Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 33

HAFTA 1

İNSAN HAKLARININ TARİHSEL GELİŞİMİ // İNSAN HAKLARI NEDİR?

BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi; ‘’Bütün insanların insan olmalarından kaynaklı


olarak sahip olduğu en temel haklardır.’’ şeklinde insan haklarını açıklar. Bu haklar insanların
sahip olduğu özgürlük, onur ve eşitlik ilkelerine dayanır. Bildirgenin 1. Maddesinde; ‘‘Bütün
insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar, akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine
karşı kardeşlik anlayışıyla davranış göstermelidirler.’’ der. 2. Maddesinde; ‘‘Herkes ırk, renk,
cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka görüş ulusla ya da sosyal köken, mülkiyet, doğuş ya da herhangi
başka ayrım olmaksızın bu bildirge ile ilan olunan bütün hak ve özgürlüklerden yararlanabilirler’’
der. İnsan hakların temelinde insan doğası vardır. Ancak bu durum bireysel değil aynı zamanda
toplum içerisinde olan diğer insanlar ile olan ilişkileri de tanımlar. En önemlisi insan hakları,
insanların daima iktidara karşı öne sürebileceği ve iktidarın koruması gereken haklardır. (İktidar bu
hakları kısıtlayamaz ve daima koruması gerekir). (Yaşama, barınma, eğitim, ifade özgürlüğü,
seyahat, özgürlük, eşitlik, seçme ve seçilme, köleliğin yasaklanması, din ve vicdan özgürlüğü,
adil yargılanma, örgütlenebilme, eylem yapabilme, çalışma, anadilde eğitim, sağlık
hizmetlerinden yararlanma, bilim ve sanat, özel hayatın gizliliği, eşit oy hakkı, mülkiyet, eşitlik
ve ayrımcılık yapmama ilkeleri, başka grup mensuplarına karşı eşitlik, kendi kaderini tayin
etme, kamu hizmetlerine girme, dilekçe…)

İnsan haklarının gelişimine baktığımız zaman aslında insanlık tarihinin en erken dönemlerinde
ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak o dönemlerde belli kişileri ya da grupları kapsayan niteliği vardı.
Günümüz dünyasında insan hakları dediğimiz zaman evrensel geçerliliği olan bir kavramdır. İnsan
haklarına temel olarak baktığımız zaman doğal hukuk ile başlamış diyebiliriz. Doğal hukuk,
insanların duygularını ve ihtiyaçlarını en iyi şekilde kavrayan hukuktur diyebiliriz. Doğal hukuk,
haklar zamanla değişmeyen ve her yerde geçerli gerçek ilkelerdir der. (Doğal Hukuk algısı). Doğal
hukuk kurallarından vazgeçilmesi ya da bunların başkasına devredilmesi mümkün değildir. Doğal
hukuk en üstün ve mükemmel hukuk kurallarının bütünüdür. Günümüz dünyasında olan iktidara
karşı hak talep etme düşüncesi doğal hukuk içerisinde yer almaz.

İnsan haklarının en önemli özelliği insanlar ile siyasi iktidar arasındaki ilişkiyi tanımlamasıdır. Bu
durum ilk olarak, 17. ve 18.yy. da gerçekleşmiştir. 17. yy. da orta çağda bulunan doğal hukukun
seküler temele dayandığını ve insan hakları düşüncesini doğal haklar adı altında ilk defa dile getiren
kişinin John Locke olduğunu söyleyebiliriz. John Locke’un teorisinin sistemini doğal haklar
oluşturur ve sistemine doğal haklar sistemi denir. Locke, toplum halinde yaşayan insanların 3 temel
doğal hakkı vardır der. Bunlar; yaşama, mülkiyet, özgürlük haklarıdır. İnsan haklarının tarihsel
okumasını yapmak aynı zamanda liberal (bireyci) tarihinde okumasını yapmayı mümkün kılar.
Locke, düşüncesinin temeline insanı (bireyi) almıştır. İnsanın hak sahibi birisi olarak
değerlendirilmesinin en önemli sonucu da sadece insan olması nedeniyle sahip olduğu dokunulmaz
ve devredilmez haklarla çevrelenmiş bir özel alanı her türlü dış müdahaleye (özellikle siyasal iktidar)
karşı güvence altına almak istenmesidir. (Liberal düşüncede devlet nötr bir yapıdadır ve sadece
hizmet verme aracı yapması istenir). Locke, insanın bütün haklarının korunması gerektiğini savunur
ve bunun için devletin olmasını söyler. Ancak devletin ortamı sağlamak dışında bir müdahale hakkı
olmaması gerektiğini söyler. Ancak insan hakları zamanla sadece ahlaki ve felsefi bir konu olmaktan
çıkarak, ulusal ve uluslararası belgelerle ya da bildirilerle düzenlenerek ulusal ve uluslararası
hukukun konusu haline geliyor. Modern çağ içerisinde, uygulama düzeyinde ilk önemli uygulama
adımı 1688’de muhteşem devrim sonrası İngiliz parlamentosu tarafından haklar bildirisinin kabul
edilmesi oluyor. (İngiltere meşruiyet düzenine geçiyor ve siyasi düzen anayasa ile kontrol altına
alınıyor). Haklar bildirisinde parlamento üyelerine ifade özgürlüğü ve tüm özgür vatandaşlara zalim
cezaların yasaklanması gibi çeşitli hak ve özgürlükler getiriliyor. Bill of rights (haklar bildirisi) insan
hakları kavramının pratiğe geçmesi açısından (küçük küçük adımlarla da olsa) ilk örneği olması
önemlidir.

Doğal hukuk ve liberal haklar düşüncesinden doğan başka siyasi mücadelede Amerika kıtasında
olmuştur. Haziran 1776’da Virjinya’da temsilciler meclisi Locke’un doğal haklar anlayışına bağlı
olan bir insan hakları bildirgesi kabul ediyorlar ve Virjinya bildirgesi başlıca 2 ilkeyi temel alıyor.
(Eşitlik özgürlük ve vazgeçilmez haklar ilkeleri). Bildirgede, hayat, hürriyet, mülkiyet, mutluluğu
arama hakları vazgeçilmez haklar olarak tanımlanıyor. Yine aynı yıl temmuz ayında 13 Amerikan
devleti tarafından ilan edilen ve Thomas Jefferson tarafından kaleme alınan Amerikan bağımsızlık
bildirgesinde de aynı anlayışın olduğunu görürüz. Burada da yine yaşama, özgürlük, insanların
mutluluğu arama hakkı üzerinde vurgu yapılmıştır. (Özellikle bu durum Fransız devrimini
etkileyerek uluslararası alana yayılmıştır). Daha sonrasında ABD’de 1791’de anayasaya yapılan
ek ile haklar bildirisi kabul ediliyor ve temel haklar bildirisi anayasallaşıyor. Bu çerçevede ifade,
toplanma, basın, din, konut dokunulmazlığı, adil yargılanma, aşırı ve olağan dışı cezaya
çarptırılmama gibi haklar söz konusu oluyor. (Ancak bu dönemde olan şeylerin hepsi kısıtlı
gruplar içindir). (ABD’de 1964 yılından sonra ancak siyahlara eşit oy hakkı tanınmaya
başlamıştır).

Bunların dışında 1789 Fransız devrimi diğer önemli olan olaydır. Devrim ile beraber insan ve
yurttaş hakları bildirgesi ilan edilmiştir. Burada özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve direnme hakkı
üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu bildiri ilk kez özgürlüğün tanımını vermiştir. Özgürlüğü
başkalarının hakkını işgal etmemek şartıyla istediğini yapmakta serbest olmak olarak tanımlamıştır.
Bildiride kraldan, kiliseden ya da soylulardan bahsedilmemiştir, tamamen insanın yönetimi, insanın
doğal hakkı, insanın devredilmez hakkı insan olmanın ve insan olmaktan kaynaklanan hakların bir
siyasi iktidarın temelini oluşturduğu belirtilmiştir. (Egemenlik millete tanınıyor. Herkes yasa
önünde eşit kabul ediliyor). (İlk kez bu bildiride haklardan evrensel olarak bahsedilmiştir
ancak burada da her erkek diye geçen bir ifade vardır). Ancak bu belgelerin hepsi bulunduğu
dönem içerisinde çelişkiler barındırır. O dönemde Amerika kıtasındaki yerli halkın hak ve
özgürlükleri yok edilmektedir ve köleciliğin devam ettiği bir dönem vardır. Fransız bildirisinin ilan
edildiği dönemde ise Fransa sömürü politikalarına devam etmektedir ve toplumdaki grupların çoğuna
eşit hak ve özgürlükler tanımamaktadır. (İnsanlar eşit ancak hangi insanlar? sorusunu sormak
gerekir). (Burada aslında bu hakların insanların tamamına uygulanmaması için
meşrulaştırmaya yönelik bazı politikalar izlendiği için dışlanan insanlar buna karşı
çıkmamaktadır. Bu nedenle aslında tarihsel olarak ortaya konulan hakların aslında o kadar da
kapsayıcı olmadıklarını görebiliriz).

Bu nedenle 19. yy. da çok ciddi hak, özgürlük ve eşitlik talebiyle birçok siyasi hareket ortaya
çıkmıştır ve dışlanan insanların hepsi kendini sisteme dahil etmeyi amaçlamıştır. Burada kadın
hareketlerini, işçi hareketlerini ya da köleciliğin kaldırılmasını görebiliriz. Ancak kadın hareketleri
19.yy. da yine çok başarılı olamıyor. İşçi hareketlerine baktığımızda çalışma ve işsizlik alanında
koruma hakkı bu dönermde elde ediliyor. 1830’da ilk defa İngiltere’de bir sendikalaşma olduğunu
görüyoruz. Bunların arasında insan hakları söylemini kullanarak köleciliğin kaldırılması en başarılı
olan şey olmuştur. (1807’de köle ticareti kaldırıldı ve 1833’te kölecilik kaldırıldı.) Kölecilik karşıtı
hareket sadece toplumu değiştirmeyi amaçlamamakta, aynı zamanda bir hukuki değişiklik sağlamayı
da hedeflemiştir. (Köleciliğin ortadan kaldırılması sadece ahlaki değil, bununla orantılı olarak
ekonomik açıdan da değişiklikler meydana gelmiştir. Yani İngiliz ekonomisi için köle ticareti
ve kölecilik çok da bir artı değer sağlamıyor olması önemi söz konusu). Ancak Amerika’da köle
ticareti özellikle güney eyaletlerinde ekonomik olarak çok büyük önem taşıyor. Bu nedenle
köleciliğin kaldırılması İngiltere’deki kadar kolay olmamıştır. Buradaki kölecilik hareketi çoğunlukla
beyazlar ve dindar Amerikalılardan oluştuğunu görüyoruz. Bazıları ise esaretten kaçan siyahlardır.
Bu dönemde köleciliğin kaldırılması için bazı çabalar var. Bunlardan belki de en erkeni 1816’da
kuurulan bir Amerikan sömürgecilik derneği var. Bu dernek köleler serbest bırakılsın ve Afrika’ya
geri gönderlisin fikrini savunuyor. (Bugün 1847’de ortaya çıkan Liberya, özgürleşen Afrikalı
Amerikanların (yaklaşık 12 bin kişi) Afrika’ya gönderilmesi sonucunda oluşuyor. Bunun dışında
kölecilik devam ederken Amerika’da bu durum 1861’de iç savaşa neden olmuştur. (Kuzey =
Kölecilik karşıtı, Güney = Kölecilik yanlısı). İç savaş sonrasında Kuzey’in savaşı kazanması ile
1865’te ilan edilen yasada Amerika’da her türlü kölecilik resmi olarak kaldırılmıştır. 20. yy. ‘da 2
dünya savaşı meydana gelmiştir ve sonrasında insan hakları uluslararası alanda daha sistematik
şekilde düzenlenmeye başlamıştır. 1.dünya savaşı Avrupa’lı devletler arasında olmuş ancak bütün
dünyada insan hakları için olumsuz sonuçlar yaratmıştır. Bu durum uluslararası insan hakları
sisteminin gelişmesinde etkili olmuştur. Bu dönemde sosyalist hareketler güçlenmiştir. Sosyal ve
ekonomik haklar için mücadeleye devam edilmiştir. Savaş sonrası kendi kaderini tayin etme ve
azınlık haklarının temelinin atılması durumu söz konusu olmuştur. Savaşın yıkımı uluslararası alanda
örgütler kurularak barışın bu örgütler aracılığıyla kurulmasının yolunu açmıştır. (M.C.). M.C. özel
olarak insan haklarına dayalı sistem geliştirmemiş ancak azınlıkların korunması için geliştirilen
sistem uluslararası insan hakları sisteminin temeli için önemli yere sahiptir. Yaşama hakkı, inanç
özgürlüğü, ayrımcılık yapılmaması uluslararası güvence altına alınıyor. Savaş sonrasında Wilson’un
ortaya koyduğu toplumların kendi kaderini tayin hakkı Doğu Avrupa’da önemli ölçüde kullanılsa da
sömürge yönetimlerini etkilememiştir. M.C. bunların kontrolünü kendi eline alarak bu toplumlar
geliştiğinde kendi kaderlerini tayin hakkını kazanabilirler prensibi ile aslında sömürgeciliğin devam
etmesini sağlıyor. Bunu daha sonra İngiltere ve Fransa gibi ülkelere devrederek MC altında bu
devletlerin kendi topraklarını genişletmesini ve sömürgelerine devam etmelerini sağlamış oluyor.
Bunu ise sadece savaşı kaybeden devletlerin sömürgelerinde yapıyor. (Aslında bazı devletlerin
sömürgelerini genişletmesine yardımcı olunmuştur. M). M.C dışında insan haklarının
anayasalarda, kanunlar ve ulusal düzenlemelerde yer almaya başladığını görürüz. (1919 Weimar
anayasası ekonomik ve sosyal haklara geniş yer veriyor gibi). Ancak 1.dünya savaşı sonrası
oluşturulmaya çalışılan düzenin başarısız olduğunu ve İtalya, Japonya gibi yerlerdeki radikal
hareketler sonucu 2.dünya savaşının çıktığını görüyoruz.

