Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 168

2017

Editör:
Yrd. Doç. Dr. Ferhat USLU

TÜRK
ANAYASA
HUKUKUNUN
GÜNCEL
SORUNLARI
Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi
Önder KUTLU , Selçuk KAHRAMAN
Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları                                                                           
Nuran KOYUNCU
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”   
Ali ÖZDEMİR,  Firdes YÜZBAŞI 
Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi Ve Avukatlık Sınavı Üzerine
Değerlendirmeler                                                                                                                                              
Arif DURAN 
Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik
Bilgilerinin Araç Kiralama Şirketleri Tarafından Saklanması ve Kolluk
Kuvvetleriyle Paylaşılması Sorunu                                                                         
Harun YILMAZ
Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması Ve 2017 Anayasa Değişiklikleri      
Oğuzcan KUTKAN

www.pesa.org.tr
Center for Political, Economic and Social Research (PESA)
Politik, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (PESA)
www.pesar.org - www.pesa.org.tr

TÜRK
ANAYASA
HUKUKUNUN
GÜNCEL
SORUNLARI

2017
TÜRK
ANAYASA
HUKUKUNUN
GÜNCEL
SORUNLARI

Editör/Editor
Yrd. Doç. Dr. Ferhat USLU

Dizgi/Typesetting
Fatih YARDIMCIOĞLU

Kapak Tasarımı/Cover Design


Fatih YARDIMCIOĞLU

Beşköprü Yayınları/Publication: Papuçcular Mah. 690 Nolu Sk. 9/A


Adapazarı / SAKARYA-TURKEY
Phone: +90 264 777 1 15512 4829910

ISBN: 978-605-82738-9-4
Doi of the Book: https://doi.org/10.25272/B.978-605-82738-9-4
Yayınlanma Tarihi/Publication Date: 15 September 2017
Baskı/Printed at Sakarya Dolunay Matbaacılık: Sakarya Dolunay
Matbaacılık Reklam San. ve Tic. Ltd. Şti.

Adress: Papuçcular Mah. 690 Nolu Sk. 9/A Adapazarı / SAKARYA-


TURKEY
Phone : +90 264 777 1 155
e-mail : info@sakaryadolunay.com
Web : www.sakaryadolunay.com

Beşköprü Publication: Papuçcular Mah. 690


Nolu Sk. 9/A Adapazarı / SAKARYA-
TURKEY
Phone: +90 264 777 1 155

Permission to make digital or hard copies of part or all of the Books of PESA
personal or classroom use is granted without fee provided that copies are not
distiributed for profit or directional commercial advantage. No part of this
publication may be reproduced or distributed in any form or by any means, or
stored in data base or retrival system, without the prior written permission of
the publisher. Permission may be requested from the PESA.

Copyright © 2017 by PESA


ISBN: 978-605-82738-9-4
Doi of the Book: https://doi.org/10.25272/B.978-605-82738-9-4

No responsibility for the views expressed by authors and reviews in the Books
is assumed by the PESA.
PESA Web Page : www.pesa.org.tr
Congress Web Page : www.icpess.org
Youtube : pesaarastirma
Facebook : pesaarastirma
Twitter : pesaarastirma

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


ÖNSÖZ
12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nin ürünü olan 1982 Anayasası, ilki
17 Mayıs 1987; sonuncusu da 21 Ocak 2017 tarihinde olmak üzere son otuz
yılda yirmi kez değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliklerden birisi Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Geriye kalan on dokuz anayasa
değişikliklerinden bazıları çok sınırlı ve dar kapsamlı olurken; bazıları
anayasada köklü değişikliklere yol açmıştır. Özellikle 21 Ocak 2017 tarihinde
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilip 16 Nisan 2017 tarihindeki
halkoylamasıyla kabul edilen anayasa değişikliği ile mevcut anayasada devrim
niteliğinde değişiklikler sözkonusu olmuştur. Anılan değişiklik ile yaklaşık yüz
yıldan fazla bir süredir ülkemizde uygulanmakta olan parlamenter hükûmet
sistemi terk edilerek, cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine geçilmiştir. Ayrıca
sıkıyönetimin olağanüstü hal rejimlerinden birisi olma niteliğine son verilmiş,
askeri yargı düzeninde de devrim niteliğinde değişiklikler olmuştur. Mevcut
anayasada kısmi iyileştirmeler ve değişiklikler yerine, yeni bir anayasa
yapılması tercihe şayan olmakla birlikte ülkemizin içinde bulunduğu
olağanüstü koşulların süreklilik arz etmesi nedeniyle ne yazık ki yeni bir
anayasa yapılamamıştır.
“Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları” adlı bu kitap her biri
alanında uzman akademisyenler tarafından kaleme alınmış bölümlerden
oluşmaktadır. Kitabın Türk Anayasa Hukuku bilimine katkı sunması yanında,
başta lisans ve lisanüstü öğrenciler olmak üzere anılan bilim dalına ilgi duyan
araştırmacılara da yararlı olacağı düşünülmektedir. Bundan dolayı kitaba
yazdıkları bölümlerle katkı sağlayan yazarların her birisine ayrı ayrı teşekkürü
bir borç bilirim. Yine kitabın yazılmasında ve yayına hazırlanmasında
desteklerini esirgemeyen PESA (Politik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar
Merkezi) yönetimine teşekkürlerimi sunarım.
Okuyucu için yararlı olması dileğiyle…
Yrd. Doç. Dr. Ferhat USLU
Sakarya Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


İÇİNDEKİLER

Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından


Değerlendirilmesi 1
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları


27
Nuran KOYUNCU

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade


Özgürlüğü” 61
Ali ÖZDEMİR, Firdes YÜZBAŞI

Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı


Üzerine Değerlendirmeler 91
Arif DURAN

Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik


Bilgilerinin Araç Kiralama Şirketleri Tarafından Saklanması ve Kolluk
Kuvvetleriyle Paylaşılması Sorunu 113

Harun YILMAZ

Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa


Değişiklikleri 137
Oğuzcan KUTKAN

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi


Açısından Değerlendirilmesi

Önder KUTLU1
Selçuk KAHRAMAN2

Giriş
16 Nisan 2017 tarihli referandumla halka sunularak kabul edilen
Cumhurbaşkanlığı sistemi Türkiye’de farklı boyutlarıyla birlikte tartışılmış,
bir kısım özellikleri çeşitli gerekçelerle eleştirilirken yine bir kısım boyutları
daha az eleştiriye maruz kalmış, geliştirilmesine yönelik öneriler getirilmiştir.
Bu açıdan meselenin tartışılması ve muhtemel etkilerinin değerlendirilmesi
ülke açısından son derece yararlı bir çabadır.
Hükümet sistemlerinin ilgili toplumlara sosyal, siyasi, tarihi, kültürel
ve ekonomik açılardan dayanma ihtiyacı, hükümet sistemlerinin şekillenmesi
esnasında ve doğru kararların alınması noktasında gerekli olacak bir
durumdur. Kuşkusuz hükümet sistemi konularındaki değişiklik talepleri
ülkelerin kendi iç dinamiklerinin ve şartlarının yanında dışsal taleplerin
etkisiyle de ortaya çıkabilmektedir. Karar alma mekanizmalarının daha hızlı
ve etkin hale getirilmesi, kuvvetler birliği ya da ayrılığına dair yaklaşımlar, iç
ve dış siyasetteki gelişmeler, bürokrasinin klasik sorunları ve sistemin
işleyişindeki çeşitli sorunlar politika transferi yoluyla yahut farklı ülke
uygulamalarının karma yönetim modelleri üzerinden ve ülkelerin kendine
has şartları doğrultusunda şekillenebilmektedir.
Bu noktada temel sorun klasik parlamenter sistem açısından
bürokrasinin ne kadar tarafsız olabileceği ya da bürokrasinin tarafsızlığının
hangi ölçüde sağlanabileceğidir. Parlamenter sistemler bu konuda bir ön
kabulle hareket ederler ve kamu yönetiminin tarafsız olabileceği fikrini, körü
körüne de olsa, savunurlar. Diğer sistemler meseleye farklı yaklaşmakta,
tarafsızlık yerine taraflı olma düşüncesine inanmaktadırlar.
Türkiye açısından, sorulması gereken temel soru bürokrasinin
gerçekten tarafsız olup, olmadığı/olamayacağı hususudur. Farklı siyasal
tercihleri yansıtan siyasal partiler, özellikle çok partili siyasal hayata
geçildikten sonra hep bürokrasinin taraflı olduğundan dem vurmak suretiyle

1 Prof. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi,


Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, okutlu@konya.edu.tr
2 Arş. Gör., Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi,

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, skahraman@konya.edu.tr

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları 1


Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

teori ile pratik arasındaki farklılığa vurgu yapmışlardır. Halkın oyu ile seçilen
siyasetçilerin yine halk tarafından onaylanan politikaları uygularken tabii ki
aynı idealleri paylaşan bürokratlarla beraber çalışmalarının makul olduğu
kabul edilir hale gelmiştir.
Bu nedenle, Türkiye’de bürokrasinin tarafsız olduğu sorusunun cevabı,
‘evet’ ise yirminci yüzyılın başında şekillenen sistem aynen devam edebilir.
Ancak cevap, ‘hayır’ ise bu durumun adı konulmalı ve ‘taraflı’ bürokrasinin
yolu açılmalıdır. Aslında 16 Nisan referandumu meselenin adının konulması
için dizayn edilmiş ve halk tarafından kabul edilen yeni Cumhurbaşkanlığı
sistemi ile bu soruya bir yanıt üretilmiştir.
Türkiye'de partili cumhurbaşkanlığı sisteminin devreye girmesiyle
hangi tür kamu yönetiminin ortaya çıkacağı ve önerilen sistemin ne derece
etkin ve kararlı olacağı konusu önümüzdeki dönemde hem pratisyenler hem
de teorisyenler tarafından tartışılmalıdır. Yeni dönemin 2019 yılında
uygulamaya girecek maddelerini hazırlayıcı kararlar bu dönem boyunca
değerlendirilmeli, kamuoyundaki kaygılar giderilmelidir. Türkiye’de yeni
cumhurbaşkanının dominant pozisyonuna uygun bürokratik mekanizmanın
getirilme yol ve yöntemleri belirlenmelidir. Siyasi nitelik kazanan kamu
yönetiminin politikacılarla aynı dili konuşmasının daha etkin ve verimli
biçimde çalışacaklarına yönelik argümanlar da önem arz etmektedir.
Bu çalışmada partili cumhurbaşkanlığı ile ilgili anayasa değişiklikleri
dikkate alınarak, Türkiye’de yeni bir kamu yönetimi sistemi bağlamında
özellikle başkanlık ve parlamenter sistemlerin klasik ülke uygulamalarına da
dikkat çekilmek suretiyle yeni hükümet sisteminin Türk kamu yönetimine
muhtemel katkıları ve daha etkin olabilmesine dair çok boyutlu bir analiz
hedeflenmektedir.
I. Kamu Yönetimi ve Hükümet Sistemleri
Kamu yönetimi, devletin egemen güç tarafından, yani demokratik
sistemlerde toplum adına karar alan siyasi mekanizma eliyle, belirlenmiş
politikaları hayata geçiren birimdir. Siyasal mekanizma içinde hayati öneme
sahip olan kamu yönetimi sadece alınan kararları uygulayan bir birim
olmadığı gibi bu kararların alınmasına destek sağlayan, hatta kararları
oluşturan bir sistemdir. Gelişen teknoloji ve kamu yönetiminin aşırı derecede
uzmanlık gerektiren bir uğraş haline gelmesinden beri kamu görevlilerini
sistem içinde başat aktörlerden biri haline getirmiştir.

2 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

Bu nedenle kamu yönetimi doğası gereği yalnızca yürütme organı


üzerinden anlaşılmamalıdır.3 Yürütme organına bağlı olarak çalışmakla
birlikte, onun dışında birtakım görev ve fonksiyonları icra eden bir birimdir.
Ancak meselenin ve devletin Montesquieu’den bu yana yasama,
yürütme ve yargı şeklinde kuvvetler ayrılığı doktrini üzerinden analiz
edilmesi de yanıltıcı olabilir. Çünkü yasamanın görevlerinden birisi yasa
çıkarmak olsa da yürütme organındaki kurumlar yasa yapımı üzerinde etkin
ve etkili olabilmektedirler.4 İlaveten yürütmenin yasama kapsamında
değerlendirilebilecek fonksiyonları bulunduğu gibi, yasamanın yürütme
kapsamında nitelendirilebilecek görevleri de mevcuttur.
Hükümet sistemlerinin özellikle kamu yönetimine etkisinin
incelenmesinde kuvvetler ayrılığı prensibi ve yürütme organına yüklenen
işlevler oldukça önem arz etmektedir. Örneğin İngiltere’de yürütme yetkileri
Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nda toplanmaktadır. Ancak Başbakan’ın
yetkilerinin Kıta Avrupa’sındaki başbakanlarla mukayese edildiğinde daha
geniş olduğu görülmektedir.5
Yürütme aslında, yasama organı tarafından hazırlanan yasaları ve
politikaları yürürlüğe koymakla görevli devlet organı olsa da seçilmişler
içerisinden oluşan bir yürütme aynı zamanda katı parti sistemine dayalı ise
parti önceliklerine uygun politika üretmekle uğraşmaktadır. Bu açıdan politik
yürütme ile uzmanlaşmış kamu yönetimi arasındaki roller bir arada
düşünüldüğünde özellikle üst düzey bürokratlar, partiler ve baskı grupları
kadar etkili olabilmektedir. Bürokrasinin konumunun rasyonel olarak ele
alınması ciddi bir ihtiyaçtır. Bu durum aynı zamanda politik kültürle
yakından ilişkilidir. Örneğin İngiliz devlet memurlarının aksine Fransa’da
kamu görevlilerinin siyasi parti faaliyetlerine katılmalarına müsaade
edilmektedir. Başkanlık sisteminde ise üst düzey kamu görevlileri doğrudan
doğruya siyasal sistemin parçası olarak görülürler ve siyasetle iç içe
örgütlenmişlerdir. Ayrıca, pek çok sistemde üst düzey bürokratlar siyasi
danışmanlık görevini de yerine getirerek kamu politikalarında etkili
olmaktadır.
Kamu yönetiminin tarafsızlığı konusuna kafa yoran çok sayıda çalışma,
Weber’in bürokrasiyi ‘‘ideal tip’’ olarak tanımlamasının sosyal realiteyi tam
olarak yansıtmayan metodolojik bir kavram olarak değerlendirmektedir.
Çünkü bürokrasi zannedildiği gibi rasyonel bir şekilde işlememekte ve

3 Şahin, Yusuf: Yönetim Bilimi ve Türk Kamu Yönetimi, Trabzon 2010, s. 243.
4 Heywood, Andrew: Siyaset, Ankara 2012, s. 398-399.
5 Arslan, Rıza: Demokratik Yönetim Sistemleri, Bursa 2015, s. 75-76.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları 3


Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

özellikle üst düzey bürokratlar çoğu kez teknik bilgi ve yetenekten yoksun
olabilmektedirler.6
Bütün bu nedenlerle, farklı tercihleri yansıtan sistemler kendi içlerinde
bir bütünlük arz etmekte, diğer sistemlerle ise büyük farklılıklar
göstermektedirler. Bu nedenle özellikle Türkiye’de hükümet sistemlerinin
kamu yönetimi ilişkisini irdeleyebilmek adına genel kabul görmüş ve her biri
demokratik yönetim sistemi kabul edilen hükümet sistemlerini kısaca
incelemek de yarar bulunmaktadır.
A. Meclis Hükümeti Sistemi
Siyasi sistemin en önemli özelliği yasama (meclis) ve yürütme
(hükümet) arasındaki ilişkiler üzerinden şekillenmesidir. Ancak tarihsel
olarak başlarda doğrudan bir yürütme organı olmaksızın yürütme ve yasama
görevlerinin bir meclis üzerinde toplandığı ‘‘meclis hükümeti’’ sistemi tecrübe
edilmiştir. Meclis Hükümeti sistemi, 1793 Fransız Devrimi ile Rousseau’nun
egemenlik kuramı ve radikal demokrasi yaklaşımının etkisiyle bazı jakoben
yönetimlerde kısa vadeli olmak üzere uygulanmıştır.7
Meclis hükümeti sisteminin en tipik örneklerinden birisi Türkiye’de
1921 Anayasasının 3. maddesinde şöyle yer bulmuştur: ‘‘Türkiye Devleti
Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet
Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır’’. Görüldüğü üzere meclis hükümeti
sisteminin en tipik özelliği yasama ve yürütme kuvvetleri bütünüyle meclis
üzerinde toplanmaktadır. Yine bu sistemde karşılıklı fesih hakkı ve kuvvetler
ayrılığı bulunmamaktadır.8Kuşkusuz Fransa’daki uygulamaları ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemindeki uygulaması dikkate alındığında bu
hükümet sisteminin olağanüstü şartlarda tecrübe edilmiş geçici bir yönetim
biçimi olduğu ifade edilebilir. Meclis içinden seçilerek gelen bakanlar ve
onlara bağlı olarak çalışan kamu görevlilerinden müteşekkil bir yapıdır.
Meclis hükümeti sisteminde kamu görevlileri siyasi tercihte bulunmaz, siyasi
kadroların emrinde hareket ederler.
B. Parlamenter Sistem
Parlamenter hükümet sistemi İngiltere’de ortaya çıkmış ve dünyaya
yayılmış bir modeldir. Bu bağlamda pek çok parlamenter sistem, yani
parlamento odaklı bir yapı İngiliz parlamento modeline dayanan

6 Eryılmaz, Bilal: Bürokrasi ve Siyaset: Bürokratik Devletten Etkin Yönetime,


İstanbul 2017, s. 81.
7 Heywood, Andrew: Siyaset, Ankara 2012, s. 399.

8Turhan, Mehmet: ‘‘Meclis Hükümeti (Konvansiyon Kuramı)’’, Ankara Üniversitesi

Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 46, Sayı. 1, 1991, s. 456-458.

4 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

Westminster tarzı hükümet biçimini benimsemektedir.9 Kökenleri 13.


yüzyıla gitmekle birlikte Westminster tarzı parlamenter sistemler Almanya,
İsveç, Hindistan, Japonya ve Avustralya gibi ülkelerde de uygulama alanı
bulmuştur. Bu sistemlerin temel özelliği hükümetin meclis içerisinden
çıkması ve ona karşı sorumlu olması nedeniyle yasama ve yürütme güçleri
kaynaşmış olmasıdır. Kuvvetlerin ayrımından ziyade buralarda kuvvetlerin
entegrasyonundan bahsedilebilir. Parlamenter sistemde teorik açıdan üstün
olan meclis olarak görülse de çoğu defa yürütmenin egemenliği sorunu ortaya
çıkabilmektedir. Özellikle sıkı bir parti disiplini ve basit çoğunluğa dayalı
seçim sistemi üzerinden şekillenen İngiliz parlamentosu bir tür konuşma
salonu olarak ve parlamenterler de birer lobi kurbanları olarak
değerlendirilebilmektedir.10
Parlamenter hükümet sistemlerinin genel olarak dört temel özelliği
vardır. Bunlardan ilki yürütme organının iki başlı olmasıdır. Bunlardan birisi
devletin ve ülkenin birliğini temsil eden sorumsuz, yetkisiz bir devlet
başkanı, diğeri ise ülkenin genel politikasına yön veren başbakandır. İkinci
olarak sorumsuz bir devlet başkanının varlığıdır. Üçüncüsü yürütme organı
yasama organına karşı politik açıdan sorumludur. Sonuncusu ise yürütme
organının yasama organına karşı kullanabileceği bazı yetkilerinin olmasıdır.11
Bu sistemde kamu görevlilerinin yürütme organından farklı tercih ve
önceliklerinin bulunması beklenmez. Zira bürokrasi tam tarafsızlık ilkesi
doğrultusunda örgütlenir. Kamu görevlileri aynen bir ‘bukalemun’ gibi siyasi
patronlarının politikalarını uygulamak üzere renk değiştirirler, kendi
tercihlerini hayata geçirmek için çabalamazlar.
C. Yarı-Başkanlık Sistemi
Yarı-başkanlık hükümet sisteminin en tipik örneği Fransa’da
uygulanmaktadır. Fransız yarı-başkanlık sisteminde yürütme doğrudan halk
tarafından seçilmiş Devlet Başkanı ve ulusal meclis içerisinden çıkan
Başbakan’dan oluşmaktadır. Başbakan’ın yürütmenin başı olarak rolünün
zayıfladığı Fransa’da yarı-başkanlık sisteminin diğer iki ayırt edici özelliğini
ise devlet başkanının halk tarafından seçilmesi ve önemli yetkilerle
donatılmış olması oluşturmaktadır.12 Fransız hükümet sisteminin bugünkü
durumu esasında tarihsel tecrübeleri üzerinden şekillenmiştir. Bu tecrübeler
üzerinde meclisin geniş yetkilere sahip olması, kısa ömürlü koalisyon

9 Lijphart, Arend: Patterns of Democracy: Government Forms and Performance in


Thirty-SixCountries, London 2012, s. 9.
10 Heywood, A.g.e., s. 399-401.

11 Yavuz, Bülent: ‘‘Parlamenter Sistem: İngiltere’’, Karşılaştırmalı Hükümet

Sistemleri, Ankara 2013, s. 19-25.


12 Yazıcı, Serap: Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri: Türkiye İçin Bir

Değerlendirme, İstanbul 2011, s. 93-94.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları 5


Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

hükümetlerinin kurulması ve siyasi istikrarsızlıklar Devlet Başkanı üzerinde


geniş yetkilerin oluşmasını ve güçlü bir yürütme organının kurulmasını
sağlamıştır.13 Doğrudan halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanının varlığı,
bazen farklı görüşlerden kişilerin başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı
makamlarını aynı anda işgal etmeleri gibi etmenler nedeniyle sistem içi
denge ve pozisyonlar tartışma konusu olabilmektedir. Ancak birlikte yaşama
ilkesini oturtmuş bir model tiplemesi üretmiş olmaları nedeniyle Fransa tipi
yarı-başkanlık modelinin belirli bir siyasi olgunluk düzeyini gerektirdiği de
iddia edilebilir.
D. Başkanlık Sistemi
Başkanlık sisteminin tarihi aynı zamanda Amerikan başkanlık
sisteminin de tarihidir. Bu açıdan başkanlık sistemini ortaya çıkaran ortamı
çok boyutlu olarak anlamak ve analiz etmek önemlidir. Örneğin İngiliz
sömürgesinden ayrılan koloni yapıları önce bağımsızlıklarını elde etmiş,
ardından Amerika Birleşik Devletleri’ni kurmuşlardır. Yeni devlet düzeni
uzunca müddet dünya siyasetinden uzak ve izole politikalar benimsemişler ve
iç güçlenme sürecini tamamlamaya odaklanmışlardır. Bu dönemde Kurucu
Babaların yeni Amerikan devlet düzenine yüklediği anlam İngiliz
monarşisinin yönetim etkisinden uzak ve yasama ile yürütme arasında
‘kontrol ve denge’ mekanizmasını hedefleyen bir anlayışla kurgulanmıştır. Bu
açıdan Kongre, Başkanlık ve Yüksek Mahkeme, yani yasama, yürütme ve
yargı birbirlerinin gücünü sınırlandırabilme yetkisine sahiptirler.14
Amerikan başkanı aynı anda hem devletin hem de hükümetin başı
olarak görev yapmaktadır. Amerikan Anayasası’nın ikinci maddesi Başkanın
tek başına ve diğer devlet organlarının onayı ile kullanabileceği yetkileri
düzenlemektedir. Başkanın tek başına üstlendiği yetkiler arasında yürütme
yetkisini kullanmak, yasaların uygulanmasını gözetmek, federal suçlarla ilgili
af çıkarmak, Kongre’yi toplantıya çağırmak, dış devlet temsilcilerini kabul
etmek, kanunları veto etmek ve silahlı kuvvetler görevlilerini ve kamu
görevlilerini atamak yer almaktadır.15 Bununla birlikte Amerikan federal
devletinin işlevlerindeki büyük artışla birlikte Başkanın sistemdeki rolü ve
sorumlulukları da artmıştır. Bunlardan Ulusal Güvenlik Konseyi Amerikan
siyasal sisteminde Başkanlık kurumunun merkezileşmesine iyi bir örnek
olarak gösterilmektedir. 1947’den sonra ulusal güvenlik politikası bakanlıklar
ve Kongre yerine büyük ölçüde Beyaz Saray tarafından yürütülmeye
başlanmıştır. Çeşitli dönemlerde federal bürokrasi üzerinden bazı

13Arslan, Rıza: Demokratik Yönetim Sistemleri, Bursa 2015, s. 251-252.


14Heywood, Andrew: Siyaset, Ankara 2012, s. 401-402.
15 Tanıyıcı, Şaban ve Akgün, Birol: Amerikan Başkanlığı: Cumhuriyetten
İmparatorluğa, Ankara 2008, s. 59; Bilir, Faruk: ‘‘Başkanlık Sistemi: Amerika Birleşik
Devletleri’’, Karşılaştırmalı Hükümet Sistemleri, Ankara 2013b, s. 153-154.

6 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

politikaların sızdırılması güvensizlik duygusunu Başkanlar üzerinde


oluşturmuş ve federal bürokrasideki personel sayısının oldukça artması
Başkanların yeni yönetimsel tedbirler almasına yol açmıştır.16
Amerikan Başkanı yürütme organının başı olarak pek çok görevi
üzerinde toplamaktadır. Bu görevler arasında bürokratik mekanizmanın
şefliği, başkomutanlık, parti liderliği ve halkın liderliği yer almaktadır.
Bununla birlikte bu görevlerin ifasında Başkan açısından önemli bir kuruluş
da yer almaktadır. Bunlardan birisi olan Beyaz Saray Çalışma Ofisi’nin en
temel görevi ise Başkan’ın verdiği kararları duyurarak uygulanmasını
sağlamak ve bazen Başkan’ın görüşlerini diğer anayasal organlara anlatmayı
sağlamaktır.17 Başkanlık Ofisi içerisinde Beyaz Saray Dairesi, Bakanlar
Kurulu, Başkan Yardımcısı Dairesi ile uzmanlık ve danışmanlık birimleri yer
almaktadır. Bunlar içerisinde Beyaz Saray Dairesi sayıları yüzlerle ifade
edilen ve Başkan’ın en güvendiği isimler olarak kabul edilen sorun çözücü
bürokratlardan oluşmaktadır. Bakanlar Kurulu ise parlamenter sistemlerdeki
örneklerinin aksine Başkan’a yardımcı bir danışma organı gibi çalışmakta18 ve
yalnızca Başkan’a karşı sorumludur.19
Başkanlık sisteminin tipik özelliklerinden birisi belirli bir dönem için
seçilen yürütme organın başındaki kişinin yasama organının güvenine
dayanmak zorunda olmamasıdır.20 Bu bağlamda Amerikan başkanlık
sisteminde iktidarın başkanlık kurumunda merkezileşmesinin sistemin
özünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesi ile aykırı düştüğü savunulabilir. Bu
noktada Amerikan başkanlarının hiçbir denetime ve engele tabi olmadan tek
başlarına Vietnam Savaşı’na ya da Irak’ın işgaline karar vermiş olmaları yahut
George W. Bush’un başkanlığı dönemindeki pek çok politika ve karar bu
bağlamda örneklendirilmektedir.21
Bu tür durumlara karşı karma hükümet sistemi modeli önerileri de söz
konusu olabilmektedir. Örneğin ‘‘başkanlı parlamenter sistem’’, temelde
parlamenter sistemin karakteristik özelliklerine sahip ancak devlet başkanının
halk tarafında seçiminden ve meclise karşı sorumluluğu bulunan bir Bakanlar
Kurulu’ndan oluşan sistemi anlatmaktadır. Tipik örneği İrlanda’da uygulanan

16 Tanıyıcı ve Akgün, A.g.e., s. 103-105; Ömürgönülşen, Uğur: ‘‘Amerika Birleşik


Devletleri’nde Kamu Yönetimi’’, Ed.: Güler, B. Ayman vd., Kamu Yönetimi Ülke
İncelemeleri, Ankara 2009, s. 318.
17 Arslan, Rıza: Demokratik Yönetim Sistemleri, Bursa 2015, s. 198.

18 Alkan, Haluk: Karşılaştırmalı Siyaset: Başkanlık ve Parlamenter Sistemler

Işığında Yarı Başkanlık Modelleri, İstanbul 2013, s. 30-31.


19Taşpınar, Yasin ve Gezici, H. Salahaddin: ‘‘Cumhurbaşkanlığı ve Başkanlık Seçim

Sistemlerinin Karşılaştırmalı Analizi’’, Ankara 2015, s. 32.


20 Bilir, A.g.e., s. 146.

21 Tanıyıcı ve Akgün: Amerikan Başkanlığı …, Ankara 2008, s. 3-4.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları 7


Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

bu sistemin başkanlık sisteminden ayrılan yönü Başkan’ın tek başına


yürütmeyi kontrol etmesini önlemektir.22
Diğer yandan ABD’de üst düzey federal kamu görevlilerinin tamamı
Başkan ile gelirler ve giderler. Sayıları 19-20 bini bulan bu bürokratlar
tamamen siyasi tercihlere bağlı olarak kadrolarını alırlar. Ancak bu her
zaman başkanın partisinden olmaları anlamına gelmez.
II. Türkiye’nin Parlamenter Sistem Pratiği ve İşleyiş Sorunları
Türkiye, ülkedeki iktidarın bölünmediği ve tek elde toplandığı üniter
(tekçi) yapılı sisteme sahip bir devlettir. Tekçi devletlerde tek bir yasama
organı, tek bir yürütme organı ve tek bir yargı organı bulunmaktadır.23 Bir
başka ifadeyle devlet organlarının her birinden yalnızca birer adet bulunur.
Bununla birlikte egemenliğin ve gücün bölünmediği bu yönetim sisteminde
kuvvetler ayrılığı ya da birliğine ilişkin meseleler önem arz eder. Bu noktada
özellikle yasama ile yürütme arasında kurumsallaşan ilişkiler ağı bir siyasi
sistemin en önemli özellikleri arasında sayılmaktadır.24
Dünyadaki uygulamaları itibariyle genel olarak parlamenter sisteminin
bazı işleyiş sorunları bulunmaktadır. Bunlardan ilki eğer tek parti iktidarı
bulunmuyorsa ya da programları birbirine uyumlu olmayan bir koalisyon söz
konusu ise kurulan hükümetlerin uzun ömürlü olmadıkları hususudur.
İkincisi koalisyon hükümetlerinin zayıf bir yürütme organı özelliği taşıyarak
politika yapımı ve yasa çıkarma süreçlerinde meclis üzerinde etkinlik kurması
söz konusu olmayabilmektedir.25
İngiltere’de bakanların aynı zamanda parlamenter olmaları beklenirken
Hollanda, Norveç ve Lüksemburg’ta bakanlık görevi ile parlamenterliğin
aynı anda aynı kişide toplanmasının kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı
olduğu kabul edilmektedir.26 Bununla birlikte yasama meclisinde kabul
edilen yasaların önemli bir kısmı politik iktidar ya da hükümet tarafından
sunulmaktadır. Teorik açıdan parlamenter sistemde yürütme organı
kaynağını yasama organından alsa da günümüzde yasama meclisinin
egemenliğine dayalı bir hükümet sisteminden bahsetmek çok doğru
görünmemektedir. Nitekim İngiliz parlamenter sisteminin süreç içerisinde
kabine hükümeti sistemine dönüştüğü de ifade edilmektedir. Ancak, yasama

22 Bilir, Faruk: ‘‘Başkanlı Parlamenter Sistem: İrlanda’’, Karşılaştırmalı Hükümet


Sistemleri, Ankara 2013a, s. 133.
23 Bozdağlıoğlu, Yücel: ‘‘Devlet ve Devlet Teorileri’’, Siyaset Bilimine Giriş, Ed.

Önder Kutlu, İstanbul 2014, s. 207.


24 Kutlu, Önder ve Göksel, Z. Songül: ‘‘Yasama, Yürütme ve Yargı’’, Siyaset Bilimine

Giriş, Ed. Önder Kutlu, İstanbul 2014, s. 213.


25 Yavuz, Bülent: ‘‘Parlamenter Sistem: İngiltere’’, İstanbul 2013, s. 36-38.

26 Lijphart, Arend: Patterns of Democracy…, London 2012, s. 113.

8 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

organındaki temsil ilişkisi yasama ile yürütme arasındaki ilişkileri önemli


ölçüde etkileyebilmektedir.27
Siyasi parti varlığının parçalı bir özellik taşıdığı parlamenter sistemler,
zayıf hükümetler ve siyasi istikrarsızlıklarla karakterize edilebilmektedir.
Fransa’da 1945-1958 döneminde yirmi beş hükümetin kurulmuş olması
istikrarsızlık ve sistem kilitlenmesi sonuçlarını doğurmuştur.28 Bununla
birlikte tek bir partinin ya da iki partili yapının baskın olduğu hükümet
sistemlerinde, seçimlerin ardından kimin başbakan olacağı büyük ölçüde
tahmin edilebilse de çok partili sistemlerde başbakanın seçilme süreci
oldukça karmaşık ve politik bir pazarlık sürecinin sonucunda
belirlenebilmektedir.29
Yasama organının merkezindeki meclislerin kamu politikalarını
etkileme açısından ne ölçüde etkin oldukları ayrıca önem arz etmektedir. Bu
açıdan bir meclisin politika yapım süreçlerinde etkin olabilmesi için anayasal
güvenceye, yürütme erkinden bağımsız bir statüye ve örgütsel tutarlılığa
sahip olması gerekmektedir. Bu bağlamda politika üretiminde en iyi örnek
olarak ABD Kongresi gösterilmektedir. Çünkü zayıf parti bağımlılığı
Başkan’ı yasamayı kontrol etme araçlarından uzak tutmaktadır. Teorik olarak
böyle olsa da Kongre’nin politika üretim gücü zaman içerisinde Başkan
lehine değişime uğrayabilmiştir.30
Westminster tarzı parlamenter sistemde ise temsil ilkesine yüklenen
anlam parlamenterlerin seçmen yararına sorumluluk üstlenen temsilciler
oldukları fikri üzerinden tasarlanmaktadır. Birer bağımsız aktör olarak
değerlendirilen bu temsilciler günümüzde başta İngiliz parlamentosu
üzerinden ele alındığında sıkı parti disiplini altında bulunmalarının bir çelişki
olarak değerlendirildiği söylenebilir.31 Türkiye’de parlamenter sistemin tüm
uygulama dönemlerinde katı parti disiplini milletvekillerinin bağımsız
aktörler olarak değerlendirilmelerine imkan vermemiştir. Parti disiplini
dışında hareket eden milletvekillerinin çoğu kez ve kolay bir biçimde parti ile
ilişkileri kesilebilmiştir. Buna karşın ABD’de zayıf parti disiplini ve bölgesel
temsil gücü temsilcilere yürütme organına karşı belli düzeyde bağımsızlık
vermektedir. Bütün bunlara karşın 1980’lerden itibaren başlayan
İngiltere’deki profesyonel lobicilik dikkate alındığında ister İngiliz tipi ister
Amerikan tipi olsun temsilciler doğrudan seçmenlerin değil çıkar odaklı

27 Yavuz, A.g.e., İstanbul 2013, s. 27-28.


28 Heywood, Andrew: Siyaset, Ankara 2012, s. 401.
29 Ball, Alan R. andPeters, B. Guy: Modern Politics and Government, London 2000, s.

176.
30 Heywood, Andrew: A.g.e., s. 412-413.

31 Heywood, Andrew: A.g.e., s. 404.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları 9


Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

grupların birer temsilcisi olabilmektedirler. Bu bağlamda dünyada


parlamenterlere yüklenen anlam, misyon ve pratik ülkelerin kendilerine has
şartlarından bağımsız olarak düşünülemez.
Türkiye’de milletvekillerinin meclise sundukları kanun tekliflerinin
sayısı hükümetler tarafından sunulan kanun tasarılarından daha fazla olsa da
yasalaşan tasarılar, tekliflerden çok fazladır.32 Kanun tekliflerinin bir kısmı
milletvekillerinin seçim bölgelerinin talepleri konusunda kamuoyu oluşturma
aracı olarak ele alınsa da sıkı parti disiplini özellikle siyasi nitelikli kamu
politikalarına yönelik kanun tekliflerinin yasalaşmasını engelleyebilmektedir.
İkinci olarak yasaların çıkmasını engelleyici faktörlerden birisi de meclis
toplantı ve karar yeter sayılarının yüksek olmasına ilişkindir. Bu iki faktör
dikkate alındığında esasında yürütme organını temsil eden hükümetlerin
yasama organı meclis üzerinde daha baskın bir gücünün bulunduğu
belirtilebilir. Dolayısıyla yasama faaliyetlerine ilişkin 16 Nisan 2017
referandumundan önceki sistemde yürütme ve yasama organları arasında katı
kuvvetler ayrılığından bahsetmek olanaksızdır.
Öte yandan Türkiye’de yönetimin işleyiş sorunlarının çözümünde
Amerika’da başkanlık sisteminin başarısının sistemin kendi özellikleri ile
açıklanarak önerilmesi tek başına yeterli değildir. Bu bağlamda Karatepe’ye
göre,33 Türkiye’de sistem tartışmaları beş temel husus üzerinden ele
alınmalıdır. İlki demokratik katılım sorunu, ikincisi sivil toplum
örgütlenmesi ve denetim, üçüncüsü siyasal partilerin oligarşik yapılarının
statükoyu sürdürme istekleri ve değişime kapalı olmaları, dördüncüsü yerel
yönetimlerin gücünün kısıtlı olması ve son olarak ekonomik etkenlerdir.
Buna karşın Türkiye’de meclis çoğunluğunu elinde bulunduran bir siyasi
parti düşünüldüğünde parlamenter sistem tipik bir Westminster parlamenter
modeldeki kuvvetler ayrılığına çoğu kez uymamaktadır. Nitekim meclis
çoğunluğunu arkasına alan bir yürütmenin yasama organı tarafından
denetimi zaten kağıt üzerinde kalmaktadır. Bu açıdan fiili durumlar dikkate
alınarak sistem üzerinde daha gerçekçi önerilerin sunulmasına ihtiyaç
duyulmaktadır.
III. Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılandırma İhtiyacı
Türkiye’de ya da Batılı başka bir demokraside mutlak tarafsız bir
bürokrasinin varlığından bahsetmek oldukça zordur. Özellikle kamu

32 Bulut, Yakup: ‘‘21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Parlamentonun Yasa Faaliyetleri:


Sorunlar ve Çözümler’’, Ed.: A. Küçük, S. Bakan ve A. Karadağ, Türkiye’de Siyasal
Hayat, İstanbul 2005, s. 153-154.
33 Karatepe, Selma: ‘‘Başkanlık Sisteminin Türkiye Açısından Değerlendirilmesi’’,

Ed.: A. Küçük, S. Bakan ve A. Karadağ, Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul 2005, s.


252.

10 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

yönetiminde yönetim-siyaset ayrımını bürokrasinin ilkelerinden kabul eden


Weberyan bürokrasi anlayışı şahsilikten uzak ve siyasetten bağımsız bir
yapılanma öngörmesi nedeniyle eleştirilmektedir.34 Bu açıdan Weber
tarafından öngörülen klasik bürokrasi kuramı kamu yönetiminin güncel
sorunlarına yanıt vermede zorlanmıştır. Ancak bu durum teoriden kaynaklı
bir sorun olmayıp süreç içerisinde ortaya çıkan bir gelişmedir.35 Bu bağlamda
organik ve dinamik bir yapıya sahip olan kamu yönetiminin belirli
dönemlerde yeniden yapılandırılması gerekmektedir.36
İşin doğrusunu söylemek gerekirse kullandığı yetkiler, etki ettiği
kamusal alan ve bütün bunlara rağmen sorumluluk ve hesap verme
konusunda yeterli düzeneklerin kurulamamış olması gibi nedenlerle
bürokrasinin tarafsız olması aranan, istenen bir durumdur. Kamu yönetimi
teori ve pratiğinde kaydedilen bunca ilerlemeye, seçilmiş aktörlerin hesap
vermelerini temin etmeye yönelik bunca çabaya rağmen atanmış personelin
tarafsızlığı gerçekten sıkıntı çıkarabilir ve kamusal kararlar sorumsuz kişiler
eliyle alınabilir. Ancak, tarafsızlık konusu teoride göründüğü kadar açık bir
mesele değildir. Tarafsızlık kılıfı altında taraflı hareket etme gibi bir durum
konuyu başka mecralara taşıma potansiyeli taşımaktadır.
Parlamentonun yani yasama organının yasal egemenlikle donatıldığı
İngiltere’de dahi bakanlar meclisin etkili incelemesine çok az tabi olan yasal
bazı düzenlemeleri hayata geçirebilmektedir. Bununla birlikte ulusal
meclisler yasama yetkisini yürütmeye göre daha az etkin kullandığı da kabul
gören bir görüştür. Hatta İngiltere’de yasalar önemli ölçüde parlamento
tarafından yapılmaktan çok parlamento aracılığıyla yapılabilmektedir.37
Özellikle kurumsal tutarlığa sahip ve uzman bilgisini gerektirici yasal
düzenleme taleplerinin önemli bir kısmı yürütme organının etkisiyle
yasalaşmaktadır. Örneğin İngiliz parlamenterler kişisel olarak yasa teklifi
sunabilme hakkına sahip olsalar da yeterli düzeyde yasamayı
işletememektedir. Aynı şekilde ABD Kongresi’nde dahi müzakere edilen
yasaların önemli bir kısmı sert kuvvetler ayrılığı prensibine ve sistem içinde
yasa yapma prosedürü bakımından Kongrenin baskın konumuna rağmen,
ABD Başkanlığı tarafından ve aracılığıyla hazırlanmaktadır.38

34 Yılmaz, Nihat ve Kadir Caner Doğan: ‘‘Siyaset Bilimi Açısından Bürokrasi’’,


Siyaset Bilimine Giriş, Ed. Önder Kutlu, İstanbul 2014, s. 251.
35 Kutlu, Önder: Karşılaştırmalı Kamu Yönetimi: Teorik Çerçeve ve Ülke

Uygulamaları, Konya 2006, s. 207.


36 Kutlu, Önder: Gelişmiş Ülkeler ve Türkiye’de Kamu Reformu ve Yönetimin

Yeniden Düzenlenmesi, İstanbul 2004, s. 23.


37 Ball, Alan R. and Peters, B. Guy: Modern Politics and Government, London 2000,

s. 183.
38 Heywood, Andrew: Siyaset, Ankara 2012, s. 403-404.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


11
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

Siyasal sistemler olağanüstü şartlarda anayasası olmadan ve meclisi


işler konumda bulunmadan faaliyetlerini sürdürebilirler ancak devlet
politikasını oluşturan yürütme organı olmaksızın devam edemezler. Bu
açıdan yürütme organı, yasaların ve politikaların yürürlüğe konulmasından
sorumlu devlet organıdır. Bu noktada yürütme organının iki boyutu ön plana
çıkmaktadır. İlki özellikle parlamenter hükümet sistemlerinde ideolojik ve
parti önceliklerine uygun politikaların gerçekleşmesinde görev alan
milletvekillerinden ve bakanlardan oluşmaktadır. İkincisi ise politik olarak
tarafsız kabul edilen ancak genellikle bakanlarına sadakatleri gereği politika
önerilerinde bulunan atanmış uzman devlet personelinden oluşmaktadır.39
Bu siyaset ve bürokrasi ayrımının mümkün olup, olmadığı sorusunu
gündeme getirir. İngiltere’de, mesela, üst düzey bürokratların politika yapım
süreçlerinde önemli roller üstlenmeleri siyaset ve bürokrasi ayrımını
bulanıklaştırmaktadır. Bu açıdan bürokrasiyi ve bürokratları tarafsız ilan
etmek teorik olarak mümkün olsa da real-politik açıdan uygulamada karşılığı
oldukça zordur. Öte yandan, Amerikan tipi başkanlık sisteminde başkanın
yürütme içerisinde seçimle gelen tek kişi olması ve üst düzey bürokratların
geçici ve partili olabilmesi katı yönetim-siyaset ayrımını ortadan
kaldırmaktadır. Kuşkusuz bu durumun kamu yönetiminin işleyişine nasıl bir
etki sağlayacağı sorusunu yanıtlamak oldukça elzemdir.
Türkiye’de parlamenter sistemin geçmişinde özellikle koalisyon
hükümetleri dönemleri dikkate alındığında yürütme fonksiyonu yeterince
güçlü olamamıştır. Çünkü bürokrasi ile siyasetin istikrarlı olmayışı ya da
bürokrasinin siyaset kurumuna karşı bazı üstünlükleri öne çıkabilmiştir. Bu
sorunu Amerikan hükümet sistemi bir dönem ‘‘spoil system’’ adı verilen
kontrol ve atama mekanizmasını işleterek yürütme organının başındaki
siyasilere, oldukça güçlü şekilde konumlandırılmış bürokratlar karşısında
rahatlatıcı bir yetki sunmuştur. Bu açıdan Türkiye’deki siyasetçi-bürokrat
dengesini oluşturmak adına Amerikan başkanlarına tanınan bu yetkinin
bizde de yaşama geçirilmesi önerilen ve tartışılan bir konu olmuştur.40
Türkiye’de yeni cumhurbaşkanlığı sistemi ile Cumhurbaşkanı’nın belli
bir süre için seçilmesi ve güvenoyunun ortadan kalkması nedeniyle,
güvensizlik oyu ile düşürülebilen hükümetlerin olduğu parlamenter sisteme
göre daha istikrarlı yürütme organı teşkiline olanak sağlanmış olacaktır.
Böylece yürütme yetkisi meclise karşı sorumlu olmayan cumhurbaşkanında
olduğu için daha hızlı kararlar alınabilir ve cumhurbaşkanı yalnızca halkına

39Heywood, Andrew: A.g.e., s. 423-424.


40Tataroğlu, Muhittin: ‘‘Parlamenter ve Başkanlık Sistemlerinde Siyasi İktidar ve
Bürokrasi İlişkileri ve Türkiye Açısından Bir Değerlendirme’’, Yönetim ve Ekonomi,
Cilt. 13, Sayı. 1, 2006, s. 104.

12 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

karşı sorumlu olduğundan parlamenter sisteme kıyasla daha güçlü bir


hükümet ortaya çıkabilir.41
Öte yandan bürokrasi kendi içerisinde grup dayanışmasını da içeren
sosyal bir sınıf, bir baskı grubu olarak bürokrasi mensupları kendilerini belirli
çıkarlar ve kimliklerle sınıflandırma eğilimine girdiklerinden bu durum kamu
politikalarının ve kamu hizmetlerinin işleyişine olumlu-olumsuz biçimlerde
yansıyabilmektedir. Nitekim Türkiye’de yürürlükteki parlamenter sistemin
bürokratik vesayeti sürekli üretme hedefiyle kurgulandığı ifade
edilmektedir.42 Bununla birlikte bürokratik gücün artması yalnızca
vatandaşları değil politik gelişme ve ilerleme alanlarını da etkileyebilir. Bu
bağlamda bürokrasi baskıcı bir devlet yönetimi oluşturmak isteyen politik bir
elitin aracı olarak karşımıza çıkabilir.43
Bütün bunlarla birlikte Türkiye’de yeni hükümet sistemi çalışmalarını
hızlandıran en önemli saiklardan birisi kuşkusuz halk iktidarına dayalı meşru
siyasal hükümetin politikalarını işlevsiz hale getirmeye çalışan ve yasadışı
paralel bir devlet yapılanması içerisine giren FETÖ’nün 15 Temmuz Askeri
Darbe Teşebbüsü sonuçları itibariyle oldukça önemli bir tecrübe olarak
karşımıza çıkmaktadır. Silahlı ya da silahsız bürokratlar ülke tarihinin büyük
bölümünde yaptıkları gibi, devlet mekanizmasını ele geçirme, kendi idealleri
doğrultusunda milli iradeyi yamultma, yönlendirme çabalarına da girebilirler.
Bu nedenle kamu yönetiminin milli iradeye en yakın konumda bulunması,
milletin ve temsilcilerinin güdüm ve denetiminde olması aranan, istenen bir
durumdur. Bağımsızlık maskesi altında iş yürüten, karar alan, kadrolaşan bir
kısım mihraklar millet iradesini ve birlikte yaşama kültür ve vasatını ortadan
kaldırıcı çabalara girebilirler. Siyasal sistemler bu nevi girişimlere, tek
tipleşmeye, kutuplaşmaya ve belirli kesimlerin ötekileştirilmesine karşı
mekanizmalar geliştirmek durumundadırlar. Bürokrasinin hesap verebilir
hale getirilmesi, seçilmiş aktörlerin denetim ve yönetim kapasitelerini artırıcı
adımların atılması bu açıdan bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
IV. Partili Cumhurbaşkanlığına Geçiş ve Türk Kamu Yönetimine
Uyarlanması
Türkiye yeni hükümet sistemine uygun biçimde bürokrasinin ismini ve
yapısını değiştirmek ve uyarlamak durumundadır. Hükümet sistemi
değişikliği ister istemez bu yöndeki değişikliği gündeme getirecek, kamu

41 Kılınç, Zeynel Abidin: ‘‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi Tartışmaları’’, PESA


Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt. 2, Sayı. 3, 2016, s. 88.
42 Aslan, Ali: Türkiye İçin Başkanlık Sistemi: Demokratikleşme, İstikrar,

Kurumsallaşma, Sayı. 122, 2015, s. 11.


43 Eryılmaz, Bilal: Kamu Yönetimi: Düşünceler, Yapılar, Fonksiyonlar, İstanbul

2007, s. 231.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


13
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

yönetiminin yeniden şekillenmesi gerekecektir.44 Belirli bir politik kültürün


sonucu olarak ortaya çıkan ve dünyadaki farklı formlarda uygulama alanı
bulan hükümet sistemlerinin bir başka ülkeye bütünüyle aktarımının pek çok
sakıncası bulunduğundan Türkiye’de yeni hükümet sistemini de bu minvalde
değerlendirmek gerekmektedir.4516 Nisan referandumu ‘Türk tipi’ bir model
olmuştur. Örneğin Amerikan başkanlık sisteminin başka bir ülkeye doğrudan
ihraç edilebilir olmaktan çok Amerika’nın kendine özgü tarihsel ve kültürel
şartlarında başarılı bir biçimde işleyebilen bir model olduğu söylenebilir.
Özellikle Latin Amerika’daki uygulamalara bakıldığında başkanlık
sisteminin transfer edildiği ülkelerdeki toplumsal ve politik bağlamı farklı
olmuş ve çeşitli çevre şartları sistemin işleyişini oldukça etkileyebilmiştir.
Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) ile Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) arasında tesis edilen mutabakata istinaden gündeme gelen,
Türkiye’de partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçişi düzenleyen on sekiz
maddenin her biri TBMM Genel Kurulu’nda gizli usulle kabul edilmiştir.
Ardından 26 Ocak 2017 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda teklifin tümü
üzerinde yapılan gizli oylamaya 488 milletvekili katılmış, oylamada 339
kabul, 142 ret oyu kullanılmış, 5 oy boş ve 2 oy ise geçersiz sayılmıştır.
Böylece anayasa değişiklikleri kabul edilmiş ancak 367’inin altında kalması
sebebiyle Cumhurbaşkanı’na sunulmuş, Cumhurbaşkanı tarafından 10
Şubat’ta onaylanmış ve YSK tarafından 16 Nisan 2017 tarihi referandum
tarihi olarak ilan edilmiştir. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandum ile
%51,41 oy oranı ile yeni hükümet sistemi halk tarafından kabul edilmiştir.
Yeni hükümet sistemiyle Cumhurbaşkanı hem devletin başı olup hem
de yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Cumhurbaşkanı,
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanları atayacak ve görevlerine son
verebilecektir. Bununla birlikte yeni sistemde Cumhurbaşkanı kararnameleri
oldukça öne çıkmaktadır. Buna göre bakanlıkların kurulması, kaldırılması,
görevleri, yetkileri ve teşkilat yapılarının Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile
düzenlenmesi hüküm altına alınmıştır. Kararname yetkisi ile ilgili yeni
sistemde şu hususlar sıralanabilir:
 Cumhurbaşkanı, üst kademe kamu yöneticilerini atar,
görevlerine son verir ve atanmalarına ilişkin usul ve esasları
Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenler.
 Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir.

44 Çalışkan, Emre ve Önder, Murat: ‘‘Başkanlık Sistemi ve Mevcut Kamu Kurumları


Üzerine Olası Etkileri’’, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt. 10, Sayı. 49,
2017, s. 577.
45 Kılınç: A.g.e., 2016, s. 89.

