurutan hastalığının farkına ise teslim olma­
ya alıştığı o uzun soyutlanmaların birinden sonra vardı.
Böylesi bir fikri n , ruhunu melankolik feıyatlarla derin­
leştirmek yerine onu daha olağan bir ruh haline sevk et-
-
mesi şaşırtıcıydı .
Kendine bir uyan geldiğinde ve dünyaya dönme arzu­
su için yeterli gücü topladığında, hayatının bundan sonra
daha bilge ve mutlu geçeceğine dair gizliden gizliye umut
beslemeye başladı. Ama hayalini kurduğu hayat onu asla
çağırmadı, aksine ölüm , kulağına fısıldıyordu. Ne yazık ki

204
eski günlüğünün bu kısmında bu ilginç dönemle ilgili pek
az cümle var. Kaleme aldığı şeyler, kederli ve az da olsa
kendi türüyle yeni bütünleşen bir ruhun nezaketini can­
landınyordu. Aşağıdaki düşüncelerde acı olan bir şey var­
sa o da kaynağını insanın halinden anlamasından alması­
dır. Onun yegane konusu da kendisinden başkası değildir.
"Birinin mutluluğu olmadan ölmek zordur, en çok be­
nim için, hayatın neşesinden büyük pay almaya ve tasa­
lannı yük etmemeye karar veren ben . . . Boş felsefe ! Bütün
varlığı didinip yorulmak olan en fakir işçinin çektiği zor­
luklar bile, benim en büyük keyiflerime tercih edilir.
"Hayatın hep kaymağını yediğim için, onun derin ve
içten gerçekleri hakkında hiçbir tecrübem olmadı. İ nsani
içgüdülerin kovaladığı ve elde edildiğinde doğal bir tatmin
doğuran o amaçlann hiçbirine ulaşamadım. Gerçek bilge­
ler, bütün varsayımlardan sonra müşterek yola girerler ve
kendilerini saran insan doğasına biat ederek altın toplar­
lar, toprağı sürüp ağaç dikerler, ev inşa ederler. Ama ben
bu bilgeliği küçümsedim. Şöminesi başında, refahı sorum­
luluğuna ve kılavuzluğu sevgi dolu otoritesine emanet edi­
len bir adamın; düzenli, makul ve itinalı memnuniyetini
de reddettim. Ö nemli meselelerde hükmüm olmadığı için
toprakta izim yok, var olanlarsa kanştı havaya. Babası
olarak yok olup gittiğimde, payımı hayatın imtiyaz ve so­
rumluluklarına dair daha iyi hislerle miras bırakacağım
bir evladım yok. Öyle ki hayatta pek az fani, en zayıf ve en
güçsüzler bile, ne benim kadar aciz bir gölge olmuştur bu
dünyada ne de düpedüz ölmek zorunda kalmıştır. Genç bir
adamın saadeti bile bende olmamıştır. Binlerce uçan hayal
ile hiç gerçekten §şık olmadım ve muhtemel ki ebedi gele­
cekte yalnızlığa mahkum edildim çünkü burada, dünyada,
ruhum bir kadının ruhu ile dünya evine girmedi.

205
"Doğasının tesirlerinin kendisinden öç aldığını çok
geç olsa da hisseden birinin şikayetleridir bunlar. Neşesiz
bir hayat ve gönülsüz bir ölüm ihtimali ile perişandırlar;
benim fani kaygılardan uzak olup özen delisi ve azimli
adamlar arasında keyfi yerinde bir aylak olma amacı m
gibi. Başka pişmanlıklarım da var, eski ruhumun rayi­
hasını çıkaran. Kutuplar ve Orta Afrika hariç dünyanın
her bölgesini ziyaret etmeye karar verdiğimde Piramitleri
görmek için tuhaf bir özlem duydum. Büyülü efsaneleri
hatırına İ ran, Arabistan ve bütün muhteşem Doğu'ya ,
hacca gitmeyi borçluydum. Ve İ ngiltere'ye, atalanmın
memleketine! Geçmişteki yuvama dönüp her şehrini, her
kalesini, her tarihl savaş meydanını görmezsem , kated­
rallerinin kutsal kasvetinde durmazsam, ölümsüz şair­
lerinin tapınaklarında aynı kandan gelen yurttaş olarak
diz çökmezsem mezarımda rahat uyuyamayacağıma dair
hayaller kurmuştum. Bu his kalbimin en derin yerinde
duruyor. Baba toprağı hasreti ve bu uzak seyahat plan­
lan ile -bizzat kendi içgüdümün oluşturduğuna ve yerine
getirmediğim için beni azarladığına inandığım- en uzun
gezintimin sının kendi kasabamdan altı yüz milden biraz
daha fazla oldu. Bu nedenle, hayatımda, nasıl düşünür­
sem düşüneyim veya nasıl adlandırılırsa adlandınlsın,
yaşadığımı hiç hissedemiyorum.
"Güçlerimin gerçek sırlarını hiç keşfetmediğim, elimi
uzatsam dokunabileceğim görkemli bir hazine, ayağımın
altında altın madeni olabilirdi ki değersizdi çünkü nasıl
arayacağımı asla bilemediğime dair bir düşünce tarafın­
dan ele geçirildi m. Bunun sebebi, öleceğim için tek bir
mesut fikir isteğiydi muhtemelen.
'Ardından gözyaşı dökülmeyen, itibarsız, isimsiz . . . '

206
"Bir keresinde hayatımın gürültülü neşesinin içinde
rüya gibi bir düşünce takıldı aklıma ; fanilere biçilen kor­
kunç yaşlanma veya ölüm ihtiyacı. Gençlik dolu tek bir
erdemi kaybetme fikrine katlanmıyordum. Doğru, bir za­
manlar gençken şimdi yaşlı olan diğer insanlan gördüm,
yaşlannın cefasını ağırbaşlılıkla çekiyorlardı. İ ş bana ge­
lince, hissettirmeden yavaş yavaş yaklaşan yaş, birden
üstüme düşse daha az perişan etmeyecekti beni. Bazen
aynaya bakıp kendimi yanaklanm solmuş, çizgilerle dolu,
alnımın ortasında derin bir kınşık, başımın tepesi kel ve
parlak, kaşlarım ve şakaklanm soluk gri, çenemde biten
ürkütücü sakal ile hayal etmeye çabalardım. Bu resme
omuz silkip ne geçen yaşlarla ne de insanların gözü önün­
de çürümeyecek solgun güzelliğinin siyah ve gür şakak­
larla çevrelendiği zıpkın gibi bir delikanlının ölü yüzü ile
değiştirirdim resmi. Bu çehre beni daha az ürpertirdi.
"Uzun hayatın zor koşullanndan bu denli nefret et­
mek bütün duyarlı ve düşünceli adamlar için geçerlidir
ki onlar hemcinslerinin gerçek ihtiyaçları yerine şatafat,
zarafet, neşe ve hafifliğe hizmet ederler. Hayatın ciddi
konulannda rolü olan biri, kunduracı olsa bile kendini
gençlikte ve yaşlılıkta eşit derecede saygın hisseder, işte
bu yüzden de yaşamaktan, kmşıklıklan dört gözle bekle­
mekten ve zamanı geldiğinde elden ayaktan düşmekten
mutlu olurlar. Dünyanın meşgul aylaklan için ise durum
farklıdır. Ciddiyetsizliğime rağmen düşünceli bir insan
olduğum için bu azaba karşı yükümlüydüm. Ne gerçek
saklanabilir ne de gerçeklik hayalinden kaçılabilir. Derin
endişeyle farkına vardım ki şu an zarif ve hayatımın ba­
hanna uygun olan ne varsa, orta yaşımda gülünç gelecek­
ti. Şahane gençliğe öylesine müsamaha gösteren dünya,
o zaman hala aşk masallan anlatıp genç kızların gözyaşı

207
için hırslanan, güllerin özünü sanki kaslı eliyle sıkar gibi
çıkaran sakallılara tepeden bakacaktı. Anakrion'un yaşlı­
lığında genç kızlar beyaz saçlarına, tatlı dizelerinden daha
çok gülerdi. "Bu hislerle, hayat dramasındaki rolümün
genç bir oyuncu için uygun olduğunun farkındaydım ve
sahneden erken inmek için kederli bir istek yeşertti m.
Kendime bir sınır belirledim, yirmi beş yaş, belki biraz
daha ama oldukça fazlası fırlatılıp atılacaktı . Benim fani
haccımı bulmuştum ki zamanım dolduğunda benim uzak
ışığımla dünyadan bir kelebeğin eksileceği içime doğdu.
"Ah, hayatı ne severdim , son durağı m olan ölümü
erken verirken bile bana! Dünyayı, şehirlerini, kasabala­
rını, otlarla dolu yol kenarlannı, vahşi ormanlarını, sa­
kin manzaralannı, şen, sıcak ve hayat veren telaşı nı, her
şeyini sevdim, genç gözlerle seyredebildiğim ve genç bir
kalple dans edebildiğim sürece sevdim . . Kainat o kadar
.

güzel yaratılmış ki içindeki her daim genç sonsuzluktu


özlemini çektiğim, daha aydınlık bir küre özlemi değil.
Başım ve sonum orada olacakmış gibi , dünyevi mutluluk­
tan başka hayal kuramadan, bunu seçersem kusurlanyla
beraber sanki muhteşem saadet ondan ayrı olabilirmiş
gibi tutundum dünyaya. Heyhat ! Ruhun kendini llh revi
hale getirdiği yorgunluğu yanlış bildim."
Eski günlüğün sayfalannı çevirirken Oberon'un ço­
ğunlukla yaslandığı marazi arzuları n sinyalini veren pa­
ragrafı tesadüfen açtım. Aşağıdaki hayaller, muhtemelen
ölümü hakkındaki düşünceleri yüzünden aklına gelive­
ren derin kederden kaynaklanıyordu.
"Bir sabah Broadway'de yürüdüğümü ve ünü uıaklar­
dan bile bilinen o yolun coşkulu ve samimi hayatı ile ken­
dimi neşelendirdiğimi hayal ettim . İşte, bir fayton dört­
nala geçiyor, şurada da hantal bi r araba , ladin akşa mlan

208
bkırdıyor geçerken ve bütün keşmekeşin içinde şaha kal­
kan bir at . Kaldırımdaki insanlar çeşitl i eşyalara, tabak
ve takılara veya kitapçının vitrinindeki rahatsız edici yeni
karikatüre bakıyorlardı. Güzel hanımefendiler ve bıyıklı
beyler mutlulukla yürüyorlardı karşılıklı baş sallayarak
ya da süslerini bozacak kaba köylüden veya gücü kuvveti
yerinde işçiden geri kaçarak. Bu hareketli sahnede, bu ye­
rin benim için uygun bir yer olmadığına veya beni gülünç
gösteren tuhaf bir giysi ya da sıfatla kalabalığa girdiğime
dair solgun ve bulanık bir fikirle doldum. Güneşin altın­
da yürüyordum ama bir ceset kadar soğuktum. Mertebe
olarak da kendimi evrensel ilginin merkezi olarak algı­
ladım, öyle görünüyordu ki bu algı dehşet ve korkudan
kaynaklanıyordu. Her yüz soluyor, gülümsemeler kesili­
yor ve sesler kırık hecelerle bitiyordu; dükkanlardaki in­
sanlar beti benzi atmış halde kapılara hücum ediyorlardı.
Yayalar, veba salgım ortaya çıkmış gibi sağa sola koştu­
ruyordu. Atlar şahlanıp kişniyordu. St. Paul Kilise'nin
önünde, pörsümüş eli gelip geçenlere uzanan dilenci bir
kadın oturuyordu ama elini benden geri çekti ve kalaba­
lık kilise avlusundaki mezar ve mabetleri işaret etti. Eski­
den tanıdığım üç sevimli kız avazı çıktığı kadar bağırarak
karşıya geçti. Yanından geçmek üzere olduğum siyahlar
giymiş bir zat, başını aniden çevirdiğinde, uzun zaman
önce ölen arkadaşım gibiydi. Bana korku dolu bir bakış
atıp kayboldu. Kendimle göz göze gelir gelmez uyandım,
berbat bir şekilde korkarak ve tiksinerek. Bir adım bile
atmamıştım ki en yakın dükkanın içinde duran aynaya
kaydı gözlerim. Korkak şehrin, neden kaçtığı ortadaydı !
Broadway'de kefene sanlı geziyordum." ·

Ö nümde duran ve zar zor okunan kağıtlardaki deli­


liğe bundan daha da yakın cümleleri yazsaydım eğer,

209
arkadaşımın hatırasına haksızlık etmiş olurdum. Bana
bahsettiğini hiç hatırlamıyordum ama bu kağıtlardan,
sadece yürüyerek bir defasında Niagara'ya gittiğini anla­
dım. Kasabada birlikte yaşadığı arkadaşlarının bazı dav­
ranışlarını zulüm olarak tasvir etmişti. Bu arkadaşlar, on
iki yaşlanndayken vefat eden ailesinin Oberon'u emanet
ettiği arkadaşlardı. Ona her zaman kibar davransalar da
kendi şahsiyetinden ziyade hissettikleri sempati yüzün­
den kasaba halkının gözdesi olsa bile, öyle iımtçıydı ki
mizacı, bannağı olan evi terk ederdi azıcık öfkelense, nef­
ret ettiği o yere dönmektense ölmeyi yeğlediğini açık açık
söylerdi. Dört ay boyunca uzakta olduğu sırada ağır bir
hastalık geçirdi. Hastayken yabancılann en kibar sözleri
ve bakışlannın bile ne kadar rahatsız edici olduğunu his­
setti. Hasta yatağından daha iyi bir adam gibi kasabasına
dönerek kendi gönlünü almaya karar verdi . Orada yaşadı,
öldüğü güne kadar yalnız ve üzgün ama arkadaşları tara­
fından affedilmiş ve el üstünde tutularak. Günlüğünde bu
yolculuğu anlatan kısım çoğunlukla tahrip olmuş. Orada
burada cümleler var. Çok az sayfa olduğu için seçemiyo­
rum ama öncekine göre daha iyi ve keyifli bir akıl duru­
munu işaret eden aşağıdaki ifadeleri esirgemeyeceğim.
"Falezinin ayaklarında geniş bir yapıya sah ip olan is­
keleye vardığımda şiirden yoksun bir sürü biçare insan
gördüm ve onlarla temasım yüzünden şiirleri min bazı­
lannı kaybettim. Öğleden sonrayı şelalelerin civannda
balık tutarak harcayan siyah ve beyaz levrekler ile yılan
balıklannı kayıkçı viskisiyle takas eden basit ama şen
şakrak taşralılar, kulübeye doluşmuştu . Sahi plerinden
daha kibar ve efendi tavırlı mahluk olan bir tazı ve üç İ s­
panyol, kapıda bekliyordu . Birkaç metre ötede olmasına
rağmen köpeklerin fark etm ediği güzel bi r tilki vardı, du-

2 10
ruşu eski fablda kendisine atfedilen zekayı belli ediyordu.
Eski bir fıçıda rahat bir saman yatağı vardı. Ona doğru bir
adım atmamla tilkinin çalı gibi kuyruğunu sallayarak geri
çekilmesi bir oldu ama hemen sonra saklandığı yerden çı­
kıp ilgili ve zeki gözlerle beni süzdü. Balıklannı takas edip
viskilerini içen Kanadalılar ıvır zıvır hakkında gevezelik
edip basit hareketlerle eğleniyordu, Büyük Kanyon'un en
düz yerine ait manzaraya pek aldınş etmeden. Gerçi onla­
n küçümseyecek değilim. Zira ben de balıkçılar, köpekler
ve kurdun saçma meselelerinden keyif alıyordum, sanki
güzellik ve yücelik o noktada birleşmemiş, evlilik bağlan
da karşı kıyıdaki gökkuşaklannın en aydınlık olanı değil­
miş gibi. . . Başımın üzerindeki gri uçurum ve etrafımda
çağlayan Niagara, kaşlannı çatmıyormuş gibi . . .
"Asık suratlı, kara bıyıklı üstelik yan sarhoş olan ka­
yıkçı, Kanadalılan kapı dışan etti, kayığı salıp beni kıç
tarafına davet etti. Karşıya geçerken nehir beyaz köpükle
kaplanmıştı ama Amerikan şelalelerinin dış kenanna bizi
yaklaştıran dümdüz geçişe pek karşı koymadı. Puslu teme­
line yaklaştıkça gökkuşağı ortadan kayboldu. Kıyıya çıktı­
ğımda güneş bütün Niagara'yı karanlıkta bırakmıştı."
"Sulann heybetli gürlemesinin içinden neşeli bir tını,
tatlı sesler ve genç kız gülüşü dans ederek geldi. Eskiden,
önce Fransızlann sonra da İ ngilizlerin Niagara tarafında
garnizonlan vardı, Goat Adas'ına giden çağlayanlardan
geçmenin bir asker, bir sınır nöbetçisi veya Kızılderili ka­
dar kahramanca olduğu kabul edilirdi. Ülkede savaş ve
kabalık azalıp kendisine soluk ve şüpheli gelenekle şöyle
böyle inanılan uzun bir aralık girdi , iki çağlayan arasında
asılı duran ormana ve bu vahşi uçurum noktasına hiç in­
san eli değmemişti sanki. Ada artık iç içe geçmiş orman

211
yerine köklerinde çimenli aralıklar ve gövdelerinde tahta
patikalarla heybetli bir koruydu.
" Burada artık ne asker ne Kızılderili bulunuyordu. Ko­
runun kınk güneş ışığı içinde kısa yarışlar yapan, ağaçlann
arkasına saklanıp birbirine çam kozalağı fırlatan üç sevim­
li kızın görüntüsü vardı. Oyunları onlan bana doğru getir­
diğinde, gruptan biri öne çıkıp beni kurdelesi ile şaşırttı ,
bu kalpten yanıt verdiğim bir selamlamaydı , öyle ki daha
kibar olsaydı da aynısını yapardım. Bu derin siyah gözlü
küçük hanımı, çocukluğundan beri, daha avare avare gez­
meye başlamadan önceki gençlik yıllanmdan beri bilirdim.
"Yaşı daha büyük olan hanımefendilerin ben im gibi
bir beyefendi ile uygun olmadığını düşünebileceği bir öz­
gürlük ve nezaketle görüştük. İ ki hoş yabancıyı başımla
selamladım , kız onlara isimleriyle seslendiğinde ağı r bir
asaletle yaklaşıp mesafeli bir nezaketle beni onurlandır­
dılar. Yukan Vermont tarafından geliyorlardı. Kardeş,
kuzen veya akraba olup olmadıklarını bilemem a ma ha­
fızamda, yapraklannda taze çiğlerle 'tek dalda iki gonca
gül' olarak ekilidirler. Ne zaman saf ve güzel bir şey düşü­
necek olsam aklı ma gelirler. Biri, on yedisinde bile yoktu.
İ kisi aynı boyda, diğeri ise biraz kısaydı . Arkadaşlarına
kıyasla, gülü andıran kızın yanakları pek al değildi , so­
luk olmasa bile bir ton daha derindi . İ kisinin de kaşları
narindi , güçlü hatları yoktu ama nasıl oluyorsa saçların­
dan daha koyu renkliydi . İkisinin de tatlı, kibar dudakları
vardı ki yakut gibi uyancı ve derin tonda değil, kırmızı
gül kadar kırmızı olan, her birinde ise şu mücevherler­
den, en nadir en değerli olanlardan, berrak ve yumuşak
bir ışıltıyla parlayan mavi gözlerden vardı . Giysileri bir­
birine benziyordu ; biri siyah ipek bir elbise giymişti , bi­
lekten dirseğe kadar fisto manşetl i. Diğerini n ise kırmızı

212
ipek elbisesi nde aynı kumaş ve desenli kuşak ile manşet
vardı . Giysil er ince bedenleri i çin ağır ancak eylül ayı için
uygundu. Onlar ve daha esmer olan. gü zel kız, hasır şap­
kalarını elin de tutuyordu."
Zavallı Oberon'un hastalığının yavaş yavaş geçmesi n ­
den sonra kasabasına dönüşünü betimlemesini, daha iyi
ifadelerle son veremezdim.

il. Eve Dönüş


"At arabası tepenin zirvesini geçtiğinde, yolun geri kala­
nını yürü m ek gel d i içi md en. Şimdiye kadar yazın hiçbir
gününde bundan daha enfes bir öğleden sonra olamazdı.
Hava, zarif bir aydınlık, ılık ve rayiha dan yapılmış güneş­
li bir parfüm gibiydi . Başımın üstündeki meşe ve ceviz
ağaçlarının ya p rakla n gür ve sıktı, çimler aylardır sığır
sürüsünün otlak alam olsa da geçen haftaki sonbahar
yağmurla n sayesinde haziran ba şında ki tazeliğine kavu­
şabilmişti . En parlak altın zerreleri andıran hindibalar en
yeşil çimene ve altın öbekli yıldız şekilli mavi bir çiçekteki
kelebekler gibi yol kenarına serpiştirilmişti . Çakıllı alan­
da, yürüme taşlarının altından filizlenen ve solgun mu
solgun üç gülü old uğu halde baharatlı bir koku ile kutsa­
nan yaban gülü çalısı vardı. Aynı simgeler yılın yaz ışıltısı
ile parladığının habercisi olmalıydı . Seyrek ve sararmış
olsa da menekşeler de vardı . Ancak eylül ayının nefesi ılık
havaya yayı lmıştı ve güçsüz kalan bedenimin nefesini ke­
sen, gizli s e ri nliği ortaya çıkarıveren en küçük esinti bile
hissediliyordu.
" Kasabamın girişindeki tepedeydim, elveda demek
için geriye ve yo l um un üstünde yay gibi kıvrılan, talihi­
min alameti olarak soluk pusu için ileriye baktığım. O
işareti, umudun h ayaletini , umudun aydınlık büzmeleri

213
olmadan, nasıl da yanlış değerle ndirmişim ! Bütün keha­
netlerin henüz gerçekleştiğini, gökyüzün d e batan gü n e ş
gözümü almasına rağmen kavrayamamışım. Ama sakin­
d i m ve içim kararmamıştı. Son gördüğümdeki gibi loş
ve rüyamsı kasabaya döndüğümde beyaz evler ve tu ğla
ambarlar, iç içe geçmiş ağaçlar, geniş sınırlı çi me nl e rd e
patikalar ve tozlu yolu gördüm; gün ışığındaki barış dolu
memnuniyetin resmiydi hepsi.
'"Yuvamı daha önce neden hiç sevmedim?' diye düşün­
düm ruhum manzaranın güzelliği ile kendini yenilerken.
"Karşı tepenin yamacında, kasabanın en uç sınırla­
rına kadar uzanan mezarlık vardı. Güneş yaşayanların
üstüne ikamet ettiği gibi orada da neşeyle parıldıyordu
ve b üt ü n tümsekleri, beyaz mermer veya kayrak taşından
bütün mezar ta şl a rı n ı, oradaki buradaki meza rl arı ve hoş
çimenleri gösteriyordu. Batı tarafından başını görkemle
uzatan bir ağaç, arkasına kalem gibi gölge bırakıyordu.
Düştüğü ye rd en çok uzakta değildi ailemin mezarları,
kasabaya hoşça kal derken pek düşünmediğim ama beni
eve çeken duygular içinde vefa ile hatı rladığım. Mezar­
lar, ben gi d erke n sabah pusuna gizlenmişti . Şimdi o nlara
dikkatle bakarken esintinin eylül ayı serinliğini bedeni­
me serptiğini hissettim, halbuki ne bir yaprak kımıldadı
ne de hindiba uçuştu . Yoksa bu güzel dünya yerine, artık
kasabının diğer u cu nda mı dolaşacaktım? Öyleyse beni
ailemin yanına gömün ama onlarla değil çünkü �ezann
içinde olmaktansa toprağa gömülmeyi yeğleri m.
"Yavaşça ilerlerken bağırış ve gülüşle r duydum; kili­
senin önünde toplanan kal aba l ı ğı gördüm . Kasabanın bü­
tün boş gezenleri, moto r şirketinin çalışmalarına şahitl ik
etmek için orada toplanmıştı ; aylık çalışmaları bu öğle­
den sonraydı. Kilisenin çatı s ı n a su tuttular, ta ki su şelale