2.dünya savaşında azınlık ya da aşağı görülen grupların uğradığı vahşet sonrasında insan hakları
kavramının önemi daha çok ön plana çıkmıştır. Günümüzde bahsedilen insan hakları sistemi 2.dünya
savaşı sonrasında kurulmuş olan sistemdir. BM 1945’ de kurulduktan sonra insan haklarını en temel
ilke olarak benimsemiştir. 1948’de BM genel kurulu insan hakları evrensel bildirisini yayımlamıştır
ve bu bildiri insan haklarını oldukça geniş haklar listesi olarak içeriyor. Bu bildiriyle beraber insan
hakları tüm BM üye devletlerin uyması gereken en temel bildiri olmuş ve uluslararası insan hakları
sistemi oluşturulmuştur. 1941’de Roosevelt haklardan 4 temel özgürlük bazında (temelinde)
bahsetmiştir. (İfade, inanç, yoksulluktan kurtulma, korkudan güvensizlik (siyasi, ekonomik, sosyal
ve tüm haklardan yararlanamama korkusudur bu güvensizlik.) kurtulma özgürlüğü). 1946’da bu
durum temel alınarak Eleanor Roosevelt başkanlığında bildiri taslağı hazırlanmıştır. Bildiriyi o
dönemde özellikle komünist devletler kabul etmemiş ve bildiriye itiraz etmişlerdir. Bu devletler
bildirinin farklı ekonomik sistemleri ve sosyal kültürel ve kolektif hakları içermediğini
belirtmişlerdir. (Güney Afrika ve Arabistan’da bildiriyi imzalamıyor). Bildiriye bakınca sivil ve
siyasi haklara yönelik ilk 20 madde içerisinde yine liberal dilin egemen olduğunu görebiliriz. Bu
nedenle bazı kesimler farklı nedenlerle bildiriyi imzalamamıştır. Bunun dışında bu bildirinin kabul
edildiği dönemde bazı sömürge devletleri henüz bağımsız olmamıştır. Bu devletlerde bağımsız
olunca bildiriye eklenmiş ve bildiri oy çoğunluğu ile kabul edilmiştir. Sonuç olarak, belge BM’nin
temel insan hakları belgesi ve uluslararası insan hakları sisteminin de temel yapıtaşı haline gelmiştir.
1950 ve 1980’ler soğuk savaş zamanında insan hakları, özellikle ABD tarafından doğu bloğuna karşı
kullanılan temel siyasi enstrüman olmuştur. Bunun dışında bu dönemde sömürgeci devletlerin
sömürgelerinin bağımsızlıkları olmuş ancak sömürgeciler bunları bastırmak için güç kullanmış ve
insan hakları ihlalleri yine meydana gelmiştir. Bu nedenle 1965’ ırk ayrımcılığına karşı uluslararası
sözleşme kabul edilmiştir. Bu açıdan evrensel bildiri dışında sonradan yapılan sözleşmeler ile insan
haklarının günümüzde daha güçlü hale geldiğini görebiliriz. İnsan hakları özellikle soğuk savaş
sonrasında olmazsa olmaz bir durum haline gelmiştir. (Bu açıdan baktığımızda insan haklarının
tarihini liberalizmin zafer olarak tanımlamamız yanlış olmaz).

BM insan hakları bildirisine baktığımız zaman bildirinin aslında hukuki bağlayıcılığı ve


zorunluluğu yoktur ancak ahlaki açıdan bir bağlayıcılık söz konusudur. Bildiriden sonra da tam
olarak bir başarı elde edilememiş olsa bile çoğu durumda ve çalışmada bildirinin etkili olduğunu
söyleyebiliriz. 1966’da imzaya açılan ve 1976’da yürürlüğe giren sivil ve siyasal haklar
uluslararası sözleşmesi, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar uluslararası sözleşmesi bildiriye
bağlayıcılık açısından daha sonrasında imzalanan en önemli sözleşmelerdir. (Bunlar ikiz
sözleşmeler olarak da anılıyor. Uluslararası insan hakları yasası diyebiliriz). Bunun dışında 1984’ de
işkence, zalimane, insanlık dışı ve aşağılayıcı cezalara karşı sözleşme, 1952 kadınların siyasi hakları
sözleşmesi, 1979 kadınlara karşı ayrımcılığı önlenmesi sözleşmesi, Çocuk hakları sözleşmesi gibi tek
konulu sözleşmelerde daha sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunun dışında ülkeler içinde ya da bölgesel
anlamda da bazı belgelerin ve kurumların oluşturulduğunu da söyleyebiliriz. Osmanlı’da tanzimat ile
beraber kişi dokunulmazlığı ve güvenliği, mal güvenliği, tüm tebaanın kanun önünde eşitliği hakları
kabul edilmiştir. Daha sonrasında 1876 kanun-i esasi ile de temel sivil haklar tanımlanmıştır. (Kişi
özgürlüğü ve dokunulmazlığı, din ve ibadet özgürlüğü, öğretim özgürlüğü, kanun önünde eşitlik,
mülkiyet güvenliği, işkence ve eziyet yasağı gibi). Ancak bu anayasanın ömrü uzun olmamıştır.
Türkiye’de de insan hakları anayasanın gelişimi ile paralel olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet
döneminde 1924 tarihli anayasada Fransız insan ve yurttaş haklarında yer alan özgürlük tanımına yer
verilmiş ve temel haklara bir bölüm ayrılmıştır. (Kişi özgürlüğü, kanun önünde eşitlik, kişi ve konut
dokunulmazlığı, din ve vicdan özgürlüğü, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, seyahat özgürlüğü,
mülk edinme özgürlüğü, mahkemelerde hak arama özgürlüğü, vatandaşlık hakkı, seçme hakkı,
seçilme hakkı gibi (1934’e kadar sadece erkeklere ait bir hak)). Bunun dışında bunların korunması
içinde teknik ve kurumsal yapılar oluşturulmuştur. Bunun dışında Türkiye BM insan hakları
sözleşmesini de başta genel kurula katılarak kabul etmiştir. Bunun yansıması da 1961 anayasasında
ortaya çıkmıştır. (Girişinde insan hakları evrensel beyannamesine ve ilkelerine referans söz
konusudur). Bu anayasa ile ilk defa sadece medeni ve siyasi haklara değil, ekonomik ve sosyal
haklara da yer verilmiştir. 1982 anayasasında ise (ilk hali) sivil ve siyasi haklara yönelik ciddi
kısıtlamalar olmuştur. Daha sonrasında 1995, 2001 ve 2010’da değişiklikler ile durum değişiyor ve
orijinal haline kıyasla özgürlükçü bir boyut kazanıyor. Mevcut anayasa ilk ortaya çıkış nedeniyle
insan hakları evrensel beyannamesine atıfta bulunmuyor. Türkiye’de bunun dışında AB uyum
sürecinin de etkisiyle insan hakları konusunda önemli reformlar yapılmıştır. (Ancak pratikte mevcut
durum pek işlememektedir diyebiliriz).

HAFTA 2

HAK NEDİR?

Haklar, toplumsal hayatın içinde insanların yetki alanlarının sınırlarını belirlemektedir. Yani bir
başka deyişle; toplum hayatı içinde hangi eylemlerin yapılmasında sakınca olup olmadığı, insanların
hangi eylemleri yapmakta özgür oldukları, devletin insanların hangi yetkilerini koruması ve
hangilerini sınırlandırması gerektiğini belirleyen şeye hak diyoruz. Haklar, insanların sosyal düzen
içerisinde belli bir uyum içinde yaşamaları için gerekli kuralları belirlerken, aynı zamanda devletin
insanlara karşı olan yükümlülüklerini de tanımlamaktadır. Demek ki karşılıklı bir şeyden
bahsediyoruz. Yani haklar dediğimiz şey, bir yandan insanların özgürlüğü ama aynı zamanda sosyal
düzen ve otorite (iktidar) arasındaki düzeni sağlama da büyük önem taşımaktadır. Hak bizleri hem
ahlaki hem de hukuki sorumluluk yükleyen bir şeydir.  Bir kişinin hak sahibi olduğunu söylemek, bu
benim hakkım demek, her şeyden önce aslında o kişinin tercihler yapabilen, ahlaki bir özne olarak
özerkliğini kabul etmektir. Hak hem ahlakta hem de hukukta bir kişi, bir kurum ya da bir şey
üzerindeki gerekçelendirilmiş bir iddia ve talebi ifade eder. Yani bu benim hakkım dediğimizde ya
da bu şu kişinin hakkı dediğimizde aslında biz gerekçelendirilmiş yani haklı bir gerekçeye sahip bir
iddia ya da bir talepten bahsediyoruz. Hak sahibi, başka insanlar ya da sosyal kurumlar tarafından
kendisine belli bir şekilde davranılmaya hakkı olduğunu ileri sürer. Ancak geçerli talep ve iddialar
hak olarak kabul edilebilir. Yani her şeye bu benim hakkım dememiz söz konusu değildir. Ahlaki
söylemde söz konusu olan hakkın dayanağı, ahlaki nedenlere veya gerekçelere dayandırılmalıdır.
Eğer hukuki haklardan bahsediyorsak, burada da hukuki düzenlemelerin esas alınması gerekir. (Yani
bu benim hakkım demem için hukuki olarak o hakkın tanımlanması gerekiyor.) Konuşma dilinde
haktan söz ettiğimizde, bilerek ya da bilmeyerek hak sahibi olduğu varsayılan kişinin bir şeye yetkili
olduğunu veya onun bir şeyi meşru olarak talep edebileceğini anlatmak isteriz. Bir şeyin hakkımız
olduğunu söylediğimizde, o şeye yönelik iddiamızın tartışılmazlığını ve herkesce tanınması
gerektiğinden bahsetmiş oluruz. Yani böyle bir algı ortaya koymuş oluruz.  Hak kelimesinin bu
şekilde kullanılması kendi içinde ahlaki meşruluk düşüncesini barındırmaktadır. Yani günlük dildeki
hak kelimesinin arkasında bir ahlakilik düşüncesi ahlaki bir haklılık ahlaki bir doğruluk iddiası
saklıdır. Hukuki açıdan baktığınızda ise, haklar devletin özel alanlara keyfi müdahalesine karşı
bireylerin korunması ve devletin insan ihtiyaçlarını karşılamasına ilişkin, insanların yaptığı meşru
talepler olarak anlaşılması gereklidir. Hukuki haklar söz konusu olduğunda, siyasi otorite ya da
iktidar tarafından zorla yerine getirmenin de bulunması gereklidir. Zorla yerine getirme ile kastedilen
şey, hakkın ihlalinin kamu otoritesinin yardımıyla telafi ya da tazmin ettirilmesidir. Böylece hukuki
haklara baktığımızda, hak sahibi hakkını tanımayan ve ihlal edenlere karşı yasal yollara başvurarak
haktan yararlanmasını fiilen sağlatabilmektir. Hak kavramı, hak sahibine bağlı bir kavramdır. Hak,
ancak bir hak sahibine bağlı olarak somut anlam kazanır. Her hak, o hakkın sahibine başkalarına
taleplerine yönelterek karşı tarafın belli bir davranışta bulunmasını ya da belli bir davranıştan
kaçınmasını isteme yetkisi veriyor hak sahibi dediğimiz kişiye. Hakkın niteliğine göre de karşı taraf
değişiyor. Mesela insan hakları kavramına giren haklar bakımından baktığımızda, karşı taraf
dediğimiz daima devlet tüzel kişiliğidir. Hukuk bakımından hakkın önemli bir özelliği, onun hak
sahibi yönünden bir imkân ve izin durumunu ifade etmesi durumunu söyleyebiliriz. Ancak kendisi
bakımında bir zorunlululuk olan kimse hak sahibi olarak tanımlanmaz. Yani bir kişi bir şey yapmak
zorundaysa o hak değil, ödevdir. (Askerlik yapmak ve vergi vermek bir ödevdir. Ödevlerde bir
yaptırım olur. Çünkü ödevleri yapmadığınızda bir geri dönüşü olur. Ancak haklarda bir yaptırım
yoktur.) Hak dediğimiz şey, kişiye takdir yetkisi tanıyor ve onu hukuki bir iktidarla donatıyor.
Ödevde ise bu şekilde bir takdir yetkisinden bahsetmemiz söz konusu değildir. Takdir yetkisini
kullanıp kullanmamakta hak sahibinin serbest olması, hakkı ödevlerden ayıran bir özelliktir. Hakların
hukuk düzenince tanınmış olması, hakların gerçekleşmesi için tek başına yeterli sayılmaz.
Bahsettiğimiz hak ne ise onun güvenceye alınması garanti edilmiş olması da gerekir. Bir hakkın
güvenceye alınmasından bahsederken; hukuki düzenlemelerin yapılması, o hakkın ihlaline yönelik
hukuki yaptırım mekanizmalarını işlenmesi, ama aynı zamanda bizim o hakkın güvenceyi
alınmasından bahsedebiliyor olmamız için toplum düzeninin devlet tarafından sosyal, ekonomik ve
siyasi olarak o hakkın güvenceye alınması için sağlanması gerekiyor. Bu toplum düzeninde hak
ihlallerinin ortaya çıkmaması için yeterli ve etkili önlemlerin alınması, haklara saygı gosterilmesi
kural, haklara saygısızlık ya da hakların ihlali bir istisna şeklinde olmalıdır bir toplumsal düzende.
Eğer devlet bir hakkın korunması için hukuksal güçlü bir yaptırım uygulayamıyorsa, o hakkın
gerçekten sağlandığını ve güvenceye alındığını söylememiz mümkün değildir. İnsan hakları, insan
olmaktan kaynaklanan en temel haklar olarak tanımlamıştır. İnsan hakları düşüncesi modern çağda
kişilerin siyasi baskıdan korunma arayışı içinde ortaya çıkmış bir kavramdır. İnsan hakları özellikle
adalet demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve refah gibi toplumsal siyasal ideallere kavuşmak için
gösterilen haklı iddialar haklı talepler olarak da karşımıza çıkmaktadır.  İnsan hakları, hakların özel
bir türüdür. Ancak bu insan haklarının hukuki haklarla özdeş oldukları anlamına gelmez. Yani, hak
dediğimiz kavramın bir türüdür insan hakları ama genel olarak diğer haklardan da farklılaşan kendine
has özellikleri vardır.  Hukuki pozitif haklara dönüştürülebilir yani dönüştürülmesi arzu edilebilir
olmakla birlikte insan hakları aslında özünde ahlaki iddaa veya taleplerdir. Ahlaki haklar hukuki
haklarla karşılaştırıldıklarında, onlardan daha önce ve onlardan daha bağımsız haklar olarak
karşımıza çıkıyor. İnsan haklarını ahlaki olarak da talep edebiliriz ancak o hakkı kullanabilmemiz
için onun mutlaka hukuki hakka dönüşmesi gerekir. Hem ulusal hem de uluslararası hukukta o insan
haklarına yönelik iddaalar talepler olduğu sürece uygulanabilir olmalarından bahsedebiliriz. Özetle,
ahlaki bir talep olsun ki o hukuki düzene işlesin, ama aynı zamanda o hak hukuki düzende olacak ki
o hakkı kullanabilelim. İnsan haklarının bir başka önemli yönü diğer haklardan ayıran bir başka
özelliği ise insan haklarının prensip olarak devlet karşısında ileri sürülen iddialar olmaları
bakımından siyasi niteliğe sahip olmasıdır. Devlete yönelik siyasi talepler olarak insan hakları,
özünde bazı temel ahlaki değerlerin korunması ile ilgili olan iddiaları aslında içermektedir. İnsan
hakkı iddiası siyasi bir iddaa olarak ortaya çıkmakla beraber, aslında yine içeriği ahlakidir. Temel
insan haklarının temeli insan olduğu için insanın değeri olduğu için ve bu nedenle de ahlaki bir
temele sahip olduğu için biz bunları daima iddia ve talep edebiliriz ve bu talepler daima siyasi
olacaktır. Çünkü bu talepler daima iktidara yöneltilen talepler olacaktır. Bu talepler yeri geldiğinde
hukuki düzeni değiştiren talepler olabilir, hukuki düzene entegre edilen talepler olabilir, kabul
edilmeyen tanınmayan taleplerde olabilir. İnsan hakları ile insanların hakları aynı şeyler değildir.
İnsan Hakları dediğimiz kavram bütün insanların hiçbir ayrım gözetmeksizin, sadece insan oldukları
için sahip oldukları haklardır. Yani siz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bir hakka sahipseniz,
bu sizin haklarınızdan bir tanesidir. (Bu daha çok vatandaş olmakla ilgili ülke çerçevesinde geçerli
olan bir hak.) Ama eğer sahip olduğunuz hak insan olmanızdan kaynaklı bir haksa buna insan hakkı
denilir. Örneğin yaşama hakkı. Dini, etnik kökeni, kültürel kimlik, sahip olunan yurttaşlık, siyasi ve
ideolojik aidiyetler, sosyoekonomik durum, mesleki statü vs. açısından kişiler farklılaşmaktadırlar.
Bu yüzden bireyler özel durumlardaki kişisel hakları bakımından farklı olabilirler. (Ancak bu insan
hakları bakımından söz konusu değildir. İnsan haklarına göre herkes eşittir.) İnsan haklarını diğer
haklardan ayıran bir başka nokta ise, ahlaki değerleri bakımından hiyerarşik olarak en üstün haklar
niteliğinde de olmalarıdır. İnsan hakları ile korunmak istenen değerler ile başka ahlaki ilkeler
arasında bir gerilim ortaya çıkması mümkündür ve bu tür gerilimlerin çözülmesinde İnsan Hakları
teorisyenleri insan haklarının ahlaki üstünlüğü ilkesi nedeniyle daima insan haklarının seçilmesi
gerektiğini iddia etmektedirler. Ulusal güvenlik ya da kamu yararı ile ilgili bir durumun insan hakları
ile çakışması sorununda görüyoruz. Örneğin bir terörist yakalanıyor ve teröristin bir yere bomba
yerleştirdiği gerçeği var ve bomba patlayacak, birçok kişi hayatını kaybedecek ve terörist bombanın
yerini söylemiyor sorgulamada. Teröriste işkence yapılmalı mı yapılmamalı mı? Ulusal güvenlik için
bu insan haklarının acaba ortadan kaldırılması söz konusu olabilir mi gibi örnekler vardır. Ulusal
güvenlik, toplum yararı gibi şeylerin kesin sınırları yoktur. Ulusal güvenlik insan haklarının üstünde
olmalı gibi bir tanımlama gerçekleşirse bir ülkede, insan hakları büyük bir tehditte olur. Çünkü ulusal
güvenliği toplum yararını zarara uğratan şeyler nelerdir, iktidar neleri ihlal olarak görüyor bunlar
önemlidir.  Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 15. maddesinde; taraf devletlerin savaş veya ulusun
varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerine
aykırı tedbirler alabilirler ancak bu tarz durumlarda bile yaşama hakkı, işkence kölelik yasakları, suç
ve cezanın kanuniliği ve geçmişi yürümezlik ilkeleri hiçbir şekilde ihlal edilemez diyor. Yani insan
hakları içerisinde belli başlı hakların mutlaka olduğu ve de savaş gibi ulusal güvenlik gibi çok önemli
zamanlarda dahi devlet belli başlı hakları askıya alabilirken, bu haklar hiçbir durum da askıya
alınamıyor. Bu nedenle de bir açıdan bazı insan haklarının mutlak olduğundan söz etmemiz gerekir.