14 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

 Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı


kararnamesi çıkarılamaz.
 Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kanunlarda farklı
hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır.
 Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun
çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale
gelir.
Türkiye’de yeni sistemle birlikte yürütme yetkisi doğrudan
Cumhurbaşkanına verilmiştir. Böylece daha önce görev başında yaptığı iş ve
eylemlerden dolayı sorumsuz olan Cumhurbaşkanı artık sorumlu bir devlet
başkanı olarak görev yapmaya başlayacaktır. Böylece Amerikan başkanlık
sisteminde olduğu gibi yürütme organında sorumlu ve yetkilinin kim olduğu
çok açık bir biçimde bellidir.46 Bununla birlikte yürütmede tek-başlılık
yürütmenin hızlılık ve kararlılık kapasitesini de arttırabilecektir.47 Diğer
yandan Cumhurbaşkanları seçimle iş başına gelirken Amerikan başkanlık
sisteminin aksine yardımcıları seçimle işbaşına gelmeyecektir. Bu durumun
temel sebebi zaten Başbakanlık makamının kaldırılmasındaki asıl gerekçe
olan yürütme organında başbakan ve cumhurbaşkanı arasındaki çeşitli
dönemlerdeki uyumsuzluklardan kaynaklı krizlerin önlenmesi olmuştur. Bu
açıdan yeni bir çift-başlılık sorunu tartışmalarının ortadan kaldırılması
hedeflenmiştir.
Ayrıca, yardımcılar cumhurbaşkanı ile seçilmiş olsalar da durum çok
fazla değişmeyecektir. Zira aslolan cumhurbaşkanıdır. Seçmen
cumhurbaşkanına oy verecektir. Yardımcısı ya da yardımcıları
cumhurbaşkanlığı uhdesinde bulunan ve sınırları cumhurbaşkanı tarafından
çizilen yetkileri kullanacaklardır. Sistemin demokratikliği konusunda ileri
sürülen argümanlara karşılık şu soru akla gelmektedir: Bakanlar TBMM
dışından atanacak, ciddi yetkiler kullanacaklar ama sorun olmayacak da
cumhurbaşkanının sıkı gözetimi ve denetimi altında çalışacak yardımcıları mı
sıkıntı oluşturacak? Kullanılan kaynaklar, kontrol edilen ekonomik ve siyasal
güç bir İçişleri Bakanlığında, bir Milli Eğitim Bakanlığında daha az değil.
Başkanlık sisteminin temel karakteristiği olarak başkanın seçimle
işbaşına gelmesi ve güçlü anayasal yetkilerle donatılması gösterilmektedir.
Buna karşın başkanlık sisteminde başkan ve yürütme organının diğer üyeleri

46 Kuzu, Burhan: ‘‘Türkiye İçin Başkanlık Sistemi’’, Ed.: A. Küçük, S. Bakan ve A.


Karadağ, Türkiye’de Siyasal Hayat, İstanbul 2005, s. 213.
47 Bülbül, Kudret: Cumhurbaşkanlığı Sistemi: Nedenler, Tespitler, Beklentiler,

Konya 2017, s. 25.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


15
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

meclis çalışmalarına katılamamaktadır.48 Ancak 16 Nisan 2017 itibariyle


kabul edilen ve Türk tipi olarak da adlandırılan Cumhurbaşkanlığı sistemi ile
Cumhurbaşkanı parti üyesi ve parti başkanı olabilme olanağına sahip
olmuştur. Bununla birlikte yeni sistemle getirilen bazı düzenlemeler arasında
şunlar yer almaktadır:
 Cumhurbaşkanlığına en son yapılan genel seçimlerde toplam
geçerli oyların tek başına ya da birlikte en az %5’ini almış olan siyasi
partiler ile en az yüz bin seçmen aday gösterebilir.
 Cumhurbaşkanı seçilen milletvekilinin TBMM üyeliği sona
erecektir.
 TBMM üyeleri, Cumhurbaşkanı yardımcısı ya da bakan
olarak atanırlarsa üyelikleri sona erecektir.
Türkiye’de yeni hükümet sistemi ile birlikte Cumhurbaşkanı’nın
oluşturacağı kabine üyeleri milletvekillerinden oluşmayacaktır. Böylece, yani
bakanların milletvekili olmaması halinde yasama ile yürütme arasındaki
ilişkileri bir nebze de olsa ayırabilme imkânı elde edilebilir. Bu açıdan
kuvvetler ayrılığı düşüncesine uygun olduğu belirtilebilir ve kayırmacılığın
azaltılmasına katkı sağlanabilir.
Bugün itibariyle devasa kamu kaynaklarını yöneten, temel kamu
politikası başlıkları açısından sorumluluk üstenen Parlamento üyesi bakanlar
milletvekili taleplerinden bağımsız hareket etmekte zorlanabilmektedirler.
Milletvekilleri ile kabine arasındaki irtibatın kesilmesi, milletvekillerinden
gelecek uygunsuz talepleri sınırlandırma anlamında çok önemli bir rol
üstlenecektir. Hâlihazırda, Kamu Tercihi tipi siyasiler kamu politikası odaklı
tercihleri ortaya koymakta daha özgür olacaklardır. Milletvekili olmayan
bakanlar birinci derecede Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacakları için,
milletvekili ve dolayısıyla popülizm baskısından nispeten daha bağımsız
olabileceklerdir. Bu husus aslında Türkiye’de özellikle çok partili siyasal
hayat döneminde ve askeri müdahale süreçlerinde siyasete karşı geliştirilen en
önemli düşünce ve eleştirilerin başında gelmektedir.
Seçilen milletvekilleri içinden bir kısmının bakan olması halinde
seçmenler nezdinde temsil kabiliyetinin azalması yerine niceliğin ve temsilin
azalmaksızın kuvvetler ayrılığının ruhuna uygun bir biçimde yasama
faaliyetlerine odaklanmalarının mümkün hale gelmesidir. Yeni dönemde
milletvekilleri bakan olabilme ihtimali olmadığı için, aralarındaki yıkıcı
rekabeti ortadan kaldıracaklar, asli işleri olan yasa yapma sürecine
odaklanacaklardır. Nitelikli kişilerin milletvekili olması ve bu şahısların
bakanlık görevini yürütmesi önemli olmakla birlikte, milletvekillerinin sınırlı

48Sartori, Giovanni: Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği: Yapılar, Özendiriciler


ve Sonuçlar Üzerine Bir İnceleme, Ankara 1997, s. 114.

16 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

sayıda bakanlık koltuğu için ölümüne rekabete sürüklenmeleri de sistem


açısından kabul edilebilir bir durum değildir.
Bunun bir yansıması olarak; bürokrasi daha fazla işine odaklaşırken,
yasama organı kendi işine, yani yasa yapma sürecine yoğunlaşma imkânı elde
edeceklerdir. Sistemi rahatlatma ihtimali bulunan bu boyut hükümet
sistemini ve siyasi aktörleri etkileyebilecektir. Yasama organı üyeleri daha
nitelikli yasa önerileri getirecekler, yürütmenin denetlenmesi noktasında
daha yoğun mesai harcayacaklardır. Yasama – yürütme arasındaki gerilim bu
sayede bir nebze de olsa azalacak, her organ kendi görevine daha fazla zaman
ve enerji harcayacaktır.
Ayrıca, seçimlerden sonra bakanlar kurulunun teşkili esnasında parti
içi dengeler, bölge dağılımları ve ağırlıklı isimlere yer verme ihtiyacı gibi
boyutlar nedeniyle bakanlar kurulunu teşkil etmek durumunda olan
başbakanlar yerine nispeten daha bağımsız hareket edebilme kapasitesine
sahip cumhurbaşkanının eli daha güçlü olacaktır. Parlamento panoramasına
bakmadan, işini en iyi biçimde yapabilecek insanları göreve getirme şansı
daha fazla olacaktır. Nitelikli bakanlar tarafından idare edilen bakanlıklarda
görev yapan bürokratlar yine nispeten daha fazla iş odaklı kararlar
alabilecektir.
İkincisi ise parlamento faaliyetlerinin siyasetçiler açısından çoğunlukla
seçmenlerden gelen partizanca taleplerle meşgul oldukları ve bu sebeple
devlet kurumlarının çalıştırılmasına ve politika üretmeye uygun olmadığı
savıdır.49 Bu açıdan bakıldığında bakanların milletvekili olmamaları halinde
seçim çevrelerine karşı sorumluluklarını sürdürebilmek adına ihtisas
alanlarına ilişkin faaliyetlerinde verimliliklerinin azalmamasını ve kamu
yönetiminin ilgili alanlarının daha etkin ve hızlı işleyişine olumlu katkılar
sağlayabilmeleri kolaylaşmaktadır.50
Hükümet sistemlerindeki farklılıklar özellikle bürokrasilerin yapı ve
işleyişlerinde de farklılıkların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle
hükümet sistemleri ile kamu yönetimi arasından doğrudan bir ilişki
bulunmaktadır. Weberyen bürokrasi kuramında bürokratların liyakat ve
kariyer üzerinde tarafsız birer bürokratlar oldukları varsayılmaktadır.51 Her
ne kadar siyaset ve yönetim kurumsal olarak bir arada değerlendirilse de

49 Heywood, Andrew: Siyaset, Ankara 2012, s. 406.


50 Tataroğlu, Muhittin: ‘‘Yürütmede Etkinlik Bakımından Başkanlık Sisteminin
Değerlendirilmesi’’, Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, Cilt. 5, Sayı. 1,
2016, s. 90.
51Peters, Guy: “Are European Parliamentary Regimes Becoming More Presidential?’’,

Ed.: Kurt von Mettenheim, Parliamentary and Presidential Regimes, Baltimore 1995,
s. 172.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


17
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

gerçekte durum böyle değildir. Türkiye’de parlamenter sistemin geçmişine


bakıldığında özellikle 1980 sonrası yürütme organı bir miktar güçlendirilmiş
olsa bile bürokrasinin gücünü kıramamış ve yürütmenin iki başı arasındaki
sorunları istenilen düzeylere çekememiştir.52 Bu açıdan Türkiye’de yeni
hükümet sistemi ile bürokrasinin hizmet üretmekten kaçınabilmesi için daha
az gerekçeye sahip olması hedeflenmektedir.53
İngiltere’de kamu personel rejimi siyasi olmayan ve kamu
görevlilerinin hükümetlerle birlikte değişmediği bir anlayış üzerinden
kurgulanmıştır. Ancak 1979’da Muhafazakâr Parti’nin iktidara gelmesiyle
kamu personel rejimi için yeni bir dönem başlamıştır. Nitekim Muhafazakâr
Parti, merkezi ve katı hiyerarşik yapıdaki kamu personel rejimini değiştirmek
ve esnek bir sistem oluşturmaya çalışmıştır. Bu yeni sistemin en önemli
ayaklarını ise yerelleşme ve ‘sözleşmelilik’ oluşturmuştur. Süreç içerisinde
çeşitli düzenlemeler ve gelişmeler olmakla birlikte 1980’lerden itibaren
kariyer bürokrasisinin yerini sözleşmelilik almıştır. 1996’da ise Üst Düzey
Kamu Görevliliği (SCS) kategorisi altında kısa süreli ya da belli bir süre için
sözleşme karşılığında üst düzey kadrolarda da sözleşmeli kamu görevlisi
statüsü yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu bağlamda genel müdürler ve
müsteşarlar da dahil olmak üzere üst düzey bürokratların dışarıdan
atanabilmesinin de yolu açılmış ve müsteşarların bu yöntemle atanmasının ilk
uygulaması 1995’te Çalışma Bakanlığı üzerinden gerçekleşmiştir. Bunlarla
birlikte esnek yapısı ve farklı kurumlarda görev yapabilmesine olanak tanıyan
bu sistem kamu yönetiminde personel hareketliliğine de olanak tanımıştır.54
Yeni sistemin önemli özelliklerinden birisi de Cumhurbaşkanının üst
kademe kamu yöneticilerini doğrudan bir şekilde atayabilmesidir. Böylece
Amerikan Başkanlık sisteminde uygulama alanı bulan bu atama gücü
yürütme organına sistemin daha iyi işleyebilmesi adına verilmesi gereken
operasyonel özerkliğe katkı sağlamaktadır. Nitekim Ak Parti açısından da
başkanlık sistemi bürokratik oligarşiye karşı etkili ve istikrar sağlayıcı bir
sistem olarak görülmüştür.55Ancak bu üst düzey bürokratlarla ilgili yeni
hükümet sisteminde bazı düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır. Bu açıdan
kamu bürokrasisinin daha uzun vadede etkin ve verimli işleyebilmesi için orta
ya da üst düzey olarak tasnif edilebilecek bürokratların görev süreleri,

52 Tataroğlu, Muhittin: ‘‘Parlamenter ve Başkanlık Sistemlerinde Siyasi İktidar ve


Bürokrasi İlişkileri ve Türkiye Açısından Bir Değerlendirme’’, Yönetim ve Ekonomi,
Cilt. 13, Sayı. 1, 2006, s. 97-98.
53 Bülbül, Kudret: Cumhurbaşkanlığı Sistemi: Nedenler, Tespitler, Beklentiler,

Konya 2017, s. 45.


54 Karasu, Koray: ‘‘İngiltere’de Kamu Yönetimi’’, Ed.: Güler, B. Ayman vd., Kamu

Yönetimi Ülke İncelemeleri, Ankara 2009, s. 256-259.


55 Çalışkan, Emre ve Önder, Murat: ‘‘Başkanlık Sistemi …’’, 2017, s. 572.

18 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

statüleri ve özlük hakları yeniden düzenlenebilir. Bu bağlamda ‘‘sözleşmeli


bürokrat’’ statüsü getirilerek Amerikan hükümet sisteminde olduğu gibi
Başkanla birlikte gelip giden ve böylece sistemin dinamizmini koruyan bir
yönetim yapılanması tercih edilebilir.
Kuşkusuz günümüzdeki Amerikan başkanlık sistemi ilk tesis edildiği
tarihten itibaren aynı işleyiş düzeni ile bugünlere ulaşmamıştır.
Kurulduğunda yasama organının ayrıntılı olarak düzenlendiği anayasal
anlayış çerçevesinde 19. yüzyılın sonlarında siyasi parti gruplarının birincil
aktör olarak rol aldığı Kongre Hükümeti sistemi, 1930’lardaki Dünya
Ekonomik Buhranı’na karşı devlet müdahalesinin devreye girmesi, Beyaz
Saray yönetim ofisinin kurulması, büyük bir federal bürokrasinin ortaya
çıkması, süreç içerisinde Amerika Birleşik Devletlerinin ekonomik ve askeri
güçlenmesini tamamlaması ve II. Dünya Savaşı sonrası dış politikada ve
ulusal güvenlik alanında başkanın yetkilerinin güçlenmesi ile birlikte Kongre
rejiminden Başkanlık rejimine geçilmiştir.56 Bu açıdan Türkiye’de hükümet
sistemi tartışmaları tarihsel tecrübeler ışığında ele alınmalı ve yönetsel
yapının daha iyi işlemesine yönelik reform ve yeniden yapılanma çabaları
yönetsel sürecinin bir parçası ve doğal gereği olarak görülmelidir.
Amerikan başkanlık sisteminde Başkan ile birlikte Başkan yardımcısı
da aynı anda seçilmektedir. Başkan yürütme organının başında olduğu
müddetçe yardımcısı ‘yedek’ olarak görev yapmaktadır. Bu açıdan Başkan
hakkında ‘‘impeachment’’ adı verilen görevden uzaklaştırılma sürecinin
işletilmesi, başkanın sağlık sorunları vb. nedenlerle görevini sürdüremez hale
gelmesi ya da vefat etmesi durumlarında geri kalan görev süresi boyunca
yürütme organın başına Başkan yardımcısı gelmektedir. Nitekim Amerika’da
dört kez vefat ile bir kez de impeachment davası nedeniyle Başkanlık
görevini Başkan yardımcıları üstlenmişlerdir.57 Yeni hükümet sisteminde
Amerikan başkanlık sistemindeki “impeachment” sürecine benzer bir şekilde,
Türkiye’de de Cumhurbaşkanına görevleri nedeniyle ilk defa sorumluluk
yüklenerek hakkında göreviyle ilgili ya da kişisel bir suç isnadı söz konusu
olduğu takdirde ve meclisin onaylaması durumunda “soruşturma”
açılabilecektir.58
16 Nisan referandumunda kabul edilen değişikliklerden birisi de
TBMM’nin bilgi edinme ve denetleme yollarına ilişkindir. Eski 98. maddede
TBMM, soru, meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve meclis
soruşturması yollarıyla denetleme yetkisini kullanabilirken değiştirilen 98.

56Tanıyıcı, Şaban ve Akgün, Birol: Amerikan Başkanlığı …, Ankara 2008, s. 1-3.


57Arslan, Rıza: Demokratik Yönetim Sistemleri, Bursa 2015, s. 200-201.
58Ataay, Faruk: ‘‘Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ‘Başkanlık Sistemi’ Önerisi Üzerine

Değerlendirme’’, Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 3, 2013, s. 272.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


19
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

madde ile ‘‘gensoru’’ yöntemi kaldırılmıştır. Yine eski 98. maddede bilgi
edinme yollarından biri olan soru yolunda, sözlü veya yazılı olarak
cevaplandırılmak üzere Başbakan veya bakanlardan bilgi istenirken yeni
düzenleme ile yalnızca yazılı olarak bu sefer Cumhurbaşkanı yardımcıları ve
bakanlara soru sorulabileceği hüküm altına alınmıştır. Bunlardan gensoru,
TBMM’de başbakana veya bakanlardan birine, milletvekilleri tarafından
sonunda soruşturma yapılması istenebilen bir yöntemdir. Eski düzenlemeye
göre gensoru önergesi bir siyasi parti grubu adına veya en az 20 milletvekili
imzasıyla verilmektedir. Çok partili dönemde gensoru yoluyla üç hükümet ve
iki bakanın görevlerinin sona erdirildiği bilinmektedir. TBMM verilerine
göre 1909-2011 yılları arasında 446 gensoru önergesi verilirken, 2011-2016
dönemleri arasında 55 adet gensoru verilmek suretiyle ve bugün itibariyle
gensoru sayısı toplamda 501’e ulaşmıştır.59
Burada yanıtlanması gereken soru, yürütmeyi denetleme yollarından
kabul edilen ‘‘gensoru’’, ‘‘güvenoyu’’ ve ‘‘sözlü soru’’ yöntemlerinin
kaldırılmasının demokrasi ve bürokratik verimlilik ilişkisi açısından nasıl
değerlendirilebileceğidir. Gensoru mekanizması nedeniyle parlamentonun
çalıştırılamadığı ve yürütme mekanizmasının işleyişinin geciktirildiği
belirtilebilir. Bu durum ise kamu yönetiminde çeşitli kamu hizmet
alanlarındaki faaliyetlerin işleyişini de etkilemiş olduğundan yeni düzenleme
ile yasamanın yürütme üzerindeki temel denetim yolları bir taraftan
korunmuş bir taraftan da yürütmenin hareket kabiliyeti genişletilmiştir.
Bununla birlikte meclis görüşmeleri sırasında gündeme özgü bir
oturumda bakana pek çoğu kendi bakanlık konularına ve gündeme ilişkin
olmayan çeşitli sorular yöneltilebilmektedir. Bu açıdan daha fazla demokrasi
bu tür bir örnek içerisinde verimliliği azaltan bir unsur olarak ortaya
çıkabilmiştir. Diğer yandan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle
TBMM’deki görüşmelerde ‘‘güvenoyu’’ sorununu ortaya çıkaran bütçe kesin
hesap düzenlemelerinde artık bir güvenoyu kaygısı yaşanmayacaktır. Nitekim
Sadi Irmak, Bülent Ecevit ve Tansu Çiller Hükümetleri, güvenoyu alamadığı
için görevlerini bırakmak zorunda kalmışlardır. Bütün bunlarla birlikte
güvenoyu ile gensoru, Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin doğası gereği,
olmaması gereken uygulamalardır. Çünkü hükümet parlamentodan
çıkmamakta ve doğrudan halkın güvenoyuna dayanmaktadır. Güvenoyu
kaygısının ortadan kalkması nedeniyle Başkanlar daha rahat kararlar
alabilmekte ve bürokrasiyi daha etkin bir biçimde kullanma sorununa
odaklanabilmektedirler.

59 www.tbmm.gov.tr/, 2017.

20 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

GENEL DEĞERLENDİRME, ÖNERİLER VE SONUÇ


Klasik parlamenter sistemde başbakanlar Bakanlar Kurulu’ndan
mürekkep bir ekip ile ülke yönetiminde ortak sorumluluk alırlar. Ancak
klasik parlamenter sistemin çok partili hükümet yapısı içinde çoğu kez
başbakanlar hükümetlerini bütünüyle istedikleri, uyumlu şekilde
çalışabilecekleri bir ekip oluşturamazlar. Uyumlu çalışacakları ön kabulüyle
kurgulanan bu sistemin işleyişi ve ortak politikaların oluşturulması süreçleri
bu eksiklik nedeniyle çoğu kez sekteye uğrayabilmekte ya da senkronizasyon
imkanı olmamaktadır.
Diğer yandan Amerikan başkanlarının genel olarak kişisel özellikleri
ve bireysel tercihleri üzerinden süren seçim kampanyaları ile göreve
gelmelerine dikkat çekilse bile dünyadaki diğer demokratik hükümet
sistemlerinde benzer bir biçimde yürütme organın başına gelen kimseler
karizmatik kişiliklere sahip olabilmektedirler. Bu açıdan iç ve dış politikadaki
gelişmeler dikkate alındığında, küresel aktör olmak isteyen devletler katı
kural ve kaidelerle sınırlandırılmış bir yönetim anlayışı yerine operasyonel
bazı yetkilere de zorunlu olarak ihtiyaç duyabilmektedirler. Özel sektörde
aranan, istenen nitelikli ve aktif yönetici modelinin kamu sektöründe de
istenir hale geldiğini söylemek yanlış olmaz. Zira ülkeler daha çok liderleri
ile anılır hale gelmekte, liyakatli ve özgüveni yüksek liderlerin ülkelerini de
sürükledikleri görülmektedir.
Bütün bunlarla birlikte ülkelerin demokratik ve politik kültürü,
kurumsallaşması, yönetim anlayışındaki dinamizmi, coğrafik ve tarihsel
şartları, toplumsal ve ekonomik yapısı, stratejik misyon ve vizyonu ile iç ve
dış politik bütün gelişmeler yönetim mekanizmalarında yeniden
yapılandırma çabalarını kaçınılmaz kılabilmektedir. Sözgelimi, Türk siyasal
tarihinde güçlü liderliğin ne kadar etkili olduğu herkesçe malumdur.
Sürükleyici, karizmatik liderler toplumu motive etmede ve dış baskılara karşı
politika geliştirmede çok etkili olmuşlardır. Atatürk, Özal, Erbakan ve
Erdoğan gibi liderlerin ortaya koyduğu liderlik ve kararlılık ülkenin, dünya
liginde sıçramasına katkı sağlamıştır.
Amerikan başkanlık sisteminde başkanlar orta ve üst düzey yaklaşık
yirmi bin profesyonel bürokratı atayarak sayıları milyonlarla ifade edilen
devlet personeline sahip hacimli bir bürokrasinin hantallığını önlemek ve
sistem dinamizmini devamlı kılabilmek adına önemli bir yetki
kullanmaktadır. Kuşkusuz bu yetki içerisinde atananlar başkanın görev
süresiyle eş zamanlı olarak görevlerini yürütmektedir. Türkiye’de de geçici
olarak atanan, sistemde dinamizm sağlayan üst düzey bürokrat atamalarını
değişen Başkanla birlikte yenilemek kamu yönetiminin etkinliğine pek çok
olumlu katkı sağlayabilir. Bununla birlikte bu üst düzey bürokratların statü

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


21
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

açısından sözleşmeli birer bürokrat olarak atanması en azından


tartışılmalıdır.
Türk Cumhurbaşkanlığı sisteminin kamu yönetiminin daha etkin ve
verimli bir biçimde işleyişinde bazı hususların açıklanmasına ve önerilmesine
ihtiyaç bulunmaktadır. Bunlardan ilki yürütme organına ve doğrudan
Cumhurbaşkanı’na ‘operasyonel özerklik’ verilmesi gerektiğidir.
Cumhurbaşkanına olduğu gibi bazı üst düzey bürokratlara da operasyonel
özerklik imkânı sağlanabilir. Kamu yönetiminin artan oranda uzmanlığa ve
sonuçta özerkliğe ihtiyaç duyduğu bir ortamda siyasetten ve dışsal etkilerden
nispeten bağımsız şartlarda çalışma yürütmesi beklenir. Cumhurbaşkanı gibi
tek başına seçilen, güçlü bir figürün himayesinde (ve kontrolünde) birinin
liderliği altında görev yapmak bürokrasiyi güçlendirecek bir durumdur.
Nitekim zayıf dengelerin bulunduğu dönemlerde, seçim sathı mailine
girilen süreçlerde bürokratlar kendilerini güçlü hissetmeyecek, işini sağlıklı
biçimde yürütmesini engelleyecek her türlü şartın etkisinde kalacaktır. Kamu
görevlilerinin paradoksal biçimde koalisyon dönemlerinde daha fazla
inisiyatif kullandığı iddia edilse de gerçekte tersi bir durum söz konusudur.
Zayıf bakan, zayıf bürokratı getirir. İstikrarsızlık döneminde bürokrat yetki
kullanmak istemez; sorumluluk almamak için elinden geleni yapar. Bu
nedenle Cumhurbaşkanlığı sisteminin bürokrasiyi güçlendireceğini söylemek
yanlış olmaz.
Diğer taraftan16 Nisan 2017 Referandumu ile ortaya çıkan hükümet
sisteminde bir siyasi partinin genel merkezine cumhurbaşkanlığı forsunun da
asılması söz konusudur. Bu noktada üst düzey bürokratların
Cumhurbaşkanınca sadece atanması değil partili olması da düşünülmelidir.
Böylece Amerikan başkanlık sistemindeki üst düzey yaklaşık yirmi bin
bürokratın başkanla birlikte gelip gitmesi gibi bir süreç hayata geçirilmiş
olacaktır. Böylece Osmanlı’daki tımar sipahileri gibi bürokratlar çok uzun
süre aynı koltukta kalmamış olurlar.
Mevcut sistemde, yani parlamenter modelde kamu görevlilerinin
tarafsız olduğu ön kabulü ister istemez yanlış algıların ve hastalıklı
uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Demokratik bir sistemin
en sorunlu algısı tarafsız olmamasına rağmen kendisine tarafsız
muamelesinin yapılmasıdır. Tarafsız olduğu düşüncesi kamu görevlilerinin
hadsiz ve yersiz çalışmalar yürütmesine neden olabilir. Tarafsız etiketini kötü
niyetle kullanan bir bürokrat hem kamu görevine hem de kamu yönetimine
zarar verebilir.
Bürokratların sorumlu olduğu hiyerarşik üstün azalması durumundan
görevlerini daha hızlı ve etkin yürütebilme kapasitesi artacaktır. Buna karşın
bürokrasinin görevlerini yerine getirme hususunda sorumluluklarının

22 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

azaltılması veya bölüştürülmesi ile ilgili bir değişiklik söz konusu


olmadığından Weber’in tanımladığı iş bölümü ve uzmanlaşma konusunda
avantaj ve dezavantaj olmayacaktır. Bununla birlikte milletvekillerinin bakan
olamamasının ise bürokrasi tarafsızlığı açısından önemli bir avantaj olacağı
düşünülebilir. Ancak bürokrasinin tarafsızlığı oldukça zor olduğundan ahlak
ve etik ilkeler esas olmalıdır.
Üst düzey bürokratların sözleşmeli bir statü üzerinden ele alınmasının
yanı sıra görev süreleri düzenlenebilir ve maaşları, özlük hakları vs. yeniden
tanımlanabilir. Bütün bunlarla birlikte hesap sorma unsuru da önemlidir.
Nitekim parlamenter sistemde özellikle koalisyon hükümetleri döneminde
siyasetin bürokrasi üzerindeki denetimi daha kısır kalabilmekteydi. Hesap
sorma faktörü ise esnek olmalı, daha kolay ve daha ölçülebilir bir mekanizma
olarak planlanabilir. Bu açıdan tüketici hakem heyetleri gibi ya da
arabuluculuk (arbitration) tarzı daha hızlı netice alınabilecek mekanizmalar
geliştirilebilir. Bununla birlikte bürokrasi ombudsmanlık gibi kurumların da
denetimine açık olmalı ancak takdir yetkisi de genişletilmelidir.
Sonuç olarak Türkiye’nin 17 Nisanla girdiği yeni dönem uzunca
süredir uygulanmakta olan sistemi baştan başa değiştirebilecek özellikleri
bünyesinde barındırmaktadır. Ülke yeni hükümet sisteminin ruhuna ve
ilkelerine uygun adımları atmak durumundadır. Bu durumda bürokrasinin
ismini ve yapısını değiştirmek ve uyarlamak durumundadır. 2007 yılında
gündeme gelen ve anayasa değişikliği ile hayatiyet kazanan halk tarafından
seçilen cumhurbaşkanı modeliyle ilgili değişikliklerin 2017 yılına, yani 10
yıllık bir gecikmeye bağlı olarak, ertelenmesinin neden olduğu sorunları
ülkemiz yaşadı. Nitekim 15 Temmuz darbe girişimi bile bunun
sonuçlarından biri olarak değerlendirilebilir. Türkiye benzer sorunları tecrübe
etmek istemiyorsa, bürokrasi ile ilgili adımları uygulama yılı olan 2019’dan
önce tartışmak ve bir sonuca ulaşmak durumundadır. Aksi halde, önümüzde
duran iki yıllık dönem kaybedileceği gibi, ondan sonraki dönemde sistemi
sıkıntıya sokacak sonuçlar da ortaya çıkabilecektir.
KAYNAKÇA
Alkan, Haluk: Karşılaştırmalı Siyaset: Başkanlık ve Parlamenter Sistemler
Işığında Yarı Başkanlık Modelleri, 1. Baskı, İstanbul 2013, Açılım
Kitap.
Arslan, Rıza: Demokratik Yönetim Sistemleri, 2. Baskı, Bursa 2015, Dora
Yayınevi.
Aslan, Ali: Türkiye İçin Başkanlık Sistemi: Demokratikleşme, İstikrar,
Kurumsallaşma, Sayı. 122, Nisan, İstanbul 2015, SETA Yayınları.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


23
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

Ataay, Faruk: ‘‘Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ‘Başkanlık Sistemi’ Önerisi


Üzerine Değerlendirme’’, Alternatif Politika, Cilt. 5, Sayı. 3, 2013, ss.
266-294.
Ball, Alan R. and Peters, B. Guy: Modern Politics and Government,
London 2000, Macmillan Press Ltd.
Bilir, Faruk: ‘‘Başkanlı Parlamenter Sistem: İrlanda’’, Karşılaştırmalı
Hükümet Sistemleri, Ankara 2013a, Ak Parti Yayınları, ss. 131-140.
Bilir, Faruk: ‘‘Başkanlık Sistemi: Amerika Birleşik Devletleri’’,
Karşılaştırmalı Hükümet Sistemleri, Ankara 2013b, Ak Parti
Yayınları, ss. 141-162.
Bozdağlıoğlu, Yücel: ‘‘Devlet ve Devlet Teorileri’’, Siyaset Bilimine Giriş,
Ed. Önder Kutlu, 2. Baskı, İstanbul 2014, Lord Matbaacılık, ss. 191-
210.
Bulut, Yakup: ‘‘21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Parlamentonun Yasa
Faaliyetleri: Sorunlar ve Çözümler’’, Ed.: Adnan Küçük, Selahaddin
Bakan ve Ahmet Karadağ, Türkiye’de Siyasal Hayat, 1. Cilt, İstanbul
2005, Alfa Akademi, ss. 145-164.
Bülbül, Kudret: Cumhurbaşkanlığı Sistemi: Nedenler, Tespitler, Beklentiler,
2. Baskı, Konya 2017, Erman Ofset Matbaacılık.
Çalışkan, Emre ve Önder, Murat: ‘‘Başkanlık Sistemi ve Mevcut Kamu
Kurumları Üzerine Olası Etkileri’’, Uluslararası Sosyal Araştırmalar
Dergisi, Cilt. 10, Sayı. 49, 2017, ss. 570-578.
Eryılmaz, Bilal: Kamu Yönetimi: Düşünceler, Yapılar, Fonksiyonlar,
İstanbul 2007, Erkam Matbaası.
Eryılmaz, Bilal: Bürokrasi ve Siyaset: Bürokratik Devletten Etkin Yönetime,
6. Baskı, İstanbul 2017, Alfa.
Heywood, Andrew: Siyaset, Çev. B. Berat Özipek vd.,6. Baskı, Ankara
2012, Liberte Yayınları.
Karasu, Koray: ‘‘İngiltere’de Kamu Yönetimi’’, Ed.: Güler, B. Ayman vd.,
Kamu Yönetimi Ülke İncelemeleri, 2. Baskı, Ankara 2009, İmge
Kitabevi, ss. 169-312.
Karatepe, Selma: ‘‘Başkanlık Sisteminin Türkiye Açısından
Değerlendirilmesi’’, Ed.: Adnan Küçük, Selahaddin Bakan ve Ahmet
Karadağ, Türkiye’de Siyasal Hayat, 1. Cilt, İstanbul 2005, Alfa
Akademi, ss. 241-260.

24 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Cumhurbaşkanlığı Sisteminin Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi

Kılınç, Zeynel Abidin: ‘‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi Tartışmaları’’, PESA


Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt. 2, Sayı. 3, 2016, ss. 86-
94.
Korkmaz, Tuğrul: ‘‘Hükümet Sistemleri ve Türkiye Üzerine Bir Analiz’’,
Akademik Hassasiyetler, Sayı. 6, 2016, ss. 43-57.
Kutlu, Önder: Gelişmiş Ülkeler ve Türkiye’de Kamu Reformu ve Yönetimin
Yeniden Düzenlenmesi, 1. Basım, İstanbul 2004, Nobel Yayınları.
Kutlu, Önder: Karşılaştırmalı Kamu Yönetimi: Teorik Çerçeve ve Ülke
Uygulamaları, Konya 2006, Çizgi Kitabevi Yayınları.
Kutlu, Önder ve Göksel, Zarif Songül: ‘‘Yasama, Yürütme ve Yargı’’, Siyaset
Bilimine Giriş, Ed. Önder Kutlu, 2. Baskı, İstanbul 2014, Lord
Matbaacılık, ss. 211-238.
Kuzu, Burhan: ‘‘Türkiye İçin Başkanlık Sistemi’’, Ed.: Adnan Küçük,
Selahaddin Bakan ve Ahmet Karadağ, Türkiye’de Siyasal Hayat, 1.
Cilt, İstanbul 2005, Alfa Akademi, ss. 167-240.
Lijphart, Arend: Patterns of Democracy: Government Forms and
Performance in Thirty-Six Countries, Second Edition, London 2012,
Yale University Press.
Ömürgönülşen, Uğur: ‘‘Amerika Birleşik Devletleri’nde Kamu Yönetimi’’,
Ed.: Güler, B. Ayman vd., Kamu Yönetimi Ülke İncelemeleri, 2.
Baskı, Ankara 2009, İmge Kitabevi, ss. 313-412.
Peters, Guy: “Are European Parliamentary Regimes Becoming More
Presidential?" Ed.: Kurt von Mettenheim, Parliamentary and
Presidential Regimes, Baltimore 1995, Johns Hopkins University
Press, pp. 146- 186.
Sartori, Giovanni: Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği: Yapılar,
Özendiriciler ve Sonuçlar Üzerine Bir İnceleme, Ankara 1997, Yetkin
Yayınları.
Şahin, Yusuf: Yönetim Bilimi ve Türk Kamu Yönetimi, 2. Baskı, Trabzon
2010, Murathan Yayınevi.
Tanıyıcı, Şaban ve Akgün, Birol: Amerikan Başkanlığı: Cumhuriyetten
İmparatorluğa, Ankara 2008, Orion Kitabevi.
Taşpınar, Yasin ve Gezici, H. Salahaddin: ‘‘Cumhurbaşkanlığı ve Başkanlık
Seçim Sistemlerinin Karşılaştırmalı Analizi’’, Türkiye Seçim
Sistemindeki Değişim, Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve Medya: İletişim
ve Siyaset Odaklı İncelemeler, Ed.: Faruk Temel ve Onur Önürmen,
1. Basım, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, ss. 1-44.

Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


25
Önder KUTLU, Selçuk KAHRAMAN

Tataroğlu, Muhittin: ‘‘Parlamenter ve Başkanlık Sistemlerinde Siyasi İktidar


ve Bürokrasi İlişkileri ve Türkiye Açısından Bir Değerlendirme’’,
Yönetim ve Ekonomi, Cilt. 13, Sayı. 1, 2006, ss. 97-119.
Tataroğlu, Muhittin: ‘‘Yürütmede Etkinlik Bakımından Başkanlık
Sisteminin Değerlendirilmesi’’, Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları
Dergisi, Cilt. 5, Sayı. 1, 2016, ss. 74-97.
Turhan, Mehmet: ‘‘Meclis Hükümeti (Konvansiyon Kuramı)’’, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt. 46, Sayı. 1, 1991,
ss. 453-463.
Yavuz, Bülent: ‘‘Parlamenter Sistem: İngiltere’’, Karşılaştırmalı Hükümet
Sistemleri, Ankara 2013, Ak Parti Yayınları, ss. 15-49.
Yazıcı, Serap: Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri: Türkiye İçin Bir
Değerlendirme, 2. Baskı, İstanbul 2011, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.
Yılmaz, Nihat ve Kadir Caner Doğan: ‘‘Siyaset Bilimi Açısından Bürokrasi’’,
Siyaset Bilimine Giriş, Ed. Önder Kutlu, 2. Baskı, İstanbul 2014,
Lord Matbaacılık, ss. 239-258.
https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/gensoru_onergeleri.sorgu_son_done
m, (Erişim Tarihi: 10.07.2017).

26 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Nuran KOYUNCU1

GİRİŞ
Osmanlı devrinde gayrimüslimler tarafından kurulan vakıflar ile
Cumhuriyet döneminde düzenleme altına alınan azınlık vakıfları veya diğer
adıyla cemaat vakıfları birbirine karıştırılmaktadır. Esasen 1935 tarih, 2762
sayılı vakıflar Yasasında “cemaat vakfı” olarak vasıflandırılan bu vakıfların
temeli Osmanlı dönemi gayrimüslim vakıflarına dayanmaktadır2.
Cemaat vakıfları Türk Medeni Kanunu’nda düzenleme altına alınan
diğer vakıf türlerinden farklı özelliklere sahiptir. Medeni kanunun yürürlüğe
girdiği 1926 yılından önce ortaya çıkan bu vakıfların diğer vakıflardan ayrılan
en önemli özellikleri birçoğunun vakfiyelerinin bulunmaması ve
kuruluşlarının padişah fermanına dayalı olarak gerçekleşmiş olmasıdır3.
Ayrıca bu tür vakıflara ait taşınmaz malların tapu sicillerine kaydında değişik
usullerin uygulandığı görülmektedir. 1912 tarihli muvakkat kanun ile bu
tarihten itibaren hükmi şahıs olarak edindikleri gayrimenkulleri kendi
adlarına tescil edebilmeleri izni verilmiştir. Vakfiyelerinin olmayışı nedeniyle
cemaat vakıflarının oluşumunun temel olarak, 1936 Beyannamesi” adı verilen
bir düzenleme ile gerçekleştiği de ileri sürülmektedir. Dolayısıyla bu vakıflar
her ne kadar Osmanlı dönemi vakıflarına dayansalar da cemaat vakfı olarak
düzenleme altına alınmaları Cumhuriyet sonrasında yapılmıştır. Bunların
içerisine kilise vakıfları da girmektedir.
Kilise vakıfları gayrimüslim Osmanlı tebaasının kilise veya mabedleri
için kurdukları cemaat vakıflarıdır. Arşiv belgelerinde kilise vakıflarının

1 Doç. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim
Dalı (nkoyuncu@konya.edu.tr)
2 19.6.1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti

Mer'iyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanunun 8. maddesinde “Kanunu Medeninin


yürürlüğe girişinden önce vücuda getirilen vakıflar hakkında ayrıca bir tatbikat
kanunu yayınlanacağı, Kanunu Medeninin yürürlüğe girişinden sonra vücuda
getirilecek tesislerin Kanunu Medeni hükümlerine tabi olacağı” kurala bağlanmıştır.
3 Bununla birlikte vakfiyesi bulunan ve tıpkı Müslim vakıfları gibi kadı huzurunda

şahitlerin şehadetiyle kurulmuş vakıflar da bulunmaktadır. Örnek için bkz.


Kazancıoğlu, Habibe, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Dönemine Ait Bir Gayrimüslim
Vakfiyesi Örneği: Edirneli Keresteci Agop'un Vakfiyesi”, Trakya University Journal
of Social Science . Jun2016, Vol. 18 Issue 1, s. 283 vd.
27
Nuran KOYUNCU

“Kilise-i Zimmiyan” şeklinde adlandırıldıkları anlaşılmaktadır4.


Çalışmamızda görüleceği üzere Osmanlı uygulamasında kilise vakıflarına
sıcak bakılmasa da varlıkları çeşitli meşruiyet gerekçeleri ile zımnen
onaylanmıştır. Dolayısıyla kilise vakıfları gayrimüslimlerce oluşturulan
mevcut vakıflar düzeninde hep tartışılan ancak zaruretler gereği kabul
görmüş uygulamalardır. Osmanlı geleneğinde fetih öncesi, kadimden gelen
uygulamaların fetihten sonra da İslam’a net olarak aykırı olmadığı sürece
varlıklarını sürdürdükleri görülmektedir. Bunlar için yapılmış en önemli
rötuş, İslami bir kisve kazandırmak olmuştur. Kilise vakıfları da bu
düşüncenin örneklerindendir.
Türkiye Cumhuriyeti, gayrimüslim Rum, Ermeni, Musevi, Süryani,
Keldani, Bulgar, Gürcü ve Ortodoks Türk vatandaşlarını Lozan
Antlaşması’yla ırk değil din veya mezheplerini esas alarak azınlık olarak
tanımlamıştır5. Diğer dini kurumlarla birlikte azınlık vakıflarının korunacağı
taahhüdü de ilk kez Lozan Antlaşması ile verilmiştir6. Azınlık olarak kabul
gören bu grupların bugün Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün denetimine tabi ve
vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu ile
tüzel kişilik kazanmış vakıfları bulunmaktadır. Bunların önemli bir kısmı
kilise vakfı özelliği taşımaktadır7. Dolayısıyla kilise vakıfları bir cemaat
vakfıdır, ancak her cemaat vakfı kilise vakfı değildir. Zira cemaat vakıfları
içerisine okul, hastane, kütüphane gibi amaçlar için kurulmuş vakıflar da
girmektir. Bu nedenle şimdiye kadar yapılmış çalışmalarda cemaat vakfı ve

4 Göğebakan, Göknur, “XVI. Yüzyılda Malatya Kazasında Vakıflar ve Vakıf


Görevlileri”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
Dergisi, Sayı 10, Yıl 1999, s. 64.
5 Lozan Barış Antlaşmasının 37-45. maddeleri azınlıklar ve korunmasına ilişkin

hükümleri içermektedir.
6 “Madde 40 — Müslüman olmayan azınlıklara ilintili olan Türk yurttaşları hukuk

bakımından ve fiilen öteki Türk yurttaşlarına uygulanan işlemlerin ve sağlanan


güvencelerin tıpkısından yararlanacaklar ve özellikle, harcamaları kendilerince
yapılmak üzere, her türlü yardım, dinsel ya da sosyal kurumları, her türlü okul ve
benzeri öğretim ve eğitim kurumları kurma, yönetme ve denetleme ve buralarda
kendi dillerini özgürce kullanma ve dinsel ayinlerini serbestçe yapına bakımından
eşit bir hakka sahip bulunacaklardır”. Lozan Barış Antlaşması 40. Madde; Madde 41
son fıkrası ise “Türkiye Hükümeti söz konusu azınlıkların Kiliseleri, Havraları,
mezarlıkları ve öteki dinsel kurumlarına her türlü koruyuculuğu göstermeyi
yükümlenir. Bu azınlıkların bugün Türkiye'de bulunan Vakıflarına ve dinsel ve
yardım kurumlarına her türlü kolaylığı gösterecek ve izinleri verecek ve yeni dinsel
ve yardım kurumları kurulması için, benzeri öteki özel kurumlara sağlanmış olan
gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir” şeklindedir.
7 Vakıflar Genel Müdürlüğünün cemaat vakfı sorgulama butonunda, toplam 166

Cemaat vakfının 122’sinin kilise vakfı olduğu görülmektedir.

28 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

kilise vakfı aynı anlamda kullanılsa da biz çalışmamızın başlığından


anlaşılacağı üzere kilise vakıflarını ayrı olarak ele alacağız.
Kilise vakıflarının kurulması ve gelişimini daha iyi anlayabilmek için
Osmanlı yönetiminin gayrimüslimlere tanıdığı din imtiyazlarını ve
mabetlerinin hukuki statüsünü ortaya koymak gerekir. Ayrıca kilise gelirleri
ile ilgili bazı hususlar kilise vakıflarıyla ilgili önemli ipuçları sağlamaktadır.
Osmanlı Devleti’nde kilise vakıflarının varlığı inkâr edilemez. Bu durumda
üzerinde durulması gereken soru bu vakıfların hukuki statüsünün ne olduğu
ve meşruiyetinin nasıl sağlandığıdır.
Son günlerde Ermenilerin Türk hükümetine karşı Osmanlı dönemi
kiliseleri ve bazı gayrimenkullerin iadesi için açtıkları bir kısmı derdest bir
kısmı sonuçlanmış davaları gündeme gelmektedir. Özellikle Kilikya
Katoğikosluğu’nun Anayasa Mahkemesine açmış olduğu Kozan’da bulunan
kilisenin ve arazisinin iadesi veya tazminatı içeren bireysel başvurusu
medyada geniş yer bulmuştur. Bu tür örnekler kilise vakıfları konusunda
yapılacak incelemeleri daha da önemli kılmaktadır.
I.OSMANLI HUKUKUNDA VAKIFLAR
Önemle vurgulanmalıdır ki vakıf kurumuna dair, zaman ve yer
bakımından imparatorluğun bütününe uygulanabilecek genel bir yaklaşım
sunmak isabetli olmayacaktır. Her şeyden önce “vakıf” tanımı hususunda bile
devletin resmi mezhebi olan Hanefi mezhebi içinde iki farklı tanım
bulunmaktadır. Ebu Hanife’nin tanımı: “mülk bir malı vakfedenin
mülkünde alıkoymak ve gelirini sadaka olarak vermektir.” İmameyn denilen
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in tanımı ise “bir malın kullanım hakkını
şahıslara, mülkiyeti Allaha ait olmak üzere başkasının mülkiyetine vermekten
veya mülkiyeti almaktan alıkoymaktır”8. Bu iki tanım arasındaki en önemli
fark vakfedilen malın kime ait olduğu konusundadır. Osmanlı
uygulamasında İmameyne ait olan ve malın mülkiyetinin vâkıfın
mülkiyetinden çıkarak Allah’ın mülkü haline geldiği görüşü kabul
görmüştür9. Dolayısıyla vakfedilen malın mülkiyeti başka bir mal varlığına
devredilemeyecek, alınıp satılamayacaktır. Bu çerçevede, vakfeden kimseye
vâkıf, vakfedilen mala mevkûf' ve yararlananlara mevkufun aleyh denilir10.

8 Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf


Müessesesi, OSAV, İstanbul 1996, s. 40-42.
9 Cin, Halil-Akyılmaz, Gül, Türk Hukuk Tarihi, Konya 2011, s. 335.

10 İşeri, Ahmet, "Vakıflar (Medeni Kanun'dan Önceki ve Sonraki Vakıf Nevi'leri ve

Hukuki Mahiyetleri)", Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt XXI, Sayı
1-4, 1964, s. 199; Hatemi, Hüseyin, Medenî Hukuk Tüzel Kişileri, İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi, İstanbul 1979, s. 649; Ömer Hilmi Efendi’nin
kitabında vakfın tanımını İmameynin görüşüne uygun olarak yapılmıştır. Ömer
29
Nuran KOYUNCU

İslam hukukuna göre geçerli bir vakıftan söz edebilmek için vâkıfın
irade beyanının, vakfedilen malın ve vakıftan yararlananların bazı kriterleri
taşıması zorunluluğu bulunmaktadır. Buna göre her şeyden önce vakfeden
kimsenin, hür ve tam eda ehliyetine haiz olmalıdır. Vâkıfın niyetini açık bir
irade ile ortaya koyması, vakfedilen malın ise vakıf kurma işlemi sırasında
mevcut ve vakfedenin mülkünde, muayyen ve belirli ve ayrıca dinen
kullanılmasına izin verilen mallardan olması yani mütekavvim mal olması
gerekir. Vakıftan yararlanacak olanlar yönüyle “kurbet esası”
gerçekleşmelidir11. Görüldüğü üzere İslam hukukuna göre vakıf kuracak
kişinin taşıması gereken özellikler içerisinde hür ve tam ehliyetli olması
dışında başka bir şart aranmamaktadır. Dolayısıyla bir gayrimüslimin de
vakıf kurabilmesi mümkündür12. Zira din durumu ehliyet değil “kurbet
kasdı” şartıyla ilgilidir13.
Osmanlı uygulamasında kurulan vakfın iç işleyişini, idaresini, vakıf
mallarına, yararlananlara ilişkin düzenlemeleri içeren resmi bir belge olan
vakfiye kadılar tarafından kayıt altına alınırdı14. Genel olarak vakfiye
“vakıfların mevcudiyetini ve intifa şartlarını tesbit eden, vakfı kuranın bunu
kurduğunu ve kurma gayesini ayrıntılarıyla ve kesin şekilde bildiren ve
şahitlerle te'yid eden eski deyimle “levazım’ül ittiba” yani şartlarına uyulması
gerekli belgelerdir”15. Vâkıf, hukuka aykırı olmamak şartıyla vakfiyede
dilediği hükümleri sıralayabilir16. Bu belirlenen şartları, özellikle vakıftan
yararlananlar ve yararlanma şekliyle ilgili olanları kuruluş anında bu hakkı

Hilmi, Efendi, İthaf-ül Ahlaf fi Ahkam-il Evkaf, Vakıflar Genel Müdürlüğü


Yayınları, Ankara 1977, s. 13.
11 Eren, Fikret, "Osmanlı Dönemi Vakıfları", V. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar Genel

Müdürlüğü Yayını, Ankara 1988, s. 198-199.


12 “Vâkıfın tebaa-i devleti İslamiyyeden olması şart değildir. Binâenaleyh müste’men

dâr-ı İslamda bir malını vakf eylese vakıf sahih olur”. Ömer Hilmi, s. 18.
13 Hatemi, Hüseyin, Önceki ve Bugünkü Türk Hukuku'nda Vakıf Kurma

Muamelesi, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1969, s. 96.


14 “Vakfa dair vâkıfın takrir ve hakimin tescilini havi tanzim olunan hücceti
şer’iyyedir”. Ömer Hilmi, s. 6; Ateş, İbrahim, “Vakıf Belgeler Arşivinin Dünü ve
Bugünü”, 2. Vakıf Haftası 3-9 Aralık 1984, Ankara 1985, s. 28
15 Sertoğlu, Midhat, "Osmanlı Devleti Zamanında Kurulan Vakıflarda 'Mektubiyet'

Meselesi ve Bunun Hukuki Durumu", Tarih Enstitüsü Dergisi Prof. Tayyip


Gökbilgin Hatıra Sayısı, Sayı XII, 1981-1982, s. 715.
16 Vakfiyeler genellikle şu bölümlerden oluşur: 1. Tescil tevkii veya tasdik ibaresi. 2.

Davet, Allah’a hamdüsenâ ve Resulüne salâtüselâmı içeren bölüm. 3. Vâkıfa dair


bilgiler. 4. Mevkufun tarifi ve tasviri. 5. Vakıf şartları, vakfedilen mal ve mülkün icar
ve işletme biçimi vs. 6. Mütevelli tarifi. 7. Vakıftan rücû ve murâfaa ile hâkimin
kararı. 8. Beddua bölümü, vakfa yönelik olumsuz tasarrufları önlemek içindir. 9.
Tarih. 10. Şühûdü’l hâl. Yüksel, Hasan, “Vakfiye”, TDVİA, Cilt 42, s. 469; Kazıcı,
Ziya, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985, s. 39-43.

30 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

saklı tutmamışsa kural olarak sonradan değiştiremez. Diğer hususlarda


gerekli durumlarda hâkimin izni ile değişiklikler yapabilir17. İslam
hukukunda vâkıfın irade beyanı herhangi bir şekil şartına tabi değildir, yazılı
şekil, sadece vakfın hüküm ve şartlarının bilinmesi yönünden önem arz eder.
Vakfın kadı tarafından tescili de, vakfedenin vakıftan dönmesini önlerdi yani
bağlayıcılık kazanırdı. Mahkeme önünde çıkarılan farazi bir ihtilaf ve
sonrasında ihtilafın kadı tarafından bir müçtehidin görüşüne uygun olarak
çözümü ve tescile hükmetmesiyle sonlanırdı18. Vakfın kuruluşundaki belki de
en önemli şart kelime anlamı Allah’a yakınlık olan “kurbet”tir. Kurbet
kasdının hem vakfedenin inancında hem de İslami hükümlere uygun olarak
mevcut olması gerekir19. Örneğin, bir gayrimüslimin cami için vakıf yapması
geçerli değildir. Çünkü cami İslami hükümlere göre kurbeti sağlar ancak
vakfeden kişinin inancında kurbeti sağlamaz. Aynı şekilde, bir
gayrimüslimin, kendi inancına uygun olarak kilise adına yapacağı bir vakıf da
geçerli olmaz. Çünkü kişinin inancında kurbeti karşılar ancak İslami esaslara
göre kurbet şartını yerine getirmemektedir. Vakfedenin inancına göre kurbet
kasdının varlığı araştırılırken kriter objektiftir20. Buna göre vâkıfın mallarını
tahsis ettiği cihetin dinine ve İslami esaslara göre yararlı veya iyi bir iş olup
olmadığına bakılacak gerçek saiki irdelenmeyecektir21.
Vakıf kurumunun VIII. Yüzyıldan XIX. Yüzyıl sonuna kadar
Müslüman toplumların sosyal ve kültürel gelişiminde önemli katkıları
olmuştur22. Özellikle Osmanlı döneminde milliyet ayrımı yapmaksızın
müslim-gayrimüslim her kesimden halkın vakıflar kurarak Allah’ın rızasını
kazanma ve O’na yakın olma gayelerini gerçekleştirdikleri görülmektedir.
Osmanlı döneminde vakıflar, mahiyetleri bakımından hayri-zürri;
mülkiyetleri, sahih-gayrisahih; kullanım şekilleri, icare-i vahideli vakıflar-

17 Akbulut, İlhan, “Vakıf Kurumu, Mahiyeti ve Tarihi Gelişimi”, Vakıflar Dergisi,


Cilt XXX, Ankara 2007, s. 68.
18 Usulüne uygun biçimde kurulup hakim kararıyla tescil edilen, vasiyet şeklinde

ölüme bağlı bir tasarruf ile yapılan, tesis amacına uygun yararlanmaya başlanılan
vakıflar fakihlerin ittifakıyla bağlayıcılık kazanır. Avcı, Mustafa, Türk Hukuk
Tarihi, Konya 2017, s. 319; Eren, s. 198;
19 Hatemi, Önceki Hukukumuzda Vakıflar, s. 122; Ömer Hilmi, s. 27.

20 Hatemi, Önceki Hukukumuzda Vakıflar, s. 122 vd.; Öztürk, Nazif, Azınlık


Vakıfları, Altınküre, Ankara 2003, s. 115.
21 Hatemi, Önceki Hukukumuzda Vakıflar, s. 122.

