Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 158

HOŞÇAKAL PRİNKİPO - AHMET TANRIVERDİ

Birinci Basım, Ağustos 2004

Genel Yayın Yönetmeni


Kenan Kocatürk

Yayın Danışmanı
Oğuz Ergun

Uygulama
Emel Atik

Baskı ve Cilt
Mart Matbaası

ISBN 975-04-0281-2

Copyright 2004, Literatür Yayıncılık


Bu kitabın yayın hakları Literatür Yayıncılık
Dağıtım Pazarlama Sanayi Ticaret Ltd. Şti'ye aittir.
Kitabın tamamı ya da bir bölümü hiçbir biçimde
çoğaltılamaz, dağıtılamaz, yeniden elde edilmek üzere
saklanamaz.

Literatür Yayıncılık
istiklal Caddesi, Meşelik Sokak,
Dünya Han, Na: 18-20 Kat: 5
Beyoğlu TR-34433 lstanbul /Türkiye
T 0.212.292.41.20
F 0.212.245.59.87
E literatur@literatur.com.tr
www.literatur.com.tr

2
LİTERATÜR ARKAPENCERE

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
BİR RÜYAYOi UNUT GİTSİN

FISTIK AHMET
TANRIVERDİ

ııa�
Önce;
Türkiye'nin değişik illerinde,
İtalya'da, Fransa'da, Hollanda'da,
özellikle Yunanistan'da
Ve
Büyükada'da, Heybeliada'da,
Burg-azada'da, Kınalıada'da yaşamlarını sürdüren
Ada dostu okurlarımla, basınımıza
gösterdikleri ilgiden dolayı teşekkür ediyorum.
Sonra;
Kitabımı Ada dostu okurlarımla, sonsuzluğa
göçen tüm Adalılara adıyorum.

Ahmet Tanrıverdi
15 Mayıs 2004
Büyükada

4
ALETİ BULAMADI K
7- 9

ÜYUNLARIMIZ VE ÜYUNCAKLARIMIZ
10-16

LİSEDE SATIŞ KOOPERATİFİ


17-19

PALAMUT
20-28

BİR SAAT DERS Ü CRETİ ÜN LİRA


BİR AYLI K Ev KİRASI ÜTUZ LİRA
2 9 -34

İ GN EYİ KEN DİME BATIRMALIYIM


35-47

GECE KALACAK MI SI NI Z?
48-52

HAÇİK
53-55

KASAP DAÇİ
56-58

KRİYE KOSTA BEN "0" Ç OCUGU MUYUM?


5 9 -62

KABRİSTANDA BAYRAMLAŞMA
63-67

BİR ZAMANLAR BUNLARLA


Ev GEÇİN DİRİLİYORDU
68-73

Bu Ç ocuKTA Ç oK İ NSANI N EMEGİ VAR


74-76

5
6 MANTAR RAHMİ
7 7- 7 9

GİTAR HOCASI

8 0-8 2

SAKSAFON

8 3-8 5

SANA BİY ŞEY Y APTIIIG?

8 6-88

BURUN NİKo, AGNADIN Mı STEFO VE • • •

8 9- 9 1

SİNEMALARIM

9 2- 98
MASONİK SİMGELİ KÖŞKLER VE • • •

9 9- 1 0 4
BÜYÜKADALI TBOÇKİ

1 0 5-1 0 9
VAPUBLARI MI Z SEYREDERDİ DERYA ÜZRE

1 1 0-11 6

HOŞÇAKAL PRİNKİPO

1 1 7- 1 1 9

ALBÜM

1 2 1- 1 5 3

HOŞÇAKA L P R I NKİPO
7

A L ET İ

BULAMADIK

Yaz aylarının sıcağında pazar gün leri, karşı kıy ıların


varoşlarından akın edenler Kenan Evren Parkı'nı isti­
la ederler. Belediye burayı düzenlerken soyunma yer­
leri ve tuvalet yapmadığından, göz önünde soyunup
giyinen erkeklerle, bahçe duvarlarına bitişi k zak­
kumların arasında def-i hacet yapan diğerlerini gör­
mek sıradan görüntüler oldu. Çimenlerin üzerine se­
rilen gazeteler üzerine kurulan yer sofralarında aç­
lıklarını gidermelerine, pilli müzik çalarlarından
yükselen canhıraş arabesklere, etrafı rahatsız ederek
top oynamalarına, bitip tükenmeyen denize atlama­
larına, mayolu kızlara taciz edici laf atmalarına ve
röntgenlemelerine, oluşan çöplerini kutuya atmayıp
etrafa serpmelerine, çiçekleri koparmalarına müda­
hale etmek ne mümkün! Hemen terbiyesizleşerek
verdikleri cevapların tamamında gizli bir düşmanlık
var :

- Cennette yaşıyorsunuz, işiniz ne temizleyin!

LİT E RA T Ü R A RKAP E NCE R E


8 Bir de, saat 14 : 00 sularında Bayramoğl u ve Karamür­
sel Ereğlisinden'den gelen iki motorun kaptanlarının
hoparlörlerden yayılan ses kirliliği cabası.

Güruh, akşam üstü çekip gidince etrafa saçtıkları pis­


lik saatlerce kalır. Ben i şyerimin önünü ve biraz da et­
rafını temizleyerek, müşterilerimin göz zevkinin bo­
zulmamasını sağlarım. Temizlik i şçileri kimi zaman
gece, kimi zaman da ertesi sabah çöpleri toplar. Sağ ol­
sun, kumsalın sokak temizliğine bakan Hasan Efen­
diyle de ertesi gün zakkumların arasındaki necaseti eri
toplarız.

'97 yazında bu rutin pazar azaplarından birini yaşar­


ken, sahilde güneşlenen bir hanım sinirli bir şekilde
yanıma gelip,

- Beyefendi galiba burada çalışıyorsunuz, bir dakika


benimle gelir misiniz bir şey göstereceğim, dedi, beni
aldı ve sahilde kayaların üzerine oturmuş bir genç
adamı uzaktan gösterdi.

- Lütfen şu vaziyete bakın ... ayıptır... bir polis yok mu ?


şu hale bakın .....

25 yaşlarında bir varoş erkeği pantolonunun önünü


açmı ş, erkeklik organını ereksiyon haline getirmiş
güneşlenen üç-dört kişilik bir hanımlar gurubuna
göstermeye çalışıyordu. Hemen telefona koştum, ka­
rakolu arayarak çıkan memura adımı soyadımı verip,

- Kenan Evren Parkı'nda, Prinkipo'nun sahil tarafın­


da, kayaların üzerinde, enlemesine siyah-beyaz tişort,
siyah kot pantolon, siyah güneş gözlüğü bulunan bir
adam aletini gösteriyor. Lütfen müdahale edin, dedim

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
ve kameramla uzaktan durumu tespite başladım. Sa- 9
nırım dikkat çektiğini farketmiş olmalı ki terbiyesiz
adam toparlandı ve on dakika kadar sonra iki polis
memuru olay yerine geldiler. Adamın üzerini aradılar
ve devriye gezilerine devam ettiler. Koştum memurla-
ra, telefon edenin ben olduğumu, şikayet ettiğim ada-
mın da o üzerini aradıkları kişi olduğunu söyleyince,

- Beyefendi vatandaşın üzerini aradık alet falan bula­


madık, demezler m i ? Patladım,

- Benim bahsettiğim alet "silah" değil memur bey,ha­


nımlara gösterdiği önündeki "erkeklik organı"!

Büyük anlayış gösteren memurlar sağolsunlar, adamı


derdest edip götürdüler. Ada'ya ve Adalılara hiç bir
faydasının olduğuna inanmadığım dolgu alanındaki
trajikomik olaylardan sadece bir çarpıcı sahne. D iğer­
leri hep göz önünde olduğundan hep beraber yaşıyo­
ruz zaten.

LİTE RATÜR ARKAPE N C E R E


10

OYUNL A RIMIZ

VE

O Y U N C A K LARIMIZ

Ben altı yaşımdayken ablam sekizindeydi. İ lkokula


başlamıştı. Evde yalnız kalınca sı kıldım mı ne ağla­
maya başlamışım. İ lle de okula gitmek istiyorum.
Başöğretmenle konuşan babam, bir akşam eve geldi­
ğinde :

- Yarın okula başlıyacaksın ... deyip, sarı defter, kurşun


kalem, silgi, meşin çanta, beyaz yaka ve siyah saten ön­
lüklük kumaşı bırakıverdi masanın üstüne. Annem
önlüğüm için ölçü alıp prova yaparken, gece yarısına
kadar heyecandan uyuyamamıştım. Sabah, annemin
diktiği siyah saten önlüğümü giyerken mutluluğumu
benden başka kim anlıyabilirdi ki ? O zamanlar abla
dediğim benden iki yaş büyük Ü lker'le el ele tutuşup
okula giderken arkamdan annemin kayıt için geldiği­
nin farkında bile değildim. Sınıfa girdiğimde mahal­
leden tanıdığım çocuklar beni garipseyerek süzerken
imdadıma Safiye öğretmen yetişti :

- Ö n sırada Nuri'nin yanına otur bakiyim ... Sevgili öğ­


retmenim bir sonraki derste numaramın 141 olduğu-

HOŞÇAKA L P RİNKIPO
nu söyledi ve ben Büyükada İ lkokulu'na 1950 yılının 11
eylül ayında böylece başladım.

Öğlenleri önceleri annemin getirdiği yemekler, son­


raları kalaylı bakır sefer tasıyla minik elimde benim­
le birlikte okula geldi. Kimi zama ısıtarak kimi za­
man da soğuk yediğim yemekleri Ülker'le pay taşıyor­
dum.

İ lkokulda okuduğum müddetçe, sarı sayfalı defterleri


ve üstü kah boyasız, kah siyah boyalı odun kurşun ka­
lemleri hep kullandım. Çizgili veya çizgisiz beyaz def­
teri ilk okulda hiç görmedim. Resim defterim dahi sa­
man kağıdındandı, sarıya yakın krem rengi.

Memur çocuklarında gördüğüm kırmızı-mavi, ortası


delik metalli silgilerin sahibi hiç olamadım liseye ka­
dar. Onların daktilo silgisi olduklarını lisede öğrene­
bidim. Bu silgileri çocukların babaları daireden getiri­
yorlardı. Onu da, Üzerlerindeki DMO (Devlet Malze­
me Ofisi) rumuzunu öğrenince anladım.

İ lkokulda müze dediğimiz odaya bazen hayat bilgisi


derslerinde öğretmenimizle girerdik. Laboratuar mal­
zemeleri saklandığından, hiç bir zaman deney için
kullanamadığımız mikroskop gibi aletleri bu odada
seyrettirirler ama elletmezlerdi. Bir büyükçe kavano­
zun içindeki yılanı hatırlıyorum.

Birinci sınıftaki alfabenin kapağında ulu önder Mus­


tafa Kemal Atatürk'ün Ü lkü'y le birlikte bir resmi var­
dı. Bu resmin sahibi, afiş grafikeri Kınalıadalı İ hap
Hulusi Görey'di. Okuma kitabının kapağında da gene
Atatürk'ün başının bir maskı vardı.

L i T E RATÜR ARKAP E NC E R E
12 Üçüncü sınıfa geçince Safiye öğretmen emekli olmuş,
yerine esmer tenli, müşfik mi müşfik Şerife öğretmen
gelmişti. Teneffüslerde altı kabaralı ayakkabılarımız­
la çini döşeli koridorlarda kaymak başlıca eğlence­
mizdi. Öğle yemeklerinde öğretmenlerimiz gözcülük
yapar, yemeklerimizin ısıtılmasına yardımcı olur, ar­
tık bırakmadan sefertasındakileri bitirmemizi ister­
lerdi. Okulun yemekhanesinde, pazar günü hariç haf­
tanın altı günü fakir çocuklar için iki kap yemek pişi­
riliyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu'nun katkılany la,
hademe Osman Efendinin kansı Emine Hanım ye­
mekleri pişirir, bir düzen içinde dağıtırdı.

Yemekten sonra ver elini oyun... Öğle yemeğinden


sonra futbol oynamamız nedense yasak olduğundan,
köşekapmaca, saklambaç, birdirbir, güvercin takla,
uzuneşek sınıfların derecesine göre oy nadığımız
oyunlardı. Kız çocuklar, ayrıcalıklı olarak, dönme­
şıpşıpı tenis topuyla oynarlardı. Biz de toplarını kaçı­
rıp arada bir-iki dakika futbol oynamaya çalışırdık.
Kızların çığlığı ve ciyak-ciyak bağırışları muzipliği­
mizi kısa keserdi. Bu oyunlar sırasında da öğretmenle­
rimiz gözcülük yaparlardı (Ne disiplin ama!).

Derslerde öğretmenimizi can kulağıyla dinler, ne öğ­


reniyorsak okulda öğrenirdik. Ev ödevlerini yapma­
mız da böylece kolaylaşırdı. Ev ödevinin azlığı bizi
Karanfil'de top oynamaya yönlendirirdi. Ne var ki,
her seferinde bakkal Fahri ve manav Galip'in ellerin­
de ağacından yeni koparılmış akasya dallany la Karan­
fil'de ki top sahasında görünmeleri, Nuri, Kadir ve be­
nim tabana kuvvet bayırları a.şarak evlerimize varma­
mızı sağlar ve ödevlerimizin başına oturturdu. Ba­
bamdan futbol yüzünden yediğim dayağın haddi he­
sabı yoktur. Seneler sonra babama nedenini sordu-

H O Ş Ç A K A L PRIN K İ P O
ğumda sakatlanmamdan korktuğu için bu yasağı sür- 13
dürdüğünü öğrenmek beni güldürmüştü. Üniversite-
ye giderken babamdan habersiz Galatasaray Spor Ku­
lübü'nün genç futbol takımında oynadığımı, genç ta-
kım yaşım dolunca Antalyaspor ve Sakaryaspor Ku­
lüplerinden gelen transfer tekliflerini çeşitli bahane-
lerle reddett iğimi, Galatasaray antrenörü Gündüz Kı-
lıç'ın beni A takımı kadrosuna almak istediğini baba-
ma nasıl anlatabilirdim?

Birinci sınıfta Nuri ve Kadir Ö zen kardeşlerle başla­


yan sıra arkadaşlığım ilkokulu bitirene kadar sürdü.
Sonra onlar çalışmaya ben ise okumaya devam ettik.
Nuri, Allah rahmet eylesin genç say ılacak yaşta vefat
etti. Kadir hala çarşıda esnaflığını sürdürüyor. Altmış
yaşına da gelsek ilkokuldaki anılarımızı Kadir'le dö­
nem dönem yadederiz. İ lkokuldan sınıf arkadaşlarım,
rahmetli kumcu Sadri, kuyucu Yaşar, rahmetli Cevat
aynı zamanda futbol arkadaşlarımdı. Biriktirdiğimiz
harçlıklarla aldığımız Viktorya kumaş boyasını, don
ve fani lalarımızı çamaşıra gündeliğe giden kadınlara
verip ilkel de olsa forma yaptırır, babamızın gelemi­
yeceğini düşündüğümüz Tepeköy'de, Maden'de, luna­
parkta mahalleler arası maçlar yapardık. Bu gizli fut­
bol oyunlarımız zaman zaman tanıdıklar tarafından
babalarımıza ispiyon edilir, yakayı gene ele verirdik.

Uzuneşek, güvercintakla, birdirbir, kukalı saklambaç


gibi oyunları oynamamıza izin verilirdi; bu oyunları
kış akşamları sokakta oynamamıza ses çıkartmazlardı.
Kimi arkadaşlarımız bu oyunlarada dozu kaçırıp kuv­
vet denemesine girdiklerinden, ben seyretmekle yeti­
nirdim. Zira sakatlanmalar en çok bu oyunlarda olur­
du. Birdirbirde kimi zaman kambur duran, b irden
yükselir çarpışma o lur, uzuneşekte alttakilerin üzeri-

L i T E R A TÜ R A R K A P E N C E R E
14 ne olanca kuvvetle atlanırdı. Ayakkabıların surata
geldiği anlar da olur, her oyundan sonra beli, sırtı ağ­
rıyanlarla, bumu kanıyan bir kaç kişi çıkardı.

Bir de tahtadan yaptığımız golf sopalarına benzer bir


aletle, tenis topunu kullanarak, hokey oynardık ki bu­
na biz polo derdik. Tıpkı buz hokeyi oyunu gibi.

Televizyoncu Yako'nun babası Andrea ve Simo araba


meydanındaki marangoz dükkanının iki ortağıydı.
Uçurtma için çıtaları onlardan alırdım. Defter kapla­
dığım renkli kağıtlarla uçurtmay ı yapar, kuyruğunda
gazete kağıdı kullanırdım. Babamın dükkanından al­
dığım sicimle işi bitirir, doğru Karanfil'e bayıra koşar
arkadaşlarla uçurtma uçururduk.

Sünnet olmadan önce Eyüp Sultan'a yapılan ziyarette


oranın meşhur tahta oyuncaklarını imrenerek seyret­
miş, üstü boyalı düdük gibi öttürülen küçük testileri­
ne dokunmuş ama sahip olamamıştım.

Topaç çevirmek, topraktan ve camdan yapılmış bilye


ile oynamak, mevsiminde uçurtma uçurmak ebeveyn­
lerimizin iznine tabiydi. Şimdiki Volkan Temizleme­
nin yanındaki küçük dükkandan, "Kör Madam" dedi­
ğimiz Madam Mariyanti'den şimşir topaç, kaytan, ha­
lep dediğimiz opalin camdan bilyeler alırdık. Paramız
olmayınca toprak bilyeleri kendimiz yapar, çeşitli
renklere boyardık. Bu bilyeler fazla uzun ömürlü ol­
maz, birbiriyle çarpışınca dağılırlardı. Cam bilyeleri
Ahmet Şener'den alırdık.

Ahmet Şener i lginç bir adamdı. İlk dükkanı bir za­


manlar Resul'ün büfesi olan, şimdi boş duran yerdeydi.
Kapının çıkışına astığı bir kağıda borcu olanların ismi-

HOŞÇAKA L P R I NK I PO
ni yazardı. Ben de her seferinde bu isimleri okurdum. 15
Ahmet Şener dükkanını İş Bankası'nın karşısına taşı­
dığında ve ben üniversiteye giderken de aynı isimleri
aynı meblağlarla görünce çok şaşırmış ve sormuştum :

- Bu ismi olanlar hiç mi ödeme yapmıyor Ahmet ahi ?

- Ö demiyor utanmazlar. ..

1953 yılında 5 kuruş borcu olan ........ efendinin borcu,


1965 yılında da aynen duruyordu. Bir gün evde boş du­
ran bir resim çerçevesini Ahmet Şener'e hediye ettim.
Aramızda şuna benzer bir konuşma geçti:

- Nedir bu ?

- Resim çerçevesi.

- Ne yapayım bunu?

- Şu borcu olanların listesini buna koy da çerçevelen­


sın.

- İyi fikir ama nereden aklına geldi bu ?

- Yahu Ahmet Şener, ben okula başladım bu liste var­


dı, üniversiteyi bitireceğim hala var. Değişen ne isim
var ne de meblağ. Sen en iyisi bunu çerçevele de dük­
kanında bereket duası gibi asılı dursun !

Sessizliğiyle bilinen Ahmet Şener sinirlendi ve ince


sesiyle bağırarak,

- Sana ne be benim yaptıklarımdan, sana ne, diye söy­


lenirken ben dışarı çıkmıştım.

LiT E RAT Ü R A RKA P E N C E R E


16 Birkaç gün sonra vitrininde benim çerçeveyi küçük
bir etiketle görünce gülmekten kendimi alamadım.

"Ağaç resim çerçevesi 110 kuruş".

H O Ş Ç A K A L P R IN K I P O
17

L İ S EDE

SA T I Ş K O O P E R A T İ F İ

1958-59 öğretim yılında Heybeliada Lisesi, zamanın


Maarif Vekili Celal Yardımcı tarafından açıldı. Açılış­
ta okulun yapımına büyük emeği geçen eski müzik öğ­
retmeni ve sosyal etkinlikleri bir hayli zengin olan Sı­
dıka Dermancı ile birlikte, Demokrat Parti'nin ilçe yö­
neticileri de katıldılar. Yeni binada kadrosuzluktan ne
öğretmen, ne de hademe var. Derslerin çoğuna Deniz
Harp Okulu ve Lisesinden subay öğretmenler geliyor.
Kimi dersler de boş geçiyor. Okulun müdürü dahi yok.
Müdür muavini Kıbrıslı Zihni Akarsu her işe koşuyor.
İ lk açılan sınıf lise bir, ilk öğrencileri de bizleriz. Kısa­
ca okulun tek büyükleri biziz. Okulda bir de satış ko­
operatifi var. Başkanı edebiyat öğretmenimiz Mahmut
Bey, üye olan öğrenciler de çalışıyor. Bir h isse bir lira.
Sezon sonunda kara göre pay alınıyor. Amaç kantin
hizmetini öğrencilere ucuz sağlamak. Kar paylarımız
yıl sonunda bire bir dahi düşmüyor. Kantinde satılan
mallar sınırlı. İ ki çeşit sandviç ve gazoz, toplam üç çe­
şit malı üç üye arkadaş satıyorlar. Bir edebiyat dersin­
de, bir öğrenci kantinin kifayet etmediğininden şika­
yetçi oldu. Mahmut Bey de beni göstererek,

LİT E RATÜR ARKAPENC E R E


18 - Böyle ilgisiz üyeler olursa şikayetiniz tabii ki olur,
dedi. Söz alıp konuştum :

- Bir malı bir kişiye sattırarak, 30 taneden fazla sand­


viç yaptırmayarak kantin işletilmez. Bırakın bana,
yetki de verin size gül gibi kantin yapayım.... dedim.
Mahmut Bey kabul etti. Genel kurul yapıldı. Satıştan
tek sorumlu beni seçtiler. Ben de yardımcılığıma bi­
zim helvacı Yavuz'u seçtim. Tahtakale'ye gittik bol
miktarda şekerleme, çikolata, çiklet, bisküvi çeşitleri
oyuncak, defter, kalem, silgi, kalemtraş, boyalar, akla
gelebilecek ne kadar kırtasiye çeşidi varsa aldık. Kan­
tine Heybeliada'dan da meşrubat doldurduk. Simitçi
fırınıyla anlaşıp, sandviç ekmeğinden günde yüz adet
istedik, aynca çörek çeşitlerini hergün bulundurmaya
başladık, mezeciden kaşar, salam, sucuk; manavdan
dayanıklı meyve çeşitlerinden aldık, kısaca kantin gi­
bi kantin yaptık. Satamadığımız boş sandviçlerle çö­
rek çeşitlerini akşam iade etmey i fırıncıyla konuştup
anlaştığımız halde, tamamını sattığımızdan geri ver­
m iyorduk. Sabahlan bir önceki vapurla geliyor, sand­
viçleri hazırlıyor, etrafı temizleyip, hizmete hazır ha­
le getiriyorduk. Teneffüslerde ve öğle tatilinde öğren­
ci kardeşlerimiz uzun kuyruklar oluşturuyorlardı. Yıl
sonunda kar paylarımızın önceki senelerden çok fazla
olduğunu gördük. Genel kurulda verdiğimiz teklif
üzerine kar paylarını almayıp, okulumuzun ihtiyacı
olan eşyaların alınmasına karar verdik. O kar paylan­
mızla yeni okulumuza hatırı sayılır miktarda eşya
alındığını söyleyebilirim. Bu işi iki yıl Yavuz'la birlik­
te yürüttük. Son sene bitirme imtihanlarım olduğun­
dan ben ayrıldım Yavuz benim bıraktığım yerden, sa­
tış kadrosunu genişleterek devam etti. Bugün Türkiye
Spor Yazarları Derneği Başkanı olan Kınalıadalı Onur
Belge de Yavuz'un kadrosunda kantinde çalışıyordu.

H O ŞÇ A K A L P R IN K I P O
Üretken insanın değil, tüketici insanın hakim kılındı- 19
ğı bugünkü toplumumuzda, bu tür etkinliklerin okul-
larda yapılmıyor olması bana göre eksikliktir. Okul-
larda yerli malı ve tutum haftası düzenlenirdi. Bu et­
kinliklerin faydalarını gördük.

LiTERATÜR ARKAPENCERE
20

PA L A MUT

Ne çok anlamı vardır bu kelimenin. Hele bir de Adalı


iseniz içiçe yaşarsınız palamutla. Palamutla ilk tanış­
mamız onun balık halidir. Okula başlayınca meşe ağa­
cının meyvesi olarak çıkar karşımıza. Akıl baliğ olma­
ya başlayınca da imtihanlarımızın kurtarıcısı "kopya"
olarak girer yaşamamıza. Argoda sultanlaşır, fukara­
lıkta sigara izmaritinin babası oluverir.

Çocukluğumdaki Marmara Denizi'nin bereketini an­


latmaya başlarsam, yeni neslin kimi balıkların ismini
ancak ansiklopedilerden öğrenebileceğini düşünüyo­
rum. Biz İstanbullu geçinenlere, denizi kurutmadan
önce strangiloz, hanos, sinagrit gibi balıkların Mar­
mara'da yakalandığını, Sedefadası'ndaki Horoz'un
dalyanında en leziz uskumrunun, Kumsal'da tarak is­
tiridye ve karidesin, Dragos'ta istakozun, Dilbur­
nu'nda pavuıyanın bolca olduğunu söylemek hiç de
zor gelmezdi. İstanbul'a göçün hızlanması, şehir nü­
fusunun artması, sağlıksız yerleşim, bilinçsiz balık avı
ve hepsinden önemlisi "otoritenin" seyirci kalması bi­
zi bu günlere getirdi.