İNSAN HAKLARININ NİTELİKLERİ

İnsan haklarının birinci niteliği evrenselliktir. Evrensel olarak tüm insanlar diğer kişi ve kurumlara
karşı bu haklara sahiptirler. Evrensellik niteliği nedeniyle insan hakları çok fazla eleştirilmiştir.
Kültürler oldukça geniş ve çeşitlidir. Farklı tarihsellik, kültürel yapılar, sosyal düzenler, çeşitli
tercihler, ahlaklar gerekçeler ve değerlendirmeler içerir. Bu nedenle de aslında hiçbir insan hakları
ilkesi evrensel olamaz şeklinde eleştiriler insan haklarına yönetilmiştir. Ancak her ne kadar
evrensellik ilkesine eleştiri getirilse de bunun pratikte evrensel olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
hukuki olarak insan haklarının normatif bir şekilde hukukiliğinin evrensel olduğu ile ilgili bir kabul
var. Başlıca uluslararası insan hakları belgeleri bütün devletlerce ya onaylanmış ya da resmen
onaylanmış olmasalar bile bu belgelerde sayılan insan haklarının ahlaki üstünlüğü siyasal sistemlerin
standartları olarak görülmeleri genel bir kabuldür. (BM İHEB mesela buna bir referanstır. BM
antlaşmları dahilinde insan haklarını tehdit edecek şeyler yapamazsın.) İnsan haklarının ikinci
niteliği ise, doğuştanlık ve toplum öncesi olma. İnsanın doğduğu andan itibaren insan olması
nedeniyle sahip olduğu kazandığı haklardır bu nedenle de doğuştandır. Toplum öncesi olma ise, belli
bir topluma veya siyasi düzenin içinde olduğu için değil ama sadece insan olduğu için sahip olduğu
haklardır. Üçüncü nitelik insan haklarının mutlaklığı. İnsan haklarının mutlak olduğu iddiası yine
insanın temel alan insani ahlakilik üzerinden karşımıza çıkıyor ve bu nedenle de şunlar aslında
belirtiliyor.  İnsan haklarının varlığı herhangi bir kayda ya da şarta bağlanmaz, hiçbir düşünce ve
nedenle insan hakları inkâr edilemez ya da geçersiz kılınamaz. İnsan haklarının varlığı özellikle de
topluma karşı ödevlerini yerine getirilmesinee bağlı değildir. Yani bir kişi insan haklarına ancak
ödevlerini yerine getirdiğinde sahip olabilir şeklinde herhangi bir koşula bağlı değildir. İnsan
haklarının kapsamı daraltılamaz, pazarlık konusu yapılamaz. Bir insan hakkının kullanımı ancak
başka bir insan hakkının ihlal etmesi veya bizzat insan haklarının varlık şartlarını ortadan
kaldırabilecek şekilde ancak kısıtlanır. (Öldürmeye karşılık hapis gibi.) İnsan haklarının dördüncü
niteliği ise, vazgeçilmezlik. Bu haklar rıza ile bile vazgeçilemeyen haklardır. Bunlar insan olarak
varoluşumuzun ve insan kişiliğimizin ayrılmaz bir parçası olduğu için, insan haklarının kategorik
olarak reddi, insanın insanca varoluşunun da reddedilmesi oluyor. Bu da varoluşa ters düştüğü için
bu nedenle insan haklarına vazgeçilmez haklar diyoruz. Bazı yazarların bir haktan vazgeçme ile onu
koruduğu şeyden veya değerden vazgeçme arasında bir ayrım yaptıklarını görmekteyiz. Örneğin
hayat hakkından vazgeçmek kabul edilebilir bir şey değil. Biz yaşama hakkından insan haklarının
niteliği gereği vazgeçemiyoruz. Ancak kişi kendini öldürmeyi seçebilir ya da ötenazi gibi şeyleri
seçebilir ama bunu yaparak yaşam hakkını ihlal etmiş oluyor ama aslında ondan vazgeçmiş olmuyor.
Yani ya o hakkın kullanmıyor ya da o hakkı ihlal etmiş oluyor. İnsan haklarının beşinci niteliği ise,
bireyselliktir. Klasik anlayışa göre, insan haklarının öznesi gruplar ya da topluluklar değil, yalnızca
birey olarak insanlardır. Hakların bu bireyci özelliği insanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği ile
çelişmez. Hakları bireylere atfetmek onları asosyal varlıklar olarak gördüğümüz anlamına da gelmez.
Ayrıca bu haklara sahip olmak için belli bir topluma veya gruba aidiyet şartına da bağlı olmadığını
göstermektedir. İnsan haklarının altıncı niteliği ise, özgürlükçülük. İnsan haklarının çoğu,
özgürlüğün açılımları ya da doğrudan özgürlük hakları olarak karşımıza çıkıyor.  Akademik literature
ve uluslararası insan hakları belgeleri de özgürlükler ve haklardan hep yan yana bahsetmektedir.
Aslında bu ikisi ayrı kavramlardır ancak günümüzde hala birçok insan hakkı özgürlük hakkı olarak
da kabul edilmektedir. Yedinci nitelik ise, temel niteliktir. Bu insan haklarının temel olması
demektir. Yani anayasal düzenin temelini oluşturdukları ya da oluşturmaları gerektiği anlamına
geliyor. Hem kamu politikalarına ya da uluslararası politikalara yön gösterdikleri hemde bunlara
aykırı hiçbir yasal ve idari eylemde bulunulmayacağı anlamına gelmektedir. Son nitelik ise, devlete
karşı olmadır. İnsan haklarının muhatabı prensip olarak devlet olduğunu ifade eder. İnsan hakları
politiktir ve esas hedefi de kişileri devlet baskısından ya da devletin bir ihmaline karşı korumaktır.
BM İnsan Hakları Kurumları, insan haklarının devlete yüklediği yükümlülükleri başlıca üç başlık
altında toplar. *Devletin insan haklarına saygı göstermesi * Devletin insan haklarını koruması
*Devletin insan haklarını yerine getirmesi. Saygı gösterme yükümlülüğü; insan haklarının devlet
tarafından ihlal edilmemesi, koruma yükümlülüğü; devletin insan haklarını üçüncü kişilerden
gelebilecek ihlallere karşı koruması, yerine getirme yükümlülüğü; devletin insan haklarının etkili bir
şekilde kullanılabilmesini sağlamak üzere yapısal tedbirler alması anlamına gelir.

İnsan hakları dört grup kuşak olarak karşımıza çıkmaktadır. 1. Kuşak Haklar; Kişisel ve Siyasal
Haklardır. Birinci kuşak haklar, 17 ve 18. Yüzyıllarda çoğu ortaya çıkmış ve ortaya çıkışına yoğun
olarak siyasi kaygılar etkili olmuştur. İktidarı tamamıyla elinde bulunduran devletin her şey
yapacağına dair düşünce yavaş yavaş ortaya çıkmış ve bu nedenle insanlar kendi hayatını doğrudan
ilgilendiren politikalar üzerinde daha etkili olabilmek ve korunma eğitimi amacıyla kişisel
özgürlükler ve bireyin devletin ihlallerine karşı korunması algıları ortaya çıkmıştır. Fiziksel ve ahlaki
bütünlüğünü garanti altına alınmasını sağlar ve bireylere inanç ve vicdanları yaratmaları için kendi
alanlarını verir. Bunlar; eşitlik ve özgürlük hakkı, düşünceyi ifade özgürlüğü, dini inanç özgürlüğü,
işkenceye maruz kalmama ya da yaşama hakkı gibi sıralanabilmektedir. Aynı zamanda kişilerin
hukuki ve yasal düzende koruma altına alması söz konusudur, bunlar; temyiz, suçlu bulunana kadar
masumluk gibi ya da siyasi haklar, oy kullanma hakkı, özgürce toplanma hakkı gibi
sıralanabilmektedir. 2.Kuşak Haklar; Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklarla iligilidir. Bu haklar
erken sanayileşme, köleciliğin kaldırılması ve işçi sınıfının gelişmesi sonucu uluslararası toplumu
ilgilendiren konular arasında yer almaya başlamıştır. Bu haklar insan nasıl bir arada yaşayacağı ve
çalışacağı ile ilgili ortaya çıkıyor. Eşitlik ve yaşam için gerekli sosyal ve ekonomik ürün, hizmet ve
fırsatlara erişimin güvence altına alınması düşüncesi temel alınıyor. Sosyal haklara bakacak olursak;
toplumsal yaşama tam anlamıyla katılmak için gereken haklardır, bunlar; eğitim hakkı, aile kurma ve
aile yaşantısını devam ettirme gibi haklar yanında daha kişisel olarak kabul edilen hakları da
kapsamaktadır, örnek olarak, sağlık hakkı, ayrımcılığa maruz kalmama, dinlenme ve boş zaman
hakkı gibi sosyal haklar mevcuttur. Ekonomik haklar ise, çalışma hakkı, onurlu bir yaşam sürme
hakkı, yaşlı veya engelli bireyler için bakım ve barınma hakkını kapsadığını söyleyebiliriz.
Ekonomik hakların amacı insan onurunu asgari seviyede koruyabilmeyi hedeflemek amacı ile ortaya
çıkmıştır. Kültürel haklar ise toplumun kültürel yaşamı ile ilgili haklardır, burada toplumun kültürel
yaşamına serbestçe katılımı söz konusudur, birçok hak buna dahil olur, ayrımcılığa uğramam ve adil
şekilde korunma gibi bu hakkın korunması için kullanılan haklarda bu gruba dahil edilebilmektedir.
3. Kuşak Haklar; Dayanışma Hakları olarak geçer. Özellikle Soğuk Savaş döneminde nükleer
savaş tehlikesi, çevre kirliliği gibi konular insan haklarına kavramına yeni boyutlar getirmiştir.
Dayanışma hakkı denilen bu haklarla beraber barış hakkı, insanlığın ortak mirasında yararlanma
hakkı, temiz bir çevrede yaşama gibi yeni insan hakları türleri de geliştirilmiştir. Bu hakların niteliği
belli bir devlete karşı ileri sürülmeye pek elverişli değildir. (Çünkü daha küresel konulardır. Bunun
sebebi küresel bir sorundan bahsetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple bu hakların
gerçekleşmesi devlet sorumluluğuna bırakılmayacak, bireylerin ve kamusal ve özel çeşitli
kuruluşlarında ortak çalışmaları ile gerçekleştirilebilecek haklar olarak karşımıza çıkmaktadır.) 4.
Kuşak Haklar; Teknolojik Gelişmelerle Birlikte Yeni İnsan Haklarının Tanınmaya
Başlanmasıdır. Özellikle insanın biyolojik ve genetik yapısı üzerinde etkili olan tekniklerin yarattığı
sorunlar, insan hakları açısından bazı düzenlemeler yapılması gerektiğini ortaya koymuştur. 1999’da
yürürlüğe girmiş olan ‘Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan
Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi’ yer almaktadır. Aynı zamanda iletişim konusundaki gelişmeler
kişisel verilerin korunması için düzenlemeleri gerektiriyor. Bu gibi alanlarda oluşturulan haklar
dördüncü kuşak haklardır.