22 Yediyıldız, Bahaeddin, “İslam’da Vakıf”, Doğuştan Günümüze İslam


Ansiklopedisi, İstanbul 1993, s. 19; Genç, Mehmet, “Klâsik Osmanlı Sosyal-İktisadî
Sistemi ve Vakıflar”, Vakıflar Dergisi 42, Aralık 2014, s. 16.
31
Nuran KOYUNCU

icare-i vahide-i kademeli vakıflar ve idareleri bakımından mazbut-mülhak-


müstesna olarak dörtlü bir ayırıma tabi tutulmuştur23.
Aynından değil de gelirlerinden yararlanılan vakıf türlerinde esas olan
gelirlerin yoksullara tahsisidir. Ebu Hanife ve İmam Muhammed vakfedenin
hiç değilse nihayetinde böyle bir cihete tahsisini zaruri görürler. Ancak Ebu
Yusuf’a ait olan bir görüşe göre açıkça söylenmiş olmasa bile örneğin sadece
vâkıfın evladına tahsis edilmiş olsa da aile vakıfları caizdir. Çünkü zimnen de
olsa evladın kesilmesinden sonra gelirlerin nihai olarak yoksullara sarf
edileceği var sayılır24. Buna göre ailenin soyu tükendikten sonra vakıftan
yoksulların yararlanacak olması yani nihai amacın kurbet esasını karşılıyor
olması bu tür vakıfların meşruluğunun en önemli delilidir. İstendiğinde bağış
yolunu tercih edebilecek olan kişinin bu yardımı, vakıf yoluyla yapması o
kişide var olan hayır yapma duygusunun ispatıdır25. Osmanlı uygulamasında
aile vakıflarının hukuka uygun mudur değil midir problemi bu görüşe
dayanılarak çözülmüştür ve oldukça yaygın bir uygulama alanı bulmuştur26.
Aile vakıfları hususu, kilise vakıflarının dâhil edildiği bir kategori, bu tür
vakıfların hukuki niteliği konusunda dayanılan ve kabul gören bir yol olması
nedeniyle önemlidir. Üzerinde durulacağı üzere Ebussuud fakir rahipleri
daha öncekilerin evladı olarak görür ve bu şekilde onların vakıf gelirlerinden
faydalanmaya devam etmelerini açıklamaya çalışır.
A. GAYRİMÜSLİM VAKIFLARI
Gayrimüslimlerin ibadet nitelikli davranışlarından birisi de değişik
amaçlarla vakıf kurmalarıdır. İslam toplumunda bu, gayrimüslimlerin sahip
olduğu en önemli hukuki haklardandır. Osmanlı Devleti’nde zimmîlerin
vakıf kurmalarına İslâm hukuku hükümleri çerçevesinde izin verilmekteydi.
Din adamlarına verilen beratlarda ve kadılara gönderilen fermanlarda,
gayrimüslimlerin vakıf kurabilecekleri, bu konuda herhangi bir zorlukla
karşılaşmamaları gerektiği açıkça belirtilmekteydi. Gayrimüslimlerin
kurdukları vakıflar kadılar tarafından tescil edilir, vakıflarla ilgili davalar da
yine kadılar tarafından çözülürdü27. Bu bakımdan gayrimüslimlerin özellikle

23 Berki, Şakir, “Türkiye’de İmparatorluk ve Cumhuriyet Devrinde Vakıf Çeşitleri”,


Vakıflar Dergisi, 1971, s. 3.Cin-Akyılmaz, s. 348.
24 “Mevkufünaleyhin zikr ve tayini şart değildir. Binaenaleyh bir kimse malını vakf

itdikde mevkufunaleyhi zikr ve beyân eylemese vakıf sahih olur. Bu suretde ol


vakfın gallesi mutlaka fukaraya sar olunur”. Ömer Hilmi, s. 27; Hatemi, Önceki
Hukukumuzda Vakıflar, s. 124-125.
25 Akgündüz, Vakıf, s. 202 vd.

26 “Menfaati vakfı vâkıfın kendüye veya evladına şart itmesi vakfın sıhhatine halel

vermez”. Ömer Hilmi, s. 31; Akgündüz, Vakıf, s. 201; Cin-Akyılmaz, s. 349.


27Kenanoğlu, M. Macit, Osmanlı Millet Sistemi-Mit ve Gerçek, Klasik yay, İstanbul

2004, s. 275.

32 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

beledi hizmetler gayesiyle kurdukları vakıflar konusunda Müslümanlarla aynı


haklara sahiptiler28. Dolayısıyla Gayrimüslimlerin dinen hayır sayılan
hastane, çeşme ve benzeri vakıfları, kesin olarak caiz sayılırdı29.
Arşiv belgelerinde gayrimüslimlerin çok sayıda vakıf kurdukları
görülmektedir30. Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde bulunan “Evkaf-ı
Hristiyan” adını taşıyan 29 nolu defterde, 1728-1912 tarihleri arasında
gayrimüslim tebaanın kurduğu toplam 31 adet vakfiye kaydı bulunmaktadır.
Bunların önemli bir kısmı Ermeniler tarafından kurulmuştur31. Zaman
zaman bazı kısıtlayıcı düzenlemelere rağmen Osmanlı Devleti’nde,
gayrimüslim nüfusunun bulunduğu her yerde onlara ait vakıfların kurulduğu
söylenebilir. Osmanlı döneminde Ermeni, Rum ve Yahudiler başta olmak
üzere gayrimüslim milletler yukarıda ifade edilen esaslar doğrultusunda tıpkı
Müslümanlar gibi sosyal ve kültürel alanda hizmet veren vakıflar
kurmuşlardır32.
Buraya kadar verilen bilgilerden anlaşılacağı üzere gayrimüslim
vakıflarının geçerliliği veya meşruiyeti konusunda herhangi bir tartışma
yoktur. Osmanlı vakıf sistemi içinde tartışmalı olan husus gayrimüslimlerin
kilise ile bağlantılı veya yararına kurulan vakıflarıdır. Osmanlı idaresi, kilise
ile bağlantılı olup da doğrudan kilise için olmayan, söz konusu vakıftan
sadece fukara kilise mensuplarının yararlanması durumunda onay vermiş,
kilise veya manastır yararına olan vakıflara ise sıcak bakmamıştır. Yukarıda
ifade ettiğimiz üzere bu tür vakıfların İslami esaslara uygun olmaması yani
kurbet kastını taşımaması bir kenara bırakılırsa Osmanlı uygulamasında söz
konusu kısıtlamanın makul bir gerekçesi de bulunmaktadır. “Din adamları
ve kiliselerin vakıflar yoluyla güçlü ve bağımsız bir güç kazanması arzu
edilmez. 1569 M. tarihli Aynoroz Manastırları fermanında Şeyhülislam
Ebussuud Efendi tarafından hazırlanan bir kanunnameye göre hangi
manastır vakıflarının meşru olup, hangilerinin olmadığını açıkça düzenleme

28 Kazancıoğlu, s. 286.
29 Akgündüz, Vakıf, s. 173; Akgündüz, Ahmet “Zimmî (Azınlık) ve Müste’men
Vakıfları”, Yeni Asya Gazetesi, www.yeniasya.com.tr/ahmed-akgunduz/zimmi-
azinlik-ve-muste-men-vakiflari_212946 (Erişim Tarihi: 21.08.2016).
30 Ercan, Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi, Ankara

2001, s. 213.
31 Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara

1995, s. 335.
32 Vakıflar Genel Müdürlüğü Kayıtlar Arşivi, 1141 /1728-1330/1912: 29/1-3

33
Nuran KOYUNCU

altına alınmıştır. Buna göre “Hanefi doktrini çerçevesinde doğrudan bir kilise
veya manastırın menfaati için vakıf kurmak açıkça yasaklanmıştır”33.
Ancak Osmanlı tatbikatına bakıldığında durumun çok kolay
çözülemediği anlaşılmaktadır. Zira fetih öncesinde, özellikle Balkanlarda
kilise vakıflarının yaygın bir uygulama alanı bulduğu görülür. Dolayısıyla
Osmanlı idaresi fethettiği bölgelerin önemli bir bölümünde kilise ya da
manastır cemaatlerinin güçlü nüfuzu ile karşılaşmıştır. Fetihten sonra ise
birçok kilise ve manastır eski imtiyazlarının önemli bir kısmını fermanlar
yoluyla yeniden kazanmıştır34. Din imtiyazları başlığında inceleyeceğimiz
üzere bu imtiyazların kiliseleri için oluşturulmuş vakıfları da içerip içermediği
hususunda en azından ilk imtiyazların tanındığı evrede, genel bir
uygulamanın varlığından şimdilik söz etmenin mümkün olmadığını ifade
edelim.
Gerek İslam gerekse Osmanlı uygulamasında günümüz anlamında
tüzel kişi özelliğine sahip kişiliklere yer verilse de İslam hukukunda tüzel
kişiliğe bir kavram olarak yer verilmemesi kilise vakıflarının hukuki statüsü
konusundaki belirsizliği artırmaktadır35. Zira Osmanlı hukuk sisteminde
vakıfların 1912 yılına kadar tüzel kişiliği bulunmamakta idi. Kilise vakıfları,
klasik Osmanlı vakıflarına göre daha farklı bir yapıya sahiptiler. Ayrıca
gayrimüslimlerin “kilise, manastır ve İncil hakkında vakıf kuramayacakları”
kuralı ve cemaatlerin tüzel kişiliğe de sahip olmaması nedeniyle
taşınmazlarını güvendikleri hakiki şahıslar adına nam-ı müstear olarak veya

33 “ (...) memâlik-i mahrûs[e]lerimde olan kiliseler vakfı içün müftî-i zamândan istiftâ
olundukta zimmîler tasarruf etdikleri tarlaları ve çayırları ve mülk bağ ve bağcelerin
ve değirmenlerin ve evlerin ve dükkânların kiliselerine vakf etmek aslâ sahîh olmak
ihtimâli yokdur..” Kermeli, Eugene, “Ebû’s-Su‘ûd’a Göre Kilise Vakıfları Osmanlı
Hukukundaki Teori ve Pratiği”, Çev: Özgen Özcan, Vakıflar Dergisi, Aralık 2010 -
Sayı 34, s. 171.
34 Fetihten önceki uygulama fermanlar yoluyla devam ettirilmiştir. “ (…) fethi
hakaniden akdem âyin-i batılımız üzere manastırımuza vakf olub ve kadim ül-
eyyamdan vakfiyye-i âtılamuzda mestur olub fethi hakaniden sonra mülûk-ı
mâziyye rahamahumullah kemakân cümle umûrumuzı mukarrer tutubferman sadır
etmişler.”, Fotic, Aleksandar, “Non-Ottoman Documents in the Kâdîs’Courts
(Môlaviya, Medival Charters): Examples from the Archive of the Hilandar Monastery
(15th-18th)”, Frontiers of Ottoman Studies: State, Province, and the West, Vol.II,
(Edit: Colin Imber, Keiko Kiyotaki, RhoadsMurphey), London-New York, 2005, s. 69;
Kermeli, s. 166.
35 “Roma Hukuku kadar belirgin olmasa da bazı kişi topluluklarının tüzel kişiliğinin

kabul edildiğini gösteren ipuçlarından söz edilebilir”. Hatemi, Medeni Hukuk Tüzel
Kişileri, s. 47; Karaman da terim kullanılmış olmasa da kavramın var olduğu
görüşündedir. Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul 1974, s. 206
vd; Aydın, Mehmet A., Türk Hukuk Tarihi, Beta Yay, İstanbul 2014, s. 224.

34 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

bir hukuki şahıs olarak artık mevcut olmayan ya da dini, tarihi şahıslar adına
nam-ı mevhum olarak kaydettirmekteydiler36. Dolayısıyla bir malvarlığının
kadı huzurunda tescil edilerek Allah’ın mülkü, kullanımının da insanlara
vakfedildiği İslami vakıf özelliği taşımıyorlardı. Kayıt vakıf adına değil bu
şekilde şahıslar adına yapılabiliyordu. Görünürde bir vakıf değillerdi, sadece
malların kendi dinlerine göre hayır kurumu niteliği taşıyan yerlere
bağışlanması söz konusuydu37.
İslami esaslar, vakıf ile vakıftan yararlanacak olanın aynı dine mensup
olmalarını şart koşmadığı için Osmanlı döneminde gayrimüslimler kendileri
vakıf kurabildiği gibi gayrimüslim ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için de
vakıflar kurulabilirdi. Dolayısıyla ifade ettiğimiz üzere gayrimüslimlerin
hastane, okul, çeşme gibi hayri ve sosyal amaçlar için veya cemaatlerindeki
yoksullara yardım etmek amacıyla vakıf kurmalarının önünde bir engel
bulunmuyordu. Her din için yoksullara yardım sadaka sayılıyor ve kurbet
esası gerçekleşiyordu38. Ancak, yeni bir kilise vakfı kurulduğunda, kendi
inançlarınca kilise kurmanın kurbet olduğu, fakat İslami esaslara göre kurbet
kasdı gerçekleşmediği için, şer'i mahkemelerce tescilinin yapılması mümkün
değildi. Tescil yapılsa da geçerli kabul edilemezdi. Kadılar tarafından yapılan
tescillerde vakıf yerine hüccet ifadesinin kullanılması kadılar nezdinde de
meselenin netleşmediği veya bir çekince taşıdıklarını ortaya koymaktadır39.
Zira bu İslam dışındaki bir inancın propagandasının yapılmasına müsaade
etmek anlamına gelebilirdi. Hüccetlere eklenen fetvahane tasdiki ise bir nevi
meseleye şeriatın mührünü vurmak anlamını taşıyordu40. Aynı şekilde kilise
vakfı gibi kilisenin onarım ve inşasına veya İncil ve Tevrat'ın basım ve
dağıtımına yönelik vakıflar da kabul görmemekte ve dolayısıyla tescil
edilemezdi41.

36 Şimşek, Suat, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında Cemaat


Vakıflarının Taşınmaz Edinimi”, TBB Dergisi, Sayı 88, 2010, s. 30
37 Tam da bu nedenle 1936 beyannamesi sırasında mallarını kaybetme korkusuyla

kendilerinin vakıf olmadığını iddia eden cemaatler olmuştur.


38 “Vakfın tanımında yer alan ibâdullâh ifadesi Allâh’ın bütün kullarını içine alan bir

kavramdır. Bu konuda sadece insan olmak yeterlidir. Hatta tarihi süreç içerisindeki
uygulamalar dikkate alınırsa insan dışındaki varlıklar da vakfın amaçları ve
kapsamında yer almıştır. Bu da Hz. Peygamber’in: Can taşıyan her varlığa
yapılanları iyilikte ecir vardır hadisinin bir uygulaması kabilindendir”, Köse, Saffet,
Müslüman Düşüncesinde İnsanın İnsanlığı Sebebiyle Saygınlığının Zirve Noktası, -
Gayr-i Müslimlere Yardımın Mali İbadet Kapsamında Oluşu-, İslam Hukuku
Araştırmaları Dergisi, Sayı 14, 2009, s. 61.
39 Adıyeke, Nuri (2015). “XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Resmo (Girit) Manastır

Vakıfları”. Belleten, Cilt LXXIX, Sayı 285, s. 561.


40 BOA, BEO, Nu. 3659/274401, H-23/10/1327. (7 Kasım 1909)

41 Ömer Hilmi Efendi, s. 20; Öztürk, Vakıf Müessesesi, s. 115-116.

35
Nuran KOYUNCU

Faaliyetlerine günümüze kadar devam eden kilise, havra, manastır,


okul, gibi dini kurumları ayakta tutan gayrimüslim vakıfları, ya Padişah
fermanlarıyla kurulmuşlardır veya varlıklarını fermanlarla devam
ettirmişlerdir. Gayrimüslimlere ait dini, hayri, ilmi kurumların irade ve
fermanlara dayanarak edindikleri taşınmazlar kilise veya manastırların
kullanımına sunulmuştur42. Buna göre kilise vakıfları iki şekilde ortaya
çıkmaktaydı:
1. Gayrimüslimlerin dini ihtiyaçlarını gerçekleştirmek amacıyla
kurmak zorunda oldukları "kilise, manastır veya mezarlık gibi dini yerlerin
tasarruf veya mülkiyetine sahip olabilmeleri, ancak padişahın bunu uygun
görerek taşınmazı bunun için tahsis etmesiyle mümkün olabilmekteydi43.
Dolayısıyla vasiyet veya vakıf yoluyla kazanılan malvarlığının dokunulmazlığı
padişahın onayıyla güçlenmekteydi. Genellikle bu olur bir berat veya
fermanla, şeri uygunluğu ise fetva-ı şerife ile sağlanmaktaydı.
“Zimmî tâifesi kendi ayinleri üzere kilise üzere kiliseleri fukarasına ve
patriğe ne vasiyet ve vakfederlerse makbul olup (…) hilâf-ı şer-i şerîf
müdahale edilmeye; yedlerinde olan fetvây-ı şerîfe ve berat-ı âlişânıma
muhalefet olunmaya44”.
2. Aşağıda inceleneceği üzere İslam hukukuna göre fetih ile ele
geçirilen bölgelerdeki mevcut mabetlere dokunulmazdı. Dolayısıyla de facto
durum fermanlarla tanınır ya da eskiden verilmiş kazanılmış haklar
fermanlarla devam ettirilirdi.
“Despot aslından Hilandar manastırına vakf olub (...) bu vechle
vâkıfnamemuz ve şahdilerimüz dahi var (.,,) mahdud yerimüz yüz kırk dört
yıldan berü vakf edüğine nâme ibraz edüp (...)”45.
İslami vakıflardan farklı olarak, kilise vakıflarının önemli bir kısmının
hem vakfiyeleri yoktur, hem de vakfeden kişi belli değildir; bunlar, sadece
belli bir amaca tahsis edilen bir mal varlığının bulunduğu kolektif yapılardır.
Vakfiyelerinin olmayışı bu tür vakıfların geçerli olup olmadığı konusunda
tartışmalara neden olmuştur. Hatemi, “vakfiyelerin faydasının pratik
olduğunu, vakfiyenin vakfın şartlarını gösterdiğini, vakfiyelerin sıhhat şartı
olmadığını, ispat bakımından kolaylık sağladığını ancak tek başına yeterli
sayılamayacağını aksinin ispatlanabileceğini”46 belirtir. Sertoğlu da bir şeyin

42 Çelikel, Aysel, “Gayrimüslim Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmesi Ve


27.01.2004 Tarihli Yargıtay Kararı”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Yıl 4, Sayı 8, Güz 2005/2, s. 58.
43 Ata Sakmar, "Cemaat Vakıflarıyla İlgili Hukuki Düzenlemeler", Cumhuriyetin 80.

Yılında Uluslararası Vakıf Sempozyumu, 15-17 Aralık 2003 içinde, Vakıflar Genel
Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2004, s. 113.
44 Karakoç 1150: D/2, 4004-4005, (nakleden N. Öztürk, Azınlık Vakıfları, s. 119).

45 Fotic, s. 69.

46 Hatemi, Önceki Hukukumuzda Vakıf s. 49-50.

36 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

vakıf olduğuna dair deliller mevcut olduktan sonra, bir vakfiyenin veya tapu
kaydının bulunmamasının vakfın sıhhatine müessir olmadığını ifade eder.
“Bunun ilk sahih delili, vakıf sırasında, buna şahid olanlardır, bunlar vefat
edip gitmiş ve kendilerinden mevsuk bir delil veya muteber olabilecek bir
rivayet kalmamışsa, bundan sonra vakfiye ve sonrada vakfın mevcudiyetine
dair kuyud-ı müdevvere, tapu kaydı veya devlet arşivlerinde otantik bir
belgenin bulunması aranır” diye devam eder47. Nuray Ekşi de, gayrimüslim
vakıflarının mülkiyet sorunları ile ilgili yaptığı çalışmasında “vakfiyenin
kurucu unsur olmaması nedeniyle vakfiyelere sahip olmayan cemaat
vakıflarının geçersiz olmayacağını, bir cemaat vakfının varlığını ispat
edebilecek en önemli arşiv belgesinin o vakfı kuran padişah fermanı
olduğunu” ileri sürmektedir48. Bu görüşler ileride üzerinde duracağımız üzere
Ebussuud’un fetvalarıyla da doğrulanmaktadır. Zira bu konudaki nihai
makamın Padişah olması, güvencenin de onun tarafından sunulmasını
mantıklı kılar.
Klasik dönemde fermanlarla sağlanan güvenceler Tanzimat dönemi ile
birlikte yeni bir ivme kazandı. Bu süreçte batılı devletlerin etkilerinin de
yoğun olarak hissedildiği görülmektedir. İlk olarak Tanzimat Fermanı,
ardından Islahat fermanı ve nihayet Kanun-ı Esasi ile getirilen hükümler,
gayrimüslimleri Müslimlerle eşit düzeye getirmiş bu yönde atılacak yasal
düzenlemelere de önayak olmuştur. Osmanlı uygulamasında Tanzimat
sürecinde gayrimüslimlerle ilgili en önemli yenilik kuşkusuz yeni mâbed
inşalarına izin verilmesidir. Aşağıda ayrı başlıkta inceleyeceğimiz üzere ilk
dönemlerde oldukça katı bir biçimde uygulanan bu yasak, değişen siyasî
şartlarla tamamen ortadan kalktı. 18. Yüzyılın başlarından itibaren görülmeye
başlanan yeni mâbed inşaları, 18. Yüzyılın sonlarında daha da yoğunlaştı49. Öyle

47Sertoğlu, s. 717.
48Ekşi, Nuray, Yargıtay, Danıştay ve AİHM Kararları Işığında Cemaat Vakıflarının
Mülkiyet Sorunları, Beta Yayınları, İstanbul 2011, s. 12-13.
49 Bodrum Kazası’nın Kadıkaryesi Kalesi’nde bulunan Hıristiyan tebaasının

mâbedleri olmadığından bahis ile yaptıkları müracaatları üzerine mer’î olan Ahkam-
ı Nizamiye dairesinde bir kilise inşasına mezuniyet verilmesi kabul edilmiştir.
BOA,C.ADL, Nu.71/4260, 29/Z /1255 (4 Mart 1840); İşkodra’da bir Katolik kilisesi
inşası hakkındaki emr-i âlinin gönderildiği bildirilmektedir. BOA, HR.MKT,
Nu.110/75, 11/L /1271 (26 Haziran 1855); “Teba-i Devlet Aliye’den Trablus Şam’da
mütemekkin milletin kiliseleri uzakta olması sebebiyle gidip gelmekte zahmet
çekmekte oldukları için bu gerekçeyle yaptıkları istidâları üzerine el Kadîme
Mahallesi’nde bir bab kilise bina ve inşasına ilişkin izin talebi söz konusudur. BOA,
HR.MKT, Nu. 115/79, 18/Za/1271 (26 Haziran 1855) İşkodra’ya tabi Bar Kazası’nda
sakin katolikler için bir kilise inşasına ruhsat verildiğine ve kilisenin ne yolda
yapılacağına dair İşkodra Valisi Abdülaziz Agah Paşa’ya yazılan hüküm
bulunmaktadır. BOA, C.ADL., Nu. 17/1024, 01/M /1272 (13 Eylül 1855).
37
Nuran KOYUNCU

ki artık gayrimüslimlerin hanelerini kiliseye çevirmelerine bile izin


veriliyordu50.Yasağın yumuşamaya başlaması o dönem fetvalarına da yansıdı51.
Daha önce ifade ettiğimiz üzere gayrimüslim vakıfları 16 Şubat 1912
yılında çıkarılan “Eşhas-ı Hükmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarrufu
Hakkında Kanûn-ı Muvakkat”la tüzel kişilik kazandılar. Böylece diğer
vakıflarla birlikte gayrimüslim vakıflarının da taşınmaz edinmelerine imkân
tanınmıştır52. Kanunun geçici fıkrasında ise, Türk hayır kurumları tarafından
şimdiye kadar “namı müstear” ile tasarruf oluna gelen taşınmazların
Kanun’un yayımından başlayarak altı ay içinde başvurmaları halinde,
kurumlar adına tescil edileceği, altı ay içinde tapuya başvurmayan veya davayı
gerektiren bir hal var olmasına rağmen davaya konu yapılmayan yerler
hakkında, bundan sonra kurumlara ait olduğu yolundaki iddiaların
dinlenemeyeceği kabul edilmiştir. Daha sonra yürürlüğe giren geçici
kanunlarla, muvakkat kanunda belirtilen altı aylık süre toplam iki kez, altışar
ay olmak üzere uzatılmıştır53. Dolayısıyla gayrimüslim vakıflarının günümüz
hukukundaki anlamıyla tüzel kişilik kazanmaları ve statülerine uygun olarak
taşınmaz edinmeleri 1912 yılındaki bu muvakkat kanunla gerçekleşmiştir.
1912 tarihli muvakkat kanunda “Osmanlı Cemaat ve Müessesat-ı
Hayriyesi” olarak adlandırılan ve tüzel kişilik tanınan cemaat vakıfları, 2762
sayılı Kanun’la birlikte mülhak vakıf statüsüne alınmışlardır54. 2762 sayılı

50 Rum Kilisesi’ne alınmayan Hotin Ermenileri’nin ayinlerini yapabilmeleri için bir


haneyi kilise haline getirmelerine izin verilmiştir. BOA, HAT, Nu. 1480/70, 29/Z /1215
(13 Mayıs 1801).
51 Bu dönemde klasik dönem İslâm fukasının mâbed inşasıyla ilgili görüşleri
terkedilerek, modern İslâm fukasının görüşleri esas alındı. Fetvalarda fethin sulhen mi
anvaten mi gerçekleştiği bile ele alınmaksızın sultanın izin vermesi durumunda ihtiyaç
gerekçe gösterilerek kilise inşasının mümkün olduğu belirtiliyordu 1831 yılına ait bir
örnekte Padişah’ın izniyle ahalisi zimmîlerden oluşan bir karyede sakin keferelere kilise
inşasının memnu olmayacağına dair devrin şeyhülislâmınca fetva verilmiştir: “Ahalisi
zimmîler olan bir karyede kefereden bir taife izni sultani ile sakin oldukları karyeyi mezburede kilise
ihdas etmek isteseler memnu olurlar mı? Cevap: Olmazlar”; BOA, HAT, Nu. 1006/42212 A,
29/Z/1246 (10 Haziran 1831).
52 Bu muvakkat kanun esasen başlı başına cemaat vakıfları için önemli bir
yeniliktir. Zira İslami esaslara göre vakıflar zaten gayrimenkul edinmeleri
mümkündü. Dernekler ise 1909 Cemiyetler Kanunu ile birlikte bu hakkı
kazanmışlardı. Dolayısıyla kanun daha çok cemaat vakıflarının taşınmaz edinimine
yaramıştır. Hatemi, Medeni Hukuk Tüzel Kişileri, s. 352-353.
53 Şimşek, s. 30-31.

54 1912 tarihli muvakkat kanunda cemaat vakıflarının vakıf olarak değil de

“Müessesat-ı Hayriye” olarak ifade edilmesi oldukça dikkat çekicidir. Kanımızca bu


durum 1912 tarihli kanun-u muvakkat dönemine kadar cemaat vakıfları ile ilgili
hukuki bir nitelendirmenin henüz yapılmadığını göstermektedir; 2762 sayılı Yasa’nın
1. maddesine göre Medeni Kanun’dan önce vücut bulmuş ve Mütevelliligi

38 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Vakıflar Kanunu’nu yürürlükten kaldıran 20.2.2008 günlü, 5737 sayılı


Vakıflar Kanunu ise vakıf türlerini beş kategoride ele almış cemaat vakıflarını
mazbut ve mülhak vakıflar dışında ayrı bir kategoride ele almıştır55. Bu
bilgiler ışığında günümüz hukuku açısından cemaat vakıfları şu şekilde
tanımlanabilir. “1926 yılından önce kurulmuş olan, Türkiye’de yaşayan Türk
vatandaşı gayrimüslim cemaatlere ait olan, cemaat tarafından ve cemaat
arasından seçilen kişi ya da heyetlerce yönetilen, tüzel kişiliği olan ve bu
nedenle de tüzel kişilerin bütün hak ve borçlarına sahip olan ve Vakıflar
Kanunu hükümlerine tabi bulunan vakıflar”dır.
Türkiye açısından azınlık tabiri Lozan barış antlaşması ile ortaya
çıkmış ve yalnızca gayrimüslim azınlıkları kapsamıştır. Lozan’da gayrimüslim
azınlıklara Lozan Antlaşmasının 42. maddesinin üçüncü fıkrasıyla, Türkiye
Cumhuriyeti, gayrimüslim azınlıklara ait vakıf niteliğindeki kilise, havra,
mezarlık, hastane gibi dini ve hayri kurumların Türk Hükümetinin tam bir
koruma garantisi altında olduğunu taahhüt etmiştir56.

B. GAYRİMÜSLİMLERE TANINAN DİN


İMTİYAZLARI
XIV ve XV. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu dağılıp çöktü ancak
mevcut kilise Ortodoks Dünyasının merkezi olarak kalmaya devam etti57.
Bizans topraklarında kurulan Selçuklu ve Osmanlı devletleri, kendi
hâkimiyetleri öncesinde kurulmuş olan kilise ve manastırların haklarını
tanımış, Patrikhâne’nin tâbiiyetinde varlıklarını korumuşlardır. Osmanlı
Devleti’nde gayrimüslimlerle yapılan zimmet antlaşmaları, fetihlerle paralel
olarak ortaya çıkmıştır. Asıl geniş çaplı din imtiyazları ise İstanbul’un
fethinden sonra görülmektedir. Osmanlı Devleti bünyesinde başlangıçta
Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler olmak üzere üç ayrı millet bulunmaktaydı.
18. yüzyıldan itibaren Katolikler ve Protestanlar da millet sistemi içerisindeki
yerlerini aldı. Millet statüsü çerçevesinde ilk ortaya çıkan millet, Ortodoks
Rumlardı ve dolayısıyla ilk özerklik de Rum kilisesine tanındı58. Fatih Sultan

vakfedenlerin ferilerine (soylarına) şart edilmiş, Cemaatlerce idare olunan, Bazı


sanat sahiplerine mahsus vakıflar, mülhak vakıflardır. Çağatay, Mustafa,
“Geçmişten Günümüze Azınlık Vakıflarının Mal Edinmeleri Sorunu”, TBB Dergisi,
2011, 96, s. 111.
55 5737 sayılı Vakıflar Kanunu.

56 Sungurbey, İsmet, Eski Vakıfların Yeni Sorunları, Maltepe Üniversitesi Yayınları,

İstanbul 2001, s. 397.


57 Ostrogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, (Çev: Fikret Işıltan), İkinci Baskı, TTK

Basımevi, Ankara 1986, s. 310.


58 Halil İnalcık 1453’ten önce de metropolit ataması yapıldığını ve bilinen en eski

belgenin 1399’da Antalya metropolitine verilenin olduğunu söylemektedir. İnalcık,


39
Nuran KOYUNCU

Mehmet, Yahudilere de Ortodoks Rumlar gibi benzer bir himaye sistemi


tanıyarak dinî işlerini tam bir serbestlik içinde görebileceklerini bildirdi59.
Benzer gelişmeler Ermeni Milleti (Gregoryen) için de geçerlidir. İstanbul’un
fethi Ermenilerin bir cemaat halinde şekillenmelerine imkân verdi.
Fatih Sultan Mehmet, Ortodoks Rumlardan sonra yüzyıllardır
Galata’da yaşayan Avrupalı Katoliklere de dinî serbestlik tanıdı.
Galatada’ki Cenevizlilerle, Latin Reayası adı altında, “Galata Zimmîleri
Ahidnâmesi” yapıldı.60. Ermenilerin, Katolik Ermeni Cemaati milleti
olarak tanınmaları ise ancak 1830’da gerçekleşti 61.
Fatih Sultan Mehmet, Bosna’yı fethettiği zaman Osmanlı devlet
politikasının gereği olarak bölge halkına dinî serbestlik tanıdı. Lâtin
papazlarına gönderdiği fermandaki:
“Ben ki Sultan Mehmed Hanım. Cümle avâm ve havâssa ma’lûm ola
ki, işbu dârendegân-ı fermân-ı hümâyun Bosna ruhbanlarına mezîd-i
inayetim zuhura gelip buyurdum ki, mezburlara ve kiliselerine kimse mâni’
ve müzâhim olmayıp ihtiyatsız memleketimde duralar. Ve kaçup gidenler
dahi emn ü âmânda olalar. Gelüp bizim hassa memleketimizde havfsiz sakin
olup kiliselerine mütemekkin olalar. Ve yüce hazretimden ve vezirlerimden
ve kullarımdan ve reayalarımdan ve cemî’-i memleketim halkından kimse
mezbûrelere dahl ve ta’arruz edip incitmeyeler, kendülere ve cânlarına ve
mallarına ve kiliselerine ve dahi yabandan hassa memleketimize âdem gelirler
ise yemin-i mugallaza ederim ki yeri, göğü yaratan Perverdigâr hakkıçün ve
Mushaf hakkıçün ve ulu Peygamberimiz hakkıçün ve yüz yirmi dört bin
peygamberler hakkıçün ve kuşandığım kılıç hakkıçün bu yazılanlara hiçbir
ferd muhalefet etmeye. Mâdâm ki bunlar benim emrime mutî ve münkâd
olalar şöyle bilesiz” 62 ifadelerinden bölgede yaşayan gayrimüslim halka can ve

Halil, “The Status Of Grek Patriarch Under the Ottomans”, Turcica, Tome: XXI-XXIII,
1991, s. 415; Kenanoğlu, s. 78.
59 Elöve, Mustafa Emil, “Türkiye’de Din İmtiyazları”, AÜHFD, 1954, s. 315.

60 Uzunçarşılı, İsmail. H., Osmanlı Tarihi, Cilt II. Türk Tarih Kurumu Yayınları,

Ankara 1949, s. 8; Akgündüz, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki


Tahlilleri, Cilt 1, İstanbul 1990, s. 476-479.
61 Benjamin Braude, “Millet Sisteminin İlginç Tarihi”, Osmanlı, Ankara 1999, s. 252-

253; Literatürde 1830 tarihi verilse de Ermeni Katoliklerin bu tarihten daha önce
kurulduğunu gösteren arşiv belgelerine ulaşılmaktadır. BOA, İE.HAT, Nu. 4/405,
29/Z /1170 (14 Eylül 1757); BOA, HAT, Nu. 1333/52025, 29/Z /1230 (02 Aralık 1815).
62Bosna Hersek İle İlgili Arşiv Belgeleri (1516-1919), s. VI, (Başbakanlık Devlet Arşivleri

Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın nu: 7, Ankara 1992).

40 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

mal güvenliği sağlandığı ve din ve vicdan hürriyetlerinin koruma altına


alındığı anlaşılmaktadır63.
Fatih Sultan Mehmet döneminde verilen dinî imtiyazların daha
sonraki Padişahlar döneminde de istikrarlı bir biçimde devam ettirildiği
görülmektedir. Yavuz Sultan Selim zamanında yapılan Dubrovnik
Ahidnâmesi’nin:
“Bundan evvel Dubrovnik küffarı ve beğleri merhûmeyn mağfureyn
dedem Sultan Muhammed Han ve babam Sultan Bâyezid Han Tâbe
serâhümâ-zamanlarında istikamet birle itâ’at gösterdükleri sebepden, şimdiki
halde atabe-i ulyâma mezkûr beğler elçiler gönderüb benden şefkat ve
merhamet ve inayet tevakku edüb yeni âhidname taleb ettikleri ecilden ben
dahi mezid-i merhamet-i Padişahanemden merhamet ve şefkat edüb bu
hükm-i cihân- mutâ-ı vâcib’ül ittibâ’ı verdim ki, min b’ad zıll-i zalîl-i havza-i
devletimde müreffeh’ül hâl olalar”64 hükmü din imtiyazlarının
sürdürüldüğünü doğrulamaktadır.
Osmanlı Gayrimüslim tebaasının sahip olduğu din imtiyazları
mabedlerinin korunmasının yanı sıra inanç hürriyetlerini, dini ayin ve ibadet
hürriyetlerini, eğitim ve öğretim hürriyetlerini de kapsamaktaydı. Fermanlar
yoluyla verilen imtiyazların en azından yukarıdaki örneklere göre hiçbirisi
kilise vakıfları ile ilgili doğrudan bir hüküm içermemektedir. Ancak
gayrimüslimlerin fermanlar yoluyla kiliseleri ile ilgili önceki statülerini aynen
devam ettirebildiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla mevcut
mallarının koruma altına alındığı hükmünün aynı zamanda kiliselerine ait
mallarını da kapsadığı kuşkusuzdur.

C. GAYRİMÜSLİM KİLİSELERİNİN HUKUKİ


STATÜSÜ
İslam hukukunda gayrimüslim mabetlerinin hukuki statüsü üç noktada
ele alınabilir. Kiliselerin dokunulmazlığı, yeni kilise inşa edebilmeleri,
kiliselerin tamiri ve camiye dönüştürülmesi.
Genel olarak mabedlerin dokunulmazlığı hususunun, gerek Kuran’da
gerekse Hz. Peygamberin hadislerinde açıkça vurgulandığı görülmektedir65.

63 Ergin, Osman Türk Tarihinde Evkaf, Belediye ve Patrikhaneler, Ötüken Yayınları,


İstanbul 1937, s. 70.
64 Akgündüz, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, Cilt 3, İstanbul

1991, s. 385.
65 Hac suresi 40 ayet’te : “O kişilerdir onlar ki ancak Rabbimiz Allah'tır dediklerinden

dolayı haksız olarak yurtlarından çıkarıldılar ve eğer Allah, insanların bir kısmını bir
kısmıyle defetmeseydi, içlerinde Allah adının çok anıldığı manastırlar da yıkılırdı,
havralar da, kiliseler de, mescitler de ve Allah, kendisine yardım edene mutlaka
41
Nuran KOYUNCU

İslam fukahası ise kilise ve havraların hukuki durumunu şehirlerin elde ediliş
şekline göre belirlemişler ve bu ayrımı esas alarak tespitte bulunmuşlardır.
1. Barış yoluyla alınan, gayrimüslimler tarafından kurulmuş
şehirlerdeki kiliselerin statüsü: Mevcut mabedlerin dokunulmazlığı vardır.
Yeni mabed inşa edilip edilemeyeceği barış antlaşmasının şartlarına göre
belirlenir. Buna göre anlaşmada haraç ödenmesi karşılığında toprakların
mülk olarak verilmesi düzenlenmişse yeni mabed inşa edebilirler. Rakabe
devlete alıkoyulmuş sadece tasarruf hakkı devredilmişse antlaşma
hükümlerinin yeni mabed inşa etme hakkını içerip içermediğine bakılır66.
2. Savaş yoluyla ele geçirilen şehirlerdeki kiliselerin statüsü: Mevcut
mabedlerin dokunulmazlığı bu durumda da geçerlidir. Dolayısıyla mevcut
kilise ve havralar yıkılmaz veya tahrip edilemez. Ancak bir kısım fukahaya
göre devlet başkanı bu mabedleri kilise ya da havra olarak bırakabileceği gibi
camiye de çevirebilir ya da mesken olarak kullanılmasına karar verebilir.
Fetihten önce yapılmış bir gayrimüslim mabedi yıkıldığında aynı ölçülerde ve
aynı yerde yeniden inşa edilebilir. Buna karşılık fukaha arasında savaşarak
alınan şehirlerde yeni kilise ve havra yapımına izin verilmeyeceği kanaati
hakimdir67.
3. Müslümanlar tarafından kurulan şehirlerde: Kilise ve havra
yapılmasına İslam hukukçularının ittifakıyla izin verilmez. Hicaz bölgesinde
gayrimüslim mabedlerinin yapılamayacağı icma ile sabittir68.
Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde gayrimüslim mâbedlerinin
hukuki statüsü, İslâm hukuku hükümlerine uygun olarak belirlenmiştir.
Mâbedler, gayrimüslimlerin din ve vicdan hürriyetleri çerçevesinde koruma
altına alınmış, gerektiğinde tamir izni verilmiştir. Fetihten önce mevcut
olan ve küçük bir kalıntısı bile kalmış olsa yeniden (müceddeden) inşa
edilmelerine müsaade edilmiştir. Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla tamir
konusunda önemli rol oynaması beklenen kilise vakıfları aksine hiç bahse

yardım eder; şüphe yok ki Allah, kuvvetlidir, üstündür” buyrularak mescitler gibi
manastırlar, kiliseler ve havraların da dokunulmaz olduğu vurgulanmıştır;
Örneğin Hz. Peygamber'in Necran Hıristiyanlarıyla yaptığı zimmet anlaşmasında
onların mabedlerinin Allah'ın ve Resulünün zimmeti ve koruması altında olduğu
açıkça ifade edilmiştir.
66 Akman, Mehmet, Kilise ve Havraların İslâm-Osmanlı Hukuk Tarihindeki Yeri”,

İLAM Araştırma Dergisi Cilt I, Sayı 2 (Temmuz-Aralık 1996), s. 134.


67 Akman, Kilise ve Havra, s. 134.

68 Akman, Mehmet, “Kilise”, TDVİA, Cilt 26, s. 17.

42 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

bile konu olmamış onun yerine merkeze yapılan talep ve yazışmalarda


doğrudan kilise hiyerarşisi esas alınmıştır69.
Osmanlı Devleti, anvaten fethettiği topraklarda bile hakkı olmasına
rağmen mâbedleri yıkmamış, eski halleriyle kullanmalarına müsaade
etmiştir. Zira isteseler mâbedleri cami haline dönüştürme hakları
bulunmaktadır. Nitekim fethin sembolü olarak yörenin en önemli mabedi
camiye çevrilerek kilise camiler oluşturulmuştur. Bu durumda fetihten önce
kiliseye ait olan vakıflar da cami veya İslami vakıflara dönüştürülmüştür70.
Klasik dönemde en temel kısıtlama ise fetihten önce mevcut değilse yeni bir
kilise inşa edilmesine müsaade edilmemesidir. Ancak Devletin son
dönemlerinde bu kısıtlamanın da kaldırıldığı görülmektedir71.
Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında yaşayan gayrimüslimlerin,
kendilerine mahsus kilise, manastır, havra ve diğer ibadet yerleri ile
mezarlıkları ve vakıf arazileri bulunuyordu. Statüleri fermanlarla belirlenen
ibadet yerlerine bütünüyle dokunulmazlık tanınmış, iç teşkilatı ve idaresi de
cemaatlerin yönetimine bırakılmıştır72. Osmanlı hoşgörüsünün en güzel
yansımalarını gayrimüslim mâbedlerine ilişkin uygulamalarında görebilmek
mümkündür.
D. KİLİSE ARAZİLERİ VE BİNA MÜLKİYETLERİ
İslam hukukunda arazilerin hukuki statüsü fetih şekline göre değişir.
Fethedilen araziler ganimet sayılarak beşte biri rakabesi devlete ait olmak
üzere ayrıldıktan sonra geri kalanı muharipler ve Müslümanlara tevzi ve
temlik olunurdu. Fethedilen topraklardaki gayrimüslim ahali kendi rızaları
ile Müslüman olmuşlarsa, arazileri mülk olarak ellerinde bırakılır ve bunlara
“öşürlü arazi” denilirdi. Sulh yoluyla alınan memleket arazisi sulh şartlarına
uygun olarak gayrimüslim ahaliye mülk olarak bırakılabileceği gibi, yerli halk
göç etmişse bunların yerine getirilen Müslümanlara da tevzi ve temlik
olunabilirdi. Bu nevi araziye de “haraci arazi” denilirdi. Bununla birlikte
arazinin muharipler ve Müslümanlar arasında bölünmesi mecburi değildir.

69 Geniş bilgi için bkz. Koyuncu, Nuran, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin


Din ve Vicdan Hürriyetleri Bağlamında Mabedlerinin Hukuki Statüsü, Ankara
2014.
70 BOA, A.DVNSMHM.d., Nu: 31/468, H-14/06/985 (29 Ağustos 1577)

71 Koyuncu, s. 133 vd.

72Şahin M. Süreyya, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Ötüken Yay, İstanbul 1996, s. 70

vd; Ercan, Yavuz, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Giyim, Mesken ve


Davranış Hukuku”, OTAM, Sayı 1, Haziran 1990, s. 124; Bozkurt, Gülnihal, Alman
ve İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmeler Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı
Vatandaşlarının Hukuki Durumu (1839-1914), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1996, s.
21.
43
Nuran KOYUNCU

Devletin menfaati gerektirdiği zaman fethedilen devlet arazisi rakabesi


beytülmale ait olarak alıkonur. Bu araziye “arazi-i memleket” veya “arazi-i
beytülmal” denilirdi. Öşri veya haraci arazi sahiplerinin sahipsiz vefatı
durumunda bunlar da beytülmale kalır ve arazi-i memleket olarak kabul
edilirlerdi73.
Osmanlı uygulamasında savaşılarak elde edilen toprakların yerli halka
özel mülk olarak bırakılması mümkün olmakla birlikte genellikle tercih
edilen usulün mülkiyetinin beytülmale alıkonularak tasarruf hakkının
devredilmesi olduğu görülmektedir. Bu durumda savaş yoluyla alınan
yerlerdeki gayrimüslim mabedlerinin birçoğunun mülkiyeti İslam devletine
aittir; kullanma hakkı ise gayrimüslimlere bırakılmıştır74.
Klasik dönemde mevcut mabedlerin bulunduğu arazilerin büyük bir
çoğunluğunun fetih yoluyla ele geçirildiği ve miri arazi statüsü taşıdığı da bir
gerçektir. Buna göre bu arazilerdeki mevcut binalar (mabedler) sonradan
oluşturulmadığı için özel mülkiyete konu olamayacaktır. Gayrimüslimlerin
mabedler üzerindeki kullanım hakkı, vakıflarda olduğu gibi müessesat-ı
hayriye türünden bir ortak yararlanma şeklindedir. Dolayısıyla mabedlerin
kullanım hakkı verilmiş olsa da mülkiyetlerinin devri söz konusu değildir75.
Klasik dönemde verilen din imtiyazlarına ait belgelerde din ve vicdan
hürriyetinden bahsedilmekte, eskisi gibi kilise ve havraların kullanım
hakkının devam edeceği söylenmekte ise de mülkiyetin devredildiğine dair
bir ifadeye yer verilmemektedir. Kullanımın devam ettirilmesindeki niyet,
mülkiyet devri olsaydı bu husus açıkça belirtilir ya da ima edilirdi. Aksine
arşiv belgelerinde mülk devrinin söz konusu olmadığını doğrulayan ifadeler
bulunmaktadır76.

73 Ülgenalp, Nuri, “Evvelki Hukukumuzda Gayrimenkule Tasarruf Belgeleri”,


Adalet Dergisi, Sayı 3, Mart 1949, s. 374.
74 İbn Kayyim el-Cevziyye buna delil olarak kilise ve havralar gayrimüslimlerin

mülkiyetinde olsaydı buralarda izinsiz olarak namaz kılmanın caiz olmayacağını,


izin ve rızası olmadan başkasının mülkünde namaz kılmanın gasbedilmiş bir
mekânda namaz kılmak demek olduğunu ve bunun da haram bulunduğunu oysa
sahabenin kilise ve havralarda namaz kıldıklarının sabit olduğunu ifade etmiştir.
Akman, Kilise ve Havra, s. 135.
75 “Kudüs-ı Şerif’teki ziyaretgâhların Padişahın mülkü olduğu, hiçbir cemaate vakf

ve temlik olunmadığı, yalnız cemaatlerin ziyaret ve ayinlerine ruhsat verildiğine dair


Kudüs-ı şerif kadısına yazılan emr-i âlî”, s. 55, Evâhir Rabî’ü’l- âhir 1123; Satış, İhsan,
“8 Numaralı (Kamame) Kilse Defter’nin Tanıtımı ve Fihristi”, Uluslararası Sosyal
Araştırmalar Dergisi, Cilt 5, Sayı 21, Bahar 2012, s. 311.
76 “1839’da Latinler, kabr-i İsa’da Ermenilerin ayin yapmalarına müdahale edince,

Osmanlı Devleti kabr-i İsa’nın her Hıristiyan grubun ellerindeki fermanlar gereğince
ziyaret hakkı olduğunu, hiç kimsenin mülkü olmadığını bir kez daha cemaatlere

44 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Klasik dönemde yeni mabed inşasına izin verilmemiştir. Dolayısıyla


Osmanlı yönetimi mevcut mabedlerin varlığını korumakla birlikte yenilerine
müsaade etmeyerek gayrimüslimlere bu alanda bir sınırlama getirmiştir.
Ayrıca gayrimüslimlerin mabedlerinin tamirinin çok sıkı şartlara bağlandığı
görülmektedir. Eğer mabedlerin mülkiyet hakkı devredilmiş olsaydı özel
mülkiyete konu olan bir taşınmazın tamirinde sıkı preodürlerin ve birçok
sınırlamanın yapılmasının mantıklı bir gerekçesi olmayacaktı. Zira mülkiyet
mutlak bir haktır ve sahibine geniş tasarruf imkânları sunar. Hâlbuki
Osmanlı Devleti’nde mabedlerin tamiri adeta devletin kendine ait bir
mülküne yapılmış bir fiil olduğu izlenimini vermektedir. Bu husus da
mevcut mabedlerin mülkiyetinin değil yalnızca kullanım hakkının verildiği
tezini doğrulamaktadır. Diğer taraftan gözden uzak tutulmaması gereken
önemli bir nokta da Osmanlı hukuk sisteminde cemaati kalmayan
mabedlerin camiye dönüştürülebilmesi veya başka bir alanda kullanıma tahsis
edilmesinin mümkün olmasıdır77. Bu husus da mülkiyetin gerçek sahibinin
devlet olduğunu göstermektedir.
Bu bilgiler kilise vakıfları açısından da oldukça önemlidir. Zira bir
şeyin vakfedilmesi için her şeyden önce özel mülkiyete konu olması gerektiği
aşikardır. Miri arazinin vakfedilmesinin mümkün olmayacağı tartışmadan
varestedir78. Dolayısıyla en azından klasik dönemdeki esaslar kilise ve
bulunduğu arazinin kilise vakfı olarak nitelendirilmesine imkan
vermemektedir. Elbette bunun istisnalarının var olabileceğini, genel katı bir
uygulamanın var olduğunu kesin bir dille söylenemeyeceğini daha önce
verilen bilgilerle izah etmeye çalışmıştık.
Klasik dönemde bu şekliyle yorum bulan kurallar Osmanlı Devleti’nin
son dönemlerine doğru oldukça değişmiş, kiliseler ve mülkiyetleri konusunda
farklı yorumlara açık kapı bırakabilmiştir. Bu değişimin en önemli ayağı yeni
mabed inşasına izin verilmeye başlanmasıdır. Önemle vurgulanmalıdır ki
Tanzimat sonrasında yeni mabed inşasına izin verilmesiyle birlikte de
kilisenin inşa edileceği yer, Müslümanlara yakınlığı gibi hususlardaki

bildirerek tartışmayı gidermiştir”, BOA, HH, 772/36206; 29 Z 1254. (Kılıç-Satış, s.


235’dan naklen)
77 Örnekler için bkz. Koyuncu, Nuran, s. 91 vd.

78 Gayrisahih vakıf veya irsad kabilinden vakıflarda özel bir durum söz konusudur.

“Gayrisahih vakıf miri arazinin kuru mülkiyeti devlette kalmak üzere tasarruf
hakkının veya vergi gelirlerinin ya da her ikisinin birden esasen devletin yerine
getirmesi gereken kamu hizmetlerini görmek için kurulmuş olan bir vakfa tahsis
edilmesidir. Dolayısıyla adından anlaşılacağı gibi özel mülkiyet ile yapılan sahih
vakıflardan ayırt etmek için gayrisahih adı verilmiş, ancak bu adlandırma,
gayrisahih vakıfların geçersizliğini değil miri araziden bir tahsisin yapıldığını
vurgulamak içindir. Cin-Akyılmaz, s. 350; Aydın, Hukuk Tarihi, s. 252.
45
Nuran KOYUNCU

sınırlamalar eskiden olduğu gibi uygulanmaya devam edilmiştir. Bunlara


ilaveten artık yeni bir inşa söz konusu olduğu için arazinin vakıf veya mülk
olup olmadığının incelenmesi gündeme gelmiştir. Zira vakıf arazilere kilise
inşası tercih edilmezdi79. Bu nedenle 1857 yılında Halep Eyaleti’ne bağlı olan
Kilis Kazası’ndaki Protestanlar için inşa edilecek kilisenin yerinin titizlikle
incelendiği, söz konusu yerin mülk olup olmadığının tespitinin yapıldığı
görülmektedir80. Aynı şekilde 1857 yılında da Rum Milleti için kiliseye tahvil
edilecek binanın mülk mü vakıf mı olduğu ve Müslümanların bu tahvilden
bir şikâyetlerinin olup olmadığı etraflıca incelenerek durumun merkeze
aktarıldığı görülmektedir 81. Yine 1902 tarihli bir fermanla “Kasabanın aşağı
mahallesinde Rum cemaatına ait bir arsa üzerine müceddeten bir bab kilise
inşaasına ruhsat itası hakkında Rum Patrikliği'nden vuku bulan istida üzerine
inşaasında mahzur olmadığı” bildirilmiştir82.
Eğer gayrimüslimlere boş olan miri araziden arsa tahsisi yapılacaksa
bunun normal şartlarda o araziden alınacak öşrün on misli oranında
mukataa-i zemin karşılığında yapıldığı anlaşılmaktadır83.
Verilen bilgiler ışığında klasik dönemin kilise ve arazileri konusunda
herhangi bir ayrıcalık, mülkiyet devri vs. söz konusu değilken Tanzimat
sürecinde yeni kilise inşalarına izin verilmesiyle kilisenin inşa edileceği
arazinin mülk mü, vakıf mı yoksa miri mi olduğu hususu önem arz etmiştir.
Bu konudaki tartışmaların her somut olayda ilgili arşiv belgelerinin
incelenmesiyle kolaylıkla çözülebileceği kanaatindeyiz.
E. KİLİSE GELİRLERİ
Mabetlerin varlığını devam ettirebilmesi için zaman zaman kaynak
sıkıntıları çektikleri görülmektedir. Kiliselerin finans kaynakları gayrimüslim
tebaanın kiliseleri lehine yaptıkları bağışlamalar, çeşitli yollarla toplanan
ödemelerdir. Kilise masraflarının büyük bir çoğunluğu ise kuruluş amaçları
da bu olan kilise vakıfları yoluyla sağlanmıştır.

