Söylenilenden Okunana ŞİİR

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 3

SÖYLENİLENDEN OKUNANA: ŞİİR

Şiirin yazıya içkin olup olmadığını anlamak için önce, şiirin kadim tarifinden
başlamamız gerekir. Bugünki şiir her ne kadar dünkinden farklı da olsa; dünden kalan
tortular -henüz- kaybolmamıştır. Bu tortuların giderek gözden kaybolması şiiri
“söylenilen”den “okunana” yaklaştırmıştır. Şiirin düzyazıya yaklaşması şiirdeki kâğıt
tahakkümünü arttırmış, bunun sonucu olarak şiir birtakım eski özelliklerini
kaybetmiştir Fakat şiir sesin imkânı olmadan mümkün mü? Yahut şiiri “yazılı” ve
“sözlü” olarak iki kısma ayırmamız ne kadar doğru?
Öncelikle şunu söyleyelim, şiir, yazı ve kağıt imkanı yaygınlaşınca zamanla eski
müzikalitesini kaybetti. Kafiyeler gevşekleşti, ölçüler serbestleşti. Çünkü şiiri
ezberlemeye mahal kalmamıştı artık. Şiir, kağıdın yaygınlığıyla, kolayca kaydedilir
olmuştu. Bu sebeple de kolay ezberlenebilmesi için oluşturulan kafiye ve ölçü
tedricen silikleşti. Böylece şiirdeki ses unsuru gitgide azaldı. Eski önemini kaybetti.
Fakat şiir hiçbir zaman kâğıdın bir parçası olmadı. Kağıtla ilgili sanatlarsa -hazf gibi
noktasız harfle yazmak gibi mesela- hiçbir zaman şiirin tanımına içkin olmadı. Bunun
aksine şiirde ses her zaman tanıma içkindi. Hatta şiirde anlamın bile önünde yer aldı.
Keşşâfu Istılâhât’il-Fünûn’un şiir maddesinde şiir “ Vezin ve kafiyenin ilk larak
kastedildiği vezinli ve kafiyeli söz” olarak tanımlanır. Bu tarif biraz daha açılarak
şiirin haddi şöyle belirlenir: “Kim anlamı kastederek bir söz söyler de sözü kafiyeli ve
vezinli olursa şâir olmaz”. Kitapta bu durum şöyle örneklenir “ Söylediklerimizi şu
durum teyit eder ki; eğer çarşılarda insanların söylediklerini takip edersen, şiir
vezinlerinden biri ile vezinlenmiş sözler bulabilirsin fakat bu sözle konuşan kişiye
şâir ve bu söze şiir denmez, çünkü öncelikli kastı lafız değildir.”.Yani şâir kâfiyeli ve
ölçülü söz söylemeyi amaçlayan kişidir. Kitaptan iktibasla: “eğer bir hakîm (bilge) bir
anlamı kastederek kafiyeli bir söz söylerse şâir olmaz, ama kafiyeli ve vezinli söz
söylemeyi amaçlayan bir şâir hikmetli bir söz söylerse hakîm (bilge) olur”. İşte bu
şiir-şâir ayrımının neye göre yapıldığının göstergesidir. Şâir anlamın kalıbı olan
kelimeleri, sesi süslemeyi amaçlar. Toplarsak şiirin ana noktası kafiye ve vezin, yani
müzikalite; şâirin yegâne işi de vezinli kafiyeli söz söylemektir. Beyânî, tezkiresinde
eskiden şiirin sadece kafiyeli ve vezinli; fasih ve beliğ söz olduğunu, “Mühelhele”
isminde birinin şiire ilk yalanı soktuğunu belirtir. Bu bilgi doğru olmasa bile bize
şiirin o dönemde nasıl algılandığını gösterir. Şiirin sadece vezinli ve kafiyeli söz
olduğunu, sanatların -şiirde yalandan kasıt budur- şiirin tanımına içkin olmadığını
gösterir. Âşık Çelebi de tezkiresinin mukaddimesinde şiiri şöyle açıklar: “ıstılâhda
inde’l-ba’z bir kelâmdur ki vezn ü kâfiyeyi câmi’ ola ve îrâdı an-kasdin vâki ola” yani
şiir Âşık Çelebi’nin tarifine göre de kasten vezinli ve kafiyeli olarak oluşturulmuş
sözdür.