214
gibi saçaklardan akıncaya dek; daha sonra bu çağlayan,
fırtına gibi tozlu pencereleri dövdü ve bazen de rüzgar
gülünün üstünden yükselen yağmur misali panltılarla
çan kulesine fırlattılar. Değişiklik olsun diye mühendis
suyu yatay bir şekilde dalgalandırdı, tıpkı toprağın üstün­
de uçan dev bir yılan gibi. Son çabasında ise, düzenbazca
olduğu belliydi, havayı hedef aldı , hedefe ulaşmayan su,
gümüş zerrelerle kalabalığın ortasına indi. Ardından ola­
ğanüstü gürültü ve şen şakrak haykırışlar geldi, kendini
göstermenin şaşmaz yöntemi olarak asık suratı kullanan­
lar bile hiç öfkelenmedi. Bu şaka pencerelerdeki hanıme­
fendiler ve saman balyalan altındaki bazı yaşlı insanlar
için sınırsız eğlence olmuştu. Ben de uzaktan güldüm ve
kendimi eskiden olduğu gibi böyle bir sahnenin sevincine
meyilli hissettiğime memnundum.
"Ancak uyandırdığı düşünceler hiç de sevgi dolu de­
ğildi. Gençliğimde bu tür yüzlerce olaya tanık oldum, bir
benzerine de gitmeden sadece birkaç gün önce. Ve şimdi,
kasabanın aynı kalmasına ve kalabalığın eski tanıdıkla­
nmdan oluşmasına rağmen, yıllann ve hatta aylann geç­
tiğini veya az önce fırlayan su tanelerinin şu an olmadığını
güç bela fark ettim. Ama kabahati yuvamda buldum, göz
açıp kapayıncaya kadar benim için uzaklara gidip dönmek
yeteri kadar uzun olmuştu. Bu dünyada biraz daha umutlu
olarak kaderim gerçekleşmişti. Maceracı ve asi bir ruhun
son nabız atışları, beni şikayet etmekten alıkoydu.
"Sevinç ve kederlerimi birkaç vahşi yıla sıkıştırmanın
kötü olmaktan ziyade daha iyi olacağını hissettim, son­
ra da erken yaşımda, her günü aynı ve uzunca bir hayatı
olan dertsiz ve memnuniyetsiz kalabalığı seçmektense
önümde duran mezara girecektim. Ama bu hüküm beni
hayrete düşürdü. Bir an için satın aldığım bilgeliğimin

215
yeni budalalıklanmı kovalama yetersizliği mi bilmiyo­
rum, yann şafaktan sonra köyde bulunmam gerektiği n­
den şüpheliydim .
" Diğer yen iliklere gelince, taverna artık meşrubat sa­
tıyordu ; günün her saati Sıcak Kahve ve pansiyonerlere
Çam Birası vaadi olan küçük bir de tabelası vardı. Meto­
dist şapeli ve alt katında kitap satılan baskı ofisi harici n ­
d e birkaç yeni bina daha vardı . Altın ecza sembolü halen
eczanenin kapısını süslüyordu. Altın varaklı sigaralığı
olan Hintli Şef Dominicus Pike'ın manavındaki görevine
son verilmişti . Bay Nightingale'ın kuru temizleme dük­
kanının önünde muhteşem ipekler, yeni moda desenle re
rağmen bayrak gibi dalgalanıyordu. Eski sahiplerinin if­
las edip Batı'ya göç ettiği, isimlerini tabelalardan öğren­
diğim yabancılarla tanışıyordum . En nihayetinde, ölü m
v e değişim pek b i r şey yapmamıştı. Sokağın ortasında ih­
tiyarlar vardı ki benim ilk hatıralanmdan bile yaşlıydılar;
evladiyelik suretleri yaradılışın sabit parçalanymış gibi
halen dinç ve kuvvetliydiler. Daha az yaşlı olanlar daha
çok değişmişti : Sırtlan genelde kambur, saçlan maale­
sef cansız ve beyaz. Son gönderdiğimde oğlan ve kızke n ,
şimdi ise genç erkek v e kadınlan z a r zor tanıdım. Mutlu
eden küçük şeyler de vardı , gidişimden sonra Tanrı'nın
yeşertt i ği çimler gibi .
"Ama şimdi, gezintimin sonuna gelmiştim ve kasaba­
lılarla nasıl karşılaşacağımı ve bana nasıl tepki verecek­
lerini acı içinde düşünmeye başladım. Şüphesiz pek çok
kehanetin nesnesiydim. Bana zafer nidalan ile mi yoksa
başanlardan çok, en kötü beklentilerinin farkına varıp
hor görmeyle mi selam vereceklerdi ?
" ' H ayır,' dedim . ' B a n a karşı zafer kazanamayacaklar.'
Neden döndüğü mü so rarlarsa onlara , sağlığı iyi, u mutla n

216
yükseklerde olan bir adamın , uzaklara gidip oralarda ka­
labileceğini ama bedeni ve ruhu tökezlediğinde doğduğu
yeri ve eski mezarlığı hatırlayıp ana baba evine çağnlaca­
ğını söylerim. Harap bedenimden ve çelimsiz adımlarım­
dan çağrılan duyup dinlediğimi anlayacaklar. İ lk selam­
laşmalar sona erince, hala yapabiliyorken fark edilmeden
aralarında dolanıp güneşin altında aylaklık etmeme ve
mezanma huzurla sokuluvermeme izin verecekler.
"Bu fikirlerle kibarca kalabalığa bakınıp önüme uza­
tılan ilk elle tokalaşmaya hazır Qlmak için eldi�enimi
çıkardım . Kalabalığın içinde, şimdi yazgısının krizinde
olup bendeki kalp atışını hissedince vahşi hayatımın ve
değersiz namımın rakibi olabilecek bir gencin çıkabilece­
ğini düşündüm. Ama onu oradan kurtaracaktım.
"' Öğretecektir,' dedim. 'Benim hayatım ve ölümüm,
hayatın ağırbaşlı görevlerinden uzak duran biri için dün­
yanın üzücü bir yer olduğunu öğretecektir. Kendini bu
aşırı yüklü dünyayı taşıyabilecek gibi hissetmese bile
insanlığın tutunacağı türden, önemli ve ciddi bir amaç
edinmesini öğütler tecrübelerim. İ nsani anlayış hakkın­
d an feragat ederek ayn ve tuhaf bir yol izlememesi ve
insan ilişkilerinden geri adım atmaması için yalvaraca­
ğım. Derin ve çeşitli anlamları olan bir yazı gibi ona bir
Amerikan olduğunu sık sık hatırlatacağım . '
"Bu esnada kiliseye doğru sürüklemiştim kendimi ve
kalabalığın beni tanıdığını gördüm."
Bunlar elinden çıkan son sözcükler. Cennetteki saf­
lıkla gerçek bi rlikteliği bulan bir ruh uslanmaz mı? "Son
günlere kadar cidden hasta olduğuma asla inanamazdım ;
geçmiş kendi kederinden öteye geçemez, hayat bana ve­
rildi ve tekrar alınmamalı. Evlilik mutluğuna dair hayal­
ler bile kurmuştum. Fakat günler geçtikçe, yirmi dört

217
yaşımdayken beslediğim umut ve gençlik arzusuna çok
yaşlı bir adamın da sahip olabileceğini hatırlatan halsiz­
lik, bedenime ve ruhuma yaklaşıyordu sinsice. Yine de
durumumun vahameti beni her zaman üzmüyor. Bazen
dünyaya sessiz bir ilgiyle bakıyorum çünkü aynı nedenle
beni ve sevdiğim birini endişelendi remez. Çünkü bencil
olan hiçbir şey, kardeşlik duygusu ile kanşamaz. Yakın­
da tamamen ruh olacağım için, insan doğasını manevi
olarak hissediyorum; en bilgesinden bile gizli kalanı keş­
federek insanlann kalplerini derinden görüyorum. Fısıl­
danan ilk sözcükten, ilk öpücükten önce, ilk iç çekişin
doğmasından beri bilirim genç adamlann ve bakirelerin
aşkını. Bakışım kalabalığı anlayıp yalnız adamın göğsün­
den içeri girer. Dünya hakkında düşüncelerim eskiden
olduğundan daha iyi, erdemleri hakkında daha cömert,
hatalan hakkında daha merhametli, mevcut mutluluğu­
na saygım da kaderine dair aydınlık umutlarım da daha
fazla . Pastırma yazındaki ağaçlar gibi, ikinci kez çiçekler
açıyor aklımda. Hiçbir kış, güzelliklerini mahvedemez
çünkü esinti ile havalanıp nefes veren yağmurla tazelene­
rek Cennet bahçelerine düşüyorlar! "

Çeviren: Özge Sevinç

2 18
Hanns Heinz Ewers

Örümcek
Tıp öğrencisi Richard Bracque m ont , Paris'in bir kenar ma­
hallesinde, Hotel Stevens olarak da bilinen Rue Alfred Ste­
vens'ın 7 No. lu odasına yerleş m eye karar verdiğinde, ön­
cesindeki üç cuma gününün üçünde de bu odada kalanlar
kendilerini pencerenin pervazına asarak intihar etmişti.
İ lki İ sviçreli bir seyyar satıcıydı. Cesedi ertesi gün,
cumartesi akşamı, bulundu. Ot o psisi n i yapan doktora
göre ölümü cuma günü öğleden sonra beş-altı sulannda
gerçekleşmişti. Ceset, pencere pervazında kıyafet asmak
için kullanılan kalın bir kancaya asılı halde bulunmuştu.
Pencere kapalıydı, maktul kendini asmak için perdenin
ş e ritle rini ilmek olarak kullanmıştı. Pencere oldukça al­
çaktı ve bulunduğunda adamın dizleri ne redeyse yere
değer haldeydi - ki bu da intiha n n ın kafaya konmuş ve
enine boyuna düşünülmüş olduğunu gösteriyordu. Son­
ras ı nda n evli bi r adam olduğu öğrenildi, çocuğu da var­
dı. Neşeli yaradılışa sahip biri olarak tanınıyordu, belirli

219
şeyleri elde etmiş olduğu bir yaşamı vardı. İntihanna ışık
tutacak tek bir not bulunamadı , vasiyeti dahi yoktu .
Dahası, iş arkadaşlanndan hiçbiri onun böylesine bir
sona uğrayacağına dair herhangi bir emare görmedikle­
rini belirttiler.
İ kincisi de çok farklı değildi . Yakınlardaki Medrano
Sirki'nde yüksek irtifada bisiklet kullanan bir sanatçı olan
Kari Krause, 7 No.lu odaya iki gün sonra taşınm ıştı . Cuma
günü gösterisini kaçırınca sirk yöneticisi onu kontrol et­
mek için bir çalışanını göndennişti. Çalışa n kapıyı kilitlen­
memiş ve Krause'u da bir önceki intihan içeren gizemle
aynı koşullarda, pencere pervazı na asılı halde bulmuştu.
Bu ölüm de ilki kadar kafa kanştıncıydı. Krause popüler
bir adamdı . Yüksek bir gelire sahipti . Dolu dolu bir yaşamı
vardı. Aynı şekilde , herhangi bir intihar notu yoktu, neden
belirsizdi . Krause'un hayatta kalan tek akrabası , düzenli
olarak her ayın ilk günü 300 mark yolladığı annesiydi .
Çoğu müşterisi Montmarte vaıyete tiyatrosu çalışan­
lan olan bu küçük ve Paris şartlannda ucuz sayılabilecek
misafirhanenin sahibi Madam Dubonnet için aynı odada
üst üste iki ölüm ol ması oldukça rahatsız edici sonuçlara
yol açmıştı . Birkaç misafiri çoktan aynlmıştı , bazı düzenli
müşterileri de çıkıp dönmemişlerdi. Dokuzuncu bölgede
müfettişlik yapan bi r dostundan yardım istemiş, o da elin­
den geleni yapacağına söz ve rm i şti Sözünü de tutmuş, iki
.

misafirin intihannı polis bürosunun imkan lan elveydiğin­


ce araştınlmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda bu
gizemli odaya bir memurun yerleştirilmesini ayarlamıştı .
Mevzubahis olan bu ada m, Charl es-Maria Chaumie, bu
görev için gönüllü olmuştu. Ch au m ie , pek çok gece Tonki n
ve An nam' daki karakollarda sessizce sızmaya çalışan nehir
korsanlannı tüfeğiyle karşıla mış eski bir bah riye çavuşuy-

220
du. Herkesin Rue Alfred Stevens'taki "hayalet" olarak bah­
settiği kişiyle yüzleşmesi için uygun bir adaydı.
Yerleştiği günden itibaren Chaumie, sabah ve akşam
vakitlerinde polis istasyonuna uğrayıp rapor veriyordu -ilk
birkaç gün sıra dışı herhangi bir olay görmediğinden başka
bir rapor vennemişti. Ancak çarşamba akşamı, laf arasında,
bir ipucu bulmuş olabileceğine dair bir şeyler gevelemişti.
Konu hakkında bildiklerini anlatması istendiğinde
ise, herhangi bir yorum yapmadan önce , daha fazla za­
mana ihtiyacı olduğunu, henüz iki ölüm arasında buldu­
ğunu düşündüğü bağlantıdan emin olmadığını ve anlatır­
sa aptal gibi görü neceğini söylemişti .
Perşembe günü kendinden pek emin olmayan bir
haldeydi, ancak halet-i ruhiyesi gözle görülür düzeyde
ciddileşmişti. Yine de raporlayacağı bir şey yoktu. Cuma
sabahı geldiği nde oldukça heyecanlıydı ve yan ciddi, yan
esprili bir tonda penceresinin garip bir şekilde dikkatini
dağıttığını söyledi . Konu hakkında daha fazla açıklama
yap madı ve sonuçta bunun intiharlarla alakası olamazdı ,
daha fazlasını anlatması saçmalık olurdu. Sonra, aynı gü­
nün akşamında, cuma günü akşam raporunu vermek için
karakola gelmediğinde, kontrol etmek için odasına giren
bir memur, onu pencere pervazına asılı halde buldu .
Bu sefer de, öncekilerden farksız olarak, olaya dair en
ufak kınntıya kadar tüm detaylar aynıydı. Chaumie'nin ba­
cakları yerlerde sürünüyordu. Perdenin şeritleri ilmek ola­
rak kullanılmıştı. Pencere kapalıydı, odanın kapısı kilitli de­
ğildi ve ölüm, akşam yaklaşık altı sulannda vuku bulmuştu.
Ölü adamın ağzı ardına kadar açık, dili dışan sarkmıştı.
Chaumie'nin de 7 No.lu odada ölümüyle geçen üç
haftadaki olaylanıı neticesi: 16 No.lu odada kalan Alman

221
bir lise öğretmeni hariç, herkes otelden aynlmıştı. Öğret­
men, bu durumu fırsata çevirip kirasını üçte bire düşürt­
müştü. Ertesi gün, ünlü opera sanatçısı Maıy Garden,
Hotel Stevens'a geldi ; ona iyi şans getireceğini söylediği
kırmızı perde şeritlerine iki yüz frank vermişti . Bu hikaye
de gazetelere çıkmış, Madam Dubonnet için züğürt tesel­
lisi olmuştu.
Tüm bu olaylar temmuz ya da ağustosta olmuş olsaydı
Madame Dubonnet aslında perdenin şeridi için üç misli
fiyat alırdı. Ama sıkıntılı bir yılın başlangıcıydı ; seçim­
ler devam ediyordu, Balkanlarda ortalık kanşıktı, New
York'ta bankalar batıyordu, İ ngiliz kraliyet ailesi ziyaret
etmişti ; dolayısıyla Rue Alfred Stevens'taki olay hak ettiği
ilgiyi görmemişti . Gazetelerde çıkan haberler de genelde
kısaydı, temelde polis raporlanndan ötesini söylemiyor­
lardı- ki bu haberler de tıp öğrencisi Richard Bracque­
mont'un konuya dair yegane bildikleriydi.
Ancak bir detay daha vardı ki, ne polis ne de şahit­
ler, basına anlatmadığı için kendisi olaydan bihaberdi.
İ nsanlar da bunu ancak tıp öğrencisine olanlardan sonra
hatırladı: Çavuşun cesedi pencere pervazından i ndiril­
diğinde ağzından koca bir siyah örümcek çıkmıştı. Otel
görevlisi iğrenerek kafasını çevirmiş, " Öğk, yine o iğrenç
yaratıklardan biri ! " diye çığlık atmıştı .
Sonradan yapılan soruşturmalar genelde Bracque­
mont'a dairdi; hizmetli sorgulandığında İ sviçrelf seyyar
satıcı da pencere pervazından indirilirken omzunda ben­
zer bir örümcek gördüğünü söylemişti. Tabii ki, Richard
Bracquemont'un buna dair bir bilgisi yoktu .
Bracquemont, son intiha rdan iki hafta kadar sonra
odaya yerleşmişti . Pazar günüydü. Başına gelen her şeyi

222
güncesine itina ile kaydetmişti . Aşağıdakiler kendisinin
yazdık.landır:

28 Şubat, Pazartesi

Dün gece yerleştim. Hasırdan örme iki valizimi açıp eşya­


lanmı çıkardım ; ardından etrafı toparladım. Sonra da yabp
uyudum. O kadar derin uyumuşum ki ertesi sabah saat do­
kuzda kapımın çalmasına kadar uyanmadım. Gelen ev sa­
hibemdi, bana kahvaltımı kendi elleriyle getirmişti. Başıma
bir iş geleceğine dair çekincesi bana hazırladığı yumurta,
pastırma ve kahveden okunabiliyordu. Yıkanıp giyindim;
sonra da hizmetli odayı toplarken pipomu tüttürdüm.
Eh, buradayım işte. Durumun tehlikeli olabileceğinin
farkındayım, ancak kanımca bu olayı çözebilecek yegane
kişinin de ben olma ihtimalim yüksek. Bir zamanlar Paris,
sırlarla dolu bir kentti (Ne yazık ki artık böylesi bir zafer çok
daha nadir) . ancak böylesine bir meydan okumaya hayatımı
riske atmakta sorun görmüyorum. Kazanma şansım var ve
bu riski alacağım. Kaldı ki bunu aklına koyan bir ben değilim
hani. Odaya otuz yedi kişi girmeye çalışmış. Bazılan polise
gitmiş, bazılan doğrudan otel sahibesine. Hatta aralannda
üç tanesi kadınmış. Yoğun bir rekabet doğrusu ... Şüphesiz
ötekiler de benim gibi bahtı kara tiplerdir.
Yine de seç ilen ben oldum. Neden mi? Çünkü arala­
rında bir tek benim planım vardı - en azından bir çeşit
plan. Doğal olarak blöf yapıyordum .
Bu günlükler polis için yazılmıştır. O beyefendileri
nasıl tertemiz kandırdığı mı söylemenin beni eğlendirdi­
ği ni itiraf etmeliyim. Eğer o müfettişin biraz aklı olsaydı
şöyle derdi herhalde: "Hımın, bu Bracquemont tam da
ihtiyacımız olan adam."

223
Her neyse, ne diyeceğinin pek bir önemi yok. Sonuçta
buradayım ve polisi üçkağıtla getirebilmiş olmamı iyi bir
başlangıç olarak kabul ediyorum.
İ lk başta Madam Dubonnet'yi ziyaret etti m, beni po­
lise yönlendiren de oydu. Yaklaşık bir h afta kadar beklet­
tiler - rakipleri mi de aynı şekilde. Çoğu, can sıkıntısın­
dan vazgeçti , küflü bir odada takılmaktan daha iyi işleri
olduğu muhakkak. Müfettiş benim azmimden sıkılmaya
başlamıştı . Nihayet zamanımı boşa harcadığımı söyledi,
polisin beceriksiz amatörlere ihtiyacı yoktu. " Bir planın
olsaydı aslında . . . "

Hemen oracıkta tam bu işe göre bir planım olduğu­


nu ilan ettim , gerçi dediğim gibi , yoktu. Yine de planı­
mın ince elenip sık dokunmuş olduğunu ancak tehlikeli
olabileceğini çıtlattım , belki beni "de polis memuru Cha­
umie'nin paylaştığı bir sona sürükleyebilirdi . O odaya
yerleşebileceğime dair söz vermesi koşuluyla, ne olursa
olsun eli mden geleni yapıp ulaştığım sonuçlan ona akta­
racaktım. Bahaneler uydurdu, meşgul olduğunu söyledi
ama planıma dair bir şeyler anlatmam ı istediğinde ilgisi­
ni çekebilmiş olduğumu anladım.
Tamamen alakasız üç beş lafla işi kılıfına uydurup
onu kafaladım. Tüm bunları nasıl uydurabildiğimi ancak
Tanrı bilir.
Ona "cuma günü akşam altı"nın büyücülükle ilgili bir
saat olduğunu söyledim. Yahudilere göre haftannı son
saatiydi ; İ sa'nın kabrinden kaybolup cehenneme indiği
saat. Üç intiharın da aynı saatte olduğtına özellikle dikkat
edilmeliydi . Şimdilik ona tüm anlatab ileceklerim bu ka­
dardı ; ancak onu Aziz John'un vahiyl erine yönlendirdim.

224
M üfettiş söylediklerimi kelimesi kelimesine anlamış
bir adam görüntüsü takındı , sonra da akşamüstü geri gel­
memi istedi.
Tam vaktinde ofisinde oldum, müfettişin masasında
duran Yeni Ahit ( İ ncil) h emen dikkatimi çekti. Bu süre
zarfında , ben de kafamı tek bir hecesin i bile anlayama­
dığım vahiylere gömmüştüm. Belki de müfettiş benden
zekiydi; bilemiyorum. Oldukça kibar -hayır alçak gönül­
lü bir şekilde- bana, konuya dair ancak muğlak denilebi­
lecek söylevlerime rağmen planımın temelini kavradığı nı
ve her şekilde destek olacağını söyledi.
Burada kendisinin bana son derece yardımcı oldu­
ğun u belirtmem gerekir. Otel sahibiyle görüşüp odada
kaldığım süre zarfında tüm ihtiyaçlanmın karşılanması­
nı sağlayan kendisiydi . Aynı zamanda bana bir altıpatlar
ve polis düdüğü verdi. Karakoldaki polis memurlarına,
mümkün müddet Rue Alfred Stevens yakınlannda dev­
riye gezmelerini ve olası bir olaya karşı tetikte olmalarını
emretti . En önemlisi de odaya doğrudan polis karakolu­
na bağlanan bir telefon hattı çektirdi. Polis istasyonunun
ancak dört dakika mesafede olduğu düşününce korkmak
için bir sebep göremiyorum .

1 Mart, Çarşamba
Hiçbir şey olmadı; ne dün ne de bugün.

Madam Dubon net bir başka odadan perde getirdi -


tahmin edilebileceği gibi odalann pek çoğu boş. Kendisi
beni ziyaret edebil mek için her fırsatı değerlendiriyor ve
her seferinde de yanı nda bir şeyler getirmiş oluyor. Burada
neler olduğunu anlatmasını rica etti m ancak yeni bir . şey
öğrenemedim. Ona göre şu sanatçı Krause kendini mutsuz

225
bir aşk ilişkisi yüzünden asmıştı. Geçen yıl, Krause otel de
yaşamış ve genç bir kadın onu sık sık ziyaret etmişti. Bu
ziyaretler de tam öl ü m ünde n önce kesilmişti. İsviçreli be­
yefendi konusunda Madam Dubonnet de herhangi bir fikri
olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştı. öte yandan polis
memurunun ölümünü açıklamak ona göre kolaydı. Sadece
onun canını sıkmak için kendini asmıştı.
Bunlar yetersiz açıklamalardı ancak can sıkıntısmdan
istediği kadar konuşmasına izin verdim.

3 Mart, Perşembe

Hala bir şey yok. Müfettiş, günde iki defa arıyor. Her se­
feri n de herhangi bir sorun ol m adı ğı n ı s öylüyo ru m . An­
cak görünüşe göre söylediklerim o n u n için yet erli deği l .
Tıp kitaplarımı çıkarıp ders çal ışm aya başladım , böy­
lelikle bu kendime seçtiğim yan tutuklu haI bir i şe yarar
hale geldi.

4 Mart, Cuma
Oldukça güzel bir ö� e yemeği. . Ev sahibem bana yarım şişe
.

şa m pa nya getirdi. idam sırası bekleyen birine yaraşır bir


yemekti. Madam Dubonnet bana neredeyse ölmüş gözüy­
le bakıyordu sanki. Odadan ayrılırken göz yaşlan içerisi n ­
de benim de o nunla gelmemi rica etti, şüphesiz benim de
"onun canını sıkmak içi n kendimi asmam dan ko rkuyordu.
"

Perde şeritleri n i tekrar inceledim . Neden kendimi bu­


Garip bir şekilde, bunu yapmak için
nunla asacaktım ki ?
biraz arzu duymadım değil Şerit sert ve kabaydı il mek-

yapmaya pek uygun bir malzeme değildi. Kişinin böyle

226
bir durumda öncekilerin taklidini yapmadan önce kesin­
likle kendinden emin olması gerekirdi.
Şu anda masada oturuyorum. Solumda telefon duru­
yor, sağımda altıpatlar. Korkmuyorum ancak merak da
etmiyor değilim.
Aynı akşam, saat altı ... Hiçbir şey olmadı. Neredeyse,
"Ne yazık ki," diye ekleyecektim yazıma. Herhangi bir ak­
şamın saat altısından farksız olarak, ölümcül saat geldi ve
geçti. Ara sıra pencereye doğru gitmek için içimde garip
bir istek olduğunu itiraf etmeliyim ancak tahmin edebile­
ceğinizden çok daha farklı bir sebeple.
Müfettiş, beni akşam beş ve altı arasında en az on kere
aradı . O da benim kadar sabırsızdı. Öte yandan Madam
Dubonnet çok keyifliydi . 7 No.lu odada biri daha kendini
asmayalı bir hafta olmuştu. Muazzam.