79 BOA, A.MKT.MHM, Nu. 22/99, H-06/09/1266 (16 Temmuz 1850); BOA,


A.MKT.UM, Nu. 451/85, H-17/07/1277 (29 Ocak 1861); BOA, A.MKT.UM, Nu. 496/7,
H-25/02/1278 (1 Eylül 1861); BOA, BEO, Nu. 405/30307, H-11/1311 (Haziran 1894).
80 İnşa edilecek kilisenin civarındaki ehl-i İslâm için bir sakınca oluşturup

oluşturmadığı Meclis-i marifet ile tahkik edilmiştir. BOA, HR.MKT, Nu. 196/45,
08/Za/1273 (30 Haziran 1857).
81 “Yapuzhane (kiliseye çevrilecek bina) eski mahaldir ve bir vakıf dâhilinde midir

mülk müdür ve kilise inşasında ehl-i İslâm’ın bir güne mazereti var mıdır?” Buna
şer’îyen bil etraf tahkik ve keyfiyetin zabta geçirilmesi emredilmiştir. BOA,
HR.MKT, Nu. 190/14, 24/N /1273 (18 Mayıs 1857).
82 BOA; 4 Numaralı Kilise Defteri, s. 28, 9 Cemaziyelalhir 1318/1902.

83 Kenanoğlu, s. 298.

46 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Gayrimüslim cemaatlerin Osmanlı Devleti döneminde günümüz


anlamında tanınmış tüzel kişilikleri bulunmuyordu. Bu nedenle kilise
masrafları ya bireysel bağışlar ya da kilise vakıfları yoluyla karşılanıyordu.
Kilise vakıfları kilisenin tamiri ya da yeniden inşasında, camilerin inşası veya
tamirinde Müslim vakıfları gibi ön plana çıkamasalar da özellikle kilisenin
giderlerinin karşılanması noktasında önemli rol oynadıkları görülmektedir84.
Bizans döneminde de kilise ve manastırların başlıca gelirlerini toprak
işlemek, her tabakadan gelen çeşitli bağışlar veya vasiyet-nâme yoluyla
bırakılan miraslar oluşturuyordu. Bu şekilde varlıklarını sürdüren kilise ve
manastırların gücü giderek arttı. Öyle ki İmparator Nikephoros Phokas
(963- 969), kilise ve manastır arazisi müesseselerinin büyümesini önlemek
için manastırlara, kilise müesseselerine ve ruhânî şahıslara arazi tahsisini,
gereksiz yeni manastır ve kilise müesseselerinin kurulmasını yasaklayan
hususî bir kanun çıkardı. Kanun, dindar kişilerin harap olan vakıflara ve eski
tesislere nakit bağışında bulunmalarını öğütlüyordu. Bu kanunun ömrü uzun
olmadı kısa bir süre sonra ilga edildi85.
Bizans döneminde kilise ve manastırlar, vakfa benzer hukukî bir
şahsiyet olarak nitelenmekteydi ve gayeleri daha ziyade kiliseye nakdi
yardımlar toplayabilmekti. Bu anlayışın devamı olarak Türkiye
Selçuklularındaki kilise ve manastır vakıflarını, kiliseye gelir getiren bir kira
sistemi üzerine oturduğu ve vakfiyelerde görülen "kilise vakfı, manastır vakfı"
gibi kavramların daha ziyade kiralanan arazileri belirlediği ifade edilmektedir.
Türkiye Selçuklularında iki ayrı dinin getirdiği vakıf biçimi aynı coğrafi
yapıda yan yana yer almış, fakat Türkler zamanla kendi vakıf anlayışlarını
şehirlere hakim hale getirmişlerdir86. Sahip Ata vakfiyesine göre Sivas'ta
1280 tarihinde otuz sekiz vakıftan sadece iki tanesi kilise vakfıdır87.
Fetihle birlikte daha önce arazi işletenler arazilerini, vakfı olanlar
vakıflarını işletmeye, bağış toplayanlar da bağışlarını toplamaya devam
etmişlerdir88. Tıpkı Doğu Roma devrinde olduğu kilise gelirlerinin başında
tabak dolaştırma, yardım kutuları, mum satma, kilise seremonilerinden
alınan ücretler, iradi bağışlar geliyordu. Ayrıca manastırlar kendi
bölgelerindeki köylerden “ptoogh” adını taşıyan görünüşte iradi ancak

84 BOA, DH.MKT, Nu. 758/53, H-29/03/1321.


85 Alkan, Mustafa, “Azınlık Vakıfları (Tarihî Arkaplanı, Hukukî Yapısı Ve İç
Analizi)” Akademik Bakış, Cilt 2, Sayı 4 Yaz 200, s. 96.
86 Demir, Mustafa, “Türkiye Selçuklu Vakıfları”, Türkler, Cilt 7, Yeni Türkiye

Yayınları, Ankara 2002, s. 275.


87 Bayram, Sadi – Karabacak, Ahmet. H., "Sahip Ata'nın Konya İmaret ve Sivas

Gökmedrese Vakfiyeleri", Vakıflar Dergisi, Sayı 13, Ankara 1981, s. 36.


88 Alkan, s. 96.

47
Nuran KOYUNCU

önceden belirli olmasıyla iradi olmadığı izlenimini veren toprak ürünleri


almaktaydılar. Kilise gelirlerinin önemli bir kısmını ise miri namıyla senelik
olarak patrikhaneye ait muayyenatlar oluşturmaktaydı89.
Diğer taraftan kiliseler bazı durumlarda vergi muafiyetinden
faydalanmışlardır. Öyle ki kiliseye vakfedilen topraklardan elde edilen
üründen kilise fakirlerine yardım edildiği gerekçesiyle vergi alınmaması
yolunda isteklerde bulundukları ve bu taleplerinin eski uygulamanın devamı
olarak kabul edilmesi emirlerinin verildiği arşiv belgelerine yansımıştır90.
Anlaşılacağı üzere kilise vakıfları eski uygulamaların devamı zımmında
vergiden bile muaf olabilmekteydi.
Manastır ve kiliselerin bu gelir kalemlerinin yeterli gelmediği ve
zaman zaman devlete borçlanmak durumunda kaldıkları ve borçlarının
taksitlendirilmesi için başvurularda bulundukları görülmektedir. Hükümetin
merkeze gelen bu talepleri dikkate aldığı ve çeşitli kolaylıklar sağladığı
anlaşılmaktadır91. Diğer taraftan merkezi yönetim, gayrimüslimlerin dini
kurumlarının tamirinde, Tanzimat’la birlikte inşasında zaman zaman finansal
destek sağladığı örneklere rastlanılmaktadır92.

II. KİLİSE VAKIFLARININ HUKUKİ STATÜSÜ


Osmanlı Devleti’nin hukuk sistemi temelde İslam hukukuna
dayanmakla birlikte örfi hukuk denilen padişahın iradesine dayanan hukuku
da içeren kendine has bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde
kilise vakıflarıyla ilgili hukuki esaslar İslam hukuku hükümleri yanında
Osmanlı padişahlarının örfi düzenlemeleriyle de şekillenmiştir. Yukarıda
gayrimüslim vakıflarına ilişkin verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere kilise
vakıflarının varlığı, meşruiyeti hem İslami esaslardan beslemek adına
şeyhülislam fetvalarına hem de örfi hukuk bağlamında padişah fermanlarına
dayandırılmıştır93.
Acaba kilise vakıflarının hukuki statüsü nedir ve ne tür bir vakıftır. Bu
soruları öncelikle daha önce de kısmen üzerinde durduğumuz kilise
vakıflarının nasıl ortaya çıktığı hususunu irdeleyerek cevaplandırmaya
çalışalım:
Birinci yol; vasiyet yoluyla bir gayrimüslimin malvarlığını kilise lehine
vakfetmesidir. Akgündüz’e göre, “bir Hıristiyan sahip olduğu mülkiyetini

89 Muayyenat “Hükümetçe bağlanmış erzak ve benzerleri” anlamına gelmektedir.


Naima Tarihi, Cilt I, s. 513.
90 Kenanoğlu, s. 196.

91 Kenanoğlu, s. 201.

92BOA, Y.A.HUS, Nu. 322/52, 24/N /1312 (21 Mart 1895).

93 BOA, A.DVNSMHM.d., Nu. 7/2133, H-30/03/976.

48 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

kamu yararı ve İslam’a göre Allah rızasını kazanmak için addedilen diğer
amaçlar için bırakabileceği gibi kiliselere ya da manastırlara da miras
bırakabilir”. Bu vakıfların hukuken tescil edilebilmesi için aranan temel şart,
“vakfın gelirlerinin kilise (veya manastır) fukarasına” harcanmasıdır. Zira
İslâm hukuku, ma‘siyet olmamak şartıyla gayrimüslimlerin vakıf kurmalarına
izin vermiştir. Kural açıktır: “bir gayrimüslim kendi malını kilise veya
manastırın giderlerine vasiyet yoluyla vakfedebilir ancak kilise veya manastır
adına tescil ettiremez”. Ancak her zaman vâkıfın vârislerinden birinin
mahkemeye müracaat ederek vakfı iptal edebilmesi ihtimali bulunur94.
Burada bir gayrimüslimin kilise veya manastıra bağışta bulunması,
kilise fukarası lehine vasiyette bulunması söz konusudur. Bu durumun İslam
hukukuna aykırı bir yönü bulunmamaktadır. Zira her birey şahsi mülkünü
mülkiyet hakkının ona tanıdığı tüm ayrıcalıklar kapsamında dilediğince
kullanabilir. Zira belgelerde manastırlara vakfedilen emlakın çoğunlukla
“(…) vasiyet-i sahiha ile vasiyet ” edildiği yazılmaktadır95. Hukuki açıdan tek
problem tüzel kişiliği olmayan kilise veya manastır adına tescilin
yapılamamasıdır. Bu sakıncayı gidermek için en uygun yöntem ise ifade
ettiğimiz üzere nam-ı mevhum veya müstearlardır.
Girit manastır vakıflarını konu edinen çalışmasında Adıyeke, “vakıf”
kelimesinin açıkça dile getirildiği az sayıda örnek olduğunu, manastır gibi
dini bir kuruma mülk devrinde vakıf teriminden imtina edilip “vasiyet”
tabirinin kullanılmasına dayanarak Osmanlı yönetiminin bu dönemde
gayrimüslim vakıflarının tüzel kişilikleri ile ilgili hukuksal zemini henüz
oluşturamadığını veya özellikle oluşturmadığını düşündürdüğünü ifade
etmektedir. Fakat az sayıdaki kayıtta vakıf tabirinin açıklıkla kullanıldığını,
örneğin Şubat 1698 tarihli bir davadan vâkıfın bu vasiyet işlemini “ hul-i
hayatında ve kemal-i akl-ı sıhhatinde iken (…) vakf-ı sahih ile vakf ve teslim
” ettiğinin yazılı olduğunu aktarmaktadır96.
Kilise vakıflarının önemli bir bölümü bu şekilde vasiyet edilen özel
mülklerden oluşmuştur. Vakıf yerine vasiyet ifadesinin tercihinde kanımızca
Osmanlı yönetiminin kilise vakıflarını hukuki bir zemine oturtmada yaşadığı
sıkıntılar etkili olsa da esasında bu tercihte gayrimüslimlerin kendilerinin de
önemli rol oynamış olabileceğini ifade etmek gerekir. Zira vakfedilen malın
bir nevi kamu malı niteliği kazanması nedeniyle artık özel hak iddiasına konu

94 Akgündüz, Vakıf, s. 238- 241; Vasiyette İslami kurallara göre varislerin, murisin
malvarlığında yaptığı vasiyetin üçte birlik kısmına itirazları söz konusu
olamayacaktır.
95 Adıyeke, Nuri “XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Resmo (Girit) Manastır Vakıfları”,

Belleten, Cilt LXXIX, Sayı 285, Yıl 2015, s. 561.


96 Adıyeke, s. 565-566.

49
Nuran KOYUNCU

olamaması, vasiyet edilen malın ise özel mülk olarak kalmaya devam etmesi
önem arz eder. Elbette bunun önemi mirasçıların hak talebini garanti etmek
değildir. Gerçek sebebin devletin mülk devrinin hukuka aykırı olduğunu ileri
sürerek el koymasını engellemek ve böylelikle ellerinde bir argümana sahip
olmak isteği olduğu tahmin edilebilir.
Kilise vakıflarının oluşumundaki ikinci yol kadim uygulamanın devam
ettirilmesidir. Fetihle birlikte daha önce arazi işletenler arazilerini, vakfı
olanlar vakıflarını işletmeye, bağış toplayanlar da bağışlarını toplamaya
devam ettikleri özellikle Ermenilerin kilise ve manastırlara vakfettikleri
köylere dair vakfiyelerin tamamıyla İslâm hukukuna uygun gerçekleştiği
hatta Müslim ve gayrimüslim vakıflarının büyük ölçüde aynı uygulamaya tâbi
olduğu yönünde yaygın bir görüş bulunmaktadır97. Dolayısıyla kilise
vakıflarının önemli bir kısmı bu şekilde eski vakıf uygulamalarının devam
ettirilmesidir.
Kilise vakıfları konusunda en çok mesai harcayan ve çeşitli çözümler
üretmeye çalışan kişi Ebussuud olmuştur. Düzdağ Ebussuud’un gayr-i
müslimlerin vakfiyeleri ilgili fetvasını şöyle aktarmıştır: “Kiliseye vakıf
bâtıldır. Amma sâkinlerine vakf edip anlardan sonra sâir fukarâya şart etmek
şer’îdir98”. Yine bu anlayış doğrultusunda kefere taifesinin kiliselerine arazi,
ağaç, bağ, bahçe gibi şeyleri vakfetmeleri de bâtıl kabul edilmiştir99. Buna
karşılık kiliselerin günlük bakımı teftişi, aydınlatılması, orada konaklayan
veya barınanlara harcanmak üzere yapılan vakıf veya vasiyet çoğunluk
tarafından geçerli kabul edilmiştir100.
Kilise vakıfları konusunda önemli bilgiler sunan Kermeli, Ebussuud’un
konu ile ilgili fetvalarına dayanarak, görüşlerine şu şekilde temas etmiştir.
Ebussuud’un temel kaygısının, toprak ve gelirlerinin azalması olduğunu, bu
gaye çerçevesinde Osmanlı miri toprağını İslam hukukundaki rakabesi
devlete, tasarruf hakkı kullanana ait olan “arazi-i memleket” olarak
tanımladığını ifade etmiştir101.
Bu yoruma göre toprak ve reaya Padişaha aittir102. Dolayısıyla rahipler
sadece ödünç olarak yararlanma hakkına sahip oldukları toprağı
vakfedemezler ve vakfederlerse bu tür manastır vakıflarını müsadere etmek

97 Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, II, Nakışlar Yayınevi, 5.
Baskı, s. 488-495.
98 Düzdağ, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, s. 106.

99 Düzenli, Pehlül, Osmanlı Hukukçusu Ebussuud Efendi ve Fetvaları, (Basılmamış

Doktora Tezi), Konya 2007, s. 313.


100 Akman, Kilise, s. 17.

101 Kermeli, s. 173.

102 Barkan, Ömer Lütfi, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul 1980, s. 684.

50 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

hukuken caizdir103. Ebussusud buradaki görüşü vakıflarla ilgili İslami


esasların teyididir. Zira sadece özel mülkiyet vakfa konu olabilir. Rahipler
kendi mülkleri olmadığı için, miri toprağı vakfa çeviremezler. Yalnızca
yararlanma haklarını tapu bedeli ödemek suretiyle koruyabilirler. Eğer özel
mülkler, keşişler, fakirler, köprüler veya çeşmeler için vakfa dönüştürülmüşse
bu bağışlar geçerli ve meşrudur. Zira kilise vakıfları ile ilgili belgelerde vakıf
ifadesinin açıkça yazılı olduğu durumlarda vakıf keyfiyetinin manastır veya
kilise fukarasına vakfedildiği anlaşılmaktadır104.
Ebussuud Efendi aynı zamanda fetva katiplerine “kilise için vakıf”
ifadesinin kullanılmaması hususunda özel bir talimat verdi. Onun yerine
“kilise fakirleri” için vakıf yazmalıydılar105. Kiliseler için yapılan bütün
vakıflar ise müsadere edilmeliydi. Eğer kadılar, vakfiyeler temin etmişlerse,
bunlar tamamıyla geçersizdir. Mülklerin kaderi, vakfın kurucularının veya
mirasçılarının yaşayıp yaşamadığına bağlıdır. Eğer kurucular veya varisleri
hayattaysa, mülkleri geri alabilirler ve vergi mükellefiyetlerini yerine
getirebilirler, hayatta değillerse bütün mülkler Hazineye aktarılmak üzere
müsadere edilecektir. Her iki ihtimalde de müsadere gerekçeleri açıktır.
Birincisinde Osmanlı arazisi çoğunlukla kırsal topraktan oluşuyorlardı ki
Ebussuud’a göre bunlar miri arazidir ve vakfedilemez ikincisinde ise kiliseler
ve manastırların faydası için kurulmuş vakıflar söz konusudur bunlar da
açıkça hukuka aykırıdır106.
Burada önemli bir soru akla gelmektedir. Ebussuud’un bu tavrındaki
temel amaç neydi? Cevap aslında düşünüldüğü kadar karışık değildir. Her
şeyden önce hedefin kilise veya manastırları yok etmek olmadığını belirtelim.
Zira bu, yüzyıllardır hoşgörü tablosu çizen Osmanlı geleneğine ters olacaktır.
Tüm çabanın aslında, mevcut durumu yani gayrimüslimlerin sahip olduğu
şeylerin hukuki statüsünü Osmanlı ve Hanefi hukukuna uygun hale getirmek
için olduğunu söylemek daha kabul edilebilir görünmektedir. Bunun için
atılan ilk adım, mallara el konulması, ardından kişisel mülkiyete konu
olabilenlerin keşişlere geri satılması oldu. Keşişler kişisel malları geri aldıktan

103 Barkan’ın verdiği bir mülkname örneğinde padişahın istediği zaman bazı vakıfları
nasıl nesih ve ilga edilebileceğine işaret edilmektedir. Üstelik ilga edilen vakfın
yukarıda ifade edilen müsaderesi caiz türden olmadığı normal bir vakfın bile
padişah isterse nasıl el konulabileceği dikkatlere sunulmaktadır. Barkan, s. 264.
104 Adıyeke, s. 566.

105 Colin bu hususta önemli bir şeye dikkat çekmektedir. Kilise ve manastırların

yararına hiçbir vakıf olmasa böyle bir derce gerek kalmazdı. Kanımızca da Kilise
vakıfları önemli bir sorun teşkil etmekteydi ve böyle bir özel talimat yazdırma gereği
duyuldu. Imber, Colin, Şeriattan Kanuna Ebussuud ve Osmanlı’da İslami Hukuk,
(çev. Mürteza Bedir), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2004, s. 171.
106 Kermeli, s. 167 vd.

51
Nuran KOYUNCU

sonra bu sefer kilise veya manastır için değil, yolcu ve fakirler için bireysel
vakıflara dönüştürdüler. Toprağın kendisi ise miri kalmaya devam etti107.
Amaçları İslam’a uygun olmadığı için kurbet şartını taşımayan kilise
vakıfları hayrî vakıf kategorisine giremez108. Ebussud’a göre kilise vakıfları bu
nedenle sadece, vakıftan faydalanan fukaranın ve seyyahların yanında,
varisçilerinin manastırda yaşayan rahiplerin oluşturduğu aile vakıfları olarak
oluşturulabilirlerdi. Ancak dini vakıfların, aile vakıfları olarak tanımlanması
bazı sorunları beraberinde getirir. Zira Hanefi miras hukukuna göre hareket
eder ve şeri hükümlere göre mirasçı zümresi oldukça geniştir. Manastır
rahiplerini bir aile olarak düşünür. Aynı zamanda bu, manastır topluluğunun
kolektif karakterini kabul etmek anlamına gelecektir109. Bulduğu çözüm şu
şekildedir:

107 Bazı hıristiyan tebaa manastırda keşiştir. Vilayetin sicil memuru mülkiyetlerinde
olan hayvanları, üzüm bağlarını, meyve bahçeleri ve değirmenleri onlardan alır ve
tekrar onlara satar. Sözü edilen malı fakirler ve yolcular için vakfa dönüştürürlerse,
dışarıdan birisi sözü edilen vakfa karışabilir mi?
Cevap: eğer onlardan vakfa dönüştürdükleri şeyler hayvanlar, üzüm bağları,
değirmen ve dükkanlar ise ve bunlar o manastır için değil de fakir ve yolcular için
vakıf yaptılarsa kimse müdahale edemez. Mezralar ve sürülebilen topraklar asla
vakfa dönüştürülemez, ama onlar bunları hazinden giriş ücreti ödeyerek alabilirler
ve tapu sicilinde şöyle bir madde girilmişse kimse karışamaz: “Keşişler toprağı
ellerinde bulundursunlar ve diğer tebaa gibi tüm gereken ödemeleri yaptıktan sonra
kimse müdahale etmesin. Keşişler öldüğünde onların yerlerini alanlar bunları
ellerinde bulundursun. Ancak mezraların vakıf olarak kaydedilmemiş olması
şartıyla”. Imber, s. 172.
108 Kermeli, s. 167.

109 “Bir manastırdaki keşişlerin maliyeden satın aldıkları üzüm bağlarını, evleri ve

toprakları kendilerinden sonra aynı manastırda yaşayacak olan keşişlere vasiyet


etmeleri caiz midir?
Cevap: hiçbir mirasçı bulunmazsa ve toprak hariç mallarının tamamını manastırda
yaşayan keşişlere vasiyet ediyorlarsa ve yine keşişler, fakir olsun zengin olsun, iyi
tanımlanmış biri grupla sınırlı iseler vasiyetleri geçerlidir. Maliyeden kimse
karışamaz. Ancak eğer sayılmayacak kadar fazla olup büyük bir grup
oluşturuyorlarsa hepsine vasiyet etmek geçersiz bir işlemdir. Kimsenin müdahale
edememesi için aralarında fakir olanlara vasiyet etmek gereklidir. Mirasçıları varsa
bu durumda ölen kişinin serbestçe tasarruf edebileceği bölüm olan üçte birinin
ötesindeki her vasiyeti bunlar red edebilirler. Eğer mirasçıları bu düzenlemeyi kabul
ederlerse bu tamamen geçerli bir vasiyet olur ve kinse karışamaz. Ancak topraklarına
kimsenin müdahale edememesi için padişah fermanı gereklidir.” Imber, s. 173.

52 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

1. Manastır vakıflarını aile vakıfları olarak sınıflandırır.


2. Manastır keşişlerini, vefat eden keşişin evladı olarak görür. Buna
göre tapu bedelinden muaf olma gibi haklardan faydalanabileceklerini
söyler110.
Osmanlı klasik dönemine damga vuran ünlü hukukçu Ebussuud
Efendi’nin kilise vakıfları konusunda bulduğu çözümü veya kısıtlamaların
imparatorluğun sonuna dek uygulanmış, kabul görmüş bir esas olarak
nitelendirmek veya İmparatorluktaki bütün manastır/kilise vakıflarına aynı
hukuki esaslara bağlandığını iddia etmek zorlama bir yaklaşım olacaktır111.
Elbette bu anlayışın kendi dönemi dışında hiç uygulanmadığı da söylenemez.
Örneğin Ebussuud’un fetvasına dayanarak zengin manastır vakıflarının
müsadere edildiği II. Selim dönemine ait uygulama oldukça dikkat
çekicidir112. Yine II. Abdülhamit’in kilise için yapılan bir vakfı zapdetmesi,
müsadere uygulamasının o dönemde de devam ettiğini göstermektedir113.
11.05.1816 tarihli bir düzenlemeye bakılırsa da uygulama konusunda
tereddütlerin hala devam ettiği doğrulanmaktadır. Şeyhü’l-İslâm Dürrizâde
Abdullah Efendi’nin verdiği bir fetvaya dayanarak, 11.05.1816 tarihinden
itibaren “manastır veya kilise fukarası için nükuttan başka mülk, dükkân,
bahçe, tarla ve çiftlik gibi gayrimenkul akarları bağışlanması
yasaklanmıştır”114. Abel Oğlu Andon, Veledi İşfan, Veledi Ağub Vakfiyesi ve
Sürop Veledi Karabet Vakfiyesi gibi istisnalar var ise de bu uygulama 16
Şubat 1912 tarihinde çıkarılan Kanun-u Muvakkat’a kadar sürmüştür115. Bu
düzenleme de açıkça göstermektedir ki yasaktan önce gayrimüslimler kilise

110 Kermeli, s. 170-174.


111 Nitekim Malatya kazasında kurulan Meraboz adındaki bu kilise vakfının 600
akçelik geliri, daha sonra Ali Baba Zaviyesi vakfına gelir kaydolunmuş iken,
şahitlerin dinlenmesi ile eski vakfına iade edilmiştir. Bu durum oldukça dikkat
çekicidir. Zira 1530 tarihli evkaf defterine kayıtlı olan bu vakıf tarih itibarıyla
Ebussuud’un şeyhülislamlığı dönemine denk gelmektedir. Dolayısıyla kilise vakfı
olması nedeniyle önce Ebussuud’un fetvası doğrultusunda müsadere edilmiş
ardından uygulama değişikliğine gidilerek iadesi yapılmış olabileceği tahmin
edilebilir. Göğebakan, s. 74; Bir diğer örnek “Kandiye sicillerinde okunmaktadır.
Margarita Yorgo Topuklu kızı, evini Aya Mina Manastırı’na vakfetmiştir. Bu işlem
Kandiye divanında Hacı Mehmet Paşa, Rizo kazası episkosu Manoli oğlu Metodi,
Aya Mina Manastırı mütevellisi ve camiler mütevellisi huzurunda
gerçekleştirilmiştir. Metodios’un bu vakfı kabul ettiği kayda geçmiş ve keyfiyet
tamamlanmıştır”. Adıyeke, s. 566.
112 Imber, s. 171.

113 Belgede zapta ilişkin Abdülhamit’e ait Hatt-ı hümayun bulunmaktadır. BOA,

HAT, Nu. 19/849, H-29/12/1203 (20 Eylül 1789).


114 Alkan, s. 97; Öztürk, Azınlık Vakıfları, s. 117.

115 Alkan, s. 98.

53
Nuran KOYUNCU

ya da manastırları lehine bireysel düzeyde de olsa gayrimenkul ediniminde


bulunabilmekteydiler. Yine bu uygulama ile birlikte kilise vakıflarının nitelik
değiştirerek para vakfı özelliği kazandığı da söylenebilir. Öztürk, kesin bir
tarih belirtmekten imtina ederek çözülme dönemine kadar istisnalar olsa da
kilise vakıfları için meşru görülenin para vakıfları olduğunu ifade eder116.
SONUÇ
Kilise vakıfları konusundaki hukuki esasların temel olarak örfi
düzenlemelerle şekillendiğini söyleyebiliriz. Zira gayrimüslimlerin kilise veya
havra yapımı için vakıf kurmaları fukahanın çoğunluğu tarafından uygun
görülmemişse de gayrimüslimlerin bir davranışı ibadet olarak görmelerinin
yeterli olduğu ve ibadetleri konusunda onlara karşılamayacağını söyleyen Ebu
Hanife ve bazı Hanbelî ve Maliki âlimler tarafından gayrimüslimlerin bu
tasarruflarının geçerli olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla mesele din ve
vicdan hürriyeti bağlamında değerlendirildiğinde herhangi bir kısıtlama
kalmamaktadır. Nitekim Osmanlı uygulamasında kilise ve havra yapımı için
vakıflar kurulduğu hatta manastır ve kiliselere ait olarak kurulan bu vakıfların
gayrimenkullerine ve eşyalarına müdahale olunmaması gereği zaman zaman
gündeme getirilerek kilise ve manastırlara yönelik korumanın, onlara ait
eşyalara bile tatbik edildiği görülmektedir117.
KAYNAKÇA
Adıyeke, Nuri, “XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Resmo (Girit) Manastır
Vakıfları”. Belleten Dergisi, Cilt LXXIX, Sayı 285, Yıl 2015, s. 559-
587.
Akbulut, İlhan. "Vakıf Kurumu, Mahiyeti Ve Tarihi Gelişimi", Vakıflar
Dergisi, 30 (2007): 61-72
Akgündüz, Ahmet, “Zimmî (Azınlık) ve Müste’men Vakıfları”, Yeni Asya
Gazetesi, www.yeniasya.com.tr/ahmed-akgunduz/zimmi-azinlik-ve-
muste-men-vakiflari_212946 (Erişim Tarihi: 21.08.2017)
Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda Ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf
Müessesesi, Osmanlı Araştırmaları Vakfı Yayınevi, İstanbul 1996.
Akgündüz, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri Ve Hukuki Tahlilleri, Cilt I,
İstanbul 1990.

116 “Ve vakfiyelerdeki “mezkûr meblağ işletilerek geliri (…) kilisenin fakirlerinin
yiyeceğine; bu mümkün olmaz ise, Hıristiyan fakirlere meşrûta ola (…)” benzeri
ifadelerin de durumu onayladığını belirtir”, Öztürk, Azınlık Vakıfları, s.118-119.
117 BOA, A. DVN, Nu. 1/14, 07/Ca/1256 (07 Temmuz 1840); BOA, HR.MKT,

6/62,12/N/1260 (25 Eylül 1844); BOA, HR.MKT, 174/62, 25/Ca/1273 (22 Ocak 1273).

54 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Akgündüz, Ahmet, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukuki Tahlilleri, Cilt 3,


İstanbul 1991.
Akman, Mehmet, “Kilise Ve Havraların İslâm-Osmanlı Hukuk Tarihindeki
Yeri”, İlam Araştırma Dergisi Cilt I, Sayı 2 (Temmuz-Aralık 1996),
S. 133-144.
Akman, Mehmet, “Kilise”, TDVİA, Cilt 26, S. 17.
Alkan, Mustafa, “Azınlık Vakıfları (Tarihî Arka Planı, Hukukî Yapısı Ve İç
Analizi)”Akademik Bakış Cilt 2, Sayı 4 Yaz 2009, S. 93-111.
Ateş, İbrahim, “Vakıf Belgeler Arşivinin Dünü Ve Bugünü”, 2. Vakıf
Haftası 3-9 Aralık 1984, Ankara 1985.
Avcı, Mustafa, Türk Hukuk Tarihi, Konya 2017.
Aydın, Mehmet A., Türk Hukuk Tarihi, Beta Yay, İstanbul 2014.
Barkan, Ömer Lütfi, Türkiye’de Toprak Meselesi, İstanbul 1980.
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire
Başkanlığı (Boa), Yayın Nu: 7, Ankara 1992.
Bayram, Sadi–Karabacak Ahmet. H., "Sahip Ata'nın Konya İmaret Ve Sivas
Gökmedrese Vakfiyeleri", Vakıflar Dergisi, Sayı 13, Ankara 1981, S.
31-69.
Berki, Şakir, “Türkiye’de İmparatorluk Ve Cumhuriyet Devrinde Vakıf
Çeşitleri”, Vakıflar Dergisi, 1971, S. 1-12.
Bozkurt, Gülnihal, Alman Ve İngiliz Belgelerinin Ve Siyasi Gelişmeler Işığı
Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukuki Durumu
(1839-1914), Türk Tarih Kurumu, Ankara 1996.
Braude, Benjamin, “Millet Sisteminin İlginç Tarihi”, Osmanlı
Ansiklopedisi, Cilt IV, (Edit: Güler Eren), Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara 1999, S. 245-254.
Cin, Halil – Akyılmaz, Gül, Türk Hukuk Tarihi, Konya 2011.
Çağatay, Mustafa, “Geçmişten Günümüze Azınlık Vakıflarının Mal
Edinmeleri Sorunu”, Tbb Dergisi, 2011, S. 91-148.
Çelikel, Aysel, “Gayrimüslim Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmesi
Ve 27.01.2004 Tarihli Yargıtay Kararı”, İstanbul Ticaret Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:4 Sayı 8, Güz 2005/2, S. 57-64.
Demir, Mustafa, “Türkiye Selçuklu Vakıfları”, Türkler, Cilt 7 (Editörler:
Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek Ve Salim Koca), Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 2002, S. 272-280.
55
Nuran KOYUNCU

Düzenli, Pehlül, Osmanlı Hukukçusu Ebussuud Efendi Ve Fetvaları,


(Basılmamış Doktora Tezi), Konya 2007.
Ekşi, Nuray, Yargıtay, Danıştay Ve Aihm Kararları Işığında Cemaat
Vakıflarının Mülkiyet Sorunları, Beta Yayınları, İstanbul 2011.
Elöve, Mustafa Emil, “Türkiye’de Din İmtiyazları”, AÜHFD, 1954, S. 305-
368.
Ercan, Yavuz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslimler, Turhan Kitabevi,
Ankara 2001.
Eren, Fikret, "Osmanlı Dönemi Vakıfları", V. Vakıf Haftası Kitabı, Vakıflar
Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1988, S. 198-199.
Ergin, Osman, Türk Tarihinde Evkaf, Belediye Ve Patrikhaneler, Ötüken
Yayınları, İstanbul 1937.
Fotic, Aleksandar, “Non-Ottoman Documents İn The Kâdîs’courts
(Môlaviya, Medival Charters): Examples From The Archive Of The
Hilandar Monastery (15th-18thc.)” Frontiers Of Ottoman
Studies: State, Province, And The West, Vol.Iı, (Edit: Colin Imber,
Keiko Kiyotaki, Rhoadsmurphey), London-New York, 2005, S. 63-
73.
Genç, Mehmet, “Klâsik Osmanlı Sosyal-İktisadî Sistemi Ve Vakıflar”,
Vakıflar Dergisi 42, Aralık 2014, S. 9-18.
Göğebakan, Göknur, “Xvı. Yüzyılda Malatya Kazasında Vakıflar Ve Vakıf
Görevlileri”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma Ve
Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı 10, Yıl 1999, S. 59-86.
Hatemi, Hüseyin, Medenî Hukuk Tüzel Kişileri, İstanbul Üniversitesi
Hukuk Fakültesi, İstanbul 1979.
Hatemi, Hüseyin, Önceki Ve Bugünkü Türk Hukuku'nda Vakıf Kurma
Muamelesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 1969.
Imber, Colin, Şeriattan Kanuna Ebussuud Ve Osmanlı’da İslami Hukuk,
(Çev. Mürteza Bedir), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2004.
İnalcık, Halil, “The Status Of Grek Patriarch Under The Ottomans”,
Turcica, Tome: Xxı-Xxııı, 1991, S. 415.
İşeri, Ahmet, "Vakıflar (Medeni Kanun'dan Önceki Ve Sonraki Vakıf
Nevi'leri Ve Hukuki Mahiyetleri)", Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, Cilt XXI, Sayı 1-4, 1964, S. 199-280.
Karaman, Hayrettin, Mukayeseli İslam Hukuku, İstanbul 1974.

56 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

Kazancıoğlu, Habibe, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Dönemine Ait Bir


Gayrimüslim Vakfiyesi Örneği: Edirneli Keresteci Agop'un
Vakfiyesi”, Trakya University Journal Of Social Science, Jun2016,
Vol. 18 Issue 1, S. 283-297.
Kazıcı, Ziya, İslâmî Ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul 1985, S. 39-43.
Kermeli, Eugene, “Ebû’s-Su‘Ûd’a Göre Kilise Vakıfları Osmanlı
Hukukundaki Teori Ve Pratiği”, Çev: Özgen Özcan, Vakıflar Dergisi,
Aralık 2010 - Sayı 34, S. 165-176.
Koyuncu, Nuran, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslimlerin Din Ve Vicdan
Hürriyetleri Bağlamında Mabedlerinin Hukuki Statüsü, Ankara 2014.
Köse, Saffet, Müslüman Düşüncesinde İnsanın İnsanlığı Sebebiyle
Saygınlığının Zirve Noktası, -Gayr-İ Müslimlere Yardımın Mali
İbadet Kapsamında Oluşu-, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı
14, 2009, S. 49-66.
Ostrogorsky, Georg, Bizans Devleti Tarihi, (Çeviren: Fikret Işıltan), İkinci
Baskı, Ttk Basımevi, Ankara 1986.
Ömer Hilmi Efendi, İthaf-Ül Ahlaf Fi Ahkam-İl Evkaf, Vakıflar Genel
Müdürlüğü Yayınları, Ankara 1977.
Öztürk, Nazif, Azınlık Vakıfları, Altınküre, Ankara 2003.
Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi,
Ankara, 1995.
Sakmar, Ata, "Cemaat Vakıflarıyla İlgili Hukuki Düzenlemeler",
Cumhuriyetin 80. Yılında Uluslararası Vakıf Sempozyumu, 15-17
Aralık 2003 İçinde, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara
2004.
Satış, İhsan, “8 Numaralı (Kamame) Kilse Defter’nin Tanıtımı Ve Fihristi”,
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 5, Sayı 21, Bahar 2012,
S. 306-313.
Sertoğlu, Midhat, "Osmanlı Devleti Zamanında Kurulan Vakıflarda
'Mektubiyet' Meselesi Ve Bunun Hukuki Durumu", Tarih Enstitüsü
Dergisi (Prof. Tayyip Gökbilgin Hatıra Sayısı), Sayı XII, 1981-1982,
S. 713-718.
Sungurbey, İsmet, Eski Vakıfların Yeni Sorunları, Maltepe Üniversitesi
Yayınları, İstanbul 2001.
Şahin, M. Süreyya, Fener Patrikhanesi Ve Türkiye, Ötüken Yay, İstanbul
1996.
57
Nuran KOYUNCU

Şimşek, Suat, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatlarında Cemaat


Vakıflarının Taşınmaz Edinimi”, TBB Dergisi, Sayı 88, 2010, S. 29-
54.
Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Ötüken Yay.
İstanbul 2009
Uzunçarşılı, İsmail. H., Osmanlı Tarihi, Cilt II. Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1949.
Ülgenalp, Nuri, “Evvelki Hukukumuzda Gayrimenkule Tasarruf Belgeleri”,
Adalet Dergisi, Sayı 3, Mart 1949, S. 365-496.
Yavuz, Ercan, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrimüslimlerin Giyim,
Mesken Ve Davranış Hukuku”, Otam (Ankara Üniversitesi Osmanlı
Tarihi Araştırma Ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı 1, Haziran
1990, S. 117-125.
Yediyıldız, Bahaeddin, “İslam’da Vakıf”, Doğuştan Günümüze İslam
Ansiklopedisi, İstanbul 1993, S. 19.
Yüksel, Hasan, “Vakfiye (Türk Ve Osmanlı Tarihi)” Md., Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisi, C: 42, 2012, S. 467-469.
KULLANILAN ARŞİV BELGELERİ
BOA, BEO, Nu. 3659/274401, H-23/10/1327. (7 Kasım 1909).
BOA,C.ADL, Nu.71/4260, 29/Z /1255 (4 Mart 1840).
BOA, HR.MKT, Nu.110/75, 11/L /1271 (26 Haziran 1855).
BOA, HR.MKT, Nu. 115/79, 18/Za/1271 (26 Haziran 1855).
BOA, C.ADL., Nu. 17/1024, 01/M /1272 (13 Eylül 1855).
BOA, HAT, Nu. 1480/70, 29/Z /1215 (13 Mayıs 1801).
BOA, HAT, Nu. 1006/42212 A, 29/Z/1246 (10 Haziran 1831).
BOA, İE.HAT, Nu. 4/405, 29/Z /1170 (14 Eylül 1757).
BOA, HAT, Nu. 1333/52025, 29/Z /1230 (02 Aralık 1815).
BOA, A.DVNSMHM.d., Nu: 31/468, H-14/06/985. (29 Ağustos 1577).
BOA, A.MKT.MHM, Nu. 22/99, H-06/09/1266; (16 Temmuz 1850).
BOA, A.MKT.UM, Nu. 451/85, H-17/07/1277 (29 Ocak 1861).
BOA, A.MKT.UM., Nu. 496/7, H-25/02/1278(1 Eylül 1861).
BOA, BEO, Nu. 405/30307, H-11/1311(Haziran 1894).

58 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Osmanlı Hukukunda Kilise Vakıfları

BOA, HR.MKT, Nu. 196/45, 08/Za/1273 (30 Haziran 1857).


BOA, HR.MKT, Nu. 190/14, 24/N /1273 (18 Mayıs 1857).
BOA, DH.MKT, Nu. 758/53, H-29/03/1321. (25 Haziran 1903).
BOA, Y.A.HUS, Nu. 322/52, 24/N /1312 (21 Mart 1895).
BOA, A.DVNSMHM.d., Nu. 7/2133, H-30/03/976. (22 Eylül 1568).
BOA, HAT, Nu. 19/849, H-29/12/1203. (20 Eylül 1789).
BOA, A. DVN, Nu. 1/14, 07/Ca/1256 (07 Temmuz 1840).
BOA, HR.MKT,6/62,12/N/1260 (25 Eylül 1844).
BOA, HR.MKT,174/62, 25/Ca/1273 (22 Ocak 1273).

59
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk


Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

Ali ÖZDEMİR1
Firdes YÜZBAŞI2
GİRİŞ
Bir varlık olarak insanın sadece ‘insan’ olmasından kaynaklı
devredilemez haklarına denk düşen ‘insan hakları’, bir kavram olmasının
ötesinde çok boyutlu alanda tartışılan bir olgudur. İnsan hakları, birey-devlet
ilişkisi (insan haklarının dikey etkisi) ile birey-birey ilişkisi (insan haklarının
yatay etkisi) göz önüne alındığında ‘meşruiyet ’in kaynağını oluşturmaktadır.
Ulusal/uluslararası toplumda karşılığı oldukça etkili olan insan hakları,
‘demokratik toplum düzenini’ içerisinde belirleyici bir fonksiyona sahiptir.
Nitekim gerçek demokrasi kültürünün inşası, bireylerin kanaatlerini
serbestçe dışa vurabilmesiyle mümkündür. Örneğin modern, çoğulcu ve
katılımcı demokrasilerde seçmenler de seçilenlerle paralel olarak,
düşüncelerini karar alma sürecine dâhil edebilmektedir.3İnsanın
düşüncelerini özgürce ortaya koyabilmesi ise, düşünsel faaliyetlerin güvence
altına alındığı sosyal bir ortamın varlığını gerektirir.4 Ancak böyle bir
ortamda birey, kişiliğinin gelişmesine imkân bulabilir. Dolayısıyla, insan
haklarının korunması bağlamında devletin yükümlülüğü ekseninde, ifade
özgürlüğünün devlete negatif yükümlülüğünün ötesinde pozitif
yükümlülükler yüklediği söylenebilir. Bu anlamda Türkiye’de ifade
özgürlüğüne ilişkin, geçmişten günümüze anayasal düzenlemeler pozitif
yükümlülüğün bir parçasını oluşturmaktadır. ‘Yeni anayasa’ yapım sürecinde
güçlü demokrasiye geçiş, ifade özgürlüğüne ilişkin bu çalışmanın çıkış
noktasını oluşturmaktadır.
Demokratik toplusmun temel bileşenlerinden olan ifade
özgürlüğünün, toplum ilerlemesinin ve bireysel gelişimin önemli yönünü
oluşturduğu yukarıda belirtilmişti. Ancak bu özgürlük, bazı sınırlamalara tabi

1 Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, İnsan Hakları Hukuku Anabilim
Dalı, aliozdemir@sakarya.edu.tr
2 Arş. Gör., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Ali Fuad Başgil Hukuk Fakültesi, Anayasa

Hukuku Anabilim Dalı, firdes.yuzbasi@omu.edu.tr


3Ünal Şeref, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: İnsan Haklarının Uluslararası

İlkeleri, Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, 2001, s.126.
4Ökçesiz Hayrettin, Özgür Düşünmenin Hukuk ve Devlet Felsefesi, Düşünce

Özgürlüğü, İstanbul:1998,s.121.
61
Nuran KOYUNCU

olmak kaydıyla, yalnızca olumlu karşılanan veya kimseye saldırgan gelmeyen


veya insanların kayıtsız kalabildiği ‘bilgi’ ve ‘fikirler’ için değil, Devlet ya da
halkın herhangi bir kesimi için saldırgan görünen, sarsıcı veya rahatsız edici
olan fikirleri de kapsamaktadır. Bu yönüyle Türkiye özellikle son yirmi yıla
yakın sürede güçlü zihin dönüşümü yaşamaktadır. Çoğulculuğun,
hoşgörünün ve açık fikirliliğin daha ileri düzeyde olması bu dönüşümün
derinlik kazanmasıyla mümkündür. Zira zihindeki özgür düşüncenin
gelişmesi(internal), düşüncenin dışarıya aktarılmasını(external) da
etkilemektedir. Örneğin 15 Temmuz darbe girişimine yönelik
bireysel/toplumsal reaksiyon, özgür düşüncenin bireysel/toplumsal çıktısını
oluşturmaktadır. Bu çalışmada, insan haklarının bölgesel düzeyde etkili
olarak koruma mekanizmasını oluşturan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
(AİHS) de göz önüne alınarak, Türkiye’deki anayasalar ışığında ifade
özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler ele alınacaktır.
I.AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ
İfade özgürlüğü, içeriği ve önemi itibariyle hem demokratik hukuk
devleti olan devletlerin anayasalarında hem de temel hak ve özgürlüklerini
düzenleyen ve koruma altına alan uluslararası sözleşme ve belgelerde güvence
altına alınmıştır5. İfade özgürlüğüne ilişkin temel esaslar, uluslararası koruma
sistemleri arasında ağırlıklı bir yer teşkil eden, AİHS’nin 10. Maddesinde
düzenlenmiştir;
“Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu
hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz
konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir.
Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin
rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.
Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik
bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak
bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin
sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının
şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının
sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve
yaptırımlara bağlanabilir.”
Madde incelendiğinde, bazı hususların dikkat çektiği görülmektedir.
Maddenin, ilk fıkrasında, ‘‘Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir.’’ ifadesi
kullanılarak, gerçek kişi, tüzel kişi, memuriyet, insan topluluğu gibi ayrım
yapılmaksızın herkesin bu haktan yararlanması öngörülmüştür. Özel ve tüzel

Sunay Reyhan, “Avrupa Sözleşmesinde ve Türk Anayasasında İfade Hürriyetinin


5

Muhtevası Ve Sınırları”, Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2001, s.3.

62 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

kişiler de, maddenin kapsamındadır. Bu bağlamda, özel kişilerin asker, devlet


memuru gibi özel bir statüde veya hâkimler, polis memurları gibi özel bir
görevde olup olmadıkları konusu 10.maddenin uygulanabilirliği açısından
önemsizdir.6
Nitekim Autronic AG-İsviçre davasında AİHM, “ister gerçek, ister
tüzel kişi olsun 10.madde herkes için geçerlidir.”demek suretiyle bu konunun
altını çizmiştir.
Sözleşmenin 10. Maddesi ikinci olarak, sadece düşüncenin içeriği ile
ilgilenmemiş, düşüncenin açıklanış şeklini de önemsemiştir. AİHM’e göre,
düşüncenin açıklanmasında bir tek yazılı ve sözlü araçlarının
kullanılmasından değil, düşüncenin her türlü yolla açıklanmasından söz
etmek gerekmektedir. Zira ‘‘haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğü ’’
ifadesi, ifade özgürlüğünü kullanılan araçlar bakımından sınırlamamıştır.7Bu
husus, basın özgürlüğü noktasında önemlidir. Nitekim basın, ifade
özgürlüğünün gerçekleşebilmesinin en önemli araçlarından biridir.
Üçüncü fıkrada ise, bu özgürlüğün hangi durumlarda sınırlanacağına
dair hüküm düzenlenmiştir. Fıkra incelendiğinde, ifade özgürlüğünün
mutlak bir özgürlük olmadığı ve ifade özgürlüğünün sınırlanması konusunda
taraf devletlere geniş bir takdir hakkı tanındığı görülmektedir. Buna rağmen
AİHM, kararlarında ifade özgürlüğüne büyük önem vermiş; bu özgürlüğü
demokratik toplumun kurucu unsurlarından biri olarak değerlendirmiştir8.
AİHM, 1970’lerden bu yana, Sözleşmede düzenlenen ifade
özgürlüğünün yalnızca, beğenilen, hoş karşılanan, ya da zararsız kabul edilen

6 Rjin Arjen Van, “İfade Özgürlüğü”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve


Türkiye’de İnsan Hakları Derleme Eserler, Birsen Erdoğan Ulaş Karan (drl.)Ankara:
Başkent Matbaacılık, 2008, s. 155. Örneğin, mahkeme, Nilsen ve Johsen/Norveç
davasında, polisin yaptığı iddia edilen kötü muamelelere ilişkin, yayınlanan çeşitli
yayınlarla ilgili yaptıkları yorumlardan dolayı polis sendikası temsilcilerinin, hakaret
suçunu işledikleri gerekçesiyle yargılanmalarının ifade özgürlüğünün ihlali olduğu
hükmünü vermiştir. Bkz. Bıçak Vahit, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Kararlarında İfade Özgürlüğü, Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu Avrupa
Komisyonu, 2002, s.26.
7 Şahbaz İbrahim, Karşılaştırmalı Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü, Ankara: Yetkin

Yayınları, 2007, s. 52. Bu kapsamda ele alındığında,10. madde bağlamında en önemli


sorunlar geniş anlamda basın ve basın özgürlüğü düzeyinde ortaya çıkmaktadır.
Mahkemeye göre, gazetecilerin eleştiri özgürlüğü, yaptıkları işin gereği daha geniştir
ve basın özgürlüğü, belirli bir dereceye kadar, abartılı ve provakatif ifadeleri de
güvence altına almaktadır; ancak bu ifadeler, tamamen asılsız, temelsiz olmamalıdır.
8Rjin, “İfade Özgürlüğü”, s.193.

63
Nuran KOYUNCU

görüşleri değil, devleti ya da halkın bir kesimini rahatsız eden, tedirginlik ve


kızgınlık yaratan görüşleri de kapsadığını da sürekli vurgulamıştır9.
Ayrıca, uluslararası sözleşmelerde ve pek çok anayasada yer alan genel
sınırlama hükümlerinin varlığının aksine; Sözleşme’ de temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda genel bir sınırlama hükmü yer
almamıştır. Sözleşme uyarınca taraf devletlerin, Sözleşmenin 10. maddesinde
koruma altına alınan ifade özgürlüğüne yönelik müdahalelerinin meşru
sayılabilmesi için, belirli şartlar aranmış, yani sınırlamanın sınırları, sözleşme
maddesinde belirtilmiş, mahkeme kararlarında ise anlam olarak açığa
kavuşturulmuştur.
Sınırlamanın, maddede ve mahkeme içtihatlarında aranan birinci
niteliği hak ya da özgürlüğüne müdahale teşkil eden eylem ya da işlemin
ulusal hukukta kanuni dayanağının bulunması olup, sözleşme dilindeki
“kanun” ile kastedilen, şekli anlamda değil, maddi anlamda kanundur;
nitekim bu husus, sözleşmenin metninden açıkça anlaşılmayıp, mahkemenin
içtihatlarından anlaşılmaktadır.10
Sınırlamada dikkate alınacak ikinci kriter, sınırlamanın meşru bir
amacının olmasıdır. Bu kritere göre, ifade özgürlüğünü kısıtlamak amacıyla
kullanılabilecek gerekçeler 10. maddenin 2. fıkrasında sayılanlarla sınırlıdır.
Ülke otoritelerinin, kısıtlamaları ikinci fıkrada belirtilen gerekçelerin dışında
herhangi başka bir nedene dayandırmaları meşru değildir. 10. maddede
meşru amaçlar ise, “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu
emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin
önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması
ya da yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması” şeklindedir ve
tahdidi olarak sayılmıştır.
Sınırlamanın üçüncü kriteri olan, demokratik toplum kriteri,
sözleşmenin en orijinal kriteri olarak kabul edilmekte olup, bu kriter
sözleşmenin ön sözünde yer almakta ve sözleşmenin genel yapısının önemli
bir parçasını oluşturmaktadır11.
Demokratik toplumun gereklerinden ne anlaşılması gerektiğinin
tanımını yapmak zordur. AİHM demokratik toplum kriterini yorumlarken,

Uygun Oktay, “Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’de İfade Özgürlüğü”, Avrupa


9

İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye’de İnsan Hakları Derleme Eserler, Ankara:


Başkent Matbaacılık, 2008, s.193.
10Baykan Metin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında Basın Özgürlüğü,

Ankara: Adalet Yayınevi, 2011, s.74. Örneğin mahkeme Barthold davasında, meslek
etik kurallarını düzenleyen, Veteriner Odası Yönetmeliği’ni Sözleşmenin 10/2
maddesi anlamında hukuk normu niteliğinde kabul etmiştir.
11Bıçak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında İfade Özgürlüğü, s.21.

64 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

çoğulculuk ilkesini demokratik toplumun olmazsa olmaz koşulları arasında


saymış, çoğulculuğu ifade özgürlüğü ile bütünleştirmiştir. Mahkeme'ye göre;
demokratik toplum düzeni aynı zamanda çoğulcu bir düzen olup, bu
düzende de ifade özgürlüğü üstün korumadan yararlanmaktadır.12
10.maddenin 2.fıkrasındaki “gerekli” sıfatı ise mahkemeye göre,
“zorunlu” sıfatıyla eş anlamlı olmadığı gibi, “kabul edilebilir”, “olağan”,
“yararlı”, “makul” veya “arzu edilir” gibi ifadelerin esnekliğine de sahip
değildir. Bir müdahalenin “demokratik bir toplumda gerekli” olduğunun
kanıtlanması için, ifade özgürlüğünün kullanılması üzerinde o spesifik
kısıtlamayı gerektirecek “acil bir sosyal ihtiyacın” varlığı gerekmektedir.13
Gereklilik denetiminde zorlayıcı toplumsal ihtiyacın varlığı
araştırılırken soyut bir değerlendirme yapılmayıp, çeşitli unsurlar göz önünde
bulundurulmakta; bu unsurlara örnek olarak; sınırlamanın amaç ile araç
arasındaki makul denge, sınırlamanın şartlar ve sınırlamanın konusu yapılan
hakkın niteliği gösterilebilecektir.
Devletler gerekliliğin belirlenmesinde, takdir hakkına sahip olsalar da
bu husus yetki denetime tabidir. Söz konusu denetim, özgürlüklerin
demokratik toplum bakımından sahip olduğu özel önem nedeniyle ayrıntılı
bir biçimde yapılmakta ve müdahalenin gerekliliğinin inandırıcı bir biçimde
ortaya konulması taraf devletten beklenmektedir14.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ayrıca sözleşme ile tanınan hak ve
özgürlüklerin kötü niyetli kişi veya gruplar tarafından ortadan kaldırılmasını
önlemek amacı ile 17. Maddesinde “hakların kötüye kullanılması yasağı”
başlığını taşıyan bir madde düzenlemiştir.
AİHS’nin 17. Maddesine göre,
“Bu Sözleşme ’deki hiçbir hüküm, bir devlete, topluluğa veya kişiye,
Sözleşme’ de tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesi veya bunların
Sözleşme’ de öngörülmüş olandan daha geniş ölçüde sınırlandırılmalarını
amaçlayan bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkı verdiği
biçiminde yorumlanamaz.”