HOŞÇAKAL P Rİ NKİPO
Troller Marmara'da cirit atmazken Boğaz'ın ığrıpları 21
kış aylarında Adalarımıza gelir ve balık yuvalarını
tahrib etmeden balık avcılığı yaparlardı. Bu ığrıplar-
dan, çocuk aklımda kalan önemli biri, Sadık Reis'di.
Kumsaldaki evimizi sonbahar-kış mevsimi boyunca
kiralar, tayfalarını burada yatırır, yedirir, gece de ba-
lığa çıkartırdı. Şimdi Kıyı Restoranı işleten Adnan'ın
babası Mehmet Efendi de bu balıkçı bölüğünün aşçılı-
ğını yapardı. Sadık Reis Anadoluhisarı'nda, Göksu'da
otururdu. Yaz mevsiminin bitimiyle Büyükada'yı
mesken tutar, denizlerde ekmek parası için onlarca
insanı çalıştırarak bir çok ailenin geçimini sağlardı.
Genellikle de palamut ve torik avlardı. Küçük balıkla-
ra, yani istavrit, izmarit, strangiloz ve gümüşe çık-
mazdı. Sadık Reis'in babacan bir tarafı da, her hafta
pazartesi günleri koca motorunu vapur iskelesinin ci­
varında Rabia Hanım'ın işlettiği Belediye Gazino-
su'nun rıhtımına yanaştırıp, yola serptiği yüzlerce pa­
lamudu Ada halkına ibadullah dağıtmasıydı. l950'li
yıllarda haftada bir gün dağıtılan palamut birçok evin
neredeyse birkaç günlük gıdasıydı. Bekar ve gariban-
lar hemen bakkallardan temin ettikleri peynir teneke-
si kapağının üzerinde hazırladıkları plakilerini Ya­
malaki'nin fırınında ücretsiz pişirtirler bir baş soğan,
bir somun ekmekle deniz kıyısında ya da bir ara so-
kakta afiyetle midelerine indirirlerdi. Gene Yamala-
ki'nin fırınından alınan bir teneke dolusu yanmış
odun kömürünün üzerine atılan tel ızgarada hemen
hemen bütün çarşı esnafı pazartesi öğlen vakti pala-
mut pişirir, göğe yükselen dumanla balık kokusu etra-
fa hakim olurdu. Palamut pişen evlerden de balık ko-
kusu birkaç gün tüm Ada'ya dağılırdı. Ağız tadını bi-
len Rumlar ise lakerda kurmadan edemezlerdi. Kalın
takozlar halinde kesilen palamuttan iki takozu laker-
daya, gerisi plaki, tava veya ızgaraya ayrılırdı. İri ta-

L i TE R ATÜR A R K A PENCERE
22 kozlar suda bırakılıp kanının iyice akması sağlanır,
süpürge yongasıyla orta kılçığın içi defalarca temizle­
nir, tuza bandırılıp bir tenekeye basılan palamut la­
kerdası en geç on gün sonra sofrada yerini alırdı. Ya­
nında kırmızı soğan ve illaki Yeni Rakı ile ritüel ta­
mamlanırdı. Torik zamanında da bu dağıtım ve ye­
mek işlemi aynen tekrarlanırdı.

Ada'daki balık satıcılarının ve Rumların palamuda


neden "palamida" dediklerini, kelimenin aslının bu
olduğunu yani Yunanca'dan geldiğini öğrenince anla­
mıştım. Ukalalık sayılmazsa palamudun uskumrugil­
lerden olduğunu, bir büyük boyuna torik, daha büyü­
ğüne sivri, sıkça rastlanmayan daha büyük boyuna da
altıparmak, en küçük boyuna ise çingene dendiğini
belirteyim. Bir de zindandelen deneni var ki klasman­
daki yerini bilmiyorum.

İşte biz de çocuk yaşımızda palamudu önce Belediye


Gazinosu'nun rıhtımında asfaltın üzerinde kapışılır­
ken, sonra da soframızda yemek olarak görmüştük.
İlk okulda hayat bilgisi dersinde meşe ağacının mey­
vesine palamut dendiğini öğretmenim Şerife Ha­
nım'dan duyunca şaşırmadım dersem yalan olur.
Ada'da o zamanlarda bulunan meşe ağaçlarından top­
ladığımız bu meyvelerin sepicilikte ve boya sanayiin­
de kullanıldığını öğrenecek, şaşkınlığım meraka dö­
nüşecek ve neden Ada'mızda bir sokağa Palamut adı
verildiğini kabullenecektim. Ama gelin görünki,
(sonradan Adalı) bir işgüzar, değiştirilebilecek onca
sokak ismi varken, Ada'nın özelliklerini yansıtan bu
ismin değiştirilmesini başardı. Ve yeni ismiyle hiç ya­
kıştıramadığım, bugün pislik, at dışkısı ile sidik koku­
sundan ve mezbelelikten geçilmeyen bir yere dönüşen
eski Palamut Sokağı'na, Türk futbolunun gelmiş geç-

HOŞÇAKAL PRINKIPO
miş en büyük ismi, Adalı saygıdeğer ağabeyimizin adı 23
verildi: "Fenerbahçeli Lefter Sokağı". Bu sokağın bah­
settiğim yürekleri acıtan manzarasını hiçbir zaman
düzeltemiyeceğimize olan inancımı belirtiyor, soka-
ğın eski ismiyle "Palamut Sokağı" olarak anılıp, Lefter
Küçükandonyadis ağabeyimize yakışır bir sokak değil,
caddeye isminin verilmesinin doğru, erdemli, vefalı
ve ahlaki olacağını öneriyorum.

Heybeliada Ortaokulu'ndan mezun olunca, 1958-59


öğretim yılında açılan Heybeliada Lisesi'ne başla­
dım. Büyü kada'dan okulumuza vapurla gidip geli­
yorduk.

Lodos esen bir havada evimize dönmek üzere Heybeli­


ada rıhtımında volta atıp vapuru bekliyorduk. Lodos­
ta Heybeliada'nın önü liman gibi olurdu. Birçok gemi
havanın dinmesini burada demir atarak beklerdi. Kü­
çük tonajda birkaç askeri gemi de burada demirlemiş­
ti. Gemi derken gözünüzde büyütmeyin, bahriyenin­
Yassıada'ya personelini götürüp getiren küçük, çok es­
ki gemileriydi bunlar ve büyük bir ihtimalle Osmanlı
donanmasından kalmaydılar. Sınıfımızda bilgiç geçi­
nen ama çoğu konuştuklarının palavra olduğu bilinen
bir arkadaşımız vardı. Sahilde etrafına topladığı orta­
okullu çocuklara gene bir şeyler anlatıyordu. Şenlik
olacak diye arkadan yaklaşıp dinlemeye başladım. Sağ
elini ceketinin ilikli düğmesi üzerine sokmuş, Napol­
yon edasıyla konuşuyor, çocuklar da meraktan irileş­
miş gözleri, dudaklarını sivriltmiş, eğik heykel duruş­
larıyla onu dinliyorlardı. Sağ elini ceketinin içinden
çıkartıp kararlı bir edayla kolunu ileriye uzatırken
işaret parmağıyla ufak ve eski bir askeri vapuru göste­
rerek:

LiT E RATÜR A RKAP E NC E R E


24 -
İ şte bu gemi de Sultan Palamut'tan kalmadır, dedi.

Müdahale etmekte gecikmedim :

- Ne Sultan Palamudu lan ... tarihte Sultan Palamut


mu var? ..

- Cahil... sen ne biliyorsun ki.

- Yalan söyleme oğlum çarpılırsın.

Ama onun destekçileri o kadar çoktu ki,

- Güngör abimizden daha iyi mi bileceksin sen ...

diye bir de fırça yemiştim müritlerinden. Çocukların


yanında küçük düşmüştüm.

Ertesi gün tarih öğretmenimiz İ smet Bey dersinin ko­


nusunu anlatıp,

- Sorusu olan var mı? diye sorunca dayanamayıp atıl­


dım :

- Ö rtmenim, tarihte Sultan Palamut diye biri var m ı ?

İ smet Bey sinirlenince dilini dışarı çıkarıp, dişleri ara­


sında sıkarak konuşurdu. Hiddetlendi,

- Kimden duydun bunu sen utanmaz....... diye kükredi,


kürsüden inip üzerime doğru gelmeye başladı. Ara­
mızda iki metre ya kaldı ya kalmadı, parmağımla id­
dia sahibini gösterdim ve bir nefeste:

- Güngör söyledi örtmenim, dedim.

H OŞÇ AKA L P RI N K I P O
İ smet Bey bir anda boksör olup Güngör'ü kum torba- 25
sına çevirdi. Sağlı sollu tokatlar atıyor, bir yandan da

- Ahlaksız ... utanmaz ... bunun manasını biliyor mu­


sun sen diye haykırıyordu. Güngör bu tokat yağmu­
rundan kafasını sıranın altına sokarak kurtulmuştu.
İ smet Bey kürsüsüne geçip nasihat dolu konuşmasını
yaparken son dersin zili çalıyordu. Bense ilk atağın ga­
libi olarak, rıhtımdaki seyircili maçımızın planını
yapmıştım bile. Rıhtımda malum topluluk gene yan
yanayken bir müridi Güngör'e merakla soruverdi;

- Güngör ahi suratın niye kızarık. .. Güngör'le göz gö­


ze geldik ve o konuşamadan ben son vuruşu yaptım :

- Sultan Palamut çarptı . .

Evet böylece palamutla üçüncü karşılaşmamı sevgili


arkadaşım Güngör sağlamış oldu. İ leri yaşlarda argo
sözlüğümüzde karşımıza çıkan sultan palamudun
hem önemli, hem de sıkça kullanılan bir deyim oldu­
ğunu yazmama gerek yok sanırım.

Ü niversite yıllarımında karşılaştığım palamut ise he­


men hemen bütün öğrencilerin öğrenim hayatında
var olan bir gerçektir (inekler hariç tabii). Yüksek öğ­
renime başladığım 1961-62 yıllarında doğru dürüst
basılmış ders kitabımız yoktu. Genellikle derslerde
not tutarak eğitimimize devam ediyorduk. Bu yönte­
min büyük faydası, dersi derste öğrenmemizdi. Kaçır­
dığımız dersin notlarını da arkadaşlardan isterdik. Fo­
tokopi kullanımı daha yoktu veya yaygınlaşmamıştı.
Ben de bu tip notları doğrudan doğruya akordion de­
diğimiz palamutlara yazarak imtihanlarda faydalanı­
yordum. Bunların çok faydasını gördüm! Öğrencilik

LİTE R A T Ü R A RkAPEN CERE


26 yıllarında kimbilir hepimizin ne çok çeşitli, çeşitli ol­
duğu kadar da renkli kopya çekme anılarımız vardır.
Bunları özelde bırakıp sınıfımızda yaşanan, ancak be­
nim taraf olmadığım, iki kopya-palamut anımı yaz­
mak istiyorum.

Bir imtihanda önümdeki sırada oturan öğrencinin


kopya çektiğini yakalayan asistan, palamudu kendisi­
ne vermesini istedi. Öğrenci vermemekte direndi.
Asistanla öğrenci arasında lokal bir mücadele oldu.
Sonunda asistan emeline ulaştı ve öğrencinin cebin­
den palamudu çıkarıp aldı. Kürsüye giden asistan pa­
lamudu hocaya teslim etti. Hoca da bu tip olaylara
kimsenin tevessül etmemesini, şimdilik bu öğrenciyi
affettiğini açıkladı. Öğrenci boş kağıdı verip çıktı. Bir
müddet sonra imtihan salonuna okul müdürü ile dö­
nen öğrencinin şikayeti üzerine asistan salondan çıka­
rıldı. Sonradan öğrendiğimize göre, kopya çekerken
yakalanan öğrencinin suçlaması, cebindeki paranın
asistan tarafından çalındığı şeklindeydi. Meğerse o
itişme anında numaraları önceden alınan paraları
asistanın cebine koyan öğrenci şikayetinde ısrarcı
olunca asistan okuldan atıldı. Ne kadar iğrenç bir
komplo.

Rahmetli Ord. Prof. Dr. Ferit Hakkı Saymen, Medeni


Hukuk dersimizin hocasıydı. Dersini çok güzel anla­
tır, anlayamayanlar için tekrarlar, öğretmenliğin
hakkını verirdi. Sınıftaki tüm öğrencileri de tek tek
tanırdı. Çok zeki biriydi. Ancak bilgisine olan güve­
ninden dolayı da bana göre fazla inatçıydı. 1960'lı yıl­
larda, gene benim kanaatime göre, bu inatçılığı onun
hayatına mal olmuştur diyebilirim. Karaköy yolcu sa­
lonu karşısında bulunan Singer firmasındaki grev sı­
rasında işveren temsilcisi olarak binaya girmeye çalış-

H OŞÇA K A L P R I N K I P O
mış, grevdeki işçilerle münakaşa ederken geçirdiği 27
kalp krizi neticesinde vefat etmişti. Kuvvetli hafızası
olan bu hocamıza sınıfımızdaki bazı arkadaşlar oyun
hazırlamışlar. Parayla tuttukları çok güzel bir genç
kadını öğrencisiymiş gibi önce derslerine bir kaç gün
sokmuşlar, sonra da sınıf geçme imtihanlanndaki
muhtemel sorulan hocadan almasını sağlamışlar. Ta-
bii bu iş için bir hayli para harcamışlar. Tabii bizim
bütün bu olanlardan haberimiz yoktu. İ mtihan sabahı
bu guruptan bir arkadaş, olası bir soruyu bana vermiş-
ti. Ben de teşekkür etmiştim arkadaşa. Salona girdik,
kağıtlar dağıtıldı ve sorular verildi. O da ne arkadaşın
gelecek dediği soru sorulmamıştı. Her neyse deyip ce-
vaplan yazmaya başladım. Daha sınıfa gireli beş daki-
ka olmamıştı ki, bana soru veren arkadaş dahil beş-al-
tı öğrenci boş kağıt verip imtihan salonundan çıkar-
larken hocamız müdahale etti :

- Biraz durur musunuz, çıkmayın . . . . . . . . hepiniz be-


ni dinleyin .. . . . . bu gördüğünüz arkadaşlarınız neden
boş kağıt verip çıkıyorlar biliyor musunuz . . . . . . çün-
kü onlar derslerini sizin gibi çalışmadılar . . . . .. onlar
alçakça bir oyun oynamak istediler ve yakalandılar . . .
. . . . . imtihan sorularını tedarik etmek için koynuma
kadın soktular . . . . . . . . . ama yanıldılar . . . . . . . . şimdi
disiplin kurulunda hesap verecekler. . . . . . . çıkabilirsi-
niz ahlaksızlar.

Hepimiz donup kaldık. Vay be, böylede palamut ye­


nirmiydi. Bir palamutta asistan yanarken, diğer bir
palamutta öğrenciler zokayı yutuyordu.

Gelelim sonuncu palamuda. 1957-58'li yıllarda kimi


maddelere yapılan zamlar ve ithalatın zorluğu, insan­
ları bazı alışkanlıklarından alıkoyuyordu. Böylece ye-

LİT E R A TÜ R A R K A P E N C E R E
28 ni sloganlar ve deyimler türemeye b�lamıştı. Mesela
kahve ülkemize ithal edilemiyor, nohut kavrularak
kahve diye satılıyordu. Hatta 1957 seçimlerinde muha­
lefetteki CHP'nin bir seçim afişinde bu konu işlen­
mişt i : "Kahve gitti adı kaldı yadigar. "

Sigaraya yapılan zamlar da garibanların parayla siga­


ra satın almalarını engelliyordu. O zamanlarda şimdi­
ki gibi ithal sigara yoktu. Kimi zenginler PX denen,
Amerikalı askerlere satış yapan yerlerden temin ettik­
leri Pallmall, Salem gibi sigaraları tüketiyorlardı.
Cumhurbaşkanımız Celal Bayar'ın kullandığı Ameri­
kan sigarasının markasını C hesterfield olarak telaffuz
etmek adeta yasaktı. İ nhisarlar İ daresi'nin, yani Te­
kel'in imalatı olan Kulüp, Sipahiocağı, Yenice, Gelin­
cik, Bafra Maden, Bahar sigaraları zenginlerce kulla­
nılıyordu. Birinci, İ kinci, Köylü ve Ü çüncü ise harcı
alem sigaralardı. Aynca sarma sigara için tütün, as­
kerler için de Asker sigarası vardı. Garibanlar, yola
atılan izmaritleri toplayıp içerlerdi. Kimileri de içici­
leri takip eder, yere atacakları sigarayı kovalarlardı.
İ çiciler takip edildiklerini anlayınca sıkılır ve daha ya­
nlamadıklan sigarayla vedalaşırlardı. İ şte bu büyük
boy izmaritin adı palamuttu. Garibanların konuşma­
larında "bugün benden iyisi yok. . . tane palamut iç­
tim" demek bir üstünlüktü.

Y�amımızda önümüze çıkan palamutların galiba bi­


ze en faydalıları doğadakiler. Sanayiidekileri b�kala­
nna bırakalı m da denizdekini çilingir soframıza
anahtar yapalım.

H OŞÇAKAL P RİNKİ P O
29

B İ R SA A T DE RS
••

UC R E T İ Ü N LİR A

B İ R AYLIK Ev

KİR ASI OTUZ Lİ R A

Üniversite'ye Ada'dan gidip geliyordum. Babam gün­


de beş lira harçlık veriyordu. Vapurla gidiş dönüşe iki
lira, otobüsle okula gidişe onbeş kuruş, okuldan Be­
yoğlu'na gidişe onbeş kuruş, Beyoğlu'nda Galatasaray
Spor Kulübü'nün sokağındaki lokantada çorba, bazı
gün köfte, bazı gün sulu yemek, bulgur pilavı ve tatlı­
dan müteşekkil öğle yemeğine yüzon kuruş, sinemada
oniki matinesinde bir film izlemeye yetmişbeş kuruş
ve dolmuşla Galata Köprüsü üstüne gidişe elli kuruş
ödeyerek toplam dörtyüz altmışbeş kuruşa gündelik
harcamayla geçiniyordum. Elimde kalan otuzbeş ku­
ruşun yirmibeş kuruşuyla Cumhuriyet gazetesi, hafta­
da bir de Akbaba dergisi alıyordum. Anlıyacağınız,
beş liralık günlük bütçemle idare ediyordum. Bu sı­
nırlı bütçem zaman ilerleyince yetmez oldu. Kız arka­
daşlar, sinemalar, danslı toplantılar başlayınca canım
babacığım Bakkal Fahri'den ilave para isteyemezdim.
Onun dünyasında, oğlunun okula gidip gelmesinin
dışında sosyal bir hayatı olamazdı. Kendisi yaşama­
mıştı ki böyle şeyleri, nasıl olur da oğlu okuldan sonra
bu tip "itlikler" yapardı. Peki zavallı ben Fıstık Ahmet

LİTE RATÜ R A Rl<A PENCERE


30 ne yapacaktım? Tanıştığım kızı her gün yağmurda ça­
murda parklara, deniz kıyılarına mı götürecektim. Si­
nemaya, tiyatroya, cumartesi günleri düzenlenen çay­
lı partilere hangi parayla gidecektim?

Babamın dükkanından tanıdığım ve yaz aylarında kı­


zına ders çalıştırdığım Rifat Bey geldi aklıma. Bürosu­
na gidip ziyaret ettim. Kızının okul durumunu, yar­
dımcı ders almak isteyip istemiyeceğini sordum. Rifat
Bey hemen telefonla Osmanbey'deki evini aradı. Eşiy­
le konuştu ve kızına haftada iki saat ders vermemim
çok iyi olacağını anlattı. Çok sevimdim. Ders başına
ücreti de kendisinin tespit etmesinin uygun olacağını
açıkladım.

- Ahmet yavrum, her ders bitiminde ücreti eşim sana


verecek. Yarın başlarsın, Ayşe okuldan saat ikide geli-
yor, senin için uygun mu? Adresi yazıyorum . . . .. . . .
.

Ertesi gün verilen adrese gidip derse başladım. Çay ve


kurabiye ikramı da yapılınca ayrı bir keyif aldım.Ay­
şe'nin annesi, Valikonağı Caddesi'nde bir kız öğrenci­
nin daha olduğunu, buradan çıkınca ona da uğrayıp
ders vermemi istedi, kabul ettim. Çıkarken elime tu­
tuşturduğu zarfı mahcup bir yüzle aldım ve teşekkür
ederek yeni öğrencimin evine doğru yola koyuldum.
Zarfın içinden çıkan yeşil on lirayı görünce gözlerim
fal taşı gibi açıldı. Gittiğim ikinci evde de aynı derse
aynı ücret ödenince, birdenbire haftada kırk lira ek
gelir sahibi oluverdim. Kısaca ayda yüz altmış lira
açıktan para kazanıyordum (öğrencilerin vergilendi­
rilmemiş kutsal kazançlarına saygılarımla). Bir kıyas­
lama yapmanız için yazıyorum, teyzemin üniversite
mezunu damadı Trans-Türk'te üçyüz lira aylıkla çalı-

H OŞÇAK A L P RİNKİ P O
şıp ev geçindiriyordu. Ne zamandır bir ev tutma ko- 31
nusunda çene çaldığımız ama bir türlü benim yüzüm-
den gerçekleşti remediğimiz sınıf arkadaşlarım Ada-
nalı Efe ve Cihangirli Hristo ile Site sinemasının ar­
kasında üç odalı bir apartman katı kiraladık Aylık ki-
ramız doksan liraydı ve kişi başı ayda otuz lira veriyor-
duk. Oh be artık daha güzel yerlerde yemek yiyebilir,
kız arkadaşımla rahat rahat gezebilirdim. Yanlız ne
var ki hergün Ada'ya dönmeye mecburdum. Geç gitti-
ğim günler babama arkadaşlarla ders çalıştığımı söy­
leyince,

- Nerede çalışıyorsunuz, diye sormadan edemedi.

- Kimi zaman arkadaşın evinde kimi zaman da kü­


tüphanede, diye cevaplayınca,

- Ders için kaldığında söyle ikibuçuk lira daha vere­


yim, bir şeyler yersiniz, diye ekledi.

Böylece babamdan haftada beş lira ek gelirim daha ol­


du.

Bu ekonomik varlığım, sosyal yaşantıma olumlu deği­


şiklikler getirdi. Günde iki film izlediğim oluyordu.
Tabii oniki matinesinin %50 ucuzluğu, ikionbeş mati­
nesine yansımıyordu. Sinemanın fiatı bu matineden
itibaren yüzelli kuruşa fırlıyordu. On iki matinesinde
ikinci balkondan seyrettiğim filmleri artık koltuk,
balkon veya parterden seyrediyordum. Bir de Saray,
Atlas ve Şan sinemalarının daha pahalı olan loca bi­
letleri vardı. Oralara gitmeye fazla cesaretimiz yoktu.
Bazı beyler ve hanımlar oraların müdavimiydi ve film
izlemekten çok film çeviriyorlardı! Locaya yakın kol­
tuklarda otururken, filmdeki seslerle locadakilerin

LİT E RATÜ R A R KA P E NC E R E
32 sesleri karışıyordu ! O sesleri dinlemenin de bir başta
günahlı keyfi vardı. Kimi zaman öksürerek ikaz eder­
dik halvet olanları, sonra da gülerdik. Bir gün bir be­
lalıya çattık. Fazla abartarak öksürmüş olacağız ki ar­
kamızdaki locadan kabadayı sesli bir adam :

- Sanatoryuma gidin lan . . . . . . diye fırçaladı bizi.

Tiy atroya ancak üç matinelerine gidebiliyordum.


Ada'ya dönme mecburiyetim vardı. O yıllardan anıla­
rımda kalan bir güzelliği yazmadan edemiyeceğim.
Kenterler kendi tiyatro salonlarını yaptırırken, mali
sıkıntılarını aşmak için tiyatroseverlerden nakdi yar­
dım topluyorlardı. Bunun karşılığı olarak da tiyatro­
daki koltukların arkasına, yardımda bulunan sanatse­
verlerin isimlerini taşıyan sarı plaketleri koyuyorlar­
dı. O koltuklardan birine adımı yazdırmayı ne çok is­
temiştim genç yaşımda. Kenterlere oyun izlemeye her
gittiğimde kimin koltuğuna oturduğumu sevinçle öğ­
renir, biraz da kıskanırdım. Düşünsenize yardımda
bulunanların arasında İ smet İ nönü, Nejat Eczacıbaşı
gibi isimler vardı. O günlerde tiyatroya duyulan saygı­
yı, bugün ne yazık ki gösteremiyen bir toplum olduk.
O günkü saygının çeyreğini Dormen tiyatrosuna gös­
terseydik bugün kapanır mıydı? Kabare tiyatronun
kurucusu Haldun Taner'in brütüsler tarafından nasıl
hançerlendiğini ve sahnede küfretmenin tiyatro diye
yutturulduğunu yaşadık? Daha çoğunu tiyatronun çi­
lekeş tarihçisi bilir.

Cumartesi günleri çeşitli derneklerin düzenlediği çay


partilerine giderdi k. Buralarda tanıştığımız kız arka­
daşlarla guruplar oluşturur, flört ederdik. Kimi za­
man Boğaz'da en moda yer olan Rumelihisar'daki Piz­
za M ısırlı'ya, Eyüp'deki Piyer Loti Kahvesi'ne gider-

HO ŞÇAKA L PRİNKİ P O
dik. Pizza Mısırlı, İstanbul'un azınlık krema tabakası- 33
nın rezervasyonla yer ayırtıp gittiği nadide bir yerdi.
Buraya gitmemizin nedeni beraber olduğumuz kız ar­
kadaşların yakın çevresine gözükmek ve onların bir
anlamda onaylarını almaktı. O tarihlerde çevremizde
azınlık dediğimiz, lakin hiçbir zaman bunu hissetme­
diğimiz ve hissettirmediğimiz arkadaşlarımızla olan
ilişkimizin güzelliğini anlatamam. Sevginin, saygı-
nın, fedakarlığın, dostluk ve arkadaşlığın insanca bir
duygu olduğunu o günlerde yaşadık, yaşayarak öğren-
dik ve bu günlere taşıdık. Şimdi bu duygularımızı et­
rafımıza yaymaya çalışırken, kimi şoven kafaların
sevgi, saygı, dostluk, arkadaşlık ve fedakarlık duygula-
rının yoksunluğundan ürküyorum.