7 Mart, Pazartesi

Önceki intiharlann orada yaşayan adamlann yaşantıları­


na dair olduğuna karar kıldım, onları daha iyi tanımadan
konu hakkında başka bir şey öğrenemeyeceğimi düşünü­
yorum. Müfettişten konu hakkında daha derinlemesine
bir soruşturma yapmasını rica ettim, birinin bu adamla­
rın neden intihar ettiğini bulması gerekiyordu. Bana ka­
lırsa burada zaman elverdiğince kalabilmeyi umuyorum.
Bu odadan Paris'i fethedemeyebilirim belki ama rahatım
yerinde ve iyi yiyorum doğrusu. Kendimi derslerime ver­
dim ve gerçekten iyi bir tempoyla ilerliyorum. Beni bura­
da tutan bir neden <Jaha var.

227
9 Mart, Çarşamba
Son u n da ! Gayemde bir adım daha ilerledi m. Clarimonda .
Henüz Clarimonda'ya dair bir şey söylememiştim .
Kendisi ben i m burada kalm ak isteyişimin "üçüncü" ne­
den i . O, aynı zamanda geçen cuma, "kader" saati nde pen­
ce reye git m ek arzumun ard ında ki neden. Tab ii , kendimi
as mak için değil.
Clarimonda. Neden ona bu isimle se sle n iyordu m ki?
Adına dair bir fikrim yok ancak Clari monda ol duğu na
eminim. Bir gün ona adını sorarsam Clari monda cevabını
alaca ğ ım m uh akkak .
Onu neredeyse geldi ğ im gibi fark ettim, daha ilk gün­
lerde . . . Ke nd i s iyl e aramızda daracık bir sokak var ve pen­
ceresi doğ ru da n benimkine bakıyor. Orada, perdenin ar­
kasında oturuyor.
Onun be ni daha önce fark ettiğini belirtmem gereki r,
aynı zamanda kendisinin beni aleni bi r ilgiyle izlediğini
de. Şaşırtıcı bir durum deği l . Tüm m ahalle benim buraya
ne amaçla yerleştiğimi biliyor. Madam Dubonnet, bunun
bilindiğinden emin oldu.
Pek aşıkane b i r tavrı m olduğunu söyleyemem. Doğru­
sunu söyl e m e k gerekirse kadınlarla olan bağım , oldukça
zayıf sayılı r . Kişi Verdun'dan Paris'e tıp okumak için ge­
lip günde üç öğün yemeğe ancak parası olunca, aklında
aşktan başka şeyler oluyor. Dolayısıyla ka d ı n la rla pek
tecrübem yok ve kendisiyle olan maceram ı da aptalca bir
şekilde başl a t mı ş bulundu m. Sorun değil Bir o kadar he­
yecan verici . . .
İ lkza m an la r onunla bir çeşit ilişki yaşayacağım akl ı ­
ma ge l mezd i . Ancak düşününce gözlem ya p m a k içi n bu
od a da ydı m ve so n uçta odada gözlemle nebilecek h içbir

228
şey olmadığını göz önünde bulundurursak komşumu iz­
leyebilirdim - aleni ve profesyonel bir şekilde. Sonuçta
insan bütün gün oturup kitap okuyamaz.
Clarimonda, kanımca, yolun karşındaki o küçük
apartman dairesinde tek başına yaşıyor. Dairenin üç
penceresi var ancak sadece benim pencereme bakanın
önünde oturmayı tercih ediyor. Orada oturup eski usul
bir çıkrıkta yün eğiriyor, tıpkı büyükannemin kendi ni­
nesinden öğrendiği gibi. İnsanlann hala çıknkta yün eği­
riyor olduğundan haberim yoktu. Harikulade bir çıkrığı
var. Görünüşe göre fil dişinden yapılma, eğirdiği iplik de
fevkalade bir incelikte. Bütün gün perdenin ardında çalı­
şıyor ve ancak gün battığında eğirmeyi bırakıyor. Daracık
sokak iyi ışık almayıp mevsim de puslu olunca Clarimon­
da akşam beş gibi gözden kayboluyor.
Dairesinde bir ışığın yandığına hiç şahit olmadım.
Clarimonda neye mi benziyor? Pek emin değilim. Si­
yah ve dalgalı saçları var, yüzü solgun.
Küçük ve düzgün bir burnu var; zarif burun delikleri
hafifçe hareket ediyor gibi. Dudaklan da aynı şekilde sol­
gun ; gülümsediğindeyse o küçük dişleri etçil bir hayvanın
dişleri kadar keskin görünüyor.
Kirpikleri uzun ve koyu renkli, o koca kara gözlerinin­
se garip bir ışıltısı var. Tüm bu detayları bilmekten çok
tahmin ediyorum . Onu perdenin arkasında görebilmek
oldukça zor.
Bir şey daha - her zaman üzerine leylak motifi işlen­
miş siyah bir elbise giyip yine siyah eldivenler takıyor;
elleri çalışmaktan yıpranmasın diye kuşkusuz. Onu çalı- ·

şırken izlemek sıra dışı bir iş gerçekten; zarif elleri dur­


maksızın harel<et ediyor, ipliği hızla parmağına dolayıp

229
çekiyo r , bı rakıyo r , tekrar eline alıyor; sanki yorul m ak bil­
mez b ir böceği izler gibiyim.
İ l i şkimi z mi? Şim di l ik ta ma me n hayal i di yeb il i ri m ,
ge rçi gün de n gün e de ri nle ş iyor . Her şey birbirimizi n
bakıştığını fark etmemizle b aşla d ı . Onun hoşuna git m i ş
olmal ıyı m çünkü sonraki gün beni uzun uzun izleyip te­
reddüt edercesine gülümsedi . Doğal olarak ben de ona
gül ü msed im . Bu şekilde iki gün geçti, zaman geçtikçe bir­
birimize daha sık gülü mser olduk. Ancak bir şey o n unl a
doğruda n il etişime geçmeme engel ol du .
Bug ün e d eğin . Bugün, öğleden sonra, sonunda başar­
dı m - Clarimonda da selamıma karşılı k verdi. Belli be­
l i rs iz bir selamdı doğrusu ama baş ın ı h afifçe öne eğd iğ i n i
görebilmiştim.

ıo Mart, Perşembe
Dün uzunca bir vakit kitapla n mın b aşı n d a oturdum a n ­
cak dürüst olmak gerekirse pek çalışa m ad ı m . Tavanı izle­
yip Clarimonda'yı düşledim .
Harika bir uyku çektim.
Bu sabah , pencereme çıkt ığ ı mda C la rim o nda çokta n
yerine geçmiş, çalışıyordu. El �a ll a dı m , o da başıyla selam
verdi. Sonra gülüp uz u n ca bir vakit be n i i zled i .
Bira z oku m aya çalışt ı m ama rahat edemedim. Bu­
nun ye ri ne pe nc eremi n kenanna oturup Clarimonda'yı
izledim. O da çal ışm ayı b ı rakm ı ş, elle ri n i ku cağın da ka­
vuşturmuştu. P erdemi araladım ki onu daha rahat gö re­
bil eyim . Nere deys e aynı anda Clarimonda da kendi ca­
mındaki pe rdeyi a ra la m ı şt ı . Birbirimize gülümsedik.
Sırf b akışa rak belki bir saat geçirmi ş olm a l ıyız .

230
Sonunda işinin başına döndü.

ı2 Mart, Cumartesi

Günler geçiyor. Yiyip içiyorum . Masamda oturuyorum.


Pipomu yakıyor, kitaplanmı okumaya çalışıyorum ama
ne kadar uğraşırsam uğraşayım, tek bir kelime girmiyor
kafama. Sonra pencereye gidip Clarimonda'ya el salla­
dım . Başıyla selam verdi . Gülümsedik. Birbirimizi saatler
boyu izledik.
Dün akşamüstü, yaklaşık altı gibi, bir kaygı aldı içimi.
Günbatımı erken gelmiş, yanında da bir çeşit ızdırap ge­
tirmişti. Masamda oturdum. Pencereye gitmek konusun­
da dayanılmaz bir arzu duyana kadar bekledim - ken­
dimi asmak niyetiyle değil sadece Clarimonda'yı görmek
için. Ayağa fırlayıp pencerenin kenarına gittim sanki onu
hiç böylesine net görmemiştim oysa karanlık çoktan çök­
müştü.
Clarimonda yün eğirmeye devam ediyordu ancak göz­
leri bana çevrilmişti. Hafif bir korkuyla dolsa da içim, ye­
rini garip bir huzura bırakmıştı.
Telefon çaldı. Arayan, beni bu ibadet edercesine hu­
zur halinden aptalca sorularıyla çekip alan müfettişti.
Öfkelenmiştim.
Bu sabah müfettiş ve Madam Dubonnet beni ziyare­
te geldiler. Otel sahibesi olayların bu şekilde gelişmiş ve
kimsenin ölmemiş olmasından büyülenmiş gibiydi; iki
haftadır 7 No.lu odada kalıyordum. Ancak müfettiş her­
hangi bir sonuç alamıyor olmaktan şikayetçi gibiydi . Ona
gizemli bir şekilde oldukça sıra dışı bir olayın izi nde oldu­
ğumu söyledim .

231
Ahmak herif sözüme inanıp en derin arzu mu yerine
getirdi. Bir hafta daha odada kalmama izin verilmişti .
Tanrı biliyor ki beni burada tutan ne Madam Dubonnet'in
yemekleri ne de otelin şarap mahzeniydi . Kişi bunlara ne
denli çabuk doyuyor! Hayır. Madam Dubonnet'in kork­
tuğu ve nefret ettiği pencere yüzünden burada kalmak is­
tiyorum. Bana Clarimonda'yı gösteren o kutlu pencere . ..
Odamdan dışarıyı izledim, evini terk edip etmediğini
öğrenmeye çalışıyordum ancak bir kere dahi olsun soka­
ğa adımını attığını görmemiştim.
Bana gelirsek; büyük, rahat bir koltuğum ve ışığıyla
beni ısıtan yeşil bir lambam var. Müfettiş bana koca bir
çıkın tütün bıraktı , yine de içimden çalışmak gelmiyor.
Birkaç sayfa okumaya çalışıyor, sonra tek bi r keli meyi
bile anlayamadığımı fark edip bırakıyorum. Gözlerim ya­
zılanları görüyor ancak beynim onları anlamlandırmayı
reddediyor. Saçma. Sanki kafamın içinde "Girmek yasak­
tır" yazan bir tabela asılı . Sanki kafamda tek bir düşünce­
den başkasına yer yok gibi: Clarimonda. Kitaplanmı öte
yana itip koltuğa iyice gömüldüm . Rüya gördüm.

13 Mart, Pazar

Bu sabah hizmetli odamı toplarken küçük bir tiyatro oyu­


nu izledim. Otel koridorunda volta attığım esnada küçük
bir pencerenin önünde iri bir bahçe örümceğini n- ördüğü
ağı fark edip duraksadım .
Madam Dubonnet, örümceklerin şans getirdiğine
inandığı için oran ın temizlenmesine miisaade etmezdi
herhalde; son zamanlarda başına gelenleri düşününce de
bu doğal görünüyor. Bugün çok daha ufak bir örümceği n ,
bir erkek olacak, ağın ortası na doğru ilerlediğini gördüm .

232
Ama hareketi dişiyi ürküttüğünde utangaç bir şekilde, az
sonra tekrar ağı geçmeyi denemek üzere ağın kıyısına çe­
kildi. Sonunda , dişi onun ilgisine karşılık verir göründü
ve ağını örmeyi kesti. Erkek ağın kıyısındaki iplikçikler­
den birine önce hafifçe vurdu, sonra tüm ağı sarsacak bir
güçte bir daha. Dişi hareketsizdi. Erkek hızla ona doğ­
ru ilerledi ve dişi de sakin bir tavırla kabul edip kendini
onun kollanna teslim etti. Sonsuza değin süren bir daki­
ka boyu, o koca ağın merkezinde hareketsiz asılı kaldılar.
Sonra erkeğin yavaş yavaş kendini ayırdığını gördüm;
önce bir ayak, sonra öteki. Sanki erkek zarif bir şekilde onu
bu aşk düşünde yalnız bırakmak istiyordu ancak birkaç
adım attıktan sonra dişi, vahşi bir yaşamın coşkusuyla ar­
dına düşüp onu acımasızca avladı. Erkek bir iplikten aşağı
süzüldü, dişi de ardından; bir süreliğine iki 8şık sanki bir sa­
nat eserini canlandınyormuş gibi havada hareketsiz kaldı ­
lar. Sonrasında birlikte pencerenin eşiğine düştüler; erkek
tüm gücünü toplamış, tekrar kaçmaya çalışmıştı. Artık çok
geçti. Dişi çoktan onu güçlü kıskacına alıp ağın merkezine
taşıyordu. Az önce şehvet dolu aşk sanlışlanna şahit olan
yataklarında artık bambaşka bir manzara hakimdi. Genç
işık kıpırdanıp dişinin vahşi sanlışından kaçmaya çalışb
ama yeterince güçlü değildi. Çok geçmeden etrafı tamamen
ağla örülmüştü, artık çaresizdi. Dişi keskin dişlerini bedeni­
ne saplayıp genç 8şığının yaşam sıvısını emdi. İşi bitince de
eski aşığının acınası, tanınamaz haldeki kabuğundan ayrılıp
onu ağından aşağı fırlatb .
Görünüşe göre bu yaratıklar aşkı böyle yaşıyor. Neyse
ki örümcek değilim.

233
14 Mart, Pazartesi
Artık ders kitaplanmı okum aya çalışmıyorum . G ü nle ri mi
camın kıyıs ı n da geçiriyorum. H ava kararıp Cl a ri m on da
ayrıldığındaysa gözle rim i kapattığımda dahi onu görü­
yo rdu m .
Bu günce düşündüğümden farklı bir hale büründü.
Madam Dubonnet, müfettiş, örümcekler ve Clarimon­
da'dan bahsettim. Ancak en başta gaye edi ndi ği m olaya
dair hiçbir şey ya z m adı m . Fırsat olmadı ki .

1 5 Mart, Salı

Clarimonda ve ben kendimize ga ri p bir oyun uydurduk.


Bütün gün o oyunu oynuyoruz. Ona s el a m veriyorum , o
da bana selam veriyor. Sonra pannaklanmı pencerenin
kıyı s ı n da tıkı rdatıyo rum, o da ayn ısı nı yapıyor. Ona el
s all ıyo ru m , bana el sallıyor. Onunla konuşuyormuş gibi
d ud aklan mı oynatıyorum, beni tekrarlıyor. Elle ri m i da­
ğınık sa çl a n md a dolaştırıyorum , aynı anda onun elleri de
alnına gid iyo r. Bu bir ç oc u k oyunu, do ğ ru , ama ikimiz de
gülüyoruz. Aslı na bakarsanız o gü l m üyor. Sadece kibarca
gül üms üyo r; ben de ona aynı şekil de gülümsüyorum.
Oyun göründüğü ka da r basit değil . Birbirimizi saç­
ma bir şeki lde taklit ed iyo r değili z, bu ikimizi de yorardı.
Daha çok bir şeki l de i l eti şi m ku ruyo ru z. Bazen , neredey­
se tele pati k bir şekilde , Clarimonda ne yapacağımı daha
gö rm ede n biliyor, ya p ar gibi görü nüyordu . Kendimi yeni
h areketl er ve o hareketlerin ye n i kombinasyonl annı ya­
parken bu l uyo rum ancak her seferi nde şaşırtıcı bir hızda
tekrarl ıyo r onlan. Bazen onu ş a ş ı rtmak için h a reketl erin
sıralannı değiştiriyor , bazı ş eyler ekleyip ötekilerini çı­
karıyorum. Clarimonda, beni b üyü l eyen bi r şekilde, ha-

2:>4
reketleri nas ıl ve ne
hızda değiştirirsem değiştireyim bir
kere dahi hata y ap ma d ı .
İşte gü nl e ri m i
böyle ge çiriyoru m . . . Bir an olsun vakit
öldürdüğü m ü düşünmüyorum. Hatta söyleyebilirim ki,
tam tersi, hayatımın hiçbir döneminde bu kadar meşgul
olmamıştım.

ı 6 Mart, Çarşamba
Oarirnonda'yla olan ilişkimi bu sonsuz oyun döngülerinden
öteye taşımamış olmam garip değil mi? Dün gece bunu dü­
şün dü m. Tabii ki ceketimi giyip şapkamı da başıma geçir­
dikten sonra merdivenlerden aşağı rüzgar gibi i nebilir yolun
karşısına birkaç adımda geçip üzerinde "Oarimonda" yazan
o kapıya varabilirdim. Clarimonda, soyadı neydi ki? Bilmi­
yorum. Fark etm ez de hani. Sonra kapıyı tıklatınm ve . . .
Bu a n a değin, her şeyi gün berraklığında hayal ede­
miyorum, sonra ne olacağını kestiremiyorum . Kapının
açıla cağı n ı biliyorum . Ama kapı eşiğinde duruyor, boş bir
karanlığa bakıyorum. Clarimonda gelmiyor. Orada hiçbir
şey yok, sadece kara n lık ; zifiri karanlık. . .
Bazen pencerede gördüğüm, benimle e l işaretleri
oyunlan oynayan başka bir Clarimonda olamayacağını
düşünüyorum. Şapka takan bir Cla rimo nda ya da üzerin­
de leylak motifli siyah bir elbiseden gayrı bir şey olmayan
birini hayal edemiyorum. Onu siyah eldivenleri olmadan
düşleyemiyorum. Clarimonda'yla sokakta bir yerde ya da
bir restoranda yemek yer, içer, sohbet ederken düşünmek
bana öylesi ne imkansız geliyor ki, gülüyorum .
Bazen kendime onu sevip sevm e d i ğimi soruyorum.
Bunu cevaplamalc i mka n s ız , daha önce kimseyi sevme­
dim . Şayet Cl a ri m on da yı hissettiğim bu şey gerçekten
'

235
aşk ise, öyleyse aşk, etrafımda görüp ro manlarda okudu­
ğumdan tamamen farklı.
Hissettiklerim konusunda emin olmak gerçekten zor
bana , Clarimonda'ya ya da daha önemlisi, küçük oyunu­
muzdan başka bir şeyi düşünmek daha wr. İ nkar edile­
mez bir şekilde, oyunumuz beni kuşkuya düşürüyor. Baş­
ka hiçbir şey değil, bana anlaşılması en zor gelen de bu .
Clarimonda'ya doğru aleni bir çekiliş hissettiğim şüp­
hesiz ancak bu albeni aynı zamanda bir başka hisle iç
içeydi ; korku . Hayır. Tam olarak bu değil . Daha çok bili n ­
meyene dair bir hissiyat . . . Bu gerginlik ona şuh bir hava
katıyordu ; aynı anda hem çekilip hem de ondan rahatsız
oluyordum. Sanki etrafında dev çemberler çiziyor, bazen
yaklaşıyor, bazense uzaklaşıyordum . . . İ leri geri, ileri geri.
Ancak eminim ki olacak ve ona katılacağım.
Clarimonda penceresinin kıyısında oturmuş , o ince,
sonsuz ipliğini eğirmeye de...ıa m ediyordu; neye yarayaca­
ğını bilmediğim bir kumaş örüyordu. O incecik ipliği na­
sıl birbirine hiç karıştırmadan örmeye devam ettiğini bil­
miyorum. Onunki şüphesiz muhteşem bir kıyafet olacak
ancak mitlerde olan yaratıklar ve garip maskelerle süslü.

1 7 Mart, Perşembe
Heyecan ve merakın karıştığı garip bir his içerisindeyim.
Artık kimseyle konuşmuyorum. Madam Dubonnet ve
hizmetliye şöyle bir merhaba deyip geçiyorum . Yemek
yiyecek vaktim dahi yok. Tek yapabildiğim camın kıyısın­
da oturup Clarimonda ile oyun oynamak. Büyüleyici bir
oyun. Baş döndürücü.
İ çimde, yann bir şeyler olacağına dair bir his var.

236
Cuma, ı8 Mart

Evet, evet. Bugün bir şey olacak. Kendime mümkün mer­


tebede yüksek sesle bu yüzden burada olduğumu söylü­
yorum. Yine de garip bir şekilde, bir yandan korkuyorum.
Benden öncekilerle aynı kaderi paylaşmama neden ola­
cağından korkuyorum ama garip bir başka korku daha
var: Clarimonda'dan korkum. İki korkuyu birbirinden
ayıramaz hale geldim .
Dehşete kapılmış haldeyim. Çığlık atmak istiyorum.
Akşamleyin altıda, şapkam ve ceketimle çıkayım ve
sadece birkaç kelime konuşayım.
Saat beşi vurduğunda ise gücüm neredeyse kalma­
mıştı. Bu çaresizlik ile geçtiğimiz haftalardaki "saat altı"
arasında muazzam bir bağlantı olduğu artık aşikar. Niha­
yet müfettişe oynadığım üçkitğıda gülmüyorum .
Pencerenin kıyısında oturuyor, bütün gücümle san­
dalyemde kalmaya çalışıyordum ancak pencere beni
kendine çekiyordu. Clarimonda'yla oyunuma devam et­
meliydim. Bir yandan da pencere içimi korkuyla doldu­
ruyordu. Ötekilerin orada kendini astığını görmüştüm;
kaba sakallı, kalın boyunlu, şişman İ sviçreli seyyar satıcı;
sıska sanatçı ve güçlü polis memuru. Onlan gördüm, bir­
biri ardına; aynı kancadan asılı, ağızlan açık, dilleri dışan
sarkmış. Sonra kendimi de onlann arasında gördüm.
Ah, bu tarif edilemez korku! Artık korkumun pence­
re pervazı ve o korkunç kanca kadar, Clarimonda'dan da
geldiğini biliyordum. Umarım bunun için beni affedebilir
ama gerçek bu. Dehşete kapılmış halde , üç adamı da ora­
da asılı görüyorum, ayaklan yere değiyor.
Yine de kendimi asm ak için en ufak bir arzu dahi duy­
madım, duyacağıma dair bir korkum da yok. Hayır, kork-

237
tuğum şey pencere - ve Clarimonda. Korkunç bir şey
olacağına emindim. Sonrasında pencereye gidip önünde
dikilmek için feci bir istek duydum . Pencereye .. .
Telefon çaldı. Ahizeyi elime alıp karşıdaki sesi bekle­
meden çığlık attım: "Gel ! Hemen gel ! "
Telefonda attığım tiz çığlık ruhumu saran b u gölgeleri
dağıtmış olacak. Sakinleştim .
Alnımdaki teri silip bir bardak s u içtim. Sonra müfet­
tiş geldiğinde ona ne uyduracağımı düşündüm. Sonunda
kendimi tutamayıp pencereye gittim. Ona el sallayıp gü­
lümsedim. Clarimonda da bana aynı şekilde cevap verdi.
Beş dakika geçmeden müfettiş kapımdaydı. Olayın
neredeyse temeline kadar indiğimi söyleyip beni daha
fazla sorgulamaması için yalvardım. Kısa bir süre daha
devam edebilirsem çok önemli hususlar konusunda açık­
lamada bulunabilecektim . Garip bir şekilde ona yalan
söylediğimi bildiğim halde, sanki içimde gerçeği anla­
tıyormuş gibi bir his vardı. Şimdi bunları yazarken bile
mantığım aksini söylüyor olsa da aynı inanca sahibim.
Müfettiş bu çalkantılı ruh halimi fark etmemiş olamaz
doğrusu, özellikle de telefonda attığım o acı dolu çığlık için
özür diledikten sonra. Ona bir şekilde açıklamaya çalıştım
ancak verebileceğim hiçbir cevap yoktu doğrusu. Babacan
bir tonda ondan özür dilememe gerek olmadığını, her za­
man emrime amade olduğunu, işinin bu olduğunu söyle­
di. Gerçekten ihtiyaç duyulduğunda gelmemesine kıyasla
yanlışlıkla on kere gelmesi yeğdi. Akşamleyin onunla vakit
geçirmemi teklif etti, bir süreliğine yalnız kalmamam ruh
halime daha iyi gelirdi, dediğine göre. Teklifini kabul etti­
ğim hfilde odadan pek niyetsizce ayrıldım.