12Yokuş Sevtap, “Türk Anayasa Mahkemesi'nin Ve Avrupa İnsan Hakları


Mahkemesi'nin Siyasi Partilere Yaklaşımı”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, 50, 4,2001, s. 112.
13Özbey Özcan, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında İfade Özgürlüğü

Kısıtlamaları”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi,106,2013, ss.53-56.


14Şanlı Pelin, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında İfade
Özgürlüğü”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, 1/7, 2011, ss. 465–466.
65
Nuran KOYUNCU

Belirtmek gerekir ki, sözleşme ile koruma altına alınan, hak ve


özgürlüklerin hiç birinde “hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması”
sınırlama nedeni olarak sayılmamıştır.
Nitekim AİHM uygulamada basın aracılığıyla açıklanan düşünce
açıklamalarına yönelik şikâyetleri, 17. Maddeden ziyade, 10. Maddedeki
ifade özgürlüğü hakkının sınırları bağlamında değerlendirmeye almış, bu
değerlendirmede ise kötüye kullanma yasağını soyut düşünce açıklamalarına
indirgememiş, 17. Maddeyi yorumlarken hak ve özgürlükleri yok etme
amacına yönelik açık ve yakın tehlike olup olmadığını yorumlamıştır15.
II. TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASALARINDA
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE İLİŞKİN ANAYASAL DÜZENLEMELER
A. 1921 Anayasası
1921 Anayasası, Kurtuluş Savaşı yıllarında, olağanüstü yetkilere sahip
bir kurucu meclis tarafından hazırlanan, 23 maddeden oluşan çerçeve bir
Anayasadır.16Bu anayasa, 1876 Anayasasını yürürlükten kaldırmamış, sadece
yasama ve yürütmeye ilişkin hükümler düzenlemiş, temel hak ve özgürlüklere
ilişkin hükümlere bünyesinde yer vermemiştir. Bu nedenle, anayasada ifade
özgürlüğüne ilişkin hüküm yoktur.17
1921 Anayasası döneminde, 1876 Anayasası halen yürürlükte olduğu
için, ifade özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler konusunda 1876 Anayasasındaki
hükümlere bakmak gerekmektedir.
1876 Anayasası insan hakları kavramını karşılamak üzere “hukukı
umumiye” (genel haklar) başlığı kullanılmış ve hak kategorileri bağlamında,
dönemin anayasalarından geri kalmamış hacimli bir haklar ve özgürlükler
listesi takdim etmiştir.18 İfade özgürlüğüne ise açık bir biçimde yer vermemiş,
sadece 12. Maddesinde “Matbuat kanun dairesinde serbesttir.” ifadesini
kullanarak, basın ile ilgili bir hükme yer vermiştir. Ancak bu madde ile
sansürü yasaklamamış, basın özgürlüğüne müdahale noktasında sadece
kanun sınırını belirlemiş, güvenceli bir yaklaşım sergilememiştir.

15Baykan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında Basın Özgürlüğü, s.34.


16Gözler Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Güncellenmiş 11. Baskı, Bursa:
Ekin Yayınevi, 2011, s. 24.
17Gözler, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, s.24.

18Şahin Adil, Batılı Anlamda Özgürlük Versus İktidar, Trabzon: Celepler

Matbaacılık, 2014, s.246.

66 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

İkinci Meşrutiyetin ilanıyla birlikte (1909 Değişiklikleri), anayasa


basın ve yayın özgürlüğünü genişletmiş, 12.maddeyi yeniden düzenlenmiş,
basına sansür konulamayacağı kabul edilmiştir19.
II. Meşrutiyet döneminin ifade özgürlüğü açısından önemli özelliği
ise, siyasi parti özgürlüğünün doğup gelişmesidir. Anayasa açıkça siyasi
partilerden söz etmese de dernek kurma özgürlüğü çerçevesinde siyasi
partiler kurulma ve faaliyette bulunma imkânına kavuşmuşlardır. 3 Ağustos
1909 tarihinde çıkarılan Cemiyetler Kanunu, derneklerin, önceden izin
almadan kurulabileceğini, ancak kurulduktan sonra yetkililere bildirilmesi
gerektiğini düzenlemiştir. Bu hükümlerden, dernek statüsünde kabul edilen
siyasi partiler de yararlanmıştır.20Ayrıca, Cemiyetler Kanunundan birkaç gün
sonra Anayasada yapılan değişiklikle toplanma ve dernek kurma özgürlüğü
anayasanın 120. Maddesi ile güvenceye kavuşmuştur.
Anayasanın 120.maddesi toplanma ve örgütlenme özgürlüğü
konusunda, toplanma hakkının yasalara uygun olarak bütün Osmanlı
unsurlarına tanınmış durumda olduğunu, ancak Osmanlı Devletinin
bölünmez bütünlüğünü ihlal eden, meşruti hükümet şeklini değiştirmeyi
amaçlayan, Kanunu Esasi hükümleri aleyhine hareket eden, Osmanlı
unsurlarını siyaseten bölme amaçlarından birine hizmet eden veya genel
ahlak ve adaba aykırı derneklerin kurulmasının yasak olduğunu
düzenlemiştir21.
1876 Kanun-u Esasi insan haklan açısından önemli bir anayasadır.
Zira Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk kez, insanların devlete karşı ileri
sürebilecekleri hakları, en üstün hukuk belgesi olan anayasa ile düzenleme
altına alınmıştır. Ancak, anayasa ile tanınan bu hakların güvence altına
alınmamış olması, bu anayasanın eksikliğidir22.
1921 Anayasasında da, temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümler
olmadığı ve 1876 Anayasası halen yürürlükte olduğu için, 1921 Anayasasıyla
başlayan dönemde de düşünce özgürlüğü anayasal ve yasal düzeyde
korunamamıştır.

19Mumcu Ahmet, İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri, 2.Baskı, Ankara: Savaş


Yayınları, 1994, s. 173.
20Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki Yasal

Engeller, (Çevrimiçi) http://www.liberal.org.tr/uploads/yuklemeler/ifade-hurriyeti-


raporu.pdf, 10.05.2017, s.1.
21Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki Yasal

Engeller, s.2.
22Kuzu Burhan, “T.C. Anayasaları’nın İnsan Hakları Açısından Karşılaştırmalı Olarak

İncelenmesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, 54, 1-4, 1991-1994,


s. 73.
67
Nuran KOYUNCU

Çünkü 1921 Anayasası döneminde devletin amacı, insan hak ve


hürriyetlerinin anayasal güvenceye kavuşturulması değil, Osmanlı
İmparatorluğu yerine yeni bir Türk Devleti kurma çabası, ülkenin içinde
bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarılmasıdır.23
B. 1924 Anayasası
1924 Anayasası’na göre bazı haklar doğal haklardandır ve 1924
Anayasası’na göre hürriyet de bu doğal haklardan kabul edilmektedir. 1924
Anayasası’nın beşinci bölümünün, 68. maddesi “Türklerin kamu hakları”
başlığını taşımaktadır. Maddede, hürriyet, “başkasına zarar vermeyecek her
türlü tasarrufta bulunmak.” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat doğal haklardan
oluşan bu hürriyetin de maddeye göre bir sınırı vardır. Bu sınır “başkalarının
hürriyetlerinin sınırıdır.” Hürriyetin sınırını çizecek hukuki araç ise
kanundur.
1924 Anayasası, tarihimizde ilk kez düşünce özgürlüğünün tanındığı
anayasadır.241924 Anayasası’nda, 70. Maddede “Vicdan, düşünme, söz,
yayım, toplanma, dernek kurma… Hürriyetleri Türklerin tabii
haklarındandır.” ve 77. Maddede “basın kanun çerçevesinde serbesttir ve
yayımlanmadan önce denetlenemez, muayene edilemez.” şeklinde ifade
özgürlüğü noktasında iki hüküm vardır. Görüldüğü üzere, anayasa ifade
özgürlüğüne ilişkin hükümleri ayrıntılı olarak düzenlememiş, Türklerin
doğal haklarından saymakla yetinmiş, bu hakka sahip olmak için yurttaşlık
şartını aramıştır.
Aslında, 1924 Anayasası’nda doğal haklar kavramının kullanılmış
olması ve bunların hangi haklardan ve özgürlüklerden olduğunun tahdidi
olarak belirtilmesi, 1924 Anayasası’nın bir insan hakları kuramını (yani
doğal haklar kuramını ) benimsediği anlamına gelmektedir.25 Ancak, 1924
Anayasası’nda kişi dokunulmazlığı, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi bazı
temel hak ve özgürlüklere sahip olmanın ‘yurttaşlık’ şartına bağlanması,
hürriyetin sınırlanmasında kullanılan ‘başkalarının hürriyeti’ kavramından ne
anlaşıldığının tam olarak belli olmaması bu anayasanın eksiklerindendir. Zira
“başkalarının hürriyetinin sınırı” ifadesi, içine devlet ve milletin menfaatlerini
alacak şekilde genişletildiği takdirde, özgürlüklerin kolayca sınırlanmasına
sebep olacak niteliktedir.26Ayrıca, anayasada sınırlamanın sınırları noktasında

23Kuzu, “T.C. Anayasaları’nın İnsan Hakları Açısından Karşılaştırmalı Olarak


İncelenmesi”, s. 74.
24Duran Hasan, “İfade Özgürlüğü ve Türkiye”, Selçuk Üniversitesi Hukuk

Fakültesi Dergisi, 14/1, 2006, s. 69.


25Şahin, Batılı Anlamda Özgürlük Versus İktidar, s.273.

26Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki Yasal

Engeller, s.4.

68 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

sadece kanun kriterinin getirilmesi, yasamaya bu noktada geniş takdir hakkı


verilmesi, kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyecek yargısal bir
organa yer verilmemiş olması, iktidarların yetkilerini kötüye kullanmalarına
sebep olmuş ve anayasaya aykırı, temel hak ve özgürlüklere ölçüsüz müdahale
yapan düzenlemelerin çıkarılmasını yaptırımsız kılmıştır.
Bu durum, bir anlamda 1924 anayasasının çoğulcu değil, çoğunlukçu
demokrasi27 anlayışını benimsemiş olmasının bir sonucudur.
Nitekim çok partili rejime geçilen 1945 senesine (tek partili rejim
dönemi) kadar, basın özgürlüğü alanındaki uygulamalar baskı ağırlıklı
seyretmiştir. 1913 tarihli bir yasa ile Bakanlar Kurulu gazete ve dergi
yayınını, ülkenin iç ve dış güvenliğini sarstığı gerekçesi ile durdurabilme
yetkisine sahip olmuştur. 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu ile hükümete,
gericiliğe ve isyana yol açabilecek ve asayişi bozabilecek yayınları,
önlenebilme yetkisi verilmiştir. 1931 tarihli Matbuat Kanunu daha da ileri
gitmiş ve memleketin umumi siyasetine dokunacak yayımlar yapan
gazetelerin icra vekilleri heyeti tarafından geçici olarak kapatılma yolunu
açmıştır. Bu gazetelerin sahiplerinin ve yazı işleri müdürlerinin başka bir
gazete çıkarama hakları da ellerinden alınmıştır. Bu kararlara karşı, basın
kendi kendini sınırlama yoluna gitmiştir.28
Çok partili rejim döneminde de ifade özgürlüğüne yönelik
antidemokratik uygulamalar devam etmiştir. Tahkikat Encümenleri Yasası
ile tahkikat encümenleri, sorgu ve sulh hâkimi ile askeri adli amirlere tanınan
tüm hak ve yetkilere sahip olmuş, her türlü yayını yasaklama, toplama süreli
yayınları tatil ve matbaalarını kapatma kararı verme yetkilerini de ellerinde
bulundurmuşlardır. 1950 tarihli Basın kanunu ile de basın özgürlüğüne
yönelik kısıtlamalar yapılmıştır. 1951 tarihli resmi ilanlar kararnamesi ile
hükümetin gazeteleri ödüllendirme ve cezalandırma yolu açılmıştır. Yeni
basın suçları, sorumluluk alanı genişletilmesi, cevap ve düzeltme hakkının
idareye bırakılması, ispat hakkı tanınmaksızın basına karşı hükümetin
kayrılması, bakanları küçük düşürücü sayılan yayınlara karşı cezai

27Çoğunlukçu demokrasi anlayışına göre, çoğunluğun oyunu alanlar mutlak


yönetme hakkına sahip olmaktadırlar. Çoğunluk iradesi mutlak doğrudur ve bu
nedenle çoğunluğun iradesine mutlaka uyulması gerekmektedir. Bu konuda bkz.
Hakyemez Yusuf Şevki, “Çoğunlukçu Demokrasi Anlayışı, Rousseau Ve Türk
Anayasaları Üzerindeki Etkisi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 52,
4,2003.
28Tanör Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,

2004, s.318.
69
Nuran KOYUNCU

soruşturmanın adeta “otomatik” hale getirilmesi gibi, anti demokratik


düzenlemeler neticesinde, basın özgürlüğünü ortadan kalkmıştır.29
Kısaca 1924 Anayasasında, hak ve özgürlüklere yapılacak
müdahalelerin sınırlarının anayasada açıkça çizilmiş olmaması ve anayasanın
üstünlüğünü sağlayacak bir denetim organının olmaması, hak ve özgürlükleri
sınırlayan anti demokratik uygulamaları engellememiş, bu bağlamda ifade
özgürlüğünü güvencesiz bırakmıştır.
C. 1961 Anayasası
1961 Anayasasının ilk başta dikkat çeken yönlerinden biri “Temel
Haklar ve Ödevler” başlığını taşıyan kısmın uzunluğudur. 1961 Anayasası bir
tepki anayasası olduğu için, hürriyetleri kısaca ve genel prensipleri ile
saymakla yetinmemiş, sınırlamanın sebeplerini şeklini ve ölçütünü belirten
hükümler koymuştur.30
1961 Anayasası’nda, ifade özgürlüğüne “Kişisel haklar ve ödevler”
bölümünde yer verilmiş, anayasanın bu bölümünde ayrıca ifade özgürlüğünü
ile bağlantılı olan hak ve özgürlükler olan “basın özgürlüğü”, “bilim ve sanat
özgürlüğü”, “gazete, dergi, kitap ve broşür çıkarma hakkı, dernek kurma
hakkı” gibi hak ve özgürlükler de düzenlenmiştir.
1961 Anayasasında ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ile aynı
maddede düzenlenmiştir.
1961 Anayasası’nın 20. Maddesinde ifade özgürlüğü “Herkes, düşünce
ve kanaat hürriyetine sahiptir; düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim ile
veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklayabilir ve yayabilir.
Kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.” şeklinde
düzenlenmiştir.
Belirtmek gerekir ki, düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğüne, birçok
uluslararası belgede ayrı maddeler altında yer verilmiştir. Nitekim düşünce
özgürlüğü ve ifade özgürlüğü aynı anlama gelmemektedir. Bu nedenle,
kavram kargaşasını önlemek adına, düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğünün
farklı maddelerde düzenlenmesi, daha isabetlidir.31
Ayrıca, 1961 Anayasası ifade özgürlüğü düzenlediği 20. maddede,
özgürlüğün hangi hal ve şartta sınırlandırılması gerektiğini düzenlememiştir.

29Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s.354.


30Kuzu ,“T.C. Anayasaları’nın İnsan Hakları Açısından Karşılaştırmalı Olarak
İncelenmesi”, s.74.
31Birol Sinem, “1961 Anayasasında İfade Özgürlüğü”, İstanbul Üniversitesi İletişim

Fakültesi Dergisi, 43/2, 2012, s.44.

70 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

“Temel Hak ve Hürriyetlerin Özü, Sınırlanması ve Kötüye


Kullanılamaması” başlığı altında verilen 11. Maddede ise, temel hak ve
hürriyetlerin anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak kanun ile
kısıtlanabileceği belirtilip, kamu yararı, genel ahlak, kamu düzeni, sosyal
adalet ve millî güvenlik gibi sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne
dokunulamayacağı belirtilmiştir.
Bu durum, ifade özgürlüğünün sınırlanıp sınırlanmayacağı, başka
ifadeyle özgürlüğü sınırlandırmaya yönelik pozitif düzenlemelerin yapılıp
yapılamayacağı, 11. Maddenin ifade özgürlüğünü sınırlamak noktasında
yasal dayanak oluşturup oluşturmayacağı sorusunu akla getirmektedir.
Anayasa Mahkemesi bu soruya cevap bulmuş ve temel hak ve
özgürlüklerin genel sınırlama sebeplerin düzenlediği 11. maddesinin ifade
özgürlüğü için de uygulanabileceğine 1963 yılında verdiği bir kararda
değinmiştir. Mahkeme, düşünce ve kanaat hürriyetinin, iç hürriyet olarak
kaldığı sürece mutlak ve sınırsız olduğunu, ancak düşünce hürriyetinin,
toplum hayatını ilgilendirdiği andan itibaren hukukun ilgi alanına gireceğini
ve çeşitli sınırlamalara tabi tutulacağını belirtmiştir.32 Mahkemenin bu kararı
aynı zamanda, düşünce özgürlüğü ve ifade hürriyetinin farklı maddelerde
düzenlenmesi gerektiğini belirten görüşümüzü destekler niteliktedir.
Bu karara uygun olarak, 1961 Anayasası’nın 11. Maddesi, 1971 tarihli
askeri müdahale sonrası değiştirilerek, genel sınırlandırma maddesi haline
getirilmiştir. Yani 1961 Anayasası’ndaki temel hak ve hürriyetler, bir taraftan
anayasada gösterilmiş olan özel sebeplerle diğer taraftan 11. Maddedeki
genel sebepler ile kayıt altına alınabilecektir33.
Sınırlandırmanın sınırı ölçütlerini açıkça düzenleyen ilk anayasa olan
1961 Anayasası, 11. Madde de sınırlandırmanın sınırı ölçütü olarak yukarıda
belirttiğimiz üzere, “öze dokunma yasağını” belirlemiştir.
Anayasa Mahkemesi, hakkın özü kavramını tanımlamış, bu kavramın
sadece hakkın veya özgürlüğün kullanılmasını açıkça yasaklayan, amacına

32AYM, K.T.8.4.1963, E.1963/16, K.1963/83, KT.8.4.1963, R.G.


Tarih/Sayı:9.7.1963/11449(Çevrimiçi)http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content
/ca3aa5a4-2b0f-4e0c-87b2-6a841be156fc?excludeGerekce=False&wordsOnly=False,
10.05.2017. Ayrıca bkz. AYM K.T. 8.4.1963, E.1963/17,
K.1963/84,R.G.Tarih/Sayı:17.7.1963/11456(Çevrimiçi),http://kararlaryeni.anayasa.gov.
tr/Karar/Content/29175a95-1977-4845-9b80-
135691974f1f?excludeGerekce=False&wordsOnly=False,10.05.2017. Sunay Reyhan,
1961-1982 Anayasaları Döneminde Anayasa Mahkemesinin İfade Hürriyeti
Konusundaki Yaklaşımı Ve İlgili Karar Özetleri, Ankara: Liberal Düşünce
Topluluğu Yayınları, 2002, s.10.
33Şahin, Batılı Anlamda Özgürlük Versus İktidar, s.284.

71
Nuran KOYUNCU

ulaşmasını önleyen veya etkisini ortadan kaldıran sınırlamaları değil; hakkın


ya da özgürlüğün kullanılmasını ciddi surette güçleştirici sınırlamaları da
kapsadığını belirtilmiştir34.
Ancak Anayasa Mahkemesi bu tanımına rağmen, 1961 Anayasası
döneminde öze dokunmama ölçütünü genellikle ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı
yönde yorumlamış ve uygulamıştır. Mahkeme, 27 Mayıs müdahalesini
korumayı amaçlayan ve “Tedbirler Yasası” olarak bilinen 38 sayılı yasayı ifade
özgürlüğünün ihlali olarak görmemiştir. Bu yasanın dava konusu olan
hükmü, 27 Mayıs Devrimini söz, yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya
sair vasıta ve suretlerle, yersiz, haksız veya gayrimeşru gösterenlerin, bunu
üstü kapalı bir biçimde yapsalar dahi, cezalandırılmasını öngörüyordu.
Mahkeme’ye göre bu madde:
“Vatandaşın 27 Mayıs Devrimi hakkında herhangi bir kanaat
beslemesini men edici mahiyet taşımamaktadır. Esasen kanaat besleme
kişinin iç âlemini ilgilendirdiği cihetle bir kayıtlamaya da tabi tutulamaz. Bu
kanaatin söz, yazı, resim vesaire gibi vasıtalarla açığa vurulması ise, bazı
kayıtlamalara tabi kılınmıştır. Bu bakımdan 38 sayılı kanunla yapılan
kayıtlama, düşünce, kanaat ve basın hürriyetlerinin özüne dokunacak bir
nitelik taşımamakta, sadece toplum hayatını zarardan korumayı ve güvenliği
sağlamayı hedef tutmaktadır.”35
Anayasa Mahkemesi’nin bu karardaki yorumunun olumlu yanları
vardır. Nitekim mahkeme kararında, ifade hürriyetinin sınırlandırılmasında
kişinin zihninden geçen duygu ve düşünceleri ya da değer yargılarını değil,
açıklanan fikir ve kanaatlerin dış dünyaya yansıyan boyutlarını (maddi
olguların, eylemlerin) esas almıştır.36 Ancak mahkeme kararında, 27 Mayıs’a
yönelik eleştirilerin önünü tıkamış, ifade özgürlüğünün kapsamına yalnızca,
beğenilen, hoş karşılanan, ya da zararsız kabul edilen görüşleri dâhil etmiş,
ifade özgürlüğünü dar yorumlamıştır.
Mahkemenin kararından, ifade hürriyetinin çoğulcu yaklaşımla
muhalefet hürriyeti şeklinde değil, bir güvenlik meselesi olarak algılandığı
ortaya çıkmaktadır. İfade hürriyetinin hürriyet sorunundan ziyade güvenlik

34AYM, K.T.8.4.1963, E.1963/16, K.1963/83, KT.8.4.1963, R.G.


Tarih/Sayı:9.7.1963/11449(Çevrimiçi)http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content
/ca3aa5a4-2b0f-4e0c-87b2-6a841be156fc?excludeGerekce=False&wordsOnly=False,
10.05.2017.
35AYM K.T. 8.4.1963, E.1963/17, K.1963/84, R.G.Tarih/Sayı:17.7.1963/11456
(Çevrimiçi)http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/29175a95-1977-4845-
9b80-135691974f1f?excludeGerekce=False&wordsOnly=False,10.05.2017.
36Sunay, 1961-1982 Anayasaları Döneminde Anayasa Mahkemesinin İfade
Hürriyeti Konusundaki Yaklaşımı Ve İlgili Karar Özetleri, s.10.

72 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

meselesi olarak algılanması, onun tehlike olarak görülmesine ve zararlı ve


gayrimeşru addedilen fikirlerin yasaklanmasına neden olmaktadır. Bu durum
da, hürriyetin kendisinin değil devletin kendini koruma kaygısının öncelikli
hale geldiğinin bir göstergesi olmaktadır.37
Basın özgürlüğü noktasında ise anayasa, ayrıntılı düzenlemelere yer
vermiştir. Nitekim Demokrat Parti döneminde, ülkede yaşanan gelişmelerin
neticesinde, yukarıda da değindiğimiz üzere eleştirilerin artmış, iktidar
baskıcı bir tutuma yönelmiştir. Söz konusu tedbirlerden, eleştirilerin önemli
bir kaynağını temsil eden basın da nasibini almış ve ciddi yaptırımlarla karşı
karşıya kalmıştır. Bu anayasada, Demokrat Parti döneminde gerçekleştirilen
olumsuz uygulamaların tekrarının engellenmesi kaygısı taşımıştır.38
Basınla ilgili düzenlemelere, “Basın ve Yayımla İlgili Hükümler”
başlığı taşıyan 22. Maddede yer verilmiştir. Maddenin ilk fıkrasında, basının
özgür olduğu belirtilmiş, sonrasında ise sansür yasağı getirilmiştir. Aynı
maddenin ikinci fıkrasında ise “Devlet, basın ve haber alma hürriyetini
sağlayacak tedbirleri alır,” diyerek basın özgürlüğünün kullanılmasıyla ilgili
olarak devlete ödevler yüklenmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi, yabancı
memleketlerde basılan ve yayılan eserleri basın hürriyetinin düzenlendiği 22.
madde kapsamında görmemiş, bu tür eserlerin yurda sokulması ve
dağıtılması konusunda, Bakanlar Kuruluna yasaklama yetkisi veren Basın
Kanununun 31. Maddesinin anayasaya aykırı olmadığını belirtmiştir.39
1961 Anayasası, 23. Maddesinde ise gazete ve dergi çıkarılmasının
önceden izin alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamayacağını
düzenlemiştir. 23. Maddeye göre, yayın yasağı konulması yasaktır, ancak
yargılamanın zarar görmemesi amacıyla ve yargıç kararıyla yayın yasağı
konulabilecektir. Böylelikle, 1924 Anayasası döneminde problem teşkil eden,
iktidarları rahatsız eden haberlerin yazılmasına engel olan keyfi kararların
alınması zorlaştırılmıştır.
Anayasa gazete ve dergilerin hangi şartlar altında da toplanabileceğini
de 22. maddesinde, düzenlemiştir. Gazete ve dergiler, kanunun gösterdiği
suçların işlenmesi halinde hâkim kararıyla; devletin ülkesi ve milletiyle
bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu düzeninin veya genel ahlâkın

37 Sunay, 1961-1982 Anayasaları Döneminde Anayasa Mahkemesinin İfade


Hürriyeti Konusundaki Yaklaşımı Ve İlgili Karar Özetleri, s.11.
38 Birol ,“1961 Anayasasında İfade Özgürlüğü”, s.51.

39 AYM K.T. 5.7.1963, E.1963/170, K.1963/178, R. G. Tarih/sayı:4.11.1963/11546,

(Çevrimiçi) http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/3a8c15f8-c4ea-4a57-
b878-7c4ef86ce450?excludeGerekce=False&wordsOnly=False; 10.05.2017; Sunay,
1961-1982 Anayasaları Döneminde Anayasa Mahkemesinin İfade Hürriyeti
Konusundaki Yaklaşımı Ve İlgili Karar Özetleri, s.11.
73
Nuran KOYUNCU

korunması bakımından gecikmede sakınca bulunan hallerde de, kanunun


açıkça yetkili kıldığı merciin emriyle toplatılabilecektir. Ancak yetkili merciin
kararı en geç 24 saat içinde mahkemeye bildirilecektir, bu kararın
geçerliliğinin devam etmesi hâkimin onayına bağlıdır.
“Gazete ve dergilerin kapatılması” hususu da anayasa da
düzenlenmiştir. Gazete ve dergiler, 57. maddede yer alan fiillerden dolayı
mahkûm olma durumunda, hâkim kararıyla kapatılabilecektir. Anayasanın
57. Maddesi ise, siyasi partilerin kapatılma nedenlerini belirtmiştir. Yani, bir
gazete veya dergi, millî güvenliğe, kamu düzenine, genel ahlaka, insan hak ve
hürriyetlerine dayanan millî, demokratik, laik ve sosyal cumhuriyet ilkelerine
ve devletin bölünmezliğine aykırı yayınlardan mahkûm olduğunda, mahkeme
kararıyla kapatılabilecektir.
Ayrıca Anayasanın 27. maddesi ile haysiyetlerine ve şereflerine
dokunması, kendileriyle ilgili gerçeğe aykırı yayınlar yapılması durumunda
kişilere cevap ve düzeltme hakkı tanınmıştır.
Anayasanın getirdiği, basın için son derece önemli bir düzenleme de
ispat hakkıyla ilgili olan 34. maddedir. Nitekim 1954’te DP’nin kabul ettiği
ve 1956’da yapılan değişikliklerde daha da sıkılaştırılan 6334 sayılı “Neşir
yoluyla veya Radyo ile işlenecek bazı cürümler hakkında Kanun” ile
gazetecilerin ispat hakkı ellerinden alınmıştır. Bu yasaya göre, kişinin namus,
şeref veya haysiyete tecavüz edilmesi, itibar kırıcı yayın yapılması, özel veya
aile durumunun rıza alınmadan teşhiri 6 aydan 3 yıla kadar hapis ve 1000
liradan 10 bin liraya kadar para cezası ile cezalandırılabilecektir. Bu suçlar
resmî sıfatı olanlara karşı işlendiğinde ceza üçte birden yarıya kadar
artırılabilecektir. Ayrıca suçlamada bulunan gazetecinin iddiasını ispatlama
hakkı yasada düzenlenmemiştir. 1961 Anayasası, 34. maddesinde bu soruna
çözüm bulmuş ve “Kamu görev ve hizmetinde bulunanlara karşı bu görev ve
hizmetin yerine getirilmesiyle ilgili olarak yapılan isnatlardan dolayı açılan
hakaret davalarında, sanık, isnadın doğruluğunu ispat hakkına sahiptir.”
denilerek ispat hakkını anayasal güvenceye kavuşturmuştur.40
1961 Anayasasında basın özgürlüğünü düzenlediği 22. Maddesinde,
bu özgürlüğün ancak kanunla tahdidi olarak belirtilen nedenlerle
sınırlandırılabileceği belirtilmiş, bu nedenler aynı Maddenin 3. Fıkrasında,
devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü, kamu düzenini, millî güvenliği ve
millî güvenliğin gerektirdiği gizliliği veya genel ahlâkı korumak, kişilerin
haysiyet, şeref ve haklarını tecavüzü, suç işlemeye kışkırtmayı önlemek veya
yargı görevinin amacına uygun olarak yerine getirilmesini sağlamak, olarak
belirlenmiştir.

Birol, “1961 Anayasasında İfade Özgürlüğü”, s. 46.


40

74 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

1961 Anayasasının ifade özgürlüğü ilgili olarak getirdiği düzenlemeler


noktasında bazı tespitler yapmak mümkündür. Bu anayasa, öncelikle
Demokrat Parti döneminde gerçekleştirilen olumsuz uygulamaların önüne
geçmek istemiş, hak ve özgürlükleri 1924 Anayasası’na göre daha açık ve
ayrıntılı bir şekilde düzenlemiştir.
1961 Anayasası, yalnız Türklere hak tanıyan ve bunların içeriğini de
belirlemeden sayıp döken Teşkilatı Esasiye Kanunundan farklı olarak,
yasamanın takdir yetkisinin hak ve özgürlükler aleyhine büyümesini
engellemeye çalışmıştır. Basın ve yayınla ilgili koruyucu hükümlerin çokluğu
bu duruma örnektir41.
Öte yandan, her ne kadar genel sınırlandırma sebeplerine yer vermiş
olsa da, sınırlandırmanın sınırı ölçütleri noktasında 1924 Anayasası’nın
benimsediği “başkalarının hürriyetinin sınırı” kriterine göre, “hakkın özü”
kriterini benimseyerek, daha güvenceli bir yaklaşım sergilemiştir. Hakkın özü
kavramı, amacına uygun ve temel hak ve özgürlükleri genişletici bir şekilde
yorumlandığı takdirde, keyfi sınırlamaların önüne geçilmesi açısından
önemlidir.
Ayrıca, 1961 Anayasası’nın sınırlama nedenleri, yukarıda değindiğimiz
AİHS' de belirtilen nedenlerle uyum içerisindedir. Bu anayasada temel hak
ve özgürlükler ile ilgili düzenlemeler noktasında, AİHS’ den yararlanılmıştır.
Bu anayasada ayrıca, anayasanın üstünlüğü “Kanunlar anayasaya aykırı
olamaz” hükmü ile açık bir şekilde belirtilmiş ve 1924 Anayasasında yer
almayan, Anayasa Mahkemesi kuruma yer verilmiştir. Böylelikle temel hak
ve özgürlüklere 11. Maddeye aykırı olarak yapılan müdahaleler denetlenecek
ve anayasaya aykırı kanunlar iptal edilebilecektir. Anayasanın üstünlüğü ilkesi
bu bağlamda, fonksiyonel bir yapıya kavuşturulmuştur. Nitekim 1924
Anayasası da, kanunların anayasaya aykırı olamayacağını belirtmiş; ancak
bunu denetleyecek bir denetim mekanizmasına yer vermemiştir. Bu nedenle,
1924 Anayasası’nda anayasanın üstünlüğü ilkesi, anayasal bir hüküm var
olmasına rağmen güvenceli değildir.
Dolayısıyla, 1961 Anayasası yasama ve yürütmeyi frenleyerek, temel
hak ve özgürlüklerin sınırlanması noktasında birtakım kriterler belirleyerek
ve Anayasa Mahkemesi kurumuna yer vererek, temel hak ve özgürlükleri, bu
bağlamda ifade ve basın özgürlüğünü, 1924 Anayasası’na göre, daha fazla
koruma altına almıştır.

Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, s.382.


41

75
Nuran KOYUNCU

D.1982 Anayasası
1982 Anayasası hazırlanırken, klasik haklar bakımından AİHS’ deki
düzenlemeden önemli ölçüde yararlanılmıştır. Fakat 1982 Anayasası’nın
bireyin hakları karşısında devletin otoritesini güçlendiren genel karakteri ve
hakların rejimine ilişkin yaklaşımı, sözleşme ile anayasa arasındaki
benzerliğin kâğıt üstünde kalmasına yol açmıştır. İfade özgürlüğüne ilişkin
Avrupa ve Türk standartları farklılaşmış, sonraki yıllarda yapılan değişiklikler
ile anayasa ile sözleşme birbirine yakınlaşmıştır.42
1982 Anayasasında ifade özgürlüğü, 1961 Anayasası’ndan farklı
olarak, 25. maddede “düşünce ve kanaat hürriyeti”, 26. maddede “düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklarıyla iki ayrı maddede düzenlenmiştir.
Anayasanın 25. maddesinde herkesin, düşünce ve kanaat özgürlüğüne
sahip olduğu vurgulanmaktadır. Madde “her ne sebep ve amaçla olursa olsun
kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri
sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz” hükmünü de barındırmaktadır. Bu
özgürlük, herhangi bir sınırlamaya tabi olmayan bir özgürlük niteliğindedir.
Yine anayasaya göre, olağanüstü haller bile bu özgürlüğün sınırlarını
ortadan kaldıramayacaktır. Başka bir deyişle, düşünce ve kanaat özgürlüğü
olağanüstü hallerde dahi ihlal edilemeyecek bir özgürlüktür.43
Düşünce özgürlüğüne mutlak ve dokunulmaz bir alan sağlayan ilgili
düzenleme doğrultusunda, AİHS m. 10 ve AİHM içtihatlarıyla uyumlu
biçimde, düşünce ve kanaat özgürlüğü 1982 Anayasası’nda açıkça güvence
altına alınmıştır.
“Düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü” başlığını taşıyan 26.
maddenin 1. fıkrasında, düşünce ve kanaatlerin çeşitli şekillerde (söz, yazı,
resim veya başka yollarla), tek başına veya toplu olarak dile getirilmesi hakkı
düzenlenmiştir. Maddeye göre resmi makamların müdahalesi olmaksızın
haber veya fikir almak ya da vermek serbesttir. 26. maddenin 1. fıkrası,
herkesin düşünce ve kanaatlerini söz, yazı vs. yollarla açıklama ve yayma
hakkına sahip olduğunu belirttikten sonra, basın dışındaki kitle haberleşme
araçlarıyla yapılan düşünce açıklamalarını “izin sistemine” bağlanabileceği
belirtilmektedir.

42Uygun Oktay, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Hukukunda İfade


Özgürlüğünün Sınırlanması”, Kamu Hukuku İncelemeleri (İnsan Hakları,
Demokrasi, Hukuk Devleti, Egemenlik), İstanbul: On İki Levha Yayınları,2011, s.
137.
43Turhan Mehmet, “Düşünce Özgürlüğü ve 1982 Anayasası”, (Çevrimiçi),
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/214134, 10.05.2017, s.98.

76 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

Öte yandan maddede, düşüncenin açıklanması araçlarına ilişkin bir


sınırlama öngörülmemiştir. 26. Maddedeki düşünceyi açıklama araçlarını
geniş bir şekilde yorumlamak mümkündür. Söz, plaklar, audio kasetler,
daktilo ile yazılmış tüm belgeler, el ilanları, yeni teknoloji araçlarından
internet, bu kapsamda düşünülebilecektir.44
Nitekim Anayasa Mahkemesi de, internet özgürlüğüne getirilen
sınırlamanın, başvurucuların ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini
değerlendirdiği bireysel başvuru kararında, kitle iletişim araçlarının AY m.
26/1’de ifade özgürlüğüne sağlanan koruma kapsamında olduğunu şu şekilde
belirtmiştir:
“…Anayasanın 26. maddesinde düşünceyi açıklama ve yayma
özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar “söz, yazı, resim veya
başka yollar” olarak ifade edilmiş ve başka yollar” ifadesiyle her türlü ifade
aracının anayasal koruma altında olduğu gösterilmiştir. …Görsel ve yazılı
medya araçları yoluyla fikir, düşünce ve haberlerin yayılmasını güvence altına
alan basın özgürlüğü de düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün
kullanılma araçlarından biridir. …İnternet modern demokrasilerde başta
ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması
bakımından önemli bir araçsal değere sahip bulunmaktadır. İnternetin
sağladığı sosyal medya zemini kişilerin bilgi ve düşüncelerini açıklama,
karşılıklı paylaşma ve yaymaları için vazgeçilmez niteliktedir.”45
Bu bağlamda, 1982 Anayasasının ifade özgürlüğünü kullanılan araçlar
bakımından, AİHS’ deki düzenleme ile aynı doğrultuda düzenlediği
sonucuna ulaşılacaktır.
Ayrıca 1982 Anayasasının 26. Maddesinde, basın dışındaki diğer kitle
iletişim araçları ile yapılacak düşünce açıklamalarının izin sistemine
bağlanabileceği belirtilmiştir. Bu maddeye göre, devlet radyo ve televizyon
özgürlüğünü izin sistemine bağlayabilecektir. Yukarıda belirttiğimiz üzere,
AİHS’ nin 10. Maddesinde de, benzer bir düzenleme yer almaktadır.

44Can Osman, “Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü: Anayasal Sınırlar Açısından Ne


Değişti?”, (Çevrimiçi), http://www.libertedownload.com/LD/arsiv/24/08-osman-can-
dusunceyi-aciklama-ozgurlugu.pdf, 10.05.2017, ss.95-96.
45AYM (Bireysel Başvuru İkinci Bölüm), Başvuru No. 2014/3986, K.T. 02.04. 2014,

(Çevrimiçi) http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/BireyselKarar/Content/472bbf6e-ce2c-
4c83-a402-6bdd44702537?wordsOnly=False, 10.05.2017. ; Esmer Murat, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi Ve 1982 Anayasası’nda İfade Ve Kitle İletişim Özgürlüğü,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul, 2014), ss.122.
77
Nuran KOYUNCU

Ancak Anayasa Mahkemesi 1990/8 sayılı kararında radyo, TV, sinema


yayıncılığında izin sistemini öngören bu hükmü, devlet tekelini düzenleyen
anayasanın 133. maddesine dayanarak oldukça daraltıcı yönde yorumlamıştır.
Mahkemeye göre izin rejimini öngören hüküm, izin almak şartıyla özel
kişilerce radyo ve TV yayını yapılabileceği yönünde bir yoruma elverişli
görülmekteyse de, böyle bir yorum radyo ve televizyon istasyonlarının ancak
devlet eliyle kurulacağını ve yönetimlerinin yansız bir kamu tüzel kişiliğince
gerçekleştirileceğini belirten anayasanın 133. madde ile çelişmektedir.
Anayasa Mahkemesi bu kararında, yasaklayıcı bir yaklaşım sergileyen
anayasanın 133. Maddesini ön plana çıkarmıştır46.
Anayasanın 133. Maddesinde, 1993 yılında gerçekleştirilen değişiklik
ile radyo-TV yayıncılığındaki devlet tekelinin kaldırılarak, özel radyo-
TV’lere yayın izni verilmiştir. Bu değişiklik, görsel-işitsel iletişim özgürlüğü
bakımından oldukça önemlidir.47
1982 Anayasasında ayrıca, ifade özgürlüğü kapsamında
değerlendirilebilecek, başka özgürlükler de güvence altına alınmıştır. Din ve
vicdan özgürlüğü (md.24) bilim ve sanat özgürlüğü(md.27) basın ve yayınla
ilgili hükümler(md.28) dernek kurma(md.33) ve toplantı gösteri yürüyüşü
özgürlükleri (md.34), bu bağlamda düşünülebilecektir.
Bilindiği üzere, ülkemizde ifade özgürlüğü noktasında en önemli
sorunlar, geniş anlamda basın ve basın özgürlüğü düzeyinde ortaya
çıkmaktadır. Bu nedenle, 1982 Anayasası’nın basın özgürlüğü ile ilgili
hükümlerine, çalışmanın kapsamı açısından öncelikle değinilecektir.
Basın özgürlüğü, 1982 Anayasası’nın 28. Maddesinde korunmaktadır.
Bu madde, basın özgürlüğü konusunda adeta gelenekleşen cümleyle
başlamaktadır: “Basın hürdür, sansür edilemez”. Ayrıca maddede, basımevi
kurmanın izne ve mali teminat yatırma şartına bağlanamayacağı
belirtilmektedir. Basın özgürlüğü konusunda, 28.madde devlete pozitif bir
yükümlülük de yüklemektedir. Buna göre “Devlet, basın ve haber alma
hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır”. Bu tedbirlerin neler olduğu maddede
belirtilmemektedir. Ancak basın özgürlüğünün sağlanması devletin bu
tedbirleri almasından çok, negatif yükümlülüklerine uymasına bağlıdır. Basın

46AYM K.T. 18.5.1990, E.1989/9, K.1990/8, R. G. Tarih/sayı: 26.07.1990/20586,


(Çevrimiçi) http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/58b662b9-53d1-42f5-
b1ab-1ff2c70500c8?excludeGerekce=False&wordsOnly=False, 05.08.2017; Sunay,
1961-1982 Anayasaları Döneminde Anayasa Mahkemesinin İfade Hürriyeti
Konusundaki Yaklaşımı Ve İlgili Karar Özetleri, s.13.
47Esmer, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ve 1982 Anayasası’nda İfade Ve Kitle

İletişim Özgürlüğü, s.123.

78 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

özgürlüğüyle ilgili sınırlamaların oldukça detaylı olması bu negatif


yükümlülüğün önemini daha da artırmaktadır.48
Peki, 1982 Anayasası ifade ve basın özgürlüğünü sınırlama noktasında
ne gibi hükümler öngörmüştür?
Öncelikle, 1982 Anayasasında, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlanması konusunda, 2001 yılındaki değişiklik ile önemli adımlar
atılmıştır. Yapılan değişiklik ile anayasadaki temel hak ve hürriyetlerin
sınırlandırılması rejimi değiştirilmiştir. Şöyle ki 1982 Anayasasının ilk
şeklinde, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması konusu 13. Maddede
düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, temel hak ve özgürlükleri hem kendi
maddelerinde bulunan özel sınırlama nedenleri ile hem de bu maddede
bulunan genel sınırlama nedenleri ile sınırlanabilecektir. 2001 tarihli Anayasa
değişikliği ile 13. Maddedeki genel sınırlandırma sebepleri kaldırılmıştır.49
Yani temel hak ve özgürlükler, bu bağlamda ifade ve basın özgürlüğü
yalnızca ilgili maddelerde yer alan sınırlandırma nedenleri ile
sınırlanabilecektir.
Değişiklikle, 1982 Anayasası’nın ilk şeklinde de bulunan, demokratik
toplum düzeninin gereklerine uygunluk kriteri ve sınırlamanın Anayasanın
sözüne ve ruhuna uygun olması kriteri devam ettirilmiştir. Ek olarak, 2001
değişiklikleri ile temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması konusunda 1961
Anayasasında bulunup, 1982 Anayasası’nın ilk şeklinde bulunmayan “öze
dokunma yasağı” maddeye eklenmiştir.50
1982 Anayasası’nda hem ifade özgürlüğünü hem de basın özgürlüğünü
düzenleyen maddelerde, ilgili özgürlüklerin hangi nedenlerle
sınırlandırılabileceği belirtilmiştir.
İfade özgürlüğü için Anayasada öngörülen sınırlama nedenleri 26.
maddenin ikinci fıkrasında sayılmıştır. Maddeye göre ifade özgürlüğü, milli
güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, cumhuriyetin temel nitelikleri ve
devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların
önlenmesi, suçluların cezalandırılması, devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş

481982 Anayasası Madde 28:Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak izin
alma ve malî teminat yatırma şartına bağlanamaz. (İkinci fıkra mülga: 3.10.2001-
4709/10 md.) Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.
Basın hürriyetinin sınırlanmasında, Anayasanın 26 ve 27 nci maddeleri hükümleri
uygulanır. ; Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki
Yasal Engeller, s.31.
49Özbudun Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Gözden Geçirilmiş 10. Baskı, Ankara:

Yetkin Yayınları, 2009, s.111.


50Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, ss.111-112.

79
Nuran KOYUNCU

bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile


hayatlarının yahut yasanın öngördüğü meslek sırlarının korunması veya
yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi gibi nedenlere
dayanılarak sınırlanabilecektir.
AİHS’nin 10.maddesi ifade özgürlüğünü sınırlandıran sekiz adet
sınırlama sebebine yer vermişken, 1982 Anayasasında bu sayı ondur. 1982
Anayasası, AİHS’den farklı olarak, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez
bütünlüğünün korunması ve cumhuriyetin temel nitelikleri gibi sınırlama
sebeplerine yer vermiştir. AİHS’de 1982 Anayasası’ndan farklı olarak,
sağlığın ve ahlakın korunması sınırlama sebebine yer vermiştir.
Belirtmek gerekir ki, ifade özgürlüğünü sınırlandıran sebeplerin sayısı
AİHS’ne göre fazla olmasına rağmen, belirli noktalarda geçmişe göre
ilerleme kaydedilmiştir. Örneğin, 2001 tarihli anayasa değişikliklerinden
önce 26. maddede sınırlama nedeni olarak öngörülen dil yasağı kaldırılmış,
böylelikle ifade açıklamalarında hangi dilin kullanıldığının önemi
kalmamıştır.51
Yine öğretide ifade özgürlüğüne anayasa tarafından doğrudan ve
kendiliğinden getirilen bir sınırlama nedeni olarak görülen,52 1982
Anayasasının başlangıç kısmının beşinci paragrafında yer alan “hiçbir
düşünce ve mülahazanın Türk milli menfaatleri… Türklüğün tarihi ve
manevi değerleri… karşısında korunma göremeyeceği…” şeklindeki ifade,
2001 yılında yapılan anayasa değişikliği sonucu “hiçbir faaliyetin” şeklinde
değiştirilmiştir. Böylece, düşünce özgürlüğünü anlamsız kılan, düşünce
özgürlüğü ve onun sağladığı dokunulmazlık zırhının yalnızca anayasa ve
başlangıçtaki değerlere uygun düşünceler için geçerli olacağını, onun
dışındaki düşüncelere sahip olmanın anayasal korumadan yararlanamayacağı
algısı yaratan53 bu ifade ortadan kakmıştır, düşünceyi koruma alanı
genişletilmiştir.
Ancak, 2001 değişikliği ile genel sınırlandırma sebeplerinden
vazgeçilmiş olmasına rağmen, genel sınırlandırma sebepleri içerisinde yer
alan bazı kavramlar, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini sınırlandıran
özel sınırlandırma sebeplerinin arasına eklenmiştir. Bunlardan biri de,
“cumhuriyetin temel nitelikleri” dir. Gözler’ in haklı olarak belirtiği gibi,
1982 Anayasasının ilk hâlinde yer almayan bu sınırlama sebebi düşünceyi

51Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki Yasal


Engeller, s.27.
52Tanör Bülent ve Yüzbaşıoğlu Necmi, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa

Hukuku, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001,s.134.


53Can Osman, “Anayasa Değişiklikleri ve Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü”, Anayasa

Yargısı Dergisi, 19, 2002, s.506.

80 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

açıklama ve basın özgürlüğü açısından fevkalade sakıncalıdır. Çünkü


Cumhuriyetin temel nitelikleri son derece geniştir, bunlara aykırı bir
düşüncenin açıklanmasının yasaklanması otoriter bir zihniyeti
yansıtmaktadır. Üstelik bu niteliklerin bazıların içerikleri de tartışmalıdır.
Örneğin “sosyal devlet” ilkesi tartışmalı bir ilkedir. Bu ilkeye karşı olan
birçok kitap ve makale yazılmıştır. Bu anayasa değişikliğinden sonra, sosyal
devlet aleyhine yazılmış bu kitapların ve makalelerin yasaklanması
mümkündür. Hâlbuki bir kişinin sosyal devlete karşı olmasında hiçbir
sakınca yoktur.54
Basın özgürlüğünün sınırlanmasında ise 1982 Anayasası’nın 28.
maddesinde, öncelikle anayasanın 26. ve 27. maddelerinde belirtilen
sınırlama nedenlerinin uygulanacağı belirtilmektedir. Yani, yukarıda
değindiğimiz ifade özgürlüğünü sınırlandıran 26. Maddedeki sınırlama
nedenleri, basın özgürlüğünün sınırlandırılmasında da uygulanabilecektir.
27. Maddeye göre, bilim ve sanatı yayma hakkı, Anayasanın 1. 2. ve 3.
maddelerinin değiştirilmesini sağlamak amacıyla kullanılamayacaktır. Yani,
basın özgürlüğü “millî güvenlik”, “kamu düzeni”, “kamu güvenliği”,
“cumhuriyetin temel nitelikleri”, “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez
bütünlüğünün korunması”, “suçların önlenmesi”, “suçluların
cezalandırılması”, “devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin
açıklanmaması”, “başkalarının şöhret veya haklarının korunması”, “özel ve
aile hayatlarının korunması”, “kanunun öngördüğü meslek sırlarının
korunması”, “yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi”
amaçları ile sınırlanabilecektir. Ayrıca basın özgürlüğü, Türkiye Devletinin
şeklini, resmî dilini, bayrağını, millî marşını ve başkentini değiştirmek amacı
ile kullanılmayacaktır.
Bu düzenleme, düşünce yaşamı ile ilgili sorunlu bir düzenlemedir.
Çünkü özgürlük anayasa tarafından doğrudan sınırlanmıştır. Bu yasaklar
soyut ve içerikleri bakımından tanıma muhtaç olduklarından, bunları
somutlaştıracak olan yasama organının geniş bir manevra alanı vardır.
Anayasa Mahkemesi de soyut yasaklara dayanarak karar verebilmektedir. Bu
nedenle, yasaklar dar yorumlanmalı, özgürlük alanı geniş tutulmalıdır.55
Nitekim AİHM, siyasi parti kapatma davalarına yönelik başvurularda
bu durumu incelemiş ve demokrasinin kendine zarar vermemek koşuluyla,
bir devletin mevcut örgütlenme biçiminin doğruluğu hakkında kuşku

54Gözler Kemal, “3 Ekim 2001 Tarihli Anayasa Değişikliği: Bir Abesle İştigal Örneği”,
Anayasa Yargısı Dergisi, 19, 2002, ss.339-340.
55Tanör ve Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, ss.131-132.

81
Nuran KOYUNCU

doğuran nitelikliler de dâhil olmak üzere farklı siyasal programların


önerilmesi ve tartışılmasının demokrasinin özü olduğunu belirtmiştir.56
Anayasanın 27/3 maddesinde de, yabancı yayınların ülkeye girmesi ve
dağıtımı düzenlenmiştir. Maddeye göre, yabancı yayınların ülkeye girmesi ve
dağıtımı kanunla düzenlenebilecektir. Anayasa, bu konuda yukarıda
değindiğimiz, 1961 anayasası döneminde yürürlükte olan ve Anayasa
Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı görülmeyen, Basın Kanununun 31.
Maddesi paralelinde bir düzenlemeye olanak sağlamıştır.
Madde 26. ve 27. maddelerdeki sınırlama nedenlerine ek olarak, 28.
maddenin dördüncü vd. fıkralarında da basın özgürlüğünün sınırlanmasında
başvurulabilecek çok sayıda sınırlama sebebine yer vermiştir. Anayasa koyucu
hatta bazı noktalarda tekrara düşmüştür.
Anayasa 28.maddenin ilk fıkrasında sansürü yasaklamasına rağmen
sorun teşkil eden hükümler vardır. Maddeye göre, devletin iç ve dış
güvenliğini, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden veya suç
işlemeye ya da ayaklanma veya isyana teşvik eder nitelikte olan veya devlete
ait gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber veya yazıyı, yazanlar veya
bastıranlar veya aynı amaçla, basanlar, başkasına verenler, bu suçlara ait
kanun hükümleri uyarınca sorumlu olacaktır. Bu madde bir anlamda, ön
denetime izin verici hükümler düzenlemiştir.57
Ayrıca maddeye göre, “yargılama görevinin amacına uygun olarak
yerine getirilmesi için, kanunla belirtilecek sınırlar içinde, hâkim tarafından
verilen kararlarla” yayım yasağı getirilebilecektir.
Ülkemizde yayın yasağı kararları Basın Kanunu’na, Medeni Kanun’a
veya 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınlar Hakkında Kanun’a
dayanılarak, Sulh Ceza Hâkimlikleri tarafından verilebilmektedir. Bu
kararlar kamuoyunda ciddi bir şekilde eleştirilmektedir. Çünkü mahkeme
kararlarının gerekçelerinin önemli bir kısmı, Basın Kanunu’nun 3/2.
Maddesine dayanmaktadır. Bu kanunda,
“Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun
gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum
sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu
güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının

56Uygun Oktay, “Siyasi Partilerin Kapatılması Rejiminin Avrupa İnsan Hakları


Sözleşmesi Çerçevesinde
Değerlendirilmesi”,http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/anayargi/uy
gun.pdf (Çevrimiçi), 05.08.2017.
57Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki Yasal

Engeller, s.27.

