Professional Documents
Culture Documents
Sosyodev
Sosyodev
İlk sınıf
kavramını on sekizinci yüzyılda Ferguson ve Miller kullanmıştır. Auguste Comte ( 1798-
1857) toplumları sınıflandırırken insan düşüncesini dikkÇünkü toplumları gelişmesinde etkili
olan en önemli faktörlerden birisi insan düşüncesidir. İnsan düşüncesinin gelişmesinde belirli
yasalar etkili olur. Bu yasaları aşamalı olarak üç şekilde ele alınmaktadır ate almıştır.
1) İnsanlar doğa içerisinde gerçekleşen olayların nedenlerini kendilerini yetersiz
gördükleri için doğaüstü varlıklarla açıklamaya çalışırlar. Bu olguya teolojik durum
aşaması denilir.
2) İkinci aşamada ise insanlar her şeyi soyut güçlerle açıklamaya çalışırlar. Bu duruma
da metafizik aşama denilir.
3) Üçüncü aşamada ise insanlar olaylar arasındaki değişmez ilişkiyi ve yasaları
bulmak için çaba sarf ederler. Buna da pozitif ve bilimsel durum aşaması denir.
Bazı bilim adamları ise toplumları sınıflandırırken ekonomik ölçütleri kullanmışlardır.
Bunlardan birisi de Karl Marx’dır (1818-1883). O toplum içerisinde var olan kurumlardan
ziyade toplumun temel birimleri olarak, toplum içerinde var olan sınıfları ele alır. Toplumsal
değişmeye neden olarak da bu sınıflar arasındaki çatışmaları örnek olarak gösterir. Ona göre
insanlık tarihinin gelişiminde en etkili rol oynayan unsur üretim ilişkileridir. Toplumların
kendine göre belirlediği üretim biçimleri ve bu üretim biçimlerini etkileyen üretim güçleri
vardır. Bu üretim güçleri toplumların yapısını belirler (Kongar,1985:128-140). Marx göre
toplumlar altı şekilde sınıflandırılır (İçli,2009:47).
1) İlkel komünal toplum
2) Köleci toplum
3) Feodal toplum
4) Kapitalist toplum
5) Sosyalist toplum
6) Komünist toplum
Marx göre üretim araçlarının tek sahibi devlettir. Eğer devletin dışında bir faktör olursa
toplum içerisinde çatışmalar olur. Bu çatışmalar ancak devletin üretim araçlarının tek sahibi
olması ile son bulacaktır.
Bir başka toplumsal sınıf anlayışı da Robert Redfield’de (1897-1958) aittir. O toplumu
iki sınıfa ayırarak ele almıştır (İçli,2009:46).
Geleneksel Toplum: Bu toplumlarda okuma yazma oranı düşüktür. Homojen bir
yap vardır. Birincil ilişkiler yüksektir.
Şehir Toplumu: Şehir toplumlarında ise okuryazarlık oranı yüksektir. Heterojen bir
yapı vardır. Grup dayanışması düşüktür.
Emile Durkheim (1858-1917) toplumları mekanik dayanışma ve organik dayanışma üzerine
kurulmuş toplumlar olmak üzere iki şekilde sınıflandırmıştır. Organik dayanışma benzer
olmayan kişilerin oluşturduğu dayanışmadır. Mekanik dayanışma ise benzer olanların
oluşturduğu dayanışmadır. Organik dayanışmalar genelde mekanik dayanışmalara üstünlük
sağlarlar (Dönmezer,1994:35).
Herbert Spencer(1820 - 1903), doğa gibi toplumların doğal ayıklanma, hayatta kalma
ve adaptasyon süreciyle ilişkili belirli temel yasalara göre geliştiklerini ifade eder. Ona göre,
biyolojik organizmalar gibi toplumlar da basit yapılardan karmaşık yapılara doğru gelişir ve
homojenlikten heterojenliğe doğru ilerlerler. İnsan toplulukları, yalın ve homojen ilkel kabile
gruplarından, gelişmiş, bütünleşmiş ve farklılaşmış modern sosyal sistemlere doğru
evrimleşmişlerdir. Darwin gibi Spencer da açıklamasının temeline organizmayı yerleştirir. O
toplumu birçok bakımdan organizmaya benzetir (Slattery,2014:94). H. Spencer toplumları
morfolojik yönden (Dönmezer,1994:34);
Savaşçı (Askeri) Toplumlar: Bu toplumlarda silahlı kuvvetler üstün sınıfı temsil
eder. Hatta toplumun başında askeri bir yönetici bulunur. Endüstri çok
gelişmemiştir.