Hasan ve Uğur Hararlı ağabeylerimin eniştesi "İtal­


yan Memet" lakaplı rahmetli Mehmet Şakir bir gün
beni kolumdan tutup o zamanki adıyla Mithatpaşa
stadına Galatasaray futbol takımının antrenmanına
götürdü. Antrenör Gündüz Kılıç'la benimle ilgili ko­
nuştu, soyundum, forma, suspansuar, şort, tozluk, ço­
rap ve Dinyakoz'un kösele ayakkabılarını giydim ve
sahaya çıktım. Genç takım elemanları kale arkasında
çalışırken ben de onlara katıldım. Antrenör Bülent
Giz'di. Sahada da A takımı çalışıyordu. Hayatımda ilk
defa Türkiyenin yıldız futbolcularıyla yanyanaydım.
Kimler yoktu ki:Berlin panteri Turgay Şeren, Ergun
Ercins, Suat Mamat, Kadri Aytaç, gol kralı Metin Ok­
tay... Bir rüya idi benim için bu sahne. Antremanın so­
nunda A takımla genç takımın idman maçı başladı.
Bir ara beni de denemek üzere oyuna aldılar. Gelin gö­
rün ki hiç pas alamıyorum. Dolap beygiri gibi sahanın
içinde dönüp duruyorum. Pas istiyorum veren yok. Bir

LİTERATÜR ARKAPENC E R E
34 iki top kaptım pas yaptım, takımdaki genç arkadaşla­
rın beni istemediklerini anladım. Bir kez daha top ka­
pınca kimseye pas atmadan bir kaç ağabeyi çalımlayıp
kaleci Turgay'la karşı karşıya kaldım. Tam şutumu
atacaktım ki arkamdan birinin beni iki eliyle havaya
kaldırdığını, ayağımın da boşluğu şutladığını farket­
tim. Beni havaya kaldıran Kadri Aytaç:

- Nereye gidiyorsun delikanlı yavaş ol, diyerek yere


indirdi. Soyunma odasında duş alıp çıkarken Baba
Gündüz lisans çıkartmam için gerekenleri getirmemi
söylüyordu. Artık Galatasaray'ın genç futbol takımın­
daydım . . Cumartesi ve pazar günleri maçlara gidebil­
mek için babama söylediğim yalan aynıydı :

- Arkadaşlarla ders çalışacağız . .. . . .

HOŞÇAKAL P R INKİP O
35

IGNEYİ KENDİME

BATIRMALIYIM

Hani derler ya, önce iğneyi kendine batır da sonra çu­


valdızı başkasına batırırsın.Ada'daki renkli insanlarla
ilgili yazmadan önce kendimi (!)biraz yazmanın doğ­
ru olacağını biliyorum. İnsanımız, kendisini övmeyi
sever. Yerilmeye de hiç tahammül edemez. Bir işe gi­
recekseniz, önünüze kağıdı sürerler:

- Öz geçmişinizi yazınız.

Başlarız yazmaya; şurda doğdum, şu okulları bitirdim,


askerliğimi şurada yaptım, yabancı dilim (az da olsa)
şudur, şu iş yerlerinde çalıştım, hobilerim şunlardır,
medeni halim budur, vesaire ........... .

Evlenmeye karar verirsiniz, ebeveyniniz sizi karşı ta­


rafa anlatır:

- Benim evladım şöyle iyidir, böyle cicidir, işi şudur,


gücü budur, vesaire ...............

Bir derneğe gireceksiniz, ön bilgi istenir:

LİTERATÜR ARKAPENCERE
36 - İ yidir, hoştur, kafa adamdır, vesaire . . . . . . . . . . . . . .

Ama gelin görüm ki çoğunlukla kazın ayağı hiç de öy­


le yazılıp, konuşulduğu ve araştırıldığı gibi değildir.
N edense kusurlarımızı açık etmeyiz. Bırakın açık et­
meyi, gizleriz de.Bilinmesini istemeyiz ama karşımız­
dakiler de hep araştı rırlar. Kimi zaman bulurlar, kimi
zaman da zannederek, tahminde bulunarak akıl yürü­
türler. Sonra da başlar dedikodu :

- Biliyor musun X'in şeyi varmış, X şey etmiş, X'in şe­


yinin şeyi şeymiş . .. gibi.

Senelerce önce bir derneğe girerken:

- Siz kendinizi kusursuz bir insan olarak olarak görü­


yor musun uz? diye bir soruyla karşılaşmış ve rahatlık­
la:

- Hayır, demiştim.Akabinde,

- Kusurlarınızdan birini açıklayabilir misiniz? diye


şaşırtıcı ikinci soru gelince, ne yalan söyliyeyim içim­
den :

- "Hangi birini açıklasam" diye biraz düşünmüştüm.

Bu kitabı okuyanlardan kaç kişi olumsuz sorulara aşa­


ğıdaki olumlu cevapları verebilir?

- Okul hayatımda hiç kopya çekmedim.

- Hayatımda hiç rüşvet vermedim veya almadım.

HOŞÇAKAL PRINKIPO
- Hayatımda hiç yalan söylemedim. 37

- Hayatımda hiç eşek şakası yapmadım.

- Hayatımda hiç . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . .. . . . . . . . . . .

Sizi bilmem ama ben bu sorulara olumlu cevap verir­


sem vallahi ve tallahi, hatılların ya da bağnazların de­
diği gibi, "çarpılırım. " İ nsanın naturasında var olan
olumsuzlukları gizlemeye çalışması ne aptalca bir şey?
Sizi bilmem ama benim anlatacak o kadar çok kusu­
rum var ki. Burada eğlenceli olanlarını yazarak devam
edeceğim.

Gerçek Bir Eşek Şakası

Heybeliada Lisesi 1958-59 öğretim yılında bizimle be­


raber eğitime başladı ve her sene bir sınıf ilerliyerek
1960-61 öğretim yılında bizi ilk mezunlar olarak üni­
versiteye yolladı. Okulun açılışını o dönemin Milli
Eğitim Bakanı Celal Yardımcı yapmıştı. Daha sonra
bu bey de 27 Mayıs İ htilali'yle devrilen hükümetin
mensubu olarak Yassıada'da yargılandı. İ lk yıl ne
okul müdürü ne tüm derslerin öğretmenleri ne de
hademe vardı. Müdür muavini Zihni Akarsu, hem
vekaleten müdürlük yapıyor hem kimi derslere boş
geçmesin diye giriyor hem de elinden geldiğince oku­
lun temiz tutulmasına çalışıyordu. Gelin görün ki biz
öğrenciler kimi yasaklamalara uymayıp Zihni Bey'i
kızdırmak şöyle dursun, çileden çıkarıyorduk. Her
gün sabah töreniyle beraber kapılar açılana kadar
bahçede bekletiliyorduk. Zihni Bey bu yasaklamayı,
erkenden okula girip, tuvaletleri kullanarak, kısıtlı

LİT ERAT Ü R ARKA P E N C E R E


38 olan suyu harcamanın doğru olmadığı nı anlatarak
koymuştu. Her sınıf, okul paydosunda kendi sınıfının
temizliğini yaparak sınıfını terk ediyor, böylece sınıf­
lar temiz tutulmuş oluyordu. Teneffüslerde tuvaletle­
rin başında bizzat Zihni Bey durarak def-i hacetleri­
mizde suyu israf etmememize nezaret ediyordu. Bu
sıkı ve katı tutum bizleri haliyle rahatsız ediyor, Zih­
n i Bey'e karşı komplolar kurma düşüncemizi iştah­
landınyordu. Ayn ı binada ortaokul öğrencileri de
eğitim gördüğünden, büyük sınıf biz olduğumuz için
hergün iki öğrenci nöbetçi olarak sabah erkenden
okula girip, koridorların temizl iğini yapıyord uk.
Heybeliadalı öğrenciler ders zili çalmadan bir saat
önce, biz Büyükadalılar da bi r önceki vapurla gelip,
zorunlu hademeliğimizi seve seve ( ! ) yapıyorduk. Ya­
saklan delen öğrencileri de Zi hni Bey yakalıyor, el ine
süpürge ve kovayı vererek koridorların ve tuvaletle­
rin temizlenmesine ilave yardımcılar sağlıyordu. Bu
işten bir hayli sıkıldığımız bir gün, Zi hni Bey'in kapı­
yı açık bırakıp dışarıya çıktığını gören ve işemeye sı­
kışan bir kaç ortaokul öğrencisinin içeri daldığını
gördük. Büyükada Su Sporlan Kulübü'nün müdürü
Emin Tunç'un kardeşi, sınıf arkadaşım rahmetli Zeki
ile koridorda temizlik yapıyorduk. Elimizdeki sırık
süpürgelerini öğrencilere fırlatarak kaçmalarını ön­
ledik ve yakalayıp Zihni Bey'e götürdük. Ondan taltif
beklerken, affedildiklerini işitmek bizi yıktı. Bu öğ­
rencilerin torpi lli olduklarına kendi kendimize karar
verip, Zihni Bey'den intikam almayı planladık. Ara­
dan epeyce bir zaman geçti . Zihni Bey'in İstanbul'a
görevli olarak gittiğini duyunca planımızı uygulama­
ya geçtik. Son dersten sonra okul boşalmış herkes git­
mişti. Nöbetçi öğretmen de oku lu kapatıp çıktı. Zeki
ile ben karşı bahçede erik ağacının altında güya ders
çalışıyorduk. Bizimle beraber, olacaklardan habersiz

HOŞÇAKAL PRİNKIPO
ağaca bağlı bir eşekçik de ç imleri yiyordu. Önceden 39
aralık bıraktığımız pencereden girip okul kapısını aç-
tık ve eşeği içeriye aldık. Zihni Bey'in odasının karşı-
sındaki merdiven trabzanına eşeği bağladık, önüne
de gece yemesi için bir hayli erik dalı koyup, dış kapı-
yı da aralık bırakarak okuldan ayrıldık. Ertesi sabah
okula geldiğimizde mutad tören yapıldı ancak bizim
sınıfın dersaneye girmesini istemiyen Zihni Bey ko­
nuşmaya başladı:

- Hangi eşekoğlueşek akrabası olan bir eşeği benim


odama bağladı çıksın ortaya! ! !

Korkunun verdiği sessizlik uzun sürdü.

- Kim yaptıysa çıksın ortaya, yoksa derse girmeyecek­


siniz ... Sessizlik devam ediyor. Edebiyat öğretmenimiz
Mahmut Bey, dersi oluğundan sınıfa girip bizleri bu­
lamayı nca bahçeye gelmiş ve bizim sınıfı Zihni Bey'le
sessiz bir şekilde beklerken görünce kulaktan kulağa
bir şeyler konuşup gitmişti. Bu uzun bekleyiş on daki­
ka kadar sürdü.

- Ben bunu kimin yaptığını bulacağım, şimdi sınıfı­


nıza çıkın.

Zihni Bey son cümlesini söyleyip gidince bizler de sı­


nıfımıza döndük.

Zihni Bey bizler mezun olana kadar eşeği kimin bağ­


ladığını bulamadı. Üç koca yılın sonunda okuldan
mezun olurken yapılan diploma töreninde, şehadet­
nameyi elime alınca mikrofondan Zihni Bey'i rahat­
latan cevabı da verdim.

LİTERATÜR ARKAPENCERE
40 - Sevgili Zihni hocam, bundan üç kısa yıl önce müdü­
riyet kapınızın önündeki bağlı eşeği Zeki ile ben do­
ğum gününüzde size hediye etmiştik, deyince kendisi
dahil törendeki herkes kahkahayı bastı. Zihni Bey,
benden sonra sahneye çıkıp mikrofonu aldı ve cevabı­
nı yapıştırdı:

- Bizlerin taklitlerini yapan, kopyalar çeken, bize il­


lallah dedirten sizden kurtulmak için, biz de mükafa­
at olarak sınıfınızı bir an önce mezun ettik. Bu kez
kahkahaya alkışlar da eklendi.

Hoşgörülü sevgili lise öğretmenlerimizden hayatta


olanların ellerinden saygıyla öperek, sonsuzluğa gö­
çenleri de rahmetle anarak selamlıyorum.

Alenen Kopya Çekilir mi?

Kopya çekmenin "tatlı" bir suç olduğunu söylersem


eğitimcileri kızdırır mıyım? Öğrenci kopyayı hazır­
larken zaten ders çalışmış oluyor. Kopyayı da unut­
tuklarını hatırlamak adına çekiyor, buna tembellik
denir mi? Dense dense detaylı çalışma denir bana gö­
re! İlk kopya teşebbüsüm lise son sınıfta oldu. Sanat
tarihi dersinde Leman Hoca yazılı sorularını sordu­
ğunda bütün sınıf birbirine bakıyordu. Ne cevap yaza­
caktık? Hiç ders çalışmamıştık ki! Hemen hepimiz el­
lerimiz şakaklarımızda düşünüyor, kurşun kalemleri­
mizle oynuyorduk. Leman Hanım bir kitap açıp oku­
maya başlayınca ben de sıranın altındaki gözden ders
kitabını çıkarıp soruların konularını bularak okuma­
ya, sonra da özetle cevaplarını yazmaya başladım. Di­
ğer sıralardaki arkadaşlar şaşkınlıkla beni izliyorlardı.

H O Ş ÇAKA L P RİNKİ P O
Bense sanki ders çalışıyormuş gibi rahat hareket edi- 41
yordum. Dalmış gitmiştim ki Leman Hanım başımda
dikilip,

- Ne yapıyorsun Tanrıverdi, diye sorunca,

- Ö ğretmenim sanat tarihi kitabını hiç okumadım,


hiçbir sorunun cevabını yazamıyacağım. Hiç olmazsa
şimdi çalışmış olayım diye okuyup öğreniyorum . . . siz
bilirsiniz . . . .

Leman Hanım benden başka hiçkimsenin kağıdına


bir şey yazmadığını görünce,

- Siz de mi çalışmadınız?

- Haaaayıııır.
a

- O zaman çıkarın kitaplarınızı Tanrıverdi gibi ya­


pın, dedi. Böylece sanat tarihi kitabını artık derste ça­
lışarak öğreniyor, lise bitirme imtihanlarına da ha­
zırlanıyorduk. O zamanlar bitirme imtihanları yazılı
ve sözlü olarak haziran ayında, diğer ilçe okulların­
dan gelen mümeyyiz hocaların refakatinde yapılıyor­
du. Leman Hanı m'la bir anlaşma daha yaptık, her bi­
rimize sözlüde soracağı konuları ayrı ayrı verdirdik.
Bana yanılmıyorsam İ slam sanatı çıkmıştı. Mümey­
yiz hoca,

- Leman Hanım ağır bir konu, diye fikrini söyleyince


sevgili öğretmenim yanıtlad ı :

- E n iyi v e çalışkan öğrencimdir. Ben bülbül gibi,


nokta ve virgüllerde durarak anlatmaya başlayınca
mümeyiz öğretmen,

LİT E RATÜR A R KAPENCERE


42 -
Yeter evladım, çıkabilirsin, dedi ve 10 numarayı kap­
t ım.

Genel kültür bakımından faydalı, gündelik hayatta faz­


la lüzumlu olmayan bu dersin beni sanat ve tarih konu­
larına ilerki y�amımda bu denli bağlıyacağını düşüne­
mezdim. Yaz aylarında bazen Burgazada'daki Susporla­
rı Kulübü'nde karşıl�tığım Leman Sulu öğretmenimle
sarılıp öpüşür, bu anlattıklarımı hatırlayıp güleriz.

Tatlı Yalanın Acı Karşılığı

Bir yılbaşı partisini Cihangir'deki evde arkadaşlarla


birlikte kutlayacaktık. Yıl sanırım 1969'du. Aramızda
topladığımız para, 100 lira kadardı. Şarküteriden ve
manavdan yapacağımız alışveriş için bu kadar para
yeterliydi o tarihte. Sokağa çıktık, alışverişe gidiyoruz,
yüz metre kadar i lerde bir elinde kocaman tepside nar
gibi kızarmış yılbaşı hindisi, diğer elindeki pusulada
yazılı adresi arayan genç doğulu adam dikkatimizi
çekti. Ampul çabuk yandı, adamı azarladık:

- N erde kaldın be . .. . sokağa çıktık seni arıyoruz. . .

- Abey ben de ed resi ariyirem.

- Ver şu tepsiyi . . . ver, kağıdı da imzalıyayım, al şu da


bahşişin . . . hadi iyi seneler.

- Gusura galmayın abeyler, Al lah irazi olsun.

Cabadan gelen hindi görkemli bir yılbaşı gecesini bize


y�attı ama seneler sonra İzmit- İ stanbul yolunda piş-

HOŞÇAKAL PRINKIPO
miş hindi peşinde koşmaktan anam ağladı. Suadiye'de 43
değerli kardeşim Renan Mengü'nün evinde düzenle­
d iğimiz bir yılbaşı yemeği için İzmit'teki değerli kar-
deşim Kadir Kolaylı'dan sahibi olduğu Altınnal Ote-
li'nde bir kestaneli hindi dolması yaptırıp otobüsle
yollamasını rica etmiştim. Hindiyi Harem'de otobüs
terminalinden alacaktım. Belirtilen saatte terminale
geldiğimde otobüsün Topkapı'ya gittiğini tepsiyi de
bırakmayı unuttuklarını işitince panikledim. Ancak
otobüsün tekrar Harem'e geleceğini işitince rahatla-
dım. Eşimi Suadiye'ye bırakıp döneyim dedim. Ha-
rem'e geldiğimde otobüs gelmiş, tepsi gene unutul-
muştu. Otobüs, İzmit'e gitmek üzere manevra yapar-
ken durduruldu ve yılbaşı hindisine kavuştum. Re-
nan'ın evine eşim Aynur'u bıraktığımda arkadaşlar
beni sormuşlar, Aynur, benim İzmit yolunda h indi
yakalamak için koşturduğumu söylemiş. El imde koca
tepsiyle eve girince, ilk lafı yılbaşı yemeğindekilerden
bacanağım Fevzi söyled i :

- Ahi bu Cihangir'deki hindi m i ?

Rüşvet mi, Hediye mi, Bedel mi?

Adalar Gençlik Kulübü'nde genel kaptan seçilmiştim.


Antrenörümüz Baki (Badi) ağabeydi. İstanbul'da Ku­
ledibi'nde matbaada çalışıyord um. İşler yoğundu. Ki­
mi zaman Cihangir'de kiraladığım evde kalıyor, kimi
zaman da Ada'ya son vapurla da olsa geliyordum. Ba­
ki ağabey ben imle, kulüple ilgili konuşmak için son
vapuru dahi karşılardı . Taksim'deki Beden Terbiyesi
Bölge Müdürlüğü'ndeki işleri de takip ediyordum. Yıl
1972, matbaada öyle yoğunum ki Ada'ya ancak cu-

LiTERATÜR ARK A PENCERE


44 martesi geceleri son vapurla gelebiliyorum. Bu arada
lisansların vizelerini yaptıramadım. Devamlı, işleri­
min yoğun olduğunu, yapamıyacağımı söylüyorum
ama Baki ağabey ve kimi idareciler "sen yaparsın" di­
yorlar.

Maçların başlama tarihi geldi çattı. İ lk lig maçımızın


olduğu pazar günü evdeyim, sporcular devamlı eve ge­
liyor,

- Ahmet ahi, Baki ahi seni ve lisansları bekliyor, di­


yorlar. Ben bu vizesiz lisanslarla nasıl maça çıkacağı­
mızı d�ünüyorum. Son defa gelenlere cevabım,

- Siz gidin ben vapura geleceğim oluyor. Bunaldım ne


yapacağım ? Bu lisanslarla maça çıkamayız.

Hükmen mağlup olacağız. . . . Hay Allah ne yapaca­


ğım . . . tamam buldum 1971 yılının vizelerindeki elle
yazılan son 71 rakamının l ine baştan sondan bir kuy­
ruk yaparım olur 2. Oldu mu sana 72.

Bir dakika sürmedi bu işlem. Hemen koştum vapura,


Baki ağabey aldı lisansları baktı bir şey anlamadı. Ta­
mam bu cin uyanmadı ya . . . Maça çıktık oynadık ka­
zandık. Güle oynaya Ada'ya dönüyoruz ama işin için­
den nasıl çıkacağı m ? Her neyse biz tam dört maçı böy­
le atlattık.

Beşinci maç Altınyıldız'la ; bir yöneticileri bölgeye


gitmiş, bizim hiçbir lisansımızda vize olmadığını çı­
karmış. Her ikimizin de puan kaybı yok. Şampiyonlu­
ğa oynuyoruz bu duruma maçta itiraz etti.

- Başka lisanslı oyuncu oynatın, bunlar vizesiz.

H OŞÇA K A L PRİ N K İPO


- Yok kardeşim, biz çıkar oynarız, d iyorum. Hakem 45
lisanslara bakıyor, bir sorun göremiyor, ona,

- İ tirazını geri al da başlıyalım. Lisanslar normal kar­


deşim diyor. Altınyıldız idarecisi Nuh diyor peygam­
ber demiyor. Neyse maç başladı. Sonuçta 2-1 mağlup
olduk. Hakem odasına lisansları almaya giriyoruz,

- Tebrik ederim . . . kazandınız. . şu itirazını geri al da


tatlı ayrılalım . . bu işin ikinci devresi var, diyorum.

- Tamam geri alıyorum ama sen gene de şu lisansları­


nı yenile, diyor.

Ertesi gün Niko Mundi ile Baki ağabey saat 16 :00 gibi
matbaaya geliyorlar. Niko ağabey,

- Vre Ahmet ne yaptın, bölgeden geliyoruz. . hiç bir li­


sans vize olmamış, diyor.

- Abi haklısın işlerimden uğraşamadım. Ö zür dile­


rim . . Bölgede sicil lisans şefi Hüseyin Bey'i görmem
gerektiğini söylüyorlar. Patrondan izin istiyorum, ge­
lenlerin de asık suratlarını görünce olağanüstü bir du­
rum olduğunu anlayıp izin veriyor. Baki ağabeyle ön­
ce Taksim'e bölgeye gidiyoruz, Hüseyin Bey'in çıktığı­
nı evine gitmek üzere Kadıköy vapuruna gittiğini öğ­
reniyoruz, evinin adresini alıyoruz Hemen taksiyle
Karaköy'e vapura yetişiyoruz. Şansımız var, Hüseyin
Bey'i vapurda yakalıyoruz. Rahmetli iş bitiriciydi, kü­
çük hediyelere de bayılırdı. Af diliyorum, dil döküyo­
rum, yol göster diyorum. Ö nce yokuşu gösteriyor, son­
ra,

- Boğos'a gidin o halleder. . . . diyor.

LİT E R AT Ü R A R l< A P E N C E R E
46 -
Hüseyin Bey nerde buluruz bu saatte Boğos'u biz, di­
ğince,

- Gedikpaşa Kulübü'nde, Kadırga'da sizi bekliyor, di­


yor.

Hemen ilk vapurla Karaköy'e dönüyoruz . . İstikamet


Kadırga. Baki ağabeye, "tamam bu iş oldu" diyorum.

Boğos'u verilen adreste buluyoruz. Hüseyin Bey'in te­


ranelerini o da yapıyor, sonunda anlaşıyoruz :

Ankaraya gidiş-dönüş uçak bileti ile çocukların fotoğ­


rafları ve nüfus cüzdanlarını yarın kendisine ulaştıra­
cağım, ayrıca 5.000 TL nakit parayı tertip komitesi
üyelerine dağıtılmak üzere vereceğim, doktor muaye­
ne kağıtlarını o halledecek. Ertesi gün istediklerini ve­
riyorum, perşembe günü yeni lisanslar elimde. Ayrıca
Hüseyin Bey'e 1. 100 TL lık transistötlü bir masa radyo­
su ile bir saksı kauçuk da hediyemiz oluyor. O seneki
maaşımın 800 TL olduğunu söylersem, kıyaslama yap­
manız kolaylaşır. Akılsız başımın cezasını ayaklarım
değil, 1972 de cüzdanım çekti.

Amatör kümelerde sahte oyuncu oynatmak, şike yap­


mak o kadar kolaydı ki. Ama hakemler nedendir bi­
linmez bir türlü yakalıyamıyordu. İlkbahar gelince
Ada'dan maçlara gidecek oyuncu bulmakta zorlanı­
yorduk. Kimi kız peşinde koşuyor, kimi işte çalışıyor­
du. Mahallede top oynayan çocukların vesikalık fo­
toğraflarını çektirip, lisanslar üzerinde değiştiriyor,
patates mühürle maça çıkarıyorduk.

Eyüp stadında Kumkapı-Zara ile maça çıktık, rakip


takımın idarecisi,

HOŞÇAKAL PRİNKIPO
- Adaların lisanslarına sahada oyuncularla birlikte 47
bakmak istiyorum, sahte oyuncuları olabilir, demişti.
Oyuncu eksiğimiz olduğundan ben de sahte lisansla
sahadaydım. Adamcağız hepimizi ve lisansları tek-tek
inceledi. Son lisans benimkiydi, üzerindeki yazılı isim
de Yusufdu. Fevzi, aceleyle :

- İşte bu da Ahmet abi, demez mi . . . . Kumkapılı ida­


recı,

- Burda Yusuf yazıyor, deyince ben,

- Popom büyük de onun için bana Amet derler, de­


dim . .

- Tamam siz de bize bakın, deyince ben,

- Ne gerek var kardeşim, biz size bakmıyacağız . . ta­


mamdır, dedim. Maçı 4-1 kazandık. Lisansları almaya
gittiğimde, o idarecinin omuzuna hafifçe vurarak,

- Kusura bakma bugün beş sahtemiz vardı, deyince


Kumkapı-Zara'nın idarecisi put gibi kaldı.

Li TER A T Ü R ARKAPENCERE
48

GECE

KALACAK M I S I N I Z ?