82 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün


otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir” şeklinde bir
hüküm vardır.
Madde son genel ve geniş bir içeriğe sahip bulunmaktadır. Ayrıca,
Basın Kanunu’nun 3/2. maddesinde yer alan kavram yasaklama değil
sınırlamadır. Sınırlama, belirli bir özgürlük alanının bir bölümünü serbest
bırakıp, diğer bölümünü işlemez duruma getirmektir. Oysa yasaklamada bir
konu ile ilgili iletişim tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Dolayısıyla, Basın
Kanunu’nun 3/2. maddesine dayanılarak, yayın yasağı kararı verilemez.58
AİHS’e göre ise yayın yasağının sözleşmeye uygun olabilmesi için, her
somut olayın kendine has koşulları dikkate alınarak, belirli bir zaman
dilimiyle sınırlı olarak verilmesi ve kategorik yasaklar getiren bir biçimde
uygulanmaması gerekir.59
Anayasa’nın 29.maddesinde de süreli yayınların, önceden izin alma ve
mali teminat şartına bağlanamayacağı belirtilmiştir.
Hürriyet ya da hakların kullanılmasında izin sisteminin özgürlük
kavramıyla bağdaşmayacağı açıktır. Mali teminat öngörülmesi ise yayım için
engel tehdidi teşkil eder niteliktedir. Ancak yayımın izne bağlı tutulmaması
her türlü denetimin dışında tutulduğu anlamına da gelmemektedir. Bu
düzenleme hem görevin amaca uygun bir biçimde yerine getirilmesini
sağlayacak hem de sahip bulunan serbestinin suiistimali önlenecektir.60
Ancak bu yayınlar, 28.madde uyarınca, belli şartlar altında
toplatılabilecek ve kapatılabilecektir. Toplatma kanunun gösterdiği suçların
soruşturma veya kovuşturmasına geçilmiş olması hallerinde hâkim kararıyla;
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu
düzeninin, genel ahlâkın korunması ve suçların önlenmesi bakımından
gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunun açıkça yetkili kıldığı
merciin emriyle gerçekleştirilecektir. Toplatmaya yetkili merci karar vermiş
ise, bu karar yirmi dört saat içerisinde hâkime bildirilecek, yoksa karar
hükümsüz sayılacaktır.
Süreli yayınlar, “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne,
Cumhuriyetin temel ilkelerine, millî güvenliğe ve genel ahlâka aykırı
yayımlardan mahkûm olma halinde ise, mahkeme kararıyla” geçici olarak

58Bayraktar Köksal, “Yayın Yasağı”, http://www.guncelhukuk.com.tr/hukukun-


ustunlugu/yayin-yasagi.html (Çevrimiçi),05.08.2017.
59Esmer, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ve 1982 Anayasası’nda İfade Ve Kitle

İletişim Özgürlüğü, s.145.


60Madde gerekçesi için bakınız Ramazanoğlu M. Yıldırım, Farklı Bir Bakışla

Anayasa Gerçeği, İstanbul: Ege Bası, 2012,s.229.


83
Nuran KOYUNCU

kapatılabilecektir. Kapatılan süreli yayının açıkça devamı niteliğini taşıyan


her türlü yayın ise maddede yasaklanmıştır, bu yasaya uyulmamasının
yaptırımı, ilgili yayının hâkim kararı ile toplatılmasıdır.
Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru yolu ile önüne gelen bir olayda,
başvurucunun basılmakta olan kitabına mahkeme kararı ile el konulmasını,
ifade özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür. Anayasa Mahkemesi kararında,
kitabın içeriğini incelemiş ve kitabın toplatılmasına gerekçe olarak gösterilen
düşüncelerin bir kısmının, toplumun büyük kesimi ve devlet yetkilileri için
kabul edilemez olduğunu, ancak bir bütün olarak şiddeti teşvik ve terör
eylemlerinin yapılmasına çağrıda bulunulmadığını, kitapta yer alan
düşüncelerin, Kürt sorununun çözülmesi için barışçıl yöntemlerin
kullanılması çerçevesinde temellendirildiğini, bu nedenle kitapların
toplanmasının ve toplanan kitapların bir kısmının kanunda öngörülen usule
uyulmaksızın imha edilmesinin, amaçlanan hedefler açısından orantısız
olduğu ve bu bağlamda demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülülük ilkesine
uygun olmadığı kanaatine varmıştır.61
AİHM de bu noktada, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya
kamu güvenliğinin korunması meşru sebebine dayalı olarak ifade hürriyetine
yapılan müdahaleleri incelenirken özellikle şiddeti ve terörü teşvik eden ırkçı
ve ülkeyi bölmeyi hedefleyen, demokratik rejimi yıkmayı amaçlayan ifade
açıklamalarının ifade özgürlüğünden yararlanamayacağını kabul etmektedir.
Devletler bu konuda geniş takdir yetkisine sahiptir. Ancak devletler bu takdir
yetkisini kullanırken, kişilerin ifade özgürlüğü ile demokratik bir toplumun
meşru hakkı olan kendini terörist eylemlerden koruma hakkı arasında adil bir
denge sağlamak zorundadırlar.62
Anayasa'nın 30. maddesinde yapılan düzenleme ile de “Kanuna uygun
şekilde basın işletmesi olarak kurulan basımevi ve eklentileri ile basın araçları,
suç aleti olduğu gerekçesiyle zapt ve müsadere edilemez veya işletilmekten
alıkonulamaz“ şeklinde düzenleme yapılarak, müsadere yasağı güvence altına
alınmıştır. Bu düzenleme basın araçlarını korumak açısından isabetlidir.
Ancak maddede müsadere yasağının geçersiz olduğu alanlar (müsadere
yasağının istisnaları), “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü,
cumhuriyetin temel ilkeleri ve millî güvenlik aleyhine işlenmiş bir suçtan
mahkûm olma” şeklinde soyut kavramlar ile açıklanmış ve oldukça geniş

61AYM (Bireysel Başvuru Genel Kurul), Başvuru No. 2013/409, K.T. 25.06 2014,
(Çevrimiçi), http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/BireyselKarar/Content/888e19e7-9d1a-
4034-ae5d-
78bc365993a0?higllightText=yay%C4%B1m%20yasa%C4%9F%C4%B1&wordsOnly=F
alse, 05.08.2017.
62Yüksek Mehmet, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde İfade Özgürlüğünün

Sınırları”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, 7,25, 2016,s.122.

84 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

tutulmuştur. Bu durum, müsadere yasağının anlamsız hale gelebilmesine


sebep olacak niteliktedir.
Anayasada ayrıca, 1961 Anayasası’nda da tanınan, düzeltme ve cevap
hakkı belli şartlar altında tanınmıştır. Kişiler, haysiyet ve şereflerine
dokunulması veya kendileriyle ilgili gerçeğe aykırı yayınlar yapılması
hallerinde, bu haktan yararlanabilecektir. İfade ve basın özgürlüğü, sınırsız
değildir. Başkalarının isimlerinin ve haysiyetlerinin karalanmasına yönelik
gerçeğe aykırı yayınların bu özgürlük kapsamında koruma göremeyecektir.
Bu nedenle, gerçeğe aykırı yayınlar karşısında kişilere düzeltme ve cevap
hakkının tanınması, bir yandan kişilerin isim ve haysiyetlerinin korunmasına
yönelik diğer yandan da kişinin gerçeğe aykırı yayınlar karşısında kendisiyle
ilgili bilgileri ifade etme özgürlüğünü korumaya yönelik bir güvence
sağlaması bakımından önemlidir.63
1982 Anayasası’ndaki ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin hükümlerden
hareketle, bazı tespitler yapmak mümkündür.
Öncelikle ifade özgürlüğü, liberal demokrasilerin yapı taşıdır, çünkü
toplumda daha iyi ve yeni fikirlerin ortaya çıkmasının zeminini, ifade
özgürlüğü oluşturmakta ve sadece düşünce özgürlüğü hakkı, ifade özgürlüğü
hakkı tanınmaksızın bir anlam ifade etmemektedir. 1982 Anayasası’nda da
bu nedenle koruma altına alınmıştır. Ancak bu özgürlük sınırsız değildir.
Nitekim ifade özgürlüğünü düzenleyen evrensel ve bölgesel düzeyde
uluslararası sözleşmeler de, bu özgürlüğü sınırlandırılabilir bir özgürlük
olarak düzenlenmiştir. Gerek 1982 Anayasası’nda gerek kanunlarımızda,
ifade özgürlüğünü sınırlandıran hükümler mevcuttur. 1982 Anayasası’ndaki
hükümlerimiz, AİHS ile büyük ölçüde de paralellik arz etmektedir. Ancak
uygulama açısından AİHM ve Türkiye arasında yukarıda da değindiğimiz
gibi yaklaşım farklılıkları mevcuttur.
Bu nedenle, ifade hürriyetinin korunması bakımından söz konusu
kavramların ve normatif hükümlerin bir dayanak teşkil edebilmesinde
şüphesiz mahkemece kullanılacak yorum yönteminin türü önemlidir. İfade
hürriyetinin kapsamı tayin edilirken ilgili kuralın anayasa veya kanun
koyucunun amacı ya da Türkiye açısından ifade ettiği özel anlamdan ziyade,
söz konusu hürriyetin kendine özgü niteliğinin göz önüne alınması
gerekmektedir.64

63Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki Yasal


Engeller, s.35.
64Sunay Reyhan, “Avrupa Sözleşmesinde ve Türk Anayasasında İfade Hürriyetinin

Muhtevası Ve Sınırları”, s.541.


85
Nuran KOYUNCU

SONUÇ
İnsanı diğer canlılardan ayıran özellik ‘düşünme’ ve düşüncesini
aktarabilmesidir. Düşünme, sınırlanamaz bir özgürlüktür. Ancak George
Orwell’ın 1984 romanında Okyanusya’nın resmi dili olan “yeni konuş”un
amacı; hak, özgürlük ve demokrasi gibi geleneksel düşünsel alışkanlıkları
kırarak düşüncenin tüm biçimlerini olanaksız kılmaktı. Zira anlam
dünyasında kelimelerin oynanmasıyla, dolaylı da olsa “düşünce”ye tahakküm
söz konusu olabilmektedir. Kuzey Kore gibi diktatör rejimlerin “düşünce
operasyonları”na dayanan yönetim paradigması buna örnektir.
Düşünceyi dışarı aktarmak ise; ulusal güvenliğin, kamu güvenliğinin
ve kamu düzeninin sağlanması, sağlığın veya ahlakın korunması, suç
işlenmesinin önlenmesi gibi bazı sınırlamalara tabi tutulabilir. Bu sınırlama
rejimleri dar anlama yorumlanmalı, hakkın özüne zarar vermeden, ölçülü
olarak uygulanmalıdır. Nitekim “demokratik toplum ”un vazgeçilmez
özellikleri olarak kabul edilen çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik ifade
özgürlüğünün optimum seviyede kullanılabilmesiyle mümkündür.
İnsan haklarının bölgesel düzeyde etkili bir koruma mekanizması
olarak AİHM ifade özgürlüğünün içeriği hakkında bazı yol gösterici ilkeler
ortaya koymuştur. Örneğin Lingens-Avusturya65davasında AİHM’in
görüşüne göre, olgular ile değer yargıları arasında ayrım yapmak gerekir.
Olguların mevcudiyeti kanıtlanabilir, ancak değer yargılarının doğruluğu
kanıta başvurularak konulamaz. Değer yargıları bakımından bunu talep
etmek, gerçekleştirilemeyecek bir şey istemektir; bu durum kanaat
özgürlüğünün ihlali anlamına gelecektir. Müller ve Diğerleri-İsviçre66
davasında Mahkeme, özellikle haber ve fikir aktarma ve edinme özgürlüğü
bünyesine sanatsal ifade özgürlüğünü de dâhil etmektedir. Yine Autronic
AG-İsviçre67 davasında, sadece bilginin içeriği için değil, bilgi aktarma veya
edinme araçları için de geçerli olduğunun altı çizilmiştir. Informationsverein
Lentia ve Diğerleri-Avusturya68 davasında da AİHM, ifade özgürlüğünün,
özellikle basın aracılığı ile genel yararı ilgilendiren ve kamunun edinme hakkı
bulunan bilgi ve fikirleri aktarmaya hizmet ettiği durumlarda, demokratik
toplumda oynadığı temel rolü vurgulamıştır.
Bu kapsamda ifade ve basın özgürlüğünden ne anlaşılması gerektiği
açısından öncül bir rol oynayan AİHM kararlarının çok iyi irdelenerek her
sahada uygulanması Anayasanın 90.maddesi çerçevesinde bütün
kurumlarımız için bir yükümlük olup, bu yükümlülük yerine getirildiği

65Başvuru No: 9815/82, 08.07.1986


66Başvuru No: 10737/84, 24.05.1988
67Başvuru No: Seri A no:178, 22.05.1990

68 Başvuru No: 36/1992/381/455-459

86 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

takdirde; Türkiye’nin AİHM’deki ifade özgürlüğü ile ilgili davaları


azalacaktır.
KAYNAKÇA
Baykan Metin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında Basın
Özgürlüğü, Ankara: Adalet Yayınevi, 2011.
Bayraktar Köksal, “Yayın Yasağı”,
http://www.guncelhukuk.com.tr/hukukun-ustunlugu/yayin-
yasagi.html (Çevrimiçi),05.08.2017.
Bıçak Vahit, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarında İfade
Özgürlüğü, Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu Avrupa Komisyonu,
2002.
Birol Sinem, “1961 Anayasasında İfade Özgürlüğü”, İstanbul Üniversitesi
İletişim Fakültesi Dergisi, 43/2, 2012.
Can Osman, “Anayasa Değişiklikleri ve Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü”,
Anayasa Yargısı Dergisi, 19, 2002, ss-503-532.
Can Osman, “Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü: Anayasal Sınırlar Açısından
Ne Değişti?”,
(Çevrimiçi),http://www.libertedownload.com/LD/arsiv/24/08-
osman-can-dusunceyi-aciklama-ozgurlugu.pdf, 10.05.2017, ss.89-
116.
Duran Hasan, “İfade Özgürlüğü ve Türkiye”, Selçuk Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dergisi, 14/1, 2006.
Esmer Murat, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ve 1982 Anayasası’nda
İfade Ve Kitle İletişim Özgürlüğü,” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul,
2014).
Gözler Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Güncellenmiş 11. Baskı,
Bursa: Ekin Yayınevi, 2011.
Gözler Kemal, “3 Ekim 2001 Tarihli Anayasa Değişikliği: Bir Abesle İştigal
Örneği”, Anayasa Yargısı Dergisi, 19, 2002, ss.326-354.
Kuzu Burhan, “T.C. Anayasaları’nın İnsan Hakları Açısından Karşılaştırmalı
Olarak İncelenmesi”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Mecmuası, 54, 1-4, 1991-1994.
Liberal Düşünce Topluluğu, Türkiye’de İfade Özgürlüğünün Önündeki
Yasal Engeller, (Çevrimiçi)

87
Nuran KOYUNCU

http://www.liberal.org.tr/uploads/yuklemeler/ifade-hurriyeti-
raporu.pdf, 10.05.2017.
Mumcu Ahmet, İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri, 2.Baskı, Ankara:
Savaş Yayınları, 1994.
Ökçesiz Hayrettin, Özgür Düşünmenin Hukuk ve Devlet Felsefesi,
Düşünce Özgürlüğü, İstanbul: 1998.
Özbey Özcan, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında İfade Özgürlüğü
Kısıtlamaları”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi,106,2013, ss.41-92.
Ramazanoğlu M. Yıldırım, Farklı Bir Bakışla Anayasa Gerçeği, İstanbul:
Ege Bası, 2012.
Rjin Arjen Van, “İfade Özgürlüğü”, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve
Türkiye’de İnsan Hakları Derleme Eserler, Birsen Erdoğan Ulaş
Karan (drl.)Ankara: Başkent Matbaacılık, 2008.
Sunay Reyhan, “Avrupa Sözleşmesinde ve Türk Anayasasında İfade
Hürriyetinin Muhtevası Ve Sınırları”, Ankara: Liberal Düşünce
Topluluğu Yayınları, 2001.
Sunay Reyhan, 1961-1982 Anayasaları Döneminde Anayasa Mahkemesinin
İfade Hürriyeti Konusundaki Yaklaşımı Ve İlgili Karar Özetleri,
Ankara: Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları, 2002.
Şahbaz İbrahim, Karşılaştırmalı Düşünceyi Açıklama Özgürlüğü, Ankara:
Yetkin Yayınları, 2007.
Şahin Adil, Batılı Anlamda Özgürlük Versus İktidar, Trabzon: Celepler
Matbaacılık, 2014.
Şanlı Pelin, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında İfade
Özgürlüğü”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, 1/7, 2011.
Tanör Bülent ve Yüzbaşıoğlu Necmi, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa
Hukuku, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Tanör Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2004.
Turhan Mehmet, “Düşünce Özgürlüğü ve 1982 Anayasası”, (Çevrimiçi),
http://dergipark.gov.tr/download/article-file/214134, 10.05.2017,
s.98.
Uygun Oktay, “Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’de İfade Özgürlüğü”,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türkiye’de İnsan Hakları
Derleme Eserler, Ankara: Başkent Matbaacılık, 2008.

88 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Işığında, Türk Anayasalarında “İfade Özgürlüğü”

Uygun Oktay, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Türk Hukukunda İfade


Özgürlüğünün Sınırlanması”, Kamu Hukuku İncelemeleri (İnsan
Hakları, Demokrasi, Hukuk Devleti, Egemenlik), İstanbul: On İki
Levha Yayınları, 2011.
Uygun Oktay, “Siyasi Partilerin Kapatılması Rejiminin Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi Çerçevesinde Değerlendirilmesi”,
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/anayargi/uygun.p
df (Çevrimiçi), 05.08.2017.
Ünal Şeref, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi: İnsan Haklarının Uluslararası
İlkeleri, Ankara: TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları,
2001.
Yokuş Sevtap, “Türk Anayasa Mahkemesi'nin Ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'nin Siyasi Partilere Yaklaşımı”, Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, 50, 4,2001, ss.107-127.
Yüksek Mehmet, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde İfade Özgürlüğünün
Sınırları”, Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, 7,25, 2016,ss. 115-161.
Özbudun Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Gözden Geçirilmiş 10. Baskı,
Ankara: Yetkin Yayınları, 2009.
http://hudoc.echr.coe.int/eng#{"documentcollectionid2":["GRANDCHAM
BER","CHAMBER"]}
AYM, K.T.8.4.1963, E.1963/16, K.1963/83, KT.8.4.1963, R.G.
Tarih/Sayı:9.7.1963/11449(Çevrimiçi)http://kararlaryeni.anayasa.gov.
tr/Karar/Content/ca3aa5a4-2b0f-4e0c-87b2-
6a841be156fc?excludeGerekce=False&wordsOnly=False, 10.05.2017.
AYM K.T. 8.4.1963, E.1963/17,
K.1963/84,R.G.Tarih/Sayı:17.7.1963/11456(Çevrimiçi),http://kararla
ryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/29175a95-1977-4845-9b80-
135691974f1f?excludeGerekce=False&wordsOnly=False,10.05.2017.
AYM K.T. 5.7.1963, E.1963/170, K.1963/178, R. G.
Tarih/sayı:4.11.1963/11546, (Çevrimiçi)
http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/3a8c15f8-c4ea-
4a57-b878-7c4ef86ce450?excludeGerekce=False&wordsOnly=False;
10.05.2017.
AYM K.T. 18.5.1990, E.1989/9, K.1990/8, R. G. Tarih/sayı:
26.07.1990/20586, (Çevrimiçi)
http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/Karar/Content/58b662b9-53d1-

89
Nuran KOYUNCU

42f5-b1ab-1ff2c70500c8?excludeGerekce=False&wordsOnly=False,
05.08.2017;
AYM (Bireysel Başvuru İkinci Bölüm), Başvuru No. 2014/3986, K.T. 02.04.
2014, (Çevrimiçi)
http://kararlaryeni.anayasa.gov.tr/BireyselKarar/Content/472bbf6e-
ce2c-4c83-a402-6bdd44702537?wordsOnly=False, 10.05.2017.

90 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve


Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

Arif DURAN1
GİRİŞ
Bütün demokratik rejimlerin temel özelliklerinden biri olan hukuk
devleti ilkesi, bireylerin hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin
faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olduğu sistemi ifade eder2. Bu noktada
devleti oluşturan kuvvetlerin faaliyetlerinin hukuka bağlı olması, hukuk
devletinin temel gereğidir3. Söz konusu faaliyetlerden biri olan yargılama
faaliyeti, olası hukuka aykırılıkların ortadan kaldırılması ve böylece hukuk
devletinin hayata geçirilebilmesi adına büyük önem taşımaktadır. Konuya
ilişkin 1982 Anayasası’nın 9. maddesi uyarınca yargı yetkisi, bağımsız ve
tarafsız mahkemeler tarafından kullanılır.
Yargılama faaliyeti; iddia, savunma ve karar makamı olmak üzere üç
temel unsurdan oluşur. Yargılamanın vazgeçilmez unsuru savunma
makamını avukatlar temsil eder. Dolayısıyla yargılamanın gerçekleşmesinde
ve adaletin sağlanmasında avukatlık mesleği, en az iddia ve karar makamları
olan savcılık ve hâkimlik mesleği kadar önem arz eder. Adil bir yargılamanın
varlığı, avukatın etkin katılımıyla sağlanabilir. İddia ve karar makamları
"savcılık" ve "hâkimlik" mesleği olarak Anayasa'nın yargı bölümünde yerini
almasına rağmen savunma makamına bu bölümde yer verilmemiş; yargının
bir diğer kurucu unsuru olan bağımsız savunmayı temsil eden avukat, 1136
sayılı Avukatlık Kanunu’nun (AvK) 1. maddesinde düzenlenmiştir4.
Diğer yandan Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlığı altında
düzenlenen 36. maddesi uyarınca herkes, meşru yollardan yararlanarak yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil

1 Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Anabilim Dalı,
aduran@sakarya.edu.tr
2 Özbudun, Ergun: Türk Anayasa Hukuku, Yetkin, Ankara, 16. Baskı, 2016, s. 125.

3 Gözler, Kemal: Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin, Bursa, 18. Baskı, 2015, s. 82-

83.
4 Avukatların yargının kurucu unsuru olarak kabul edilmesi noktasında Anayasada

herhangi bir hüküm bulunmamasının ve bu hususun sadece Avukatlık Kanunu’nda


düzenlenmesinin avukatların kendi kanunlarıyla yargının kurucu unsuru olarak
kabul edilmesi ve dayanaksız bir unsur görünümüne sebep olduğu eleştirisi için bkz.
Demir, Şamil: Yargının Kurucu Unsuru Avukatlar, Baro Türk Dergisi, Yıl: 1, Sayı: 1,
Nisan 2015, s. 48-51.
91
Arif DURAN

yargılanma hakkına sahiptir. Avukatlar, hak arama özgürlüğünün ve adil


yargılanma hakkının da önemli bir unsuru olduğundan güçlü ve bağımsız
avukatlık mesleği; hukukun üstünlüğünün, adil yargılanma duygusunun ve
toplumsal barışın güvencesidir5.
Yargılama faaliyetinin asli unsurları arasında yer alan avukatların temel
mesleki sorunlarından bir tanesini mesleğe başlangıç adımını oluşturan
avukatlık stajının nitelik itibariyle yeterli olup olmadığı oluşturmaktadır.
Avukatlık mesleğinin önemi ve gösterdiği özellikler dolayısıyla mesleğe kabul
için gerekli koşullar çerçevesinde, staj öncesinde veya sonrasında ya da her iki
aşamada sınav uygulanması ve avukatlık stajı usulü uzun süredir tartışma
konusu edilmektedir.
2016 yılında T.C. Sakarya Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri
Koordinatörlüğü tarafından desteklenen, Sakarya ilinde hukuk üzerine
faaliyet yürütmekte olan kişiler (avukat, stajyer avukat, hakim, Cumhuriyet
savcısı ve hukukçu akademisyen) esas alınmak suretiyle, araştırma soruları
çerçevesinde hazırlanan, "Sakarya'da Hukuk Algısı ve Hukuk Çevirileri"
başlıklı araştırma projesi kapsamında, yukarında belirtilen avukatlık sınavı ve
stajına ilişkin olarak katılımcıların değerlendirmeleri belirlenmeye
çalışılmıştır.
Çalışmamız kapsamında avukatlık mesleğinin temel sorunları
içerisinde yer alan sınav ve staj uygulaması, öncelikle araştırma projesi
bulguları sunulmak suretiyle incelemeye konu edilmiştir.
I. ARAŞTIRMA PROJESİ BULGULARI
A. Araştırma Projesine İlişkin Genel Bilgiler
"Sakarya'da Hukuk Algısı ve Hukuk Çevirileri" başlıklı araştırma
projesi ile hukuka ve hukuk uygulamasına ilişkin bakışın, değerlendirme ve
eleştirilerin belirlenerek, bu alandaki temel sorunların ve ihtiyaçların
belirlenmesi amaçlanmıştır.
Araştırma projesi evreninin, hukuk üzerine faaliyet yürütmekte olan
kişiler olarak seçilmesinde, söz konusu kişilerin, hukukun oluşmasında ve
uygulanmasında ve buna dayalı olarak hüküm oluşturulmasında rol
üstlenilmesi ve böylece karşı karşıya bulunulan sorunların ve çözüm
önerilerinin ortaya konulmasında daha verimli sonuçlara ulaşılacağı
düşüncesi belirleyici olmuştur. Bu kapsamda, katılımcılara, avukatlık stajının
süre ve usul bakımından yeterli niteliğe sahip olup olmadığı, avukatlık
sınavının gerekli olup olmadığı, yanında staj yapılan avukat tarafından gerekli

5 AYM, T. 15.10.2009, 2007/16 E, 2009/147 K, RG., S. 27456 (Çevrimiçi)


http://www.resmigazete. gov.tr/eskiler/2010/01/20100108-21.htm, 28.07.2017.

92 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

ve yeterli mesleki katkının sunulup sunulmadığı gibi sorular sorulmuştur.


Sakarya Adliyesi'nde, 24 Cumhuriyet savcısı, 38 hâkim, 6 icra müdürü, 20
icra müdür yardımcısı ve 30 yazı işleri müdürünün görev yaptığı; Sakarya
Üniversitesi bünyesinde yaklaşık 40 civarında hukukçu akademisyen olduğu;
Sakarya Barosu'na kayıtlı 528 avukat ve 45 stajyer avukatın bulunduğu ve 19
noterin faaliyet yürüttüğünden hareketle, toplam 750 kişinin araştırma
evrenini oluşturduğu sonucuna ulaşılmıştır. Araştırma projesinin uygulandığı
örneklemi ise yansız olarak seçilen kişiler arasından ulaşılarak katılımda
bulunan 276 kişi oluşturmaktadır.
Toplam katılımın mesleklere göre dağılımı ise 185 avukat (% 67); 16
Cumhuriyet savcısı (% 5,8); 13 hâkim (% 4,7); 9 icra müdürü, icra müdür
yardımcısı, yazı işleri müdürü (% 3,3); 22 akademisyen (% 8); 8 noter (% 2,9)
ve 23 stajyer avukat (% 8,3) olarak ayrıldığı görülmüştür. Buna göre;
katılımcıların, meslek gruplarına göre dağılımı şu şekildedir:

200
180
160
140
120
100 185
80
60
40
20 22 13 16 23 9 8
0

Grafik I: Katılımcıların meslek gruplarına göre sayısal dağılımı


Diğer yandan, katılımcıların 210'unun lisans (% 78,7); 57'sinin ise
lisansüstü eğitim (% 21,3) düzeyinde olduğu belirlenmiştir. Cinsiyete göre
dağılım ise 98 kadın (% 36,7) ve 169 erkek (% 63,3) olarak şekillenmiştir.
Katılımcıların yaşlarına göre dağılımın yoğunlaştığı grupların ise 25-29 ya
aralığında 93 kişi (% 34,8); 30-34 yaş aralığında 65 kişi (%24,3); 20-24 yaş
aralığında 34 kişi (% 12,7) olduğu; 35 yaş ve üzerinde katılanların ise 75
kişiden (% 28,2) oluştuğu anlaşılmıştır.
B. Avukatlık Stajına İlişkin Proje Bulguları
Araştırma projesi çerçevesinde stajyer avukata stajın gerekli katkıyı
sağlamaya elverişli olup olmadığı ve bu süreçte mesleğe hazırlık yönüyle
93
Arif DURAN

gerekli desteğin sunulup sunulmadığı temelinden hareket edilerek


katılımcıların avukatlık stajına ilişkin değerlendirmeleri tespit edilmiştir.
Bu kapsamda ilk olarak avukatlık stajının süre ve usulü, stajyer
avukatın mesleğe hazırlanmasında yeterli niteliğe sahip olup olmadığı sorusu
katılımcılara sorulmuş ve 49 kişi (% 17,8) olumlu yanıt verirken; 222 kişi (%
80,4) ise olumsuz yanıt vermiş ve 5 kişi (% 1,8) de fikrinin bulunmadığını
ifade etmiştir. Bu çerçevede, çok büyük bir çoğunluğun avukatlık stajının
yeterli niteliğe sahip olmadığı fikrini paylaştığı görülmektedir. Toplam 276
katılımcının, evet, hayır ve fikrim yok yönündeki beyanlarına göre genel
dağılım şu şekildedir:

250
200
150
222
100
50 49
5
0
Evet Hayır Fikrim yok

Grafik II: Avukatlık stajının süre ve usul bakımından yeterli niteliğe


sahip olup olmadığı sorusuna verilen cevapların sayısal dağılımı
Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Staj Yönetmeliği’nin (TBBASY) 17.
maddesinde avukatın, stajyerini hukukun üstünlüğü ilkesine, meslek ilke ve
kurallarına bağlı, hukuk bilgilerini somut olaylara uygulayabilecek nitelikte,
bağımsız ve özgür bir avukat olarak yetiştirmekle yükümlü olduğu ifade
edilmektedir.
Bu kapsamda, katılımcılardan, stajyer avukata, yanında staj yapılan
avukat tarafından gerekli ve yeterli mesleki katkı sunulup sunulmadığı
sorusuyla değerlendirilmesi istenilmiş ve buna göre: 52 kişi (% 18,8) olumlu
yanıt verirken; 205 kişi (% 74,3) ise olumsuz değerlendirmede bulunmuş ve
19 kişi (% 6,9) de fikrinin bulunmadığını beyan etmiştir. Toplam 276
katılımcının, evet, hayır ve fikrim yok yönündeki beyanlarına göre genel
dağılım şu şekildedir:

94 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

250

200

150
205
100

50 52
19
0
Evet Hayır Fikrim yok

Grafik III: Stajyer avukata, yanında staj yapılan avukat tarafından


gerekli ve yeterli mesleki katkı sunulup sunulmadığı sorusuna verilen
cevapların sayısal dağılımı
C. Avukatlık Sınavına İlişkin Proje Bulguları
AvK’ye göre staj öncesinde yahut staj sonrasında herhangi bir sınav
uygulaması bulunmamaktadır. Hukuk fakültesinden mezun olan ve bir yıllık
stajını tamamlayan her stajyer, avukatlık ruhsatını almaya hak kazanır ve
herhangi bir sınav, süre yahut uzmanlık şartı aranmaksızın bütün
mahkemelerde vekillik yapabilir.
Avukatlık mesleğinin icra edilmesine ilişkin olarak uzunca bir
zamandır tartışma konusu edilen avukatlık sınavının gerekli olup olmadığına
ilişkin olarak katılımcılara fikirleri sorulmuştur. Buna göre; katılımcılar
içerisinde 249 kişi (% 90,2) avukatlık sınavının yapılmasının gerekli
olduğunu ifade etmiş; 22 kişi (% 8,0) ise avukatlık sınavının yapılmasının
gerekli olmadığı yönünde değerlendirmede bulunmuş ve 5 kişi (% 1,8) de
fikrinin bulunmadığını belirtmiştir. Bu çerçevede, oldukça büyük bir
çoğunluğun avukatlık sınavının getirilmesi gerektiği fikrini paylaştığı
görülmektedir. Buna göre; katılımcıların, avukatlık sınavına ilişkin evet, hayır
ve fikrim yok yönündeki beyanlarına göre genel dağılım şu şekildedir:

95
Arif DURAN

250
200
150 249
100
50 22 5
0
Evet Hayır Fikrim yok

Avukatlık sınavının yapılmasını gerekli görüyor musunuz?

Grafik IV: Avukatlık sınavının yapılmasını gerekli görüyor musunuz


sorusuna verilen cevapların sayısal dağılımı

22 5

249

Evet Hayır Fikrim yok

Grafik V: Avukatlık sınavının yapılmasını gerekli görüyor musunuz


sorusuna verilen cevapların yüzdelik dağılımı
Avukatlık sınavının gerekli olup olmadığı kadar, bu sınavı hangi
kurumun uygulaması gerektiği de uzunca süredir tartışılagelmektedir.
18.04.2014 tarihli tasarıya göre; stajın başında ve sonunda uygulanacak her
iki sınavı da Adalet Bakanlığı kendisi yapacak veya Ölçme, Seçme ve
Yerleştirme Merkezine (ÖSYM) ya da uygun göreceği başka bir kuruma
yaptıracaktır. Avukatlık sınavının getirilmesi halinde, sınavı uygulaması
gerektiğini düşündükleri kuruma ilişkin olarak katılımcılardan 61 kişi (%
22,1) ÖSYM’nin (1.); 155 kişi (% 56,2) Türkiye Barolar Birliği’nin (2.); 9
kişi (% 3,3) baroların (3.); 6 kişi (% 2,2) hukuk fakültelerinin (4.); 26 kişi (%
9,4) Adalet Bakanlığı’nın (5.) ve 19 kişi (% 6,9) diğer kurum ya da
kurumların (6.) avukatlık sınavını uygulaması yönünde değerlendirmede
bulunmuştur. Buna göre; 276 katılımcının, beyanlarına göre genel dağılım şu
şekildedir:

96 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

155
160
140
120
100
80 61
60
40 26
19
20 9 6
0
1 2 3 4 5 6

Grafik VI: Avukatlık sınavının getirilmesi halinde, sınavı uygulaması


gerektiğini düşündükleri kuruma ilişkin sorulan soruya verilen cevapların
sayısal dağılımı

4 6
2% 5 7%
10% 1
22%
3
3%
2
56%

1 2 3 4 5 6

Grafik VII: Avukatlık sınavının getirilmesi halinde, sınavı uygulaması


gerektiğini düşündükleri kuruma ilişkin sorulan soruya verilen cevapların
yüzdelik dağılımı
Avukatlık sınavını yapması gerektiğine ilişkin diğer kısmını seçen
katılımcıların sınavın özellikle: Türkiye Barolar Birliği (TBB) ve hukuk
fakülteleri; TBB ve ÖSYM; Adalet Bakanlığı ve TBB işbirliği içerisinde
yapılması gerektiğini ifade ettikleri görülmüştür.
Avukat olunabilmesi için getirilmesi gereken şartlara ilişkin olarak da
katılımcılardan: 28 kişi (% 10,1) mevcut şartların yeterli olduğunu (1.); 15
kişi (% 5,4) belirli bir yaşın tamamlanması gerektiğini (2.); 42 kişi (% 15,2)
ikinci fakülte olarak hukuk eğitimi alınması gerektiğini (3.); 76 kişi (% 27,5)
belirli süre adli hizmet uzmanı olarak çalışılması gerektiğini (4.); 52 kişi (%
18,8) avukatlık staj süresinin daha uzun olması gerektiğini (5.) ve 62 kişi (%
97
Arif DURAN

22,5) de diğer kısmında (6.) yukarıda belirtilen şartlardan bazılarının birlikte


ya da başkaca şartların getirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Buna göre; 275
katılımcının, beyanlarına göre genel dağılım şu şekildedir:

80
76
70 62
60 52
50 42
40
28
30
20 15
10
0
1 2 3 4 5 6

Grafik VIII: Avukat olunabilmesi için getirilmesi gereken şartlara


ilişkin sorulan soruya verilen cevapların sayısal dağılımı

6 1 2
23% 10% 5%
3
15%
5
19%
4
28%

1 2 3 4 5 6

Grafik IV: Avukat olunabilmesi için getirilmesi gereken şartlara ilişkin


sorulan soruya verilen cevapların yüzdelik dağılımı
Avukatlık şartlarına ilişkin diğer kısmını seçen katılımcıların özellikle:
avukatlık sınavının yapılması gerektiğini; hukuk fakültelerinin sayısının
azaltılması ve daha iyi eğitim verir hale getirilmesini; lisans eğitimi
döneminde mahkeme stajları yapılmasını; avukatlık stajının süre ve nitelik
olarak iyileştirilmesini ve zorunlu uzmanlık alanları oluşturulmasını
belirttikleri görülmüştür.

98 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

II. AVUKATLIK STAJI


Türkiye’de avukatlık yapabilmek için hukuk fakültesinden mezun
olmak ve herhangi bir baroya kayıtlı olarak bir yıllık stajı6 tamamlamak
yeterlidir. Avukatlık stajından önceki aşama olan hukuk eğitimi;
Türkiye’deki hukuk fakültelerinin sayısının çokluğu ve bu fakültelerde verilen
eğitimin kalitesinin ve niteliğinin yetersizliğine dayalı olarak tartışma konusu
edilmiştir7. Konumuz kapsamında hukuk eğitimine ilişkin tartışmalara
değinilmeyecektir. Ancak hukuk eğitimine yönelik eleştiriler de dikkate
alındığında avukatlık stajının usulü, niteliği ve süresi büyük önem arz
etmektedir.
TBBASY 11. madde vd. hükümlerinde avukatlık stajına ilişkin esaslar
düzenleme altına alınmıştır. Bu esaslara göre; stajyer listesine yazılmak için
başvuru yapan ve kaydı kesinleşen aday, baro bölgesindeki ağır ceza
mahkemelerinden hangisinde staj yapmak istiyorsa, Barodan alacağı belge ile
o yer Adalet Komisyonu Başkanlığına başvuru yapar. Yönetmelikte
belirlenen usulde; çeşitli mahkemeler ile cumhuriyet savcılıklarında 6 ay ve
avukat yanında 6 ay staj yapan aday toplam bir yılın sonunda staj eğitimini

6 Staj, adalet vekili olmak isteyen kişinin o güne kadar fakültede okuduğunu adalet
gayesine uygulayabilecek kabiliyet ve tecrübeyi elde etmesi ve avukatlık mesleğinin
temel kanunları ve geleneği olan doğruluk, nezaket ve nezahet, ruh asaleti, mesleğe
karşı sevgi ve saygı gibi faziletleri benimsemesi için yapılır. Özkent, Ali Haydar:
Avukatın Kitabı, Arkadaş Basımevi, İstanbul, 1940 (Tıpkı Basımı, İstanbul Barosu
Yayını 2002), s. 283.
7 Dönemin Yargıtay Onursal 1. Başkanlığını yürüten Eraslan Özkaya’nın 2002-2003

adli yıl açılış konuşmasında dikkat çektiği sorunlar geçen zaman içerisinde artarak
süregelmiştir. Özkaya’nın konuşmasının hukuk eğitimine dair dikkat çekici bir
bölümü şu şekildedir: “Az masrafla eğitim yapılabilen kârlı bir iş şeklindeki zihniyet
ürünü, elverişsiz binalar, yetersiz kütüphane, alt yapı ve öğretim kadrosuyla açılan hukuk
fakültelerinin sayısı endişe verici boyutlara ulaşmış, hukuk fakülteleri çoğalırken hukukçu
formasyonu aşındırılmıştır. Öte yandan köklü hukuk fakültelerinde öğrenciyi araştırmaya,
incelemeye, düşünmeye sevk etmeyen, tek yanlı anlatıma ve ezberciliğe dayalı yanlış bir
eğitim sistemi sürmekteyken, öğretim kadrosuna uygulanan düşük ücret politikası ve yönetim
sistemindeki yanlışlıklar nedeniyle söz konusu fakültelerde, bu eğitim düzeyi dahi
kaybolmaya, eğitim ve öğretim seviyesi hızla düşmeye başlamıştır.” Eraslan Özkaya, 2002 –
2003 Adli Yıl Açılış Konuşması, Yargıtay Başkanlığı, Ankara, 2002, s. 9. 2017
itibariyle Yargıtay 1. Başkanlığını yürüten İsmail Rüştü Cirit'in 2016-2017 adli yıl
açılış konuşmasında “Hukuk fakültelerinin sayısında son yıllarda yaşanan olağanüstü
artışın adli kalitenin sağlanması bakımından önemli bir risk oluşturduğunu düşünüyorum”
şeklinde ifade ettiği düşünceleri de geçen 14 yıl içerisinde artan hukuk fakülteleri ve
hukuk mezunları sayısı da göz önüne alındığında bu konuda mesafe kat
edilemediğini bilakis kötüye gidişi göstermektedir. İsmail Rüştü Cirit, 2016 – 2017
Adli Yıl Açılış Konuşması, Yargıtay Başkanlığı, Ankara, 2016, s. 11.
99
Arif DURAN

tamamlar.
Adliye stajı döneminde stajyerler, Baronun, Cumhuriyet Savcısının ve
Hakimin denetiminde staj eğitim programını aksatmadan; duruşmalara,
keşiflere, soruşturmalara, kararın görüşülmesine ve yazılmasına katılır;
kendisine verilen dosya ve kararları inceleyip rapor hazırlar (TBBASY m.
13). Pratiğe yönelik bilgiler edinildiği bu dönemde stajyerlerin adliye
ortamını tanıması ve duruşmaların nasıl gerçekleştiğini görerek uygulamada
nelerle karşılaşacağını öğrenmesi amaçlanmıştır. Mahkemelerin iş
yoğunluğu, stajyer sayısının fazlalığı, fiziki yetersizlik vb. sebeplerden ötürü
stajyerlere nitelikli eğitimin verilip verilmediği tartışma konusudur. Proje
kapsamında gördüğümüz üzere Sakarya’daki hukukçuların çok büyük bir
çoğunluğu avukatlık stajının niteliğinden memnun değildir. Araştırma
Sakarya özelinde bulgular sunsa da Türkiye genelinde stajın süre, usul ve
niteliğine yönelik olumsuz değerlendirmelerin yer aldığı ve avukatlık stajının
sorunlarının ele alındığı birçok çalışma bulunmaktadır8.
Adliye stajı döneminde stajyerlerin bir kısmı adliyede çalışmak yerine
çalışmaktan kaçınmayı tercih etmektedir9. Özellikle büyük şehirlerde ve iş
yoğunluğunun fazla olduğu adliyelerde devam zorunluluğu bakımından
hakimlerin ve savcıların esnek davranmasından dolayı staj dönemi verimsiz
geçirilmektedir. Mahkemelerin iş yoğunluğu, stajyer sayısının fazlalığı, fiziki
şartların yetersizliği gibi sebepler de bu konuda önemli etkenlerdir. Staj
yapılan adliyedeki hakim ve savcıların nezaretinde eğitim alması, dosya
incelemesi, duruşmalara katılması gereken stajyer söz konusu sebeplerden
dolayı verimsiz bir staj dönemi geçirmektedir10. Diğer yandan staj eğitimi

8 Söz konusu çalışmalara örnek: Çine, Özcan, Mesleğe Yeni Başlayan Avukatların
Sorunları ve Çözüm Yolları, Forum 7, Türkiye Barolar Birliği, Ankara, 2010; Kaya
Aydın, Yasemin, “Dünya'da ve Türkiye'de Avukatlık Stajı ve Stajyer Avukatların
Sorunları”, Hukuk Gündemi Dergisi, S. 1, 2009, s. 54 -65; Çelik, Cemile, “TBB 8.
Stajyer Avukatlar Kurultayı, Hukuk Gündemi Dergisi, S. 1, 2015, s. 74 -79; Öztatar,
Hakan, Türkiye'de Avukatlık Mesleği ve Sorunları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011; Alacakaptan, Ahmet Can,
Stajyer Avukatların Sorunları ve Çözüm Önerileri, İstanbul Barosu Dergisi, Cilt 84,
S. 2010/4, s. 2275-2289; Uyumaz Alper/Erdoğan Kemal, “Karşılaştırmalı Hukukta ve
Türk Hukukunda Hukuk Eğitimi ve Hukuk Kliniği”, AÜHFD, S. 2, 2015, s. 459-505.
9 Alacakaptan, a.g.m., s. 2277; Özcan, a.g.e., s. 56 vd.

10 AvK 23. madde ile stajyerin staja devam zorunluluğuna ilişkin olarak şu

düzenlemeye yer verilmiştir: “Staj kesintisiz olarak yapılır. Stajyerin haklı nedenlere
dayanarak devam etmediği günler, engelin kalkmasından sonraki bir ay içinde başvurduğu
takdirde, mahkeme stajı sırasında, Adalet Komisyonu, avukat yanındaki staj sırasında ise baro
yönetim kurulu kararı ile tamamlattırılır. Stajın yapıldığı yere göre Adalet Komisyonu
Başkanı ve Baro Başkanı, haklı bir engelin bulunması halinde yanında staj yaptığı avukatın
da görüşünü alarak stajyere 30 günü aşmamak üzere izin verebilir.”

100 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

konusunda daha istekli olan, bu süreci faydalı bir şekilde geçirmek isteyen
stajyerler bakımından da durum çok iç açıcı değildir. Zira hâkimler
yoğunluklarından dolayı stajyerleri mahkeme kalemlerine yönlendirmekte,
stajyerler de kalemde evrak mühürleme, zarf yapıştırma, tebligat düzenleme
gibi işlerle uğraşmaktadır11. Bu durum stajyerin adliye stajına gereken önemi
vermesine ve kendisini mesleki anlamda geliştirmesine engel olmaktadır.
Altı aylık adliye stajını tamamlayan stajyer, stajının ikinci altı ayını en
az beş yıllık mesleki tecrübesi olan bir avukatın yanında tamamlar (AvK m.
15/1). Bu dönemde stajyerin avukatla birlikte duruşmalara girmesi, avukatın
mahkemeler ve idari makamlardaki işlerini yapması, dava dosyaları ve
yazışmaları düzenlemesi, baroca düzenlenen eğitim çalışmalarına katılması
gerekir (AvK m. 23/2). Stajyer, yanında bulunduğu avukatın yazılı oluru ile
onun gözetim ve sorumluluğunda, sulh hukuk, sulh ceza mahkemeleri ile icra
mahkemelerinde avukatın takip ettiği dava ve işlerle ilgili duruşmalara
girebilir ve icra müdürlüklerindeki işleri yürütebilir, dava dosyalarından
fotokopi ve benzeri yollarla örnek alabilir; ayrıca vekâletname veya yazılı olur
olmaksızın, dava ve takip dosyalarını inceleyebilir (TBBASY m. 19).
Yanında staj yapılan avukatın yükümlülüğünü düzenleyen
TBBASY’nin 17. maddesinde; avukatın, stajyerini hukukun üstünlüğü
ilkesine, meslek ilke ve kurallarına bağlı, hukuk bilgilerini somut olaylara
uygulayabilecek nitelikte, bağımsız ve özgür bir avukat olarak yetiştirmekle
yükümlü olduğu; duruşmalara ve cezaevi görüşmelerine birlikte gitmek,
mahkemeler ve idari makamlardaki işleri takip etmek, dava dosyalarını ve
yazışmaları düzenlemek imkânını sağlayarak eğiteceği ve stajyere bu işler
dışında bir iş yükleyemeyeceği belirtilmiştir. Hukukun, uygulamayla hayat
bulan özelliği de nazara alındığında, kanun ve yönetmelik hükmü ile
belirlenen, stajyeri yetiştirme tarzını öngören düzenlemenin, genç avukatlar
bakımından da cari olduğunu belirlemek mümkündür. Dolayısıyla
avukatlığın bir anlamda, mesleki aktarımlarla gelişebilir ve stajyer avukata
sorgulama yeteneğinin, hukukun somut olaylara uygulanmasındaki
prensiplerin ve mesleki değerlerin aktarılmasında stajın önemli bir rolü
mevcuttur.
AvK ve TBBASY’de yer alan düzenlemelerin somut durumu
yansıtmadığını, bahse konu araştırma projesi bulgularının da ortaya koyduğu
üzere stajyerlere yanında çalışılan avukat tarafından gerekli ve yeterli mesleki
katkının sunulmadığını ifade etmek mümkündür. Zira uygulamada stajyerler
takip elemanı gibi çalışmakta, herhangi bir vasıf gerektirmeyen işlerle
uğraşmaktadır. Yanında çalışılan avukatların şahsi işlerinin yapılmasından

11 Öztatar, a.g.e., s. 99-100.


101
Arif DURAN

bürodaki angarya işlere kadar herhangi bir ayrım gözetilmeksizin her türlü iş
için stajyerler görevlendirilmektedir12. Elbette stajyerin mesleği öğrenme
aşamasında olduğunu kabul etmek ve kıdemli avukatlarla aynı işi yapabilecek
seviyede olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Lakin stajyerin, avukatın
şahsi işlerini görmesi, hukuk dışı taleplerini yerine getirmesi gibi mesleğin
saygınlığına ve onuruna yakışmayan, stajyeri meslekten soğutan uygulamalar
da kabul edilemez13.
TBBASY’nin beşinci bölümünde stajyerle bağlı bulundukları Baro
tarafından verilecek eğitimin usul ve esasları düzenlenmiştir. Buna göre bir
yıllık avukatlık stajı süresi içinde önceden hazırlanan ve duyurulan yıllık
eğitim programı dâhilinde en az 120 saatlik bir staj eğitimi verilmesi gerekir.
Barolar staj eğitiminin usulünü, hangi konuların işleneceğini kendi
yörelerinin özelliklerini de dikkate alarak çıkaracakları iç yönetmelikle
belirler. Her Baro’nun eğitim kadrosunu ve yöntemini kendisinin belirlemesi
ayrı ders programlarının oluşmasına, farklı kalitede eğitim alınmasına ve
sonuç olarak stajyerler arasında eşitsizliğe sebebiyet verebilmektedir14. Birçok
baro eğitmen ihtiyacını karşılayamadığı için yeterli kalitede ve düzeyde
eğitim verememektedir. Söz konusu sorunların çözümüne yönelik TBB
çeşitli çalışmalar yapmaktadır. Nitekim TBB’nin Yönetim Kurulu kararına15
dayalı olarak meslek içi eğitim ve staj eğitimini kapsamak üzere “Türkiye
Barolar Birliği Eğitim Merkezi” kurulmuştur16.