Sanayi Toplumları (Endüstri): Bu toplumlar barışçı özelliklere sahiptir. Endüstri
gelişmiştir. Sosyal hayat önemlidir ve toplumun başında toplumun belirlediği sivil
kişi bulunmaktadır.
Karl Popper (1902-1994) toplumların yönetim biçimlerine bakarak açık toplum ve
kapalı toplum olarak iki şekilde sınıflandırmıştır. Açık toplum, siyasilerin ve yöneticilerin
herhangi bir güç kullanılmadan değiştirilebileceği toplumlardır. Kapalı toplumlarda ise
siyesiler ve yöneticiler zor kullanılarak gerekirse kan dökülerek değişikliklerin yapıldığı
toplumlardır. Kapalı toplumların yapısında diktatörlüklere ve otokratik mutlakıyetlere
rastlanır. Çünkü bu toplumların yapısı buna müsaittir.
Kapalı tabakalaşma
Tabakalar arasında geçiş kesinlikle söz konusu değildir. Bu geçişlere asla müsaade
edilmez. Bu tür tabakalaşmanın en güzel örneklerini kast ve kölelik sistemi oluşturur.
Kast sistemi: İnsanları ırk gibi aidiyet bağlarına veya toplumdaki unvan ve prestije sahip olma
özelliklerine göre ayıran, kişinin içinde doğduğu bir durum olarak görülen bir sistemdir
Burada dört kast vardır.
1) Brahmanlar (Bilgin ve ruhsal önderler)
2) Kshatriyalar (Yönetici ve askerler)
3) Vaisyalar (Çiftçi ve tüccarlar)
4) Sudralar (İşçi ve esnaflar)
Ayrıca bu dört kastın dışında kalan ve bu kastlara göre en altta olan dalitler veya
dokunulmazlar olarak bilinen bir gurup bulunmaktadır
Yarı açık tabakalaşma
Burada tabakalar tek tek kişilerden değil ailelerden oluşmaktadır. Her tabakanın ayrı
bir sorumluluğu, ayrıcalığı ve hakkı vardır. Bu yükümlülükler ve sorumluluklar hukuk
kuralları ile belirlenmiştir. Her bireyin sahip olduğu statüler bir sonraki kuşaklara devredile
bilir, yanı soy yolu ile devam eden bir özellik söz konusudur. Hiç bir birey kendi kişisel
başarısı ile tabakalar arasında geçiş yapamaz. Bu tabakalaşma sisteminin en önemli
temsilcileri zümrelerdir.
Zümreler: Ortaçağ Avrupa’sında görülen yarı kapalı tabakalaşma örnektirler. Feodal sistem
içerisinde oluşmuş bir tabaka biçimidir. Burada soy önemlidir. Soylular devletin
güçsüzlüğünden yararlanarak siyasal güç haline gelmişler, sahip oldukları topraklar üzerinde
her türlü tasarruf haklarını kullanmışlardır. Bu soylular zümresi kendilerine ait askeri güçlere
bile sahip olmuşlardır. Bütün bu özelliklerden dolayı köylüler ve soylular arasında sürekli fark
açılmış, soylular giderek daha zengin, köylüler ise kendilerini ekonomik anlamda
geliştirememişlerdir (Bahar,2009:101). Ortaçağ Avrupa’sında şu zümrelere rastlanmaktadır.
1) Krallar.
2) Soylular.
3) Özgür vatandaşlar.
4) Köleler, hizmetkârlar ve serfler.
Açık tabakalaşma
Tabakalar arasında geçiş mümkündür. Burada bireyler kendi başarıları ve kazandıkları
ekonomik gelirlerine göre tabakalar arasında geçiş yapabilirler. Burada kişilerin kazandıkları
statüler ve itibarları da önemli rol oynar. Bir başka etkin faktör ise de bireylerin sahip
oldukları politik statüleridir. Burada önemli bireylerin içinde bulunduğu sosyal sınıflardır.