238
19 Mart, Cumartesi
Birlikte Gaiete Rochechouart'a, La Cigale'e ve La Lune
Rousse'a gittik. Müfettiş haklıydı doğrusu, dışan çıkıp
biraz temiz hava almak iyi gelmişti. İ lk başta kendimi
huzursuz hissettim, sanki yanlış bir şey yapıyordum,
bayrağına sırtını dönüp cepheden kaçan bir asker kaçağı
gibi. Ancak bu his kısa sürdü. Yedik, içtik, güldük, sohbet
ettik. Bu sabah, pencereme gittiğimde Clarimonda bana
sitem edercesine baktı, gerçi belki sadece hayal etmişim­
dir. Dün gece dışan çıktığımı nereden bilebilirdi ki? Her
neyse, bu bir anlık bakıştı ancak, sonra tekrar gülümsedi.
Bütün gün aynı oyunu oynadık.

20 Mart, Pazar
Kayda değer tek şey, oynadığımız oyun .

2 1 Mart, Pazartesi

Bütün gün oyunu oynadık.

22 Mart, Salı
Evet, oyun. Yine oynadık. Başka hiçbir şey yapmadan . . .
Hiçbir şey.
Bazen bana neler oluyor böyle diye düşünüyorum. Ne
istiyorum ki? Tüm bunlar nereye gidiyor? Cevabı biliyo­
rum. Şu an olandan gayrı bir arzum yok hayatta. Tek ar­
zum bu, tek dileği m. Sadece bu.
Clarimonda'yla son birkaç günde biraz konuştuk as­
·

lında, çok kısaca, birkaç kelime sadece. Bazen dudaklan-

239
mızı oynatıyoruz ancak genelde sad ece derin bir anlayış
hissiyatı içinde birbirimizi süzüyoruz.
Geçen cuma müfettişle dı şarı çıktığım için bana sitem
ettiğini düşünmekte haklıydım. Kendisinden af diledim.
Onu terk et mi ş olmam aptalca olduğu kadar hai n ceydi
de. Beni affetti , ben de pencereyi bir daha asla terk etme­
yeceği m e dair söz verdim. Sonra öpüştük, d uda kla rı m ızı
aramızdaki camlara kondurup.

23 Mart, Çarşamba
Clarimonda'yı sevdiğimi biliyorum. Varol uşumun derin­
liklerinde yaşam buldu. Başka erkeklerin aşklannın böyle
olmadığını biliyorum. Ama var mıdır ki bir başın , bir ku ­
lağın, bir elin aynısı, milyonlarca insanın arasında dahi?
Her zaman farklıdır, aşkta da öyle olduğu muh a kkak . Be­
nim bu garip sevdam farklı olduğu için bir başkasınınki
karşısın da daha mı az değerli ki? Hem aşkım beni mutlu
kılıyor.
Keşke korkmuyor o laydım Bazen korkum uykuya da­
.

lı p birkaç dakikalığına beni yalnız b ırakıyor sonra da hiç


terk etmemek üzere tekrar u yanı yo r. Kudretli bir yılanın
kavrayışından kaçmaya çalışan farenin k o rkus u bu. Sa­
dece biraz daha bekle zavallı, hüzünlü korku m ! Çok ya­
kında yılanın aşkı seni yutacak.

24 Mart, Perşembe
Bir şey keşfettim: Clarimonda'yla oynayan ben değilim. O
benimle oyn uyo r .. .

Dün gece her za manki gibi oyunumuzu düşünürken


.
b u gün Clarimonda'yı şaşırtm ak içi n sıra dışı birkaç el

240
hareketi figürü uydurdum. Her bir harekete numara ver­
dim. Sonra da bunlan kendi başıma denedim ki sırası ka­
nşık olsa da mümkün mertebede hızlı yapabileyim. Ba­
zen bir başıma verdiğim hareketleri denedim . Yorucu bir
işti ama beni mutlu ediyor ve Clarimonda'yla olan ilişki­
mi derinleştiriyor gibiydi. Saatler boyu alıştırma yaptım,
sonunda tüm hareketleri şaşmaz bir saat dakikliğinde ya­
pabiliyordum .
B u sabah pencereye gittim. Clarimonda'yla birbirimi­
zi selamladık, sonra oyunumuz başladı. Bir ileri, bir geri ...
Yapılması gerekenleri böylesine hızlı kavrayıp bana bu
denli hızlı ayak uydurabilmesi sıra dışıydı .
Sonra kapı çaldı . Gelen, ayakkabılanmı getiren hiz­
metliydi. Pencereme dönerken gözüm dün gece çalış­
tığım hareketleri yazdığım kağıda takıldı. İ şte o zaman
anladım: Az önce biten oyunumuzda dün gece o kadar ça­
lışmış olduğum hareketlerin hiçbirini kullanmamıştım!
Sandalyeye oturup kağıdı elime aldım ; kafam kanş­
mıştı, okurken neredeyse geriye düşüyordum . İ nanıl­
mazdı gerçekten. Kağıdı tekrar, tekrar ve tekrar okudum.
Yine de bir şey değişmedi : Pencerenin kıyısında uzunca
bir seri hareket yapmıştım ve hiçbiri benim hareketlerim
değildi.
Tam o sırada bir kez daha, kendimi Clarimonda'nın
ardına kadar açık kapısının önünde düşledim. İ çeriye
bakıyor, ancak karanlık bir boşluktan ötesini göremiyor­
dum. Biliyordum ki eğer bunu seçmeye karar verirsem
hala geri dönmek ve kurtulmak için yeterince gücüm var­
dı. Ama yine de ayrılmamayı tercih ettim, zira bu sıra dışı
gizemi keşfetmenin tam kıyılanndaydırn artık, sanki avu­
cumun içindeydi!

241
" Paris ! Paris'i fethedeceksin !" diye düşündüm. O an,
Paris gözüme Clarimonda'dan da güçlü göründü.
Ama artık bu aklımda değil. Şu anda sadece aşkı his­
sediyorum. Aşk ve o lezzetli korku.
Yine de bu anın kendisi beni yeni bir güçle doldur­
du. Notlarımı tekrar okuyup hareketleri kafama kazıdım.
Sonra pencereme dönüp kendimi hazırladığım hareket­
lerden birini bile kullanmak istemezken buldum. Orada
durup burnumun ucunu kaşımak istedim; onun yerine
dudaklarımı cama yapıştırdım. Pencerenin ahşap kıyı­
sında parmaklarımı tıkırdatacaktım, onun yerine par­
maklanmı saçımda gezdirdim. İ şte o zaman anladım ki
Clarimonda benim yaptıklarımın aynısını yapmıyordu.
Daha çok, hareketlerim onun görünmez uyanlarına öy­
lesine hızla ve uyumlu hareket ediyordu ki aynı anda ha­
reket eder görünüyorduk. Onu böylesine etkileyebilmiş
olduğunu düşünen ben, aslında onun etkisi altında kal­
mıştım . Etkisi , yani üzerimdeki gücü ... Çok narin ve bir o
kadar haz doluydu.
Sonra bir başka deneme yaptım. Ellerimi yumruk
yapıp cebime soktum ; tek bir hareket dahi yapmamak­
ta kararlıydım. Clarimonda gülümsedi elini havaya kal­
dırıp işaret parmağını beni paylarcasına iki yana salladı .
Aman vermedim, yine de sağ elimin cebimden çıkmak
istediğinin farkındaydım . Parmaklanmı itiraz edercesine
cebimin içinden gösterdim ama elim irade me aykırı hare­
ket ederek cebimden çıktı ve havaya kalktı . Aynı şekilde
onun o paylar hareketini yapıp gülümsedi m.
Sanki bunlan yapan ben değil, bir başkasıydı . İzliyor
olduğum bir yabancıydı . . .

242
Tabii ki yanılıyordum. Ha reketi yapan bendim elbet,
bir yabancı ; kı sa süre önce büyük bir keşif yap­
i zl eye n se
mak üzere olan o yaba n c ı . Her şeki l de , o ben değildim .
Bu keşif neyime yarayacaktı ki? Burada sırf Cl a ri moıi­
da'nın arzusunu yerine geti rmek için yaşıyorum. Izdırap
dol u bir yürekle s evd i ği m Clarim on da .

25 Mart, Cuma

Telefonun kab l o s u n u kestim. O gizemli saat yaklaşırken


müfettişin saçma sapan s orul anyl a muhatap olasım yok
doğrusu .

Tannın . Neden bunu yazdı m ki? Tek bir kel i m esi bile
gerçek değil. Sanki bir başka s ı kalemimi tutmuş, o yazdı ­
nyordu bana.
Ama ben istiyorum . . . İ stiyo ru m . . . İ stiyoru m ki gerçeği
yazayım buraya . . . Büyük bir çabayla olsa dahi . .. Bir kere­
cik daha . . . Bir kere daha . . . İ stediğimi yapab i lm ek.
Telefonun kablosunu kestim . . . Argh. ..
Çünkü ya p mal ıydı m . . . İşte tam olarak böyl e yapma­
l ı yd ı m .
B u sabah pencerelerimizin kıyı sı n d a oturup aynı oyu ­
numuzu oynadık, bugün dü n de n pek bir farklıydı oysa.
Cl ari m o nd a bir hareket yapıyo r , ben d e ona karş ı dire­
nebi l d i ği m kadar direniyordum . Sonra daha fazl a ka rş ı
koyamayıp pes e d iyor ve arzusunu yerine getiriyordum.
Tam a m e n ele geçiril miş olmanın n e kadar b üyük bir ha z
olduğunu a n l ata ma m bile; tamamen onun i radesine tes­
lim olmuş haldeyim.
Oynadık. Anide n ayağa kalkıp o dan ı n iç tarafı n da gö­
remediğim bir yerine geçti, ka ra n l ık onu sarmalayıp yut -

243
muştu. So n ra elinde be n i mki gibi bir telefonla geldi . Gü­
lümseyip telefonu pencerenin kıyısına koydu. Sonra el i ne
bir bıçak alıp kablosunu kesti. Ben de kablosunu daha
önceden kesmiş olduğu m telefonu geti rip pe nceren i n kı­
yısına koydu m . Ardından yerine götürdüm.
Tam ola ra k böyle oldu .
Hizmetlinin bana geti rdi ği çayı yudu ml ayıp masam­
da oturdum. Boş fincan için geri geldiğinde ona saati sor­
dum, benimki bozulmuştu. Beşi çeyrek geç i yor dedi . Beş
çeyrek . . .
Biliyo ru m k i pencereden dışan baksam , Clarimon­
da'yı taklidini yap m ak zorunda kalacağım bir hareket
yaparken bulacakt ı m . Yine de bakacağım . Clarim o n d a
orada, gülümsüyor. Keşke gözlerimi onunkilerden alabil­
sem . . .
Ş imdi perdeyi aralıyor. Eline perdenin şeri d i ni alıyor.
Kırmızı, tıpkı benimki gibi . . . Ufak bir düğüm yapıp şeridi
pencere pervazına a sıyo r .
Sonra da oturup gülümsüyor.
Hayır. Hissettiğim artık korku değil. İ çi mi doldura n ,
pahası ne olur sa olsun kaçmak istediği m ezici bir dehşet
artık. Beni kavrayışının çekiciliği karşı ko n u lm a z ; engin
bir zalimlikte ve şehvet dolu.
Yine aynı yerdeyim. Ayağa fırlayıp pencereme gittim ,
Clarimonda'nın arzularını yerine getirmek için. Şeridi al­
dım, bi r düğüm yapıp pe rva zdaki kancaya astım . . .
Şimdiyse başka bir şey yapmak istemiyorum bu
-

günl ü ğe bakmak dışı nda. Çünkü eğer bakarsam . . . Şim­


di . . . Ne yapacağını . . Biliyorum; haftanın son günü, saat
.

altıda . Eğer onu görürsem istediğini yapmak zorunda ka­


lacağı m. Zorunda .. .

244
Ona bakmayacağım ...
Gülüyorum. Yüksek sesle. Hayır. Gülmüyorum. İ çim­
de bir şey gülüyor ve neden biliyorum . Çünkü ... Yapma­
yacağım .. .
Yapmayacağım, yine de ona . .. Ona bakmak zorunda
olduğumu biliyorum. Yapmalıyım . . . Yapmalıyım bunu ...
Sonra da . .. Yapmak zorunda olduklanmı . . .
Hareket etmeksizin beklersem sadece bu zarif işken­
ceyi uzatmış olacağım. Evet, yaşanacak olan tam olarak
bu . . . Bu nefes kesen ızdırap, hayatımda aldığım en büyük
haz. Çabucak yazıyorum, çabucak . . . Ki burada oturmaya
devam edebileyim ; bu acı dolu anlan hafifletebileyim.
Dehşet! Tekrar. Tekrar. Ona bakacağımı biliyorum.
Ayağa kalacağım. Kendimi asacağım .
Beni korkutan b u değil. B u muazzam. .. Değerli bir
his ...
Ama bir şey daha var. Sonrasında ne olacak ki? Bilmi­
yorum ancak bu ızdırap muazzam bir lezzete sahip. San­
ki . . . Sanki devamında korkunç bir şey olacak.
Düşün . . . Düşün. . . Bir şeyler yaz. Herhangi bir şey . . .
Kendini ona bakmaktan alıkoyacak . . .
Adım. .. Richard Bracquemont. Richard Bracque-
mont .. . Richard Bracquemont . . . Richard . . . Yapamıyo-
rum . . . Devam edemiyorum . . . Ona .. Hayır .. . Hayır . ..
.

Bakmalıyım ... Richard Bracquemont . . . Hayır . . . İ stemiyo·


nım . . . Richard . . . Richard Bracque . . .
Dokuzuncu bölge müfettişi, Richard'a ulaşmaya çalış­
m ış , başansız. olunca saat tam altıyı beş geçe Hotel Ste­
vens'a varmıştı. Tıp öğrencisi Richard Bracquemont'un
cesedi ni, 7 No.lu odada, ondan önceki üç maktulle pence­
re pervazına asılı halde, aynı kaderi paylaşırken bulmuş.

245
Ancak öğrencinin yüzündeki ifade ötekilerden fark­
lıydı, feci bir korku içerisinde can vermişti.
Bracquemont'un gözleri sonuna kadar a Ç ık, neredey­
se yuval anndan fırlamıştı. Dudaklan garip bir sıntışla
büzülü, çenesi tamamen kasılıydı. Üzeri mor noktala rla
süslü dev bir örümcek dişlerinin arasında ezilmiş, nere­
deyse ikiye bölünmüştü.
Masanın üzerinde öğrencinin günl üğü duruyordu.
Müfettiş günlüğü okur okumaz merdivenlerden aşağı
uçarcasına inip yolun karşısındaki binaya koştu.
Tek öğrenebildiği, ayl ardır orada kimsenin yaşama­
dığıydı .

Çeviren : Ertuğrul Orbay Yazanla r

246
Ambrose Bierce

Lanetli Şey
1. insan Her Zaman Masadakini Yemez
Kaba masanın bir ucunda yer alan don yağından yapılma
mumun ışığında, bir adam bir kitap okuyordu. Eski bir
hesap kitabıydı, büyük ölçüde yıpranmıştı ve iyi okun­
muyordu yazılan, adam bazen iyi görebilmek için mumu
yaklaştınyordu. Kitabın gölgesi odanın yarısını kaplıyor­
du, kitabı okuyandan hariç odada sekiz kişi daha vardı.
Yedi tanesi kaba tahta duvarlara karşı sessiz ve hareketsiz
oturuyor, oda küçük olduğu için masadan çok uzak bu­
lunmuyorlardı . Baştaki elini uzatsa sekizinci adama do­
kunabilirdi, masada sırtüstü yatanın bir örtüyle kısmen
kaplı kollan yana düşmüştü. Yatan adam bir ölüydü.
Adam kitabı oldukça kısık bir sesle okumaktaydı,
kimse konuşmuyordu. Hepsi bir şeyin gerçekleşme­
si için bekliyor gibiydi . Beklentisi olmayan tek kişi, ölü
adamdı . Açık pencereden dışandaki boş karanlıktan
gecenin ıssızlıktaki tüm yabancı sesleri geliyordu: Uzak-

247
taki adsız bir çakalın uluması, ağa çlarda yorulmak bil­
meyen böceklerin ölü mcü l nabzı .. Garip gece kuşlarının
.

çığlıklan, gündüz kuşlannınkinden çok farklıydı. Büyük


hantal kanat h la n n homurtusu ve her za man oradaymış
gibi duran fakat dindiği zaman yanın yamalak duyulan
pek çok gi zemli sesler korosu, bir düşüncesizliğin bilin­
ci n deym iş gibiydi. Fakat odadaki adamların hi çbiri bu
detaylan um u rsamıyordu . Hepsi de pratik önemi olma­
yan konulara ilgisizdiler. Bu, onla rı n sert simalanndan
belliydi - mumun loş ışığında bile belliydi. Onlar çok
açık ki aynı yörenin i n san ıydıla r - çiftç i l er ve oduncular.
Kitabı okuyan, önemsiz bir şekilde onlardan fark­
lıydı; onun görmüş geçirm iş biri olduğu söyle n ebilirdi .

Dünya zevklerine düşkün olsa da giyim lmşamı çe v re ­


siyle bir dostluk kurduğunun bir ka n ıtıydı. Ceketiyle San
Francisco'da neredeyse hiç toplantıya katılmadı, ç o rap­
lan şehirli değildi ve onun yanındaki şapka (örtünmeyen
sadece oydu) öyle bir haldeydi ki eğer birisi o şapkanı n
kişisel bir süs eşyası olduğunu düşünseydi asıl anlamını
kavramamış olurdu. Adamın yüzü bi raz despotlukla bir­
likte oldukça çekiciydi ancak otoriteye sahip birine uygun
olarak görevlendirilmiş veya yetiştirilmiş ol abili r . O bir
sorgu yargıcı. Vazifesi gereği o kitabı okuyo rdu ; kitap o
an soruşturmanı n yapıldığı ye rd e , ölü adamın kulübesin­
deki eşyaları arasında bulunm uştu .

Sorgu yargıcı okum ayı bitirdiği nde kitabı göğüs ce­


bine koydu. O anda kapı açıldı ve cıdaya genç bir adam
girdi . O, dağlı birine benzemiyordu; bi r şeh i rli gibi giyin­
mişti. Giysileri seyahatten dolayı tozluydu. Soruşturmaya
katılmak için çok hızlı bir şekilde ge lmişti.
Sorgu yargıcı başını salladı , başka da ki mse onu se­
lamla m ad ı.

248
"Seni bekliyorduk, " dedi sorgu yargıcı . "Bu işi bu gece
bitirmek g e re k . "
Genç adam gülümsedi. "Seni beklettiğim için özür
dilerim," dedi . "Ben uzaktaydım, davetten kaçmak için
d eği l , ama m uhte mele n gazeteme rapor ya z mak için."
Sorgu yargıcı gül üm sed i .
" Senin gazetede yazdığın rapor," dedi, "muhtemelen
b u ra d a yemin altında vereceğinden farklıdır."
"Bu," dedi d iğe ri , oldukça at e şl i ve görünür bir heye­
can ile, " te rc i h ettiğimiz gibi. Karbon kağıdı kull a ndı m ve
bir kopyası var. Bu yazılı bir h abe r değil fakat inanılmaz,
kurgu biçiminde yazılmış. Yeminli ifadenin bir parçası
olarak bastırılabilir. "
" İ nanılmaz olduğunu söylüyorsun?"
" Bu s i z in için hiçbir şey, efe n di m , eğer ben de bunun
doğru olduğuna ye min ed ersem. "
Sorgu yargıcı belli ki ge n ç adamın manifestosundan
çok etkilenmemişti . Kısa b ir süre sessizlik old u . Kulübe­
nin ta rafında olan a dam la r fısıldayarak ko n uştu l a r ama
nadiren cesedin yüzünden bakı ş l a n n ı çekiyorlardı . O an
sorgu yargıcı başını kal dı rdı ve dedi ki: "Biz so ruştu rma­
ya devam edeceğiz;"
Adamlar şapkalarını çıkarttı l a r . Ta n ık ye mi n etti .
"Adınız nedi r?" dedi sorgu yargıcı .
"William Harker."
"Kaç yaşındasın?"
"Yirmi yedi..,
"Merhum H ugh Morgan'ı tanır mıydın?"
"Evet. "

249
" Öldüğünde onunla mıydın? "
"Yakındım."
"Bu nasıl oldu - senin orada olman yani?"
"Avlanmak ve balığa çıkmak için onu ziyarete geldim .
Ama benim amacımın bir parçası , onu incelemekti ; onun
garip, yalnız yaşam biçimini. Kurgu içinde bir karakter
için iyi bir model gibi görünüyordu. Bazen hikayeler ya­
zanın."
"Arada onlan okurum . " "Teşekkür ederim."
"Genel olarak hikayeleri - senin değiller. "
Bazı jüriler güldü. Bu kasvetli arka plana rağmen mi­
zah havayı aydınlattı. Ö lüm odasında espri, şaşkınlık ile
karşılandı.
"Bu adamın ölümünün koşullannı ilişkilendirin,"
dedi sorgu yargıcı. " İ stediğiniz notu kullanabilirsiniz."
Tanık anladı. Göğüs cebinden bir el yazması çıkara­
rak muma tuttu ve istediği kısmı bulana kadar yaprakları
çevirdi, okumaya başladı.
il. Yaban Yulafı Tarlasında Neler Oldu
" . . . Evden aynldıktan sonra güneş doğmak üzereydi. Her
birimizde bir av tüfeği vardı, bıldırcın anyorduk ama sa­
dece bir köpek bulduk. Morgan en iyi yerin, işaret ettiği
belli bir sırtın ötesinde olduğunu söyledi ve oraya sık me­
şeli patikadan geçerek gittik. Diğer taraf nispeten zemin
seviyesindeydi, kalın yabani yulaf ile kaplıydı. Biz sık
meşeli keçi yolundan çıktığımızda Morgan sadece birkaç
metre ötedeydi. Aniden sağımızdaki çalılıklarda bir hay­
vanın çırpınmakta olduğunu gördük. Hayli endişeliydi.

250
"'Bir geyik,' dedi. 'Keşke uzun namlulu bir tüfek ge­
tirseydik."'
"Sık meşeli patikayı izleyen Morgan, hiçbir şey deme­
di ama sil ahı n a iki mermi sürdü ve nişan almaya hazır
bir şekilde durdu. Onun biraz heyeca nl ı olduğunu düşün­
düm, bu beni şaşırtmıştı ; o ki ani ve olası tehlikelerde so­
ğukkanlılığıyla nam salmı ş biriydi.
"'Oh, gel ! ' dedim. 'Bir geyiği mermiyle doldurmaya­
caksın, değil mi?'"'
"Yine de cevap vermedi ama yüzünde bir ifade yaka­
lam ı ştı m , bana doğru hafifçe döndü, yü zünü n solgunluğu
beni dehşete düşürdü. S o n ra ciddi bir işimiz olduğun u
anladım ve ilk varsayım, bir boz ayı bulmuştuk. Mor­
gan 'ın yanına ilerledim, t üfeğimi hazır hale getirdi m.
"Çalılarda şimdi sessizlik hakimdi ama Morgan çok
dikkatliydi.
"'Ne oldu? Bu l a net şey ne?' d iye sordum.
"'Şu Lanetli Şey! ' diye cevap verdi, kafa sı n ı döndür­
meden. Sesi acayi pti ve d oğa l değildi. Gözle görülür şe­
kilde titriyordu.
"Yabani yulafla rı n açıklanamaz bir biçimde hareket
ettiğini gördüğümde daha fazla k onuşmak üzereydim.
Bunu zor tarif edebil i rim . Sanki rüzgarın hızıyla karışmış
gibi , sadece bükülmüş değil aynı zamanda bastırılmış
görünüyordu - o kadar b ast ırdı ki yükselmedi ve bu şey
yavaşça bize doğru gel iyo rdu .
"Gö rdü ğüm hiçbir şey beni bu yabancı v e tanımla­
namayan olay kadar etkilememişti, yine de korkt uğu m u
hatırlamıyorum. Hatırlıyorum -ve burada söylüyorum
çünkü anımsıyorum- bir kere , bir açık pencereden dik­
lcatsizce dışarı bakarak, bir an ya k ı nda ki küçük bir ağacı

251
u:zaktaki büyük ağaçlarla kanştırmışbm. Diğerleri gibi
aynı boyutta görünüyordu ama daha bel i rgin ve keskin
gövdesi vardı; detaylan ve c is mi belirgindi, diğerleriyle
uyum içinde görünüyordu. Perspektif yasasının bir yanıl­
gısıydı, yine de beni şaşırttı , neredeyse dehşete düşürdü.
Biz doğa kanunlarına o kadar bağlıyız ki herhangi bir
şüphe bizim güvenliğimize dü şünülem e z Arkadaşım
.

gerçekten korkmuştu ve ben onu birden silahını omzuna


al ıp hareket eden çayırlığa iki namlu ateş ederken gördü­
ğüm zaman gözlerime inanamadım ! Boşalan namlunun
dumanı daha temizlenmeden, vahşi bir hayvanın çığ­
lığı işittim -vahşi bir hayvanın çığlığıydı- silahını yere
fırlatırken Morgan kaçtı ve var gücüyle oradan uzaklaş­
maya başladı. O an ben, dumandan ötürii kavranılama­
yan büyük bir güç kullanıyor gibi görünen yu muşak, ağır
bir madde tarafından yere fırlatılmıştım.
"Doğrulup silahımı alamadan, elimden çekilip alın­
mıştı, Morgan'ın ölümcül bir acı içinde bağırdığını
duydum, çığlıkları köpeklerl e mücadele eden bir delinin
vahşi sesiyle kanştırılabilirdi . Açıklanamaz bir şekilde
korkarak doğruldum ve Morgan'ın olduğu yöne doğru
baktım. Tann bir daha beni öyle bir görüntüden korusun!
Otuz metreden daha az bir mesafede arkadaşım dizleri­
nin üzerindeydi, kafa s ı ko rku nç bir açıyla arkasına düş­
müştü, şapkasızdı, uzun saçları düzensizdi ve bütün vü­
cudu sağa sola, ileri geri şiddet içinde hareket ed iyo rd u
.