Şaka şakayı doğunır mu. Eh, Ada gibi bir yerde 1950-
60'lı yıllarda yaşayıp da, teknolojinin hayatımızı daha
gaspetmediği, azla kanaat edilip, çokça mutlu olundu­
ğu yıllara methiyeler düzmemi fazla görmeyin. Hoşgö­
rünün yoğunluğu belki toleransı kovmuştu da biz far­
kında değildik. Şimdi bu da ne demek diyeceksiniz? İz­
ninizle hoşgörüyle toleransın aynı şeyler olmadığını sa­
vunanlardan olduğumdan açıklık getirmek istiyorum.
Aykırı düşünceye sevecen bakmayı hoşgörü olarak algı­
lıyorum. Aykırı düşüncede olmak herşeyden önce ta­
rafların ayn kültür, ayn gelenek, ayn din, ayn eğitim
gibi çoğaltarak verebileceğim "ayn" tipte olma şartını
getiriyor. Şartlar böyle olunca, hoşgörüye bir sınır ko­
yamıyorum. Karşı tarafı olduğu gibi kabul ediyorum.
Tolerans da ise kabullenmeye sınır getiriyorum. Nede­
ni, ayn değil "aynı" tipde olma durumudur. Denizcile­
rin tabiriyle "kalama" benim tolerans tarifime uyuyor.
Sandalınızı baştan ve kıçta karaya bağladığınızda hala­
ta bir boşluk payı verirsiniz. Amaç, dalgalı havada san­
dalın öne-arkaya biraz hareket edip, parçalanmamasını
sağlamaktır. İşte tolerans bana göre budur.

HOŞÇAKA L P R İNK İ P O
İ şte bizler Ada'mızda ayrı tipte insanlar olarak birlik- 49
te yaşarken, hoşgörülüydük. Aynı t ipte çoğunluk
olunca hoşgörü kovuldu, tahammül gücümüzün azal-
ması toleransı hayatımıza i kame etti. Birbirimize kat­
lanamayınca da küskünlükler başladı. Her neyse ben
gene de hoşgörülü günlerin ayrı ve tatlı tiplerini yaza-
yım.

Adalıların Kumcu Yorga olarak tanıdığı, ilk işi baba


mesleği manavlık, sonraki işi çini-karo imalatçılığı,
kaba inşaat malzemesi satıcılığı olan (toprağı bol ol­
sun) Yorga ile ağabeyi Andrea Frangopulo keyf adam­
larıydı. Mösyö Yorga manavlık ve evlilik döneminden
komşumuz, baba dostu, sofrasını her zaman bana aç­
mış, anılarını benimle paylaşmış, çok şey öğrendiğim
iyilik timsali, saygıyla her zaman andığım bir büyük
ağabeyimdir. Yemeyi, içmeyi, eğlenmeyi, şaka yapma­
yı sevdiği kadar şakayı da kaldıran, paylaşmaktan zevk
alan Yorga, bekarlık günlerinden bir gün, Ada'nın
renkli, saf ve bön tiplerinden, gene kendi gibi bekar ve
yaşıtı Kabariza'yı yedeğine alarak hovardalık yapma­
ya, biraz da eğlenmeye, daha önceden ziyaretçisi oldu­
ğu Beyoğlu'nda bildik bir "pansiyon"a gider. Kabariza
böyle bir yere ilk defa gitmektedir.

Pansiyonlar, eski İ stanbul'da, ziyaretçi erkek müşteri­


ler için çilingir sofrası kurulan, şarkıların söylenip
dansların edildiği ve birkaç saatliğine hanım ikram
edilen yerlerdi. Çoook eski tarihlerden 1960'lı yılların
başına kadar İ stanbul'un Pera'sında, Tatavla'da, Gala­
ta'da, Aksaray'da, Ü sküdar'da, Kadıköy'de, bir dönem
de Büyükada'da açılımını yaptığım şekilde "pansi­
yon"ların varlığını okudum, işittim ve birine de yetiş­
tim. Her milliyetten ve dinden, genellikle bu işin ya­
tağından emekli olmuş kadının işlettiği pansiyonlara

L iTERATÜR ARKA P ENCERE


50 modaya uyarak önce "garsonyer" dendi. Bu zevkhane­
ler, 1960'lı yıllardan sonra da sadece fuhuşun yapıldı­
ğı, kaçak çalışan "randevu evleri"ne dönüştü. 2000'le­
re gelindiğinde Uzak Doğu ülkelerinden esinlenerek
"masaj salonları" denen bu "kötü şöhretli evler"in geç­
mişine kısa süren yolculuğumuzdan sonra biz Beyoğ­
lu'na ve başladığımız yere dönelim.

Yorgo ve Kabariza sofradaki mezeleri ve içecekleri,


kendilerine eşlik eden hatunlarla midelerine indirip,
şarkılı danslı eğlencelerini ayrı ayrı odalarda mutlu
sonla (!) noktalayıp birkaç saat geçirdikleri pansiyon­
dan neşe içinde ayrılıp Ada'ya dönerler. Aradan epeyi
bir zaman geçer, bitlenen ve kaşınan (!) Kabariza, yeni
bir ziyaret amacıyla Yorgo'dan mutlu saatler geçirdik­
leri yerin adresini ister. Eh Yorgo için eğlence başlıya­
caktır artık. Kabariza'ya alakasız bir adres verip başın­
dan savar. Akşamdan hamama gidip temizlenen Ka­
bariza, ertesi gün iki dirhem bir çekirdek giyinenerek
vapura atladığı gibi soluğu Beyoğlu'nda alır. Elindeki
pusuladan takip ederek bir apartmanın bilmem ka­
çıncı katına çıkar, zili çevirir. Yarım açılan kapıdan
uzanan bir kadın başı tanımadığı adama sorar,

- Pu is esi (sen kimsin).

- Den mengnorise (tanımadın mı) ?

- Yooo . . . . . . .

Kadın kapıyı kapatmaya yeltenir, Kabariza ayağını


kapı ile pervaz arasına koyup, kapının kapanmasını
önlerken sağ elinin işaret parmağını sağa sola sallıya­
rak,

HOŞÇA K A L PRİN K İPO


- Aaaaaa, deyince kadının feryadı apartmanı kaplar, 51
Kabariza yanlış yere geldiği ni anlayıp apar topar ka-
çar.

Kabariza akşam Ada'ya döndüğünde Yorgo'ya adresin


yanlış olduğunu, az daha başının belaya gireceğini an­
latır. Yorgo anlatılanların zaten olacağını bildiğinden
için için gülerken,

- Vre hayduri (eşek) beni rezil ettin, git ara bul, ne bi­
leyim hangi evdi unuttum gitti, diyerek ikinci senar­
yonun boş kağıdını (!) Kabariza'ya uzatır. Kabariza
birkaç hafta sonra gene şehevi emelleri için yola koyu­
lur. Sokak aralarında dolaşırken bir evin önünde er­
keklerin sı ra oluşturduğunu, kuyruğun yavaş yavaş
içeri doğru girdiğini farkeder ve,

- Hah işte buldum burası, diyerek o da sıraya girer.


Ağır ilerliyen sıradan yavaş yavaş içeri girmiştir. Bir
koltuğa oturur ve beklemeye başlar. İ çerdekilerden bi­
ri Kabarizaya sorar,

- Akşam kalacak mısınız? Kabariza işini bitirip gide­


ceği için safça cevaplar,

- Yok vre ben bi kere yapıp gideceğim ! ! !

LiTERATÜR A R K A PENCERE
52 - Ne diyosun sen yaaaaaaaaaaaa. . . . . . .

Zavallı Kabariza, pansiyon diye girdiği yerin cenaze


evi, sıranın da taziyelerini bildiren mevtanın akraba
ve arkadaşları olduğunu ne bilsin.

Şaka şakayı doğururup Kabariza'yı zora sokarken, ce­


naze sahiplerinin gösterdiği hoşgörüye ne demeli?

HOŞÇAKA L P R I NK I P O
53

HAÇİK

Ayakkabıcı Agop'un oğlu desem kaç kişi tanır Haçik'i,


ama Tepeköy'deki Haçik deyince anlarlar onu. Ha­
çik'in babası da kendi gibi nüktedan biriydi, Galeri Ay
Celal'in olduğu yerde ayakkabıcılık yapardı. Çocuklu­
ğumda ısmarlama ayakkabılarımı ve altı kabaralı bot­
larımı Agop usta yapardı.

Haçik çocukluğunda çelimsiz biriydi. Horoz Reis'in


yanında çalışmaya başlayınca, önce konuşması değişti,
sonra da hareketleri. Delikanlı olduktan sonra içme
zevki ile yeniliklere açılınca, genlerindeki şakacılığı­
na yaratıcılığı da eklenince sanki filozof oldu. Laf ye­
tiştirilemez, baş edilemez bir çenesi oldu çıktı. Horoz
Reis'in vefatından sonra, çalışmayıp biraz da deliyi oy­
namaya başlayınca, önce kayın biraderinin yanında
Kapalıçarşı'da takılmaya başladı, sonra Ada'da gazi­
noların civarında dolandı. Lokantada yemek yiyen ta­
nıdıklarına asılıp para istiyerek nafakasını çıkarıyor­
du. Hemen hemen herkes Haçik'i bu şekilde kabullen­
mişti. Onun rızkını "rakı" dahil olmak kaydıyle veri­
yordu.

L i T E R A TÜR ARKAP E N C E R E
54 Fedonun babası, Tahtaburun Niko'dan si nirli bir gü­
nünde Haçik mutad parayı ister. Niko hırsla,

- Yok ulan para. . diye bağırır. Haçik bu, altta kalır mı


hiç,

- E, ne yapıyim para yoksa Müsü Niko, öliyim mi ?

- Ö l lan öl.

- E, öliyim de nasıl öliyim Müsü Niko?

- Git kendini as lan.

- E, asıyim de ip yok para ver ip aliyim.

- Para mara yok lan, git kendini açıktan denize at.

- E, atiyim de vapura binicem bilet için para yok ver


para bilet aliyim.

- Ulan bela mısın.

- Baba Niko öl dedin tamam öliyim, ama parasız


ölünmüyor ki.

Konuşmayı dinleyenler kahkahayı, Niko da parayı ba­


sınca Haçik büyük bir hazla ve de hızla oradan uzak­
laştı.

Haçik harman olduğu bir kış günü, içmek için ot bu­


lamayınca, kuruttuğu boru çiçekleriyle kafayı bulur.
Evinde bu aleme takılan bir arkadaşının bacağını tut­
tuğu gibi sobanın içine odun diye atmaya kalkar. Di­
ğer arkadaşı :

HOŞ Ç AKA L P R İ NK İ PO
- Haçik ne yapıyorsun dur diye müdahale edince, 55

- Çok üşüyorum yaa, sobaya odun atıyorum. Bacağı


zor kurtarırlar.

LİTERATÜR ARK APENCERE


56

KA SAP DAÇ İ

Yaşım, Kasap Daçi'yi tanımamı engelliyor. Büyükle­


rimden hep duyardım Büyükada'nın bu renkli adamı­
nı. Şöyle söyliyeyim ; şimdiki Merkez Bakkaliyesi'nin
olduğu yerde, sınıf arkadaşım rahmetli Nurettin Sö­
zen'in bakkal dükkanı vardı. Nurettin'den önce orası
Kapetanaki'nin kasap dükkanıydı. Kapetanaki'den
önce de Daçi'nin kasap dükkanıymış. Böyle geriye
doğru gidince yetmiş yıl önceye varıyoruz. Eh benim
yaşım altmış olduğuna göre, doğmadan önceki on yı­
lımı mişli geçmiş zamanla anlatmamın tabiiliği de
kabul edilir oluyor.

Daçi, Arnavut kökenli bir Ortodoks Hıristiyan kasap.


Tıpkı, bugünkü mevsim manavının olduğu yerde kırk
yıl önce kasaplık yapan Zoto gibi. Daçi'nin anlatılan
önemli özelliği, cahilliğinden kaynaklanan saflığı. Es­
kilere ait çeşitli renkli olayları anlatan Rum ağabeyle­
rimden dinlediklerim arasından Daçi'ninkini naklet­
mek istiyorum. Yetmiş yıl önceye giderseniz kasapla­
rın vitrin dolaplarının olmadığını, dükkanın bir bö­
lümünde, etleri korudukları betondan yapılan soğuk

HOŞÇ A K A L P R I N K I PO
hava dolaplarının olduğunu bilmelisiniz. Evlere buz- 57
dolabının yavaş yavaş girdiği o gün lerde en çok kulla-
nılan markanın, frijder olarak telaffuz edilen, kimile-
rinin de yazıldığı şekliyle okuduğu frigidaire olduğu-
nu hatırlatalım.

Günlerden birinde bir bayan müşteri Daçi'ye et alma­


ya gelir ve sorar,

- Mösyö Daçi sizde frijder var mı?

Daçi ilk kez duyduğu bu yabancı kelimenin, gene ka­


saplık hayvanların Fransızca tellaffuz edilen kimi
parçalarından biri zannederek eline aldığı satırla hay­
vanı doğramaya başlar ve,

- Tabii madam bizde o da var, d iyerek kestiği etin bir


bölümünü tezgaha koyarken,

- İ şte buyrun, der. Yanındaki kalfası (ki o da Arna­


vut'tur) Daçi'nin kulağına eğilerek,

- More ne yaparsın, madam buzdolabı var mı diyor,


antrikot sormuyor, diye açıklama getirince dükkanı
kadının kahkahası kaplıyor.

Daçi'nin yakın arkadaşlarından biri, her zaman saygı


ve sevgiyle andığım Niko Mundi ağabeyimizin babası
Stati'dir. Mösyö Stati, Yani Yamalaki'nin ekmek fırı­
nında çalışan kürekçidir. Fırınlarda hamur hanede ça­
lışanlara hamurkar, ekmeği tahta küreklerle fırına
sürüp, piştikten sonra gene aynı kürekle alanlara da
kürekçi denir. Ada halkı zaman zaman kimi yemekle­
rini tepsilerle fırında pişirirler. Çoğu evlerde fırın bu­
lunmaz, bazı evlerde kuzina tabir edilen büyük fırınlı

L i T E R A TÜ R A R K A P EN C E R E
58 sobalar olurdu. Daçi'nin hanımı, evlerine gelecek mi­
safirlerini ağırlamak için kocasından on tane kuzu
kelleyi fırında pişirtmesini ister. Daçi de bir tepsiye
koyduğu on adet ku� kellesini pişirilmesi için fırına
yollar. Pişen kuzu kelleleri eve gelince Daçi'nin hanı­
mı üç kellenin dillerinin olmadığını görür ve kocası­
na sitemkar bir ifadeyle,

- More Daçi gördün mü yakın arkadaşının yaptığını,


üç kellenin dilini koparıp yemişler. Bu mu senin iyi
arkadaşımdır dediği n ? deyince Daçi soluğu fırında
alır.

- More Stati utanmıyor musun kellelerin dilini yeme­


ye. Ayıptır more, diye çıkışınca, Stati'nin cevabı hazır­
dır:

- Vre Daçi neden aptallık yapıyorsun, ben ne yapacam


senin kuzunun dillerini. Nasıl ki bazı insanlar "dilsiz­
dir" ki konuşamazlar kuzularda da "dilsiz" olamaz
m ı ? Senin kuzuların üçü dilsizse ben ne yapayım. Da­
çi bu benzetmeye inanarak eve gidip bir de eşini azar­
lamaz m ı ? Yetmiş yıl önce Ada insanının eğlencesi,
gelenekçi toplumumuzdaki muziplik ve tuluatçılığın­
dan kaynaklanıyordu. Bugün onları ve olanları yad
ederken gene de gülmekten alıkoyamıyoruz kendimi­
zı.

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
59

K RİYE * K O S T A

B EN " 0 "

Ç o c u G- u MUYUM ?

Eskilere dalıp gidince neler hatırlıyor insan. Tatlı bir


hüzün içimi kaplarken yaşanmış hoş anıları da bera­
berinde getiriyor. İ skelenin içindeki dükkanlar kış ay­
larında cıvıl cıvıldı. Bilet gişelerini arkama alarak
anımsamaya çalışayım : Sağ tarafta kravatçı Münir
Bey'in iki butik dükkanı vardı. Bu beyin dükkan cep­
hesi lacivert camlarla kaplı olup, üzerinde de sattığı
malların ecnebi markaları altın varakla yazılıydı.
Dükkanında erkek ve kadın giyimiyle ilgili daha çok
aksesuar sayılacak hemen her maldan az miktarda bu­
lunurdu. Mendil, şapka, eldiven gibi. Vitrininde en
çok ipek kravat olduğundan Münir Bey'i ismiyle de­
ğil, işiyle i lgili anar, kravatçı derdik. Kış-yaz takım el­
bise, beyaz kolalı gömlek ve kravatını çıkartmadan
dükkanında hizmet veren Münir Bey saçlarını kahve
rengine boyar, Adalılarla fazla muhatap olmaz, öğ­
lenleri bir elmayla açlığını giderirdi. Yaşamının son­
larına doğru hizmetkarı olan genç bir hanımla evlen­
mişti. Onun yanındaki dükkanlar bir ara Denizcilik

• Kriy e : Rum ca'da bay anlamına gel iyor.

LITERA T U R ARKAPENCERE
60 Bankası'ydı da, daha önceleri sanırım gazete bayii
Hrisafi'nin deposuydu. Denizcilik Bankası, Büyüka­
da'da 1950'li senelerde açıldığında ilk müdiresi, İ ş
Bankası'ndan bu bankaya geçen Bayramoğlu ailesinin
kızı Berrin Hanım olmuştu. Berrin Hanım, kayma­
kamlıkta o günün deyimiyle tahrirat katibi, şimdiki
söylenişiyle yazı işleri müdürü Faik Bey'in oğlu Orhan
Temizer'le evliydi. Karı koca sessiz, terbiyeli, Adalılar
tarafından sevilen bir çiftti. Orhan Bey'in ressamlığı
da vardı.

Sol taraftaki dükkanların ilki Vangel'in "Veral"isimli


büfesiydi. Vapur yolcularının sabahları fazlasıyla rağ­
bet ett iği Veral'da, Vangel'in karısıyla birlikte hazırla­
dığı değişik sandviçler satılırdı. Yanındaki dükkan,
beyaz boyalı, kapısında helezoni bir silindirin bulu­
nan, eski tabiriyle perukar, yani erkek berberiydi. Ber­
ber Kosta'nın yanında, Nalbur Taki'nin babası Dimit­
ro'nun çiçekçi ve lostra salonu vardı. Dimitro, Ada'nın
bahçelerinde ve camlı seralarında yetiştirilen çiçekleri
satar, yanında ücretli çalışan Gogo da ayakkabı boyar­
dı. Dükkanın tabelasında "çiçek ve lostra salonu" ya­
zardı. Yaz aylarında vapur yolcularının ceket yakaları­
na taktığı mis kokulu yaseminler, bu dükkanda bostan
patlıcanına takılı koca bir demette satılırdı. Köşedeki
Hrisafi'nin gazete, mecmua, kitap ve tekel bayii hep
vardı.

Berber Kosta'yı bugün kaç kişi tanır veya hatırlayabi­


lir Ada'da? İ skelenin içinde şimdilerde Akpolat'ların
olduğu yerde 1960'lı yılların ortalarına kadar Berber
Kosta icra-i sanat ederdi. Buradaki kalfalardan Stel­
yo'nun, Taksim-Elmadağ'daki Divan Oteli'nin kuaför
salonuna transfer olduğunu, Yunanistan'a gidince de
mesleğine Atina'da devam ettiğini biliyoruz. Hatta

HOŞÇA KAL PRİN K I PO


Rahmi Koç'un Atina'ya gittiğinde ona traş olduğunu 61
duyuyoruz. Stelyo, şimdiki Malatyalılar kahvesinin
yanında kapalı duran Galeri Altın'ın dükkanında o
zamanlar nalbur olan Zafiri'nin kızıyla evliydi. İ şte
Kosta bu gibi kalfaları usta yapan bir berberdi. Sessiz,
kendi halinde, sandalıyla balık avına giden, kendin-
den bir kaç yaş büyük karısıyla mutlu bir evliliği olan,
ama sessizliği kadar da gizli-fırlama biriydi.

Benim yaşımdakiler hatırlayacakdır, bir zamanlar


Milto Lokantası'nın sahilinde denize inen merdiven­
ler vardı. Buraya sandallar yanaşır, tahlisiye işlerini
yaparlardı. Kimi amatörler balık tutar, kimi Adalılar
da burada oturup, gelen balıkçı kayıklarından goygoy•
yaparlardı.

Adamızda okulunda inek (!), günlük hayatta bön Ale­


ko adında bir Rum çocuğu vardı. Bir kış günü bu Ale­
ko bahsettiğim merdivenlere oturmuş, ağlıyor. Berber
Kosta da dükkanına giderken Aleko'yu ağlarken gö­
rüyor, merakla ve acıyarak dayanamayıp soruyor :

- Yati kles vre Aleko (neden ağlıyorsun Aleko) ?

Aleko başını çevirip berber Kosta'yı görünce, onun


efendiliğine güvenerek kafasını kemiren ve cevabını
bir türlü veremediği konuyu, gene bir soruyla cevaplı­
yor:

- Kriye Kosta ben o . . . . u çocuğu muyum?

- Nerden çıkardın be yavrum böyle bir şeyi, olur mu


öyle şey, ağlama hadi kalk evine git.

• Goygoy : B a lıkçı argosunda, bal ı k avcı larından d i lenilen bal ık .

L i T E R A TÜ R A R K APENCE RE
62 - Ama bana okulda arkadaşlarım hep böyle söylüyor­
lar Kriye Kosta.

Berber Kosta, Aleko'nun ailesini iyi tanıdığından ço­


cuğu rahatlatmak adına gecikmeden cevabını veriyor:

- Yok be oğlum, sen babanın "has" evladısın, hadi kalk


evine git.

Aleko bu "has evlat" lafından bir şey anlıyamıyor ve


ikinci sualini soruyor :

- Nasıl yani ya . . . has evlat nasıl oluyorum Kriye Kos­


ta, anlamadım ?

- Bak yavrum senin anan o kadar çirkin ki, babandan


başkası zaten ananla yatamaz! . . . . . katalava ? •

Aleko ağlamasını kesip, doğumuyla ilgili has gerçeği


öğrenerek mutlu bir şekilde evin yolunu tutarken,
Berber Kosta'nm akşam kahvede anlatılacağı yeni bir
Ada anekdotu doğmuştur bile.

' Kaıalava : Ru mca, uan l ad ı n m ı ?" olarak k u l l a n ı l m ıştır.

HOŞÇAKA L PRİNK İPO


63

KA B R İ S TANDA

B AYRAMLAŞMA

Çocukluğumdan bu yana, bayram namazlarından


sonra kabristanı ziyaret ile, ebediyete intikal etmiş ak­
raba ve dostlara birer Fatiha okuma alışkanlığını rah­
metli babam verdi. Tanrı sağlığıma izin verdiği sürece
bu alışkanlığı mın devam edeceğini umuyorum.

Bayram namazlarından sonra, eski Adalıların kabris­


tan ziyareti başlardı. Camiden çıkarken bayramlaşma
başlar, Hacı Necip Yokuşu'nu tırmanırken şakalaşma­
ya geçilirdi. Motorcu Zühtü'nün oğulları Baki, Ö zer ve
Ö ztürk, Hasanaki'nin oğulları Bülent ve Acem Gürsel
şakalaşmada başı çekenlerdi. Şemsi molla Yokuşu'nda
cemaat ikiye ayrılırdı. Şamatay ı uzun tutan lar gurubu
Şemsi Molla'yı güzergah seçerler, acelesi olanlar da Fi­
şekhane'yi yeğlerlerdi. Bu kısa yolcular kabir ziyareti­
ni bitirip evlerine dönerken, şakalaşan gurup mezarlı­
ğa daha yeni vasıl olurdu. Muhakkak ki babamın sağ­
lığında ben de babamla beraber, kısa yoldan kabrista­
na çıkardım. Kabristan ziyaretine aile mezarından
başlardık. Mezarda babamın amcası ve Arapgir'den
kemiklerini geti rdiği halası yan yana yatıyordu. Sonra

LİTE R ATÜR ARKAPENCERE


64 annemin amcasının mezarını ziyaret ederdik. Zaman
içinde vefat eden dost, arkadaş ve akrabaların yanında,
gezerek öğrendiğim ünlü kişilerin de mezarlarını zi­
yaretle, onlara da Fatiha okumaya başladım.

Babamın amcası, Ada'da ilk sanatoryumu hekim Mu­


sa Kazım'la birlikte açan, sonradan ortaklıktan ayrılıp
şimdiki İ ş Bankası'nın olduğu yerde aktarlık yapan
Hafız Hüsnü idi. İ lk sanatoryum, Maden'de eczacı
Hüsnü Bey'in evinin arkasındaki ahşap büyük binada
açılmıştı. Sonra tur yoluna taşındı. Annemim amcası
da oduncu Sait Ağa idi.

Beni derinden sarsan ilk ölüm, edebiyat öğretmenim


Mahmut Kuşadalı'nınki olmuştur. Ummadığım za­
manda, çok genç (elliyedi) yaşında aramızdan ayrıldı
sevgili öğretmenim.

Aile mezarlarımızın dışında ilk onun kabrini ziyaret


eder, Fatiha okuduktan sonra dalıp uzun uzun onunla
konuşurdum sanki. Sonra bu listeye, okul arkadaşla­
rım dahil oldular. Sırasız gidenler ; Deniz Kulübü mü­
dürü Emin ağabeyin kardeşi Zeki Tunç, Galip amca­
nın oğlu Nurettin Ö zen, kumcu Aziz amcanın oğlu
Sadri Düz, tren altında arabasıyla sürüklenen Talip,
eşi ve çocukları . . . . Ve diğer sıralı-sırasız göçenler.

Mahmut Kuşadalı, giyiminden davranışına, öğret­


menliğinden insanlığına tam bir beyefendiydi.

Açık fikirli, eşitlikçi, demokrat yapısıyla bana öğret­


menden çok eğitmen gibi gelirdi. Çünkü o, öğrenme­
yi öğreten gerçek bir cumhuriyet öğretmeniydi. Hiç
bir fikri empoze etmezdi.

H O Ş Ç A K A L P Rİ N K İ P O
"Okuduğunu anla, ne anlıyorsan kendi bilginle karış- 65
tır ve kendi yorumunu yap" derdi. Bunu söylerken
takvimler l960'ları gösteriyordu. Ama ne yazık ki
2000'lerde hala ezberciliğe dayanan bir eğitim siste-
minin okullarda egemen olduğunu görmek insanın
benliğini yakıyor.