HAFTA
3

İNSAN HAKLARINA ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR

İnsan hakları kavramının soğuk savaş döneminde ortaya çıkması ile insan haklarına olan
eleştirilerde beraberinde ortaya çıkmıştır. Bunun dışında soğuk savaş döneminde ABD’nin insan
haklarını Sovyetlere karşı siyasi araç olarak kullanması da insan hakları ile ilgili başka eleştirileri
beraberinde getirmiştir. İnsan haklarına olan eleştirilere baktığımızda en çok evrenselliğine eleştiri
getirilmiştir. Daha çok evrensellik yerine küresel kuzeyin insan haklarını içeren bir kavram olduğu
iddia edilmiştir. Bunun dışında bir taraftan da insan haklarının sadece belli gruplara yönelik olduğu
söylemine bakmamız ve eleştirilerin ne anlama geldiğini daha farklı açılardan düşünmemiz ve
doğruluğunu analiz etmemiz gerekiyor. (İnsan hakları zaten liberal batıcı sistemin çıkardığı bir şey
bunu kabul edemeyiz gibi). Bir diğer önemli noktada eleştirilerin ne ölçüde haklara yönelik olduğu
ne ölçüde bu hakları kontrol edenlere yönelik olduğunun incelenmesi olmalıdır.

Eleştirel Hukuk Teorisi: Bu teori insan haklarının küresel alanda genel kabul gören ve insan
hakları sözleşmeleri ile uluslararası politikanın önemli belirleyicisi olduğundan yola çıkmıştır. Bu
teori insan haklarının birçok ülkede sıkça ihlal edildiğini hatırlatır ve ülkelerin insan hakları
sözleşmelerine taraf olmasının bunu değiştirmediğini öne sürmüştür. Bu teori devletlerin insan
hakları sistemine entegre olmasının asıl nedeninin, uluslararası ortamda meşru bir statü kazanmak
istemesi olduğunu savunur. İnsan haklarının soyut kavramlar olduğunu ve haklara verilen önemin
hakların uygulanması ve korunması alanlarında görülmediğini savunur. (Hukuki alan dışında
uygulanmadığı için patikte zayıflık var). Bu teori hangi insanların evrensel algı içine dahil edilip
hangilerinin dışında bırakıldığını da eleştirir. (Sığınmacılara baktığımızda onların vatandaş olmaması
nedeniyle pek insan haklarının kapsamına alınmadığını söyleyebiliriz). İnsan hakları evrensel
bildirisinde boşluklar vardır. Ötenazi, idam cezası, kürtaj gibi konular net olarak cevap bulmamıştır.
(Özellikle ötenazi). Bunun dışında insanların yaşamak için temel gereksinimleri konusunda açıklama
getirmediğini de söyleyebiliriz. (Burada bir noktaya kadar devlete bir şeylerin bırakılıp bırakılmadığı
eleştirilmektedir). Bu teoride 2 önemli kişi vardır. (David Kennedy, Martin Koskenniemi).
Koskenniemi, insan haklarının tarihsel olarak toplumlar üzerinde pozitif ve özgürleştirici etkisi
olduğunu ancak kurumlaştırılıp, siyasi ve idari mekanizmanın merkezine yerleştirilince hukuki
paradigmanın içine kısıldığını savunmuştur. İnsan haklarının kurumsallaşması demek, bunun ulusal
hukuk ve anayasaya içselleştirilmesidir. Bu durum olduğunda insan haklarının gerçekleştirilmesi
mahkemeci ve idarecilere kalmakta ve bu da kurumların çıkar ve değerlerini gözeterek insan hakları
konusunda hareket etmelerine neden olmaktadır. Kurumsallaşmanın başka sonucu, insanların
haklarını ancak o hakların tanınması, hukukileşmesi ve kurumsallaşması ölçüsünde kullanabilmesine
yol açmasıdır. Bunun dışında kurumsallaşma, ahlakilik açısından hangi hakkın değere uygun olarak
kullanılacağını hangisinin ihmal edilebileceğini belirlenmesine yol açacaktır. İnsan hakları
sözleşmeleri bu açıdan siyasi dönüşüm sağlamak ya da insanlara güç vermek yerine kontrolcü role
sahiptir. Toplum yararını sağlayan bu çıkarın herkesin yararına olması mümkün değildir. Çünkü
toplum homojen bir yapıda değildir. Bunun sonucu iktidarın hedefi haline gelen grupların ve
toplumun en zayıf kesimlerinin toplum yararı anlayışının dışına itilmesi olacaktır. Hakların bir
yandan insana özgürlük sağlarken diğer yandan sınırları olduğunu, daima politik süreçlerde olduğunu
ve müzakereye açık olduğunu savunur. (Hakların mutlaklığı yoktur der). Bu nedenle insan haklarının
imkansızlığından bahsederek mutlak ve evrensel insan haklarının olamayacağını savunur. Kennedy,
insanların özgürleşmesinde ve hak elde etmesinde önemli etkisinin olduğunu savunurken aynı
zamanda insan hakları söyleminin insanların başka söylemler aracılığıyla (siyasi, sosyal, ekonomik,
kültürel söylemler) özgürlük elde etmesinin önünü kapattığını ifade etmektedir. Yani insan hakları
söylemi günümüzde öyle bir noktaya geldi ki, sanki diğer söylemler (siyasi, sosyal, ekonomik,
kültürel söylemler) daha az değerli ve daha az meşruymuş gibi algılanmaktadır diyor Kennedy.
Kennedy ayrıca ekonomik açıdan bakıldığında, insan hakları katılım ve sürece yönelik haklar
sunarken, kaynakların ve gücün dağılımı konusuna değinmemektedir der. (Aslında sistemde
değişiklik yaratmamakta, sistem mevcut güç dengesini korumaya devam etmektedir). İnsan
haklarının her insanın sorununa cevap verememesi nedeniyle evrenselliği tam olarak olamaz der. Her
coğrafya ve toplumun sorunu farklıdır ve insan hakları belli bir toplumun sorunlarına yönelik olarak
ortaya çıkmıştır. İnsanlara ve toplumlara farklılıklarını yoksayarak sanki herkes aynıymış gibi
yaklaşan bu haklar sistemi insan refahının ve özgürlüğünün aynı şekilde zaman ve mekân
gözetmeksizin gerçekleşebileceğine inanmaktadır ifadesini kullanıyor. Yani aslında bu da insanların
farklı deneyimlerini yoksaymakta ve onların potansiyellerini sınırlamaktadır. Bu da insanlara sınırlı
ölçüde ve belli kalıplar doğrultusunda özgürleştirmeyi sağlayabilir der. Bu haklar sistemi insanı
alternatif özgürlüklere karşı yabancılaştırır, insan haklarını benisemek modern dünyaya ait olmak
gibi tanımlanır. Bu hakları benimsemeyen toplumlar için uluslararası sistemde bir ayrışma söz
konusu olur ve bu nedenle evresenllikten ziyade dışlayıcı olduğunu söyler. Evrensellik ilkesi
uygulamada zor olduğu için belirli insanların, belirli kalıplar içerisinde bazı sorunları çözülmüş olur
der. Devletin gücünün ve insan haklarındaki ihlallerinin hukukilik ve kurumsallaşma nedeniyle ön
plana çıktığını savunur.

Feminist Yaklaşım: Temel aktörlerin günümüz uluslararası politikasında erkeklerin olduğunu


savunarak eleştirilerini toplumsal cinsiyet yönünden yapmışlardır. Uluslararası politikaya bakıldığı
zaman hep devletler arası ilişkiler ile ilgilenmiştir. (Egemenlik, güvenlik, toprak bütünlüğü
konularıyla ilgilenilmi ve kadınlar bunlardan uzak tutulmuş dahil edildiklerinde daha yumuşak
konularda olmuşlar). Kadınlar tarih boyunca bu tarz kamusal alanlar ve konulardan uzak tutulmuştur.
Kadınlar bu alanlara dahil olduğunda ise daha barışçıl ve pasif şekilde bir eklemlenme olmuş, eşit bir
eklemlenme şekli olmamıştır. İnsan hakları alanına baktığımız zamanda benzer olarak kadınlar
burada yine görünmez olduğunu görürüz derler. İnsan hakları kamusal alana müdahil olduğu için ve
kadın burada sınırlı şekilde bulunduğu için bunlardan tam olarak faydalanamamaktadır. Kamusallık
açısından ve tarihsel olarak bakıldığı zaman bu nedenle insan haklarının daha çok erkek merkezli
olduğunu savunmuşlardır. (İnsan kavramı erkekleri içerir). Ayrıca kadın ve erkeğin toplumdaki
durumunun farklı olmasından kaynaklı olarak ikisinin nasıl aynı haklara sahip olacağı bir diğer
eleştiri olmuştur. Bu eleştirinin temel amacı, kadına yönelik sessizlikleri ve farklılıkları dile getirerek
kadının hak ve özgürlüklerinin bu alanlara dahil edilmesinin sağlanmasıdır. İnsan haklarının kamusal
alan dışında hak ve özgürlük getirmemesi başka bir eleştiri konusudur. (Baba, eş gibi kişilerin kadına
şiddet uygulaması ve buna yönelik bir şey yapılmaması). Dainotto, insan hakları hukukunun
toplumsal cinsiyet ilişkilerini meşrulaştırdığını savunur. Hukuk, kadını 3 şekilde tanımlar der.
1.Kadın eş ve anne rolüyle tanımlanır. 2.Kadın resmi olarak kamusal alanda erkek ile eşit olarak
karşımıza çıkar. 3.Kadın şiddete maruz kalan kurban olarak karşımıza çıkar. Bu roller karşıtlıklar ile
oluşturulmuş, karşıtlıklar da erkekleri tanımlamakta, onların toplumsal cinsiyet rollerini
meşrulaştırmakta ve kadın-erkek arasındaki ayrımı güçlendirmekte kullanılmaktadır der. Bu ayrım
günümüzde de feminist çabalara rağmen söylem düzeyinde devam etmektedir. (Kadın hep
ötekileştirilerek ayrıca tanımlama yapılıyor. Kadınlar ve çocuklar gibi). 1948 insan hakları evrensel
bildirisi taslak halindeyken diğer insan hakları belgeleri gibi bütün erkekler ifadesi kullanılmıştır
ancak sonrasında kadın örgütleri baskıları ile tüm insanlar olarak değiştirilebilmiştir. Feminist çaba
zamanla kadını bu sistem içerisine dahil etmeye çalışmış olsa bile hala kadın erkek ikiliği devam
etmektedir. Dainotto, bu ikiliğin aşılması için insan hakları konusunda kadın ve erkekler şeklinde
kısıtlı ayrım yapmaktansa, tamamen toplumsal cinsiyet üzerinden hak ve özgürlük tanımlamasının
yapılmasının gerekli olduğunu savunmuştur. (Kadınlıkları ve erkeklikleri üzerinden tanımlama
yapılmasını söylüyor). Ayrıca kadınların sadece eril güç üzerinden tanımlanmasının değil, sosyal güç
olarak haklarının tanınmasının gerekli olduğunu savunmuştur. Charlesworth, kadınların erkekler ile
eşit haklarının olması gerektiğini ancak bunun kadınların dünya çapında baskı altında olmalarına
çözüm olmayacağını söylemiştir. (İnsan haklarında kadınlar ve erkekleri eşit sayabiliriz ancak bu
yine olağan durumu değiştirmez. Çünkü haklar teknik dile sahip ve manipülasyona açıktır). Hakların
teknik dili sosyal yaşamda kadınların haklarını korumada pratik olarak yeterli olmamaktadır. (Hukuk
bu konuda zayıf ve sadece söylemden ibarettir). Bunun dışında her kadının hak ve özgürlüklerinin
gerçekleşmesinin yolunun aynı olmadığını söylüyor. (İngiltere’de orta sınıf beyaz kadının
Hindistan’da olan düşük kastta bulunan kadına göre hak ve özgürlükleri aynı olamaz). Feminist
görüş farklılıkları olsa bile bu kadınların haklarını savunmaya yönelik eleştiriler ortaya atmaktadır.
Kimlikler farklı segmentlerde olduğu için güç dinamikleri de farklı olmaktadır. İşte bu kompleks
yapıya insan haklarının çözüm getiremediğini söylüyor. Ayrıca insan haklarının kuşaklar şeklinde
gelişmesinin bunlar arasında hiyerarşi olduğunu savunmuştur. (Kadınların evde çalışması (ev işi
yapması) kamusal alanda etkiye sahip olmadığı için bir etki olarak görülmüyor).

Uluslararası Hukukta 3.Dünya Yaklaşımları (TWAIL): Makau Mutua, insan hakları batılı
devletlere özgü konsept olmasa bile mevcutta olan insan hakları sisteminin batının tarihsel ve
ideolojik ürünü olarak ortaya çıktığını savunur. İnsan hakları bütün insanların değil, belli insanların,
grupların, kültürlerin ve bölgelerin gelişmesi için oluşturulmuştur, bunun sonucu olarak belli çıkar,
insan, kültür ve bölgelerin gelişimi refahı göz ardı edilmiştir der. Buna rağmen bunu sonuç ilişkisi
olarak görmek yerine, rasyonel şekilde ulaşılmak istenilen hedef olarak görmek mümkündür. (Amaç
zaten evrensellik söylemiyle hiyerarşik yapı oluşturmak ve bazılarını ötekileştirmek). Sadece insan
haklarının değil, uluslararası hukukun temeline bakılınca başta Afrika olmak üzere belli
coğrafyaların uluslararası hukuk için kontrol edilebilecek ve sömürülecek yer olarak tanımlandığını,
özne olarak uluslararası hukuka katılmaktansa nesneleştirilmiş olduğunu söyler. Ayrıca insan hakları
söylemi insan hakları ihlali yapan vahşilere karşı kurbanlar ve onların kurtarıcılarını tanımlamaktadır
der. (BM başta olmak üzere küresel kuzey devletleri ve uluslararası hükümet dışı örgütlerin hepsi bu
algıyı geliştirmektedir). Bu söylemin içinde devlet vahşetin aracı olarak tanımlanmaktadır. (Çünkü
ihlali yapan devlettir). Devlet, sivil toplumu dışladığı ve baskıladığı anda vahşileşmektedir. İyi devlet
insan haklarını içselleştiren ve bunları koruma altına alan devlettir, kötü devlet ise insan haklarını
içselleştirmeyen otoriter kültüre sahiptir der. Bu yapıdan kurtulmanın tek yolu ise insan hakları
normlarını içselleştirmek ve topumun yeniden inşası ile daha fazla kurban oluşmasını önlemektir der.
İnsan hakları söyleminde kurtarıcı batılı kurumlar yapılar olmak üzere insan hakları söyleminin
aslında kendisidir der. Batı dışında kalanlar uluslararası sistem içinde yer almak için varlıklarını
değiştirmek, başka toplumsal ve kültürel sisteme adapte olmak zorunda bırakılırlar der. (3 eleştiride
ortak nokta ötekileştirmedir). İnsan hakları sömürgeler olmasına ve vahşet devam etmesine rağmen
pek dikkate alınmamış ancak ne zamanki 2.dünya savaşında Avrupa’da beyazlara vahşi muamele
yapılmış o zaman insan hakları söylemi evrensel bir nitelikte ortaya atılmıştır. Bu nedenle zaman
içerisinde Avrupa’nın vahşiliği unutulmuş ve batının kurtarıcılığı söylemi ön plana çıkarılmıştır.
Liberal hukuk sistemi içerisinde herhangi bir sistemsel dönüşümün olmasının mümkün olmadığını
belirtiyorlar. (Bir diğer ortak noktası 3 eleştirel yaklaşıma ait). İnsan haklarında batının merkezde,
geri kalanın çevrede olduğu bir durum yerine herkesin haklarının eşit olarak savunulduğu bir
sistemin gerekli olduğunu söylemiştir. (Önerisi). Amacın insan haklarının tasfiyesi değil, insan
hakları sisteminin bazı temellere dayanarak değiştirilmesinin olması gerektiğinden bahseder.