Sınıflar: Sınıf yapılarında ekonomik ilişkiler önemlidir. Bireyler, aileler ve gruplar sahip
oldukları ekonomik güçlere ve başarılara göre tabakalar arasında geçiş yapabilirler. Birçok
değişik sınıf ayrımı yapılmıştır. Bu ayrımı yapanlardan birisi Karl Marx (1818-1883) tır. Ona
göre iki sınıf vardır. Proletarya ve burjuva sınıfı gibi. Bu ayırın sosyolojide hala tartışılan bir
konudur. Proletarya işçi sınıfını temsil eder, burjuva ise işveren sınıfını temsil eder. Ona göre
işçi sınıfı işverenden daha az para kazandığı için işverene ekonomik anlamda yetişmesi söz
konusu bile edilemez. Çağdaş toplumlarda ise sınıf ayırımı üç şekilde yapılır (Bahar, 2009:
102-103).
Üst sınıf: Üretim araçlarına sahip zengin oldukları için üst düzeyde bir yaşam
kalitesine sahiptirler ve ona göre bir hayat sürerler.
Orta sınıf: Üretim araçlarına sahip değildirler fakat bu araçları kontrol eden,
denetleyen ve yöneten kişilerdir. Gelir seviyeleri üst sınıf kadar olmasa bile
yüksektir. Bunun için gelişmiş olan toplumların temel ölçütü olarak kabul edilirler.
Bir toplumda orta sınıf temsil eden birey sayısı ne kadar fazla ise o toplum, o kadar
gelişmiş sayılırlar.
Alt sınıf: Sadece üretim araçlarını kullanarak üretim yapan ama onlara sahip
olmayan bireylerden oluşur. Ürettiklerinin çoğunu üretim araçlarına sahip olan
kişiler alır. Gelişmemiş olan toplumların ölçütü olarak kabul edilirler. Alt sınıfa
mensup insan sayısı ne kadar çoksa o toplum o kadar gelişmemiş olarak kabul
edilir.
Bazıları da bu ayrımı birbirine benzer olsa da farklı isimlerle dört şekilde ele almıştır.
İşçi sınıfı: 19 yy da sanayi devrimi ile ortaya çıkmış toplumda belirleyici
özelliklere sahip olan bir sınıftır. Bu sınıfa mensup olanlar işverene göre hareket
eder ve onların belirlediği şartlara göre faaliyetlerini sürdürürler. İşverenin
davranışları işçinin de tutum ve tepkilerinin belirleyicisidir. Gelişmiş toplumlarda
işveren ile işçi arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi olarak yeni kurumlar ortaya
çıkmıştır. Bu kurumların başında sendikalar gelmektedir. Bu sınıfı alt sınıf
içerisinde değerlendirebiliriz.
İdare ediciler, sermaye sınıfı: Bunlar toplumun en üst mevkilerini elde etmiş
kişilerden oluşan sınıftır. Diğer sınıf mensuplarından eğitim, ahlak, sosyal ve
ekonomik özellikleri bakımından farklılık gösterirler. Bu durum onların gelir
seviyelerini de belirler. Genelde yüksek bir gelir seviyesine sahiptirler. Bunlar azda
olsa sermayenin başkalarının eline geçmemesi için birbirleri ile bir dayanışma
içerisinde olabilirler. Bu gurubu da üst sınıf içerisinde değerlendirebiliriz.
Orta sınıf: Ne işçi sınıfına nede sermaye sınıfına benzemezler. Çok sayıda sosyal
sınıflardan meydana gelmişlerdir. İleri derecede bireyci bir anlayışa sahip oldukları
için az derecede birbirleri ile dayanışma içerisindedirler. Esnaflar, memurlar,
serbest meslek sahipleri, tüccarlar bu sınıf içerisinde yer alır. Özel mülkiyete önem
verirler. Yardımlaşma konusunda çok istekli değildirler. Yukarıda belirtilen orta
sınıfla hiçbir farkları yoktur.
Köylü sınıfı: Gittikçe yok olmaya yüz tutmuş bir sınıftır. Çünkü tarımsal faaliyetler
artık günüz toplumlarında büyük işletmelerin kontrolüne girmiştir. Bu durumda
onların gittikçe yok olmasına neden olmaktadır. Çok yakın zamanlarda toplumların
nüfuslarının büyük bir çoğunluğu köylerde yaşarken artık bu nüfusun çoğunluğu
şehirlerde yaşamaktadır. Bunun içinde insanları doydukları yerde değil doğdukları
yerde istihdam etmek gelişmiş toplumların temel özelliği olmalıdır.