12 Alacakaptan, a.g.m., s. 2278-2279; Özcan, a.g.e., s. 60; Kaya Aydın, a.g.m. s. 63.
13 Uygulamada bu tür isteklere maruz kalan stajyerlerin, bunları reddedemediği ve
kendine söylenilen angarya işleri yapmak zorunda kaldığı, zira stajyerin, yanında
çalıştığı avukat tarafından arzu edilen, hukukla alakasız işleri yerine getirmemesi,
gerek iş yeriyle problem yaşamasına, gerekse avukat tarafından Baroya verilecek staj
raporunun olumsuz sonuçlanmasına yol açabildiği gözlemlenmektedir. Alacakaptan,
a.g.m., s. 2279.
14 Bu noktada staj eğitim merkezlerinin kurumsallaştırılarak TBB'ye bağlı “Avukatlık

Meslek Enstitüsü” haline dönüştürülmesi vb. alternatif çözüm önerileri için bkz.
Özcan, a.g.e., s. 100. Benzer bir öneri “Barolar Birliği bünyesinde, belirli sayıda “mesleki
eğitim okulları” kurularak, avukatlık yapmak isteyen hukuk fakültesi mezunlarına bu
kurumlarda pratik avukatlık bilgisi verilebilir. Adı geçen bu okullardaki eğitim,
akademisyenler, hakimler, savcılar ve avukatlardan oluşan karma bir eğitimci kadrosu
tarafından verilebilir. Bu şekilde işleyen bir sistemde avukatlık stajyerleri daha verimli bir
şekilde eğitilebilir.” şeklinde ifade edilmiştir. Kaya Aydın, a.g.m. s. 63.
15 T. 04.12.2009, K. 2009/865 (Çevrimiçi)
http://www.barobirlik.org.tr/Detay.aspx?ID=5903, 18.07.2017.
16 Merkezin amacı Türkiye Barolar Birliği Eğitim Merkezi Yönergesi 3. maddesinde

şu şekilde ifade edilmiştir: “Yargılama faaliyetine katılarak, Adil Yargılanmanın


sağlanmasında, hukuk devletine işlerlik kazandırılmasında önemli rolleri bulunan
avukatların, nitelikli hukukçu olma vasıflarına katkı sunmak ve bilgi donanımlarını

102 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

III. AVUKATLIK SINAVI


A. Türkiye’de Avukatlık Sınavı
02.05.2001 tarihli 4667 sayılı, “1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un” 3. maddesi ile “…avukatlık sınavını
başarmış olmak…” ibaresi avukatlık mesleğine kabul şartı olarak Kanun’a
eklenmişti. Sınav koşulunu getiren Kanun’un gerekçesinde, “sınav sistemi ile
ülkemizde sayıları hızla artan hukuk fakülteleri nedeniyle eğitim öğretim
açısından oluşan farklılıkların önlenmesi, avukatlık mesleğinin kalitesinin
artırılması ve giderek savunma ile yargıya yansıyan olumsuzlukların
giderilmesi amaçlanmıştır” denilmiştir17. Bu değişiklik yaklaşık 5 yıl boyunca
uygulamaya geçirilmeden muhafaza edilmiş; fakat 28.11.2006 tarihinde 5558
sayılı Kanun ile ilga edilmiştir18. 2007 yılında avukatlık sınavının iptalini
öngören 5558 sayılı Kanun’un Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla yürürlüğünün
durdurulması ve iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) dava

güçlendirmek için barolarla iş birliği içinde ülke genelinde bütün avukatlara bilimsel ilkelere
uygun, sürekli meslek içi eğitim hizmetleri götürülmesi ve barolarda Staj Eğitim Merkezleri,
Staj Komisyonları ve Staj Kurulları ile yürütülmekte olan çalışmaların, mesleğimizin geleceği
olan avukat stajyerlerini, eğitimde fırsat eşitliğini gözeterek en iyi koşullarda avukatlık
mesleğine hazırlayabilmek amacıyla; Barolarımızın talep etmeleri halinde, staj eğitimlerine
katkı sunmak, avukatlık mesleğinin geliştirilmesini sağlamak, ulusal ve uluslararası,
kurumsal ve uygulamaya yönelik araştırma ve eğitim çalışmaları yapmak, Türkiye Barolar
Birliği Eğitim Merkezi faaliyetlerinin yürütülmesinde uygulanacak çalışma usul ve
esaslarının belirlenmesidir.” (Çevrimiçi)
http://www.barobirlik.org.tr/dosyalar/duyurular/egitim merkeziyonerge.pdf,
19.07.2017.
17 Söz konusu kanun teklifi yasalaştıktan sonra 30/11/2001 tarihli ve 24599
sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan “Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Sınav
Yönetmeliği” yürürlüğe girmiş ve sınava ilişkin usul ve esaslar belirlenmiştir. Fakat
sınavın kaldırılmasıyla yönetmelik kadük hale gelmiştir.
18 Avukatlık sınavı kaldırılmadan önce, ülkemizde sayıları hızla artan hukuk
fakülteleri arasında müfredat birlikteliği sağlandığı, fakat eğitim ve öğretim kalitesi
bakımından eşit şartlar oluşturulamadığı gerekçesiyle sınavın staj öncesine alınması
yönünde bir kanun teklifi verilmiştir. Bu teklif görüşülmeden verilen ikinci yasa
teklifinde ise avukatlığın bir meslek olarak bilgiye, kişisel ve mesleki tecrübeye
dayandığı, sadece mevzuatın bilinip bilinmediğine yönelik yapılacak bir sınavın
avukatlık yapmak için gerekli olan beceriyi ölçmeyeceğinin aşikâr olduğu, teklif ile
avukatlık yapacak kişiler için herhangi bir fayda sağlamayacağı gerekçesiyle
avukatlık sınavının kaldırılması teklifinde bulunulmuş ve bu ikinci teklif TBMM
Genel Kurulu’nda aynen yasalaşmıştır. (28.11.2006 tarih ve 5558 sayılı Avukatlık
Sınavında Değişiklik Yapmasına Dair Kanun)
103
Arif DURAN

açılmıştır19. Mahkeme 08.01.2010 tarihli ve 27456 sayılı Resmi Gazete’de


yayımlanan kararıyla20 avukatlık sınavını kaldıran 5558 sayılı Kanunu iptal
etmiştir. AYM’nin iptal kararları Resmi Gazete’de yayımı tarihinden itibaren
hüküm ifade ettiğinden, yeni bir yasal düzenleme yapılıncaya kadar avukatlık
sınavı yapılması söz konusu değildir21.
AYM’nin ilgili kararına ve bu kararın gerekçelerine avukatlık sınavının
yapılmasının gerekliliği bakımından değinmekte fayda vardır. Söz konusu
kararda avukatlık mesleğiyle ve mesleğe girişte eleme yapılmasıyla ilgili
önemli ifadeler bulunmaktadır. Hukuk devleti ilkesinin özelliklerinden
bağımsız yargı; sav, savunma ve karar üçgeninden oluşur. Adil bir yargılama
faaliyeti avukatın etkin katılımıyla sağlanacağından avukatlık mesleğine
girişin bazı şart ve kayıtlara bağlanması hukuk devleti ve adil yargılanma
hakkının bir gereğidir. Sadece temel hukuki konularda eğitilmiş olmak, bir
mesleği yürütmek için yeterli olamayacağından avukatın üstün nitelikler
taşıması hem kamunun hem de yargının beklediği bir husustur. Mesleki
açıdan yetkinlik, staj eğitiminin yanı sıra mesleğe girişte elemeyi de içerir.
Kanun koyucu tarafından sınavın getirilmesindeki amaç savunma hakkı ve
adil yargılamaya, adaletin gerçekleşmesine ve avukatlık mesleğinin niteliğine
dayalı kamu yararıdır. Sınavın kaldırıldığı tarihte söz konusu kamu yararının
devam edip etmediği, sınavın getirildiği zamandaki şartlar değişmemiş, hatta
mesleğin niteliği yönünden çok daha önemli hale gelmişse bu hususun da
değerlendirilmesi gerekir. Diğer yandan Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca
herkes meşru yollardan faydalanarak yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak adil yargılanma hakkına sahiptir. Her türlü hukuksal sorun ve
uyuşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesinde ve
hukuk kurallarının tam anlamıyla uygulanmasında temel görev üstlenen
avukat, hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının da önemli bir
unsurudur. Güçlü ve bağımsız savunma mesleği; hukukun üstünlüğünün, adil
yargılanma duygusunun ve toplumsal barışın güvencesidir. Bu değerler,

19 Dönemin TBMM üyelerinden Ali Topuz ve Haluk Koç ile 122 milletvekili
avukatlık sınavının iptalini öngören 28.11.2006 günlü, 5558 sayılı “Avukatlık
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un” 1. maddesinin, Anayasa’nın 2.
10. ve 11. maddelerine aykırılığı iddiasıyla yürürlüğünün durdurulması ve iptali
istemiyle Anayasa Mahkeme’sine başvuruda bulunmuştur.
20 AYM T. 15.10.2009, E. 2007/16, K. 2009/147.

21 Türkiye Barolar Birliği, Anayasa Mahkemesi’nin iptale ilişkin gerekçeli


kararının açıklamasından sonra 20.01.2010 tarihli ve 2010/6 numaralı duyurusu ile
yeni bir yasal düzenleme yapılıncaya kadar yeni bir Avukatlık Sınavı yapılmasının
söz konusu olamayacağını kamuoyuna açıklamıştır. (Çevrimiçi)
http://eski.barobirlik.org.tr/haberler/?kat=5&sayfa=819, 25.07.2017.

104 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

mesleğinde yetkin bağımsız savunucu olan avukatlarla teminat altına


alınmıştır.
18.04.2014 tarihinde kamuoyu ile paylaşılan Avukatlık Kanun
Tasarısı22’na göre avukatlık stajına kabul için ve stajyerin yeterliliğinin
değerlendirilmesi ve avukatlığa kabulü için iki ayrı sınav uygulanması
öngörülmektedir. Tasarıya göre adaylar, Adalet Bakanlığı tarafından
yapılacak veya ÖSYM’ye ya da uygun görülecek bir kuruma yaptırılacak
yazılı sınavdan yüz üzerinden en az yetmiş puan almak şartıyla avukatlık
stajına başlayabileceklerdir. Yüzde yirmisi genel kültür, yüzde sekseni hukuk
bilgisinin ölçüldüğü ve yılda en az iki defa yapılacak sınavların yapılmasında
fakültelerden mezuniyet ve aday yoğunluğu gibi hususlar dikkate alınır.
Stajın sonunda ise stajyerin yeterliliğinin değerlendirilmesi ve avukatlığa
kabulü için, yine Adalet Bakanlığı tarafından veya ÖSYM’ye ya da uygun
görülecek bir kuruma yaptırılan sınavda yüz üzerinden en az yetmiş puan
alan stajyerler avukatlık mesleğine kabul edilir. Bu sınavda yılda en az iki
defa yapılır ve yüzde yirmisi adayın avukatlık mesleğine ilişkin bilgisinin,
yüzde sekseni ise staj sonrası hukuk bilgisinin ölçülmesi için, uzmanlar
tarafından hazırlanan soruları kapsar.
Yukarıda ifade edilen araştırma projesi bulgularının ve Türkiye’deki
birçok çalışmanın desteklediği görüş de avukatlık sınavının bir an önce
uygulamaya konulması yönündedir.
B. Karşılaştırmalı Hukuk’ta Avukatlık Sınavı
Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin hemen hepsinde avukatlık sınavı
zorunludur23. Yine Amerika Birleşik Devletleri’nde de avukatlık mesleğini
icra edebilmek için baro sınavlarında başarılı olmak gerekir. Kıyas yapabilme
açısından bazı yabancı devletlerde avukatlık mesleğini icra edebilme
şartlarının neler olduğu, stajın usulü, avukatlık sınavının şekli gibi
meselelerin kısaca incelenmesi faydalı olacaktır.

22 Avukatlık Kanunu Taslağı, Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğü


(Çevrimiçi)
http://www.kgm.adalet.gov.tr/DUYURULAR/AVUKATLIK%20KANUNU%20TASL
A%C4%9EI.pdf, 12.07.2017.
23 Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü tarafından 2008 yılında

hazırlanan Avrupa Birliği’ne Üye Ülkelerde Avukatlık Mesleği ile İlgili


Düzenlemeler isimli çalışmada 24 ülkenin avukatlık mesleğine ilişkin yasal
düzenlemeleri ayrıntılı olarak incelenmiştir. (Çevrimiçi)
http://www.ankarabarosu.org.tr/AvukatlikMevz/doc/avrupabirligimevzuat.pdf,
20.07.2017.
105
Arif DURAN

1. Almanya
Almanya federal devlet olduğundan eyaletlere göre küçük farklılıklar
bulunsa da lisans düzeyinde hukuk eğitim süresi ortalama 8 dönemden
oluşmaktadır. Eğitim süresinin sonunda birinci devlet sınavı yapılır. Bu
sınavda üç özel hukuk, iki kamu hukuku ve bir ceza hukuku alanında olmak
üzere toplam altı tane beş saatlik yazılı sınavın başarıyla verilmesi
gerekmektedir. Birinci devlet sınavında iki kez başarısız olan bir öğrenci
hukuk fakültesinden mezun olamamış sayılır. Bu kişiler bazı şirketlerin iç
bölümlerinde hukuki bilgi gerektiren alanlarda çalışabilir ya da belirli
mahkemeler nezdinde hukuki danışmanlık yapabilir24. Birinci devlet sınavını
başaranlar 2 yıllık staja hak kazanır25. Staj eğitimi tamamen devlete bağlı
olduğundan staja başlayabilmek için yaklaşık iki yıllık bekleme süresi vardır.
Baroların herhangi bir katkısı olmayan eğitim dönemi devlet
tarafından gerçekleştirilmekte ve finanse edilmektedir26. İki yıllık staj
eğitimini tamamlayan stajyer staj yaptığı kişi veya kurumdan olumlu görüş
alarak dört özel hukuk, iki kamu hukuku ve iki ceza hukuku alanından olmak
üzere toplam sekiz adet beşer saatlik yazılı sınavın olduğu ikinci devlet
sınavına girer27. Yazılı sınavdan yeterli puanı alanlar bir olay hakkında
hazırlanan dosyanın incelenmesi ve tartışılması şeklinde gerçekleşen sözlü
sınava tabi tutulur28. Bu sınava da sadece iki kez girme hakkı vardır. Bu
sınavları başaran kişi artık staj eğitimini tamamlamış ve serbest avukatlık
yapmaya hak kazanmış olur.
2. Avusturya
Avusturya’da dört yıllık hukuk eğitimini tamamlayanlar herhangi bir
giriş sınavına tabi olmaksızın staj eğitimine başlar. Avukat, hâkim/savcı veya
noter stajyerleri öncelikle, mahkemelerde 9 aylık bir mahkeme ön stajını
stajyer hukukçu olarak birlikte tamamlar. Bu ön staj, avukatlık,
hâkimlik/savcılık veya noterlik adaylığı için zorunludur. Bu stajın akabinde
avukat stajyerleri ile hâkim, savcı ve noter stajyerlerinin tabii oldukları staj

24 Karasu, Rauf, “Türkiye ve Almanya’da Hukuk Eğitimi - Diplomaların Denkliği”,


Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XX, S. 1, 2016, s. 17.
25 Almanya’da hâkimlik, savcılık, avukatlık gibi tüm hukuk meslekleri için aynı ve

tek bir staj şekli vardır, stajyer avukat veya stajyer hâkim yoktur, sadece stajyer
hukukçu vardır. İkinci devlet sınavından sonra alınan puanlara göre ve Adalet
Bakanlıklarının kriterlerine göre hakimliğe ve savcılığa başvuru yapılır. Karasu,
a.g.m., s. 17.
26 Kaya Aydın, a.g.m. s. 56.

27 Sert Çelik, Çiğdem, Almanya’da Hukuk Eğitimi Ve Stajyerlik, TBB Dergisi, S. 54,

2004, s. 345.
28 Ahmet Sencer, Önal Mesut Bozdemir, “Avukatlık Sınavının Uygulaması, Teorisi ve

Çözüm Önerisi”, Hukuk Gündemi Dergisi, S. 2, 2010, s. 18.

106 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

süreleri ve usulleri farklılaşır29. 9 aylık ön stajını tamamlayan stajyer en az 3


yıl da bir avukatın yanında staj yapması gerekir. Pratiğe ve teoriye yönelik
verilen staj eğitimi Avukatlar Akademisi (AWAK- Anwaltsakademie
Ges.mbH) tarafından düzenlenmektedir30. Staj bittikten sonra oldukça
teknik, zor ve detaylı şekilde yapılan yazılı ve sözlü sınavları başaran stajyerler
avukatlık ruhsatını almaya hak kazanırlar31.
3. Fransa
Fransa’da meslek eğitimi hukuk fakültesinde başlamakta, fakülte
bünyesindeki Usul Hukuku Enstitüleri’nde avukatlık mesleğine yönelik
uygulamalı dersler verilmektedir. Lisans 3 yıl, yüksek lisans 2 yıl ve doktora
eğitimi 3 yıl sürmektedir32. Teamüller ve piyasa koşullarının dayatması
nedeniyle avukatlık yapmak isteyenler lisansüstü eğitim yapmaktadır. Hukuk
eğitiminden sonra avukatlık mesleğini yapmak isteyenler bir IEJ 33 (Institut
d’études judiciaires – Adli Çalışmalar Enstitüsü)’ye kayıt yaptırması gerekir.
IEJ sonunda Avukatlık Okulu’na girmek için yazılı ve sözlü bölümden oluşan
iki aşamalı bir sınav yapılır. Fakültede lisans ve yüksek lisans boyunca elenen
hukuk öğrencilerinin büyük çoğunluğu da Avukatlık Okuluna giriş sınavında
elenir ve çok az sayıda kişi avukat olma şansına kavuşur34. Avukatlık
Okulu’nda yaklaşık iki senelik staj eğitiminin ardından CAPA (Certificat
d’aptitude à la profession d’avocat – Avukatlık Mesleği Yeterlik Belgesi)
sınavında başarılı olanlar barolara avukat olarak kayıt olma hakkı kazanırlar35.
4. İsviçre
İsviçre farklı kantonlardan oluşan federasyon bir devlet olduğundan
hukuk eğitimi ve avukatlık stajı bakımından kantondan kantona küçük de
olsa farklılıklar bulunmaktadır. Avukatlık yapabilmek için öncelikle altı
dönem süren lisans eğitimi, ardından en az üç dönem süren yüksek lisans
eğitimi tamamlanmalıdır36. Yani hukuk eğitimi minimum dört buçuk yıl

29 Bozkurt Kutluhan / Türe Murat, “Avusturya ve İsviçre Sistemlerinde Hukuk


Eğitimi”, TBB Dergisi, S. 93, 2011, s. 92.
30 Kaya Aydın, a.g.m. s. 57.

31 Bozkurt / Türe, a.g.m., s. 93.

32 Ceylan, Serdar / Şen, Yunus, “Fransa’da Avukatlık Eğitimi ve Stajı”, Konya Barosu

Dergisi, S. 24, 2013, s. 40.


33 IEJ’ler, öğrencileri ENM’ye (École Nationale de la Magistrature - Ulusal Hakimlik

ve Savcılık Okulu) ve EDA’lara (École des avocats – Avukatlık Okulu) hazırlayan bir
kurumdur.
34 Fransız Avukatlık Sisteminin İncelenmesi Projesi Sonuç Raporu, Fransız Avukatlık

Kanunu ve İlgili Düzenlemelerin Tercümesi, TBB, 2015, s. 20.


35 Ceylan / Şen, a.g.m., s. 41, 42.

36 Bozkurt / Türe, a.g.m., s. 100.

107
Arif DURAN

sürmektedir. Hukuk eğitimini tamamlayan ve avukat olmak isteyen her bir


mezun öncelikle mesleki bir staj sürecinden geçmek zorundadır. Staj süresi
12 ila 24 ay arasında kantondan kantona değişiklik göstermektedir. Örneğin
Bern Kanyonu’nda staj süresi 18 ay iken Aargau, Luzern ve Zürih
kantonlarında 12 aydır37. Yüksek Mahkeme (Yargıtay-Danıştay)
hakimlerinin üyesi olduğu “Avukatlık Sınav Komisyonu”nun oluşturduğu ve
iki yüksek mahkeme hakimi ile iki avukattan oluşan “Senato”nun düzenlediği
oldukça teknik, zor ve detaylı şekilde yapılan yazılı ve sözlü sınavları geçen
stajyerler avukatlık ruhsatını almaya hak kazanırlar38.
5. Amerika Birleşik Devletleri
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hukuk fakültesine girebilmek
için herhangi bir alanda dört yıllık temel lisans eğitimini tamamlamış olmak
gerekir. Sonrasında üç yıllık hukuk eğitimi alan kişilerin aldığı unvan Juris
Doctor (JD) derecesi olarak adlandırılmaktadır39. Eğitim dönemi boyunca
çeşitli mahkemelerde deneyim ve uygulama çalışmaları yapılmaktadır.
Avukatlık yapmak için mezuniyetten sonra ayrıca bir staj süresi
öngörülmemiştir. Her eyaletin avukatlık mesleğine kabul şartları bakımından
bazı farklılıkları bulunsa da çalışmamızda New York Barosu örneğini ele
alacağız. New York Barosuna kayıt olabilmek için baro sınavında başarılı
olmak gerekir. İki gün süren baro sınavı üç saat sabah ve üç saat öğleden
sonra olmak üzere dört oturumdan meydana gelmektedir40. Baro sınavını
geçmek tek başına baroya kayıt olmak için yeterli değildir. Kişinin ahlaki
özelliklerine ve tecrübesine de bakılmaktadır. Sınavdan sonra doldurulacak
ayrıntılı formlarla ve özellikle referans yoluyla, ilgilinin mesleğe uygun bir
kişiliğe sahip olup olmadığı araştırılmaktadır41.
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe
temsil eden avukat; hukuki sorunların adalete ve hakkaniyete uygun şekilde
çözümlenmesinde hayati bir öneme sahiptir. Bireylerin hak ve
özgürlüklerinin korunması, hukuk kurallarının tam anlamıyla uygulanması
avukatın yargılama faaliyetine etkin şekilde katılmasıyla mümkün olur. Bu

37 Karakök, Abdullah, İsviçre’de Avukatlık Eğitimi, (Çevrimiçi),


http://www.postgazetesi.ch/ isvicrede-avukatlik-egitimi-25yy.htm, 23.07.2017.
38 Bozkurt / Türe, a.g.m., s. 92-93.

39 Uyumaz / Erdoğan, a.g.m, s. 472.

40 Sınav hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. (Çevrimiçi)


https://www.nybarexam.org/thebar/ NYBarExamInformationGuide.pdf, 24.07.2017.
41 Akyüz, Şule, “Türk Hukukçuların ABD’de Hukuk Masterı Yapması ve New York

Barosu Üyeliği”, Ankara Barosu Dergisi, S. 4, 2004, s. 116.

108 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

bakımdan avukatların üstün nitelikler taşıması, mesleğe kabul şartı olarak


bazı koşulların42 aranması hukuk devleti ilkesine paralel bir bakış açısıdır.
Lisans döneminde uygulamadan ziyade teori ağırlıklı dersler gören
hukuk mezunları, mesleğe ve uygulamaya dair birçok meseleyi staj
döneminde öğrendiğinden staj döneminin etkin ve verimli bir şekilde
geçirilmesi büyük bir önem arz etmektedir. Bir yıllık staj süresi uzatılmalı;
daha da önemlisi bu dönemde verilen eğitimin etkinliğini artırmak ve
adayları mesleğe daha iyi hazırlamak için çözümler üretilmelidir. Gerekli
yasal düzenlemeler yapılarak stajyerlerin adliye stajı döneminde yapacağı işler
ve görevler belirlenmeli, bu görevlerin yapılması zorunluluk arz etmeli,
hakim-savcılar tarafından da takibi yapılmalıdır. Staj eğitiminin kalitesini
artırmak için sabit ve nitelikli bir eğitim kadrosu sağlayarak pratik derslere
ağırlık verilmelidir. Yanında çalışılan avukat tarafından stajyere ödenmesi
gereken asgari bir ücret belirlenmeli; stajyerlerin çalışma şartları
iyileştirilmelidir.
TBB tarafından bugüne kadar birçok baronun katıldığı 8 tane stajyer
avukatlar kurultayı yapılmış, stajyerlerin sorunları konuşulmuş ve sonuç
bildirgeleri yayınlanmıştır. Her kurultayda benzer sonuçlara ulaşıldıysa da
çözüm adına önemli bir adım atılamamıştır. Birçok makale, sempozyum ve
çeşitli çalışmalarda ortaya konulan benzer sorunlar yıllardır artarak
süregelmektedir. Sorunların tespitinden ziyade harekete geçmek ve çözüm
getirmek noktasında gelişme sağlanamamaktadır.
Akademik kadroların yeterli niteliğe ve niceliğe sahip olmamasına
rağmen hukuk fakültelerinin sayısının ve kontenjanların artması birçok
soruna sebep olmaktadır. Zincirleme bir sorun olarak; gereken altyapı
sağlanmadan fakülte ve öğrenci sayısının artması eğitim kalitesinin
düşmesine sebep olmakta, çok sayıda stajyerin bulunması kaliteli bir eğitim
dönemi geçirmeye engel olmakta, herhangi bir sınav yahut eleme usulü
öngörülmeden mesleğe kabul edilme mesleğin yürütülmesinde kaliteyi
düşürmektedir. 18.04.2014 tarihinde kamuoyu ile paylaşılan taslakta
avukatlık sınavının stajdan önce ve stajdan sonra uygulanmasına yönelik
düzenlemelerin isabetli olduğu kanaatindeyiz. Fakülte ve öğrenci sayısının

42sAvukatlık mesleğinin hukuk tarihindeki gelişim süreci incelendiğinde, dünyanın


her yerinde belirli şartlara sahip kişilerin bu mesleği icra edebildikleri görülmüştür.
Osmanlı döneminde, 10.12.1883 tarihinde Dava Vekillerinin İmtihanına Dair
Nizamname ile avukatlık sınavıyla ilgili bir düzenleme getirilmiştir. Yabancı ülkeden
hukuk eğitimi görenlerin yahut Mekteb-i Hukuk’tan mezun olmayanların dava
vekili olabilmeleri için bu sınavda başarılı olmaları gerekmekteydi. Ayrıntılı bilgi için
bkz. Örstgen Esirgen, Seda, “Tanzimat’tan Cumhuriyete Avukatlık”, AÜHFD, S. 63,
C. 4, 2014, s. 737-778.
109
Arif DURAN

çok fazla olduğu, lisans döneminde yeterli düzeyde eğitim verilemediği gibi
eleştiriler dikkate alındığında staj eğitimini alacak kişilerin belirli yeterliliğe
sahip kişiler arasından seçilmesi, mesleki yeterliliğin temel bilgisine sahip
olunup olunmadığının sınanması gerektiği sonucuna ulaşılacaktır.
Diğer yandan, yukarıda ifade ettiğimiz staj dönemine ilişkin sorunlar
da göz önünde bulundurulduğunda, staj süresinin verimli geçip geçmediğinin
ve yeterli eğitimin alınıp alınmadığının sınanması da yerinde olacaktır. Zira
staj sonrası sınav, stajyerleri staj dönemine gereken önemi vermeye teşvik
edecek, mesleğin icra edilebilmesi için gerekli eğitimi almaya istekli
kılacaktır.
Sınavı gerçekleştirecek kurum bakımından tasarıda Adalet Bakanlığı
ve ÖSYM’nin adı geçmekle birlikte uygun görülecek başka bir kuruma da
yaptırılabileceği ifade edilmiştir. Söz konusu araştırma projesi bulgularının da
ortaya koyduğu üzere staj eğitiminde birçok yetki ve görevi bulunan TBB ve
barolar sınavlara katkı sunmalı ve özellikle staj sonrasında uygulanacak
mesleğe kabul sınavında etkin bir rol almalıdır.
Günümüzde Avrupa’da ve ABD’de hukuk fakültelerinden mezun olan
öğrenciler çok ciddi sınav ve elemelerden geçerek avukatlık mesleğine kabul
edilmektedir. Ülkemizde de bir an önce sınav uygulaması hayata geçirilerek
temel hukuk bilgisinden ve meslek bilgisinden yoksun kişilerin avukatlık
mesleğini icra etmelerinin önüne geçilmelidir.
KAYNAKÇA
Akyüz, Şule, “Türk Hukukçuların ABD’de Hukuk Masterı Yapması ve New
York Barosu Üyeliği”, Ankara Barosu Dergisi, S. 4, 2004, s.105-121.
Alacakaptan, Ahmet Can, “Stajyer Avukatların Sorunları ve Çözüm
Önerileri”, İstanbul Barosu Dergisi, Cilt 84, S. 2010/4, s. 2275-2289.
Bozkurt Kutluhan / Türe Murat, “Avusturya ve İsviçre Sistemlerinde Hukuk
Eğitimi”, TBB Dergisi, S. 93, 2011, s. 82-107.
Ceylan, Serdar / Şen, Yunus, “Fransa’da Avukatlık Eğitimi ve Stajı”, Konya
Barosu Dergisi, S. 24, 2013, s. 40-43.
Cirit, İsmail Rüştü, 2016 – 2017 Adli Yıl Açılış Konuşması, Yargıtay
Başkanlığı, Ankara, 2016.
Çelik, Cemile, “TBB 8. Stajyer Avukatlar Kurultayı”, Hukuk Gündemi
Dergisi, S. 1, 2015, s. 74-79.
Çine, Özcan, Mesleğe Yeni Başlayan Avukatların Sorunları ve Çözüm
Yolları, Forum 7, Türkiye Barolar Birliği, Ankara, 2010.

110 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Yargının Kurucu Unsurlarından Avukatın Staj Eğitimi ve Avukatlık Sınavı Üzerine Değerlendirmeler

Demir, Şamil, “Yargının Kurucu Unsuru Avukatlar”, Baro Türk Dergisi,


Yıl:1, Sayı:1, Nisan 2015, s. 48-51.
Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku Dersleri, Ekin, Bursa, 18. Baskı,
2015.
Karasu, Rauf, “Türkiye ve Almanya’da Hukuk Eğitimi - Diplomaların
Denkliği” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XX, S. 1,
2016, s. 3-26.
Kaya Aydın, Yasemin, “Dünya'da ve Türkiye'de Avukatlık Stajı ve Stajyer
Avukatların Sorunları”, Hukuk Gündemi Dergisi, S. 1, 2009, s. 54-
65.
Örstgen Esirgen, Seda, “Tanzimat’tan Cumhuriyete Avukatlık”, AÜHFD,
C. 63, S. 4, 2014, s. 737-778.
Özbudun, Ergun, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin, Ankara, 16. Baskı, 2016.

Özkaya, Eraslan, 2002 – 2003 Adli Yıl Açılış Konuşması, Yargıtay


Başkanlığı, Ankara, 2002
Özkent, Ali Haydar, Avukatın Kitabı, Arkadaş Basımevi, İstanbul, 1940
(Tıpkı Basımı, İstanbul Barosu Yayını 2002).
Öztatar, Hakan , Türkiye'de Avukatlık Mesleği ve Sorunları, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
2011.
Sencer, Ahmet, Bozdemir, Önal Mesut, “Avukatlık Sınavının Uygulaması,
Teorisi ve Çözüm Önerisi”, Hukuk Gündemi Dergisi, S. 2, 2010, s.
16-22.
Sert Çelik, Çiğdem, “Almanya’da Hukuk Eğitimi ve Stajyerlik”, TBB
Dergisi, S. 54, 2004, s. 339-346.
Uyumaz, Alper/Erdoğan, Kemal, “Karşılaştırmalı Hukukta ve Türk
Hukukunda Hukuk Eğitimi ve Hukuk Kliniği”, AÜHFD, C. 64, S. 2,
2015, s. 459-506.

111
Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması


Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç Kiralama
Şirketleri Tarafından Saklanması ve Kolluk
Kuvvetleriyle Paylaşılması Sorunu

Harun YILMAZ1
GİRİŞ
Genel olarak kişisel veri kavramı, bireye ait her türlü bilgi olarak
tanımlanmaktadır. Bu bilgiler, kişinin özel hayatı ve iş hayatı başta olmak
üzere çeşitli alanları kapsamaktadır. Günümüzde kamu kuruluşlarının
yanında özel sektörde yer alan kuruluşlar da çeşitli hizmetler vermeleri
neticesinde kişilere ait bilgi ve belgelere sahip olmakta, bu bilgileri toplayıp
kaydetme gibi faaliyetleri yürütmektedir. Bu faaliyetin önlenemez niteliği
karşısında, toplanıp kaydedilen kişisel verilerin hangi amaçlarla kullanılacağı,
bu verilerin hangi birimlerle paylaşılacağı ve bu verilerin nasıl korunacağı
sorunu kaçınılmaz biçimde gündeme gelmektedir.
Kişisel verilerin korunması alanındaki ulusal ve uluslararası
düzenlemelerin köşe taşlarını, kişisel verilerin korunması hakkının en başta
anayasal güvenceye kavuşturulması, kişisel verilerin temel ilke ve kurallara
uyulmak suretiyle işlenmesi, kişisel verileri işlenen kişilerin kanuni
güvencelere kavuşturularak hukuki güvenliklerinin sağlanması
oluşturmaktadır2.
Çalışmamızda öncelikli olarak, kişisel verilerin korunması kavramı,
insan hakları içindeki yeri göz önüne alınarak irdelenecektir. Yine bu
noktada kişisel verilerin korunması hakkının Türk hukuku ve uluslararası
sözleşmeler açısından görünümü, ayrı ve özel birer başlık olarak ortaya
konulacaktır. Ardından, doktrinde ve içtihatlarda birbirinden ayrılmaz
nitelikte görünen kişisel verilerin korunması ile özel hayatın gizliliği hakları
arasındaki ilişki, hukuki düzenlemeler ve mahkeme kararları bağlamında ele
alınacaktır.
Çalışmamıza konu olan kimlik bilgilerinin araç kiralama şirketleri
tarafından saklanması ve kolluk kuvvetleri ile paylaşılmasına ilişkin hukuki
düzenlemelerin ve bu düzenlemelerin analizinin yer aldığı bölümü takip eden

1 Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı,
harunyilmaz@sakarya.edu.tr
2 Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu - Denetleme Raporu, (Çevrimiçi)

http://www.tccb.gov.tr/ddk/ddk56.pdf, 01.07.2016, s.779.


113
Harun YILMAZ

sonuç bölümünde ise, konuya ilişkin tespitler ve kimi çözüm önerileri


sıralanarak çalışmaya son verilecektir.
I. KİŞİSEL VERİLERİN KORUNMASI
A. Genel Olarak
Genel hatları ile kişisel veri, kimliği belirli ya da belirlenebilir bir
gerçek kişi ile ilgili her türlü veri olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda ad,
soyad, doğum tarihi ve doğum yeri gibi kişinin sadece kimliğini ortaya koyan
bilgiler değil; telefon numarası, motorlu taşıt plakası, sosyal güvenlik ve
pasaport numarası, görüntü ve ses kayıtları, kişinin özgeçmişi, parmak izi,
genetik bilgiler ile aile bilgileri, IP adresi, e-posta adresi gibi doğrudan ya da
dolaylı olarak kişi ile ilgili olan tüm veriler, kişisel veri kapsamında ele
alınmaktadır3.
Kişisel verilere ilişkin doktrin ve hukuki düzenlemelerde çeşitli
tanımlar bulunmakla beraber, en yaygın tanıma göre kişisel veriler, belirli
veya kimliği belirlenebilir bir kişiye ilişkin4 yukarıda örnek mahiyetinde
sayılanlar ve bunlara ek olabilecek bütün bilgilerdir5.
Türk Dil Kurumu kişisel kelimesini, kişi ile ilgili, kişiye ilişkin, kişinin
kendi malı olan, şahsi, zati olarak; veri kelimesi ise, bilgi, data olarak
tanımlamaktadır6. Sonuç olarak kişisel veriler, kişilerin isimlerinden
adreslerine, telefon numaralarından banka hesap numaralarına, kredi
kartlarının şifreleri ya da mali kayıtlarından aldıkları cezalara kadar geniş bir
yelpazeye yayılan bilgilerdir.
B. Kişisel Verilerin Korunmasının İnsan Hakları İçindeki Yeri
İnsan hakları, bireylerin doğuştan sahip oldukları dokunulamaz ve
devredilemez haklar olarak kabul edilmektedir. Bu nitelikleri gereği insan
hakları, geçmişten günümüze birçok ulusal ya da uluslararası belgeye konu
olmuştur. İngiltere’de 1215 Magna Carta ve 1689 Haklar Bildirisi;
Amerika’da 1776 Virginia İnsan Hakları Bildirisi; Fransa’da 1789 İnsan ve
Vatandaş Hakları Bildirisi konuya ilişkin önemli örneklerdir. Bunun yanında
başta 1787 ABD Anayasası ve buna ek olarak 1791 Amerikan Haklar

3 Denetleme Raporu, s.778.


4 Kişilerin konu olduğu verilere isme bağlı veriler veya bireysel veriler denmektedir.
İsme bağlı veriler gerçek veya tüzel kişi tarafından depo edilmekte, işlenerek bilgi
haline getirilmekte, talep halinde üçüncü kişilere verilebilmektedir. Bkz. Akıllıoğlu,
Tekin: “İdari Usul ve Kişisel Verilerin Korunması”, (Çevrimiçi)
http://www.idare.gen.tr/akkillioglu-idariusul.htm, 01.07.2016.
5 Kılınç, Doğan: “Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması”, AÜHFD, 61

- (3), 2012, s.1089-1169, s.1093.


6 (Çevrimiçi) http://tdkterim.gov.tr/bts/, 01.07.2016.

114 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

Bildirgesi, 1791 Fransız Anayasası ile 1876 Kanuni Esasi olmak üzere,
günümüzün neredeyse bütün anayasaları insan haklarına ilişkin
düzenlemeleri bünyesinde barındırmaktadır7.
Temel hak ve özgürlükleri çeşitli ölçütlere göre sınıflandırmak
mümkün olmakla birlikte özellikle ünlü Alman hukukçu Georg Jellinek’in
yaptığı sınıflandırma doktrinde kabul görmüş ve yapılan sınıflandırmalarda
esas alınmıştır8. Buna göre temel hak ve özgürlükler, kural olarak 3 sınıfa
ayrılmaktadır. Bunlar, negatif (olumsuz), pozitif (olumlu) ve aktif statü
haklarıdır9.
Söz konu kategoriler içinde kişisel verilerin korunması hakkı, devlet
tarafından müdahale edilemeyecek özel sınırlar ile korunan haklar olarak
tanımlanabilecek negatif statü haklarından biri olarak kabul edilmelidir. Zira
kişisel verilerin korunması hakkı, kişi hak ve özgürlüklerden biri olarak
kendisi ile yakın ilişki içerisinde bulunan özel hayatın gizliliği ve korunması
hakkı ile doğrudan bağlantılıdır. Bu noktada özel hayatın gizliliğin ve kişisel
verilerin korunması, en başta insanın şahsiyetinin korunması açısından çok
önemli bir araç konumundadır10.
Bahsi geçtiği üzere temel hak ve özgürlükler arasında yer alması
gereken kişisel verilerin korunması hakkı, insan şahsiyetinin korunmasının
yanında hukuk devleti ilkesi ile demokrasinin etkinlik ve işlevsellik
kazanabilmesi açısından da hayati öneme sahiptir. Kişisel verilerin korunması
hakkına temel hak ve özgürlükler içinde yer verilmesinin ana gayesi, insan
kişiliğinin serbestçe gelişmesine imkan vermek ve kişiye kendisi ya da
yakınları ile baş başa kalabileceği korunaklı ve özerk bir yaşam alanı
sunabilmektir.
Kişisel veriler ve bu verilerin korunması hakkı, diğer hak ve
özgürlüklere nazaran yakın zamandan itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Bu
tartışmaları doğuran esaslı neden ise, bilgi ve iletişim teknolojilerinin son
yıllardaki inanılmaz gelişimine bağlı olarak, bu gelişimin özel hayatın
korunaklı ve özerk alanını giderek tehdit eder hale gelmesi ve kişilerde özel
hayata dair alanın korunmasına yönelik bir ihtiyacın gün yüzüne çıkmasıdır.
Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişim, birçok bilginin anında ve
doğrudan doğruya depo edilebilmesini, gerekli durumlarda bu bilgilerin
kullanıma açılabilmesini, böylece bilgilerin kullanımı ile bu bilgilerin

7 Kılınç, a.g.m., s.1097-1098.


8 Uslu, Ferhat: Türk Anayasa Hukuku, Ankara, Adalet Yayınevi, Haziran 2017, s.33-
34.
9 A.e.

10 Kılınç, a.g.m., s.1099.

115
Harun YILMAZ

transferlerinin son derece kolaylaşmasını beraberinde getirmiştir. Sözü edilen


gelişmeler neticesinde kişilerin korunaklı ve özerk alanının kapsamı önemli
oranda daralmış ve kişisel verilerin korunması ihtiyacı en üst seviyeye
ulaşmıştır.
Teknoloji ve gelişmişlik seviyesi ile orantılı biçimde ülkeler, kişilerin
bu ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışmış ve 1970’lerden itibaren kişisel
verilerin korunmasına yönelik kanuni düzenlemeler yapmak suretiyle
kurumsal yapılar oluşturabilmek adına önemli adımlar atılmaya
başlanmıştır11.
Çalışmamızın bu bölümünde öncelikle, Türk hukukunda kişisel
verilerin korunmasına ilişkin hukuki düzenlemeler ele alınacak ve ardından
önemli uluslararası sözleşmelerde konunun düzenlenmesinde kullanılan ilke
ve kurallar incelenecektir.
C. Türk Hukukunda Kişisel Verilerin Korunması
Tarihsel gelişimi açısından kişisel verilerin korunması Türkiye’nin
gündemine 1981 yılında imzalanan “Kişisel Nitelikteki Verilerin Otomatik
İşleme Tabi Tutulması Karşısında Şahısların Korunmasına Dair Sözleşme”
ile girmiştir12. Söz konusu Sözleşme, Türkiye’de konuya ilişkin yapılacak
çalışmalara rehberlik etmesi bakımından önemli bir yerde durmaktadır.
Türkiye’de kişisel verilere ilişkin çıkarılan kanunun yanı sıra, başta
Anayasa olmak üzere Türk Medeni Kanunu ve Türk Ceza Kanunu gibi
temel kanunlarda kişisel verilerin korunmasına yönelik bazı hükümler yer
almaktadır. Bu noktada ilk olarak Anayasa’nın 20. maddesinde özel hayatın
gizliliği ilkesi ile 22. maddesinde haberleşmenin gizliliği ilkesi düzenlenmiş
ve 40. madde ile de temel hak ve özgürlüklerin korunmasını talep hakkı
güvence altına alınmıştır13.
Kişisel verilerin korunmasına ilişkin anayasal düzeyde en önemli
gelişme ise, 2010 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile getirilen
düzenlemedir. Bu düzenleme gereğince, 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkındaki
Kanun14’un 2. maddesi ile Anayasa’nın 20. maddesine son fıkra eklenmiştir.
Böylece kişisel veriler, özel hayatın gizliliği ve korunması hakkı kapsamında

11 Kişisel verilerin korunması alanındaki öncü düzenleme, İsveç tarafından 1973


yılında çıkarılan Veri Kanunu’dur. Günümüzde kişisel veri koruma kanununa sahip
ülke sayısı yüze yaklaşmıştır. Bkz. Denetleme Raporu, s.779.
12 Bkz. a. I, D, 1.

13 Topaloğlu, Mustafa: Bilişim Hukuku, Adana, Karahan Kitabevi, Mayıs 2005, s.174.

14 R.G.13.05.2010, S.27580.

116 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

anayasal güvenceye kavuşmuştur15. Söz konusu hüküm uyarınca; “Herkes


kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak;
kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere
erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları
doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel
veriler ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile
düzenlenir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla
düzenlenir.”
Bu hükmün gerekçesi ise şöyledir: “Anayasada kişisel verilerin
korunmasına ilişkin dolaylı hükümler bulunmakla birlikte yeterli değildir.
Mukayeseli hukukta ve tarafı olduğumuz uluslararası belgelerde de kişisel
verilerin korunması önemle vurgulanmaktadır. Maddeyle, herkesin kendisi
ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı, anayasal bir hak olarak
teminat altına alınmaktadır. Bu bağlamda, bireylerin kendilerini ilgilendiren
kişisel veriler üzerinde hangi hak ve yetkilere sahip olduğu ve kişisel verilerin
hangi hallerde işlenebileceği hükme bağlanırken, kişisel verilerin
korunmasına ilişkin esas ve usullerin kanunla düzenleneceği
öngörülmektedir.”
Kişisel verilere ilişkin yasal düzenleme gerçekleştirilmesine ilişkin ilk
çalışmalar ise, 1988 yılında başlamıştır. Bu süreçte 2008 yılında Meclise sevk
edilen bir tasarı bulunmakla birlikte son olarak 2014 yılının sonunda “Kişisel
Verilerin Korunması Kanunu Tasarısı” Meclise sevk edilmiştir16. Nihayet
2016 yılında çıkarılan 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu17 ile
kişisel verilerin korunması hakkı yasal bir temele oturmuştur. Söz konusu
Kanun’un 1. maddesi uyarınca, “bu Kanunun amacı, kişisel verilerin
işlenmesinde başta özel hayatın gizliliği olmak üzere kişilerin temel hak ve
özgürlüklerini korumak ve kişisel verileri işleyen gerçek ve tüzel kişilerin
yükümlülükleri ile uyacakları usul ve esasları düzenlemektir.”
Yine bu başlık altında kişisel verilerin korunmasına ilişkin önemli bir
yasal düzenleme olarak 05.11.2008 tarih ve 5809 sayılı Elektronik
Haberleşme Kanunu’ndan18 bahsetmek yararlı olacaktır. Söz konusu
Kanun’un 51. maddesi, “kişisel verilerin işlenmesi ve gizliliğinin korunması”

15 Şen, Ersan: “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Son Tasarısı”, (Çevrimiçi)


http://www.hukukiha ber.net/kisisel-verilerin-korunmasi-kanunu-son-tasarisi-
makale,3742.html, 01.07.2016.
16 (Çevrimiçi)
http://www.kgm.adalet.gov.tr/Tasariasamalari/Tbmmkms/Tbmmkom/ki%C5%9Fisel
% 20veriler.pdf, 01.07.2016.
17 R.G.07.04.2016, S.29677.

18 R.G.10.11.2008, S.27050 (Mükerrer)

117
Harun YILMAZ

başlığını taşımakta olup, konuya ilişkin hükümler sevk etmektedir19.


Maddenin birinci fıkrası uyarınca, kişisel verilerin işlenmesinde; hukuka ve

19 MADDE 51 – (1) (İptal: Anayasa Mahkemesi’nin 9/4/2014 tarihli ve E.: 2013/22 K.:
2014/74 sayılı Kararı ile.; Yeniden düzenleme: 27/3/2015-6639/31 md.)
(1) Kişisel verilerin işlenmesinde; hukuka ve dürüstlük kurallarına uygun olması,
doğru ve gerektiğinde güncel olması, belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenmesi,
işlendikleri amaçla bağlantılı, sınırlı ve ölçülü olması ile işlendikleri amaç için gerekli
olan süre kadar muhafaza edilmesi ilkelerine uyulur.
(2) Elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin gizliliği esas olup, ilgili
mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü durumlar haricinde, haberleşmeye taraf
olanların tamamının rızası olmaksızın haberleşmenin dinlenmesi, kaydedilmesi,
saklanması, kesilmesi ve takip edilmesi yasaktır.
(3) Elektronik haberleşme şebekeleri, haberleşmenin sağlanması dışında
abonelerin/kullanıcıların terminal cihazlarında bilgi saklamak veya saklanan bilgilere
erişim sağlamak amacıyla işletmeciler tarafından ancak ilgili
abonelerin/kullanıcıların verilerin işlenmesi hakkında açık ve kapsamlı olarak
bilgilendirilmeleri ve açık rızalarının alınması kaydıyla kullanılabilir.
(4) İşletmeciler şebekelerinin, abonelerine/kullanıcılarına ait kişisel verilerin ve
sundukları hizmetlerin güvenliğini sağlamak amacıyla uygun teknik ve idari
tedbirleri alır.
(5) Bu Kanunun 49 uncu maddesi kapsamında veya kamu yararının sağlanması
amacıyla Kurum tarafından işletmecilere getirilen yükümlülüklerin yerine
getirilebilmesi için kişisel veriler işlenebilir.
(6) Kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasına ilişkin ilgili mevzuat hükümleri saklı
kalmak kaydıyla, trafik ve konum verileri ancak ilgili kişilerin açık rızaları alınmak
koşuluyla yurt dışına aktarılabilir.
(7) Trafik verileri; trafiğin yönetimi, arabağlantı, faturalama,
usulsüzlük/dolandırıcılık tespitleri ve benzeri işlemleri gerçekleştirmek veya tüketici
şikâyetleri ile arabağlantı ve faturalama anlaşmazlıkları başta olmak üzere,
uzlaşmazlıkların çözümü amacıyla sadece işletmeci tarafından yetkilendirilen
kişilerle sınırlı kalmak kaydıyla işlenir ve bu uzlaşmazlıkların çözüm süreci
tamamlanıncaya kadar gizliliği ve bütünlüğü sağlanarak saklanır. Katma değerli
elektronik haberleşme hizmetlerinin sunulması ya da elektronik haberleşme
hizmetlerinin pazarlanması amacıyla ihtiyaç duyulan trafik verileri ile konum
verileri anonim hâle getirilerek veya ilgili abonelerin/kullanıcıların açık rızalarının
alınması ve sadece işletmeci tarafından yetkilendirilen kişilerle sınırlı kalmak
kaydıyla, belirtilen faaliyetlerin gerektirdiği ölçü ve sürede işlenebilir.
(8) İşletmeciler konum verilerinin işlenmesinde abonelere/kullanıcılara bu verilerin
işlenmesini reddetme imkânı sağlar. İlgili mevzuatın ve yargı kararlarının
öngördüğü durumlar haricinde ancak acil yardım çağrıları ile 29/5/2009 tarihli ve
5902 sayılı Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanunda tanımlanan afet ve acil durum hâllerinde
abonelerin/kullanıcıların açık rızası aranmaksızın konum verileri ve ilgili kişilerin
kimlik bilgileri işletmeci tarafından yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak kaydıyla
işlenebilir.

118 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

dürüstlük kurallarına uygun olması, doğru ve gerektiğinde güncel olması,


belirli, açık ve meşru amaçlar için işlenmesi, işlendikleri amaçla bağlantılı,
sınırlı ve ölçülü olması ile işlendikleri amaç için gerekli olan süre kadar
muhafaza edilmesi ilkelerine uyulur.
D. Uluslararası Sözleşmelerde Kişisel Verilerin Korunması
1. 108 sayılı Sözleşme
Kişisel verilerin işlenmesi ve korunması noktasında gerçekleştirilecek
tüm faaliyetlerin hukuka uygun biçimde gerçekleştirilebilmesi ve bu
faaliyetlerin etkin bir denetime tabi tutulabilmesi adına uluslararası
sözleşmelerde kimi kurallar öngörülmüştür.
Avrupa Konseyi’nin, 28 Ocak 1981 tarihli “108 sayılı Kişisel Verilerin
Otomatik İşlenmesine İlişkin Olarak Bireylerin Korunması Hakkındaki
1981 tarihli Avrupa Konseyi Sözleşmesi (108 sayılı Sözleşme)”, özellikle
Türk Ceza Kanunu’ndaki konuya ilişkin düzenlemeye kaynaklık ettiğinden
dolayı konumuz açısından son derece önemlidir. Sözleşme’nin 2. maddesi
uyarınca kişisel veri, belirlenmiş veya belirlenebilir olan bir gerçek kişiye
ilişkin her türlü veri olarak tanımlanmaktadır20.
108 sayılı Sözleşme özelinde, kişisel verilerin korunmasına ilişkin
ortaya konulan ilkeler; kişisel verilerin kaliteli olması, hassas verilerin
işlenmesinde özel korumanın sağlanması, kişisel verilerin işlenmesinde

(9) Abone/kullanıcı şikâyetlerinin incelenmesi ve denetim faaliyetleri kapsamında


trafik ve konum verileri ile kişisel veriler, belirtilen faaliyetlerle sınırlı olmak
kaydıyla işlenebilir.
(10) Bu Kanun kapsamında sunulan hizmetlere ilişkin olarak;
a) Soruşturma, inceleme, denetleme veya uzlaşmazlığa konu olan kişisel veriler ilgili
süreç tamamlanıncaya kadar,
b) Kişisel verilere ve ilişkili diğer sistemlere yapılan erişimlere ilişkin işlem kayıtları
iki yıl,
c) Kişisel verilerin işlenmesine yönelik abonelerin/kullanıcıların rızalarını gösteren
kayıtlar asgari olarak abonelik süresince,
saklanır. Veri kategorileri ile haberleşmenin yapıldığı tarihten itibaren bir yıldan az
ve iki yıldan fazla olmamak üzere verilerin saklanma süreleri yönetmelikle belirlenir.
(11) İşletmeciler, tahsilata ilişkin riskin yönetilmesi ve kötü niyetli kullanımların
önlenmesi amacıyla abonelerin elektronik haberleşme hizmetlerine yönelik fatura
tutarı ve ödeme bilgilerini diğer işletmecilerle paylaşabilir veya işleyebilir.
(12) Bu Kanun kapsamında kişisel verilerin gizliliğinin, güvenliğinin ve amacı
doğrultusunda kullanılmasının temininden işletmeciler sorumludur.
(13) Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum tarafından belirlenir.
20 Convention for the Protection of Individuals with regard to Automatic

Processing of Personal Data. (Çevrimiçi) http://conventions.coe.int, 02.07.2016.


119
Harun YILMAZ

ilgililerin bilgilendirilmesi, kişisel verilerin işlenmesi sırasında bilgi alma,


kişisel verileri düzeltme, sildirme, verilere erişimi engelleme ve itiraz
hakkının güvence altına alınması ile veri güvenliği ilkeleridir.
108 sayılı Sözleşme’nin 5. maddesinde21 düzenlenen kişisel verilerin
kaliteli olması ilkesi, kişisel verilerin hukuka ve dürüstlük kuralına uygun bir
şekilde işlenmesi ile amaca bağlılık ve gereklilik ilkelerini bünyesinde
barındırmaktadır22.
Söz konusu ilke uyarınca, kişisel verilerin hukuka ve dürüstlük kuralına
uygun şekilde işlenmesi şart olup, bu verilerin kanuni düzenlemelerde açıkça
öngörülmüş amaç doğrultusunda kullanılması zorunluluk arz etmektedir.
Bununla birlikte gereklilik ilkesi uyarınca kişisel veriler, kanunda belirtilen
amaca ulaşmak adına yeterli miktar ve nitelikte olmalıdır. Kanunda bahsi
geçen amaca ulaşılmasının ardından toplanmış olan bu kişisel verilerin
saklanmasına devam edilemeyecek ve ilgilinin bilgisi dışında başka amaçlarla
kullanılamayacaktır23.
Sözleşmede bahsedilen ilkelerden birisi de hassas verilerin
işlenmesinde özel koruma sağlanması ilkesidir. Buna göre, 1995 tarihli Veri
Koruma Direktifi’nin 8. maddesinde yer alan bazı veriler hassas veri olarak
nitelendirilmekte24 ve bu verilerin korunmasına ilişkin özel düzenlemeler
yapılması gerekliliği kabul edilmektedir.
Bu ilkelere ek olarak yine kişisel verilerin işlenmesi sırasında ilgilinin
bilgilendirilmesinin yanında ilgilinin de bilgi alma, kişisel verileri düzeltme,
sildirme, verilere erişimi engelleme ve itiraz haklarının güvence altına

21 108 Sayılı Avrupa Konseyi Sözleşmesi


Madde 5 – Verilerin Niteliği
Otomatik bilgi işleme konu teşkil eden kişisel nitelikteki veriler:
a) Meşru ve yasal yoldan elde edilmeli ve işleme tabi tutulmalıdır;
b) Belli ve meşru amaçlar için kaydedilmeli ve bu amaca aykırı şekilde
kullanılmamalıdır;
c) Uygun ve elverişli olmalı ve kaydedildikleri amaca göre aşırı olmamalıdır;
d) Doğru ve icabında güncel olmalıdır;
e) İlgili kişilerin kimliklerini belirtecek bir biçim altında ve kaydedildikleri
nihai amaç için gerekli görülen süreyi aşmayacak bir süre için muhafaza
edilmelidir.
22 Aydın, Sedat Erdem: AİHM İçtihatları Bağlamında Kişisel Verilerin
Kaydedilmesi Suçu, İstanbul, Oniki Levha Yayıncılık, 2015, s.32.
23 Başalp, Nilgün: Kişisel Verilerin Korunması ve Saklanması, Ankara, Yetkin

Yayınları, 2004, s.38.


24 1995 tarihli Veri Koruma Direktifi’nin 8. maddesinde, kişilerin sağlık durumu veya

cinsel yaşamı, dini veya felsefi inançları, siyasi görüşleri, ırkı veya etnik kökenlerini
açıklayan kişisel veriler hassas veriler olarak tanımlanmaktadır.