Sağ kolu yukarıya kalkmıştı ve eli yoktu - en azından,


ben göreme m işt i m Diğer kolu seçilemiyordu . Zaman za­
.

man, benim hafızam bu olağanüstü sahneleri hatırladı­


ğında, vücudunun bir parçasını ayı rt edemezdi m, sa nki
bir parçası göriinmez olmuştu .

252
"Tüm bu o layl ar bi rkaç san iye iç i n de gerçekle şm iş
olmalı. Ondan başka bir şey göremedim. Olay esnasında
onun bağı rma s ı ve küfürleri duyulmuştu, sanki öfke ve
kızgınlık ile sarmalanmıştı, hiç kimsenin ağzından böyle
küfürler duymamıştım !
"Bir a n için sil ah ımı fırlatıp arkadaşımın yardımına
ko şt u m . Ben belirsiz bir düşünce i le onun nöbet veya bir
çeşit havale geçi rm ekte old uğu n u düşündüm. Ona yak­
laşmad a n önce hareketsiz ve sessizdi. Tüm sesler dur­
muştu ; olayın ağı r dehşeti yüzünden eğer herhangi bir
halüsinasyon gö rm ed iyse m yine aynı yab an i yulaflann
gizemli hareketini fark edebilmiştim . O na ulaştığımda,
arkadaşıma bakma)'l başarm ı ştı m . Ö lmüştü ."

111. Yırtık Elbiseler içerisindeki Adam


Sorgu yargıcı koltuğundan kalktı, ölü adamın yanı baş ı n ­
da durdu. Çarşafın bir ke na rın dan tutarak kaldırdı, tüm
vücudu açığa çıkardı; tamamen çıplak ve mum ı ş ığı nd a
bir kil gibi sarı görünüyo rd u . Ancak, mavimsi-siyah ge­
n iş lekeler, besbelli damar d ı ş ına çıkmış çürüklerden
oluş muştu. Göğsü ve bö ğ rü sert bir nesneyle dövülm üş
gibiydi . Korkunç yırtılmalar vard ı ; deri şeritler ve parça­
lanmalar.

Sorgu yargıcı masanın ucuna gitti ve çen e n i n altından


geçerek kafanın üst kı s m ın da düğümlenen ipek me ndi ­
li çözdü . M e ndi l çıkarıldığında boğaza ne ol d u ğu ortaya
çıktı. M e rak ı artan adamlar, t övbe ettiler ve yü zle ri ni
çevirdiler. Ta nık Harker açık pencereye gi tt i , zayıf ve
hasta bir şekilde pervazdan aşa ğı eğildi. Ölü adamın boy­
nunun üzerine m e n d il i bırakan sorgu yargıcı , odada yü­
rümeye başladı ve bir yığın ü reti l m iş giysiden her birini
soruşturma için kaldırdı. H e ps i yı rt ı lm ı ş ve kan ile sert-

253
leşmişti. Jüri üyeleri daha detaylı bir soruşturma yapma­
dı . Oldukça ilgisiz görünüyorlardı. Bu tür olaylara defa­
larca tanık olmuşlardı zaten, onlar içi n yeni olan tek şey
Harker'ın ifadesiydi.
" Beyler," dedi sorgu yargıc ı , "artık kanıtımız yok. Gö­
reviniz zaten size bildirildi, sormak istediğiniz bir şey
yoksa dışan çıkıp karannızı tartışabilirsiniz."
Başkan ayağa kalktı - uzun boylu, iri yapılı, sakalları
olan altmış yaşında bir ada mdı.
" Ben soru sormak istiyorum, sayın yargıç, " dedi . "Bu
son tanık hangi tımarhaneden kaçmıştı?"
"Bay Harker," dedi sorgu yargıcı , "en son hangi tımar­
haneden kaçtın?"
Harker tekrar kızarmıştı ama hiçbir şey söyleyemedi
ve yedi j üri üyesi kalkıp birlikte kulübenin dışına çıktılar.
"Eğer bana hakaret etmeniz bittiyse, efendim," dedi
Harker, O, ceset ve sorgu yargıcı baş başa kalmıştı, "Sanı­
nın gitmek için özgürüm?"
"Evet."
Harker aynlmak üzereydi , bir eli kapı mandalında,
durdu. Onun mesleğinin alışkanlığı baskındı -kişisel say­
gınlık duygusundan daha baskın . Döndü ve dedi ki :
"Orada olan kitap - Göıüyorum ki Morgan'ın günlüğü.
Büyük ilgi göstermiş gibiydiniz; ben tanıklık ederken oku­
dunuz. Görebilir miyim? Halkın hoşuna giderdi doğrusu."
"Kitap bu konuda hiçbir önem kaybetmeyecektir,"
diye yanıtladı sorgu yargıcı, onu ceket cebine koyarken.
"Tüm bu kayıtl a r yaza rın ölümünden önce tutuldu."
Harker giderken jüri geri geliyordu. Üzeri örtü ile
kaplı, hatlan daha belli ola n cesedin yanında durdular.

254
Başkan mumun yanına oturdu, göğüs cebinden bir kalem
ve müsvedde kağıt çıkardı. Güç bela, çabalayanlann fark­
lı seviyedeki emekleriyle, aşağıdaki karan yazdı :
" Biz, jüri olarak bütün ölümlerin bir dağ aslanı tara­
fından yapıldığını düşünüyoruz. Ama bazılanmız böyle
düşünmüyor."
iV. Mezardan Açıklama Var
Hugh Morgan'ın günlüğünde bazı ilginç yazılar,
muhtemelen, bilimsel değere sahip öneriler vardı. Ceset
üzerine yapılan soruşturma esnasında, bu kitap kanıt ola­
rak kullanılmamıştı. Muhtemelen sorgu yargıcı jürinin
kafasını kanştırmaya değmez diye düşündü. Belirtilen
yazılann yazıldığı ilk tarih, tespit edilebilir değil ; yapra­
ğın üst bölümü yırtılmış, kalan yaprağın parçası aşağıda­
ki gibidir:
" ... Yanın daire içinde koşardı, başını her zaman mer­
keze doğru tutarak sabit durur ve öfkeyle havlardı. En so­
nunda olabildiği kadar hızlı bir şekilde çalılıklara fırlaya­
rak gitti. İlk olarak kızgın bir şekilde gittiğini düşündüm
ama eve geri geldiğinde davranışlarında besbelli ceza
almanın korkusundan başka bir değişiklik bulamadım.
" Bir köpek burnuyla görebilir mi? Kokular yayıldığı
şeylerin görüntüleriyle koku merkezlerini etkiler mi? . .
" 2 Eylül -Evin doğusundaki tepenin zirvesinden yük­
selen yıldızlara bakıyordum geçen gece, başanlı bir şe­
kilde gözden kaybolmalarını izledim. Hepsi aniden ama
pek azı aynı anda tutulmuştu; tüm tepe boyunca bir ya
da iki tepenin üzerinde olanların hepsi kararmıştı. San­
ki o nlarla benim arama bir şey geçmiş gibiydi a ma göre-

255
miyordum, yıldızlarsa hatlarını belli edecek kadar büyük
değildi. Ah ! Bunu sevmedim ..."

Birkaç haftanın yazılan kayıp durumda . Üç sayfa, ki­


taptan yırtılmış.
"27 Eylül -Burada yine aynısı oldu. Onun kamtlan­
nın varlığını her gün buluyorum. Geçen gece yine aynı
şekilde, elinde silahla, saçmalarla dolu bir şekilde izle­
dim. Sabah, soğumamış ayak izleri oradaydı, önceki gibi.
Yine de yemin edebilirim ki hiç uyumadım, gerçekten ne­
redeyse hiç uyumadım. Korkunç ! Eğer bu olaylar gerçek
ise delirmek üzereyim, eğer hayali ise zaten delinnişim
demektir."
"
Ekim - Gitmemeliyim ; bu beni uzağa götürmeme­
3
li. Hayır, burası benim evim , topraklarım . Tann bir kor­
kaktan nefret eder . . .
"

"
5 Ekim - Artık dayanamayacağım ; H a rker'ı benimle
birkaç hafta geçirsin diye davet etmiştim . Onun dengeli
bir aklı vardır. Eğer delirdiğimi düşünüyorsa hareketle­
rinden anlayabilirim. "
"
7Ekim -Bende sorunun çözümü var; dün gece geldi
aklıma - aniden, vahiy gibi. Ne kadar basit- ne kadar
basit !
"Bizim duyamadığımız sesler var. Bu ölçek aletinin
her iki ucunda, insan kulağının, hiçbir akordun karış­
madığı notalar vardır; çok yüksek ya da hayli algık. Ben
bir karatavuk sürüsünün tüm bir ağaç tepesini işgal etti­
ğini ve hepsinin şarkı söylediğini gördüm . Aniden -bir
anda- kesinlikle aynı anda, hepsi uçtu ve uzaklara gitti.
Nasıl? Hepsi birbirini göremez ki - ağaçlar engeller. Hiç­
bir yerde herhangi bir l ider, herkes tarafından görülebilir
olmamalı. Bir uyan ''eya komuta, gürültünün ötesinde

256
yüksek ve tiz bir sinyal olmalı ama ben duyamadım. Ayn­
ca aynı eş zamanlı uçuşu, hepsi sessizken, sadece karata­
vuklann değil ama ziıvenin karşı tarafındaki diğer kuşla­
nn da uçuşunu gözlemledim. Bıldırcın mesela, çalılıklar
nedeniyle bir tepenin diğer yüzünden bile ayrı tutulmuş.
"Bu denizciler tarafından bilinmektedir ki okyanus
üzerinde güneşlenen veya avlanan balina sürüsü, kilo­
metrelerce öteden, aralarında dünyanın dış bükeyliği ile
birlikte, bazen aynı anda dalarlar - hepsi bir anda göz­
den kaybolur. Sinyal sesi duyulur - pruvanın başındaki
denizcinin ve güvertedeki çalışanların kulaklan için çok
alçak yine de katedraldeki taşlar org bası tarafından ha­
reket ettiği zaman gemideki titreşim hissedilir.
"Seslerle olduğu gibi renkler ile de öyle. Güneş spekt­
rumunun her iki ucundaki bir kimyager, 'actinic' ışın­
lan olarak bilinen şeyin varlığını tespit edebilir. Onlar
renkleri temsil ederler. İntegral ışık bileşimi bizim için
ayırt edilemezdir. İnsan gözü kusursuz bir enstrümandır;
onun aralığı 'kromatik ölçek'in birkaç oktavıdır. Ben deli
değilim , göremediğimiz renkler vardır. Tanrı yardımcım
olsun! Lanetli Şey, böyle bir renk!"

Çeviren : Doğan Hezer

257
Francis Marion Crawford

Ölü Gülümseme
1. Bölüm
Sir Hugh Ockram, ağustos ayının sonlarına doğru bir ak­
şamüstü çalı şm a odasının açık penceresinde otururken
gülümsüyordu. Meraklı bir sa n bulut, batan güneşi giz­
liyordu ve berrak yaz ışığı vebanın ki rl i buharıyla aniden
zehirlenip kirletilmiş gibi donuklaşıyordu. Sir Hugh'un
yüzü en iyi tasvirle , iki çökmüş gözün çok derinden belli
belirsiz göründüğü ahşap bir maskeye deri gibi gerilmiş in­
cecik parşömen gibi görünüyordu. Gözleri yuvalarında yan
yana duran, tıpatıp aynı, kıpır kıpır ve dikkatl i iki kurbağa
gibi kırışık göz kapaklarının altından çıkıyordu. Ama ışık
değiştikçe her birinde sarımsı birer ışık parladı. Solgun
dudaklannı rengi bozuk dişleri etrafında gerdirerek kukla
insanlara karşı küçümseme ve en bağışlamaz nefretle har­
manlanan derin bir kişisel tatmin ile gülümsüyordu.

Yüz yaşındaki Dadı Macdonald, Sir Hugh gülümsedi­


ği zaman cehennemde iki kadının - ihanet ettiği iki ölü

259
kadının yüzünü gördüğünü söylerdi. Gülümseme geniş­
lerdi.
Sir Hugh'u öldüren gizli hastalık beynine dokunmuş­
tu. İlkel bir resimdeki melek gibi uzun, beyaz ve narin
oğlu yanında duruyordu. Babasının yüzüne bakarken
menekşe gözlerinde derin ızdırap olsa da kendi dudak­
lannda, arzusu dışında dudaklannı ayınp çeken ve çalan
o hasta gülümsemenin gölgesini hissediyordu . Kötü bir
rüya gibiydi çünkü gülümsememek için uğraşırken daha
çok gülümsüyordu.
"Elbette," dedi Sir Hugh çok yavaşça, hfilen ağaçlara
bakarak, "Evlenmeye karar verdiysen seni durduramam ve
benim nzama ufacık önem bile vermediğini de görüyorum."
"Baba! " diye bağırdı Gabriel sitemle.
"Hayır. Kendimi kandırmam," diye devam etti yaşlı
adam, korkunç bir şekilde gülerek. "Ben öldüğüm zaman
evleneceksin ki bunu yapmaman için geçerli bir neden ol­
masın,,, diye tekrarlarken kurbağa gözlerini yavaşça aşık­
lara çevirdi.
"Ne nedeni?" diye sordu Evelyn, korkak bir sesle.
"Canım, nedeni boş ver. Sanki hiç olmamış gibi evle­
neceksin."
Uzun bir sessizlik oldu. "İkisi gitti ," dedi sesini tuhaf
bir şekilde alçaltarak, "ve iki, iki daha dört edecek, kesin­
likte ilelebet yanma, yanma, alevler içerisinde yanma. "
Son iki kelimede başı yavaşça öne düştü ve kurbağa
gözlerinin ufak ışığı şişmiş göz kapaklannın arkasında
kayboldu. Sir Hugh lıastalığında sık sık yaptığı gibi, ko­
nuşurken uykuya dalmıştı.
Gabriel Ockram, Evelyn'i çekiştirdi, ardından çalışma
odasından loş salona geçtiler. Kapıyı arkalarından yavaş-

260
ça ka pattılar ;
sanki ani bir tehlike atlatmışlar gibi her biri
derin bir nefes aldı. Elleri kenetli , tuhaf bir şekilde birbir­
lerine benzeyen gözler; aşk ve mükemmel anlayış, bilin­
meyen bir şeyin gizli dehşeti ile gölgelenmiş gibi uzun bir
bakışmada buluştu. Solgun yüzleri bir diğerinin korkusu­
nu yansıtıyordu.
" Bu onun sım," dedi Evelyn sonunda. "Ne olduğunu
bize asla söylemeyecek."
"Bununla ölürse," diye cevap verdi Gabriel, "vebali
kendi boynuna!"
" Kendi boynuna! " diye yankılandı ses loş salonda.
Garip bir yankıydı. Bazılan bundan korkmuştu çünkü bu
gerçek bir yankı olsaydı hepsini tekrarlardı ve sesi bir var,
bir yok olmazdı. Dadı Macdonald; büyük salon, bire karşı
on lanet geri verirken, bir Ockram vefat edeceği zaman
duanın asla yankı yapmayacağını söyledi.
"Kendi boynuna! " diye yavaşça tekrarladı ve Evelyn
şaşırarak etrafına bakındı.
"Sadece yankı," dedi Gabriel ona yolu gösterirken.
Akşamüstü aydınlığına çıktılar ve doğu kanadının ucuna
inşa edilmiş mabedin arkasındaki taş banka oturdular. Çok
sessizdi . Ne nefes alıp venne ne de başka bir ses vardı etraf­
lannda. Sadece, parkın uzak noktasındaki ötücü kuş, akşam
korosuna yüksek sesli uvertür ıslığı ile eşlik ediyordu.
"Burası çok tenha," dedi Evelyn, sessizliği rahatsız et­
mek için cesaretini toplamış gibi konuşup Gabriel'in elini
gergin bir biçimde tutarak. "Karanlık olsaydı korkardım."
"Neden? Benden mi?" Gabriel'in üzgün gözleri ona
çevrildi.

261
"Ah hayır! Asla ! Ama rahmetli Ockramlardan, evet.
Mabedin dışındaki kuzey mahzeninde ayağımızın altın­
da, tabutsuz fakat kefene sanlı halde yattıkları söylenir."
"Her zaman böyle olacaklar. Beni ve babamı da öyle gö­
mecekler. Bir Ockram'ın tabutta yatamayacağı söylenir."
"Ama bu gerçek olamaz. Bunlar peri masalları, haya­
let hikayeleri! "
Evelyn, güneş batarken refekatçisine daha da sokulup
elini sıkıca tuttu.
"Elbette. Ama i l . James'e ihaneti yüzünden boynu vu­
rulan rahmetli Sir Vernon'ın hikayesi vardır. Ailesi onun
bedenini darağacından ağır kilitli demir bir tabutta ge­
tirip kuzey mahzene koymuş. Ama sonrasında, mahzen
ne zaman aileden başka birini gömmek için açılsa tabut
sonuna kadar açık, beden duvara dönük ayakta ve başı da
köşede ona gülümsüyor olurmuş."
"Hugh Amca'nın güldüğü gibi mi?" diyerek ürperdi
Evelyn.
"Evet, sanının öyle," diye yanıt verdi Gabriel, düşün­
celi bir şekilde. "Elbette hiç görmedim ve mahzen otuz
yıldır açılmadı. O zamandan beri hiç birimiz ölmedik."
"Hugh Amca ölürse, sen? .. " Evelyn durdu. Güzel na­
rin yüzü epey solmuştu.
"Evet. Onu da sım her neyse onunla orada yatarken
göreceğim . " Gabriel iç geçirip kı zın kiiç ücük ellerini sıktı .
" Bunu düşünmekten hoşlanmıyorum," dedi kız ka­
rarsızlıkla. "Ah Gabriel, sı r ne olabilir? Evlenmesek daha
iyi ol acağı n ı söyledi. Yasaklamadı ama o kadar esrarengiz
söyleyip güldü ki! Ay! " Küçük beyaz dişleri korku ile gıcır­
dadı ve Gabriel'e daha da yanaşırken omzunun üzerinden
baktı. "Ve nedense bunu yüzümde hissettim."

262
"Benim de," diye cevapladı Gabriel alçak ve gergin bir
sesle. " Dadı Macdonald . . . " Ansızın sustu.
"Ne? O ne ... "
"Ah, hiçbir şey ... Bana bir şeyl er anlattı. Seni korkutur
canım . Gel, hava soğuyor."
O kalkmak için davrandı ama Evelyn elini iki eliyle
tutarak orada oturup yüzüne bakm aya devam etti.
"Ne olursa olsun evleneceğiz Gabriel ! Evl eneceğim izi
söyle! "
" Elbette sevgilim, elbette . .. Ama baba m bu kadar has­
tayke n mümkün değil."
"Ah Gabriel, Gabriel, sevgilim! Keş ke evli olsaydık! "
diye Evelyn sıkınbyla an iden haykırdı . "Bir şey bunu en­
gelleyip bizi ayn tutacak, bil iyo ru m . "
"Hiçbir şey bunu yapa m az ! "
"Hiçbir şey?"
"Hiçbir insan," dedi Gabriel , kız onu kendine çekerken.
Tuhaf bir şekilde birbirine benzeyen yüzleri bul uştu
ve dokundu . Gabriel, bu öpücüğün şeytanın fevkal ade
tadına sahip o l du ğu n u biliyordu. Evelyn'nin dudakl arı
serin bir tatlı nefes ve her ikisinin de genç ve masum ol­
dukları için anlayamadığı fani korku gibiydi. Yine de kız
hassas bir bitkinin ürpe ri rken i nce yapraklann ı dalgalan­
dınp istediği şey ü stüne kapanması gibi, en ufak dokunu­
şu ile onu kendi n e çekiyordu. Adam ona kendi isteğiyle
sürükleniyordu; dokunuşu öl ü mcül ve zehirli olsa da ya­
pacaktı bunu çünkü korkunun yan haz dolu nefesini tu­
haf bir şekilde seviyordu ve kızın genç dudalclannda pusu
kuran o isimsiz şeytanı tutkuyla a rzul uyordu .
"Esrarengiz bir rüyada aşık olmuşuz gibi, " dedi kız.

263
"Uyanmaktan korkuyorum," diye mınldandı adam
"Uyanmayacağız canım. Rüya bittiğinde çoktan ölü­
me çevrilmiş olacak, öyle yavaşça olacak ki farkına vara­
mayacağız. Ama o zamana kadar ... "
Sustu ve yüzleri usulca yaklaşırken gözleri onun göz­
lerini arıyordu. Dudaklarda sanki birbirlerine çok önce­
den aşinalarmış gibi bir his vardı.
"O zamana kadar," dedi tekrar kız, alçak sesle dudak­
ları onun dudaklarına yakınken.
"Hayal et, o zamana kadar," diye fısıldadı adam.

2. Bölüm
Dadı Macdonald kolluklu, epey eski deri sandalyede uyu­
yakalmıştı, yazın bile bir sürü kalın battaniyeye sarılırdı .
Ayaklarını koyun derisi kaplı ayak taburesinde dinlen­
dirirdi, başucundaki ahşap masada ise gece yanan ufak
bir lamba ve içinde her zaman içecek olan eski bir gümüş
kupa bulunurdu.
Yüzü epey kınşıktı ama bu kırışıklıklar o kadar kü­
çük, ince ve yakındı ki birbirlerine, çizgi yerine gölge
oluşturuyorlardı. Beyazdan küllü sanya dönen iki i nce
saç perçemi, kolalanmış beyaz başlığının altından şakak­
larına düşüyordu . Hafif uykusundan ikide bir uyanır, göz
kapaklan küçük pembe perdeler gibi ince katlar halinde
açılır ve solgun mavi gözleri kapılardan , duvarlardan ve
dünyalardan geçip çok uzaktaki bir noktaya sabitlenirdi .
Sonra da elleri battaniye üzerinde kenetli, ya� i l e başpar­
makları diğer parmaklarından daha uzun hale gelmiş bir
şekilde tekrar uyurdu .
Gece saat neredeyse birdi; yaz meltemi, sakinleştiren
bir okşama ile sarmaşık dalını pencere camına doğru üf-

Z64
lüyordu. Kapısı açık arka odada Dadı Macdonald'a bakan
genç hizmetli uyuyakalmıştı. Ortalık sessizdi. Yaşlı kadın
düzenli nefes alıp veriyordu ve bükük dudaklan nefesini
her verişinde titriyordu.
Ama kapalı pencerenin ardında, pemen dışarıda bir
yüz vardı. Menekşe rengi gözleri kadim uyuyana bakıyor­
du. Tuhaftı çünkü pencere pervazından kulenin dibine
kadar olan yükseklik iki buçuk metreydi. Evelyn War­
burton'un yüzü gibiydi ama yanaldan Evelyn'inkilerden
daha ince ve ışık kadar beyazdı. Gözleri panldıyordu ve
dudaklannda hayat dolu bir kırmızılık vardı; taze kana
boyanmış ölü dudaklardı.
Dadı Macdonald'ı n kınşık göz kapaklan yavaşça geri
açıldı ve doğrudan penceredeki yüze baktı.
"Zaman geldi mi?" diye sordu kıs ık, yaşlı ve dalgın bir
sesle.
Yüze bakarken penceredeki yüz değişti , gözleri her
tarafa canlı, menekşe rengi saçana kadar büyüdü de bü­
yüdü ve kanlı dudaklan parlak dişlerinin üstünde açıldı.
Yüzünü çevreleyen gölgeli altın saç kalkıp gece meltemin­
de pencereden geçti ve kan donduran bir sesle Dadı Mac­
donald'ın sorusuna cevap verdi .
Kısık kısık inleyen, fırtına çığlığı gibi aniden yükselen
bir sesti. Sonrasında inlemeden haykınşa, haykınştan
ulumaya ve ulumadan işkence edilen ölünün feryadına
döndü . Bunu daha önce duyan bilir ve ölüm perisinin bu
haykırışının, gecenin derinliğinde duyulabilecek tek şey­
tani haykınş olduğuna tanıklık edebilir.
Sona erdiğinde ve yüz kaybolduğunda Dadı Macdo­
nald büyüle sandalyesinde hafiften titredi . Pencerenin
siyah karesine baktı ama gece ve fısıldayan sarmaşık da-

265
lından başka hiçbir şey yoktu . Başını açık olan kapıya çe­
virdi ve genç hizmetli orada, beyaz geceliği içi nde , dişleri
korkudan titreyerek duruyordu.
"Zamanı geldi çocuğum," dedi Dadı Macdonald. "Ona
gitmeliyim çünkü sonu gel d i."
Kız ona yün bir gecel ik , büyük bir pelerin ve koltuk
değneğini getirmek üzere ilerlerken, o, pörsümüş elleriy­
le sandalyenin kollarına yaslanıp yavaşça doğruldu. Ama
kız sık sık pe n cerede n bakıyordu ve korkudan darmada­
ğın olmuştu. Dadı Macdonald da sık sık başını sallayıp
hizmetlinin anlayamayacağı sözler söylüyordu.
Kız titreyerek, "Bayan Evelyn'in yüzü gibiydi," dedi.
Ama yaşlı kadın keskin ve öfkeyle baktı . Solgun mavi
gözl eri parıldadı. Büyük sandalyenin koluna sol eliyle tu­
tarak doğruldu ve koltuk değneği ni kıza vurmak için tüm
gücüyle kaldırdı. Ama vurmadı.
dedi, "ama aptalsın. Zeka için dua
"Sen iyi bir kızsın,"
et çocuğum. Ya zeka için dua ede rsi n ya da Ockram ma­
likanesinden başka yerde iş bulursun. Şimdi bana lamba­
yı getir ve yardım et."
Dadı Macdonald'ın attığı her adım kendi başına bir
işti ve ilerledikçe hizmetlinin terlik sesi yanı başındaydı.
Diğer h i zm etl iler kendisini görmeden çok önce, çatırtı
sesleri ile onun geldiğini biliyordu.
Artık kimse uyumuyordu, Sir Ht1gh'un yatak ()dası­
nın yan ı ndaki koridorlarda ışıklar, fısıldamalar ve solgun
suratlar vardı. Sık sık biri girip biri çıkardı ama seksen
yıldan fazla zaman önce Sir Hugh'un babasının dadılığını
yapan Dadı Macdonald için herkes y<>ldan çekildi.