Bu noktada cevâz-ı edebîyi anmasak olmaz. Cevâz-ı edebînin tarifi şöyledir:
“Başkası
için câiz olmayan şey, şâir için câizdir” peki bu ne demek? Şâir dilde, şâir
olmayanlara göre, en azından kendi şiirinde, tasarruf sahibidir. Kelimeleri vezne
uydurmak için sesleri uzatır, büzer; yeri gelir hece attığı bile olur, “ebû”yu “bû”
yapar. Hecelerin yerini değiştirir, efsâneyi fesâne, Eflâtunu Felâtun, İstanbul’u
Sitanbul yapar. Eğer kocaman bir sözlükle şâirin karşına çıksanız, “bak bu böyle
okunmaz” derseniz, cevap bellidir; “zarûret’üş-şi’r” yâhut “cevâz-ı edebî”. Bütün bu
tantana şiir “inşâd” edilirken âhengi sağlamak içindir. Vezin ve kâfiye eşittir âhenk.
Eski şiirde kaç kelime “haddini tecâvüz ettiği” için “sezâ-yı kat’” olmuştur kim bilir?
Halk şiirinde de böyledir -veznin en baskıcısı aruz olduğu için hep ordan örnek
vermiştim- için çin diye kısaltılır. Karacaoğlan Karacoğlan olur vs..
Şâirin üstüne karabasan gibi çöker vezin, sevgiliye “seni seviyorum” demek için bile
şartlar vardır. Binbir farklı yol arar şâir seni seviyorum demek için. Ha bir tek o değil,
şâir öyle istediği gibi de konuşamaz; sevgilinin tabiatine benzer nazik sözler
söylemelidir. E belâgat dediğimiz şey de zaten “yerin ve ânın gerekliliğine uygun söz
söylemek” değil midir? Dikkat edin, hep söylemek kelimesini kullandım, çünkü şiir
söylenmedikten sonra ne veznin ne kafiyenin ne de “itilafın” bir anlamı kalır.
Şiir okunma değil söylenme temellidir. Önceki paragraflarda bunu kanıtlamaya
çalıştık. Örnekleri çoğaltmaya gerek yok tabii ama, Eski Anadolu Türkçesi şiirlerinde
mesela “eylemez” kelimesinin orta hecesi imale edildiğinde “eylâmez” şeklinde
kelimenin orta hecesi uzun olarak “yazılması”, şiirdeki âhenk kaygısını gösteren
vesikalardandır. Şiir sanatının kâğıda has olmadığını, sadece “kaydetmek” amacıyla
yazıldığını gösterir. Çünkü şiir oranın uzatılması gerektiğine işaret edilerek
kaydedilmiştir. Nasıl söyleneceğini referans alır. Nitekim “lâ edrî” nam birçok şiir
mevcuttur. Birçok türkü, ağıt anonimdir.
Yukarda iddialı bir söz söylemiş bulundum; şiir söylenmezse kafiyenin bir anlamı
kalmaz. Peki bunun sebebi nedir? “E hani kafiye göz için diyenler vardı” diyenlere
cevap vermek için 19. yy sonlarına dönmemiz, Recaizade ve Naci’nin “abes-
muktebes” tartışmasına bir göz atmamızda fayda var.
Abes-muktebes meselesinin çıkış noktası sin ve peltek se harflerinin
kafiyelenmesidir. Bu durum eskiden kafiye kusurlarından sayılır ve “ikfâ” diye
isimlendirilirdi. Şiir kulak içindir diyen Recaizade eskiden kusur sayılan bu kafiyeye
cevaz verir; Muallim Naci ise karşı çıkar. İkfânın kusurluluğu mahreç noktalarındaki
farklılıklardandır. Hep-müretteb, hîç-tehyîc gibi kafiyelerin kusur olarak sayılması da
bundandır. Yani sanılanın aksine kafiye göz içindir minvalinde bir durum söz konusu
bile değildir. Recâîzâde sadece kafiyeyi daha geniş bir çerçevede ele almış, Naci ise
kafiyede tekellüf edip, daha dar bir çerçeve sokmuştur. Bu tartışmanın çıkış noktası
olsa olsa “kelimeler yazıldığı gibi mi okunmalı” olmalıdır. Zira burda tartışılagelen
şey “müretteb” b ile yazılsa da p ile okunur o yüzden kafiyelidir, veya hayır b diye
yazılır ve okunur o yüzden kafiyeli değildir argümanlarıdır. Çünkü, ikfânın tanımı
seslere munhasırdır, harflere değil.