3 eleştiriye de baktığımızda genel olarak hukukun kendisine bir eleştiri var. Üçünde de insan
haklarının tamamen yoksayılmadığını ancak hukuk sistemi içerisinde özellikle bireysel haklar
bazında ve siyasi idari mercilerin kontrolü altında ele alınan bir insan hakkının sistemsel bir
dönüşüm gerçekleştiremeyeceği ve insanlara kısıtlamalar getirdiğini üç görüşte kabul ediyor. Üçüde
evresenllik ve mulaklığa karşı eleştiride bulunuyor. (Farklı olarak sadece feminist yaklaşım bu
evrenselliği toplumsal cinsiyet üzerinden eleştirdiğini, 3. Dünya yaklaşımının ise daha çok post-
kolonyal bir çerçevede eleştirdiğini görüyoruz.)

HAFTA 4

İNSAN HAKLARININ ULUSAL VE ULUSLARARASI KORUNMASI

Nitelikleri gereği esas olarak devlet karşısında verilen haklar olmaları itibariyle insan hakları
genellikle devlet tarafından ihlal edilir. Yani eğer biz bir insan hakları ihlalinden bahsediyorsak bu
aslında devletin yaptığı bir ihlaldir. Paradoksal görünmekle beraber insan haklarını korumak da
devletin en önde gelen sorumluluklarından biridir. Yani devle t hem insan haklarını ihlal eden ama
aynı zamanda insan haklarının korunması gereken mercidir. Belki de pratikte birçok insan hakları
ihlali ve insan hakları ihlallerini devlet tarafından korunmadığını da görürüz. Devletin insan haklarını
koruması dar anlamıyla bu hakları devletin ihlal etmemesini ve kendi yetki alanı içindeki kişi ve
grupların ihlal etmesine de izin vermemesini gerektirir. Bununla beraber günümüzde insan haklarının
korunması genellikle daha geniş bir anlamda düşünülmekte ve devletin insan haklarına elverişli bir
ekonomik, toplumsal, siyasal alanın yaratmasına veya desteklenmesinin de insan haklarını koruması
kapsamında olduğu kabul edilmektedir. İnsan haklarının sadece yasalarca korunması ya da insan
haklarının ihlal edilmemesi yeterli bir durum değildir. Ama hak ve özgürlüklerin gerçek anlamda
kullanılabilmesi için pratikte de toplumsal, ekonomik, siyasi olarak bunlara elverişli ortamların
yaratılması gerekir. Bir diğer konuda devletin zor kullanma gücünü elinde tutmasıdır. Ama devletin
bunu sınırlandırılması gerekir. Modern devlet, toplumdaki hiçbir birey veya grubun ulaşamayacağı
büyüklükte ve rakipsiz olan merkezileşmiş güç anlamına gelmektedir. İktidar her zaman kötüye
kullanmaya açıktır. Rakipsiz ve üstün güç durumunda olan devlet içinde bu böyle olmuştur. Ayrıca
modern devletin kendi işlevini düzen ve adalet sağlamakla sınırlı olarak görmemesi ve sivil hayat
alanında da düzenleme iddiasında olması, doğal olarak bunun kişilerin özgürlük alanlarına müdahale
potansiyelini artırmaktadır. Bu açıdan insan hakları; devlet için sınır, kişiler için ise özgürlük
sağlama iddiasındadır. İnsan haklarını korumak, sadece kişilerin özgürlük alanlarını genişletmek
değil aynı zamanda devletlerin ilişkilerinde maruz kalacakları ihlallerden doğan maddi manevi
zararları gidermek anlamına da gelir.

Ulusal İnsan Hakları Koruma Mekanizması

İnsan haklarının korunması ilk olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda tanımlanmıştır.


Anayasaya baktığımızda insan haklarını belli başlı referanslar bulunuyor.

Madde 2; insan haklarına saygılı bir devlet olduğundan bahseder. Madde 14; insan haklarına
dayanan bir devlet olduğundan bahseder. İnsan haklarının devletin temeli olduğu madde 2 ve 14 ile
tanımlanmış oluyor. Ayrıca anayasanın 5. maddesine baktığımızda; devlete kişinin temel hak ve
özgürlüklerine saygı, hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak ölçüde sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlama ödevi yüklenmiştir. (5. maddedeki insan haklarının geniş tanımlaması TC.
Anayasasının temelini oluşturuyor. Ayrıca, Anayasanın 40. maddesinde temel hak ve özgürlüklerin
korunması başlığı altında bu haklar tanımlanmıştır.) Madde 90; Türkiye Cumhuriyeti'nin
uluslararası sözleşmelerden doğan hak ve ödevlerden bahsetme ve usulüne göre yürürlüğe girmiş
uluslararası anlaşmaları kanun hükmünde kabul etmektedir. Ayrıca bu anlaşmalar hakkında eğer bir
anayasaya aykırılık iddiası ile anayasa mahkemesine başvurulmaya çalışılırsa onun da önü
kapanıyor. (Yani bir bakıma, usulüne göre yürürlüğe girmiş temel ve hak ve özgürlüklere ilişkin
uluslararası anlaşmalar varsa, bunlar anayasayla en üst sayılıyor.) Uyuşmazlık olduğunda
Uluslararası anlaşmaların kabul edilmesinin gerekliliğini madde 90 tanımlıyor. İlk olarak korunma
mekanizmasına baktığımızda hukuki yolla yani yargı yoluyla korunduğunu görüyoruz. İnsan
haklarının haklarının korunması denince genel olarak akla gelen koruma hukuki korumadır.
Anayasanın temel hak ve hürriyetleri koruması başlıklı 40. maddesine baktığımızda anayasal hakları
ihlal edilen herkesin yetkili makama başvurma hakkının sağlanmasını öngörmektedir. Yetkili makam
öncelikle yargı merciidir. Ama yetkili makam genel bir tanımdır. Sadece hukuki, yargısal değil aynı
zamanda yetkisel makam kullanıldığı için siyasi ve idari yollarla da insan haklarının korunması
gerçekleşebileceğini bilmekteyiz.

Yargı Yoluyla Koruma; belki de insan haklarını korumanın en etkili yolu olduğunu söylebiliriz.
Kişinin mahkemelerde haklarını araması. Hak ihlali ya da talebi gerekli olduğunda ilk akla gelen en

etkili yol düşünülen mahkemede hak aramadır. Yargı yolu; kişinin hakkını elde etmek veya maruz
kaldığı bir hak ihlaline giderilmesine ya da telafi edilmesini sağlamak üzere dava açması olur ama
aynı zamanda da kendisine açılan davada kendi haklarını savunmasını da kapsar. Anayasa'nın 36.
maddesinin 1. fıkrası şunu söylüyor; herkes meşru yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri
önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahiptir. Böylelikle herkes yargı yoluna
giderek hak talebinde bulunma ihlal edilen hakkın iadesini isteyebilir. Dava yolu ile ihlalin telafi
edilmesi anayasanın 40. maddesinde işaret edildiği gibi devletin uğranılan zararın tazmin etmesinde
şüphesiz karşılamaktadır. Aynı maddenin ikinci fıkrasındaki hükme göre; mahkeme görev ve
yetkisi dahilinde olan davaya bakmaktan kaçınamaz. (Yani kişilerin başvuruları mutlaka
sonuçlandırılmalıdır.)

Yargı yoluyla hak arama dediğimizde hem idari hem adli hem de anayasal yargıdan bahsediyoruz.
İdari yargı; idari işlem ve eylemden doğan hak ve özgürlüklerin uyuşmazlıklarına çözüm getirir.
İdari sorun ya da işlem nedeniyle hak ve özgürlükler ihlal edildiyse ya da bir hak ve özgürlük
kullanılmazsa için idari girişler gerekiyorsa demek ki idari mahkemelere gitmek gerekiyor.
Anayasaya göre madde 125'in 1. fıkrası kamu idaresinin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu
açıktır. Diğeri askeri mahkemeler; Askeri makam ve mercilerin yaptıkları işlem eylemler nedeniyle
bir insan hak ve özgürlüğün ihlali söz konusuysa ya da bir talep gerekiyorsa o zaman da Askeri
Yüksek İdare Mahkemesi tarafından bunun yerine getirildiğini görüyoruz. Yalnız burada bir istisna
ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler, Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulunun işlemleri, Yüksek Askeri Şuranın bazı işlemleri yargı denetiminden muaf tutulmaktadır.
Bu da dediğimiz gibi çok ciddi insan hakları ihlallerinin yaptırımdan korunmasını
meşrulaştırmaktadır. (İdari işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunu en tepede Danıştay'ın
bulunduğu bir yargı düzeni var. Öncelikle ilk derece idare mahkemeleri başvuruyorsunuz, daha sonra
eğer burada olumsuz karar çıkarsa en son idari süreçte Danıştay’a kadar gidebiliyorsunuz, bir hakkın
talebinde ya da tazmininde bulunmak için.) Adli yargı; adli suçlar ve adli cezalar var ve bunun
korunmasında biz adli yargı mercilerine bakıyoruz. Adli yargı mercilerinde yine 1. derecede
mahkemelerden başlayarak en üstte yargıtaya kadar gidebileceğimiz bir adli mahkemeden
bahsediyoruz. Burada şöyle bir şey de olabilir kimi idari işlemlerin bazı yönleriyle doğal
uyuşmazlıklar nedeniyle adli yargıda çözülebildiği de görülebilir. Örneğin; bir mülkiyet hakkı ile
ilgili bir durum vardır. Mülkiyet hakkı ile ilgili kamulaştırma bedeli ile ilgili uyuşmazlık var. O
zaman bunun adli yargıda çözüldüğünü görebiliyoruz. Yani bir geçişkenlik olabiliyor idari yargı ve
adli yargı arasında. Ama genel olarak cezai yargılamalarda temel hakların korunması ile ilgili
oldukları için de biz ceza yargılamalarında adli ve mekanizmanın içinde ele alıyoruz. Kabataslak
olarak idari mahkemeler biraz daha usule göre gerçekleşen sorunlarla ilgilir, ama adli mahkemeler
çok daha temel hak ve özgürlüklere doğrudan ihlaller ile ilgilidir. Yani usulle ilgili değil de esasla
ilgili adli yargıdır.

Bir diğer insan haklarını koruma mekanizması da anayasa yargısıdır. Anayasa Mahkemesi'nin
görev almış olduğu anayasa yargısı; temel hak ve özgürlüklerin korunmasında oldukça büyük
öneme sahiptir. Burada kanunları ve kanun hükmündeki kararnamelerin anayasaya uygun olup
olmadığını denetleme görevi Anayasa Mahkemesi'ne verilir. Anayasa yargısının insan haklarının
korunmasına katkı yaptığı en elverişli olan yol, 2010 değişikliği ile getirilen Anayasa mahkemesine
bireysel başvurudur. (Yani bireysel olarak Anayasa Mahkemesi'ne gidebilme hakkı). Burada
anayasanın değiştirilmiş 148. maddesine göre herkes anayasada güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerinden Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinden herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal
edildiği iddiasıyla anayasa mahkemelerine başvuruda bulunabilir. Burada bizim için önemli olan bir
koşul var; başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması gerekiyor.
Anayasa Mahkemesi burada Danıştay'ın ve Yargıtay’ın kararların üzerinde duran bir konumdadır.
(Gidilebilecek son yargısal merci).

Bireysel başvuruya konu olamayacak haklar ve işlemler vardır. İlk olarak; Türkiye'nin taraf olduğu
Avrupa İnsan hakları sözleşmesine ek protokollerde yer alan haklar. Doğrudan Avrupa İnsan Hakları
sözleşmesi'ne taraf olan ülkeler ek protokollere de taraf sayılmıyor. Protokolleri de ayrıca kabul
etmeleri gerekiyor. Ancak o zaman onlardan sorumlu oluyorlar. İkinci olarak; anayasada yer alan
ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokol üzerinde yer almayanlar için başvuruda
bulunulamaz. Üçüncü olarak; yasama işlemlerine karşı (kanunlar, kanun hükmünde kararnameler,
TBMM kararları gibi) bireysel başvuruda bulunulmaz. Dördüncü olarak; düzenleyici idari işlemler
(tüzükler, yönetmelikler, genelge, tebliğ gibi) daha çok yönetmeliğe dayalı işlemler. Son olarak;
Spor Tahkim Kurulu kararları, Yüksek Seçim Kurulu kararı, Yüksek Askerî Şûra kararı, OHAL
hükmünde kararnameler, HSYK kararları. Bireysel başvuru yapmak için kişinin mağdur statüsünde
olması gerekiyor. Anayasa mahkemesine gerçek ya da tüzel kişiler başvuruda bulunabilir, ancak özel
hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliklerine ait hakları ihlal edildiyse başvuruda bulunabilir. Kamu
tüzel kişiler ise bireysel başvuruda bulunma hakkına sahip değildir. Bireysel başvurunun usulü
nedir? İç hukuktaki olan süreçlerin hepsini tüketilmesi gerekiyor ki Anayasa Mahkemesi’ne
gidebilsin. Bu işlemlerin tüketilmesinden sonra 30 günlük bir süre var Anayasa Mahkemesi'ne
gidebilmek için. Ancak haklı bir sebep olması durumunda artı 15 gün gibi bir süre tanınıyor.