Zeki Tunç güler yüzüyle, şakacılığıyla lisede sıra arka­


daşımdı. Hüseyin Rahmi'yi anma gününde onunla
birlikte, edibin "İki Hödüğün Seyyahati" hikayesini
dialog olarak oynamıştık. Ö lümü zamansız ve acı veri­
ci oldu. Aile mezarımızın hemen yanındaki yerde ya­
tıyor

Nurettin, ağabeyi bakkal Kadir ve ben ilkokulda aynı


sırada otururduk. Okul numaralarımız da birbirini ta­
kip ederdi ; l4l-l42-l43 . . . Kadir hala bildiğiniz ve gör­
düğünüz gibi sakindi. Nurettin hareketliydi. Ada'da o
günlerde futbola olan sevgimiz yüzünden, babaların­
dan dayak yiyen ikimizden başka çocuk yoktu. Karan­
fil'de top oynarken, ellerinde akasya ağacının sopala­
rıyla zuhur eden bakkal Fahri ile manav Galip'i gören
biz ikimiz tabana kuvvet evlerimize kaçar ama dayak­
tan kurtulamazdık.

Sadri ilkokulda bana lakabımı takan arkadaşımdı.


Sadriciğim ne lakap takmışsın ama ... Eh, serde kum­
culuk olduğuna göre, sel gider kum kalır misali laka­
bım kum gibi kaldı ; Fıstık Ahmet.

Hiç de rahatsızlık duymadığım lakabımla yaşamaktan


çok memnunum. Hatta bazen şehirden geleceklere
adres tarifi nde zorlandığımda "Büyükada'ya çık, Fıs­
tık Ahmet'in yeri nerde diye sor, sana anlatırlar" diye
de konuşabiliyorum. Şimdi merak edeceksiniz Fıstık

LİT E R A T Ü R ARKAPE N C E R E
66 nereden geliyor diye, rahmetli, gözümün renginden
dolayı bu lakabı uygun görmüş. Teşekkürler Sadrici­
ğim, yattığın yer cennet olsun, nur içinde yat.

Talip'i şimdilerde kimse tanımaz. İ lkokulda sınıf ar­


kadaşımdı. Araba meydanında bir dönem Adalar
Müftülüğü'nün olduğu yerde otururlardı. Güler yüz­
lü, iyilik meleği, çok yardımsever bir arkadaşımdı. Kız
kardeşi Aytaç -ki şimdi Riviera'da otururlar, Ateş'le
evlidir- bir de Ada'ya hiç gelmeyen ağabeyi Halit ha­
yattadır.

Bayramlardaki kabir ziyaretlerimde isimleri yukarıda


geçenlerin dışında ziyaretçisi olmadığını kabullendi­
ğim bir dolu mevtaya da Fatiha okuyorum. Kabristanı
gezince nice isimlerin Büyükada'da yattığını görürüz.
Tarihçi Ahmer Refik Altınay, Türk Dil Kurumu Sekre­
teri İ brahim Necmi Dilmen, Halikarnas Balıkçısı Cevat
Şakir Kabaağaçlı'nm babası Şakir Paşa, kızı seramikçi
Füreya, Yassıada'daki Yüksek Adalet Divanı üyesi ha­
kim general Hasan Gürsel, Bedia Muvahhitin kocası
Ahmet Muvahhit ve kayın pederi aktör Ahmet Fehim,
yazar Doğan Avcıoğlu, iktisatçı İ dris Küçükömer, sana­
toryumun kurucusu Musa Kazım, Adalı hekimler Celal
Ferdi Kocal ve Şeref Bey, milli mücadelede Kuvay-i
Milliyeci olarak çalışan emniyet amiri Zübeyir Bey, oğ­
lu Osmanlı Bankası müdürlerinden melek insan Hasan
Bayramoğlu, avukat Hüsamettin N işancının babası İ s­
tiklal Harbi gazisi Fuat Bey ve eşi eğitimci-ressam Feha­
met Hanım, Değirmen plajı sahiplerinden Kenan Bey
ve oğlu Ajlan Gülal. Avukat Fuat Akoğlu, dayılarım
Cemil ve Nedim Genç aklıma gelenlerden birkaçı.

Bu isimlerden bazılarını, Adamızdaki sokak veya


parklarda yaşatılmasının bir vefa borcu olacağını iste-

HOŞÇAKAL PR İNK İ PO
mem lüks mü olur diye soruyoru m ? Kimi ülke tarihi- 67
ne geçmiş, kimi Adamıza hizmet etmiş bu isimleri
unutmamalıyız. Düşünceme katılanların, eyleme geç­
melerinden onu r duyarım. "Fehamet Öğretmen Par-
kı", "Ahmet Refik Sokağı", Ada ile ilgisi olmayan Ke-
nan Evren Parkı veya Panço'dan galat Panjur Soka-
ğı'ndan daha anlamlı ol maz m ı ?

Bir bayram sabahı kabristanda Adalar Gençlik Kulü­


bü eski başkanlarından Sudi Acarlar ağabeyimizi aile
kabristanına doğru yürürken arkadan gördüm ve ya­
nına gelince ; "Hayrola Sudi ağabey, futbol takımı mı
kurmaya geldin" d iye takıldım. Bayramlaştık, öpüş­
tük, "Yahu Ahmetçiğim hiç eski Adalıyla karşılaşma­
dım, bizden kimse kalmadı mı, bu ne sessizlik" diye
şaşkınlığını ifade edince, "O nedenle böyle konuştum
ağabey, eskiler ya toprak altında, ya da Ada'yı ter ketti­
ler" diye cevaplamıştım.

L İTERATÜR A R K APE NCERE


68

B İ R Z A M ANLA R
B UNLA R L A E v

G E Ç İNDİR İLİY O RD U

Sefertasıyla Yemek Taşıyıcılar

Çocukluğumuzun ve gençl iğimizin kimi meslekleri­


ni, gelişen teknoloji yuttu, yok etti. Kimi mesleğin de
Adaları terk ettiği ayrı . . . .

Mesela eskiden yazlıkçıların vapurla işe gidenlerine


öğle yemekleri saat 10: 00 sularında sefertası taşıyıcıla­
rınca götürülürdü.

Saat 8 : 00 gibi İ stanbu l'dan gelen vapurdan, sırt değ­


neğinin iki ucunda, iplerle bağlı boş sefertaslarını ta­
şıyan hamallar çıkardı. Adresleri önceden bilinen ev­
lere dağılan bu hamallar sefertaslarının boşlarını bı­
rakır dolularını alıp, en geç 1 0 : 00 vapuruna yetişirler­
di. Vapur köprüye yanaşınca önden hemen inerler,
koştura koştura, sabah işlerine gidenlere yemeklerini
dağıtırlardı. Haftanın beş günü bir hayli yükleri olan
hamalların, cumartesi günü taşıdıkları sefertası sayısı
azalırdı. Giderek insanımız tüketi m toplumunun
mensubu olmaya hak kazanınca (!) evden değil, dışar-

H O ŞÇAKAL P Rİ N K İ P O
dan yemenin çağdaş bir statü olduğuna karar vermiş 69
olmalı ki, şimdilerde evden iş yerine yemek taşımanın
neredeyse ayıp sayılacağına inanıyoruz.

Ke p enk Yağlayıcıları

Dükkan sahipleri zamana ayak uydurarak, tahta ke­


penklerini demir ve sac kepenklerle değiştirmeye baş­
lamışlardı. Bu kepenklerin sabah ve akşam çıkarttığı
sesler, çarşıda dükkanların açılış-kapanış saatlerini de
bildiriyordu. Kepenklerin yürüdüğü rayların yağlan­
masını İstanbuldan gelen kısa boylu birisi sağlıyordu.
Malzemesi, uzun bir sopanın ucuna 90 derece açı ile
sabitleştirilmiş iki parmak genişliğindeki fırça ve beş
kiloluk bir tenekenin içindeki yanık yağ idi. Bu adamı
kimse çağırmazdı. O kendisi zamanlamayı yapar, bel­
li periyotlarda gelir, kimseyle konuşmaz, ağzında si­
garasıyla rayları yağlar, yere dökülenleri kıç cebinden
çıkardığı üstübüyle siler, çay veya gazoz ısmarlanınca
içer, emeğinin karşılığını alır giderdi. Dilsiz olduğunu
zannederdim ama değilmiş.

Diğer Adalar'da ve İstanbul'da da kepenk yağlaması


yaparmış. Cezasını tamamlamış eski bir mahkum ol­
duğu söylenirdi.

Duvar İlanı Yap ıştırıcıları

Ada' da duvar ilanlarını yapıştırıldığı belli yerler var­


dı. Gelişigüzel yerlere ilan yapıştırılmazdı. Bir tek
ölüm ilanları, bugün de olduğu gibi ağaç gövdelerine

L İTE RAT Ü R ARKAPENCE RE


70 (raptiyelenmez) yapıştırılırdı. Sinema afişleri ise Saat
Meydanı'nda kendilerine ait camlı ilan tahtalarına
asılırdı. Duvar i lanlarının içerikleri farklıydı.

- Daima en mükemmelini satın alınız: General Elekt­


rik ampulleri

- Soğuğa meydan okumak için bir Coleman alınız.


Petrol veya mazot yakan sobalar

- Star oyulmuş traş bıçaklarını deneyiniz

- Rüyalarınızdaki radyo Orion. Ayda 25 lira taksitle

- Tungsram. En az paraya en bol aydınlık

- Bol kokulu-nefis kokulu kalpleri birleştiren sabun :


Puro

- Bütün ağrılara karşı Gripin

- Emniyet Sandığı. Arsa ve para ikramiyeleri dağıtır

- Hoover elektrik süpürgeleri döver-temizler-süpürür

- BTH otomatik çamaşır yıkama makinesi Burla Bira­


derlerde

- Aradığınız kumaşları ancak Suraski'de bulabilirsi­


niz

Bu duvar i lanlarını da İ stanbuldan gelen birkaç kişi


asardı. Omuzlarından çapraz aşağı doğru asılı (palas-

HOŞ Ç AKA L PRINKIPO


kaya benzer) bir meşinde duvar afişleri ters katlanmış 71
dururdu. Ne ilanı olduğunu ancak yapıştırma işi ta­
mamlanınca anlıyabilirdik. Nişastadan mamul kola
büyükçe bir kovada bulunurdu. Ellerindeki uzun so-
palı tahta fırçasını kovaya sokup duvara sürerler, son-
ra arkalarından sıyırdıkları kağıt ilanı fırçanın üzeri-
ne koyup duvara yapıştırmaya başlarlardı. Tersten
katlı olan kağıt her devrilişinde tutkallanır ve işlem
tamamlanırdı.

Adamızda duvar ilanlarının yerin i artık bez afişler al­


dı. Böylece ilan yapıştırıcıları da ortadan kayboldu.

İki Türlü Eşekçiler! ! !

Araba Meydanı'nı n alt kısmında eşeklerin durağı,


onun da devamında bostan vardı. Arabayla eve gidil­
diği gibi eşekle de gidenler olurdu. Akşamları meh­
tapta eşek turuna çıkmak alışkanlığı vardı.

Yanlız itiraf etmeliyim ki, eşekçiler bazı arkadaşlara


eşek teslim etmezlerdi! ! ! Bu arkadaşlar için eşeklerle
cinsi münasebette bulunmak da ayrı bir alışkanlıktı.
İsimlerini yazmıyacağım, on kadar arkadaş, bir akşam
dükkana gelip, babamdan da izin alarak eşek turuna
çıkacağımızı söylediler.

Gel gelelim hemen hepsi demin bahsettiğim neden­


den dolayı kara listedeydiler.

- Ahmetçiğim sen eşekleri al, biz Anadolu Kulübü­


'nün orda seni bekliyeceğiz. Kuzenim rah metli Er­
san'la eşekleri almaya gittik. Eşekçiler bana itimat et-

L İTERATÜR ARK APENCERE


72 tiklerini, başka bir Adalı gelseydi eşekleri vermiyecek­
lerini anlattılar. Ben de saf saf:

- Neden vermezdiniz. . . . diye sorunca, içlerinden biri

- Lan buğun bi bohtan habarı yoh lan . . verin getsin . .


dedi.

On iki eşeği bir birine bağladılar, öndeki eşeğin üstün­


de ben, arkadakine Ersan bindik, kervan sahibi gibi
yola revan olduk.

Daha karakola gelmeden İş Bankası'nın köşesinden


fırlayan bizim apaçiler eşeklerini tanıyor olmalı ki
paylaşımı yaptılar. Bu arada biz de başka eşeklere bin­
dik tabii. Lunaparka kadar adam gibi giden grup bura­
da Ersan'la bana niyetlerini söylediler.

- Siz Ay' Nikola'dan• turlayın, biz kestirmeden gelip


sizle buluşuruz.

- Oğlum yapmayın adam beni tanıyor.

- Bi şey olmaz lan . . hadi . .

Yapacak bir şey yoktu. Ersan'la namuslu bir şekilde tu­


ra devam ettik. Lavrendoğlu'nun evinin orada bizim
"eşekçileri" bekliyoruz. Birazdan hepsi zuhur ettiler.
Hepsinin mutluluktan ağızları kulaklarında, müte­
bessim bir çehreyle sırıtıyorlar. Ne yalan söyliyeyim
bana sanki eşekler de sırıtıyor gibi geldi. Şakalaşarak
Çınar'a kadar geldik. Resul'ün tostçu dükkanının ora-

' Ay' : Ru m l ar Aziz a n l amına gelen Ay ios kel imes i n i kısaca böy l e telaf­
fuz ederlerd i .

H OŞÇA K A L PRİ N KIPO


da hepsi eşeklerden indi, gene eşekleri birbirine bağla- 73
dılar. Eşekçilere hayvanlarını teslim ettim. İçlerinden
biri eşeklerin altlarını, arkalarını eliyle yokladı ve

- Eşşeğen a . . . gomuşsunuz der demez, arkamda koro


halinde bizim arkadaşların sesi duyuldu :

- Uuff, hem de nasıl. . .

- Bi daa size eşşek verenin . . . bi daa Ada'ya dişi eşşek


getirenin diye başlıyan ve hiç bitmeyen yeminler . . .

Ama ne varki bu tarihlerden sonra Ada'ya hakikaten


dişi eşek sokulmadı. Hatta Burgazada'da inşaat yapan
arkadaşım Orhan eşek almaya Merzifon'a gittiğinde

- Ada'dan mı geliyorsun . . . ha tamam dişi olmaz . . . de­


meleri ni anlıyamamış, bana nedenini sorduğunda
onu bu konuda gereğinden fazla aydınlatmıştım.

L İ TERATÜ R A R KAPENCERE
74

Bu ÇocuKTA

ÇOK iNSANIN

EMEGİ VAR

Yüksek kahvenin balkonunda oturmuş, gelip geçenle­


ri seyrederken, bir aşağı bir yukarı tur atanların çoğu­
nu tanımadığımı itiraf etmeliyim. Kulakları çınlasın
Abidin, şimdi kış sezonunda Ada'da ikamet etmiyor
olmamın beni Ada'dan uzaklaştırdığını söyleyecektir.
Tartışılır ama bu tanıyamadıklarımın davranışları ve
birbirlerine hitab şekillerinin Adalılık ruhuna uyma­
dıklarını görmek, beni "zaman satan dükkan"ımın
tozlu raflarına götürdü.

Altmış yıldır doğup büyüdüğüm Adamda çocukluk ve


gençlik yıllarımın beşeri lezzetini çok özlüyorum. Bü­
yükadamın sakinleri arasında, birbirini tanımasalar­
da gizli bir nezahet, bugünün diliyle manevi saflık, te­
mizlik ve saklı bir saygı vardı. Sabahın ilk ışıklarıyla
işlerine giden erkekler birbirlerini,

- Sabah şerifleriniz hayrolsun

- Bonjur

HOŞÇAKA L PRINK İPO


- Kalimera 75

- Şalom beraha beratua

- Parilus

diye selamlarken, başlarını örten fötr şapkalarını sağ


ellerinin üç parmağıyla yukarı doğru kaldırıp hafifçe
öne eğilerek reverans yaparlar, hürmet gösterirlerdi.
Yüzlerinden tebessümü eksik etmezlerdi. Hakeza ha­
nım Adalılar da güleryüzleriyle tanıdıklarını selam­
lardı. Akşam vaktinde de selamlamanın şekli aynı ka­
lır, kelimeler değişirdi :

- Akşam şerifleriniz hayrolsun, ya da, hayırlı geceler

- Bonsvar

- Kalinihta

- Kşer pari.

Yukarıda saydığım selamlaşma zenginliği nin yerini


şimdi "selamünaleyküm" tekdüzeliği ve asık suratlar
aldı. Demem o ki, yüz yıllarda oluşmuş Adalılık ritü­
eli, önce selamlaşmadan başlıyarak Ada sahillerinden
uzaklaştı.

Yüksek kahvenin balkonunda bir yaz sabahı vapura


gitmeden önce kahvelerimizi yudumluyoruz. Kimler
yok ki masada; toprağı bol olsun Arman Zartar, terzi­
lik dönemindeki Fedan Kalyoncu, çantacılık döne­
mindeki Bumbulino Berç Nazaryan, Aslanlı döne­
mindeki Artür Çakıryan, her zaman zenneci Berç
Kamburyan ve matbaacılık dönemindeki bendeniz

LITERA T U R A RKAPENCERE
76 Fıstık Ahmet. Tanımadığımız genç bir kadın elinde
pusetiyle saat meydanından çarşıya doğru gidiyor.
Herkesin dikkatini çeken aslında kadının güzelliği
ama hepimiz adına Fedon'un ağızdan çıkan söz fark­
lı ;

- Ne güzel çocuk değil mi, maşallah.

Hepimiz birbirimize bakıp başımızı sallıyarak onaylı­


yoruz ama gözlerimizin kadının üzerinde olduğunu
da adımız gibi biliyoruz. Kadın gözümüzün önünden
süzülüp, çarşının kalabalığına dalınca sessizliği Kam­
buryan bozuyor;

- Çok adamım emeği var o çocukta!

Kahkahanın göz yaşına karıştığı yerden kalkıp vapura


giderken yolcular neye güldüğümüzü merak ediyor­
lar.

HOŞÇAKAL PRINKİPO
77

M ANTA R R A H M İ

Rahmi ağabey dayımım oğludur. Ada'da herkesin ta­


nıdığı, hergeleliklerini bildiği renkli bir insandı. Aşa­
ğı yukarı 30 yıl önce Ada'yı terkedip Gemliğ'e yerleş­
ti. Ailece dededen kalma odun sergisini işletirlerdi.
İşin başında baba vardı. Ağabeyi Zeki odun keserken
çoğu parmağını hızara kaptırmıştı. Sağ elinden üç, sol
elinden bir parmağı kesikti. Zeki daha sonra annesi­
nin doğduğu yerde, Yalova'nın Koru köyünde çiçekçi­
liğe başladı. Koru halkının çiçekçi olmasında Zeki
ağabeyin büyük katkısı olmuştur. Bugün Korulular
Zeki Genç'i bu bakımdan minnetle anarlar. Rahmi
ağabey, babası gibi içkiyi sever ancak içince neşelenir,
arada bir muzurluklar yapardı. Büyükada futbol takı­
mının yaz aylarında Tepeköy'deki maçlarında kaleci
oynardı. En yakın arkadaşları Badi Baki, Elektrik Ne­
dim, Haşim ağabey, şöför Mustafa ve kumcu Bedri
ağabeydi. Elindeki parayı arkadaşlarıyla harcar, para­
sız kalınca da veresiye defterini açıp, yanlarında çalı­
şan Seydali'yi tahsilata yollardı. Borçlu daha vadenin
gelmediğini bildiği halde Seydali'nin Rahmi tarafın­
dan rakı parası için gönderildiğini anlar, cüzi bir mik-

LİTERA T ÜR ARKAPENCERE
78 tar ödemede bulunurdu. İ lk içkiler genellikle yazıha­
nede, babasının meyhanede olduğu saatlerde akşam
vakti içilirdi. Meyhaneden geç vakit dönen baba doğ­
ru odun sergisinin yanındaki eve çıkardı. Rahmi ve ar­
kadaşları nın yazıhanedeki keyif faslı bitince, bu sefer
sahil meyhanelerinde sofra kurulurdu.

Rahmi ağabey her gün eşeği ne ters binip, iskeleye ga­


zete almaya giderdi. Bir yaz sabahı gene eşeğe ters bin­
miş, üzerinde yalnız şort ve başında hasır şapkayla va­
pur iskelesindeki H risafi'ye gazete almaya giderken
bizim dükkanın önünde eşeğini durdurup, babama
"hayırlı işler enişte" diye seslendi. Bu selamlama her
gün yapılıyordu. Aradan iki saate yakın zaman geç­
mişti. Bu kez elinde gazeteyi okuyarak, gene eşeği n
üzerinde ters vaziyette odun sergisine dönerken, dük­
kanımızın önünde durup mükerrer selamını verdi :

- Hayırlı işler en işte . . . Babam "Allah akıl versin bu


çocuğa, " diye kendi kendine söylendi. Bel li ki Rahmi
ağabey geceden kalmaydı ve afyonu daha patlamamış­
tı. Biraz sonra berber İ zak heyecanla geldi.

- Fahri , bu sizi n Rah mi deli edecek beni. Sabah sabah


yeldi, saçını, sakalını, bıyığını, yetmiyormuş gibi kaş­
larını da, hadi o da yetmiyormuş gibi vücudundaki
kıllarıda usturaya vurdurdu. Göğsünü, bacaklarını,
hepsini . . bir orası kaldı. . . Deli mi ne? Vapura yetişti­
receğim müşterilerim vardı hepsine ayıp oldu . . . .

Babam ne desin . . . . bastı kahkahayı.

Rahmi ağabey, dönemin emniyet amirinin kızıyla


flört ediyordu. Kız bunu sever, bu kızı sever, lakin ge­
lin görün ki amir bu işe çok bozulurdu. Adadaki her

HOŞÇAKA L PR İNK İ PO
olayda ilgisiz de olsa Rahmi karakola çekilir. Dayak 79
yemesede olayla ilişkisi olanların ifadeleri alınana ka-
dar nezarette tutulurdu.

Bir Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında Ada'nın


gençleri fener alayı düzenler. Tabii içlerinde Rahmi
de vardır. Polis fener alayına müdahale eder, izin al­
madınız der, gençlere dağılmaları nı söyler ama yanlız
Rahmi'yi karakola çekerler. Sabaha kadar nezarette
konuk edilir. Araya hatırlı kişi lerin girmesiyle ancak
sabah salıverilir. Karakolun karşısında ki kaldırımda
bütün arkadaşları ve meraklı Adalılar Rahmi'yi bekle­
mektedir. Merdivenlerde Rahmi gözükür, ellerini yu­
karı kaldırarak, arkadaşlarının ve Adalıların alkışını
keser sonra da muzaffer bir komutan gibi konuşur:

- Arkadaşlar, emniyet amiri kızıyla çıkıyorum diye


olur olmaz zamanda beni içeri alıyor. Suçsuz yere sa­
bahlıyorum. Ama artık bitti, çünkü tayini çıktı haberi
yok. . . . Alkışlar, alkışlar . . . .

Kısa bir süre sonra amirin tayini çıktı Rahmi karakol­


dan, karakol da Rahmi'den kurtuldu.

L İ TERATÜR A RK A P ENCERE
80

GİT A R H O C AS I

Lonca Sokağı'nda, terzi Selahattin'in yanındaki dük­


kanda müzik aletleri ve tamiri yapılırdı. Bugün her­
kese şaşırtıcı gelebilir ama, o tarihlerde çok evde mü­
zik aletleri bulunurdu. Müslim-gayrimüslim ayrımsız
çok evde müzik icra edilirdi. Müslüman ailelerin çal­
dığı enstrümanlar daha ziyade ud, keman ve piyanoy­
du. Rum aileler ise akordion, gitar, mandolin, buzuki
çalarlardı. Müslüman hanımlar evlerde toplanıp meşk
ederlerdi. Bunlara, Uğur-Hasan kardeşlerin annesini,
Badi Baki'nin anne ve teyzesini örnek gösterebilirim.
Rumlar ise daha çok paskalyada, bahar ve yaz ayların­
da sokaklarda, kırlarda, gazinolarda çalıp söylerlerdi.
Bir de kimi evlerde ve çoğu meyhanelerde laternalar
vardı. Çocukluğumda arpacı Arif Ağa'nın evindeki la­
ternayı çevirip müziğini dinlemek bana sihir gibi ge­
lirdi. Ayios Yorgi'de, Lunapark'ta, Hristostaki Ligor­
'da, Aşıklar'daki gazinolarda laterna çalınırdı. Sahil­
deki meyhanelerde de laterna bulunurdu. 70'li yıllar­
da, şimdiki Kaptan Restoran'ın olduğu yerde Lefter
isimli Balıkpazarlı birinin meyhanesinde son olarak
laterna sesini duyduk. Bu tarihten sonra Ada'da later-

HOŞÇAKAL P R İ NKİ P O
naya rastlanmıyor. Çok eski zamanlarda ise seyyar la- 81
ternacıların olduğunu duyuyoruz. Hatta bazı zengin-
lerin kır gazinolarına giderken özel laternalarını ve
küfe hamallarını da götürdükleri anlatılır. Bunlardan
birinin Fundukis isimli ehli keyf bir çorbacı olduğu,
içkiyi fazla kaçırınca evine küfey le döndüğü söylenir.

Ada'daki okullarda müzik derslerinde bir enstrüman


çalınması da öğretilirdi. İ steyen aileler çocuklarının
kabiliyetine göre ders aldırırlardı. 23 Nisan'da okul­
lardaki müsamerelerde de bu çocuklardan kurulu ekip
konserler verirdi.