266
"Ona işkence etmeyin," dedi Dadı M acdon ald, kupayı
tutan kadına dönerek. "Bırakın onunla konuşayım çünkü
zamanı geldi."
"Bırak konuşsun," dedi Gabriel donuk bir sesle.
Odadaki ışık yumuşak ve netti. Gabriel Ockram ba­
basının yatağı başında duruyordu ve Evelyn Warburton,
saçı altın bir gölge gibi om uzlanna uzanır ve elleri gergin
şekilde kenetli halde diz çöküyordu. Gabriel'in karşısın­
da hemşire Sir Hugh'un içmesi için gayret ediyordu ama
o içmiyordu. Dudaklan aralıktı fakat dişleri kenetliydi.
Epey zayıflamıştı ve gözleri, san kömür misali yakınla­
nndaki aydınlığı yakalıyordu.
Yaşlı dadı yastığa eğilip kuş tüyü kadar hafif ve pörsü­
müş elini, yetişkin kelebek gibi Sir Hugh'un san parmak­
lanna koydu . Odada sadece Gabriel ve Evelyn kalınca da
ciddiyetle kon u ş maya başladı.
"Hugh Ockram," dedi, "bu, hayatının sonudur. Senin
doğduğunu, senden önce babanın doğu mun u gördüğüm
gibi şimdi de ölümünü görmeye geldim. Hugh Ockram,
bana gerçeği söyleyecek misin?"
Ölmek üzere olan adam bütün hayatı boyunca bildiği,
derinden gelen kısık sesi tanıdı ve çok yavaş bir şekilde
san suratını Dadı Macdonald'a çevirse de hiçbir şey söy­
lemedi. Sonrasında kadın tekrar konuştu:
"Hugh Ockram, gün ışığını bir daha göremeyeceksin.
Gerçeği hala söyle meyecek misin?"
Kurbağa gözleri artık donuk de ği ldi ; kadının yüzüne
kilitlendiler.
"Benden ne istiyorsun?" diye sordu, her kelime bir
öncekinden daha derin geliyordu. "Sırrım yok. İyi bir ha­
yat yaşadım."

267
Dadı Macdonald güldü, yaşlı kafasını boynu sanki çe­
lik yay üzerindeymiş gibi itip sallayan ufak, kesik bir gü­
lümseme ile. Ama Sir Hugh'un gözleri kanlandı ve solgun
dudakları bükülmeye başladı.
"Bırak huzur içinde öleyim, " dedi yavaşça.
Dadı Macdonald başım salladı ; kahverengi eli, bir ke­
lebek misali adamın alnına kanat çırptı.
"Seni doğuran ve senin günahlannın kederi ile ölen
annen hatınna, bana gerçeği söyle! "
Sir Hugh'un dudakları rengi bozulmuş dişlerinin üs­
tüne kapandı .
"Dünyada olmaz," diye yavaşça karşılık verdi.
"Oğlunu doğuran ve kalbi kınk ölen karının hatınna,
bana gerçeği söyle! "
"Ne sana hayatta n e de ona ebedi ölümde . .. "
Dudakları sanki arasındaki kelimeler kömürmüş gibi
acıyla kıvrandı ve büyük bir ter damlası parşömen al­
nında yuvarlandı. Gabriel Ockram, babasının ölümünü
izlerken elini ısırdı. Fakat Dadı Macdonald üçüncü kez
konuştu:
"İhanet ettiğin ve bu gece seni bekleyen kadının hatn­
na, Hugh Ockram, bana gerçeği söyle! "
"Çok geç. Bırak huzur içinde öleyim."
Acıyla kıvranan dudaktan san dişlerini gösterek gü­
lümsemeye başladı ve kurbağaya benzer gözleri başında­
ki şeytani mücevherler gibi ışıldadı.
"Zaman var, " dedi emektar kadın. "Bana Evelyn War­
burton'un babasının adını söyle. O zaman huzur içinde
ölmene izin vereceğim. "
Evelyn şaşırdı. Önce Dadı Macdonald'a, sonra da am­
casına bir bakış attı.
"Evelyn'in babasının adı?" kısık sesle tekrar etti, ber­
bat gülümsemesi ölmekte olan yüzüne yayılırken.
Büyük salondaki ışık tuhaf bir şekilde sönüyordu.
Evelyn göz gezdirince Dadı Macdonald'ın eğri büğrü göl­
gesinin duvarda devleştiğini gördü. Sir Hugh'un nefesi
kalınlaşıyordu, ölüm sanki bir yılan gibi süzülmüş ve onu
geri çıkanr gibi boğazında takırdayıp duruyordu. Evelyn
yüksek sesle dua etti.
O sırada bir şey pencereye dokundu ve saçının yüksel­
diğini hissetti. Kendi etrafına baktı. Ve pencerede kendi­
ne bakan beyaz suratını, kocaman açılmış ve dehşet dolu
gözlerini , kendi saçının pervaza doğru dalgalandığını ve
dudaklannın kanla noktalandığını görünce yerden yavaş­
ça doğrulup çığlık atarak Gabriel'ın kollarına düşmeden
önce bir an dimdik ayakta durmuştu. Ama onunkine ce­
vap veren çığlık, ölümcül günahlanmn utancı yüzünden ,
ruhun işkence çekmiş bedenden geçemediği korku ferya­
dıydı.
Sir Hugh Ockram ölüm yatağında doğruldu, gördü ve
yüksek sesle haykırdı :
"Evelyn !"
Kalın sesi kmldı ve adam geri düşerken sesi göğüs ka­
fesinde tıkırdadı . Ama Dadı Macdonald ona işkence et­
meye devam etti çünkü içinde azıcık da olsa hayat vardı
halen.
"Anne, seni beklerken onu gördün, Hugh Ockram. Bu
kızın, Evelyn'in babası kim? Adı ne?"
Dehşet verici gülümsemeyle kıvranan dudaklarsa son
kez belirdi ; oldukça yavaş ve kendinden emin. İki kurba-

269
ğa göz, kırmızılıkla parladı ve parşömen yüz, titrek ışıkta
biraz ışıldadı çünkü son sözler geliyordu.
"Cehennemde bilirler. "
Ardından parlayan gözler hemen söndü. San yüzü
mum solgunluğuna döndü ve Hugh Ockram ölürken ince
bedeni durmadan sarsıldı.
Ölürken bile gülümsüyordu; çünkü sakladığı sımn
farkındaydı. Bunu kendisi ile öteki tarafa götürecekti; bu
sır, Ockramlann tabutsuz halde kefenleri ile yattığı ma­
bedin kuzey mahzeninde onunla beraber sonsuza dek ya­
tacaktı. Öldüğü halde gülümsüyordu çünkü şeytan; ger­
çeği sonuna kadar korumuştu. Konuştuğu kişiye hiçbir
şey kalmamıştı ama meyve vermesi için her şeyi yaptığı
şeytan tamamen oradaydı.
Onlar, Dadı Macdonald ve babasına bakarken, kolla­
nnda halen baygın olan Evelyn'i tutan Gabriel, ölü gü­
lümsenin kendi dudaklanna süzüldüğünü hissetti. Başı
Gabriel'ın omzunda duran Evelyn bakışırken ikisi de ür­
perdi çünkü çok güzel olmakla birlikte aynı hastalıklı gü­
lüş onun genç dudaklannı büküyordu ve anlayamadıklan
yüce şeytanın habercisine benziyordu.
Çok geçmeden Evelyn'i dışan çıkardılar, gözlerini aç­
tığında gülümseme kaybolmuştu. Kadınlar ölen efendi­
nin arkasından İrlanda geleneklerine göre yas tutmaya
başladığı için büyük evin uzak köşelerindeki ağlama ve
mınldanma sesleri merdivenlerden çıkıp kasvetli kori­
dorlara dek yankılanırdı. Ormandaki ağaçların arasında
ölüm perisinin çok uzaklardan inlemesi gibi o gece salo­
nun da kendi inlemeleri vardı.
Zamanı gelince, Sir Hugh'u babasının yanına gömmek
üzere, kefenlenmiş bir biçimde ahşap teskere üzerinde

270
mabede taşıdılar ve demir kapıdan geçip ince mumlarla
aydınlatılan kuzey mahzenine indiler. İki adam, gömü­
lecek yeri hazır etmeleri için önden gönderilmişti fakat
yüzleri bembeyaz, sarhoş bir halde sendeleyerek geri
döndüler.
Ama Gabriel Ockram , her şeyin farkında olduğu için
korkmuyordu. Girdiğinde, Sir Vemon Ockram'ın taş du­
vara yaslanmış halde ayakta duran bedenini gördü. Başı
yukan dönük, yakın bir yerde duruyordu. Siyah kadife ile
kaplı demir tabut açık bir vaziyette zeminin üzerinde du­
rurken kurumuş deri dudaklar, kurumuş bedene korkunç
bir gülümsemeyle bakıyordu.
Gabriel, cesedi ellerine aldı; mahzenin havası sebebiy­
le oldukça kuru ve hafifti . Kapıdan bakanlar onu tekrar
tabuta yatınrken gördü. Tabutun yanlanna ve tabanına
dokunduğunda saz demeti gibi biraz gıcırdadığını duydu.
Sonra başı, omuzlann üzerine yerleştirdi ve paslı yayının
gücüyle düşen kapağı kapattı.
Sonra, ahşap teskere üzerinde getirdikleri Sir Hugh'u
babasının yanına yatırdılar. Ardından mabede döndüler.
Birbirlerinin yüzüne baktıklannda, efendi ve hizmetliler,
hepsi mahzende bıraktıklan bedenin ölü gülümsemesi ile
gülümsüyordu. Gülümseme solup gidene kadar birbirle­
rinin yüzüne bir daha bakmaya cesaret edemediler.

Bölüm 3
Gabriel Ockrarn, babasının bıraktığı yansı harap olmuş
servet ile baronluk payesini miras alarak Sir Gabriel
oldu . Evelyn Warburton ise kendini bildi bileli ona ait
olan Ockram malikhanesinin güney odasında yaşama­
ya devam etti. Gidebileceği hiçbir akrabası ve ayrılması
için hiçbir neden bulunmadığından gidemiyordu. Dünya,

271
Ockramlann İ rlanda mülklerinde ne yaptıklarını dert et­
mezdi. Ockramlar uzun zamandır dünyadan bir şey bek­
lemiyordu.
Sir Gabriel, yemek salonundaki koyu renkli eski ma­
sada babasının yerini aldı ve Evelyn bu kadar sürede
yaslan bittiği ve nihayet evlenebilecekleri için karşısına
oturdu. Bu arada hayatlan eskiden olduğu gibi devam
etti. Sir Hugh hayatının son yılında umutsuz bir yatalak
olduğu ve onu günde bir kere kısa süre gördükleri için
zamanlarının çoğunu birlikte, esrarengiz şekilde mükem­
mel arkadaşlıkla geçiriyorlardı.
Yaz sonu sonbahara yas tutarken ve sonbahar kışa
karanrken, fırtına fırtınayı izlerken ve yağmur üstüne
yağmur yağarken kısa günler ve uzun geceler boyunca Sir
Hugh, kuzey mahzeninde babasının yanı başında yattı­
ğından beri Ockram Malikanesi, daha az kasvetli görü­
nüyordu.
Evelyn, Noel geldiğinde, büyük salonu kutsal ve yeşil
dallarla süsledi. Her kalpte koca alevler parlıyordu. Ma­
likane sakinlerinin hepsi, Sir Gabriel'ın masanın başın­
da oturduğu ve gayet iyi yiyip içtikleri Yeni Yıl yemeğine
davet edilmişti. Evelyn, porto şarabı getirildiğinde teşrif
etmişti. Sağlığının şerefine konuşma yaptı.
Konuşmacı, bir Leydi Ockram olmayalı uzun zaman
oldu, dediğinde; Sir Gabriel gözlerini eliyle gölgeleyip ba­
şını masaya eğdi. Evelyn'in şeffaf yanaklanna solgun bir
renk geldi. Gri saçlı çiftçi, sonraki leydi, Ockram gibi iyi
bir leydi olmayalı çok zaman geçmemişti , dedi ve Evelyn
Warburton'un sağlığına kadeh kaldırdı.
Bütün sakinler ayağa kalkıp onu methetti. Sir Gabriel
de Evelyn'in yanı başında onlar gibi ayaktaydı. Hepsi te-

272
zahürat yaptılar, o kadar yüksekti ki şöminedeki kutsal
yeşil dallar titredi, serin bir rüzgar üzerlerine üflüyor gibi
dalgalandılar.
Adamlann beti benzi attı . Ba zıları kadehlerini indirir­
ken diğerleri ellerindeki kadehlerin yere düşmesine engel
ola madılar. Bakıştılar; o arada Sir Hugh'un ölü kahkaha­
sına benzer sesler işittiler.
Ölüm korkusu aniden Üzerlerine çökmüştü . Yanan or­
mandan kaçan vahşi yaratıklar m isal i birbirlerini ezerek
endişe içinde kaçtılar. Masalar ters dönmüştü , kadehler
ve şişeler yığınlar halinde kırılmıştı ve koyu kırmızı şa­
rap, cilalı zeminde kan
gibi süzülüyordu.
Sir Gabriel ve Evelyn, şölen enka zı n ı n önünde, ma­
sanın başında tek başlarına duruyorlardı, ikisinin de
gülümsediğini bildikleri için bakışmaya cesaret edemi­
yorlardı . Yaşananları izlerken Gabriel'ın sağ kolu onu tu­
tuyor,sol eli belinden sıkıca kavrıyordu. Ancak saçlarının
gölgesinden yüzlerinin farklı olduğu söylenemezdi.
Uzun süre dinleseler de haykınş geri gelmedi . İkisi
de, sım ile ölen Sir Hugh Ockram'ın kuzey mahzeninde
gülerek yatan halini hatırladıklarında, ölü gülümseme
dudaklanndan kayboldu.
Sakinlerin Yeni Yıl yemeği böyle sona erdi. Ancak o
gü nde n so n ra Sir Gabriel daha da sessizleşti ve yüzü ön­
cekinden giderek daha solgun ve ince hale geldi. Sık sık,
uyarmadan ve tek söz etmeden,
bir şey nzasını almadan
onu hareket ettirir gibi yerinden kalkar oldu . Yağmurlu
ya da güneşli hava demeden, mabedin kuzey tarafına gi­
der, taş bende oturarak sanki içini görebilecekmiş gibi,
karanlıkta bulunan kefenin iç inde ki ölmeyecek gülümse­
meye bakar gibi toprağa dalıp giderdi.

273
O ne zaman böyle dışan çıksa, Evelyn gelip yanında
otururdu. Bir defasında, geçmişte, güzel yüzleri ansızın
yaklaşmıştı, dudaklan aralandı ve kırmızı dudaldan ne­
redeyse birleşiyordu. Ama gözleri buluşunca büyüdü ve
vahşileşti; öyle ki derin menekşe renginin içinde halka
şeklinde beyaz belirdi, ayaklannın altında, bildikleri ve
göremedikleri şeyin ne olduğu korkusuyla dişleri takırda­
dı. Elleri ölü bir cesedinkinden farklı değildi.
Bir ara, Evelyn, Sir Gabriel'ı mabette tek başına, aşa­
ğıdaki ölüm yerine çıkan demir kapının önünde, elinde
kapı anahtanyla buldu ama anahtarı kilide takmamıştı.
Evelyn onu geri çekti, o korkunç şeyi uyandıran rüyaları
tekrar görmeye ve yatırıldığından beri değişip değişmedi­
ğini öğrenmeye kendini kaptırdığı için ürperiyordu.
"Aklımı kaybediyorum," dedi Sir Gabriel, gözlerini
eliyle kapatıp onunla dönerken. " Uykumda görüyorum,
uyanınca görüyorum. Beni kendine çekiyor gece-gündüz;
görmezsem öleceğim !"
"Biliyorum," diye yanıtladı Evelyn. "Biliyorum. Bir
örümcek misali ağlar örüyormuşçasına bizi aşağı çeki­
yor."
Bir an sustu, sonra şiddetle başladı ve onun kolunu
erkek gücüyle kavrayarak haykırdı : "Ama oraya gitme­
meliyiz. Gitmemeliyiz! "
Sir Gabriel'ın gözleri yan kapalıydı ve yüzündeki ızdı-
,
·

rap yüreğini sızlatmamıştı.


"Tekrar görmezsem öleceğim," dedi kendisine ait ol­
mayan kısık bir sesle. O gün Evelyn Warburton, hiç bil­
mediği bir korku ile baştan aşağı titrerken bütün giin onu
düşündüğünden nadiren konuşuyordu.

274
Gri bir kış sabahı, tek başına, Dadı Macdonald'ın ku­
ledeki odasına gitti ve narin beyaz parmaklannı kınşık
parrnaklann üstüne koyarak büyük, rahat deri koltuğun
yanında yere oturdu.
"Dadı," dedi, "Hugh Amca�nın ölmeden önce o gece
sana söylemesi gereken şey neydi? Bu berbat bir sır ol­
malı. Onu sorgulamana rağmen, neden bu kadar dehşet
verici şekilde güldüğünü bildiğini hissediyorum."
Yaşlı kadın, başını aksi yöne çevirdi:
"Tahmin ederim ki . . . Asla bilemem," diye yavaşça ya­
nıtladı, çatallaşmış kısık sesiyle.
"Neyi tahmin ediyorsun? Ben kimim? Neden baba­
mın kim olduğunu sordun? Colonel Warburton'un kızı
olduğumu biliyorsun ve annem Leydi Ockram'ın kız kar­
deşiydi, bu nedenle Gabriel ve ben kuzeniz. Babam Afga­
nistan'da öldürüldü. Burada ne sır olabilir ki?"
"Bilmiyorum. Sadece tahmin edebilirim."
"Neyi? .. " diye yalvararak sordu öne eğilirken. Bir yan­
dan da yumuşak, kınşık ellerini sıkıyordu. Dadı Macdo­
nald'ın kınşık göz kapaklan donuk mavi gözlerinin üstü­
ne kapandı. Sanki uyuyakalmış gibi dudaklan nefesiyle
titreşiyordu.
Evelyn bekledi. Şöminenin yanındaki İrlandalı hiz­
metli, hızlı hızlı örgü örüyordu. Şişleri üç veya dört kez
birbirine çarparak tik tak sesleri çıkartıyordu. Ama du­
vardaki gerçek saat şaka yapmıyordu, yüz yaşındaydı ;
son günleri yaklaşan yaşlı kadının saniyelerini hesaplar­
ken tik tak sesleri çıkartıyordu. Dışanda sarmaşığın dalı,
kış infilakında sanki yüz yıl önce cam tarafından dövül­
müş gibi pencereyi dövüyordu.

275
O esnada Evelyn mahzene inme isteği tekrar uyandı.
Kefeni açarak cesedin değişip değişmediğini öğrenmek
istiyordu. Ancak kendine hakim oldu; şeytani ölünün
baştan çıkancı cazibesine karşı savaşmak için Dadı Mac­
donald'ın ellerini tuttu.
Taburede yatmakta olan ve Dadı Macdonald'ın ayak­
lannı sıcak tutan kedi uyanarak gerindi; sırtı gergin, kuy­
ruğu kabank ve dik, iğrenç pembe dudaklan dişlerini
gösteren şeytani sıntma ile gerilirken Evelyn'in gözlerine
baktı . Evelyn, iğrençliğinden yan büyülenmiş halde kedi­
ye bakakaldı. Sonrasında hayvan pençelerini çıkarıp bir
patisini aniden ileri uzattı ve kıza dalaştı. Az önce sıntan
kedi, şimdi, çok aşağılarda gülümseyen cesedi andınyor­
du. Evelyn küçük ayaklanna kapandı ve yüzünü boşta
kalan eliyle örtüp Dadı Macdonald'ın uyandığında ölü
gülüşü hissebilmesine izin verdi çünkü o hissedebilirdi.
Yaşlı kadın çoktan gözlerini açmışb, koltuk değneği­
nin ucu ile kediye dokunur dokunmaz kedinin sırtı düzel­
di ve kuyruğu küçüldü, taburedeki yerine tekrar sokuldu.
Ama san gözleriyle, kapak çizgilerinin arasından Eve­
leyn'e yan yan bakıyordu.
"Tahmin ettiğiniz nedir dadı?" diye tekrar sordu genç
kız.
"Kötü bir şey, günahkar bir şey... Ama sana söyleme­
ye cesaret edemem çünkü doğru olmayabilir. Hem bunun
düşüncesi bile hayatını mahvedebilir. Eğer doğru tah min
ediyorsam, o, bu sım senin bilmemen gerektiğini ve iki­
nizin evlenip onun eski günahının bedelini ruhlarınızla
ödemenizi kastetti ."
"Bize evlenmememiz gerektiğini söylerdi ."

276
"Evet, bunu söyledi, muhtemelen . Ama bu açlık çe­
ken hayvanın önüne zehirli et koyup, 'Yeme' demek gibi
bir şeydir. Size evlenmemeniz gerektiğini söylemesinin
nedeni evleneceğinizi ummasıydı çünkü ölü ya da diri
bütün insanlar içinde H ugh Ockram korkakça bir yalan
söyleyebilecek en yanlış, zayıf bir kadını incitebilecek en
zalim, günah seven en günahkar insandı."
"Ama Gabriel ve ben birbirimizi seviyoruz," dedi Evel­
yn, çok üzgün bir halde.
Dadı Macdonald'ın yaşlı gözleri U7.aklara, kadim bir
gençliğin sisleri arasında, kışın griliğinde yükselen, çok
uzun zaman önceki görüntülere daldı.
" Seviyorsanız birlikte ölebilirsiniz," dedi yavaşça. "Bu
gerçekse neden yaşamalısınız? Ben yüz yaşındayım. Ha­
yat bana ne verdi? Başlangıç ateş, son ise kül yığını ve
başlangıç ile son arasında dünyanın bütün acılan duru­
yor. Ölemedim ; bari bırak da uyuyayım."
Yaşlı kadının gözleri tekrar kapandı, başı göğsüne
doğru düştü.
Böylece Evelyn, onu taburede uyuklayan kedi ile bı­
rakarak oradan aynldı. Genç kız, Dadı Macdonald'ın
sözlerini unutmaya çalıştı fakat esen rüzgarda bu sözler
tekrarlanınca başaramadı. Ruhunun bağlı olduğu dehşet
dolu bilinmez şeytanın korkusuyla hastalanırken bir nes­
nenin onu tuttuğunu, bir taraftan diğer tarafa ittirdiğini
hissetti . Kendisini gizemli bir şekilde çeken ipleri hisset­
ti. Gözlerini kapattığında sunağın arkasındaki mabedi,
o şeye gitmek için geçmek zorunda olduğu alçak demir
kapıyı gördü.
Gece uyanık yatarken, örtüyü yüzüne çekti, böylece
onu çağıran duvardaki gölgeleri görebilecekti. Kendi ılık

277
soluğunun sesi kulaklarında fısıltılar çıkanyordu. Oraya
gidiş, kütüphaneden geçen ve asla kilitlenmeyen kapılar
olmasaydı daha kolay olacaktı. Mumunu alıp uyuyan ev­
den yavaşça geçmek kolay olacaktı. Mahzenin anahtarı
sunağın altında çevrilen taşın arkasındaydı . Bu küçük
sım biliyordu. Tek başına gidip görecekti .
Ama bunu düşününce saçlannın diken diken olduğu­
nu hissetti. Öyle titredi ki yatak sallandı, sonra da sinir­
lerine batan on binlerce donmuş iğne gibi dehşet, tekrar
soğuk bir ürperme ile içinden geçti.