Karl Marx’ın tabakalaşma kuramı
Bu kuramın temelinde ekonomik ilişkiler vardır. Bütün toplumlarda
tabakalaşmaya bu ekonomik ilişkiler neden olmaktadır. Ona göre sadece
komünist toplumlarda sınıf farkı yoktur. Çünkü her şey devletindir. Bu
düşünce günümüzde yeterince taraftar bulamadı. Çünkü işçi sınıfının yaşam
standartları gelişince refah seviyeleri de artı. Bu da orta sınıfı güçlendirdi.
Böylece bu görüş sadece tarım toplumlarında kabul gördü. Ancak günümüzde
orta sınıfın gücünün artması ve pazarlık yapabilme özelliğine sahip olmaları bu
görüşün yeterince kabul görmemesine neden oldu (Bahar, 2009: 103-105).
Fonksiyonalist (işlevselci) Kingsley Davis ve Wilbert E. More göre
tabakalaşma kuramı
Bu kuram genelde K. Davis (1908-1997) ve W. Moore’nun (1914-1987) 1945
yılında yazmış oldukları “Tabakalaşmanın Bazı İlkeleri” adlı eserlerinden
dolayı onların adlarıyla anılmaktadır. Aslında fonksiyonalizm bu kişilerden
çok daha önce dile getirilmiştir. Fonksiyonalizm ile ilgili birçok sosyolog,
antropolog ilgilenmiş ve görüş bildirmişlerdir. Özellikle E. Durkheim, A.
Comte, H. Spencer, B. Malinowski, A. R. Radcliffe-Brown, T. Parsons ve R.
K. Merton bu kişilerin başında gelmektedir.
İşlevselcilere göre tabakalaşmanın toplumun devamı açısından olumlu etkisi
vardır. Ayrıca toplumda önemli konumlarda yetkin kişiler bulunmalıdır. Bunun
içinde bu kişiler ile önemli konumda bulunmayan kişiler arasında itibar ve
kazanç bakımından fark olacaktır. Bu farklar bireylerin dikkatini çekecek ve
onların bu güce sahip olabilmesi için kendilerini yetiştirmelerine neden
olacaktır(Bahar, 2009: 106-107).
Bazı sosyologlar bu yetkin insan sayısını tartışmaktadırlar. Çünkü fırsat
eşitsizliğinden dolayı alt sınıftaki insanlar kendilerini yeterince
geliştiremeyecek bu da toplumda çatışmalara neden olacaktır. Ayrıca
işlevselcilerde insanın kendisi ve ahlaki değerlerine karşı bir yok sayış söz
konusudur (Giddens,2003:128).
Max Weber’in tabakalaşma kuramı
Max Weber’e (1864-1920) göre toplumlar rasyonelliğe doğru giden bir değişim
gösterir. Bu duruma örnek olarak da toplumların din anlayışını gösterir. İnsanlar çok tanrılı bir
din anlayışından, tek tanrılı bir din anlayışına doğru giden din değişim göstermişlerdir. Ayrıca
ona göre toplumlar kendi meşrutiyetlerini kaybettikleri zaman kendi içlerinde yeni bir lider
çıkarırlar ve bu liderle beraber yeni bir düzen kurarlar (Kongar, 1985: 98).
M. Weber’e göre eşitsizliğin tek bir sebebi yoktur. Ekonomik yönden gelişmiş olan bir
kişi siyasi ve saygınlık açısından gelişmemiş olabilir. Weber, toplumun ekonomi politiğini
yapmış olan Marx’ın karşısına, dini inançların iktisadi hayattaki etkilerini göstererek karşı
çıkan ilk sosyologdur. Weber ’deki sınıf anlayışı, Marx’ dakinin tersine üretime bağlı değildir.
Yani sınıfları belirleyen tüketimdir. Bireyler açısından bakıldığında üretilen mallara ne kadar
sahip oldukları onların toplum içindeki yerini de belirler. Ona göre Avrupa’ daki Akılcı
Kapitalizmin belirleyicisi olarak Protestan Ahlaki gösterilmiştir. Bu yönü ile de çok
eleştirilmiştir. Ayrıca Marx dan ayrı olarak toplumdaki sınıfları şu şekilde belirlemiştir.
1) İşçi sınıfı.
2) Küçük burjuvazi.
3) Mal varlığı olmayan uzmanlar ve aydınlar,
4) Mal varlığı olanlar ve gördükleri eğitimle ayrıcalık kazanmış olanlar.
Ancak bu sınıflamanın nasıl yapılacağına dair açıklama getirememiş bundan dolayı da
eleştirilmiştir.