Tabii bu kadar çok sayıda müzik aleti bulunan yerde,


onunla ilgili bir iş kolunun bulunmasından doğal ne
olabilir ki ! İ şte bahsettiğim dükkanda bir kaç ustanın
varlığı nı hatırlıyorum. P iyano akordu, laterna ayarı
yapan, gitar, ud, mandolin ve keman imal eden, akor­
dion tamiri yapan ustalardan başka, dükkanda de­
vamlı bulunan bir de gitar-mandol in hocası vardı.
Adı İ lia olan bu beyi sessiz, kendi halinde, efendi, de­
vamlı ceket kravat kullanan biri olarak anı msıyorum.
Niko ağabeye bu dükkan ve gitar hocasından bahsetti­
ğim bir gün,

- Vre Ahmet anlatayım sana onunla ilgili bir olayı,


bak ne gelmiş adamın başına . . . . Bir gün ders vereceği
ev lerden birine gidiyor bu İ lia, . . . ders verirken çok sı-
kışıyor . . . izin isteyip tuvalete gidiyor . . o zaman alaf­
ranga tuvalet fazla yok daha evlerde . . . giriyor tuvale­
te oturuyor alafranga klozete, yapıyor büyük abdesti­
ni . . . çekiyor rezervuarı ama o da ne . . pisl ik gitmiyor.
Nah (Niko ağabey ıstavroz çıkararak) mateteo kendisi
anlattı yalanım varsa. . . pisliğin boyu belki 30 santim,
kalınlığı bilek gibi . . . tekrar çekiyor suyu . . yok gitmi-

LITERATUR ARKAPENCERE
82 yor vre . . sıkılıyor. . terlemeye b�lıyor. . sonunda aklı­
na bir şey geliyor. . . alıyor pisiği eline ve kırıyor. . an­
cak o zaman rezervuarın suyuyla gidiyor pislik. . .

Güzel sanatların bir koluyla uğraşan beyefendinin şu


b�ına gelen hiç de hoş olmayan duruma bakın !

HOŞÇA K A L PRİN K İPO


83

SAKSAFON

Nerelerden nerelere geldik! Ada'da müzik aletlerinin


çalındığı, çeşitli müziklerin icra edi lip dinlendiği dö­
nemler geride kaldı artık. Şimdi moda olan Türkçe
pop, arabesk, fantazi ve hiç bitmeyen aşkımız o güzel
türkülerimizin bir kısmını duyuyoruz.

Geçen yaz döneminde sanırım belediyenin bir orga­


nizasyonuyla Ada'mıza gelip, Reşat Nuri Güntekin
anfitiatrında bir konser veren İ srael klasik müzi k
topluluğunun yeteri kadar duyurusu yapılamamıştı.
Çoğu Adalı gibi benim de bu konserden haberim ol­
madı. Ertesi gün belediyenin bahçeler müdürlüğünde
çalışan bir elemanı her zamanki gibi soluklanmak
için geldi. Prinkipo'nun ön tarafı ndaki Kenan Evren
Parkı'nın bakımını belediyenin çok iyi yaptığını da
bu arada belirtmeliyim. Bahçe elemanının bir meşru­
bat içip, hal hatır sorarak yaptığı söyleşi şöyle devam
etti :

- Ahmed ahi ya sana bir şey söylicem. Dün ağşam ti­


yatroda gonser var didiler bize belediyeden.

LİTE RATÜ R ARKA P E NC E R E


84 Çoluğu çocuğu alıp gidin dediler. Mustafa Sandal ge­
licek didiler. Bende eve gittim çoluğu çocuğu hanımı
toparladım, aşaya indik. Bizim gibi belediyede çalışan
bütün arkadaşlar da ailelerini alıp gelmişlerdi. Otur­
duk, arada yazlıkçı madamlar müsüler de vardı. Hatta
benim yanımda bir musevi aile oturuyordu. Çok yaz­
lıkçılar da yer bulamadı tiyatronun dışında ayakta
bekliyorlardı. Sonra sahneye çalgıcılar çıktı ama Mus­
tafa Sandal yoktu. Bilmediğimiz bir müziği çalıp du­
ruyorlardı.

Benim bildiğim aletler de yoktu. Çok alet vardı ama bi


tanesi sarıydı altın gibi, meraklandım, yan ımdaki
müsüye sordum,

- Amca bu çaldıkları nedi r? diye. Bana, yüzüme baka­


rak :

- Saksafon . . dedi.

Çok bozuldum. Zaten ne çalmandan anlıyorduk, ne de


Mustafa Sandal vardı.

- Kalkın çocuklar . . gidiyoruz. . . . dedim.

Kalkıp eve gittik. Ahmed ahi kandırıldığıma mı yana­


yım, o müsünün benimle dalga geçmesine mi yana­
yım şaştım kaldım. Ahmed ahi yaa biz saksafonun ne
olduğunu bilmeyen erkek miyiz yaa?

Yaaa işte böyle dostlar. Bu millete saksafonu pornocu­


lar öğret irse, bir gü n gerçek saksafonu gören ben i m
taze Adalım sukutu hayale uğrar. Gel d e şimdi adama
saksafonun müzik aleti olduğunu anlat bakalı m ! An­
latması na anlattım da adamcağız.

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
- Ahmet abi yaa sen de ben i işletiyon ya demez m i ? 85
Daha ne söyliyeyim? Sözlükle mi dolaşmal ı ?

L i T E RATÜ R ARKAPE N C E R E
86

SANA B iY
Ş EY YA P T I I I G ?

Ada'da çeşitli kültürlerle yoğrularak büyüyen bizlerin


bir bakıma "kültür akrabalığı"nı kim inkar edebilir?
Akrabalığın i lle de soydan gelmesi mi gerekiyor? İşte
ben de doğup büyüdüğümüz Adamızda, bin yıllarda
oluşan farklılıkların karma kültürünün ürünü oldu­
ğumuzu söyleme hakkına sahibim. Bayramda Meh­
met'in kestiği kurbanın eti Niko'nun sofrasına gidi­
yorsa, paskalyadaki Niko'nun çöreği de Mehmet'in
evindedir. Kirkor'un elemi benim elemim, benim
hüznüm Salamon'un acısı, Kirkor'un neşesi benim de
sevincimdir. Doğan bebeğin, evlenen gençlerin mut­
luluğunu farklı mekanlarda hep birlikte kutlarken,
sonsuz yolculuğa çıkışta üzüntülerimizi gene farklı
kutsal mekanlarda paylaşıyoruz. Lisanımızda ortak
kullandığımız ne çok kelime var? Anahtar, Rumca
"anihti"den yani "açmak"tan gelmiyor mu ? Kimi ba­
lık isimleri skorpit (akrep balığı), istavrit(balığın sır­
tındaki ıstavroz-haçtan dolayı), ya da günlük hayatta
çokça kullandığımız kefi(keyif), mangali (mangal),
kapaki(kapak), flincani(fincan) karma kültürümüze
örnekler değil m i ? Demem o ki biz Adalıları birbiri-

HOŞÇAKAL PRİ N K İPO


mizden ayıran tek şey, bu topraklarda yaşayan herkes 87
için de geçerli olan, vatandaşlık numaramızdır.

Farklı ama karma kültürün ürünü iki Ada çocuğu, ya­


ni Fedon ve bana ait o kadar çok ortak anımız var ki.
Her ikimiz de, içimizde öldüremediğimiz çocukluğun
yarattığı esprilerle altmışlı yaşlara geldik. Yoksa bir
türlü ağır olamamayı acaba babalarımızdan miras mı
aldık? Bodrum'da, Kazakistan'da, Büyükada'da, İm­
roz'da birlikte yaşadığımız anıları "özel"de tutup, biri­
ni sizle paylaşayım.

Yazın, mutad hafta sonu akşam yemeklerinden birin­


de, bacanak Fevzi'nin bahçesindeyiz. Kimler yok ki!
Bizi bulutların arasından gözetlediğine emin olduğum
Fedon'un tonton annesi Madam Mari, Semra-Şemsi,
Katrin-Roli, Sevim-Fevzi, Kostans-Janklod(toprağı bol
olsun), Sevengül-Ali, Vivyen-Ugo, Eda-Fedon, eşim
Aynur ve ben. Hanımlarımız önceden yaptıkları me­
zeleri masaya taşıyor, Janklod mangalı yakıyor, Fevzi
içki leri hazırlıyor, 1960'lı yılların ünlü orkestrası "Ko­
metler"in basçısı Ugo gitarını akort ediyor, Roli et ve
tavukları hazırl ıyor, Ali enginarı tranş kesip limon ve
tuzla ovarak salata hazırlıyor, Şemsi yemekten sonra
söyliyeceği tek şarkısı "tekila"nın provasını yapıyor,
Fedon tabak-çatal-bıçakları ayarlarken caddeden ge­
çen hayranlarını da selamlıyor, ben soğan salatasını
hazırlıyorum. Madam Mari ise hepimize laf atıyor.
Semra'nın zeytinyağlı biber ve patlıcan dolması, Kat­
rin'in patlıcan salatası, Sevim'in zeytinyağlı taze fasul­
yesi, Kostans'ın taraması, Sevengül'ün çoban salatası,
Vivyen'in İtalyan salatası, Eda'nın midye dolması, Ay­
nur'un barbunya plakisi sofradaki yerlerini alıyor. O
akşam ben Madam Mari ile yan yana oturuyorum. Fe­
don da karşımda oturuyor. Kadehler iyiliğe, dostluğa,

L İ T E R A TÜR A RKA P E NC E R E
88 sağlığa kalkarken anlatılan anılar, fıkralar herkesi
kahkahaya boğuyor. Belli bir saatte Ugo gitarıyla İtal­
yanca parçaları munis sesiyle söyleyerek bizi 1 960'lı yıl­
lara götürürken, Fedon'u da ısıtıyor ve huysuz ihtiyar
Rumca şarkılarla gene gecenin yıldızı oluyor. Sevim ve
Aynur vokalleriyle Fedon'a eşlik ederken Türk sanat
müziğinden de bir kaç parça okuyarak hünerlerini
gösteriyorlar. Her toplandığımızda final şarkısını
Şemsi'den dinliyoruz. Ugo gitar çalarak, bizler sesimiz­
le enstrümanları taklit ederken, Şemsi'nin tek kelime
ile arada konuşarak unutulmaz şarkısını sunuyor ;

- Tekila

Şarkılara, türkülere ara verildiğinde Fedon annesine


sorduğu soruyla onu ve beni açmaza sokmak istiyor;

- Mama, yanında oturanı tanıyor(mu)su n?

- H e e tanırım tabii Ahmeeet !

- Dikkat et fortçudur, sataşmasın sana.

Madam Mari bu lafın altında kalır mı hiç, h ızla oğlu­


na cevabı yapıştırıyor ;

- Sana bir şey yaptıııııığ ?

Hepimiz kahkahayı basarken madam Mari cin gibi


bakışlarla bizi süzüp, yemesi yasak olan pastırmaları
mideye götürüyordu.

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
89

BURUN NiKo,

AGNADIN Mı*

S T EFO VE • • •

Fedon'un babası "tahtaburun" veya "burun" Niko, tek


başınayken ciddi görünüşlü, arkadaşlarıyla beraber­
ken eğlenceli bi riydi. Bir öğle vakti Milto'da arkadaş­
larıyla demleniyordu. Yoldan geçerken beni de çağır­
dılar. Kumcu Yorga, Stefo Baba, Ayvaz, Engin ağabey
şakalaşarak içiyorlardı. Burun Niko Marmara Ada­
sı'ndan yeni dönmüştü. Engin ağabey,

- Çıkar 'lan N iko çantadan balıkları, Ada'da tuttuğun


bal ıkları çı kar da Ahmet görsün .

- Ne balığı ulan . . tutmadım diyorum size. Mari'yle ta­


tile gittik, Nazım'a gittik.

- Ne tutmad ın be demin bize gösterdiğin neyd i ?

- Oğlum balık tutmadım d iyorum . . .

- Çıkar lan çıkar da görsün millet.

• Ağnad ı n m ı : "anlad ı n m ı " n ı n Stefo'n u n ağızıy l a söy le n i ş i .

L İ TERA T Ü R ARl<APENCERE
90 Burun Niko çantasından bir kaç kutu tuzlu balık çı­
kardı, masaya koydu. Engin ağabey durur mu hiç ;

- Gördün mü Ahmet, buradan taaa Marmara'ya balı­


ğa gidiyor tuta tuta bunları tutup get iririyor, bi de bi­
ze şöyle tutarım böyle tutarım diye hava basıyor.

N iko belli ki bu muhabbetten sıkılmıştı, zira ben gel­


meden önce de aynı konuşmalar olmuş demekki. Ce­
vabı kısa ve arkadaşça oldu

- As . . . . . . tir lan.

Kurdukları çilingir sofrasında en çok konuşulan Ste­


fo'nun rahatsızlığıydı. Stefo bir zarf içine koyduğu
yüklüce parayı kadim arkadaşlarına verip,

- Çocuklar sağlığım iyi değil ağnadın mı, ben ölürsem


ağnadın mı bu parayla oturup benim için rakı içersi­
niz ağnadın mı, diyordu.

Ne var ki sofrayı hüzün yerine neşe kaplamıştı. Burun


Niko dayanamadı ;

- Ulan Stefo rakının fiyatını bugünden mi hesaplayıp


zarfa para koydun, yoksa zam gelecek ona göre mi
koydun. Eksik para koyma sakın.

Ne garipti r ki Stefo'nun sofra arkadaşları (Allah En­


gin ağabeye uzun ömür versin) Stefo'dan önce tek tek
terk-i dünya ettiler. Stefo yalnız kaldı ve bir gün ba­
na;

- Ahmet zarf elimde kaldı ağnadınmı, ben şimdi


kimlerle içeceğim ağnadınmı hepsi puşluk yapıp gitti

H O Ş Ç A K A L P Rİ N K İ P O
ağnadınmı, diye derdini açınca, arkad�larını aratmı- 91
yacak bir cevap vermiştim:

- Stefo Baba zarfa koyduğun parayı az buldular gali­


ba.

Ve bir zaman sonra Stefo'da arkad�larına kavuştu.

Stefo'nun ölümünden sonra bir hafta sonu Ada'ya ge­


l irken vapurda karşıl�tığım Engin ağabeyle aramızda
geçen şu konuşma ne çok şey anlatıyor!

- Eeeee Ahmet, Stefo da gitti.

- Engin ahi, kış mış demeyip arkadaşların kalmadığı


halde gene de Ada'ya geliyorsun.

- Olur mu be Fıstık, onlarla hurda buluşuyorum ben,


şeh i rde değil hurda.

Engin ağabey doğru söylüyordu. Dimo'nun gazino­


sunda, Farağon'da, Façyo'da, Aziz Bey'in kıraathane­
sinde, Karagöz'de, M ilto'da, Selek'te, Milano'da, Ali­
baba'da arkadaşlarıyla ne hoş ve güzel günleri olmuş­
tu ! Bu dükkanların önünden geçerken onlarla olan
anılarına sanki resmi geçit yapıyor, sonra da Hamit'in
kahvesinin önünde, anılarının yorgunluğunu çayını
yudumlayarak atıyordu.

L i T E RA T Ü R A RKA PEN C E R E
92

S İNE M ALA RI M

Eskiden Ada'da üç adet yazlık sinema vardı. Bunlar­


dan adı Lale olanı, Çınar'da bugünkü yerindeydi. Ali
Atıcı ile İsmail Dilmaç'ın işlettiği bu sinema Adamı­
zın en büyük yazlık sinemasıydı. İki ncisi, 23 Nisan
Caddesi'nde, Splandid Oteli'ne gelmeden i ki ev önceki
arsada kurulu Mehtap sinemasıydı ve dayım Nedim
Genç ile ressam olan Mıgır Aslanyan tarafından işle­
tilirdi. Üçüncü sinema ise, Lalehatun Sokak'ta, yakın
zamana kadar Büyükada adıyla çalıştı rılan sinemanın
yerinde olup, adı Yeni Sinema idi ve mülkün sahibi
Zerrin-Mahmut Kuşadalı tarafından işlet ilirdi. Lale
sinemasını makinistliğini Çali Muzaffer ile Mavro
Mustafa'nın ağabeyi Cemal, Mehtap si neması nınkini
İsmet İnönü'nün yeğeni Ü nal Temelli ile elektrik ida­
resinde çalışan Fethi Davran'ın kayın biraderi ayağı
seken( topal) Metin yapardı. Yeni sinemanın makinisti
ise İstanbullu bir Rum'du. Lale'de film aralarında ga­
zoz ve eğlencelik satanlar İsmail Dilmaç'ın oğul ları ve
kardeşi Sultan, Mehtap'ta Zekeriya Sağlam , Yeni Si­
nemada da (barba) Hikmet Eliz ve takımlarıyd ı. Bu ze­
vat aynı zamanda yer gösterme işini de üstlenir, hatırı

HOŞÇA K A L P R İ N K İPO
sayılır bahşiş alırlardı. Sinemaların dışında, kapı önle- 93
rinde Fıstıkçı Doktor ve Habib ile mısırcı ve dondur­
macılar eksik olmazdı. Bilet gişelerinde de sırasıyla
Lale'de şimdilerde tapu şefi olan Sevim, Mehtap'ta
maliyeden emekl i Mustafa, Y eni'de de Zerrin Hanım
dururdu. Sinema sahipleri biletli seyircilerin biletleri-
ni keserek içeriye girmelerine nezaret ederlerdi. Kış
sezonunda İ stanbul sinemalarında oynatılan filmler
bu sinemalarda üç gün devamlı gösterilirdi. Her üç si-
nema hemen hemen her akşam dolardı. Sinema afiş-
leri şimdiki kuruyemişçi Hacıbaba'nın önündeki üç
ağaca asılı camekanlarda teşhir edilirdi. Adamızda se-
yircili başka gösteri alanı olmadığından, kimi etkin-
likler de buralarda yapılırdı. Ö rneğin yağlı güreşler,
karakucak güreşleri, tiyatro gösterileri, konserler ve
sünnet düğünleri. Şimdi diyeceksinizki ne alakasız
gösteriler bunlar ? Anlatayım.

Bir zamanlar Adamızda Karamürselli ve Yozgatlı bir


hayli esnaf vardı. Karamürselliler genellikle sabit ve­
ya seyyar olarak kabzımallık, madrabazlık ve manav­
lık, Yozgatlılar da eşekçilik yaparlardı. Ancak bu iki
ilimizin temsilcilerinin bir ortak yanı güreş yapar ele­
manlara sahip olmalarıydı. Zaman Demokrat Parti za­
manı ve yöntem "halk ne isterse olur" olunca, elden
başka şey gelmez k i ; yağlı veya karakucak güreşler,
Anadolu'nun bozkırlarından İ stanbul'un incisine ta­
şınacaktır. Yer, sinemaların iskemleleri toplan mış
toprak zemini ; seyircisi bol, davul zurnası keskin, zey­
tinyağı halis, kazanlar kaynamakta, cazgır bar bar ba­
ğırmaktadır; "Haaaayda bre peh livanlar errrr meyda­
nına." Yaz sezonunun sonlarına doğru iki gün devam
eden güreşler sonunda derece alanlara maddi bi rer
ödül verilirdi. Ben er meydanının omuzlara kaldırılan
bu pehlivanlarını eşekçilik yaparken veya seyyar ma-

L İ T E RAT Ü R A R K A P E N C E R E
94 navlık yapıp zabıtadan kaçarken görünce, ters orantı­
lı denklemi çözemezdim. Kuvvetli pazılarıyla, elense­
den katlanmış kulakları ve çağanoz gibi yürüyüşleriy­
le gücü simgeliyen bu insanların neden eşekçilikten
başka işleri olmadığını, neden zabıtaya kovalatıldığını
anlıyamazdım. Bir yanda alkış, öbür yanda aşağılama!
Çift bilinmiyenli çözümsüz denklem !

Rıfat Telgezer Canbazhanesi, Karanfil'de bugünkü


Hastahanenin olduğu yerde icra-i sanat ederken, ti­
yatro oyunlarını ve konserleri de o mekanda seyreder­
dik. Canbazhane Ada'yı terk edince tiyatro ve konser
gösterileri seyrekleşerek yazlık sinema sah nelerinde
boy göstermeye başladılar. Turneye çıkan tiyatro turp­
ları haftalar öncesinden duyurulur, sadece bir akşam
temsillerini verir, gece Ada'dan ayrılırlardı. O zaman
gelen t ruplardan genellikle Aksaray tarafında faaliyet
gösteren tiyatroların oyunlarını seyrederdik. Tiyatro
seyretmenin belli bir edebi olduğundan, nezaket ku­
ralları ihlal edilmeden temaşa edilen oyunların so­
nunda seyirciler ayakta alkışlarıyla sanatçıları uğur­
lardı.

Gelelim konserlere. Benim hatırlayabildiğim ilk gör­


kemli konser, Demokrat Parti'nin Lale Sineması'nda
düzenlediği sünnet düğününde Zeki Müren'in perfor­
mansıdır. Sanat güneşimizin vapurdan sinemaya at
arabasında gelişinde yaşanan izdiham, o gün için
olaydı. Türkçe'yi çok iyi konuşan bu yetenekli insanın
sahne alışı, unutulaz güçlü sesi, gençl iği, güzelliği, de-
ğişik( ! ) giysileri ve . . . . alkışlar, alkışlar, al kışlar. . . . . . .
Bu konser, 1 950'lerde Demokrat Parti'nin asfalt yol­
lardan sonra Adalılara en güzel hediyesiydi. Konser
veren sanatçıları tek tek saymam, unuttuklarıma hak­
sızlık olur. Ama bir konser var ki, Erkan Yolaç'ın da-

HOŞÇAK A L PRİN K İ PO
ha yeni yeni piyasaya çıktığı ve ne ilginçtir ki 40 sene- 95
yi aşkın bir zamandır anlatmaktan usanmadığı fıkra­
sınanın Ada'da nasıl piç olduğunu anlatmalıyım.

Pop müziği n i n o dönem hızla y ükselenleri nden


"Gökçen Kaynatan ve Arkadaşları" gurubunu ancak
beni m yaşımdakiler hatırlayabilirler. Elvis Presley
rüzgarının estiği 60'lı yıllarda, Rock and Roll'ü çok iyi
yorumlayan bu gurup, popülaritesinin şahikasınday­
ken Mehtap Si nemasında konser veriyor. O günün ta­
biriyle takdimci, bu günün deyimiyle ter-ü taze show­
men Erkan Yolaç arada seyirciyi eğlendirmek adına
fıkra anlatıyor ;

- "İfidim(efendim), adam ve kadın evlenip balayına


çıkmışlar, Kilyos'ta otele gidiyorlar. (O zaman güney­
de ne turizm, ne otel, ne bişey var. İstanbul'da bilinen
tek yer devletin Kilyos Turban Oteli de fıkraya konu)
Deniz, güneş, yemek derken balayındaki çiftimiz ak­
şam odalarına çekiliyorlar ve malum aşk oyunları baş­
lıyor. Adam kadına sevgisini belli etmek için baş kıs­
mı ndan başlayıp aşağıya inerek her uzvunu öperken
şu şablon cü mleyi monoton kullanıyor ;

- Karıcığım senin o güzel saçlarını öpüp öpüp çerçe­


velerim . . . . .

- Karıcığım senin o güzel kaşlarını öpüp öpüp çerçe-


velerim . . . . . .

- Karıcığım seni n o güzel kulaklarını öpüp öpüp çer­


çevelerim . . . .

- Karıcığı m senin o güzel gözlerini öpüp öpüp çerçe-


velerin . . . . . .

L İTERATÜR ARK A PE NCERE


96 - Karıcığım senin o güzel burnunu öpüp öpüp çerçe-
velerim . . . . . . .

- Karıcığım senin o güzel dudaklarını öpüp öpüp çer-


çevelerim . . . . . .

- Karıcığım senin o güzel gerdanını öpüp öpüp çerçe­


velerim,

- Karıcığım senin o güzel göğüslerini öpüp öpüp çer­


çevelerim . . . . .

- Karıcığım senin o güzel göbeğini öpüp öpüp çerçe­


velerim . . .

- Karıcığım senin o güzel . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . deme-


ye kalmadan kapı çalıyor, damat kim o diye soruyor . .

Bizim gurup hep bir ağızdan var kuvvetimizle bağır­


dık:

- Çerçeveci iiiiiii iiiiiiiiiii i i i ii . . . . . . . . . . .

Bir kahkaha ve alkış koptu ki anlatamam, bütün seyir­


ciler bizim tarafa dönüp ayakta bizi alkışlamaz m ı ?
Erkan Yolaç bozulmasına bozuldu a m a toparlayıverdi
hemen ve lafını yapıştırdı :

- Otelde yan odadaki bey zaten çerçeveciydi . . . . . . . . . .


. . . . Alkış ve kahkaha birbiri ne karışırken Gökçen
Kaynatan ve Arkadaşları sahneye çıkmışlardı.

Ada'nın Ada olduğu günlerde kışlık sinema da vardı.


Benim çocukluğumda, vapu r iskelesinin üzerinde C.

HOŞÇAKAL PRINKİPO
H. P. nin lokalinde hafta sonları sinema kurulur, hal- 97
ka film gösterisi düzenlenirdi. Demokrat Parti'nin ik-
tidar olup, Cumhuriyet Halk Partisi'nin taşın maz
mallarının müsadere edilip lokalinin de elinden alı n­
masından sonra bu etkinlik uzunca bir süre durdu. Bir
ara, şimdi demirci Hüseyin Aydın'ın oturduğu evin
arsasında çadır sinema kuruldu. Sonra da sırasıyla
Rum İ lkokulu'nun tiyatro salonunda ve Plalj Oteli'nin
salonunda kışlık sinemalar faaliyet gösterdi. Bu sine-
maları Mehtap ve Lale sinemalarının sahipleri işlet­
mişlerdir. l970'li yıllarda Ali Akpınar karakolun civa­
rındaki binası nın alt katını sinemaya dönüştürüp bir-
kaç yıl hizmet verdi. Ardından İ smail Dilmaç, Lale
yazlık sinemasının altı nda kışlık sinemasını açtı. Bol
kanallı televizyonlar, video, DVD ve VCD evlere ika-
me olup ekonomik şartlar cepleri zorlayınca kışlık si-
nema da Adamıza veda etti. Temaşa sanatının ticareti-
ni yaparken, sinemaya olan tutkularıyla Adalılara
hizmet eden yukarda adı geçenleri saygıyla anıyor ve
selamlıyorum.