Bölüm "
Dadı Macdonald'ın kulesindeki eski saat, gece yansı­
nı gösteriyordu. Merdiven boşluğunun köşesindeki ku­
tuda gıcırdayan zincirleri ve ağırlıklan, çekiciyi kaldıran
paslı manivelanın kulak tırmalayan sesini odasından du­
yabiliyordu. Bütün hayatı boyunca da duymuştu. Açıkça
on bir vuruş yaptı; on ikincisi, hafif ve yanın bir vuruşla
geldi. Sanki çekici devam etmek için çok yorgunmuş ve
çana yaslanıp da uyuyormuş gibi.
Yaşlı kedi tabureden kalkıp gerindi. Dadı Macdonald
ihtiyarlamış gözlerini açtı ve gece lambasının loş ışığında
odada yavaşça göz gezdirdi. Koltuk değneği ile kediye do­
kundu ve kedi ayağının dibine uzandı. Kupasından birkaç
damla içti ve yeniden uyudu.
Ancak aşağıda Sir Gabriel saat vurur vurmaz doğrul­
du çünkü korku dolu bir rüya görmüş ve kalbi duracak
gibi olmuştu. Kalbi durunca uyandı ve ilk nefesi ile birlik­
te kalbi, zincirinden kurtulmuş bir vahşi hayvan gibi ye­
niden hızla çarpmaya başladı. Hiçbi r Ockram korkudan
uyanmazdı ama Gabriel'e bu ara sıra olurdu.

278
Yatağında otururken elleri ile şakaklarına bastırdı. El­
leri buz gibi soğuktu ama başı sıcaktı. Rüya solup gitmişti
ve yerine efendiye bunun hayatını altüst ettiği düşüncesi
gelmişti. Bu düşünce ile aynı zamanda gülümseme olan
hastalıklı dudak bükme karanlıkta gelmişti. Uzakta Evel­
yn Burton ölü gülümsemenin dudaklannda olduğunu
rüyasında göriip kısık bir inleme ile elleri yüzünde, titre­
yerek uyandı.
Sir Gabriel ışığı yakıp kalktı ve büyük odasında bir uç­
tan diğer uca yürümeye başladı. Gece yarısıydı ve yalnız­
ca bir saat uyumuştu. İrlanda'nın kuzeyinde kış geceleri
uzun olurdu.
"Aklımı kaçıracağım," dedi kendi kendine, alnını tu­
tarak. Bunun doğru olduğunu biliyordu. O şeyin onun
üzerindeki gücü, haftalar ve aylar boyunca, hastalık gibi,
önce onu düşünmeden başka bir şey düşünemez hale ge­
linceye kadar arttı . Şimdi de birdenbire kuvvetinin son
noktasına gelmişti. Nefret edilen ve korku veren görevi
yerine getirmesi gerektiğini biliyordu, eğer bir şeyden
korkuyorsa ve o şey aklına girmişse; hayatta olsa da ol­
masa da onu hayattan ayıracaktı. Her zaman evin efendi­
si tarafından kullanılan eski moda ve ağır şamdanı eline
aldı. Giyinmeyi düşünmedi ; olduğu gibi, ipek gecelikleri
ve terlikleri ile gidip kapıyı açtı.
Eski ve büyük evde her şey sessizdi. Kapıyı arkasın­
dan kapatıp uzun koridor boyunca halının üzerinde ses
çıkarmadan yürüdü. Serin bir esinti omzunun üstünden
dosdoğru mııma üflendi. Güdüsel olarak durup etrafına
bakındı ama her şey sakindi; mum sabit bir şekilde ya­
nıyordu. Yürümeye devam etti ve arkasında neredeyse
alevi söndüren şiddetli bir cereyan oldu. Ona doğru esi­
yor gibiydi, ne zaman arkasına dönse duruyor, ne zaman

279
devam etse görünmez ve buzlu bir şekilde tekrar esmeye
başlıyordu.
Kendisinden uzakta, damlayan bal mumunun üstün­
de yanan mum alevinden başka bir şey görmeden, bü­
yük merdivenden inip yankı yapan koridora gitti . Soğuk
rüzgar omzunun üzerinden ve saçlannın arasından esti .
Ardından eski kitaplar ve oymalı kitap kaplan ile dolu
karanlık kütüphaneye açılan açık kapıdan geçti. İlk önce
üzerine imitasyon kitap sırtlannın boyandığı raflann ya­
nından, sonra da sessizce kapanan ikinci bir kapıdan geç­
ti .
Alçak kemerli geçide girdi ve kapı arkasından kapanıp
pervazına sıkıca otursa da yürürken serin esinti önünden
alev üflüyordu. Korkmamıştı ama yüzü solgundu, karan­
lık havada ilerideki şeyin resmini gören gözleri açık ve
parlaktı. Ama eli taş sunağın arkasındaki taş tableti çe­
virirken mabette hareketsiz durdu. Tablete şu sözler ka­
zınmıştı:
PRE Clavis sepulchri Clarissimorum Dominorum De
Ockram
("En şanlı Ockram lordlannın mahzeninin anahtan ")
Sir Gabriel, durup di nl e d i Çıt çıkmayan malikanenin
.

uzak bir köşesinden bir ses duyduğunu sandı ama ses


tekrarlanmadı. Yine de sonuna kadar bekleyip demir ka­
pıya baktı. Kapının ötesinde, uzun inişin sonunda babası
tabutsuz, altı aydır ölü, üzerini saran bozulmuş ve berbat
haldeki kefenle yatıyordu. Mahzenin tuhaf bir şekilde ko­
ruyucu olan havası işini henüz tamamlamamıştı. Cesette
ilk göze çarpan, yan açık, kuru gözler ve ölmek üzereyken
yüzünde beliren o dehşet verici gülümsemeydi .

280
Sir Gabriel'in aklından bu imajlar geçer geçmez du­
daklannın kıvnldığmı hissetti ve elinin tersiyle kendi ağ­
zına öyle bir öfkeyle vurdu ki çenesine kan damlası düş­
tü, vahim halde mabet taşlarına düşene kadar vurdu da
vurdu. Ama yaralı dudaklan yine de kendini büküyordu.
Her Ockram saf altın tabutta olsa da ve kapı ardına kadar
açıksa bile daha sağlam bir kilide ihtiyaç olmazdı çünkü
melek yüzü, zarif beyaz elleri ve üzgün ama kararlı bakış­
ları ile Gabriel Ockram dışında Tyrone'da o yere inecek
kadar cesur insan yoktu. Görkemli eski anahtarı aldı ve
demir kapının kilidine soktu. Ağır tıngırtı sesi adım sesi
misali, sanki demirin arkasında duran ve ölü gibi ağır
ayaklan ile kaçan gözcü gibi yankılandı. Sabit durduğu
halde serin rüzgar arkasından geliyordu. Demir panelin
karşısında duran mumu söndürdü. Sir Gabriel anahtan
çevirdi.
Sir Gabriel elindeki mumun bitmekte olduğunu gör­
dü. Sunakta yedek şamdanlar vardı. Yeni bir mum yaktı
ve elindekini zeminde yanar durumda bıraktı. Taşa yer­
leştirmek için eğildiğinde dudakları tekrar kanamaya
başladı ve taşların üstüne bir damla daha düştü.
Demir kapıyı iterek açtı, mabedin duvarına yasladı,
böylece o içerideyken kendi kendine kapanmayacaktı.
Mezar odasının dehşet verici hava akımı yüzüne çarptı ;
kirli ve karanlık. . . İçeri girdi, pis kokan hava onu karşıla­
sa da sabit adımlarla basit yokuştan indi. Rahat terlikleri
adım attıkça taş zeminde patırdıyor, mumun uzamış ale­
vi rüzgara karşı önünde dimdik duruyordu.
Eliyle mumu gölgeledi. Mum ışığı parmaklan arasın­
da parlarken kan ve balmumundan yapılmış bir nesneyi
andınyordu. Tüyler ürpertici hava akımı, ışığı kara 'fitilin
ucunda mavi olana dek ileri üflemeye çalışıyordu. Işığın

281
sanki sönmesi gerekiyordu. Ama o parlayan gözlerle yo­
luna devam etti .
Aşağı inen geçit genişti ve sön memesi için mücadele
verdiği ışıkla, duvarları tam olarak seçemese de daha ge­
niş alanda adımlannın daha büyük, daha kederli yankısı
ve uzak boş bir duvan hissetmesi ile ölüm yerinde oldu­
ğunu anladı. Mumun alevini neredeyse avucu ile söndü­
recekti, hareketsiz durdu. Gözleri loşluğa alıştığı için az
da olsa görebiliyordu. Ockramlara ait tabut sehpalannın
birlikte, yan yana durduğunu gördü her birinin üzerinde
yazın akasyalann döktüğü boş kabuklar vardı. Kuru hava
tarafından tuhaf bir şekilde korunan kefenli cenazelerin
toplandığı karanlıkta gölgeli hatlar beliriyordu.
O, ölü adamlar kadar cesurdu. Onlar babalanydı ve er
ya da geç kendisinin de orada, Sir Hugh'un yanında yabp
parşömen kağıdı misali yavaşça kuruyacağını biliyordu.
Ama hala hayattaydı. Alnında üç büyük damla durur­
ken bir an için gözlerini kapadı.
Sonra tekrar baktı, beyaz kefeni ve babasının cesedini
tanıdı çünkü diğerleri zamanla kahverengi olmuştu . Ona
vanncaya kadar dört adım attı ve ışık aniden yüze kadar
çekildi ve kenetli ellerin göğüs üstünde durduğu bembe­
yaz ince ketenin üzerinde göz alıcı bir parlama ile yandı.
Birbirlerine göğüste kenetlenmiş parmakların üzerinde
lekeler vardı. Kuruyan ölümün korkutucu ve berbat bir
kokusu alınıyordu.
Sir Gabriel aşağı bakarken arkasından bir şey, ilk önce
yavaş, sonra gürültülü bir ses çıkardı . Taş zemine hafif
bir gürültü ile düştü. Ayağına kadar yuvarlandı. Arkasına
baktı . Taş zeminde kınşık bir yüzün kendisine gülümse-

282
mekte olduğunu gördü. Yüzündeki soğuk ter damlalannı
ve kalbinin ağrıyla çarptığını hissedebiliyordu.
O şeytani şey, insanlann korku tarafından ele geçiril­
diğini söylediğinde, zalim arabacının titreyen atın eyer­
lerini çekip sırtına buzdan elleriyle pençe atması misali,
kalp kaslan çekildi , dondurucu nefesi saçlannı kaldırdı
ve tırmanıp kurşun gibi bir ağırlıkla midesinde toplandı.
Yine de cenazenin yüzündeki kefeni kaldırmak için
elindeki mumu zar zor tutuyordu. Kefeni yavaşça kaldır­
dı. Kefen cesedin kuru tenine yapışmıştı. Sanki biri dirse­
ğinden onu sarsıyormuşçasına eli tir tir titriyordu . Ama
yan korkarak yan kendine kızgın bir halde örtüyü çekti
ve kefen ufak bir sürtünme sesi ile açıldı . Kefeni tutarken
nefesini tutuyordu. Dehşet içinde uğraşıyordu. Ardından,
yaşlı Vemon Ockram'ın demir tabutunda kalkıp kafasız,
kopan boynunun kalan parçası ile onu izlediğini hissetti.
Nefesini tutarken ölü gülümsemenin dudaklannı
büktüğünü hissetti. Kendi ızdırabına aniden öfkelenerek
ölüm lekeli keteni sonuna kadar çekip cesede baktı . Diş­
lerini gıcırdattı, aksi halde çığlık atacaktı . İşte oradaydı,
onu ve Evelyn Warburton'u lanetleyen ve yakındaki her
şeyi kurutan şey. . .
Ölü surat kara izlerle lekelenmiş, cılız, gri saçlan bo­
zulmuş alnın üstünde keçeleşmişti. Bükük dudaklar yan
açıktı . Mum ise kurbağa gözlerin yaşadığı berbat bir yer­
de ışıldıyordu.
Ama ceset canlıymış gibi gülümsüyordu. Korkutucu
dudaklan açık, yırtıcı dişlerin üstü de geniş ve gergindi.
Halen lanetliyordu, cehenneme elinden geleni yapması
için meydan okuyordu, meydan okuyor ve lanetliyor ve
ilelebet ve ebediyen karanlıkta tek başına gülümsüyordu .

283
Sir Gabriel, ellerin olduğu kısmı açtı. Kararmış, kınşık
parmaklar lekeli ve alacalı bir şeyin üstüne kapanmıştı.
Baştan aşağı titreyen fakat hayatı için ızdırapla savaşan
bir adam gibi cesedin elindeki paketi al m aya çalıştı . Çek­
tikçe pençe parmaklar daha sıkı kapanıyordu. Daha sıkı
çekmek için davrandığında cesedin elleri de vermemek
için direniyordu. Sonunda mühürlenmiş paketi kaptı, ce­
sedin lanetlenmiş elleri de tabuta geri düştü.
Kalın kağıttan mühürleri kırmak üzere mumu tabut
sehpasının ucuna yerleştirdi. Daha iyi görmek için dizi­
nin üstüne çöktü; Sir Hugh'ın solgun ellerinin uzun za­
man önce yazdığı şeyi okudu. Artık korkmuyordu.
Şeytanın ve kendi nefretinin tanığı olmuş muhtemel
her şeyi, Sir Hugh'un yazdıkla n nı okudu. Eşinin kız kar­
deşi Evelyn Warburton'a nasıl aşık olduğunu, kansına
ettiği lanet ile kalbi kınlmış kadının nasıl öldüğünü yaz­
mıştı. Warburton'la Afganistan'da nasıl yan yana savaş­
tıklarını, Warburton'ın ölümünü, Ockram'ın silah arka­
daşının eşini tam bir yıl sonra getirdiğini, çocuğu küçük
Evelyn'in Ockram malikanesinde doğduğunu anlatmıştı.
Anneden nasıl usandığım ve kardeşi gibi üzerinde onun
laneti ile öldüğünü, Evelyn'in nasıl yeğeni olarak büyü­
tüldüğünü, oğlu Gabriel ile kızının, masumca ve bilme­
den birbirlerine aşık olup evlenmelerine ve ihanet ettiği
kadınlann ruhlan sonsuzluktan önce başka bir ızdırap
çekebilir. Ve günün birinde, elden hiçbir şey gelmeyeceği
zaman, ikisinin yazdıklarını bulup kan-koca olarak de­
vam etmelerini ve dünyanın sözü ile çocuklarının hatın­
na gerçeği söylemeye cesaret edememelerini umuyordu.
Kuzey mabedindeki cesedin yanında diz çökerek su­
nak mumu ışığında okuduğu buydu Sir Gabriel 'in. Hep­
sini okumuştu ve sım tam zamanında çözdüğü için Tan-

284
n'ya yüksek sesle şükretmişti. Sonunda doğrulup ölü yüze
baktığında yüzün değişmiş olduğunu gördü. Gülümseme
kaybolmuştu. Çene biraz açılmış, yorgun ölü dudaklar
rahatlamıştı. Ensesindeki nefes hala vardı fakat bu kez
soğuk değil, ılık ve insani. Aniden arkasına döndü.
Orada beyazlar içinde, gölgeli altın saçlan ile duru­
yordu. Yatağından kalkıp sess izce onu takip etmiş, sım,
onunla beraber okumuştu.
Kızı gördüğünde vahşice baktı çünkü asabı bozulmuş­
tu. Ardından ölümün sessiz yerinde haykırdı:
"Evelyn ! "
"Ağabeyim! " diye cevap verdi Evelyn, yumuşak ve na­
zik ellerini ona uzatırken.

Çeviren : Özge Sevinç

285
Ralph Adams Cram

Ölüm Vadisi
Olof Ehrensvard adında İsviçreli bir arkadaşım var. Ço­
cukluğunun garip ve melankolik bir şekilde değişmesi
nedeniyle, Yeni Dünya'yla aynı kaderi paylaştı . Bu, dik­
başlı bir çocuğun ve gururlu, acımasız bir ailenin garip
bir hikayesidir. Detaylan önemli değil ama hikayenin
hüzünlü gözleri ve küçüklüğümden hatırladığım küçük
dokunaklı İsveç şarkılarına sesini veren uzun, san sakallı
adamın etrafında bir ağ örmeye yetecek kadarını biliyo­
rum. Kış akşamlan birlikte satranç oynarız. Ve kısa bir
süre sonra genellikle benim yenilgimle sonuçlanan hara­
retli bir oyundan sonra pipolanmızı doldururuz ve Eh­
rensvard bana hikayeler anlatır. Denizlere gitmeden önce
ana vatanından hatırladığı anılarını. Gece ilerledikçe git­
tikçe tuhaf ve inanılmaz hale gelen hikayeler. Ama yine
de inandığım hikayeler.
Bunlardan biri benim üzerimde güçlü bir etki yarattı,
bu yüzden onu buraya yazıyorum. Tek pişmanlığım be­
nim için hikayenin etkisini artıran mükemmel İngilizce-

287
sini ve nazik aksanını aktaramamam. Yine de hatırladı­
ğım kadanyla yazdım.
"Sana hiç Nils ve benim tepelerden geçip Hallsberg'e
nasıl gittiğimizi ve Ölüm Vadisi'ni nasıl bulduğumu anlat­
madım, değil mi? İ şte böyle oldu. Yaklaşık on iki yaşım­
daydım, Nils Sjöberg de benden birkaç ay daha küçüktü.
O zamanlar hiç ayrılmazdık ve her şeyi beraber yapardık.
"Haftada bir kez Engelholm'da pazar olurdu ve Nils
ve ben hep pazardaki her yerden gelen insanlan ve sat­
tıklan tuhaf şeyleri görmeye giderdik. Bir gün kalbimizi
çalan bir şeyle karşılaştık. Elfborg'un karşısında yaşayan
yaşlı bir adam, satmak için küçük bir köpek getirmişti ve
bizim için o, dünyanın en güzel köpeğiydi. Tombul bir
köpek yavrusuydu, o kadar komikti ki Nils ve ben yere
oturduk ve köpek gelip bizimle birlikte oynayana kadar
ona güldük. O kadar neşeli ve mutluyduk ki hayatımızda
bir şeyi bu kadar arzuladığımızı hatırlamıyorum . Ama ne
yazık ki onu alabilmek için yeterince paramız yoktu , bu
yüzden bir sonraki pazar gününden önce onu satmaması
için yaşlı adama yalvardık. Parayı getireceği mize dair söz
verdik. Bize köpeği satmayacağına dair söz verdi ve koşa­
rak eve gittik, annelerimize köpeği alabilmemiz için para
versinler diye yalvardık.
"Parayı aldık ama bir sonraki pazar gününü beklemek
istemiyorduk. Köpek yavrusu satılabilirdi. Bu düşünce
bizi korkuttu, böylece yaşlı adamın yaşadığı Hallsberg'de­
ki tepelere gitmemize izin verdiler. Köpeği bizim alabi­
leceğimizi söylediler ve yola çıktık. Sabah erkenden yola
çıkıp Hallsberg'e saat üç civannda ulaşmamız ve o gece
orada Nils'in teyzesinde kalıp ertesi gün öğleden sonra
çıkıp gün batımında eve varmış olmamız gerekiyordu.

288
"Güneş doğdu ktan kısa bir süre sonra, tüm olası ve
imkansız koşull arda ne yapmamız gerektiği ve bir so nra ­

ki gün aynı saatte ve gece olmadan önce güvenle geri dö­


nebilelim diye ne zaman yola çıkmamız gerektiği ile ilgili
tekrarlanan tüm tedbirlerden sonra yola çıktık .

"Bu aynı zamanda bizim için muhteşem bir spor oldu .

Tüfeklerimizi de yanımıza aldık. Yolculuğumuzun öne­


minin farkındaydık ama yol üstünde, awcumuzun içi
gibi bildiğimiz büyük tepelerden geçerken Eltborg' dan
Hallsberg'e giden yolun yansı boyunca Nils'le ateş et­
tik. Engelh ol m ' un arka tarafı, küçük dağlardan yükselen
uzun bir vadiye uzanıyordu ve bunu geçmemiz gerekiyor­
du. Ardından birkaç kilometre boyunca tepelerin kena­
nndaki yolu sola doğru daralan ve bir geçide çıkan dar bir
yol dan takip etmemiz gerekiyordu.
"Yolda ol ağa n dışı hiçbir şey olmamıştı ve Hallsberg'e
tam vaktinde ulaştık. Küçük köpeği n satılmadığı nı öğ­
rendik ve köpeği alıp geceyi geçirmek için Nils'in teyze­
sinin evine gittik.
"Ertesi gün neden erken çıkmadık, h atı rlayam ıyoru m
ama kartondan yapılma domuzlannın yavaşça kayara k
geçtiği, kasabanın hemen dışındaki bir atış alanında dur­
duğumuzu h atı rl ıyoru m. Sonuç olarak, öğleden sonraya
kadar yola çıkm a mıştık ve en sonunda yola çıktığımızda
ve güneşin dağl a n n zirvesine yaklaşarak alçald ığın ı gö­
rünce gece yansı eve gittiğimizde bizi bekleyecek cezadari
korkuyorduk .
"Bu yüzden dağ tarafına olabildiğince hı zla ilerledik,
mavi alaca karanlık çökerken mor gökyüzündeki son gün
ışığı da kaybol du İlk başta neşeyle konuş uyo rduk, köpek
.

de n eşeyl e önümüzden gidiyo rdu . Ancak zaman geçtikçe


üzerimizde garip bir baskı hissettik, köpek de arkamızda

289
şüpheyle bizi takip ediyordu. Yürürke n ikimiz de konuş­
madık, hatta ıslık bile çalmadık.
" Dağl ann eteklerinden ve alçak dikenlerin içinde n
geçtik. Neredeyse ana tepeni n zirvesindeydik. S a n ki ha­
yat, her şeyi terk edip dünyayı ölü gibi bıraktı ve birde n
orman sustu, h ava durgunlaştı. İ çgüd üsel olarak durduk
ve dinledik.
"Etraf o kada r sessizdi ki. Havada geceleri derin or­
manlann ezici sessizliği var dı ve dahası, ormanlık d ağl a­
nn aşılm az sağlamlığında bile küçük canl ıl arı n karanlık
çöktüğünde uyanan, havanın durgunluğu ve muhteşem
karanlıkta çoğal an ve şiddetlenen kalabalık uğultu su nd a
bile sess izlik o kadar büyüktü ki bir yaprağı n hışırtısı, bir
dalın hareketi, gece kuşu ya da böcek sesi ile bile sessizlik
kırılmıyordu. Damarlanmda akan kanı duyabiliyordum
ve tereddütlü adımlanmızın albnda ezilen çimlerin sesi
ağaçlann devrilmesi gibi geliyordu .
"Ve hava du rgundu, - öl üydü. Basınç üzerimize, de­
nizin korkunç derinliklerine çok fazla girmiş olan bir dal­
gıcın üzerindeki denizin ağırlığı gibi çökmüştü. Genelde
sessizlik ol arak adlandırdığımız şey, sıradan deneyimin
bir yankısı ol a rak görünür. Bu, mutlak bir sessizlikti ve
duyul an yoğunlaştırırken zihni e ziyordu. Bastınlamaz
bir korku nun ağırlığını taşıyordu.
"Nils ve ben birbirimize umutsuzca ve korku dolu
gözl e rle baktık. Hızlı ve derin nefeslerimiz kesiıileşmiş
duyularımıza şiddetle akan bir ırmak gibi geliyordu. Ve
arkamızdan gel en zavallı küçük köpek dehşetimizi hak­
lı çıkardı. Bu karanlık ağırlık onun bile üstüne çökmüş
gibi görünüyordu. Yere yaklaştı, zayıf bir sesle inledi ve
acı çekermiş gibi kendini Nils'in ayakucuna sürükledi. Bu
hayl i hayret verici korku ifadesinin son damla olduğunu

290
düşünüyorum ve kaçınılmaz olarak aklımızı yitirmemize
sebep oldu. En azından ben yitirdim. Tam o an, çılgınlık
sınırlarında titreyerek durduğumuz o an, çok korkunç,
dehşete düşüren, çok ürkütücü bir ses geldi. Kendimize
gelmemize sebep oldu.
"Sessizliğin derinliklerinde bir çığlık yankılandı. Baş­
ta sessiz, hüzünlü bir iniltiyken titreyen bir çığlığa yük­
seldi ve geceyi yırtıp giden bir çığlığa döndü. Sanki bir
felaket gerçekleşmiş gibiydi. Korku veren, gerçekten var
olduğuna, duyduğuma inanamadığım bir şeydi. Daha
önce duymadığım, inançlanmı zorlayan bir çığlıktı. Bir
an için kendi hayvansal korkumun bir sonucu, bir sann
olduğunu düşündüm.
"Nils'e bakar bakmaz bu düşünceyi aklımdan uzaklaş­
tırdım. Gökyüzündeki yıldızlann solgun ışığının albnda,
olası tüm insani korkulann bir temsiliydi. Çığlık atma­
mak için kendisiyle boğuşuyordu, çenesi düşmüştü, dilini
çıkarmışb, gözleri asılmış bir adamınki gibi pörtlemişti.
Tek kelime bile etmeden, korkudan kaynaklanan paniğin
verdiği güçle, köpek yavrusu Nils'in kucağında, lanetli
dağlardan aşağı doğru koşmaya başladık. Nereye gittiği­
miz önemli değildi, tek amacımız oradan uzaklaşmaktı.
"Böylelikle, kara ağaçlann altında ve gökyüzünün öte­
sine doğru akıp giden beyaz yıldızlann altında, herhangi
bir yol ya da işarete bakmaksızın çalılıkların içinden, çit­
lerin ve korulukların arasından dağdan aşağı indik. Çün­
kü bir tek aşağı gidebilirdik.
" Böyle ne kadar koştuk hiçbir fikrim yok ama gittikçe
ormandan uzaklaştık ve kendimizi dağ eteklerinin ara­
sında bulduk. Kuru, kısa çimler üzerinde yorgun düştük,
nefes nefese kaldık.