İnsanlar fiziksel, entelektüel ve ahlaki açıdan eşit değildir. Bununda belirleyicisi
genlerdir. Eşitsizlik doğal ve ilk olgu olduğundan ya toplumsal çaba ile doğal
eşitsizliğin ortadan kaldırılmasına ya da her kese niteliğine göre değer verilmesine
çalışılmalıdır. Max Weber doğru ya da yanlış doğal eşitsizlik şartlarının oranları
arasında ve bu eşitsizliği giderilmesi çabasında bilimin yönettiği bir seçimin
olmadığını belirtir (Aron,1994:365). Ona göre sınıfları oluşturan ekonomik çıkarlardır.
Weber’e göre tabi ki becerileri talep edilen daha çok kazanacaktır. Kalifiye işçi ile
kalifiye olmayan işçi arasında bir fark olmalıdır. Ancak sınıf yapısının belirlenmesinde
iş gücü yeterince sınıflanamaması onun görüşlerinin en önemli eleştirisi olmuştur.
Gerhard Lensk’nin tabakalaşma kuramı
Gerhard Lensk’i (1924-2015)başlangıçta toplumsal tabakalaşma da işlevselliği kabul
etse de, daha sonraları bu işlevselliğin bozulacağını iddia etmiştir. Ona göre yetenekli kişilerin
başlangıçta önemli yerlere gelmelerini söyler ama ilerleyen zamanlarda bu yeteneklerini
kullanmadıklarında bir takım problemlerin ortaya çıkacağını söyler. Ayrıca sanayileşmenin
sonucunda gittikçe farklılaşan ve farklı yetenekler isteyen yeni meslek alanları ortaya
çıkacaktır. Bu durum başlangıçta normal görülecek ama değişiklikler ortaya çıktığında
problemler oluşacaktır (Tezcan, 2016: 108).” Eski yetenekli kişiler yeni yetenek isteyen
mesleklere uyum sağlayacaklar mı? Yoksa yeni insanlara yer açacaklar mı? “ Soruları
üzerinde durmuştur.
Çatışmacıların tabakalaşma kuramı
Çatışmacılar, işlevselcilerin görüşlerine karşı çıkarlar. Onlara göre insanlar kıt
kaynaklara sahip çıkmak için birbirleri ile mücadele içerisine girerler. Bir süre sonra en çok
kaynağa sahip çıkan diğerlerine göre daha baskın olmaya başlayacak bu durumda ister
istemez toplumda bir eşitsizliği doğuracaktır. Böylece toplumda tabakalar oluşmuş olacaktır.
Baskın olan guruplar bir süre sonra toplumun tüm kurumlarını kullanarak kendi
propagandalarını yaparak diğer guruplar üzerinde kendi istedikleri algıları oluşturacak ve
böylelikle kendilerine haklılaştırılmış bir zemin oluşturmuş olacaklardır. Eğer diğer insanlar
bu propagandalardan etkilenirse baskın gurupların her istediği olmuş olacaktır ki; toplumda
ister istemez tabakalar oluşacaktır (Tezcan, 2016: 109).
Bozkurt Güvenç (2015,s. 125), kültür kavramının dört ayrı anlamda kullandığını
belirtir. Buna göre kültür; (1) bilim alanında, “uygarlık”, (2) beşeri alanda “eğitim sürecinin
ürünü”, (3) estetik alanda “güzel sanatlar” ve (4) maddi (teknolojik) ve biyolojik alanda,
“üretme, tarım, ekin, çoğaltma, yetiştirme” olarak tanımlanır. Bu bağlamda kültür, “belli bir
toplumun, belli bir evrim aşamasında, belli bir kentindeki bir üyesinin müzik yapma veya
eleştirme yeteneğinden; bütün dünyada tarihi çağlar boyunca yaşamış toplumların doğayla
ilişkilerinde gösterdikleri başarıların birikimli bileşkesine kadar, birçok olguya kültür
denilebilir.”
Dikey sosyal hareketlilik kişilerin bir statüden ya da bir sınıftan diğerine hareketi
olarak tanımlanır. Dikey sosyal hareketlilik, bireyin bir şekilde birlikte olduğu ve bireyin
sahip olduğu kültürel olarak değerli olan ölçütleri değerlendiren diğer insanlar ile ilişkileri
neticesinde ortaya çıkar (Fichter, 2001). Bir kurumda öğretmen ya da memur olarak görev
yapmakta olan bireyin lisansüstü eğitimlerini tamamlayarak bir üniversitede öğretim elemanı
olması dikey sosyal hareketliliği örneklendirebilir. Bireyin statüsünde fark edilir değişiklikler
olması muhtemeldir.