Kafiyenin ses için olduğuna diğer bir tanık ise halk şiirleridir. Şiirde kafiyeyi
sağlamak için şâirler ses benzerliği ile yetinirler: -bizim yazının başından beri
bahsettiğimiz kafiye kelimesi eski retorikteki anlamıyla kullanılmamıştır- “görmedim-
bilmedim”, “bilmez-dinmez” gibi kelimeler kafiyelenebilir. Bu, halkın kelime
dağarcığına istinaden, şiir yazmayı mümkün kılmak için -tıpkı manilerin başına
vurgunun olduğu mısranın uyaklı söylenilmesi için konulan, anlamdan yüksek derece
bağımsız mısralar gibi- uygulanıyor olabilir. Yani halk şâirleri kafiyenin tekellüfle
uygulandığı divan edebiyatının aksine halk arasında meşhur olmayan Arapça ve
Farsça kelimeleri kafiye olarak kullanamaz; bu kaynak kıtlığına yol açar, bu zaruret
de kafiyedeki gevşekliğe imkan verir. Yahut tam ters olarak, yazıya geçen şiirde
şâirler doğru bir kafiyelemeyi -yazının imkanıyla- tam bir benzerliği şart koşarlar. Her
iki senaryoda da, şiirde kafiyenin sesi gözettiği sonucunu görürüz. Bütün bunların
dışında şunu da göz önüne almamız gerekir, halk şâirleri, kafiye ile yakalanmak
istenen müzikaliteye zaten sazla birlikte ulaşmıştır. Bu yüzden fazladan bir uğraşın bir
gerekliliği yoktur.
Yukarda kısaca bahsettiğimiz itilaf, itilaf nevinin altında bulunan, lafzın mana ile
itilafıdır. Buna edânın müeddâya itilafı, uyumluluğu da denir. Bu şu demektir, şâir ele
aldığı konuya göre kullanacağı kelimeleri seçmeli; ona göre söz söylemelidir. Yani
mesela savaş alanındaysa şâir, kelimeler kılıç kalkan sesleri gibi kulağa vurmalı; eğer
sevgiliye hitap ediyorsa kelimeler ninni gibi kulağı okşamalıdır. “Vur pence-i Alîdeki
şemşîr aşkına / Gülbankı âsmânı tutan pîr aşkına” ile “ Bayram günü gelip de ser-i
kabr-i pâkine / Eşk-i teri çemenlerine şebnem eyledim” arasındaki farkı şiir
söylenmeden anlayamayız. Bir şâir yeniçeriyle birlikte İstanbul surlarını zorlarken,
diğeri bir bayram günü kardeşinin mezarını ziyaret eder. Biri coşkuyla haykırır, diğeri
içli içli konuşur. Biri cezâletli, kulağa vuran seslerle; bilinçli yapılan medlerle askere
can verir, diğeriyse rakik, kulağı okşayan tatlı seslerle mezarı başında kardeşiyle
dertleşir.
Şiirde anlatılan konularla seçilen veznin arasında da bağlantı mevcuttur. Mesela
rubâîlerde ele alınan konuların muayyen bir hududu olmadığından, her mısrada farklı
bir rübâî vezni uygulanabilir. Yani rubâîde her konu ele alınabildiğinden şâire istediği
sözü söyleyebilmesi için nisbî bir imkan tanınır. Kafiye de -şâir kısa ve öz biçimde
istediğini söyleyebilmesi için- asgari düzeydedir. İki mısra kafiyelenir ve onun
dışında şâir serbesttir. Bunun dışında coşkulu şiirlerde daha hareketli -yeknesak
olmayan- vezinlerin kullanıldığı da görülür. Kafiyedeki kelime-ses seçimleri de şiirin
konusuna göre değişiklik gösterir. Konusuna göre -hem halk hem divan edebiyatında-
farklı ölçüler ve nazım biçimlerinde şiirler vardır. Bu durum bize şiirde anlam kadar
sesin de paralellik gösterdiğinin işaretidir.
Toplarsak, şiir ister kağıtta ister hafızada dursun, sesle ilgilidir. Şiir, daha özel alırsak
nazım -kelime anlamıyla da dizmek demektir ya- akılda tutmayı kolaylaştırmak
içindir. Bazı tıp, edebiyat dilbilgisi kitapları da kuralların ezberini kolaylaştırmak için
bu şekilde yazılır. Eğer şiiri düzyazıdan ayırıyorsak, sebebi manzum olmasıdır.
Mensur şiirler mevcut olsa da, şiirliği kayıtla belirtilmiştir: “mensur” fakat şiir için
manzum şiir demeyiz, çünkü şiir zaten manzum olarak anlaşılır. Şiir her ne kadar eski
manzumluğunu kaybetse de -artık belirli bir kafiye şemasında yazılmıyor-
manzumdur. Bu da şiirin sesle ilgili oluşunun tortularındandır. Şimdiki şiir, yazının
imkanıyla daha serbest bir şiirdir. Fakat hâlâ daha sesle ilgilidir. Biraz daha geri
gittiğimiz zaman bu tortuların daha görünür olduğunu görürüz. Şiirin sesli olarak
söylenmediğinde özellikle kendi tanımına içkin özelliklerini kaybettiğini görürüz. Şiir
mahiyet değiştirmemiştir. Hâlâ daha manzumluğunu koruması bunun en büyük
göstergesidir. Eğer mahiyet değiştirmiyor ise de, hâlâ sestir, sese içkindir.

You might also like