Adam ız sinema sanatı na aktör, aktrist, reJ isor, pro­


düktör verip bir çok filme konu da olmuştur. Şakir
Sırmalı, Kamelyalı Kadın'ı yönetmesinin dışında bir­
çok senaryo da yazmıştır. İ lk Türkiye güzel i Feriha
Tevfik, Bedia Muvahhit, Orhan Günşiray, Ahmet Ta­
rık Tekçe, Ayla Algan, Beklan Algan, (Artist) Mustafa
Kara, Ediz Hun, Necip Tekçe, N ilgün Belgün çeşitli
filmlerdeki oyunlarıyla bilinen Büyükadalı sinema
emekçileridir. Yunanlı yıldız Aliki Vuyuklaki, 1960'lı
yıllarda Orhan Günşiray'la Büyükada'da film çevir­
miştir.

Şakir Sırmalı, 1950'li yılların C. H . P. İ stanbul İ l Baş­


kanı avukat Muhl is Sırmalı'nm oğluydu. Feriha Tev-

LİTERATÜR ARKAPENCERE
98 fik, avukat Sadi Rıza Dağ'ın hanımıydı. Babamın bak­
kal dükkanından alışveriş yapardı. Evine servise gitti­
ğimde yaşıtı m olan oğlu Atilla'yla arkadaşlık yapar­
dım. Bu güzel kadının sessizliği, hanımefendiliği dik­
kat çekerdi. Bedia Muvahhit, sinemadan çok tiyatro
sanatçısı olarak ünlenmişti. Eşi Ahmet Muvahhit'in
mezarı Büyükada'dadır. Türk sinemasının kötü adamı
Ahmet Tarık Tekçe beyefendil iği ve iyi yürekliğiyle
Adalıların sevgisini kazanmıştı, aynı zamanda Adalar
Pandispanya gazetesini de çıkarıyordu. Orhan Günşi­
ray Kumsal'da otururdu. Artist Mustafa, yakışıklılı­
ğıyla dikkat çekerdi. Ayla Algan Anadolu Kulübü'nde
yapılan geleneksel çocuk güzeli yarışmasında birinci
seçilmişti. Beklan Algan basket bolden sinema ve tiyat­
roya geçmişti. Ben Heybeliada Lisesi'ne giderken, Ediz
Hun da anne ve babasıyla Ada'ya yerleşmişti ve Tak­
sim'deki Atatürk Lisesi'ne gidiyordu. Ada'dan aynı
okula giden Motorcu Zühtü'nün oğlu, Baki ve Ö zer'i n
kardeşi Ö ztürk'ün sınıf arkadaşıydı. Ediz Hun'un si­
nemaya başlamasında ganyan bayii Metin'in babası
Sabahattin Bey'in etkisi olduğunu söyleyebilirim. Ne­
cip Tekçe sanırım ağabeyinin ölümünden sonra sine­
manın "kötü adam" ihtiyacını karşılamıştır. Nilgün
Belgün kız kardeşim Semiha'nın ilk okuldan sınıf ar­
kadaşıdır. Ben Nilgün'ü her haliyle, cıvılcıv ı l l ığı, se­
vecenliği, dalgınlığı, tatlılığı ve daimi kahkahasıyla
Bedia Muvahhit'e çok benzetirim. Saydığım sinema
sanatçılarının dışında Adamıza dönem dönem gelip
oturan daha birçok isim ol muştur. Rejisör Orhan El­
mas, M ehmet Keskinoğlu(Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşa­
maz'ın unutulmaz aktörü), Selda Alkor, Sezer Sezin,
Ali Poyrazoğlu, Talat Bulut . . . . . . . . . ve niceleri. İ z bı-
rakanlara saygıyla.

HOŞÇAKAL PRİNKIPO
99

MASONİK SİMGELİ
KÖ ŞKLER VE . • .

Maden'deki Adnan-İlhan Bağrım kardeşlerin maliki


olduğu köşkü Adalılar "köprülü köşk", "mason evi",
"arılı köşk'', "gözlü köşk" gibi isimlerle anarlar. Bina­
nın cephesinde çeşitli sembollerin olması, san ırım
Adal ıların bu isim leri koyması na neden olmuştur. Bu
arada binaya konan her ismin yakıştığını da söyleme­
l iyim. Bu binayla ilgi li dikkatimi çeken, Pars Tuğla­
cı'nın kitabında yazdığı yanlışlardır.

Adalarla ilgi li geniş kapsamlı araştırma yapan Pars


Tuğlacı, her kitabında olduğu gibi bazı bi lgi leri ya
unutup yazmamıştır ya da kasıtlı olarak di leği doğrul­
tusunda, hakikatte olmayan kendi ürettiği "şeyleri"
yazmıştı r. Yazar, İstanbul Adaları adı altında iki cilt
olarak çıkan kitaplarından birincisinde tamamiyle
Büyükada'y ı işlemiştir. Di kkatimi çeken yanl ış, "Sa­
puncakis köşkünde mason toplantılarının yapıldığını
biliyoruz" cümlesidir.

Binanın cephesinde de yazı ldığı gibi köşk 1904 yılın­


da yapı lmıştır. Köşk, Sultan Abdülham id'in tercü-

LiTERATÜR ARKAPENCERE
100 mancıbaşı Sapuncakis Efendi'ye bir hediyesidir. Dola­
yısıyla hazinenin parasıyla yapılmıştır. Sapuncakis
Efendi'nin mason olduğu, köşkün yapımında maso­
nik simgeler kullanılmasından da anlaşılmaktadır.
Abdülhamid'le mason sözcüğünün bir arada telaffuz
edilmesi kimseyi şaşırtmasın. B ize tarih derslerinde
öğretildiğinin aksine, Sultan 33 yıllık iktidarı boyun­
ca denge politikası izlemiştir. Yazılanların aksine,
mason dernekleri en çok Abdülhamid'in ilk iktidar
senelerinde gelişmiştir. Avrupa'da birçok kralın aynı
zamanda Masonların Büyük Üstadı olduğunu bilen i l .
Abdülhamid, azınlıkları kontrol altında tutabilmek
için mason teşkilatının başına geçmeyi planlamış ve
iç-dış problemleri çözebilmek için masonların yar­
dımcı olabileceğini düşünmüştür. Ö zel likle de mason
olan kardeşi V. Murad'ın tahttan indirilişinde kendi­
sinin suçlu olmadığını Avrupalılara kabul ettirmek
istiyordu. Nitekim, özel doktoru Rum asıllı Mavroge­
ni Paşa aracılığıyla, Murad'ın mensup olduğu Prudos
Locası Ü stad-ı Muhteremi, bir Fanaryot• olan Kleanti
Skaliyeris'e haber gönderip masonik kuralları uygu­
layacağını ve dolayısıyla mason olmak istediğini bil­
dirmiştir. Fakat Pariste'ki Büyük Obediyans .. Padişa­
hın bu isteğin i reddetmiştir. Ali Suavi'nin Ç ırağan
baskınından sonra il. Abdülhamid bu projesine son
vererek mason çalışmalarına büyük baskı ve korku re­
jimi uygulamıştır. il. Abdülhamid hakkında bu ger­
çeği yazdıktan sonra, Sapuncakis Efendi'nin bu bina-

• Fanaıyot : Osma n l ı Devleti'ne hizmet veren ve Fener'de oturan Rum­


l a ra d e n i rd i . İ k tidar kademelerinde önem l i rol ler aldı l ar. 1 7 . yy da Os­
m an l ı pol i t i k mekanizmasında bey i n o l m a d ı l a r ama, bu mekanizma­
nın yakıtı gibiy d i ler.
" Obed iyans : Mason locaların ı n bir araya gelerek oluşturdukları ortak
örgü t ; bağımsız bi r m ason i k otorite olarak ben i msey i p bağ l a n d ı k l a r ı
B ü y ü k Loca.

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
da oturduğu süre içinde günce tuttuğunu da yazalım. 101
Tercümancıbaşı hergün neler yaptığını, eve kimlerin
gelip gittiğini tuttuğu günceye yazmıştır. Mustafa Ke-
mal orduları nın İstanbu l'u düşman işgal inden kurta-
rıp, Osmanlı hanedanının egemenliğine son verme-
siyle birlikte saray men �uplarından Sapuncakis Efen-
di de ül keyi terk etmiştir. Tercümancıbaşı ü lkeyi ter­
kederken, gü ncesini aynı cadde üzerinde oturan İs­
tanbul'u n sayılı bankerlerinden Zarifi Efendi'ye bıra-
kıp, köşkün yeni malikine i letilmesi ricasında bulun­
muştur. Zarifi Efendi de köşkün yeni sahibine bu def-
teri vererek Sapuncakis Efendi'nin arzusunu yerine
getirmiştir. Gü ncede bu binada hiç bir masonik top­
lantının yapı lmadığı, hatta erkek arkadaşlarının dahi
eve gelmediği yazılanlardan anlaşılmaktadır. Bu gün-
ceden, yalnız yaşıyan bekar Sapuncakis Efendi'nin
her hafta sonu eve değişik isimlerdeki hanı m arka­
daşlarıyla gelmekte olduğunu öğreniyoruz. Bu da bize
beyefendinin çapkın bir erkek olduğu izlemini veri-
yor. Köşk yeni sahibine geçmeden önce san ırım bir
veye iki yıl hazine malı olarak kalmıştır. Bu süre için-
de ise bir yıl müddet le İstanbulun sayılı muhabbetçi­
lerinden " ! " Madam Athina tarafından çalıştırılmış-
tır. Dışa karşı otel olarak çalıştırıldığı söy lense de,
özellikle eski Adalı Rumların buranın ne amaçla ça­
lıştığını bil meleri kaçınılmaz bir gerçektir. Mübade-
leden sonra şimdiki sahiplerine geçen köşk 1970'li yıl-
larda geçirdiği bir yangın sonucu, iç mekandaki ma-
sonik simgelerini yitirmiştir. Oda duvarlarında ve gi-
riş holünün üzerindeki kubbede bulunan çeşitli ina­
nışlara ait si mgeler ile oda kapı numaraları bugün ar-
tık yoktur. İç mekandaki bu tahribata karşın, dış cep­
hedeki sembol zenginliği bugün beğeniyle izlenmek-
tedir.

LİTERATÜR ARKAPENCERE
102 Yine aynı cadde üzerinde, emniyetçi Kadir Bey'e ait
tek katlı bir başka köşkün dış cephesinde de masonik
simgeler vardı. Burası da inşaat furyasının olduğu ta­
rihlerde yeni sahiplerince yıktırıldı.

Cephe duvarının çatıya yakın kısmında, tam ortada,


daire içinde gönye ve pergel simgeleri vardı. Ne yazık­
tır ki yukarıda isminden bahsettiğim yazar, Kadir Bey
hakkında da kitabında yanlış bilgi vermiştir. İ stiklal
Harbi sırasında İ stanbul'da, Kuva-i Milliye'nin elema­
nı olarak çalışmış ve Cumhuriyetten sonra da emekli
olana kadar görevini şerefiyle yapan, saygıdeğer ve se­
vilen bir kişi olarak bilinen Kadir Bey'den kitabında
"saray hafiyesi" olarak bahsetmiştir.

Büyükada'daki binaları incelediğimde, üç binada da­


ha masonik sembollere rastladım. Bunlardan biri,
Kumsal'da Topuz Sokak ile Panjur Sokak'ın kesişt iği
köşedeki iki katlı beton binadır. Cephesi çakıl taşlarıy­
la tezyin edilmiş binanın Topuz Sokak'ına bakan ikin­
ci katında gönye-pergel işaretleri görülür. Binanın
mimarı, İ talyan asıllı Mösyö Edmon'dur.

Diğer masonik simgeli bina, Şemsi Molla Sokağı'nın


Nizam tarafında bahçe içindedir. Bu binanın cephesi­
ne baktığınızda sütunlar ile yıldız ve güneş sembolle­
rini görürsünüz. Binanın ilk sahibi, aynı zamanda mi­
marı, Kayserili Yovan Taşçıoğlu'dur.

Son olarak vapur iskelesinden çıkıp, midyecilere doğ­


ru giderken, soldaki binanın cephesi nde narlardan bir

sembol görülür.

HOŞÇAKAL PRINKIPO
VE . . . 103

1921 yılında Ada'mızdaki Terzi Cemiyeti'nin düzenle­


d iği danslı eğlencenin davetiyesi beni çok düşündür­
müştür. Bu davetiyenin dikkatlice değerlendirilmesi
gerekir kanımca. Yıl 1921. . . . . . . . . . . . . .

Büyükada Terzi Cemiyeti . . . . . . dans . . . . . . . . balo . . . . . .


. . . . . . yemek. . . . . . . . . . toplantı . . . . . . . . eğlence . . . . . . . .
davetiye basımı. . . . . . . . . . insanımız . . . . . . . . ve . . . . . . .
bugün . . . . . ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! !

Araştırmalarım sırasında Büyükada Kanarya Soka­


ğında l930'lu yıl larda "Türk Felsefe Cemiyeti" adıyla
bir derneğin kurulduğunu görüyorum. Ancak kapanış
veya bir başka ad rese nakline dair bilgiye rastlayama­
dığımı da bel irtmeliyim. Hoş olan, o tarihlerde Ada
sakin lerinin uğraşları arasında böyle bir konunun ol­
masıdır. Acı olan ise, bu derneğin bugünlere geleme­
mesidir. Bu derneği , Atatürk ile başlayan aydınlanma­
nın Adamıza yansıması olarak değerlendiriyorum.
Kültürel erozyonun neleri alıp götürdüğünü, bugü­
nümüze bakınca bütün açıklığıyla görüyoruz. 2000'li
yıl larda çöp arabasında çalınan Vivaldi'ye olumsuz
tepki Çanakkale'de ne ise, Ada'da 24 saat sokaklarda
çalan arabesk müziği dinlemeye mahkum edilmemiz,
kabullenmemiz aynı şeydir düşüncesindeyim.

Büyükada'da l930'lu yıllarda kurulmuş olan "Adalar


Güzel leştirme Derneği" 1 950 yılına kadar başarılı ça­
lışmalar yapmışt ır. Bu başarıda, derneğin tek parti dö­
neminin avantajlarını kullanması gerçeği olduğu gi­
bi, yöneticilerinin idealistliklerini de aramak gerekir.
Bana göre bu derneğin en başarılı hizmeti, Yörüka­
li'ye vapur seferlerini başlatmasıdır. 1934 yılında İs-

LİTERATÜR ARKAPENCERE
104 tanbul Belediyesi, Yörükali plajının işletmesini Der­
nek'e verir. Dernek yöneticileri, kara yolunun d ışında,
yaz aylarındaki nüfus yoğunluğu hesaplayarak, ulaşı­
mın deniz yoluyla da sağlanması gerekt iğini düşünür­
ler. Deniz taşımacı lığını o zaman yapan şirketin adı
Akay'dır. Akay şirketine, Yörükali'ye iskele yapmak
şartıyla vapur çalıştırabileceklerini anlatan dernek yö­
netici leri, tekliflerinin gerçekleşmesi üzerine plajı da
kiraya verirler. O tarihten, 1 960'lı yılların sonuna ka­
dar, şehir hatlarının yaz tarifesi içinde Yörükal i'ye va­
pur çalışmıştır.

Şimdilerde bu tür derneklerin ateşleyici, itici güçleri­


nin olmamasını yerel yöneticilerin otoriteyi ellerin­
den bırakmamasında, paylaşımcılığa yanaşmamasın­
da görüyorum. İlkel benmerkezci zihn iyet, politik he­
saplar güzel düşüncenin eyleme geçmesini engell iyor.
Sevgi nasıl pay laşıldıkça çoğalırsa, hizmetlerin de bi­
rimlere dağıtılmasıyla artacağına inanıyorum. Der­
neklerin proje üretmede, kaynak bulmada, kısaca gü­
zellikleri araştırıp ortaya çıkarmada yardımcı olacak­
larına en çarpıcı örnekler, Adalardaki Rotary, Lions ve
Susporları kulüpleriyle ve son olarak hayata geçen
Adalar N acka Su Projesi P latformu'dur. Birlikten
kuvvetin doğacağını söyleyen atalarımız bize yol gös­
termişler. Hedefimiz, atasözüne uymak olmalıdır.

HOŞÇAKAL PRI N K I PO
ıos

B ÜYÜKADALI

TROÇKİ

Ne gariptir ki Bizans'tan bu yana bir konuda Adaların


yazgısı değişmemiştir. B izans döneminde sürgün yeri
olan Adalar, Tanzimattan sonra dikkati çekip değer
kazanmışsa da, sü rgün yeri olma özelliğini Cumhuri­
yet'ten sonra da devam ettirmiştir. 1917 Ekim Devri­
mi'nin teorisyeni, Rus iht ilalcisi Troçki, 1929-1 933 yıl­
ları arasında İstanbul'daki sürgün yıllarının bir bölü­
münü Büyü kada'da geçirmiştir. Devletimizin koru­
ması altında geçen bu yıllarda Troçki, Nizam Caddesi
54 numaral ı Arap İzzet Paşa köşkünde oturmaya baş­
lamış, kendisine düzenlenen başarısız bir suikast giri­
şiminde evi yanınca, gene aynı cadde üzerindeki Con
Paşa köşkünün, kapısı H amlacı Sokak'ta bulunan kır­
mızı tuğlalı rakı köşküne (müştemilatına) taşınmıştır.

Ukraynalı bir küçük burjuva Yahudi ailenin oğlu olan


Levy Davidoviç, dünya çapında bir devrim için çalış­
mış, çeşitli kentlere sürülmüş, sürgün sırasında kul­
land ığı Troçki takma adıyla ünlenmiştir. Kızıl Or­
du'nun kurucusudur. Lenin'in ölümünden sonra Sta­
lin'i dünya iht ilalinden caymakla suçlayınca Komü-

LiTERATÜR ARKAPENCERE
106 nist Parti'den çıkarılmış ve önce Kazakistan'ın Alma­
ata şehrine sürülmüş, sonra da bir daha dönmemek
üzere Sovyet topraklarından kovulmuştur. İşte bu ko­
vulmanın ardından ilk durağı önce Beyoğlu'ndaki To­
katlıyan Oteli olmuş, burayı güvenli bu lmayınca da
Büyükada'ya gelmiştir. Adamızdaki sürgün yıllarında
yazdığı "Hayatım" ve üç ciltlik "Rus İhtilali Tarih?' ad­
lı iki kitabı daha sonra basılmıştır. İstanbul'dan sonra
sırasıyla Fransa, Norveç ve Meksika'ya gitmiş, her git­
tiği ülkede Stalin'i devirmek için çalışmıştır. "Sürek li
devrim" tezini savunan Troçki, Stalin'in bir ajanı tara­
fından 1940 yılında Meksika' da başına keser vurularak
öldürülmüştür.

Troçki'nin Büyükada'daki sürgün günlerinde iki polis


koruması olduğunu eski Adalılardan duymuş, sonra
da kendileriyle görüşmüştüm. Bunlardan biri Tür­
koğlu Sokağı'nda oturan Komiser Mustafa Oğuz'du.
Merhum Mustafa Oğuz'un ailesinden şu anda Ada'da
oturan, bir tek küçük oğlu marangoz Yılmaz kaldı.
Mustafa amca sakin, munis, saygılı, beyefendi bir em­
niyet mensubuydu. Kendisine Troçki konusunda soru
sorduğumda, uzak koruması olduğunu söylerdi. Troç­
ki'nin çevresine saygılı, belli insanlarla gereğince irti­
batlı olduğunu anlat ı rdı. Bir diğer koruması da polis
memuru Hilmi idi. O da merhum oldu. Hilmi amcayı
emekl iliği döneminde tanımıştım. Uzun boylu, dalga­
lı beyaz saçlı, devam lı takım elbise giyip kravat takan,
sert bakışlı , ciddi bu polis emeklisinin Ada'daki anılı­
şı "Troçki Hilmi" idi . O zamanlar komünizmin kor­
kulu havasını sanki Troçki Hilmi'nin yüzünden okur­
duk. Hiç gül mez, devamlı Birinci sigarası içer, alış ve­
riş yaptığı dükkandan mal alırken bile istifini boz­
mazdı. Troçki Hilmi'yi bu havasından dolayı kimi za­
man gizemli, kimi zaman korkulu bulur, kimi zaman

HOŞÇAKAL PRİNK İPO


da "komonist" zannederdim. Onunla konuşmaya cesa- 107
retim hiç olmamıştı, ta ki babam Bakkal Fahri'nin
dükkanında bir gün sohbetini yakalayıncaya kadar. O
gün o sert adamın babama Troçki'yle ilgili birşeyler
anlattığını görünce şaşkınlıkla dinlemiş ama soru so­
ramamıştım.

Hilmi amcanın anlattığına göre, Troçki ölüm korku­


suyla yaşarmış. Acımasız Stalin'in can düşmanı oldu­
ğunu bildiği ni, uygulamaya çalıştığı "izm"in elinden
alınıp nasıl yozlaştırıldığına üzüldüğünü hissettiğini
anlattı. Günlük programını sık sık değiştirerek izlen­
mesini zorlaştırırmış. Rutin bir hayatının olmadığını
söyledi. Denizin dalgalı olduğu zamanda da balığa çık­
tığı olurmuş. Nitekim böyle fırtınalı bir havada evde
olduğunu zanneden suikastçılar, Arap İ zzet Paşa köş­
kündeki evine baskın düzenlerler. Yatağına yastıklarla
yaptığı maketi Troçki zanneden suikastçiler birkaç el
mermi sıkıp evi de ateşe vererek kiçarlar. Oysa Troçki
o saatte denize devamlı çıktığı eşi Natalya ve Haralam­
bos Davula ile balık avındadır. Mahalli futbol liginin
takımlarından Emniyet'te futbol oynayan Koço Davu­
la ile Niko Mundi'nin Büyükada fırınında kasada sık­
ça gördüğümüz Andon Davula'nın babası olan Hara­
lambos yada Rumlar arasındaki anıldığı isimle Lambo,
Naki Bey taraflarında oturan balıkçıydı. Troçki ile sık
sık balığa çıkarmış, ancak Troçki ile i lgili fazla konuş­
mazdı. Mösyö Lambo'nun ağzından diş çeker gibi laf
almaya çalışırdım. Troçki yanından silahını hiç eksik
etmezmiş. Olta balıkçılığını sevdiği kadar, ağ atıp top­
lamayı da severek yaparmış. Denize çıktığında mutlu
olduğunu hareketleriyle anlatmaya çalışırmış.

Şimdiki elektrik idaresi, yani Aktaş'ın olduğu yerde


çocukluk ve gençlik zamanımızda, 1960 yılına kadar

LİTERATÜR ARKAPENCERE
108 dükkanlar vardı. Deniz kıyısından b�larsak, diş tabibi
Niko Kefala'nın babası Dimitri Kefala'nın kum depo­
su, yanında Pötürgeli Hıdır'ın hamallar kahvesi, son­
ra Nizam Muhtarı ve hamallar kahyası Bilal Er­
türk'ün yazıhanesi, yanında ve köşede de İSKİ'den
emekli İ lker ile maliyede memur Al i'nin ve kızkar­
deşleri Sezer'in babaları N iyazi Yurdaku l'un berber
dükkanı vardı. Bu berber dükkanı daha önce (benim
yaş itibarıyl a bilemiyeceğim ) Komyanoz'unmuş.
Troçki burada traş olurmuş. Traş olacağı zaman polis
etrafta gözcülük yaparken, Ada'nın veletleri de sirk
seyreder gibi traş olan bu yabancıy ı izlermiş.

Ada'nın renkli tiplerinden Kavli Vasil'in annesi, fut­


bolun Ordinaıyusu Lefter Küçükandonyadis'in teyze­
si Despina Fıst i kas i le 2004 şubat ayında vefat eden ba­
lıkçı ve marametçi Andrea'nın üvey annesi Eleni La­
zaro, Troçki'nin aşçılarıymış. Zayıf görünüşüne rağ­
men boğazına düşkün Troçki ve ailesine yemek yapan
bu iki hanım gece yatısına kalmaz, yemekleri yaptık­
tan sonra evlerinin yolunu tutarlarm ış.

Troçki, evinin yan ması üzerine kısa bir süre oturduğu


Hamlacı Sokak'taki Con Paşa köşkü müştem ilatından
sonra Kadıköy Moda'da bir eve taşınır, sonra da Pari­
s'e gider. Rivayet edildiğine göre Stal in veya Sovyetle­
rin baskısı üzerine Türkiye'yi terketmeye mecbur kal­
mıştır. Bu konudaki rivayet, Fransa ve Norveç'teki
ikametinde Stalin'in baskısıyla her iki ülke hü kümet­
lerince sınır dışı edilmesiyle doğrulanmaktadır.

Dünyaca ünlü renkli insanların kimi zaman seyyah


olarak ziyaret ettiği Adamızda bir sürgünün gizemli
yaşantısı hakkında ne yazıkki fazla bilgiye sahip deği­
liz. Günlük yaşantısı içinde yer almış üç beş insandan

HOŞÇAKAL PRİ N K İ PO
toparlıyabi ldiklerim ne ifade eder bilmiyorum ama iz 109
bıraktığı bir gerçek.

İstanbul'daki Troçki'yle ilgil i en kapsamlı araştırmayı


kitaplaştıran gazeteci Ömer Sami Coşar olmuştur.