Çeşitli faktörler, yukarı yönde dikey sosyal hareketliliği oluşumuna zemin
hazırlayabilirler. Bu faktörler çok çeşitlidir. Sosyal hareketliliğe zemin hazırlayan faktörleri
şu şekilde sıralayabiliriz (Genç, 2012);
Yükselme arzusu,
Üstün zekâlı ve yetenekli insanlara, toplumun üst kademelerinde daima yer bulunması,
Eğitimde fırsat ve imkân eşitliğinin sağlanması,
Üst sınıf bireylerinin üstün bilgi ve yetenek isteyen işlere yeterli sayıda eleman temin
edememesi,
Sanayileşme süreci,
Rekabet,
Meslekler hiyerarşisindeki değişmeler,
Demografik olayların yoğunluk kazanması,
Sosyal ve ekonomik iş bölümünün uzmanlık alanları yaratması ile buralara yetenekli
ve liyakatli bireylerin yükselebilmesidir.
Feodal Zümreler: Ortaçağ Avrupa’sında bulunan feodal zümreler, yaşanılan çağdaki
işbölümüne bağlı olarak ortaya çıkmış olup her biri ayrı bir statüye sahipti (Ergun,
1994). Ortaçağ Avrupa’sındaki feodal toplumda temel olarak asiller, rahipler,
zanaatkârlar ve köylüler olmak üzere üç tabaka bulunmaktaydı. Asiller ülkeyi
savunma görevi bulunan askeri aristokrasi idi. Ayrıca yargı gücüne sahiptiler. Rahipler
dinsel ve entelektüel seçkinler olup, yönetimsel işlevleri de bulunmaktaydı. Bir diğer
grup ise zanaatkârlardı. Zanaatkârlar, tarımsal nitelikte olmayan üretim ve onun
dağıtımı ile uğraşan, üretim alanlarına göre farklılaşma göstermiş gruptu. Köylüler ise
rahip ve asilleri desteklemek için çalışmak gibi bir toplumsal zorunluluk altındaydılar.
Asiller ve rahipler toplumdaki elit grubu oluşturuyor ve her türlü örgün eğitimden
yararlanıyorlardı. Zanaatkârlar da çırak-usta-kalfa ilişkilerine dayalı eğitim alıyorlar,
alt tabakadaki köylüler ise eğitim görmüyorlardı (Ergun, 1994; Tezcan, 1996).
Buradan anlaşılacağı üzere feodal zümreler ayrıcalık elde eden asiller ile yönetim
görevi de bulunan seçkinler yani rahipler, zanaatkârlar ve hiçbir ayrıcalığa sahip
olmayan köylüler olmak üzere dört grupta ele alınabilir.
Kastlar: Modern dönemdeki toplumsal sınıflardan farklıdır. Eşitsizliğin tamamen
kalıtsal olduğu bir sosyal tabakalaşma sistemidir. Kast sistemi doğuştan kazanılır ve
değiştirilemez (Tezcan, 1996). Weber (2005) kast tipi sosyal tabakaları kapalı statü grupları
olarak ele alır (İnce, 2017). Yani kast tipi sosyal tabakalaşmada dikey hareketlilik söz konusu
değildir.
Kuramsal olarak dört tür kast vardır. Bunlar rahipler ve öğretmenler, savaşçı ve
asilzadeler, tüccar ve zanaatkârlar, köylüler ve el işçileridir. Kast sisteminin özellikleri
(Tezcan, 1996):
1. Bir grup insanın yaşam olanaklarının belli bir nedensel öğesi ortak ise,
2. Bu öğeyi mal sahibi olmak ve gelir sağlamak gibi salt ekonomik çıkarlar temsil
ediyorsa,
3. Bu öğe, meta ve işgücü piyasalarının koşullarında temsil ediliyorsa, “sınıftan söz
edilebilir” (İnce, 2017).
Sosyal Tabakalaşma Teorileri
Davis ve Moore: Bütün toplumlarda farklı durumlar nedeniyle eşit olmayan bir
ödüllendirme söz konusu olduğu için sosyal tabakalaşma evrenseldir. Toplumlar bireylere üç
tür ödül vermektedir:
Darülfünun’da kurulan bu kürsü, dünyanın en eski ikinci bağımsız sosyoloji kürsüsü olma
özelliğine sahiptir. Yine bu üniversite tarafından yayınlanan İçtimaiyat Mecmuası da dünyada
yayınlanan ilk sosyoloji dergileri arasında yer almıştır (Ercan, 2013).