Yargı Dışı Yollar

İdari başvuru; Burada yargı dışı yol olarak idareye başvurudan söz ediyoruz. İdari ve siyasi
yollardan

hak arama anayasanın 74. maddesinde düzenlenmiştir ve bu maddeye göre kişiler kendileriyle ve
kamu ile ilgili dilek ve şikayetlerini yetkili makama ve TBMM’ye yazılı olarak başvuru yapabilirler.
İdari başvuru konusunda neler söz konusu? Kamu denetçisine başvuru söz konusu. (74 / 3'ün de
görüyoruz.) İdari başvurunun özel bir türü İdari yargılama usulü kanunu idari başvuru ve sonuçlarını
genel olarak düzenlediğini görüyoruz ve idari işlemlere karşı itiraz yolu ile başvurulabilecek
makamları gösteren başka kanunlar ve düzenleyici işlemler de söz konusu. İdari başvurunun özel
olarak insan haklarının ihlali ile ilgili olan bir türüde il ve ilçe insan hakları kurullarına yapılacak
olan başvurular. Bu kurullar insan hakları ihlali konusunda başvuru makamı olmanın yanında insan
haklarının korunmasına başka türlü de hizmet eden kuruluşlardır. (Başka hizmet derken her türlü
ayrımcılığın önlenmesi için gerekli çalışmaları yapmak, idari uygulamalarında vatandaşlara hoşgörü
ve nezaketle yaklaşılmasını sağlamak, görev ve çalışmalarında sivil toplum kuruluşları ile iş birliği
yapmak gibi). Bunun dışında da bu söz konusu kurulların sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği
geliştiren çalışmalar yapmak suretiyle de bir yandan kamu otoriteleri veya kamu görevlileri ile sivil
kuruluşlar arasında da yine bir ilişkinin geliştirilmesini sağlıyor ve güvenin artması insan haklarının
korunması ve uygulanması için daha uygun ortam sağlanması için yapılan çalışmalar diyebiliriz.
Bunun dışında insan haklarının korunmasına yaptığı faaliyetlerle katkıda bulunan bir başka kurumda
Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu. Bu kurum 2012'de kuruldu ve o dönemdeki Türkiye İnsan
Hakları Kurumu’nun yerini aldı. Bu kurum, insan onurunu temel alarak insan haklarının korunması
ve geliştirilmesi, kişilerin eşit muamele görme hakkının güvence altına alınması, hukuken tanınmış
hak ve özgürlüklerden yararlanmada ayrımcılığın önlenmesi ile ilgili faaliyetler gösteriyor. İşkence
ve kötü muamele ile mücadele etme konusunda da bu kurum etkilidir, zarar görenler başvuruda
bulunabilir.

Siyasi başvuru; Anayasa siyasi başvuru makamı olarak sadece TBMM’yi göstermiştir. TBMM’ye
hem genel olarak kişisel ve kamu ile ilgili dilek ve şikayetler, hem de özel olarak insan hakları
talepleri ulaştırılabilir. İnsan hakları ile ilgili olan şikayetler TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonunda incelenir. Bu talepler, yasal olarak tanınmış olmayan bir insan hakkının
yasallaştırılması dileği şeklinde olabileceği gibi, maruz kalınan bir temel hak ihlalinin giderilmesi
için girişimde bulunması dileği şeklinde de olabilir. Ayrıca Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde kamu
makamlarından belli konular hakkında bilgi alma usulü de bir tür hak arama yoludur. Çünkü bu yolla
kişilerin elde edecekleri bilgiler çok kere onların kimi fiili veya potansiyel hak ihlalleri konusunda
kendilerini savunma gerekse diğer hak arama yollarını kullanma konusunda daha donanımlı hale
gelirler.

Uluslararası Koruma (Birleşmiş Milletler Sistemi)

Uluslararası koruma mekanizmaları iç hukuka göre ikincil nitelikte olduğundan, iç hukuk yolları

tüketilmeden uluslararası mekanizmalara başvurulamaz. Bunun arkasında, devlet ihlallerine karşı


temel hakları korumakla ilk yükümlü olanın o devletin kendisi olduğu düşüncesi bulunmaktadır.
Uluslararası koruma da iki tane usül vardır. Şarta dayalı ve Antlaşmaya dayalı.

Şarta Dayalı Koruma

Birleşmiş Milletler Şartı’nın 1. maddesinin 3. paragrafına göre, BM’nin dört ana amacından biri
“insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygıyı geliştirmek ve teşvik etmek”tir. Herhangi bir insan
hakları sözleşmesine dayalı olmayan, doğrudan Birleşmiş Milletler Şartı’nın bu 1. maddesindeki
amacı gerçekleştirmeye yönelik denetim usulleri kurulmuştur. Denetim ve izleme etkinliklerinin
yargısal bir denetim düzeyine varması söz konusu değildir. Bu yöntemler: yönlendirme, uzlaştırma,
tavsiyede bulunma, görüş verme, teknik düzeyde bilgi sağlama vb. (Denetim yapıyor, yargısal bir
koruma yok.) Birleşmiş Milletler Şartı’na dayalı denetim usulleri uzun yıllar boyunca Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde faaliyet göstermiştir. Ancak Komisyon’a ilişkin
eleştirilerin artması nedeniyle, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 60/251 sayılı kararıyla 2006
yılında kurulan İnsan Hakları Konseyi Komisyon’un yerini almıştır.
Şarta dayalı denetim usulleri şunlardır:

İnsan Hakları Konseyi Şikâyet Usulü; Bir şikâyetin İnsan Hakları Konseyi tarafından
incelenebilmesi için, söz konusu şikâyetin, sistematik nitelik taşıyan ağır insan hakları ihlallerine
ilişkin olması gerekmektedir. Dünyanın herhangi bir yerinde yaygın ve sürekli olarak işlenen ağır
insan hakları ihlallerinin mağduru olan ya da bu nitelikteki ihlaller hakkında doğrudan ve güvenilir
bilgisi olan gerçek kişiler, kişi grupları ve hükümet dışı kuruluşların İnsan Hakları Konseyine
başvurarak bu ihalelerin incelenmesi içinde sistemde bulunmaları üzerine başlatılır. Konsey
kendisine yapılan bu bireysel şikâyet başvurularının kabul edilme ve incelenme ölçütlerini ve
yöntemlerini belirlemiştir. Bu ölçütlerin başında, iç hukuk yollarının tüketilmesi gelir. Başvuruda
bulunan gerçek kişilerin, kişi gruplarının, hükümet dışı 3 kuruluşların münhasıran siyasal nedenlerle
hareket etmeyip, iyi niyetle davranmış olması; şikâyetin genel nitelikte olmayıp, olgusal verilere ve
sadece basın yayın organlarındaki bilgilere değil birinci elden bilgilere dayanması gibi ölçütler de
vardır. Bu süreç ilgili devletle Konsey arasında iş birliği içinde gizli olarak yürütülür. Ancak, Konsey
gerekli görürse bu usule son vererek başvuruyu kamuya açık olarak görüşmeye karar verebilir.

İnsan Hakları Konseyi’nin Özel Usulleri; “Özel Usuller”, belirli bir ülke veya insan hakları sorunu
hakkında çalışmalar yapmak üzere İnsan Hakları Konseyi tarafından atanan ve gönüllülük temelinde
çalışan özel raportörler, bağımsız uzmanlar ya da çalışma gruplarından oluşan mekanizmaları ifade
eder. Özel Usuller kapsamında görev yapan özel raportörler, bağımsız uzmanlar ve çalışma grupları
“ülke ziyaretleri” düzenler ve bu ziyaretler sonucunda, kendi görev alanları içindeki insan hak ve
özgürlüklerine ilişkin konularda tespit ve tavsiyelerini içeren bir rapor hazırlarlar. Özel Usuller
gerçekleşmiş, devam etmekte olan veya gerçekleşme riski yüksek insan hakları ihlallerinin
kendilerine bir şikâyet başvurusu ile iletilmesi üzerine, doğrudan ilgili Hükümet ile temasa geçerek,
müdahalede bulunabilirler.

Evrensel Periyodik Gözden Geçirme; Birleşmiş Milletler üyesi her Devletin aynı ölçütlerle
değerlendirildiği bir denetim usulüdür. BM şartı Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi ile ilgili devletin
taraf olduğu, insan hakları anlaşmaları ve ilgili devletlerin gönüllü taahhüt ve teminatları gözetilerek
her devlet için 4 yılda bir yinelenen (yani devlet İnsan hak ve özgürlüklerine ne kadar uyuyor, ne
kadar ihlal var, hukuki yapısında iç hukuk yapısında ne gibi gelişmeler olmuş, ne gibi sorunlar
devam ediyor gibi, konuları inceleyen) bir raporlamadan bahsediyoruz.

Antlaşmaya Dayalı Denetim Usulleri

Birleşmiş Milletler bünyesinde kabul edilen insan hakları antlaşmalarından bir kısmının taraf
devletlerce uygulanıp uygulanmadığını denetlemek üzere, bağımsız uzmanlardan oluşan komiteler
kurulmuştur. Devletler, belirli bir sözleşmeye uyma ve sözleşme hükümlerini iç hukuklarında
uygulama konusunda aldıkları önlemleri ve hukuk dizgelerindeki gelişmeleri içeren devlet
raporlarını, ilgili sözleşmede öngörülen zaman aralıklarıyla, değerlendirmek üzere ilgili komiteye
sunarlar. Komiteler bu raporları inceleyerek ve gerektiğinde hükümet dışı örgütlerin ve diğer ulusal
insan hakları kurularının görüşlerini alarak sonuç gözlemlerini ve önerilerini devlete iletirler. Bir
komitenin bir devletle ilgili denetim yapabilmesi için, öncelikle söz konusu devletin ilgili insan
hakları antlaşmasına taraf olması gerekmektedir. Komitelerin denetimde yararlanabileceği usullerin
tümünün, antlaşmaya taraf olan devletçe kabul edilmesi zorunlu değildir. Komiteler, taraf devlete
ilişkin denetimlerinde, ilgili antlaşmada güvence altına alınan hak ve özgürlüklerle sınırlıdır. Devlet,
antlaşmaya çekince ile taraf olmuş ise, ilgili komitenin denetim yetkisi, o çekince ölçüsünde
daralmaktadır. (Yani çekince koyduğu için ele alınamaz.) Tüm anlaşmalar bakımından ortak ve
zorunlu olan tek denetim usulü taraf devletin raporlarının incelenmesine ilişkin usuldür. Komitelere
devletlerarası şikâyet ya da bireysel şikâyet olabilir. Bugüne kadar devletlerarası şikâyet
kullanılmamıştır. Komitelerde bireysel şikâyet usulü kullanılmaktadır. Bireysel başvurular gizli
oturumlarda incelenir. Başvuru mağdur ya da temsilci aracılığıyla yapılmalıdır. Kimliği belli
olmayan (anonim) başvuru yapamaz. Başka bir uluslararası hak koruma mekanizması çerçevesinde
incelenmekte olan iddialar için Komite paralel inceleme yapamaz. Başvuru, hakkın kötüye
kullanılması niteliğinde olmamalıdır. Etkili iç hukuk yolları tüketilmiş olmalıdır. Mekanizma
içindeki konseyler;

Ekonomik Sosyal Konsey; BM Antlaşması'na göre BM’nin doğrudan doğruya insan hakları alanına
giren konularda faaliyet yapan organı ekonomik ve sosyal konseydir. Konsey anlaşma içerisinde
tanımlanmıştır. Konsey yılda iki kez ve birer ay olmak üzere toplanır, sürekli çalışan kurumlar
değildir. Ekonomik ve sosyal konsey ve ona ait alt birimler insan hakları konusunda uluslararası
anlaşmaların hazırlanması, çalışmaların merkezinde yer alıyor. Genel kurula tavsiye kararları
hazırlanmak yine konseyin görevidir. Konsey sosyal ve ekonomik konularda, ilişkilerimizin insan
haklarına saygı çerçevesinde gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda tavsiye kararı çıkartabiliyor.
Konsey, tarafların veya devletlerin sunduğu raporları inceler ve değerlendirir. Burada şöyle bir kural
var; taraf devletlere ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin uluslararası sözleşmeye taraf
oldukları ilk 2 yıl içinde, daha sonra da her 5 yılda bir konseye rapor sunmakla yükümlüdür. Ama
ekonomik ve sosyal konsey bu sürenin dışında bir devletten rapor talep ederse yine devletin rapor
sunması gerekiyor. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin uluslararası sözleşmeye ek ihtiyari
Protokolü onaylayan devletler, Konseyin bireysel başvuruları kabul etme ve inceleme yetkisini
tanımaktadır. Konseye bireysel başvuru yapılması ayrı bir protokolle tanımlanmıştır. Eğer bir devlet
o Protokolü onayladı ise ancak o devlet için bireysel şikâyet başvurusu açıktır, ama devlet sadece
sözleşmeye taraf ama Protokolü onaylamadı ise o devlete yönelik bireysel başvuru yapılması
mümkün değildir. Türkiye sözleşmeye taraf ama ihtiyari Protokolü onaylamamış bu nedenle, TR
açısından bireysel başvuru yolu kapalı sadece raporlama yapıyor. (TR gibi olan her ülke için bu
durum geçerlidir.)

İnsan Hakları Komitesi; (Bu komite anlaşma dahilinde, İnsan Hakları Konseyi ise şarta bağlı olan.)
İnsan hakları komitesi anlaşma ile ilgili olan insan hakları Konseyi şarta bağlı olanda insan hakları
komitesi BM Medeni ve Siyasi haklar sözleşmesi gereğince kurulmuş denetim mekanizmasıdır.
İnsan hakları komitesi taraf devletlerin kendisini sundukları raporları inceliyor ve değerlendiriyor.
Burada da taraf devletler taraf olduklarındaki ilk 2 yıl ve daha sonra da her 5 yılda bir komiteye rapor
sunmakla yükümlüdür. Komitenin başka bir zamanda rapor talep etmesi mümkündür. Komite taraf
devletin raporunu değerlendirirken güvenilir diğer kaynaklardan da özellikle de sivil toplum
örgütlerinden ve ulusal insan hakları kurumundan ek bilgi de bulunabilir. Medeni ve siyasi haklara
ilişkin uluslararası sözleşmeye ek ihtiyari protokol ile insan hakları komitesi yine bireysel ve
devletlerarası başvurusu tanınmıştır. Türkiye bireysel ve devletlerarası başvurularını öngören ihtiyari
protokole taraf olduğunu bu nedenle Türkiye'deki ihlalleri yönelik insan hakları komitesine bireysel
ya da devletlerarası başvuru mümkün olduğunu görüyoruz.

Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Komitesi; Komite taraf devletlerin kendisine sundukları
raporları inceler ve değerlendirir. Burada da yine sözleşmeye taraf devletler taraf oldukları ilk 2 yıl
içinde Ddha sonra da her 5 yılda bir komiteye raporlar sunarlar. Bu raporların hepsi çevrimiçidir.
Yine aynı şekilde komite gerek gördüğünde rapor isteyebilir. Komite taraf devletlerin sunduğu
raporları devlet görevlileri katılımıyla tartışıldığı yapıcı diyaloglarda tavsiyelerde bulunabilir. Ayrıca
yine kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesine ilişkin ihtiyari Protokolü
onaylayan devletler komitenin bireysel başvurularını kabul etmek ve değerlendirme etkisini
tanımaktadır. Burada devletlerarası başvuru usulüne yer verilmemiştir. Sadece bireysel başvuru söz
konusudur. Türkiye bakımından, 2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye açısından baktığımızda
da Komiteye bireysel başvuru çerçevesinde gidileceğini görüyoruz.

Birçok temel İnsan Hakları Sözleşmesi için benzer mekanizmaların olduğunu görmekteyiz. Örneğin
Birleşmiş Milletler'in çocuk haklarına dair sözleşmesini denetlemek amacıyla Çocuk Hakları
Komitesini görüyoruz. Burada da yine raporlama ve şikâyet usulünden bahsediyoruz.

Irk ayrımcılığının ortadan kaldırılmasına yönelik sözleşmenin komitesi yine aynı isimle Irk
Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi yer alıyor. Burada da yine raporlama bireysel
başvuru kabulü vesaire görürüz. Burada Türkiye'nin bireysel başvuruları kabul etme ve inceleme
yetkisinin tanınmadığını görüyoruz. Sadece raporlama usulü var.