LİTERATÜR ARKAPENCERE
11 0

VAPURLARI M I Z

SEYREDERDİ
••

DERYA UZRE

Anakarayla bağlantımızı sağlayan vapurların Adalı­


lar için ayrı bir önemi vardı. İlkokulu Büyükada'da bi­
tirip, Heybeliada Ortaokulu'na başlayı nca denizleri
aşıp eğitimimizi sağlamaya yardımcı olacak tek vası­
tamız vapurdu. Büyükadal ı öğrencilerin bu kısa yol­
culuğundaki hamisi de değerli edebiyat öğretmenimiz
Mahmut Kuşadalı idi. Hepi mizin vapura binmesine
nezaret eder, yerlerimize oturmamızdan sonra aramı­
za gel i rdi. Sisli günlerde kimi zaman vapur gel emezse,
Mahmut Bey'in Deniz Harp Okulu'ndan sağladığı iş­
kampavya• i l e geç de olsa okula giderdik. Sisli havalar­
da vapuru n çalışmıyacağım düşünerek iskelede top­
landığımızda, hepimizi şaşırtan olay, Küçüksu isimli
64 numaralı vapurun sisler arasından vaktinde iskele­
de zuhur etmesiydi. Bu vapurun çok kısa boylu bir
kaptanı vardı. Adı Veysel Şen'di. öyle kısa boyluydu
ki, ayağının altına tahtadan kalı n bir takoz koyarak
seyir köşkünde vapuru kul lanırdı. Küçüksu vapuru-

• İşkampavya : Üstü açı k, uzunca, 40-50 k i ş i alabilen askeriyenin k u l ­


landığı, her t ü rlü h avada sey i r edebi len t a h l i siye botu.

HOŞÇAKAL PRI N K İ PO
nun sisli ve lodos havalarda bizi şaşırtan bu gelişlerin- lll
d e homurdanarak ve asık suratla vapura binerdik.
Okulların açıldığı eylül ayı nda yaz tarifesi hala devam
ettiğinden, sabahları bindiğimiz vapur önce Yörüka-
li'ye uğrardı. O günlerde bu seferlerde yolcu az oldu­
ğundan, deniz otobüsü denen ve isimleri Caddebostan
ile Bostancı olan küçük iki katlı vapurlar çalışırdı. Bu
vapurların açı k mekanları yoktu, tamamen kapalı ka­
maraları vardı. Makina daireleri kaptan köşkünden
kumandalıydı, yani çarkçıbaşı bulunmazdı. 200-250
yolcu alabilen bacasız, uzunluğu 30, genişliği 6 metre
kadar olan iki adet d izel jeneratör motorla çalışan ilk
deniz otobüslemiz fazla uzun ömürlü olamadı lar. Sa-
nırım aynısı olmasa da benzerleri şimdilerde Ü skü­
dar-Haliç hattında sefer yapıyorlar.

29 ekime kadar yaz tari fesi uygulanır, böylece Adalar­


daki yazlık nüfusun uzun süre ikameti sağlanır, yaz­
lıkçıların öğrencileri şehirdeki okullarına Adalardan
gidip gelirlerdi. İ lkbaharda vapur tarifeleriyle beraber
Adaların sosyal yüzü de değişirdi. Yazl ıkçılar yavaş ya­
vaş Adalardaki evlerine yerleşmeye, çocukları da
okullarına buradan gidip gelmeye başlarlard ı. O gün­
lerin Deniz Yolları İ şletmesi'ndeki yetkililer, Adalar­
da oturulmasını teşvik edici bir tarifeyi uygulamaya
özen gösterirlerdi.

Vapur yolculuklarım ız, lise yıllarında da Heybel iada


ile sınırlı kaldı. Yolculuk ücreti öğrenciler için 6 ku­
ruştu. Mukavva kartondan biletlerin üzerinde "talebe"
yazardı. Anlıyacağınız gidiş-gelişe günde 12 kuruş ve­
riyorduk. Ü niversite hayatımız başladığında Adalar­
Köprü arası bilet ücretimiz 100 kuruş olmuştu. Biletler
gene aynı kartona, aynı yazı ancak farklı renkteydi. O
günlerin lüks sayılacak iki vapuru Ü lev ve Suvat'tı.

LİTERATÜR ARKAPENCERE
112 Koltukların bir kısmının üzeri beyaz patiska veya
Amerikan kumaşla örtülüydü ; ayrıca fazla yolcuların
ayakta kalmayıp oturabilmesi için katlanan oturacak
yerleri beyaz branda kumaştan tabureler de vardı. Pa­
şabahçe, Dolmabahçe ve Fenerbahçe vapurları "eksp­
res" seferi yapar, daha pahalı seyahat edi lirdi. Galata
Köprüsü'nün Karaköy tarafından kalkan ve yal nız
Heybeliada ile Büyükada'ya uğrayan bu vapurlar Ya­
lova'ya giderlerdi. Bunlarla yolculuğumuzda Köprü­
Büyükada arası 50 dakika, ücretimiz de 150 kuruştu.
Diğer seferlere "posta" denir ve bu vapurlar da Köprü­
'nün Eminönü ayağından kalkardı. Köprüden kalkan
posta önce Kadıköy'e uğrar, sonra sırasıyla Kınalıada,
Burgazada, Heybeliada'ya yolcu i ndirir ve bindirir,
Büyükada'da seferin i bitirirdi. Kimi vapurlar belli za­
manlarda tari feye göre Kartal ve Pendik'e de uğrardı.
Sadece sabahları İzmit'ten kalkan bir vapu r. Kartal'a
kadar bir kaç kıy ı iskelesine uğrar, Büyü kada'dan son­
ra Maltepe, Bostancı, Caddebostan ve Moda'ya da uğ­
rayarak Köprü'ye yanaşırdı . Bütün vapurlarda mevki
farkı vardı. Vapura binen yolcuları kalın sesiyle ka­
marotlar devamlı uyarırlard ı : "Baş taraf ikinci mev­
kii. " Zira buranın fiyatı ucuzdu. Vapurun kıç tarafı
lüks mevki olup dolaşan bi letçiler tarafı ndan burada
oturan yolculardan fark fiyatı alınırdı. Tüm mevkile­
ri dolaşıp, biletleri kontrol eden biletçiler, ellerindeki
bir perforatörle biletleri delerdi. B iri nci mevkide otu­
ran iki nci mevki biletli yolcuları i kaz eder, yer değiş­
t irmeyenlerden de fark parası alırlardı. 1 974 yılından
sonra mevki farkı ve vapurlardaki bi letçiler kaldırıldı.
Ekspres seferi yapan vapurlarda yük ve bagajın kon­
duğu bir bölüm vardı. Buraya bırakılan emanetlere bi­
rer numara veri lir, yolcular i n eceği iskelede bu numa­
raları vererek bagajlarını alırken kamarota da uygun
bir bahşiş bırakırlardı. Anlıyacağınız bagaj yükleri bu-

HOŞÇAKAL P RI N K İ PO
günkü gibi ortalarda olmaz, iskelelerde indi-bindi sı- 113
rasında ayak altında bulunmayıp, yolcuların hareketi-
ni engellemezdi.

İlk ve son baharda göçler için yandan çarklı Sahil bent


isimli arabalıvapur birkaç günlüğüne sefere konurdu.

Ekspres seferi yapan bahçe tipi vapurlarda barlar var­


dı. Özellikle akşam ve gece yolcularının pek itibar et­
tiği bu barlarda çeşitli Avrupa malı içkiler ve kokteyl­
lerle birlikte yerli içkiler de bulunurdu. Ada yolculu­
ğuna ayrı bir hava veren bu barlardan başka, yolcular
önceden hazırladıkları mezeler ve beraberlerinde ge­
tirdikleri içkilerle, kıç üstünde veya baş üstünde dem­
lenirlerdi. Yanda içki getirmenin nedeni vapur barın­
da dublelerin pahalı olmasıydı. Yaz aylarında, Ada­
'nın yerlilerinden ziyade yazlıkçılar bu tip uygulama­
yı yaparlardı. Tahminim o ki bu yazlıkçılar Adalarda
ara sokaklarda ev tutup, yolculuklarında deniz üstü
keyfi yaşamak isterlerdi. B izler iş hayatına atılınca kış
aylarında Sirkeci'den kalkan 21. 45 postasında cumar­
tesi akşamlan bu keyfi yaşardık. Buzdolapçı Taki içki
için bir çantayı dizayn ettirmişti. İki şişe rakı ve altı
adet bardağın korumal ı olarak konduğu bu çanta her
cumartesi üç veya dört kişiye hizmet için dolu olarak
Taki tarafından vapura getirilirdi. İstanbul Kasabı'nın
sahibi rahmetli Sabri ağabey, Kurtuluş'taki dükkanın­
da hazırlayıp pişirttiği kağıt kebabını ve elleriyle yap­
tığı sucuğu, ben ise Kuledibi'ndeki mezeci Anastas'tan
aldığım mezeleri bu vapura taşırdık. 2 1 . 45 seferini ge­
nellikle bahçe tipi vapurlardan biri yapardı. Baş tara­
fın üstünde kış günü soğuk da olduğundan kimse
oturmazdı. Su kasalarından yaptığımız çilingir sofra­
sını kurar, bizi bilen birkaç kişi afiyet olsun turlarını
yapıp, birer kadeh atarlar, Sabri ağabey içki kullan-

L i T E R A T Ü R A R l< A P E N C E R E
1 14 maz ama sohbetimize katılır, demirbaşlar Taki ve ben
demlenerek adaya gelirdik. Çöpümüzü toplayıp garso­
na yüklü bir bahşiş bırakarak iskeleye çı kınca, yüzü­
müze vuran kamçı gibi soğukla kendimize gelir, evin
yolunu tutardık.

Ekspres tipi vapurların kaptanları, silsile-i meratibe•


göre, zor kullanı lan yandan uskurlu Kalamış, Moda
gibi vapurlardan yetişmiş olanlardı ve terfiyen bu ge­
milere kaptan olarak atanırlardı. Eski kaptanları n bir
diğer hususiyeti de babacan, i nsan ilişkileri kuvvet li,
yolcularla samimi diyalog içinde olmalarıydı. Bugün
ebediyete göçmüş birer İstanbul beyefendisi olan Nec­
mettin Harmankaya kaptanı, Rizeli "Akşamcı" İhsan
Bayraktar kaptanı, Bahattin kaptanı, Münir kaptanı,
"Baba" Ziya kaptanı, bizim Adalı Turan-İrfan-Doğan­
Orhan kardeşlerin akrabası Mustafa Uzun kaptanı
rahmet ve saygıyla anıyorum.

Babacan kaptanlardan bahsettikten sonra, vapurlar­


daki akşam sefalarıyla ilgili konumuza dönelim. Yine
bir cumartesi akşamı çilingir soframızı kurarken ya­
nımıza gelen kamarot, kaptanın bizi nevalelerle bir­
likte seyir köşküne davet ettiğini söyledi. Oran ın daha
sıcak ve keyifli olacağını düşünerek hemen toparlan­
dık. B izi kapıda karşılayan kaptan , içerde diğer yolcu­
lardan Heybeliadalı birini de tanıştırdı ve soframızı
kurmamızı ve rahat hareket et memizi söyledi. Biz te­
şekkür ederek işe koyulduk. Kaptan sohbetimize katıl­
dı ancak müskirat .. almadı. Heybeliadalı yolcu da sof­
ramıza iştirak etti. Seyir köşkünde ışık yan mad ığı n­
dan dışarının ışığı içeriye yansırken soframıza ayrı bir

• Silsi le-i merat i p : R ü t be sırası


· · M ü s k i rat : Sarhoşlu k veren şeyler, içki

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
hava veriyor, var olan mehtabı keyifle seyretmemize ll5
d e yardımcı oluyordu. Kadıköy'den sonra kaptan tey-
be koyduğu Rumca kasetlerle müzik zevkimizi de ta­
mamlamış oldu. Ancak vapur her zamankinden yavaş
yol alıyordu. Şairin dediği gibi "aheste çek kürekleri
mehtab uyanmasın" mısralarını yaşıyarak keyif içinde
bir yolculuk yapıyorduk. Yolcuları rahatlatmak adına
kaptanımız bir anons yapmayı da unutmadı. "Maki­
nalardaki arızadan dolayı yarım yol gitmekte olduğu-
muz, arızanın giderilmesi için çalışıldığı. . . . " falan fi-
lan. Kınalıada'dan sonra makineler gene tamyol çalış-
maya başladı. "Arıza giderildi galiba kaptan" diye Sab-
ri ağabey merakla konuşunca Taki cevabı patlattı
"Arıza motorda değil vre Sabri, arıza bizde. "

Bir ilkbahar gü nü 1 8 : 30 gemisiyle Ada'ya dönerken


üst güvertede, kaptan köşkünün hemen yanı nda Garo
Si msaryan'la birlikteydik. Garo çantasında iki şişe vis­
ki olduğunu birini açıp içmeyi önerdi. Garsondan iki
çay bardağı istedi k ve demlenmeye koyulduk. Bir ara
kaptan elinde bir su bardağıy la yanımıza gelip, içerde
misafi rine viski ikram etmek istediğini söyledi. Ver­
dik. Kaptan on dakika geçmeden gene viski istedi. Bu
on dakikalar hiç durmadı bizi m de ikinci şişey i açma­
mız vacip oldu. Büyükada'ya yanaşırken iki şişe viski
bitmişti. Kaptanla vedalaşırken çılgın bir teklifle kar­
şılaştık. "Beyler sakın inmeyin, Yalova'ya gidelim siz
devam ed i n içmenize, yolcuyu bırakıp sizi tekrar
Ada'ya get iririm. Zira bu gece gemiyi Büyükada'ya de­
mi rleyeceğim! ! !" Cevabımızı boş viski şişeleri vermiş­
ti. İçecek viskimiz kalmamıştı.

Rivayet o ki Osmanlı döneminde vapur yolcularını ta­


nıyan kaptanlar, o gün gem iye binemeyen yolcu oldu­
ğunda bir kaç dakika beklerlermiş. Bu konuda en be-

L i T E R AT Ü R A R K A P E N C E R E
ll6 lirgin örnek Adalı Şemsi Molla'nın anılarında yer alır.
Kaptan, Molla'yı çoğu seferlerinde bekler, o gelmeden
vapuru hareket ettirmezmiş. Hayatta olup vapur anı­
ları olanları saygıy la anıyor, sonsuza göçenlere rahmet
diliyorum. Adalarda nur içinde yaşayanlar, nur içinde
yatsınlar.

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
l l7

HOŞÇAKAL

P RİNKİPO*

(Bir Rüyaydı, Unut Gitsin)

Yer değiştirirken, bir yeri veya bir dostu terk ederken


insan ın ağızından çıkan çeşitli veda sözleri vardır. Be­
nim de en çok hoşuma giden "hoşçakal"dır. En azın­
dan ayrılmanın acısını gizleyen ve karşı tarafa umut­
lar saçan bir sözdür "hoşçakal. " Ölüye değil ama can­
lıya söylenen bir umuttur "hoşçakal. " Ayrılanın ağ­
zından o toprakta kalanlara söylenendir "hoşçakal. "
Beni bırak, kendini hoş et demektir bir yerde ve so­
rumluluk yüklemektir "hoşçakal. "

Yazı nın başlığı neden hoşçakal mı, doğrusunu duy­


mak isterseniz, eski bir Rum kasap havasının sözleri
beni çok etkiledi :

Sto Galata tha pyo krasi, sto Pera tha methiso


Ke mesa sto Yed ikule, kopela tha ğapiso

• A n l a m ı , " P ri n k i po, B üyükada'n ı n a n t i k ismi. Prens'in arka bahçe­


si"dir.

LİTERATÜ R ARKAPENCERE
118 Ehe ya Panaya, ta milisame
Oniro itane, ta l izmonisame.

Türkçesi :

Galata'da şarap içtim, Pera'da sarhoş oldum


Bir kız sevdim Yedikule'de
Hoşça kal Meryemana, bu bir sohbetti
Bir rüyaydı, tümünü unuttuk gitti.

Şu dörtlüğün içindeki gizemi, asırları, anlatmaya d ili­


min yetmediğini biliyorum. Binyıllardır yaşadığı mız
topraklardan önce dini ve dili ayrı olanlar siyasi ne­
denlerle koparıldı. İ nsan yaşadığı yerden sürgü n ed i l i r
m i ? N e çağ dışı b i r uygulamadır! Sonra gene b i n yı lla­
rın yaşl ısı Adalılar kendilerini sürgün ett iler bu top­
raklardan. Dini, dili ay rı olmayanlar Ada'dan kaçırıl­
dılar mı, kaçtılar mı yorum yapmak istemiyorum.
Dünya hari kası Adalardan neden gider insan ? Tabiat
harikasının güzel broşları gibi durmazsa "insan Ada­
l ılar", kurumuş kozalaklar gibi patır-patır düşerse bu
broşlar, elbette gider Adalılar Adalar'dan.

Yerli kalitenin Ada'yı terk edişinde suçlu aranacaksa,


sağa sola bakıp, abuk subuk sebepler aramıyalım. Se­
bep gene biziz : Adamıza sahip çıkamamak.

İstanbul'da dokuz ay, Ada'da üç ay yaşayan, Ada sev­


dasıy la sarhoş bir Adalı, ilk evini Ada'da alıyorsa,
ikinci evini de Ada'da alıyorsa ve İstanbu l'da ev alma­
yı düşünmüyorsa neden terk eder Ada'yı.

Yazlık evin i n kapısını senelerdir açmayıp, yazları


Bodrum'a neden gidiyor eski Adalılar?

HOŞÇAKAL PRİNKİPO
Yazlık evini arayıp sormuyorsa eski Adalı bir sebebi ll9
olmal ı !

Ada'daki işini başkasına devredip, başka yerlerde na­


faka peşinde koşuyorsa Adalı, düşünmek gerek.

Sormak ist iyorum, nerede Fedon, Acem Gürsel, Tav­


şan Niso, Rebap, Aleks, Mehmet, Edi , Ahmet, Zertaç,
Antuan ve diğerleri ? Neden Ada'ya hoşçakal dediler?
Anılarını bırakıp gidenler, Ada özlemiyle yanıp tutu­
şanlar neden Ada'da yoklar, bir düşünün ve sakın siz­
ler de "hoşçakal Prinkipo" demeyin.

Adalar'da yaşamış ve adını anılarımıza kazımış tüm


göç edenleri, Rumuyla, Ermenisiyle, Yahudisiyle ve
Türküyle, Adalar tarihinin geride kalmış hoş bir sahi­
fesine benzetiyorum. Bir rüyayı, bir sohbeti unutmak
hiç de hoş olmasa gerek. Yaşanmışı yaşatmak adına
" Hoşçakal Prinkipo" desem de doğduğum toprağımı
hala taparcasına seviyorum.

Gidenlerin beyninde yaşayan Adamızı, gitmeden ya­


şamak umuduyla, taa uzaklarda Ada anılarıyla yaşa­
yan tüm Adalı lara sevgiyle ...

LİTERATÜR ARKAPENCERE
Annem rtl{ar Tanrıverdi.
Babam Fahri Tanrıverdi.

H OŞÇAKAL P R I N K I P O
Büyükada iskele.ri, 192S.

L İ T E RA T Ü R ARKAP ENC E R E
Ay'Nikola koyu ve dalyan evinin küçük turyolundan
görünü{ii .
192S yılında Ayioı ranni Ayazma ve Ki/iJe1i...

H OŞÇAKAL P R I N K I PO
Büyükada Karakolu'nun resm - i küşadı: 28 Aralık 1922 .
Merkez Fotoğrafçtst Avni Girgin tarafından çekilmiştir.
8 Mayıs 1953 Büyükada Karakol personeli
Kaymakam Orhan Bey ile. . .

LİT E R A T Ü R A RKA P E NC E R E
1921 yılında Büyükada 'da Terziler Cemiyeti'nin
düzenlediği balonun davetiyesi. . .

HOŞÇAKAL PRİN KİPO


C.H.P. Adalar İlçesi rönetim Kurulu bir milli
bayramda. . . rıl 1947.
Adalar Kaymakamı Ahmet Tosun, Hakim İbrahim Bey,
Askerlik Şubesi Başkanı Kemal Binbaşı, Sevim ve
Nazime Hanımlar Kaymakamlık binasının
bahçe.rinde. . .

L İ T E R AT Ü R A R K A P E N C E R E
1927 yılında Rum İlkokulu'nda bir sınıf öğrencileri ve
öğretmenleriyle. . .
Cumhuriyet ilk öğretmenlerinden Vicdan Hanım
sınıföğrencileriyle. . . rıl 1930. Büyükada İlkokulu.

H O ŞÇ A K A L P RİN K I P O
Bir 23 Nisan Bayramı töreninde Büyükada İlkokulu
öğrencileri, 1954.
Büyükada İlkokulu. Barbaro.r, Sefahattin,
Ahmet, Avedis. . .

LiTERATÜR ARKAPENCERE
Ocaiı

it.ay ı t l1'rihi :
25/4/ 948
K :ı)·:t No. : '.'l:jt)

Kalaycı Ömer'in CHP Kimliği. . .


1933, Çocuk Esirgeme Kurumu A dalar Şubesi'nin
üyelerinden Rıfat Uytun, A . Rıza Birbil, eczacı Şinasi
Birbil, avukat Velicanidis. . .

H O ŞÇAKAL P R I N K I P O
1 Haziran 1941 İstamat Adalı, arkadaflarıyla
Büyükada İskele meydanında dolaşıyorlar.

L i T E RATÜR A R KAP E N C E R E
Stelyo Çorman . . .
8 Nisan 1961. Okul kapın önünde Hasan, Zeki, ben...

HO ŞÇAKAL PRINKIPO
Halk Eczanesi, 1961. Mehmet Kuralp ile. . .
CHP Adalar Gençlik Kolu, 1961. Ahmet Erdem, Hikmet
Eliz, Saadettin Erdem, hen, İzzet Özacar, Erdoğan
Çulfa, M. Kemal Taneri, Mehmet Sevim.

L i T E RA T Ü R A R KAP E NC E R E
Heybeliada Lisesi bahçe.rinde İze/, Bir.ren ve Kemal ile. . .
Büyükadalı gençler Dilburnunda. Halikarna.r Balıkçı.rı
ya da Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın oğlu Sina, Sinemacı
Ali Atıcı, Ay'Nikola bo.rtanının .rahibi Rıza amcanın
oğlu Kameraman Melih Serte.ren...

H O Ş ÇAKA L P R I NKI P O
Hikmet Eliz 'le, Ankara Çubuk Barajında, 1967 . . .

Angelos'un Orman Lokantasında, 1968.


Sevindik, Ergün, Orhan, Mehmet, Zühtü ve ben ...

L i T E RATÜ R ARKA P E N C E R E
Adalar Gençlik Kulübü futbol takımı,
B(lfkan Sudi Acarlar ile, 1971. . .
12 Mayu 1970, Değirmen 'de bir maç rırarında {Ut
atarken. . . Arkada merhum Ali Akpınar.

HOŞÇAKAL PRI NKIPO


Ayio.r Nikola.r bostanı, 1972.
rakup amca torunları Tuğ.ra/ ve Kut.raf ile. . .

Ayioı Nikola Boıtanında, rakup Eliz...

L i T E RATÜ R ARKA P E N C E R E
Ay' Nikola'da Burun Niko'nun Şarapevinde. . .

19S3 Türkiye Güzeli Ayten Akyol (Sabis).

HOŞÇAKAL PAINKIPO
Emlak komisyoncusu :JozefNegri ve Adalı Musevi
arkadafiarı askerde. Afyon 2S Mayıs 1941.
Troçki, karısı Natali ve Haralambos Davula ile balık
avında . . .

LİT E R A TÜR A R K A P E N C E R E
Vural, Ümit ile . . .

Sandalcı Ligor, 1973. . .

HOŞÇAKAL PRINKIPO
Bar-Mitzvah töreninde.
Baba oğul, :Jozef ve :fak Negri...

L i T E R AT Ü R A R K A P E N C E R E
Yekta ve Doğan Ahi. . . Bir zamanların ünlü gecekulühü
Yekta'da.
Müzik öğretmeni İlya 2002 yılında Atina'daki
Büyükadalılar Derneği'nin bir toplantısında (sağdan
ikinci).

H O Ş ÇAKAL P R I N K IPO
Niko, Vural, Tuğrul, Atilla Ay' rorgi'de.
Büyükada, Şubat l982.
Arman Zarlar. . .

L i T E R A T Ü R A RK A P E NC E R E
Haçik...

H O Ş Ç AKAL P R I N KI P O
Ayios reorgios (Ay' rorgi) :zangoçu İsmail ağabey. . .
Kumecu forgo.

LiTERATÜR ARKAPENCERE
Berç Kamburyan . . .
Kuruyemİfçİ Habib. . .

HOŞÇAKAL PRIN K I PO
Çini Ustası Niko Façyo. . .

LiTERATÜR ARKAPENCERE
Rum retim Okulu öğrencilerinden birine ait karne.
1970 -1971 öğrenim yılı.

HOŞÇAKAL PAINKIPO
Ferdi Ö:zbeğen, Hayko, Lusi ve Eda ile.. .
Deni:z, güneş ve Büyükada aşığı Fedon . . .

L i T E R AT Ü R A R K A P E N C E R E
Türk Futbolunun Ordinaryüsü Fenerbahçeli
Le/ter Küçükandonyadis ile Prinkipo'da . . .
Müzik adamı Niko Varon ile Değirmen'i
i{iettiğimiz zaman, 1983.

HOŞÇAKAL PRI NKIPO


Le/ter, Kasap Kapetanaki, Kadri Limoncu,
Zümrüt ve Galeri Geldi...

LiTERATÜ R ARKAPENCERE
Literatür Arkapencere Dizisi, kültür ve sanat dünyamıza
ilişkin olgulara, oluşumlara, ki[ilere ve dönüşümlere bir
başka açıdan bakmak istiyor. Kalıcı olmak sanatçının asıl
kaygılarından biriyse, asıl kalıcılığı sağlayacak olan,
sanatçının çevresini algılayışının ve yaratma sürecinin ilk
bakışta seçilemeyen ayrıntılarıdır. Kültür ve bilimin tüm
alanlarında yaratıcılığın hep gözden kaçırdığımız ayrın ­
tılarını öne çıkarıp değerlendirmenin, bir yandan kuşaklar
arası iletişimi sağlayacağını öte yandan da yeni okuma
alanları açacağını düşünüyoruz. eo.

ARKAPENCERE DİZİSİ: 1
SON KADINLAR
Necati Güngör

ARKAPENCERE DİZİSİ: 2
O ŞEHİR SENİN BU ŞEHİR BENİM
TURNE ANILARI
Tarık Dursun K.

ARKAPENCERE DİZİSİ: 3
ZAMAN SA TAN DÜKKAN
Fıstık Ahmet Tanrıverdi
© LİTERATÜR - AGUSTDS 2 0 0 4

You might also like