Ziya Gökalp 1895 yılında Londra’da çıkan İstiklal Gazetesi’ndeki yazısıyla yayın
hayatına merhaba demiş ve 1924 yılına kadar birçok eser geride bırakmıştır. Gökalp’ın ilk
yazısından sonraki yazıları 1904-1908 yılları arasında Diyarbakır Gazetesi’nde, 1909
yılındaki yazıları ise Diyarbakır’da yayınlanan Peyman Gazetesi’nde çıkmıştır (Tütengil,
1965). II. Meşrutiyetin ilanından sonra Gökalp’ın makaleleri birçok dergi ve gazetede
yayınlanmıştır. Bu dergi ve gazeteler şunlardır (Celkan, 1990): Genç Kalemler, Volkan, Halka
Doğru, Türk Sözü, Bilgi, İslam, Muallim, İktisadiyat, Milli Tetebular, Darülfünun Edebiyat
Fakültesi, İçtimaiyat, Harp, Şair, Genç Yolcular, Yeni Mecmua ve Küçük Mecmua. Ziya
Gökalp’ın kitaplarının başlıcaları ise şunlardır:
13. Gökalp sadece Türk milliyetçiliği ve kültürüne ilişkin fikirleri yayma isteğine sahip
değildi aynı zamanda Oryantalizm, Batı felsefesi ve son dönemdeki sosyal
araştırmalarla alakalı da geniş bir bilgi birikimine sahipti. Gustave de Bons, Gabriel
Tarde, Friedrich Nietzsche ve diğer batılı aydınlar dışında Fransız bir sosyolog ve
pozitivist olan Emile Durkheim, Gökalp’ı en çok etkileyen isim olmuştur.
Durkheim’ın toplumu yücelten fikirleri Gökalp’a hitap ediyordu. Bu fikirler
Gökalp’ın toplumu, dili ve kültürüyle farklılıklara sahip olan etnik grupları
bütünleştiren bireyüstü bir varlık olarak görmesine olanak sağlamıştır (Celnarova,
1997).
14. Ziya Gökalp, toplumsal problemlerin çözümünün siyaset yoluyla
gerçekleştirilebileceğine inandığı için sosyolojiye yönelmiştir. Osmanlı Devleti’nin
hızlı bir şekilde küçülmeye gittiği ve birçok sorunla yüzleştiği bir dönemde
sosyolojiye ilgi duyan Gökalp, ulus devlete doğru gidişin kaçınılmaz olduğunu
görerek Türk milletini bir arada tutacak ve ortak değerler etrafında bir araya getirecek
yeni bir kimliğin inşası üzerine kafa yormuştur. Gökalp’ın sosyolojisi, toplumu bir
bütün olarak görerek onu tüm yönleriyle modernliğe ulaştıracak yolları ortaya
koymayı amaçlamıştır (Bulut, 2004). Bu bağlamda Gökalp, etkilendiği Durkheim
Sosyolojisi’nden toplumsal yaşama yön veren değer-ülkü, birey-toplum, ulus, kültür-
uygarlık, halk-seçkinler ve toplumsal evrim gibi kavramları alarak Türk toplumunun
problemlerini çözmeye çalışmıştır.
a. İSMAİL HAKKI BALTACIOĞLU
Baltacıoğlu 92 yıllık uzun yaşamında sosyoloji, pedagoji, edebiyat, felsefe, güzel sanatlar,
İslami bilimler gibi alanlarda yüz otuzun üstünde eser ortaya koymuştur. Ayrıca binden fazla
makalesi bulunmaktadır (Bayraktar, 1992). Baltacıoğlu’nun eserlerinden bazıları şunlardır:
“Talim ve Terbiye’de İnkılap” adlı eserinde Türk eğitim sistemini “uslu ve hafızası dolgun
adamlar” yetiştirmeyi kendisine amaç olarak belirlediğini ileri sürerek eleştirmektedir. Bu
bağlamda Baltacıoğlu, eğitimin amacının ne olması gerektiği ile ilgili aynı eserinde şunları
ifade etmektedir.