İşkenceye karşı komite var. Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya
Küçültücü Muamele ve Cezaya Karşı Sözleşme vardır. Burada da raporlama ve bireysel başvuru
vardır. Burada bir tanıma beyanında bulunması gerekiyor devletlerin. Burada da ek Protokolü var,
ama bireysel ve devletlerarası başvurunun tanınması için diğerlerinden farklı olarak devletlerin
ayrıca bir beyanda bulunması gerekiyor. (Sözleşmeye taraf olduktan sonra.)

Bunların dışında tüm göçmen işçilerin ve aile fertlerinin haklarının korunmasına dair uluslararası
sözleşmenin denetim organı yine sözleşmenin adıyla olan komitedir.

Engellilerin haklarına ilişkin sözleşmenin denetim organı Engelli Hakları Komitesi’dir. Zorla
kaybetmeye yönelik, herkesin Zorla Kaybedilmeye Karşı Korunmasına İlişkin Uluslararası
Sözleşmenin denetim alanı Zorla Kaybedilmeye Karşı Komite’dir. Bunların hepsi BM denetim
mekanizmaları içerisinde yer alır.

HAFTA 5

BÖLGESEL İNSAN HAKLARI KORUMA MEKANİZMALARI – AVRUPA

Avrupa Konseyi; İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi sonucu kurulan uluslararası düzenin bir
ürünüdür. Özellikle Avrupa kıtasındaki ideolojik bölünmüşlük bu örgütün kurulmasında büyük önem
taşımıştır. 5 Mayıs 1949 tarihli Londra Antlaşmasıyla (Avrupa Konseyi Statüsü) kurulan örgütün
temel amaçları insan haklarının korunması, demokrasi ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin
uygulanmasıdır. İnsan haklarının korunması amacına yönelik gerçekleştirilen en önemli başarı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin kabul edilmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
Avrupa Konseyi bünyesinde kurulması olmuştur. İnsan haklarının korunması konusunda Avrupa
Konseyi içinde başka mekanizmalar da bulunmaktadır: Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa
Komisyonu, İşkenceyi Önleme Komitesi, İnsan Hakları Yönlendirme Komitesi, Avrupa Konseyi
İnsan Hakları Komiserliği gibi kurumlar da insan hakları koruma mekanizmalarının geliştirilmesi, bu
alanda bilgilendirmenin ve bilinçlendirmenin yaygınlaştırılması amacıyla çalışmalar yapmaktadırlar.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi; Avrupa Konseyi üye devletleri tarafından Roma’da 4 Kasım
1950 tarihinde imzalanmış ve 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde, BM İnsan Hakları Evrensen Beyannamesi’nde tanınan medeni ve siyasi hakların
sınırlı bir bölümüne yer verilmiştir. Ayrıca, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin hükümlerin
bulunmaması nedeniyle Sözleşme’nin kapsamına giren hak ve özgürlüklerin BM İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinden çok daha sınırlı bir alanı kapsadığı dikkat çekmektedir. Bu sınırlı haklar
listesi, zaman içinde yürürlüğe giren ek protokollerle genişletilmiştir. Sözleşmeye ek 16 Protokol
bulunmaktadır. Haklar protokollerle genişletilmiş olsa da bu sadece protokolleri onaylayan devletler
için geçerlilik taşımaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine sadece Avrupa Konseyi üyesi
devletler taraf olabilir. Devletlerin önce Sözleşmeyi imzalaması daha sonra da devletlerin iç
hukukunda Sözleşme’nin onaylanması gerekmektedir. Ancak onay belgesi Avrupa Konseyi Genel
Sekreterliğine iletildiğinde işlem tamamlanır. Sözleşme’nin ek protokolleri için de durum aynıdır.
Ayrıca ek protokollere taraf olabilmek için öncelikle ana sözleşmeye taraf olmak gerekmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hukuksal bağlayıcılığı iki ölçüte dayanmaktadır: Kamusal
Uluslararası Hukukun genel ilkeleri ve Sözleşme’nin kendi hükümleri. İlk olarak, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi bir uluslararası sözleşme olması gereği herhangi bir uluslararası sözleşmenin
bağlayıcılığı konusundaki ilkeler bu Sözleşme için de geçerlidir. Sözleşme’nin 1. maddesinde taraf
devletlerin kendi yetki alanları içinde bulunan herkese sözleşmenin birinci bölümünde belirtilmiş hak
ve özgürlükleri sağlama yükümlülüğü tanınmıştır. Bir diğer hukuksal bağlayıcılık ölçütü olan
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin hükümleri Sözleşmeye taraf olan devletler için geçerlidir.
Devlet kendi adına güç kullanmaya yetkili olmayan kişilerin olumlu ya da olumsuz eylemlerinden
ilke olarak doğrudan sorumlu tutulamaz. Elbette, devletler, yetki alanı içinde bulunan herkesin
yararlanabileceği ortak bir kamu düzeni alanı yaratmak ile yükümlü olduğunu kabul etmektedirler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki bir başka önemli konuda devletlerin sözleşmeye taraf
olurken çekince koymaları konusundadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çekince konulmasını
bütünüyle yasaklamamış ama oldukça sıkı kısıtlamalara tabi tutmaktadır. Çekinceler sadece imza ya
da onay sırasında konulabilmektedir. Taraf olma durumu kesinleştikten sonra çekince konulmasına
olanak yoktur. Genel nitelikte çekince konulamamaktadır. Sadece çekincenin bildirildiği sırada
yürürlükte bulunan ve sözleşme ile bağdaşmaz nitelikte olan ulusal kanun hükümleri ile ilgili çekince
konulabilmektedir. Son olarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi taraf devletlere savaş ya da ulusun
varlığını tehdit eden başka bir kamusal tehlike halinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile kabul
ettiği yükümlülükleri askıya alma olanağını sınırlamalarla birlikte tanımaktadır. Yükümlülükleri
askıya alma, durumun gerektirdiği ölçüyü aşmamalı ve uluslararası hukuktan doğan başka
yükümlülüklerle uyumsuzluk göstermemelidir. Yaşama hakkı, işkence yasağı, kölelik ve zorla
çalıştırma yasağı, kanunsuz ceza olmaz hükümlerine askıya alma işlemi uygulanamamaktadır.
Askıya alma niteliğinde önlemler alan taraf devlet aldığı önlemler ve bunların gerekçeleri konusunda
Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğini tam olarak bilgilendirmelidirler.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 19. maddesi uyarınca
kurulmuş uluslararası bir mahkemedir. Mahkeme taraf devletlerin ana sözleşme ve ek protokollerden
doğan yükümlülüklerine uyulmasını sağlamak için kurulmuştur ve sürekli olarak görev yapmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin imzalanması ve zaman içinde insan haklarının yargı yoluyla

Mahkemede davalı ve davacı olma durumu; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf herhangi
bir devlet devletlerarası başvuru denilen usulle tek başına ya da başka devletlerin de katılmasıyla bir
taraf devlet aleyhine başvuruda bulunabilecektir (madde 33). Başvuran devletin uluslararası hukuk
kişisi olarak mağdur olması aranmaz, başvuranın amacı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile
kurulmuş olan insan haklarının korunması ilkesinin işletilmesidir. Belli bir somut olaya dayanan
başvurular yapılabildiği gibi, bir yasanın içeriğinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı
olduğu gibi somut nitelikte başvurular da yapılabilir. Bunun yanı sıra bireysel başvuru denilen ve
Sözleşmenin 34. Maddesinde düzenlenen yoldan yararlanarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
önünde dava getirebilecek olanlar da vardır: gerçek kişiler, tüzel kişilik kazanmış olan hükümet dışı
kuruluşlar, dernek, şirket, vakıf ya da tüzel kişiliği bulunmasa bile platform, girişim gibi adlar altında
bir araya gelmiş kişi grupları. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne başvurabilecek olanların bu
çeşitliliğine karşılık, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde kendini savunma durumunda
olacaklar sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf olan devletlerdir. Yargılama yapısı;
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargılama yetkisini Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden
almaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargıçlarının sayısı Sözleşmeye taraf devletlerin
sayısına eşittir. Dolayısıyla sabit değil, Avrupa Konseyi üye sayısına bağlı olarak değişmektedir.
Yargıçlar, her devletin göstereceği üç aday arasından Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi
tarafından seçilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçları 9 yıllık bir süre için seçilir ve yeniden
seçilmelerine olanak yoktur. Yargıçlar görev süreleri içinde tarafsızlıkları ya da bağımsızlıkları ile
bağdaşmaz nitelikte etkinliklerde bulunmamalıdırlar. Mahkeme yapısı ve işleyişine yönelik ek
protokoller; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne eklenen Protokoller iki gruba ayrılır. Birinci gruba
giren Protokoller, hakların ve özgürlüklerin kapsamını genişleten düzenlemelerdir. İkinci gruba giren
Protokoller ise maddi hukukla değil, Mahkemenin çalışma yöntemi, oluşum biçimi gibi konularla
ilgili düzenlemelerdir. 11 sayılı Protokol: 1998 yılında yürürlüğe giren 11 sayılı Protokol, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin tarihinde usul açısından en genel ve kapsamlı yenilikler getiren ve
kendisinden önce yapılmış bütün usul nitelikteki Protokollerin yerine geçen, köklü değişiklikler
getiren bir düzenlemedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özgün biçiminde taraf devletlerin,
sözleşme uyarınca kabul etmiş oldukları yükümlülükleri yerine getirmelerini sağlamak üzere, Avrupa
İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi şeklinde iki organ kurulmuştu.
Devletlerarası ya da bireysel bir başvuru, Komisyonca dinlenebilir (incelenebilir) bulunursa Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne aktarılabiliyor, son ve bağlayıcı karar Mahkemece veriliyordu. Gerek
devlet gerek bireyler için Mahkemeye doğrudan ulaşma olanağı yoktu. 11. Protokolle İnsan Hakları
Komisyonu’nun varlığına son verilmiş, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tek organ olarak kalmıştır.
Böylece başvurular doğrudan Mahkemeye ulaşmaya başlamıştır. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin ihlali iddiasıyla bireylerce yapılan başvuruların incelenip, değerlendirilmesi için
aleyhine başvuruda bulunulan devletin böyle bir yolun kendi aleyhine işlemesini, yapacağı özel bir
bildirimle kabul etmiş olmasına bağlıydı. 11. Protokol, üye devletlerin kendi aleyhlerine bireysel
başvuru yolunun işlemesi için bir kabul bildirimi yapmaları usulü ortadan kaldırılmış, bu yol Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olmanın doğal bir sonucu haline gelmiştir. Son olarak bu protokol
ile Mahkeme sürekli çalışan bir kurum haline gelmiştir. 14 sayılı Protokol: Önceki uygulamada üç
yargıçtan oluşan birimlerce yapılan incelemenin tek yargıçlı bir oluşuma bırakılması, mahkemenin
insan gücünde tasarruf sağlayacak bir önlem olarak düşünülmüştür. Protokol incelenebilirlik
koşullarıyla ilgili yeni düzenlemeler getirmektedir. Getirilen yeni hükme göre başvuranın önemli bir
sakıncalı durumla karşılaşmış olmaması durumunda başvuru kabul edilmez bulunacaktır. Bu
düzenleme çok eleştirilmiştir. Eleştirmenler bir insan hakkı ihlali ile karşılaşmış olma olasılığı
görülse bile konunun önemsiz sayılması durumunda başvurunun incelenmeyeceğini bunun da
mahkemenin temel varlık nedenine yani insan haklarının korunması amacına ters düştüğünü
belirtmektedir. Bu değişikliğin mahkemenin bazı ihlaller karşısında duyarsız kalmasına yol açması
kaçınılmazdır. 16 sayılı Protokol: 10 üye devletin onaylaması üzerine 1 Ağustos 2018’te yürürlüğe
giren ek protokoldür. Danışma görüşü isteyebilme yetkisi normalde sadece Bakanlar Komitesine
tanınmıştır. Protokolün yürürlüğe girmesiyle birlikte, Protokole taraf devletlerin en yüksek
mahkemeleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde ya da Ek Protokolde tanımlanmış hakların ve
özgürlüklerin yorumlanması ve uygulanmasıyla ilgili ilke sorunları konusunda Mahkemeden
danışma görüşü isteyebileceklerdir.

Mahkemenin iç yapısı; Tek yargıçlı oluşumlar: Tek yargıç, adına seçilmiş olduğu devlet aleyhine
yapılmış olan başvuruları değerlendiremez. Tek yargıç bunlar dışındaki başvuruları ön incelemeden
geçirerek incelenemez ya da kayıttan düşme kararlarından birini vermediği durumlarda, başvuruyu
daha geniş kapsamlı bir inceleme için bir Komiteye ya da Daireye iletecektir. Üç yargıçlı komiteler:
Tek yargıçlı oluşumlarca incelenemez bulunmayan ya da kayıttan düşülmeyen başvurular yargıç
tarafından Komiteye gönderilir. Komitede aleyhine başvuruda bulunulmuş olan taraf devlet adına
seçilmiş bir yargıcın yer alması zorunlu görülmemiştir. Komite daha geniş kapsamlı bir inceleme
gerektirmediği kanısına oybirliğiyle varılması durumunda başvurunun incelenemez bulunduğuna ya
da kayıttan düşürülmesi karar verebilir. Başvurunun içerdiği ana sorun, mahkemenin iyice yerleşmiş
içtihadına konu olmuş bir durumla ilgili ise, başvuruyu incelenebilir bulma kararı ile davanın esasını
da karara bağlayacaktır. Oy birliği sağlanamazsa dosya Daireye iletilir. Kararlar davalı savunması
aranmaksızın verilmektedir. Bu kararlar kesin nitelikte olduğu için de daha sonra itiraz etmek
mümkün değildir. Yedi yargıçlı daireler: Dairelerin temel görevi tek yargıçlı oluşumların ya da
komitelerin karar alamayıp ilettiği davaları görmek ve karara bağlamaktadır. Devletlerarası
başvuruların incelenip karara bağlanması da dairelerin görevlerine girer. Aleyhine başvuruda
bulunmuş olan devlet adına seçilmiş yargıç dairenin doğal üyesidir. On yedi yargıçlı büyük daire:
Büyük dairede bir taraf devletin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karalarını uygulama
yükümlülüğünü yerine getirmediği konusunda inceleme yapılmaktadır. Büyük dairenin ilgili devlet
adına seçilmiş yargıcın da katılımıyla alacağı karar, doğal olarak yaptırım uygulamasına temel
olabilecek ise de yaptırım niteliğini ve türünü belirlemek büyük dairenin yetkisinde değildir. Ancak
büyük dairenin kararı bakanlar komitesinin bu konuda alacağı siyasal nitelikli karara hukuksal destek
sağlamaktır. Büyük daire ayrıca temyiz görevi görmektedir. Öte yandan daire kararını verdikten
sonra taraflardan biri üç aylık süre içinde başvurunun Büyük Daire önünde yeniden görülmesini talep
edebilir. Mahkeme kararlarının uygulanması; Uluslararası mahkemelerin karalarının uygulanması
devletlerin egemenliğinin dikkate alınmasını gerektiren bir konudur. Kararların uygulanmasının
denetimi ise Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine verilmiştir. i) Mahkemece verilmiş bir kararın
uygulanması aşamasında kararda yer almış olan bir kavramın nasıl anlaşılması gerektiği konusunda
farklı görüşlerin ortaya çıkması ya da duraksamalarla karşılaşılması durumlarında Bakanlar Komitesi
durumun aydınlatılması için konuyu Mahkemeye gönderebilir. Mahkemeden yorum istenmesi
yoluna başvurulması için de Bakanlar Komitesine katılmaya yetkili temsilcilerin üçte iki
çoğunluğunun oyu gereklidir. ii) Bakanlar Komitesi ilgili devletin kendi hakkında verilmiş ve
kesinleşmiş bir karara uygun davranmayı reddettiği kanısına varırsa sorunu karar vermesi için
Mahkemeye havale edebilir. Mahkeme ilgili devletçe mahkeme hükmüne uyulmasında kusur edildiği
yani yükümlülüğünü yerine getirmediği sonucuna varırsa durumun değerlendirilmesi ve uygulanacak
tedbirlerin saptanması için dosyayı Bakanlar Komitesine geri gönderir. Mahkemece devletin
yükümlülüğüne aykırı davranmadığı saptanırsa dosya kapatılır.