291
"Burada açıklıkta, etraf daha aydınlıktı. Nerede oldu­
ğumuzu görmek için etrafa baktık ve bizi eve götürecek
yolu nasıl bulacağımızı düşündük. Tanıdık bir yer göre­
bilmek için boşuna bakındık. Arkamızda, dağın yamacın­
dan yükselen simsiyah ağaçlardan bir duvar, önümüzde
ağaçlar ya da kayalar tarafından kırılmamış, alçak etek­
lerdeki dalgalı höyükleri ve daha da ötesinde, rengi gri­
ye dönen kalabalık parlak yıldızlarla dolu siyah gökyüzü
vardı.
"Hatırladığım kadarıyla, birbirimizle bir kez bile ko­
nuşmadık. Hissettiğimiz korku bunu engelliyordu ve
böylece aynı anda tepelere doğru gitmeye başladık.
"Üzerimizde yine aynı sessizlik, aynı ölü, durgun hava
vardı. Bir zamanlar nemli ve soğuk olan hava, şimdi so­
ğuk bir ürpertiyle, donmuş bir demir parçası yanıyormuş
gibiydi. Hala zavallı, korkmuş köpeği taşıyan Nils, tepele­
re doğru ilerledi ve onu takip ettim. Sonunda, önümüzde
yıldızlara kadar uzanan bir yamaç yükseldi. Bitkinlikle
yamacı tırmandık, zirveye ulaştık ve kendimizi büyük,
pürüzsüz bir vadiye doğru bakarken bulduk. Neye baktı­
ğımızdan emin değildik.
"Görebildiğimiz kadarıyla önümüzde düz, beyaz düz­
lüğün üzerinde fosforlu, düzensiz bir su gibi ya da bir kay­
mak taşından oluşmuş gibi duran kadife sis denizi uza­
nıyordu . Sis o kadar yoğundu ki her şeyi saklayabilirdi.
Daha fazla korkamayacağımı düşünürken bu beyaz, ölü
sis üzerimize düşen sessizlikten ya da ölümcül çığlıktan
da büyük bir korkuyla ruhuma düştü. Parlayan yıldızlann
altında ölü bir okyanus gibi duran sis o kadar korkunç,
gerçek dışı, hayali ve imkansız gibi duruyordu ki! Yine de
bu sisin içinden geçmeliydik! Eve gidebileceğimiz başka
bir yol yoktu . Korkudan titriyor, · geri dönme arzusuyla

292
deliriyorduk, eğimli zeminin üze rinde sisin azaldığı b­
sımdan i n m eye başladık.
"Bir ayağımı hayalet sisin için e uzattım. Ölüm gibi
bir ürperti bana çarpb, kalbimi durdurdu ve kendimi
arkaya doğru atmama sebep oldu . O anda çok yakında,
ne re deyse kulaldanmızın dibinde bir çığlık yankılandı.
Lanetli denizin çok uzağında soğuk sisin bir su musluğu
gibi açıldığını ve kıvrımlı bir şekilde gökyüzüne doğru ha­
vaya çıktığını gördüm. Kalın bir buhar tabakası yıldızla­
nn önüne geçtiğinde yavaşça ışıklan azalmaya başl a dı ve
gittikçe büyüyen karanlıkta toplanmaya başlayan buhar
ve sis denizinin arasından ayın yükselmeye başladığını
gördüm.
"Bu kaçmamız için yeterli bir sebepti. Arkamızı dö­
nüp bakınca yükselen beyaz sis denizinden hızla kaçmaya
başladık.
" Öl ü m kalım ya n şıydı . Kaçmaya nasıl devam ettiği­
mizi b il m iyoru m ama kaçtık ve kaçtık. Ve en sonunda
vadinin tepesine ulaştığımızda beyaz denizin arkamız­
da kaldığım gördük. Ardından aşağı, eski yolumu za in­
dik. Habrladığım en son şey Nils'in korkunç, kendi sesi­
ne benzemeyen bi r sesle, 'Köpek öldü ! ' diye kekelemesi
oldu. Ardından bütün dünya iki kez yavaşça ve dirençsiz
bir şekilde döndü ve bi r çarpışmayla bili nci m i kaybettim.
"Üç hafta sonra, hatırladığım kadanyla, kendi odam­
da uyandım ve an n em yatağın yanı nda oturuyordu. İlk
başta düşünemedim ama yavaşça tekrar gücümü kazan­
maya b aşl adığım da Ölüm Vadisi'ndeki o geceye dair bö­
lük pörçük anlan hatırladım. Bana anlablanlarda n anla­
dığım kada nyla o gece üç hafta ö n ceydi ve o zamandan
beri hastaydı m ve h ast al ığı m beyin hummasına dönmüş­
tü. Başıma gelen korkunç şeylerden bahsetmeye çalıştım

293
ama herkes bunların bir h ayal olduğunu düşünüyordu bu
yüzden çenemi kapalı tuttum.
"Ancak Nils'i görmem gerekiyordu, nerede olduğunu
sordum. Annem onun da garip bir ateşi olduğu nu ama
şimdi çok daha iyi hissettiği ni söyledi. Nils'i yanıma ge­
tirdiler ve yal n ız kalır kalmaz tepedeki gece hakkı n da
konuşmaya başladım. Her şeyi reddettiğinde yaşadığım
o şoku asla unutmayacağım. Hiçbir şekilde inkar etmek­
ten vazgeçmiyordu ve en sonunda inkarının sebebinin bir
şeyler saklamaktan kaynaklanmadığını, yaşananlan ger­
çekten de unuttuğunu fark ettim.
" Beynimi bir kargaşa almış götürüyordu. Bunla rı n
hepsi deliryumun bir dış a vurumu muydu? Yoksa Ölüm
Vadis i ' ndeki gece olanların dehş eti Nils'in zihnini bir
boşluğa mı sürüklemişti? Tek m antıklı açıklama ikincisi
gibi du ruyo rdu , aynı gecede ikimizi de yataklara düşüren
bu hastalığın başka bir sebebi olamazdı. Ne aileme ne de
Nil s 'e daha fazla bir şey söyledim ama gittikçe büyüyen
bir kararlılıkla o vadiyi bulacağım günü bekledim.
"Yola çıkmak için tam anlamıyla iyileşene kadar bir­
kaç hafta bekledim . Ama nihayet eylül ayının sonlarına
doğru parlak, sıcak ve güneşli bir gün erkenden evden
çıkıp Hallsberg'e giden yola koyuldum. Ölü su vadisine
indiğine emin olduğum Hallsberg yolunda büyük bir ağa­
cın kenarındaki sağa doğru giden patikayı çok iyi hatırlı­
yordum . Çünkü o gece o ağacı gö rdüğü miizde büyük bir
rahatlama hissetmiştik. Tam da şu an yolun ilerisinde sağ
tarafta duran ağaçtı.
"Bence parlak güneş ışığı ve temiz hava zihnimi açtı
çünkü büyük çam ağacı nın yanına vardığımda bana
musallat olan o geceni n gerçekliğine olan tüm inancımı
kaybettim. Her şey çılgın bir kabustan ibaretmiş gibi gel-

294
di. Yine de ağacın dibinden sağa dönen keskin patikaya
yöneldim. Döner dönmez ayağım bir şeye takıldı. Etra­
fımda bir sürü sinek uçuşuyordu , aşağı baktığımda Hal­
lsberg'den sabn aldığımız zavall ı köpeğin keçe gibi tüyle­
rini, vücudundan çıkan kemiklerini gördüm.
"Cesaretim bir nefes alışında beni terk etti. O gece
olanlann gerçek olduğunu anlamıştım ve korkuyordum.
Ama gurur ve macera arzusuyla ilerlemeye devam ettim.
Yolumu engelleyen sıkı çalılıkl ara basarak geçtim. Yol
pek görülür değildi, sadece bazı küçük hayvanların geç­
mesiyle oluşmuş bir yoldu. Çimler üzerine basılmış gibi
görünse de çalılar hfila sapasağlamdı. Arazi yavaşça yük­
seldi ve yükseldikçe etrafı daha çok görmeye başladım ta
ki tepenin başındaki yamaca gelene kadar. Ağaçların ya
da çalılann bile olmadığı tepeye ulaşınca Ölüm Vadisi'ni
ve buzlu sisi bulduğumuz gecenin anılan aklıma üşüştü.
Güneş parlıyordu ve hava açıktı. Böcekler sonbahar ha­
vasında uğulduyordu ve kuşlar uçuşup duruyordu. Şüp­
hesiz, hiç olmazsa gece yansına kadar, bir tehlike var gibi
görünmüyordu. Kahverengi tepenin üstünde yankılanan
bir ıslık çaldım.
" İşt e Ölüm Vadisi tam karşımda duruyordu . Büyük

oval bir havza, neredeyse insan tarafından yapılmış gibi


pürüzsüz ve düzenli. Etrafı çevreleyen tepelerin uçlan
üzerinde çimler, tepelerdeki tozlu yeşili, sonra da küllü
kahverengiye ve ardından ölümcül bir beyaza doğru açıl­
dı; bu son renk, eğimin etrafında uzun bir çizgide uzanan
ince bir halka oluşturdu. Ardından? Hiçbir şey olmadı.
Çıplak, kahverengi, sert toprak, alkali taneleri ile parla­
yan ama aksi hfilde ölü ve çorak. Bir tutam ot, çalı çırpı,
hatta bir taş bile yoktu. Sadece büyük aşınmış bir çamur
parçası.

295
"Havzanın ortasında, belki de bir ya da bir buçuk mil
ileride tahrip olm u ş , yapraksız bir ağaç yükseliyordu. Bir
an bile tereddüt etmeden vadiye inmeye başladım ve he­
defime ulaştım. Korku tamamen beni terk etmişti ve artık
vadinin kendisi bile ko rkun ç görünmüyordu. Başımdan
geçen he r olayda merakla hareket eden b i ri olmuştum ve
yapılacak tek bir şey var gibi göıii nüyordu. O ağaca ulaş­
malıydım. Sert topraklan n üzerinden geçerken kuşl an n
ve böceklerin sustuklarını fark ettim . Hiçbir an ya da ke­
lebek uç m uyord u , böcekler ortadan kaybolmuştu, donuk
toprak üze ri nde süzülen hiçbir böcek kalmamıştı. Hava­
nın kendisi bile çok d urgu ndu.
"İskelet ağaca yaklaşırken güneş ışığının panltısı­
nı köklerinin etrafındaki beyaz bi r höyük üzerinde fark
ettim ve merakla bakındım. Ağaca yaklaşana kadar fark
etmemiştim.
" Kökler ve cansız gövde ni n her yeri n de küçük kemik­
ler vardı. Kemirgenlerin ve kuşlann minik kafataslan,
binle rce kemik, ölü ağaca doğru yükseliyor ta lci ko rku nç
yığın azalıp tek tük kafatası ve iskelet de kaybolan a kadar
her yöne doğru birkaç metre boyunca uzanıyordu. Etrafta
birkaç t ane daha büyük kemik de görünüyordu. Bir ko­
yun uyluğu, atlann toynakları ve bir tarafta da yavaşça
sırıtan b i r insan kafatası.
"Olduğum yerde d on akaldı m , kemiklere baktım . AI­
dından yoğun sessizlik güçsüz ve üzgün bir çığlık tarafın ­
dan bozuldu. Yukan baktım ve ağaca doğru uçan büyük
bir ş ah i n gördü m . Bir an, beyaz kemiklerin üzerinde ha­
reketsiz bir şekilde durdu.
"Korku beni vurdu ve evime gitmek için koşmaya
başl adım , başım dö n üyo rdu , içimde garip bir
ııyuşukluk
va rdı . Devamlı ve durmadan koştum . En sonunda yu-

296
kan bakbm. Tepe n e redeyd i ? Çılgınca etrafıma baktım.
Dib i ndeki kemik yığınıyla birlikte ölü ağaçhfila dibimde
duruyordu. M etrele rce etrafında dönüp durmuştum ve
tepe hfila kilometrelerce ötedeydi.
" Sersemce olduğum ye rde durdum. Güneş b atıyordu ,
tepelerin çizgi s ine doğru kırmızı ve donuk bir ışık yükse­
l iyo rdu . Doğuda karanlık hızla büyüyo rdu. Hala zamanım
var mıydı ? Zaman! Hayır, zamana ihtiyac ı m yoktu, irade­
ye ihtiyacım vardı . Ayaklarım sanki bir kabustaymış gibi
oldukla n yere saplanmıştı. Ço rak toprald an n üze rinde
hareket edemiyordum. Ard ı n d an yavaş ça ü rperd i m . Aşa­
ğıya bakbm . Topraktan ince bir sis yükseliyordu, daha
da büyüyerek küçük havuzlar oluştu ra rak toplanıyordu,
akıntılan ince mavi duman gibi yavaşça dönüyordu. Batı
tepele rinde güneş yanya indi.
" Karanlık olduğun da çığlı ğı tekrar duyarsam ölecek­
tim. Bunu b il iyo rdu m ve kal an tüm irademle ayak bilek­
lerimin etrafında süzülen, kıvra nan ve adımlanmı ya­
vaşl atan sisin içinden kırmızı gü n e ş i n gö ründ ü ğü batıya
doğru ilerledim.
"Ağaçtan çıkış yoluna doğru ilerlerken içimdeki korku
büyüdü, en sonunda öleceğimi düşündüm. S ess izlik beni
aptal bir hayal et gibi takip etti, du rgu n hava nefesimi tut­
tu, soğuk eller gibi etrafı mı saran cehennem sisi ayakla­
rımdan yakaladı .
"Ama ben kazandım ! Kıl p ayı olsa da kazandım. El­
lerim ve dizlerimin üstünde emekleyerek kahverengi
yamaca ulaştığımda uzaklarda bir yerl e rde neredeys e
aklımı kaçırmama sebep olan çığlığı duydum . Sol uk ve
belirsizdi ancak korkunç olduğu su götürmezdi. Arkama
baktım. Sis yoğun ve donuktu, kahverengi yamaca doğru
uzanıyordu. Gökyüzü batan gün e şl e altın rengi nd e ışıldı-

297
yordu ama aşağıda ölümün küllü gri rengi vardı. Bir an
bu cehennem denizinin eşiğinde durdum ve daha sonra
yamaçtan aşağı fırladım. Arkamda güneş batıyordu ve
g ece başlıyordu. Eve doğru zayıf ve yorgun bir şekilde
ilerlerken Ölüm Vadisi'ne karanlık çökmüştü."

Çeviren: Doğan Hezer

298
YAZARLAR
Rudyard Klpllııg (1865-1936): İngiliz şair, roman ve lıilciye yuan.
İngiliz dilini ustalıkla kullanması, Hindistan'daki hayatı yazılarında
konu alması, romantizmle realizmi birleştirmeyi başarması ona 1907
yılındaki Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandırdı. İki kez şövalyelik ödü­
lüne layık görüldüğü halde kabul etmedi.
Şiir ve romanlarının yanında zamanın en usta hikiyecisi olarak
tanınan Kipling, kısa biliye san atın ı çok iyi biliyordu. H ayatını yazı
yazmakla geçiren İngiliz hikayecisi 1936 yılında Londra'da öldü.

M. Rhodes James ( 1862-ı936): İngiliz yazar, hayalet öykülerinin


tartışmasız en büyük yazandır. James, akademik kariyerinde birçok
başarıya imza atmıştır, aynca Orta Çağ üzerine çok iyi çalışmaları var­
dır. Bu çalışmalan bala çok saygın olsa da, türünün en iyileri arasında
sayılan hayalet hikiyeleriyle hatırlanıyor.

H. P. Lovecraft, James'in çalışmasının hayranıydı ve öyküleri


Edebiyatta Doğaüstü Korku adlı makalesinde hayalet öykü fonnunun
zirvesi olarak ortaya koydu. James'in dehşet ve fantazi tarzındaki bir
diğer ünlü hayranı, kendisine bir makale yazan Clark Ashton Smith'ti.

E. F. Benson (1867-1940): İngiliz romancı , arkeolog ve kısa öykü ya­


zan. Canterbury'nin başpiskoposu E.W. Benson'm oğlu ( 1883-96),
genç Benson, Marlborougb Okulu'nda ve King's College, Cambridge'te
eğitim gördü. Mezun olduktan sonra 1892'den 18 95'e kadar Atina'da
İngiliz Arkeoloji Okulu için, daha sonra Mısır'da Helenik Araştınna­
lan Geliştirme Derneği için çalıştı. Özellikle döneminde adım yazdığı
biyografilerlede tanınmıştır. Aralan nda Kraliçe Victoria, William Gla­
dstone gibi isimlerin biyografilerini yayımladı. Benson , 1940 yılında
Londra'daki Üniversite Kolej Hastanesinde boğaz kanseri nedeniyle
öldü. Doğu Sussex'teki Rye mezarlığa gömüldü.

Fitz James O'Brien (1826-1862): İ rlanda doğumlu Amerikalı ga­


zeteci, oyun yazan. O'Brien bi r avukatın oğluydu. Londn'da gazeteci
olarak çalışmaya başladı. 1852'de New York City'ye geçti. Çalışmalan ,

günün önde gelen dergilerinde yayınlanmıştır. Amerikan İç Savaşı'nın

299
başlamasından sonra, Birlik güçleriyle gönüllü oldu ve savaşın ilk yı­
lında aldığı yaralardan öldü.

John Buchan (ı875-1940 ) : İskoçyalı bir romancı , tarihçi ve siyaset ­


çi. Birdin adamının oğludur. Buchan, Glasgow ve Oxford üniversite­
lerinde eğitim gördü. Buchan, savaştan sonra İngiliz haber aj ansı nda
üst derecelerde yetkiler aldı. ı927-35 arasında, parlamentoda İskoçya
üniversitelerini temsil etti . Buchan'a ı 935'te soyluluk unvanı verild i

ve Kanada genel valiliğine atandı. ı94o'ta ölene kadar görevi nde kaldı.

H. G. Wells (1866-1946) : Bromley'de doğdu. ı884 'te kazandığı bir


bursla Güney Ke nsingto n 'daki Bilim Okul u' nd a okudu. Okulundan
mezun olduktan sonra öğretmen oldu. 1893 yılında sağlık sorunları
nedeniyle öğretmenliği bıraktı. Kısa öyküler yazmaya başlayan Wells ,
gazete ciliğe başladı. Bilim kurgu romanla nyl a tanınan Wells, nere­
deyse ed ebiyatı n her alanında birçok eser vermiştir. 1946'da Lond­
ra'da öldü.

Fiona Macleod (ı855- 1905): İskoçyalı şiir ve biyografi yazan . Asıl


adı Will iam Sha rp 'tır. 18 93'ten itibaren sır olarak sakl anan bir takma
adı olan Fiona Macleod adını kullandı. Ayrıca O ss ian , Walter Scott,
Matthew Arnold, Algernon Charl es Swinburne ve Eugene Lee- Ha­
milton gibi dönemi n ünlü şai rlerinin şiirlerinin editörl üğünü yaptı.
191o'da Elizabeth Sharp, al datmacanı n arkasındaki yaratıcı ge rekliliği
açıklamaya çalışan biyografik bir anı yayınladı ve eserlerinin tam b ir
basımını düzenledi.

Nothaniel Hawthome (ı804- ı864): Amerikalı roman ve kısa


hik8.ye yazan. Hawthorne Bowdoin College'e gitti ve 1825'te mezun
oldu. Geleceğin başkanı Franklin Pierce ve geleceğin şairi Henry Wa­
dsworth Lo ngfellow onun bu okuldaki s ı nıf arkadaşlan arasıqdaydı.
Hawtho m e ilk çalışması olan Fanshawe adlı romanı 1828 'de ismini
kullanmadan yayı m ladı . Birkaç kısa hik8.yesini çeşitl i dergilerde ya·
yımladı ve daha sonra bunlan 1837'de Twice-Told Tales adıyla derledi.
Hawthorne ı9 Mayıs 1864'te öldü.

300
Ambrose Blerce (1842- 1914?) : Amerikalı yuar ve gazeteci. 19. yüz­
yılın en önemli bsa hikaye yuarlanndan olan Bierce, kısa hikayeler
dışında birçok türde eser kaleme almıştır. Fabl türünde yazdığı eserle­
ri ünlüdür. Ekim ı913'te İç Savaş'taki muharebe alanlanna yapılacak
bir tura kablmak için Washington'dan ayrıldı. Bir arkadaşına yolladığı
26 Aralık 1913 tarihli mektuptan sonra kayboldu. Nasıl, neden ve ne
zaman kaybolduğuna dair bir bilgi olmadığı gibi ne zaman öldüğüne
dair de bir bilgi yoktur. Araşbrnıacılar Aralık 1913'te veya ı914 yılının
başlannda ölmüş olduğunu ileri sürmüşlerdir. ı916 yılında öldüğüne
dair iddialar da mevcuttur.

Hannı Helnz Ewers ( 1871- 1943) : Alman şair ve yazar. Çok çeşitli
konularda yazdı özellikle korku çalışmalanyla biliniyor. Ewers, Kim
,

Newman'ın romanı Kanlı Kızıl Baron'da, Edgar Allan Poe ile seyalıat
eden yırtıcı vampir olarak görünür. 1943'te Berlin'de öldü.

Frands Marlon Crawford (1854 - 1909) : Amerikalı yazar. Roman­


lannı İtalya' da yazdı. Korku antolojilerine geçen bir çok korku öyküsü
yazdı Crawford
. 1909 yılında Sorrento'da kalp krizinden Villa Craw­
ford'da öldü.

Ralph Adamı Cram ( 1863-1942) : Amerikalı yazar ve mimar. Cram,


Amerikan Mimarlar Enstitüsü'nün bir üyesiydi. H. P. Lovecraft korku
edebiyatı üzerine olan Edebiyatta �aüstü Korku adlı çalışmasın­
dan Cram'dan bahseder. "The Dead Valley'de ünlü mimar ve Orta
Çağ ilimleri uzmanı Ralph Adams Cram, atmosfer ve tasvirlerdeki in­
celikleri sayesinde, belirsiz yöresel korkunun unutulmaz etki düzeyle­
rine ulaşmaktadır." ı942'de Boston, Massachusetts 'te öldü.

Edward Lucas Whlte (1866- 1934): Amerikalı yazar ve şair. Birçok


tarihi roman
yayınladı, ama fantastik korku hikayeleri ile biliniyor.
The Song of the Sirerıs (1919)
ve Lulcundoo and Other Stories ( Lu­
kundoo ve Başb Korkular, 1927) adlı iki öykü derlemesiyle hatırlanı­
yor. Mart 1934'te, kansı Agnes Gerry'nin ölümünden yedi gün sonra,
Baltimore'daki evinin banyosunda intihar etti.

301

You might also like