“…Bir adamı adam eden, insanların hayatta başarısını hazırlayan şey; birinci
derecede öğrendikleri, hatta zekâları bile değildir. Bu başarı, öncelikle; girişimcilik,
kararlılık, dayanıklılık, cesaret ve kahramanlık gibi ahlaki vasıfların şekline,
kuvvetine bağlıdır… Bugün yaşamak kararlılığında olan bir milletin, bir toplumun
çocuklarının eğitim ve öğretimde yalnız bir amacı olabilir. Bu amaç; onları hayata
hazırlamaktır.”
en önemli eseri olarak nitelendirdiği İçtima-i Mektep adlı eserinde eğitimin ilkelerini şu
şekilde sıralamaktadır:
Kişilik İlkesi: Eğitimin amacı, gerçek kişiler meydana getirmektir. Eğitim sonucunda
elde edilen bilgilerin kişinin kişiliğinde de yer etmesi beklenmektedir. Örneğin, doğa eğitimi
alan bir kişinin bu eğitim sonucunda doğasever bir kişiliğe sahip olması beklenmektedir.
Ortam İlkesi: Gerçek kişilerin yetiştirilmesinde ortam önemli bir faktördür. Bir
kişinin en iyi şekilde eğitilebilmesi için onun gerçek ortamında bu eğitimi alması gereklidir.
Örneğin bir tıp doktorunun alanında başarılı olabilmesi için hastane ortamında tecrübe
kazanması gereklidir. Bu bağlamda okullar öğrencilere kişilik kazanabilecekleri ortamları
sağlamalıdır.
Çalışma İlkesi: Gerçek kişilerin yetiştirilebilmesi için gerçek ortamlarda çalışmaları
şarttır. Bu nedenle okullar gerçek hayata ilişkin çalışmaların yapıldığı yerler olmalıdır. Bunun
sağlanabilmesi için okulların ders dışı etkinliklere önem vermesi gereklidir.
Verim İlkesi: Verimliliğin ilk şartı çalışmadır. Gerçek bir çalışmanın sonucunda
kişiden sosyal değeri olan bir eser ortaya koyması beklenmektedir. Böylelikle yapılan
çalışmadan verim elde edilmiş olacaktır.
Başlatma İlkesi: Genel amacı kişileri hayata hazırlamak olan eğitim, bir başlangıçtır.
Kişi bu eğitim sonucunda hayatını yaşayacaktır. Bu açıdan eğitim bazı önemli konularda
kişilere önkoşul yeterlikleri sağlayarak başlatma ilkesini yerine getirmektedir.
Baltacıoğlu, ezberci ve soyut bilgilerin aktarıldığı öğretim yöntemlerine karşıdır. O’na
göre öğretim etkinliklerinde öğrencilerin yaparak yaşayarak öğrenmeleri için fırsatlar
yaratılmalıdır. Baltacıoğlu eğitimde oyuna da büyük önem vermektedir. Çocukların bu
oyunlarda aktif olarak yer almalarının gerekliliğinden bahsetmektedir. Osmanlı döneminde
pek meşhur olmayan futbolu, ülkemiz için çok uygun bir spor olarak görmektedir (Altın,
2014). Baltacıoğlu ile birlikte eğitim sistemimizde görülen yeniliklerden bazıları şunlardır
(Tezcan, 2005):
1. Öğrencileri çevre gezilerine çıkarmıştır.
2. Okul tiyatrosu kurmuş ve oyunlar kaleme almıştır.
3. Açık hava okulu, doğayı tanımak ve öğrencileri açık havada geliştirmek gibi
yenilikler uygulamıştır.
4. Türkiye’de ilk karma öğretimi başlatmıştır.
5. Sanat ve el işi yoluyla eğitimin ilkokul ve ortaöğretimde geliştirilmesine çalışmıştır.
4.7.1. Eserleri
Topçu eserlerinde çok farklı konulara değinmiştir. Nurettin Topçu’nun doktora ve
doçentlik tezleriyle felsefe, sosyoloji, psikoloji, mantık ve ahlâk dersleri için hazırlamış
olduğu ders kitapları dışında yayınlamış olduğu makaleleri, doktora tezinin tercümesi ve Reha
isimli yayınlanmamış romanı 1997-2005 yılları arasında Ezel Erverdi ve İsmail Kara
tarafından yayına hazırlanmıştır (Kara, 2013). Topçu’nun eserlerinden bazıları şunlardır:
MÜMTAZ TURHAN
Eserleri