HAFTA 6
BÖLGESEL İNSAN HAKLARI KORUMA MEKANİZMALARI – AMERİKA VE AFRİKA

Amerika İnsan Hakları Sistemi


Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi; İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa’da olduğu gibi
Amerika kıtasında da bölgesel örgütlenmeye gidilmiştir. Amerika kıtasındaki örgütlenmenin en
önemli aşaması, Amerikan Devletleri Örgütü’nün kurulması ile gerçekleşmiştir. Bu Örgüt, 30 Nisan
1948’de Kolombiya’nın Bogota kentinde Örgüt Şartı’nın imzalanmasıyla kurulmuştur. Mayıs
1948’de, Amerikan Devletleri Örgütü, İnsan Hakları ve Ödevleri Amerikan Bildirgesi’ni kabul
etmiştir. Bu bildirge, -hem kişisel ve siyasal hem de ekonomik, sosyal ve kültürel olmak üzere- bir
dizi temel insan hakları ortaya koymuştur. Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi, 22 Kasım 1969
tarihinde Kosta Rika’nın San Jose kentinde imzalanarak 18 Temmuz 1978 tarihinde yürürlüğe girmiş
ve İnsan Hakları ve Ödevleri Amerikan Bildirgesi’nin yerini almıştır. Sözleşmede ekonomik, sosyal
ve kültürel haklar tek bir maddeye indirgenmiştir. Bu yönüyle Sözleşme, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (AİHS) gibi, kişisel ve siyasal haklarla sınırlıdır. Bu Sözleşme’nin, AİHS’nden tek farkı,
mülkiyet hakkına da yer vermesidir. Sözleşmede tanınan hak ve özgürlükleri genişletmek amacıyla
zaman içinde iki ek protokol kabul edildi. Bunlardan ilki 1999 yılında yürürlüğe giren Amerikan
İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Alanında Ek Protokol’dür. Bu
protokolde çalışma hakkı, sendikalaşma hakkı, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim gibi haklar tanınmıştır.
Bir diğeri ise Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ne İdam Cezasının Kaldırılması Ek Protokol’dür.

Amerikan Devletleri Örgütü İnsan Hakları Komisyonu; 1959 yılında Örgüt tarafından kurulan
Komisyon hem Örgütün hem de Sözleşmenin organıdır. Başta Amerika olmak üzere bazı Amerikan
devletlerinin Sözleşmeye taraf olmadığı göz önüne alındığında Komisyonun önüne gelen olaylarda,
farklı iki kaynağı kullanmakla yükümlü olacağı anlaşılmaktadır. Komisyon, Sözleşme tarafı bir ülke
ile ilgili bir durumu incelerken Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ni, Sözleşme tarafı olmayan bir
ülke ile ilgili bir durumu incelerken de Amerikan Devletleri Örgütü’nün bağlayıcı belgelerinden biri
olan Bildirgeyi kaynak olarak kullanacaktır.
Komisyonun, bir taraf devletteki insan hakları ihlallerine ilişkin şikâyetleri incelemek, ülkelerle ilgili
insan hakları raporları hazırlamak ve yayımlamak, sözleşmenin daha çok devlet tarafından
onaylanmasını sağlamak gibi temel işlevlerinin yanı sıra; Mahkeme önünde bulunmak, anlaşmaların
yorumlanmasında danışmanlık yapmak, sözleşmelerde değişiklik önerileri yapmak, üyelerine
yaptırım uygulaması amacıyla Örgütü harekete geçirmek gibi görevleri bulunmaktadır. Komisyon,
kişiler yahut hükümet dışı organizasyonlar tarafından iletilen şikâyetlerin yanı sıra devletlerarası
şikâyetleri de –aleyhine başvurulan devletin bu yetkiyi tanıması koşuluyla incelemektedir. Komisyon
kararlarının hukuki bağlayıcılığı bulunmamakta ve sadece tavsiye niteliğindedir.
Amerikalılar Arası İnsan Hakları Mahkemesi; 18 Temmuz 1978’de, Amerikan İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesiyle kurulmuştur. Mahkemenin yargı yetkisini tanıyan devletler:
Arjantin, Barbados, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, Kosta Rika, Dominik Cumhuriyeti, Ekvator,
Guatemala, Haiti, Honduras, Meksika, Nikaragua, Panama, Paraguay, Peru, Surinam ve Uruguay’dır.
Bireylere Mahkemeye doğrudan başvuru hakkı tanınmamıştır. Başvuru hakkı, taraf devletlere ve
Komisyona aittir. Bireyleri ilgilendiren konular ancak Komisyon tarafından Mahkemeye
götürülebilir. Bunun dışında Mahkeme, istenildiğinde, Örgüt üyelerine, tavsiye niteliğinde görüş
verebilir. Mahkemenin yargı fonksiyonu, kararlar alma, koruyucu tedbirler kabul etme ve insan
haklarının bireysel ve devletler bazında ihlalleri konusunda yargısal kararlar verme yetkilerini içerir.
Mahkeme, Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiğine karar verirse, kişiye o hakların
sağlanması, uygun hak arama yollarının sağlanması ve varsa zararın tazminine hükmeder. Mahkeme
kararlarına uymak zorunludur. İnsan haklarını ihlal ettiği öne sürülen devletin, Mahkemenin yargı
yetkisini kabul etmemiş olduğu durumlarda, uyuşmazlık yalnızca Komisyona götürülebilir. Eğer
ilgili devlet Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylamamışsa, Komisyon bu devlet hakkında
Bildirgeye göre karar verir.
Afrika İnsan Hakları Sistemi
Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı; Afrika Birliği Örgütü, 1960ların başında
bağımsızlıklarını elde etmiş 32 Afrikalı devlet tarafından 25 Mayıs 1963 yılında Afrika’nın
bütünleştirilmesi ve bölgesel iş birliği çabalarının kurumsallaşmış bir sonucu olarak kurulmuştur.
Afrika Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Genel Kurulunun 1981 yılındaki toplantısında Afrika
İnsan ve Halkların Hakları Şartı (Afrika Şartı) kabul edilmiş ve kabul edilen Afrika Şartı 21 Ekim
1986 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Afrika Şartı genel olarak kabul görmüş insan hakları kapsamındaki hak ve özgürlükleri tanımış
olmanın yanı sıra farklı konseptleri de içinde barındırmaktadır. Afrika Şartı AİHS’den 3 (BM
Şartı’ndan 2) farklı özelliğe sahiptir: 1) Sadece kişisel ve siyasi hakları değil aynı zamanda
ekonomik, sosyal ve kültürel haklar da tanımaktadır; 2) Sadece kişinin hakları değil halkların
hakları da tanınmıştır; 3) hak ve özgürlükler tanımanın yanı sıra kişilere ödevler de
yüklemektedir.
Kişisel ve siyasi haklar diğer uluslararası sözleşmelerle benzerlik göstermektedir. Ancak bazı
kısıtlamalar vardır. Özel hayatın gizliliği ve zorla çalışmaya karşı haklar tanınmamıştır. Adil
yargılanma hakkı ve siyasi katılım hakkı da uluslararası korumalara nazaran daha dar bir şekilde
tanımlanmışlardır. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklar tanınmış olmakla birlikte bunlar sadece
madde 15, 16 ve 17’de oldukça sınırlı bir şekilde yer almaktadır. Halkların haklarını tanıması
konusunda Afrika Şartı diğer insan hakları belgelerinden farklılaşmaktadır. Bu da BM İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesinin birey merkezli olmasının eleştirilmesinin bir sonucudur. Ayrıca Afrika’nın
sömürgecilik geçmişinin de bu hakların oluşmasında önemli bir etkisi olduğu görülmektedir. Madde
19-24 halkların haklarını içermektedir.
Afrika Şartı bireyin, ailesine, topluma, devlete ve uluslararası topluma karşı ödevlerini de hükme
bağlamıştır. Bireyin bu ödevleri yasal olarak tanınmış topluluklara karşı da söz konusudur. Böyle hak
ve ödev bütünselliği Afrika Şartı’nda tanınmıştır. Madde 29’da bireyin ödevleri düzenlenmektedir.
Son olarak Afrika Şartı için genel hükümlerden bahsetmek gerekmektedir. Madde 65 uyarınca,
Afrika Birliği üye ülkeleri tarafından Afrika Şartı’n iç hukukta onaylanması ve onay belgesinin
Afrika Birliği Genel Sekreterliğine ulaştırılmasından üç ay sonra yürürlüğe girmektedir.

Afrika İnsan ve Halkların Hakları Komisyonu; Afrika Şartı’na bölgede taraf devletlerin uyup
uymadıklarını denetlemek için de Afrika İnsan ve Halkların Hakları Komisyonu (Afrika Komisyonu)
kurulması kararlaştırılmıştır. Afrika Komisyonu 1987 yılında kurulmuştur. Avrupa insan hakları
sisteminden farklı olarak Komisyon Afrika Birliği’nin resmi bir organı değildir ve ayrı bir sözleşme
ile kurulmuştur. Komisyonun işlevleri dokuman toplamak, seminerler düzenlemek, bilgi dağılımı
sağlamak, çeşitli çalışma ve araştırma gerçekleştirmektir. Bunlara ek olarak, Şart hükümlerinin
yorumlanması, soruşturulmaların yürütülmesi, taraf devletler, bireyler ya da hükümet dışı organların
başvurması yoluyla hakların korunmasının güvence altına alınmasını sağlamak amacıyla kararlar
almak gibi yargısal işlevleri de bulunmaktadır. Öte yandan, Komisyon, araştırmaları sonucu
saptadığı olgulara ve bulgulara ilişkin rapor da yayınlayabilmektedir. Komisyonun önemli
işlevlerinden bir diğeri de ciddi ya da kitlesel insan hakları ihlalleri durumunda Afrika Birliğinin
Devlet ve Hükümet Başkanları Meclisinin dikkatini bu konuya çekmesidir. Taraf devletler
Komisyona iki yılda bir Afrika Şartından doğan yükümlülükleri üzerine bir rapor sunmalıdır.
Hükümet dışı örgütler de taraf devletler hakkında rapor sunma hakkına sahiptirler. Taraf devletlerin
sundukları raporlar insan hakları alanında hem devletlerin iç gözlem yapması hem de Komisyonun
denetimde bulunması açısından önemlidir.
Komisyona taraf devletler başvuruda bulunabilirler. Bunun için taraf devletlerinden birisinin Şartta
yazılı hükümleri ihlal ettiğine ilişkin geçerli nedenleri olan bir başka taraf devlet, Komisyon Başkanı
ve Afrika Birliği Genel Sekreterine yazılı başvuruda bulunur. Bireysel başvuruya yönelik usul ise net
bir şekilde tanımlanmamıştır. Afrika Şartı’nın 58. maddesi gereği sadece ciddi ve ağır insan hakları
ihlalleri için Komisyona başvurulabileceği anlaşılsa da Komisyon Afrika Şartı altında her türlü insan
hakları ihlalleri ile ilgilendiğini belirtmiştir. Bireysel başvuruyu kimlerin yapacağı Afrika Şartında
belirtilmemiş olmasına rağmen pratikte Komisyon hem kişilerden hem de hükümet dışı örgütlerden
şikayetleri kabul etmektedir.
Komisyon 11 üyeden oluşmaktadır. Üyeler, Afrikalı olmalı ve hukuk deneyimine sahip olmalıdırlar.
Üyeler, Komisyona uyruğu bulundukları devletin temsilcisi olarak değil, kendi kişisel nitelikleri ile
katılacaklardır. Komisyonda aynı devletin uyruğundan sadece bir kişi bulunabilir. Taraf devlet en
çok iki aday önerebilir. Adaylar, taraf devletin uyruğunda olmalıdır. Komisyon üyeleri 6 yıllığına
seçilirler ve yeniden seçilme fırsatları vardır.

Afrika İnsan ve Halkların Hakları Mahkemesi; 1998 yılında kabul edilen Afrika Şartı’nın ek
protokolü ile de Afrika İnsan ve Halkların Hakları Mahkemesi kurulmuştur. Protokol 2004 yılında
yürürlüğe girmiş ve 2006 yılında Mahkeme göreve başlamıştır. İnsan haklarının korunmasında
Afrika Komisyonuna tamamlayıcı bir rol üstlenmektedir. Mahkeme Afrika Şartında tanınan hak ve
özgürlüklerin yorumlanması ve uygulanması konusunda çıkabilecek her türlü ihlale karşı yargı
yetkisine sahiptir. Ayrıca Mahkeme taraf devletleri bağlı oldukları diğer insan hakları yapılarına
yönelik aykırılıklarını da inceleyebilmektedir. Bu açıdan Mahkeme yargı yetkisini bağlı olduğu
Şartın ötesinde tanımlayarak diğer bölgesel yargı organlarından daha kapsayıcı bir özelliğe sahiptir.
Mahkeme 11 yargıçtan oluşmakta ve taraf devletlerin adaylarından seçilmektedirler. Afrikalı
yargıçlar kişisel nitelikleri ile Mahkemeye katılmakta ve bağımsızlık ilkesi ile hareket etmektedirler.
Yargıçlar 6 yıllığına seçilirler ve bir kereye mahsus yeniden seçilme hakkına sahiptirler. Protokolü
imzalayan devletler Mahkemenin yetkisini tanımakta ve mahkeme kararlarına hukuken bağlı
olmaktadırlar. Mahkemeye Afrika Komisyonu, taraf devletler, bireyler ve hükümet dışı örgütler dava
açabilir. Eğer taraf devletler bireylerin ve hükümet dışı örgütlerin doğrudan kendileri hakkında
başvurmalarını
tanırlarsa bireysel başvuru gerçekleşebilecektir.

You might also like