120 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

alınması ilkeleri, önemli ilkeler olarak sayılmaktadır25. Zira ancak söz konusu
ilkeler göz önüne alınırsa kişisel verilerin korunması açısından sağlıklı ve
şeffaf bir uygulama hayata geçebilecektir.
2. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
İnsan hak ve özgürlüklerinin daha etkin ve amacına uygun bir biçimde
kullanılması ile korunmasını sağlamak üzere Avrupa Konseyi, 4 Kasım 1950
tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’ni kabul etmiştir. Bu
Sözleşme’de insan haklarının uluslararası alanda korunmasını
gerçekleştirmek amacı ile uluslararası bir denetim mekanizması olarak
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) öngörülmüştür. Bu noktada
AİHM, uluslararası hukukta insan haklarının etkin bir şekilde korunması
amacıyla oluşturulmuş ilk organ olarak çok önemli bir yerde durmaktadır.
AİHS hükümleri incelendiğinde, sözleşmede kişisel verilerin
korunmasına ilişkin doğrudan doğruya bir düzenleme bulunmadığı
görülmektedir. Bununla birlikte Sözleşme’nin 8. maddesinde, özel hayatın,
aile hayatının, konutun ve haberleşmenin gizliliğine saygı hakkı
korunmakta26 ve bir insan hakkı olarak güvence altına alınmaktadır.
AİHS’nin “özel hayatın ve aile hayatının korunması” başlıklı 8.
maddesi şöyledir27: “(1) Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve
haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.
(2) Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, ancak
ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin
korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir
toplumda, zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz
konusu olabilir.”
AİHS’nin 8. maddesinin getirdiği düzenleme açık bir şekilde kişisel
verilerin korunması hakkına yer vermemekle beraber, kişisel verilerin
korunması hakkının bu madde kapsamında koruma altında olduğu
söylenmektedir. Bir başka deyişle, AİHS m.8’de güvence altına alınan özel

25 Aydın, a.g.e., s.107-108.


26 AİHS 8. maddede, kişinin salt kendine ait bu hayatını, özel hayatı, aile hayatı ve
haberleşmesi olarak ifade etmiştir. Buradan bir kişilik hakkı olarak, kişinin özel
hayatının, aile hayatının ve haberleşmesinin ihlal edilmemesinin, yani gizli
kalmasının sağlanması meselesi ortaya çıkmaktadır. Bkz. Hafızoğulları, Zeki – Özen,
Muharrem: “Özel Hayata ve Hayatın Gizli Alanına Karşı Suçlar”, Ankara Barosu
Dergisi, S.4, Y.67, Güz 2009, s.9-22, s.9.
27 (Çevrimiçi) http://www.avrupakonseyi.org.tr, 02.07.2016.

121
Harun YILMAZ

hayatın ve aile hayatının korunması hakkının aynı zamanda kişisel verilerin


toplanması, kaydedilmesi haklarını da kapsadığı kabul edilmektedir28.
AİHS’nin 8. maddesinin ikinci fıkrası, özel hayatın ve dolayısıyla
kişisel verilerin gizliliğine müdahale edilebilmesi için belirli kriterler
koymaktadır. Bahse konu kriterler, müdahalenin kanuni bir düzenlemeyle
öngörülmüş olması gerektiği ölçütü, müdahaleyi meşru bir amaçla sınırlama
ölçütü ve müdahalenin demokratik bir toplum için gerekli olması ölçütüdür.
Ancak bu kriterlere uygun olarak yapılan müdahalenin hukuka uygun
olabileceği kabul edilmektedir.
Öncelikle müdahalenin dayanağını oluşturan kanuni düzenlemenin
tartışmadan uzak, anlaşılır ve detaylı düzenlemelere yer verecek nitelikte
olmasına özen gösterilmelidir. Zira kanuni düzenlemedeki her bir boşluk ya
genel geçer her ifade, müdahalede bulunacak kişi ya da mercilerin bu
yetkilerini kötüye kullanabilmeleri tehlikesini de bünyesinde barındıracaktır.
Yine kişisel verilerin korunması hakkına yapılacak bir müdahalenin
meşru bir amaçla yapılması gerekmektedir. Sözleşmenin ilgili hükmü bu
meşru amaçları, ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı,
dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya
ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması olarak
saymaktadır. Bu amaçların yapılacak kanuni düzenlemelerde de kendine yer
bulması, hukuka uygunluğu sağlamak adına zorunluluk arz etmektedir.
Yapılacak müdahalenin demokratik bir toplum için gerekli olması ise, bir
başka kriter olarak ortaya çıkmaktadır. Demokratik toplum için gereklilik
kriteri daha ziyade mahkeme içtihatları ile belirgin hale gelmektedir.
II. ÖZEL HAYATIN GİZLİLİĞİ BAĞLAMINDA KİŞİSEL
VERİLERİN KORUNMASI
A. Özel Hayat ve Özel Hayatın Gizliliği Kavramı
Özel hayat kavramı, sınırlarının belirlenmesi son derece güç olan geniş
bir hukuki alanı kapsamaktadır29. Bu nedenle anılan kavramın hukuki

28 Şimşek, Oğuz: Anayasa Hukukunda Kişisel Verilerin Korunması, İstanbul, Beta


Yayınevi, Şubat 2008, s.30-31.
29 Bireyin şahsiyetinin tam korumaya sahip olması prensibi common law kadar

eskidir. Zaman zaman bu korumanın kesin niteliğinin ve kapsamının yeniden


tanımlanması gerekli görülmüştür. Siyasi, sosyal ve ekonomik değişiklikler, yeni
hakların tanınmasını zorunlu kılmaktadır ve common law, sürekli dinamizmi ile
toplumun yeni istemlerini karşılar hale gelmektedir. Bkz. Warren, Samuel D. –
Brandeis, Louis D.: Çev. Gülay Arslan, “Mahremiyet Hakkı”, Özel Yaşam Medya ve
Ceza Hukuku – Karşılaştırmalı Güncel Ceza Hukuku Serisi, Ankara, Seçkin
Yayıncılık, 2007, s.19.

122 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

düzeyde kullanılabilecek genel bir tanımının yapılmasının mümkün


olmadığı30 kabul edilmektedir31.
Özel hayat, genel anlamı ile her bireyin yalnızca sıkı bağlarla bağlı
bulunduğu yakınları, dostları ve tanıdıklarıyla paylaşmak istediği olayları
kapsamaktadır. Gizli hayat ise, birey tarafından kendilerine ifşa edilen kişiler
hariç, başkalarının bilgisi dışında tutulması istenen olaylar olarak
tanımlanmaktadır32. Bu kavramlardan yola çıkarak özel hayatın gizliliği ve
korunması hakkının, Türk Hukuku’nda önemli bir temel hak ve özgürlük
olduğu kaçınılmazdır.
Yukarıda bahsedildiği üzere, özel hayatın gizliliği ve korunması
kavramının tanımı hususunda geniş bir çeşitlenme olmakla birlikte kavram,
“kişinin sadece kendisi için saklı tuttuğu ve başkalarının bilgisinden uzak
kalmasını istediği yaşam görünümleri”, “herkes tarafından bilinmeyen, özel
araştırma ve bilgi edinmeyle sağlanan kişiye ait hususlar”, “kişilerin gizli
hayat alanlarında yapmış oldukları faaliyetlerin başkaları tarafından
bilinmemesini istedikleri taraflar”, “özel yaşamın düzenini ve bu yaşama
kimlerin, ne ölçüde, nasıl ve ne zaman müdahale edebileceklerini veya bu
yaşamı algılayabileceklerini bireyin kendi kendisine saptaması” gibi
tanımlamalar çerçevesinde anlam bulmaktadır33.
Günümüzde kullanılan anlamı ile özel hayatın gizliliği konusunda
tartışmalı olmayan, hemen herkes tarafından özel hayatın içinde kabul edilen
bir alan vardır ki, o da kişinin yalnız olma hakkıdır. Yalnız olma hakkı,
istenmeyen müdahalelerin önlenmesi ile birlikte kişi ve mercilere güvenmeyi
de kapsamaktadır. Dolayısıyla bu hak, kişinin sadece yalnız bırakılma
hakkından ibaret olmayıp, kişinin özel alanında yaşanan her olayın yalnızca
ona bırakılması hakkını da içermektedir34.
Buradan hareketle özel hayatın gizliliği hakkı, insan hakları ve
anayasal boyutu olmasının yanında, devlet-birey ilişkilerini de doğrudan

30 Özel yaşamın tanımlanmasındaki zorluk, özellikle kamusal alan ile özel alan
arasındaki sınırların belirsizliğinden kaynaklanır. Bu durum da, her somut olayı
olayın kendi koşullarına göre değerlendirmeyi gerektirir. Bkz. Küzeci, Elif:
“Anayasal Bir Hak: Kişisel Verilerin Korunması”, (Çevrimiçi)
http://www.bilisimdergisi.org, 03.07.2016.
31 Danışman, Ahmet: Ceza Hukuku Açısından Özel Hayatın Korunması, Konya,

Selçuk Üniversitesi Yayınları No:99, 1991, s.7.


32 A.e., s.8.

33 Şen, Ersan: Devlet ve Kitle İletişim Araçları Karşısında Özel Hayatın Gizliliği ve

Korunması, İstanbul, Kazancı Kitap Ticaret A.Ş., 1996, s.5-6.


34 Arslan Öncü, Gülay: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Özel Yaşamın

Korunması Hakkı, İstanbul, Beta Yayınevi, Mart 2011, s.181.


123
Harun YILMAZ

ilgilendiren bir hak olarak karşımıza çıkmaktadır35. Gerçekten de özel


hayatın gizliliği hakkı, yaşama ve mülkiyet hakkı gibi geleneksel haklardan
farklı olarak modernleşme ve teknolojideki ilerlemelerle doğru orantılı
biçimde gelişen -ve gelişmesi de gereken- bir hak kategorisidir. Zira bilim ve
teknoloji alanında devamlı surette görülen değişim ve gelişmeler bireyin özel
hayatına müdahaleyi kolaylaştırdıkça, bireyin de bu alanın korunmasını
isteme hakkı kuşkusuz gündeme gelecektir36.
Bu bahsi kapatırken, Anayasa Mahkemesi’nin özel hayat kavramına ve
özel hayatın gizliliği hakkı ile bu hakkın korunmasına ilişkin içtihatlarına da
kısaca göz atmak, çalışmamız açısından zihin açıcı olacaktır.
Bir kararında AYM, özel hayatın gizliliği ilkesini mahremiyet hakkı
bağlamında ele almıştır. Yüksek Mahkemeye göre37, “özel yaşama saygı hakkı
kapsamında korunan hukuksal çıkarlardan biri de bireyin mahremiyet
hakkıdır. Ancak mahremiyet hakkı sadece yalnız bırakılma hakkından ibaret
olmayıp, bu hak bireyin kendisi hakkındaki bilgileri kontrol edebilme
hukuksal çıkarını da kapsamaktadır. Bireyin kendisine ilişkin herhangi bir
bilginin, kendi rızası olmaksızın açıklanmaması, yayılmaması, bu bilgilere
başkaları tarafından ulaşılamaması ve rızası hilafına kullanılamaması, kısaca
bu bilgilerin mahrem kalması konusunda menfaati bulunmaktadır. Bu husus,
bireyin kendisi hakkındaki bilgilerin geleceğini belirleme hakkına işaret
etmektedir (AYM, E. 2009/1, K. 2011/82, K.T. 18/5/2011; E. 1986/24, K.
1987/7, K.T. 31/3/1987).
Bu yönüyle özel hayat, öncelikle bireylerin kendi bireyselliklerini
geliştirebilecekleri ve diğer kişilerle en mahrem ilişkilere girebilecekleri
kavramsal ve fiziksel bir alana işaret etmektedir. Bu mahremiyet alanı,
Devletin müdahale edemeyeceği veya meşru amaçlarla asgari düzeyde
müdahale edebileceği özel bir alanı kapsamaktadır. Bireyin mahremiyet
hakkının mekânı, kural olarak özel alandır. Ancak özel yaşamın korunması
hakkı bazı durumlarda kamusal alana da genişleyebilir. Zira meşru beklenti
kavramı, bireylerin mahremiyetlerinin kamusal alanda da bazı koşullar
altında korunmasını mümkün kılmaktadır.”

35 Devlet-birey arasındaki ilişkilerin dikey ilişkiler; birey-birey arasındaki ilişkilerin


yatay ilişkiler olarak tanımı, bu ilişkilerin kapsamı ve konuya ilişkin örnekler için
bkz. Üzeltürk, Sultan: 1982 Anayasası ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine Göre
Özel Hayatın Gizliliği Hakkı, İstanbul, Beta Yayınevi, 2004, s.5.
36 Kaya, Esra: “Özel Hayata ‘Gizli’ Bakış”, Hukuk Gündemi Dergisi, S.6, Y.2006,

s.32-34, s.32.
37 AYM Başvuru No.2013/1614, K.03.04.2014. (Çevrimiçi)
http://www.kararlaryeni.anayasa.gov.tr, 02.07.2016.

124 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

Benzer şekilde Yüksek Mahkeme, çeşitli kararlarında konuyu


tartışmıştır. Örnek olarak, başvurucunun çalıştığı iş yerinden ayrıldıktan
sonra kişisel bilgilerine ulaşılarak bu bilgilerin işçilik alacağına ilişkin açılan
davada hukuka aykırı delil olmasına rağmen kullanıldığı ve özel hayatın
gizliliği hakkının ihlal edildiği iddialarını değerlendiren Yüksek Mahkeme,
“Devlet özel hayatın gizliliğine keyfi olarak müdahale etmemek ve üçüncü
kişilerin saldırılarını önlemekle yükümlüdür” içtihadında bulunmuştur38.
Yüksek Mahkeme konuya ilişkin bir başka kararında ise şu tespitleri
yapmıştır39: “Özel hayatın korunması her şeyden önce bu hayatın gizliliğinin
korunması, başkalarının gözleri önüne serilmemesi demektir. Kişinin özel
hayatında yaşananların, yalnız kendisi veya kendisinin bilmesini istediği
kimseler tarafından bilinmesini isteme hakkı, kişinin temel haklarından
biridir ve bu niteliği nedeniyle insan haklarına ilişkin beyanname ve
sözleşmelerde yer almış, tüm demokratik ülkelerin mevzuatlarında açıkça
belirlenen istisnalar dışında devlete, topluma ve diğer kişilere karşı
korunmuştur.”
B. Kişisel Veriler İle İlişkisi
Özel hayatın gizliliği ile kişisel verilerin korunması arasındaki
doğrudan ilişkiye yukarıda değinilmiş olmakla birlikte bu başlıkta özellikle
mahkeme kararları ışığında konuyu biraz daha aydınlatmak
hedeflenmektedir. AHİS’in 8. maddesinde kendine yer bulan özel hayatın ve
aile hayatının korunması hakkı, kişisel verilerin korunması hakkını da
içerecek biçimde geniş yorumlanmakta ve uygulanmaktadır40. Geniş anlamda
bu hak, yalnızca devlete negatif yani müdahale etmeme yükümü
yüklememekte, bunun yanında devlete kişi ya da mercilerin bireylerin bu
haklarını kullanmalarına müdahale niteliğindeki davranışlarına da engel olma
gibi pozitif bir edim de yüklemektedir41.
Sıkça vurgulandığı üzere, Sözleşme’nin 8. maddesi ile güvence altına
alınan “özel hayat” kavramının kapsamına giren konulardan birisi de kişisel
verilerdir. Bu noktada Sözleşme’nin uygulayıcısı ve içtihat mahkemesi olarak
karşımıza çıkan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bir kişinin özel hayatı

38 AYM Başvuru No.2013/5956, K.15.04.2014. (Çevrimiçi)


http://www.kararlaryeni.anayasa.gov.tr/, 02.07.2016.
39 AYM E. 2009/1 K. 2011/82 T. 18.05.2011, R.G.18.02.2012, S.28208.

40 Kaya, a.g.m., s.32.

41 Korkmaz, Ali: “İnsan Hakları Bağlamında Özel Hayatın Gizliliği ve Korunması”,

KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, S.16 (Özel Sayı I), Y.2014, s.99-103,
s.100: “Kamusal verilerin toplatılması, kamusal alanda kamera takip sistemleri ile kaydetme,
saklama, verileri iletme gibi unsurların varlığı, sağlığa ve kişiliğe ilişkin gizli bilgiler, fiziksel
durum, malvarlığının açıklanması özel hayata müdahaledir.”
125
Harun YILMAZ

ile ilgili veri toplanmasını, bu verilerin saklanmasını ve kullanılmasını


Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında değerlendirmektedir42. AİHM, kişiye
ait verileri özellikli veriler ve diğer veriler olarak ikiye ayırmakta ve bunların
toplamının kişisel verileri oluşturduğunu kabul etmektedir43.
Çalışmamızın bu bölümünde özel hayatın gizliliğinin ve kişisel
verilerin korunmasına ilişkin AİHM içtihatlarına biraz daha yakından
bakmak faydalı olacaktır. Örnek olarak, Amann v. İsviçre Kararı’na44 konu
olan başvurucunun hakkında tutulan bilgi fişlerinin silinmesi için yaptığı
başvurunun, bu bilgi fişlerinin güvenlik nedeniyle tutulduğu ileri sürülerek
reddedilmesi olayında AİHM, kişisel verilere ilişkin kanuni düzenlemelerin
yeterli nitelikleri taşımadığı gerekçesiyle Sözleşme’nin 8. maddesinin ihlal
edildiği sonucuna ulaşmıştır.
Yine başka bir örnekte, HIV virüsü taşıyan başvurucu, söz konusu
tıbbi verilerine ilişkin olarak tutulan kayıtların ilgili birim haricinde çalışan
diğer sağlık personelinin de erişimine açık tutulduğu ve dolayısıyla
Sözleşme’nin 8. maddesinde güvence altına alınan hakkının ihlal edildiği
gerekçesiyle Mahkeme’ye müracaat etmiştir. I v. Finlandiya Kararı’na45 konu
olan bu olayda Mahkeme, AİHS m.8 bağlamında devletin yeterli güvenceyi
sağlayamadığını ve devletin kişisel verilerin korunmasındaki pozitif
yükümlülüğünü yerine getirmediğini belirterek söz konusu maddenin ihlal
edildiğine hükmetmiştir.
Konuya ilişkin Amerikan Federal Yüksek Mahkemesi’nin vermiş
olduğu Katz - United States Kararı (No. 389 U.S. 347) ise dikkat çekicidir.
Federal Yüksek Mahkemesi, bu kararında özel hayatın gizliliği hakkını
mahremiyet hakkı bağlamında değerlendirmiştir. Karara konu olay, başvu-
rucu Katz’ın bir telefon kulübesinden illegal kumar işiyle ilgili olarak yaptığı
görüşmelerin kulübenin dışında bir alana yerleştirilen alet yardımıyla gerekli
dinleme kararı alınmadan tespit edilmesine ilişkindir. Mahkeme olayda ihlal
tespit etmiş ve haberleşme hakkının kullanılmasına yönelik özel hayatın
gizliliğine saygı (mahremiyet) beklentisi uyarınca bu hakkın -açık alanlar da
(open fields) dahil olmak üzere- korunması gerektiğini ifade etmiştir.
Mahkeme gerekçeleri arasında, “bir telefon kulübesine giren kişi, kapıyı
örter, yapacağı görüşme için ücretini öder ve sonra konuşacağı şeylerin

42 Salihpaşaoğlu, Yaşar: “Özel Hayatın Kapsamı: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi


İçtihatları Işığında Bir Değerlendirme”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi,
C.XVII, S.3, Y.2013, s.227-266, s.244.
43 Konuya ilişkin tablolar ve çıkarımlar için bkz. Salihpaşaoğlu, a.g.m., s.245 vd.

44 Başvuru No.27798/95 K.16.02.2000.

45 Başvuru No.20511/03, K.17.07.2008.

126 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

dünyaya anons edilmesini ummaz” şeklinde dikkat çekici bir saptamaya da


yer vermiştir46.
Bu örneklerin yanında mahkemelerin farklı yönde kararlarına da
rastlanmaktadır. Örneğin, Segerstedt – Wiberg ve Diğerleri v. İsveç
Kararı’na47 konu olan olayda başvurucular, İsveç polisinin elinde kişisel
verilerinin kayıtlı bulunduğunu ve bu verilerin hangi içerikte ve ne sebeple
kayıtlı tutulduğu konusunda kendilerine bilgi verilmediği gerekçesiyle
AİHM’e başvuruda bulunmuştur. Konuyu inceleyen Mahkeme, kayıtlı
tutulan bu kişisel verilerin bombalı bir saldırı yapılacağına ilişkin istihbarata
dayandığını ve bu bilgilerin AİHS m.8/2’de sayılan amaçlardan olan suç
işlenmesinin önlenmesi amacı ile tutulduğunun anlaşıldığını belirterek bu
durumun AİHS m.8 çerçevesinde bir ihlal oluşturmadığı kanaatine varmıştır.
Bununla beraber aynı başvuruda yer alan ve söz konusu bombalı saldırı
olayı dışında, diğer başvurucuların siyasi partilere üye olmaları ve mitinglere
katılım durumlarına dair kişisel verilerin kayıt edilmesi hususunu da
değerlendiren Mahkeme, bu kayıtların tutulmasının, ulusal güvenlik amacı
doğrultusunda ve hukuka uygunluk sınırları içerisinde gerçekleştirilen bir
müdahale olmadığına ve mevcut durumun AİHS m.8 açısından bir ihlal
teşkil ettiğine karar vermiştir48.
Bir başka dikkat çekici karar olarak, Murray v. Birleşik Krallık
Kararı’nda49 Mahkeme, terör eylemleri gerçekleştirileceği şüphesiyle
başvurucunun evine yapılan polis baskını sırasında kişilerin kimlik
bilgilerinin kayıt altına alınması ve polis merkezinde yine bu kişilerin polis
tarafından fotoğraflarının çekilmiş olması işlemlerinin hukuka uygun
olduğuna kanaat getirerek yetkili birimlerin terörle mücadele doğrultusunda
alacakları bu tür önlemlerin, ulusal güvenliği sağlamak amacıyla orantılı ve
demokratik bir toplumda gerekli bir müdahale teşkil ettiğine hükmetmiştir.

46 (Çevrimiçi) http://www.law.cornell.edu/supremecourt/text/389/347, 02.07.2016.


Karara ilişkin olarak bkz. Bozlak, Ayhan: “Kamusal Bağlamda Özel Hayatın
Korunması: ABD Federal Yüksek Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Uygulaması Arasında Mukayeseli Bir İnceleme”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi,
S.109, Y.2013, s.55-92, s.59.
47 Başvuru No.62332/00, K.06.06.2006.

48 Aydın, a.g.e., s.35.

49 Başvuru No.18731/91, K.25.01.1996.

127
Harun YILMAZ

III. KİMLİK BİLGİLERİNİN ARAÇ KİRALAMA


ŞİRKETLERİ TARAFINDAN SAKLANMASI VE KOLLUK
KUVVETLERİYLE PAYLAŞILMASI
A. Hukuki Düzenlemeler
Kamuoyunda İç Güvenlik Paketi olarak bilinen Polis Vazife ve
Salahiyet Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ülke gündemini uzunca bir süre meşgul
etmiş ve gerek görüşme gerekse de kabul aşamalarında sıklıkla tartışmalara
konu olmuştur.
Çalışmamıza ilişkin hukuki düzenlemelere öncelikle Kanun Tasarısı50
ile başlamak, kanunun gelişim sürecini anlamak açısından yerinde olacaktır.
24.11.2014 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulan
Tasarı’nın 9. maddesi şu şekildedir: “26/6/1973 tarihli ve 1774 sayılı Kimlik
Bildirme Kanunun;
(1) 1 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan ‘ayrılanların’ ibaresi
‘ayrılanlar ile araç kiralayanların’ şeklinde değiştirilmiştir.
(2) Ek 2 nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki ek madde
eklenmiştir.
EK MADDE 3- Araç kiralama şirketlerinin sorumlu işleticileri ve
yöneticileri, kiralanan araç bilgileri ile aracı kiralayanların kimlik bilgileri ve
kira sözleşmesi kayıtlarını usulüne uygun şekilde günü gününe tutmak,
kiralanacak tüm araçlarda coğrafi yer tanımlamasını sağlayan sistem veya
sistemler kurmak ve genel kolluk kuvvetlerinin her an incelemelerine hazır
bulundurmak zorundadırlar.
Bu kayıtlar adli mercilerin talepleri saklı kalmak kaydıyla; suç
işlenmesinin önlenmesi, kayıp ve aranan kişilerin bulunması amacıyla genel
kolluk kuvvetleri tarafından alınabilir ve kullanılabilir. Sistemde yer alan ka-
yıtlar özel hayatın gizliliği ilkesi çerçevesinde bu amaçlar dışında kullanıla-
maz.
Birinci fıkrada belirtilen yükümlülüklere aykırı hareket edenlere ikibin
Türk Lirası, gerçeğe aykırı kayıt tutan veya bilgi verenlere beşbin Türk Lirası
idari para cezası mülki idare amirlerince verilir. İşlenen bir suçun gizlenmesi
amacıyla bilgilerin yok edilmesi halinde işletme ruhsatı iptal edilir. Bu fıkraya
göre idari yaptırımların uygulanması ceza soruşturması ve kovuşturması
yapılmasına engel değildir.

50 (Çevrimiçi) http://web.tbmm.gov.tr/gelenkagitlar/metinler/354189.pdf, 03.07.2016.

128 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

Bu maddenin uygulanması ile görevi gereği bu verileri kullanan kamu


personelinin denetimine ilişkin esas ve usuller İçişleri Bakanlığı tarafından
belirlenir.
(3) Geçici 3 üncü maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki geçici
madde eklenmiştir.
GEÇİCİ MADDE 4- Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren altı ay içinde araç kiralama şirketleri tüm kayıtlarını bilgisayarda
tutmak ve bilgisayar terminallerini genel kolluk kuvvetlerinin ek 1 inci
maddeye göre kurulan bilgisayar terminallerine bağlamak zorundadırlar. Bu
şartı yerine getirmeyen işletmelere mülki idare amirlerince onbin Türk Lirası
idarî para cezası verilir. Bu fiilin tekrarı halinde işletme ruhsatları iptal
edilir.”
Söz konusu Kanun Tasarısı, 27.03.2015 tarihinde Meclis Genel
Kurulunda kabul edilmiş ve 6638 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu,
Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun51 olarak yayımlanmıştır. Kanun’un 18,
19 ve 20. maddeleri aşağıdaki biçimdedir:
“MADDE 18- 26/6/1973 tarihli ve 1774 sayılı Kimlik Bildirme
Kanununun 1 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan “ayrılanların” ibaresi
“ayrılanlar ile araç kiralayan gerçek ve tüzel kişilerin” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 19- 1774 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde eklenmiştir.
EK MADDE 3- Araç kiralama şirketlerinin sorumlu işleticileri ve
yöneticileri, kiralanan araç bilgileri ile aracı kiralayanların kimlik bilgileri ve
kira sözleşmesi kayıtlarını usulüne uygun şekilde günü gününe tutmak ve bu
kapsamda mevcut bilgi, belge ve kayıtları genel kolluk kuvvetlerinin her an
incelemelerine hazır bulundurmak zorundadırlar. Ancak araç kiralayanın
kamu kurum veya kuruluşu olması hâlinde sadece kamu kurum veya
kuruluşuyla yapılan sözleşme ile araç bilgileri sisteme kaydedilir.
Araç kiralama esnasında gerçeğe aykırı kimlik kullananlar ile birinci
fıkra kapsamında elde edilen bilgi ve kayıtları, hukuka aykırı olarak kullanan,
bir başkasına veren, yayan veya ele geçiren kişi, 26/9/2004 tarihli ve 5237
sayılı Türk Ceza Kanunu hükümlerine göre cezalandırılır.
Birinci fıkrada belirtilen yükümlülüklere aykırı hareket edenlere beş
bin Türk Lirası, gerçeğe aykırı kayıt tutan veya bilgi verenlere on bin Türk
Lirası idari para cezası, mülki idare amirlerince verilir. Bu Kanuna göre
verilen idari para cezaları tebliğinden itibaren 1 ay içinde ödenir. İşlenen bir

51 R.G.04.04.2015, S.29316.
129
Harun YILMAZ

suçun gizlenmesi amacıyla bilgilerin yok edilmesi hâlinde işletme ruhsatı


iptal edilir. Bu fıkraya göre idari yaptırımların uygulanması ceza soruşturması
ve kovuşturması yapılmasına engel değildir.
Bu maddenin uygulanması ile görevi gereği bu verileri kullanan kamu
personelinin denetimine ilişkin esas ve usuller İçişleri Bakanlığı tarafından
belirlenir.
MADDE 20- 1774 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
GEÇİCİ MADDE 4- Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren altı ay içinde araç kiralama şirketleri tüm kayıtlarını bilgisayarda
tutmak ve bilgisayar terminallerini genel kolluk kuvvetlerinin ek 1 inci
maddeye göre kurulan bilgisayar terminallerine bağlamak zorundadırlar. Bu
şartı yerine getirmeyen işletmelere mülki idare amirlerince on bin Türk
Lirası idari para cezası verilir. Bu fiilin tekrarı hâlinde işletme ruhsatları iptal
edilir.”
Görüldüğü üzere, 6638 sayılı Kanun ile 26.06.1973 tarih ve 1774
tarihli Kimlik Bildirme Kanunu52’nun 1. maddesinde değişiklik yapılmış ve
bahse konu Kanun’a ek madde 3 ile geçici madde 4 dahil edilmiştir.
Söz konusu kanuni düzenlemelerin ardından, bu kanuni
düzenlemelere uyum sağlamak açısından Kimlik Bildirme Kanununun
Uygulanması ile İlgili Yönetmelik53 değişikliğe uğramış ve ilgili Yönetmelik’e
ek madde 2, ek madde 3 ve geçici madde 1 dahil edilmiştir. İlgili
değişiklikler aşağıdaki şekildedir:
“MADDE 1 – 13/7/1974 tarihli ve 14944 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanan Kimlik Bildirme Kanununun Uygulanması ile İlgili Yönetmeliğe
aşağıdaki ek maddeler eklenmiştir.
Ek Madde 2 - Araç kiralama şirketlerinin sorumlu işleticileri ve
yöneticileri, kiralanan araç bilgileri ile aracı kiralayanların kimlik bilgileri ve
kira sözleşmesi kayıtlarını usulüne uygun şekilde günü gününe tutmak ve bu
kapsamda mevcut bilgi, belge ve kayıtları genel kolluk kuvvetlerinin her an
incelemelerine hazır bulundurmak zorundadırlar. Ancak araç kiralayanın
kamu kurum veya kuruluşu olması halinde sadece kamu kurum veya
kuruluşuyla yapılan sözleşme ile araç bilgileri sisteme kaydedilir.
Birinci fıkrada belirtilen veriler 5 yıl süreyle muhafaza edilir.
Sistemdeki kayıtlar 5 yıl sonunda sistemden otomatik olarak silinir.

52 R.G.11.07.1973, S.14591.
53 R.G.10.06.2015, S.29382.

130 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

Ek Madde 3 - Bu Yönetmeliğe tabi gerçek kişiler ile özel hukuk tüzel


kişilerinin; defter tutma, bilgi, belge ve kayıtları arşivleme yükümlülükleri ile
bunları muhafaza etme sürelerine ilişkin olarak 213 sayılı Vergi Usul
Kanunu, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ve diğer mevzuatta yer alan
hükümler saklıdır.
MADDE 2 – Aynı Yönetmeliğe aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
Geçici Madde 1 - Araç kiralama şirketleri tüm kayıtlarını İçişleri
Bakanlığının tespit edeceği bir bilgisayar programında tutmak ve bilgisayar
terminallerini genel kolluk kuvvetlerinin 1774 sayılı Kanunun ek 1 inci
maddesine göre kurulan bilgisayar terminallerine bağlamak zorundadırlar.
4/10/2015 tarihine kadar bu şartı yerine getirmeyen işletmelere mülki idare
amirlerince on bin Türk lirası para cezası verilir. Bu fiilin tekrarı halinde
işletme ruhsatları iptal edilir.”
Son hukuki düzenleme olarak, 01.11.1983 tarih ve 2937 sayılı Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun54 6. maddesi,
çalışmamız açısından önem arz etmektedir. İlgili hüküm şu şekildedir:
“Yetkiler
Madde 6 – (Değişik birinci fıkra: 17/4/2014-6532/3 md.) Milli
İstihbarat Teşkilatı bu Kanun kapsamındaki görevlerini yerine getirirken
aşağıdaki yetkileri kullanır: (…)
b) Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir. Bu kapsamda talepte bulunulanlar,
kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine
getirilmesinden kaçınamazlar.”
B. Hukuki Düzenlemelerin Analizi
Çalışmamızın özünü 6638 sayılı Kanun’da yer alan düzenlemeler
oluşturacağından bu aşamada öncelikle, Kanun Tasarısının genel gerekçesi
ile madde gerekçelerine bakarak bu Kanun’un ardındaki zihinsel süreci ve
hedeflediği amacı anlamaya çalışmak yerinde olacaktır.
İlk olarak Kanun Tasarısı’nın “Genel Gerekçe” kısmında konumuza
ilişkin şu ifadeler yer almaktadır: “(…) Son yıllarda kamu güvenliği ve
düzenini tehlikeye düşüren terör, asayiş ve uyuşturucu suçları kiralanan

54 R.G.03.11.1983, S.18210.
131
Harun YILMAZ

araçlarla işlendiğinden; önleyici kolluk hizmetleri kapsamında suçların


önlenebilmesi, olayların meydana gelmesi durumunda ise fail ve fiillerin en
kısa sürede tespit edilebilmesi ve yakalanabilmesi için araç kiralama
işlemlerinin kayıt altına alınması amaçlanmaktadır.”
Tasarı’nın 9. maddesinin gerekçesi ise aşağıdaki şekildedir:
“Son yıllarda kamu güvenliği ve düzenini tehlikeye düşüren birçok
terör ve asayiş olayı kiralık araçlarla işlenmektedir. Bu kapsamda;
- Suçlular ve suç örgütleri tarafından suçun işlenmesinde kullanılan
araçların, araç kiralama şirketlerinden kiralanan araçlar olmasının tercih
edildiği,
- Özellikle terör örgütü mensuplarınca gerçekleştirilen silahlı ve
bombalı saldırılarda kiralık araçların kullanıldığı,
- Suçtan elde edilen veya suçta kullanılan eşyayı taşımak için kiralık
araçların aktif olarak kullanıldığı,
- Başkasına ait kimlik bilgileri veya sahte kimlik kullanılarak kiralanan
araçların, yine belgede sahtecilik yapmak suretiyle üçüncü kişilere satıldığı,
herhangi bir çalıntı kaydı olmadığı için kiralık araçları satın alan iyi niyetli
üçüncü kişilerin de oto kiralama şirketi ile birlikte mağdur olduğu, ayrıca
adına sahte kimlik düzenlenen kişilerin soruşturmada şüpheli sıfatıyla
soruşturularak mağdur edildiği,
- Kiralanan araçların parçalanarak satılması suretiyle haksız menfaat
temin edilen bir pazarın oluştuğu ve oto kiralama şirketlerinin mağdur
edildiği görülmektedir.
Önleyici kolluk hizmetleri kapsamında yukarıda sıralanan suçların
önlenmesi, kişi ve oto kiralama şirketlerinin mağdur edilmemesi bakımından
alınacak tedbirler kapsamında önceden önlem alınması, suçun oluşması
halinde fail veya faillerin en kısa sürede tespit edilebilmesi ve yakalanabilmesi
için belirtilen hizmetlerde de kimlik bildirim işlemlerinin düzenli olarak
yapılması zorunluluk arz etmektedir.
Madde ile; araç kiralama şirketlerinin sorumlu işleticileri ve
yöneticilerine, kiralanan araç bilgileri ile aracı kiralayanların kimlik bilgileri
ve kira sözleşmesi kayıtlarını usulüne uygun şekilde günü gününe tutmak,
kiralanacak tüm araçlarda coğrafi yer tanımlamasını sağlayan sistem veya
sistemler kurmak ve genel kolluk kuvvetlerinin her an incelemelerine hazır
bulundurmak zorunluluğu getirilmiştir.”
Çalışmamıza konu olan hukuki düzenlemelerin analizini AİHM’in
kararlarında sıklıkla kullandığı üç kritere göre yapmak ihtiyacı
hissedilmektedir. Bu kriterlerden ilki yukarıda bahsedildiği üzere, kişisel

132 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

verilerin korunması hakkına yapılacak bir müdahalenin kanuni bir


düzenleme ile öngörülmesi gerekliliğidir. Mevcut duruma bakıldığında bu
kriterin sağlandığı söylenebilir. Zira kişisel verilerin korunması hakkına
yapılan müdahaleler, Kimlik Bildirme Kanunu’nda yapılan değişiklikler ve
eklenen fıkralar şeklinde kendini göstermiş ve bu müdahaleye temel olacak
hukuki düzenlemeler 6638 sayılı Kanun ile getirilmiştir.
Buna karşın tartışmaya açık husus, AİHM’in kullandığı diğer iki
kriterin mevcut hukuki düzenlemelerde göz önüne alınıp alınmadığı
meselesidir. Hatırlanacağı üzere Mahkeme’nin kullandığı diğer iki kriter,
meşru bir amaçla sınırlama ve müdahalenin demokratik bir toplum için
gerekli olması kriterleridir. Tabiidir ki, bu kriterlerin de öncelikli ve zorunlu
olarak zikrettiğimiz kanuni düzenlemelerde hayat bulması gerekmektedir.
Bu noktada tekrara düşmek pahasına, Kanun Tasarısı’nda yer alan,
fakat kanuni düzenlemede yer verilmeyen kısmın altını çizmek zaruridir.
İlgili kanuni düzenleme şu şekildedir: “(…) kayıtlar adli mercilerin talepleri
saklı kalmak kaydıyla; suç işlenmesinin önlenmesi, kayıp ve aranan kişilerin
bulunması amacıyla genel kolluk kuvvetleri tarafından alınabilir ve
kullanılabilir. Sistemde yer alan kayıtlar özel hayatın gizliliği ilkesi
çerçevesinde bu amaçlar dışında kullanılamaz.”
Görüleceği üzere Mahkeme’nin kişisel verilerin korunması hakkına
yapılacak müdahalelerin hukuka uygun olabilmesi için aradığı kriterlerden
ikisi olan meşru amaç ve demokratik toplum için gerekli olma kriterleri
yukarıdaki tasarı metninde yer almakta ise de, kanuni metninde bu
düzenlemeye yer verilmemiştir. Bu durum, ilgili hakka yapılacak
müdahalelerde kullanılabilecek ölçü normlar devre dışı bırakılmak suretiyle
müdahalelerin keyfi, sınırları belirsiz ve dolayısıyla hukuka aykırı
gerçekleştirilme ihtimaline kapı aralamıştır. Netice itibarıyla mevcut hali ile
yapılan düzenlemenin başta AİHS olmak üzere, bu Sözleşme’nin uygulama
mahkemesi niteliğindeki AİHM’in içtihatlarına uygun hale getirilmesi
zorunluluk arz etmektedir.
SONUÇ
Kişisel veri; bireyin şahsi, mesleki ve ailevi özelliklerini gösteren, o
bireyi diğer bireylerden ayırmaya ve niteliklerini ortaya koymaya elverişli olan
her türlü bilgidir. Kişisel veriler, ortada bir hukuka uygunluk sebebinin var
olması kaydıyla kayıt altına alınabilmektedir. Ancak esas olan, bireye ait bu
bilgilerin kanuni düzenlemelerin öngördüğü biçimde, meşru amaçlarla ve
demokratik toplumun gerektirdiği ölçüde saklanması ve kullanılmasıdır. Aksi
hal, 1982 Anayasası’nın 17. maddesi ile güvence altına alınan kişi
dokunulmazlığı, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme

133
Harun YILMAZ

hakkı ile Anayasanın 20. maddesinde düzenlenen özel hayatın gizliliği ve


korunması hakkının ihlali anlamına gelecektir.
Konuya ilişkin tespit olarak söylenmelidir ki, Türk hukuk pratiğine
“kişisel verilerin korunması ve dokunulmazlığı hakkını nasıl sınırlayabilirim”
anlayışı değil, kişi hak ve hürriyetlerini korumayı hedefleyen “kişisel verilerin
korunması ve dokunulmazlığı hakkını nasıl daha fazla güvence altına alırım”
anlayışı egemen olmalıdır. Kişisel verilerin korunması hakkına ilişkin
çıkarılan Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na dayalı uygulamalarda da bu
anlayış doğrultusunda hareket edilmelidir. Yine bahsi geçen Kanun’un
gerekçesinde de belirtildiği üzere, kişisel verilerin korunması hakkına
getirilen istisnalar, ancak bu hak ile diğer kamusal ya da bireysel menfaatler
arasında bir denge gözetilip temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması
konusundaki önemli kriterlerden olan ölçülülük kriteri esas alınarak hayata
geçirilmelidir. Aksi bir uygulamanın hakkın özüne dokunacağı ve dolayısıyla
hakkı gereği gibi kullanılamaz hale getireceği şüphesizdir.
Tüm bu açıklamalarda yola çıkarak söylenmelidir ki, yakın zamanda
yapılan araç kiralama şirketlerinin kimlik bilgilerini saklaması ve kolluk
kuvvetleri ile paylaşmasına ilişkin hukuki düzenlemeler bir an önce AİHM
içtihatlarına uygun hale getirilmeli, böylece ortaya çıkması muhtemel hukuka
aykırı müdahalelerin önüne geçilmelidir. Zira gerekli ve hukuka uygun
iyileştirmelerin yapılmaması halinde kişilere yönelik hak ihlallerinin yanında
yakın gelecekte devletin de bu hak ihlalleri neticesinde sorumluluğunun
gündeme gelme olasılığının oldukça yüksek olduğu unutulmamalıdır.
KAYNAKLAR
Akıllıoğlu, Tekin: “İdari Usul ve Kişisel Verilerin Korunması”,
(Çevrimiçi) http://www.idare.gen.tr/akkillioglu-idariusul.htm,
01.07.2016.
Arslan Öncü, Gülay: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde Özel Yaşamın
Korunması Hakkı, İstanbul, Beta Yayınevi, Mart 2011.
Aydın, Sedat Erdem: AİHM İçtihatları Bağlamında Kişisel Verilerin
Kaydedilmesi Suçu, İstanbul, Oniki Levha Yayıncılık, 2015.
Başalp, Nilgün: Kişisel Verilerin Korunması ve Saklanması, Ankara,
Yetkin Yayınları, 2004.
Bozlak, Ayhan: “Kamusal Bağlamda Özel Hayatın Korunması: ABD
Federal Yüksek Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
Uygulaması Arasında Mukayeseli Bir İnceleme”, Türkiye Barolar
Birliği Dergisi, S.109, Y.2013, s.55-92.

134 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması Bağlamında Kimlik Bilgilerinin Araç …

Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu - Denetleme Raporu,


(Çevrimiçi) http://www.tccb.gov.tr/ddk/ddk56.pdf, 01.07.2016.
Danışman, Ahmet: Ceza Hukuku Açısından Özel Hayatın Korunması,
Konya, Selçuk Üniversitesi Yayınları No:99, 1991.
Hafızoğulları, Z. / Özen, M.: “Özel Hayata ve Hayatın Gizli Alanına
Karşı Suçlar”, Ankara Barosu Dergisi, S.4, Y.67, Güz 2009, s.9-22.
Kaya, Esra: “Özel Hayata ‘Gizli’ Bakış”, Hukuk Gündemi Dergisi, S.6,
Y.2006, s.32-34.
Kılınç, Doğan: “Anayasal Bir Hak Olarak Kişisel Verilerin Korunması”,
AÜHFD, 61 - (3), 2012, s.1089-1169.
Korkmaz, Ali: “İnsan Hakları Bağlamında Özel Hayatın Gizliliği ve
Korunması”, KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi, S.16
(Özel Sayı I), Y.2014, s.99-103.
Küzeci, Elif: “Anayasal Bir Hak: Kişisel Verilerin Korunması”,
(Çevrimiçi) http://www.bilisimdergisi.org, 03.07.2016.
Salihpaşaoğlu, Yaşar: “Özel Hayatın Kapsamı: Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi İçtihatları Işığında Bir Değerlendirme”, Gazi Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, C.XVII, S.3, Y.2013, s.227-266.
Şen, Ersan: Devlet ve Kitle İletişim Araçları Karşısında Özel Hayatın
Gizliliği ve Korunması, İstanbul, Kazancı Kitap Ticaret A.Ş., 1996.
Şen, Ersan: “Kişisel Verilerin Korunması Kanunu Son Tasarısı”,
(Çevrimiçi) http://www.hukukiha ber.net/kisisel-verilerin-korunmasi-
kanunu-son-tasarisi-makale,3742.html, 01.07.2016.
Şimşek, Oğuz: Anayasa Hukukunda Kişisel Verilerin Korunması, İstanbul,
Beta Yayınevi, Şubat 2008.
Topaloğlu, Mustafa: Bilişim Hukuku, Adana, Karahan Kitabevi, Mayıs
2005.
Uslu, Ferhat: Türk Anayasa Hukuku, Ankara, Adalet Yayınevi, Haziran
2017.
Üzeltürk, Sultan: 1982 Anayasası ve İnsan Hakları Avrupa
Sözleşmesine Göre Özel Hayatın Gizliliği Hakkı, İstanbul, Beta
Yayınevi, 2004.
Warren, S.D. / Brandeis, L.D.: Çev. Gülay Arslan, “Mahremiyet
Hakkı”, Özel Yaşam Medya ve Ceza Hukuku – Karşılaştırmalı
Güncel Ceza Hukuku Serisi, Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2007.

135
Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017


Anayasa Değişiklikleri

Oğuzcan KUTKAN1
GİRİŞ
Meclis soruşturması, yasama organının yürütme organına karşı
kullandığı çok önemli bir denetleme aracıdır. Meclis soruşturması yoluyla
başbakan ve bakanların görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlardan dolayı
cezai sorumlukları sağlanır2. Günümüzde meclisin hükümeti denetleme
araçlarından biri olarak temsili hükümet sistemlerinin her türünde
uygulanmaktadır3.
Meclis Soruşturması usulü, 1982 Anayasasının 100. maddesinde
düzenlenmektedir. Ancak 2017 Anayasa değişikliğinde meclis
soruşturmasına ilişkin de değişiklikler yapılmıştır4. Bu değişikliklerle birlikte
Anayasanın 100. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır. Meclis soruşturması,
2017 değişiklikleri ile değiştirilen 105. ve 106. maddelerde düzenlenmiştir.
Meclis soruşturmasına ilişkin 2017 Anayasa değişiklikleri, değişikliklerin
kabul edildiği 16 Nisan 2017 tarihli halk oylamasından sonra birlikte yapılan
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
ardından Cumhurbaşkanının göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecektir5.
Meclis soruşturmasının hem yürürlükteki hali ile ilgili hem de 2017
Anayasa değişiklikleri ile yapılan değişiklikler ile ilgili tartışmalar mevcuttur.
Bu hukuki sorunlara çözüm getirilmesi gerekmektedir.
Meclis soruşturması usulünün halen yürürlükte bulunan şeklinde,
görevi sona ermiş bulunan başbakan ve bakanlar hakkında meclis
soruşturması uygulanıp uygulanamayacağı tartışmalıdır. Çünkü bu konuda

1 Arş. Gör., Sakarya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı,
okutkan@sakarya.edu.tr.
2 Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 15.Baskı, Ankara, Yetkin Yayınları, 2014,

s.323.
3 Bülent Tanör, Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku,

16.Baskı, İstanbul, Beta Yayınları, 2016, s.317.


4 Meclis soruşturmasına ilişkin 2017 Anayasa değişiklikleri, 21.01.2017 tarih ve 6771

sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 9,


10 ve 16. maddeleri ile yapılmıştır.
5 2017 Anayasa değişiklikleri ile TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birlikte

yapılacağı kabul edilmiştir. Eğer erken seçim kararı alınmazsa, halk oylamasından
sonraki ilk seçimler 3 Kasım 2019 tarihinde yapılacaktır.
137
Oğuzcan KUTKAN

Anayasada açık bir hüküm yoktur6. Bir diğer hukuki sorun ise meclis
soruşturması kurumunun daha etkin şekilde işletilebilmesi için soruşturma
işlemlerinin yargı mercileri tarafından mı yoksa milletvekilleri tarafından mı
yürütülmesinin gerektiğidir.
Meclis soruşturması ile ilgili olarak 2017 Anayasa değişikliği ile
yapılan değişiklikler de tartışma konusu olmaktadır. 2017 değişikliği ile
başbakanlık makamı kaldırılıp Cumhurbaşkanı yardımcılığı makamı
kurulduğu için, değişikliklerin yürürlüğe girmesinin ardından, hakkında
meclis soruşturması yürütülebilecek kişiler arasından başbakanın yerini
Cumhurbaşkanı yardımcıları alacaktır. 2017 değişikliği ile birlikte hakkında
meclis soruşturması açılabilecek kişiler arasına Cumhurbaşkanı da
eklenmiştir. Değişikliğin yürürlüğe girmesi ile birlikte Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanlar ile birlikte Cumhurbaşkanı hakkında da meclis
soruşturması açılabilecektir.
2017 Anayasa değişikliği ile meclis soruşturması açılmasına ilişkin
önerge verilebilmesi için, meclis soruşturmasının açılmasına karar
verilebilmesi için ve Yüce Divana sevk için gerekli meclis çoğunluklarında da
değişiklik yapılmıştır.
2017 değişikliği ile ayrıca, meclis soruşturma komisyonunun görevini
normal süresinde bitirememesi üzerine verilen ek süre değiştirilmiştir. Bunun
dışında, 2017 değişikliği ile Yüce Divana yargılamayı tamamlaması için bir
süre sınırlaması getirilmiş; meclis soruşturması ile ilgili olarak parti
gruplarında görüşme yapma ve karar alma yasağı kaldırılmıştır.
Son olarak, 2017 değişikliği ile hakkında meclis soruşturması
yürütülen kişilerin görevlerinin hangi aşamada sona ereceği konusunda da
değişiklik yapılmıştır.
Çalışmamız, 2017 değişikliklerinin halk oylaması ile kabul edildiği,
ancak meclis soruşturmasına ilişkin değişikliklerin henüz yürürlüğe girmediği
dönemde yapılmıştır. Çalışmamızda meclis soruşturması usulünün halen
yürürlükte bulunan şekli, henüz yürürlüğe girmemiş 2017 değişiklikleri de
belirtilerek karşılaştırmalı olarak incelenmiştir.
I. MECLİS SORUŞTURMASININ İŞLEVİ
Meclis soruşturması kurumunun temelde iki işlevi vardır. Bunlar
denetim ve koruma işlevleridir. Meclis soruşturması ile bir taraftan başbakan
ve bakanlar, görevleri ile ilgili olarak işledikleri, suç teşkil edebilecek

6Volkan Has, Türk Parlamento Hukukunun Kaynakları ve Türkiye Büyük Millet


Meclisi’nin Çalışma Düzeni, Ankara, Adalet Yayınevi, 2009, s.317.

138 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

fiillerinden dolayı denetlenirken; diğer taraftan başbakan ve bakanların siyasi


amaçlarla açılabilecek soruşturmalardan korunması sağlanır7.
Meclis soruşturması, başbakan ve bakanların cezai sorumlulukları ile
ilgili olmakla birlikte meclis soruşturmasının aynı zamanda siyasi bir işlevi
vardır. Çünkü meclis soruşturması sonucu Yüce Divana sevk edilen bakanın
bakanlığı düşer. Eğer başbakan Yüce Divana sevk edilirse hükümet istifa
etmiş sayılır8. Bu şekilde, meclis soruşturması ile hükümetin hem cezai hem
de siyasi denetimi sağlanır.
2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra Cumhurbaşkanının,
Cumhurbaşkanı yardımcılarının ve Bakanların görevleri Yüce Divana sevk
edilmekle sona ermeyecektir. Bu kişilerin görevleri, ancak seçilmelerine engel
bir suçtan dolayı Yüce Divanda mahkum edilmeleri durumunda sona
erecektir. Yani meclis soruşturması yolu ile hükümetin siyasi denetimi söz
konusu olmayacaktır.
Meclis soruşturması usulü genel hükümlere göre yapılan
soruşturmalardan farklıdır. Bu soruşturmaların açılabilmesi ve soruşturulan
kişilerin yargılanabilmesi için meclisin onayı gerekir. Bu şekilde başbakan ve
bakanların (2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra
Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların), yargı organı
tarafından siyasi amaçlarla açılan asılsız ceza soruşturmalarına karşı korunur9.
II. MECLİS SORUŞTURMASININ HUKUKİ NİTELİĞİ
Meclis soruşturmasında, meclisin kendi üyeleri arasında bir komisyon
oluşturulur ve soruşturma bu komisyon tarafından yürütülür. Soruşturma
sonucunda, soruşturulan kişinin yargılanmak üzere Yüce Divana gönderilip
gönderilmeyeceğine yine meclis karar verir. Bu bakımdan meclis
soruşturması, bir tür “ceza ön soruşturması” niteliği taşıyan, yargısal bir
işlemdir10.
III. MECLİS SORUŞTURMASI AÇILMASI İSTEMİ
A. Gerekli Meclis Çoğunluğu
1982 Anayasasının değiştirilmemiş ilk haline göre meclis soruşturması
açılması, meclis üye tam sayısının en az onda birinin vereceği önerge ile

7 Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları, 2000, s. 420.
8 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s. 420-421.
9 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s. 420.

10 Hikmet Tülen, “Meclis Soruşturması Uygulamaları Üzerine Bazı Gözlem ve

Değerlendirmeler”, Ankara Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:2,


Sayı:1, 1998, s.28.
139
Oğuzcan KUTKAN

istenebiliyordu11. Halen de bu düzenleme yürürlüktedir. Ancak 2017


değişikliklerinin yürürlüğe girmesinden sonra en az meclis üye tam sayısının
yarısından bir fazlasının vereceği önerge ile meclis soruşturması
açılabilecektir.
B. Hakkında Soruşturma Açılabilecek Kişiler
1.Genel Olarak
Meclis soruşturması, başbakan ve bakanlar hakkında açılabilir. Aynı
anda birden fazla bakan ve başbakan hakkında meclis soruşturması açılması
istenmesi mümkündür12.
Daha önce de belirtildiği gibi, birlikte yapılan TBMM ve
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanının göreve başladığı
tarihte, meclis soruşturmasına ilişkin anayasa değişiklikleri yürürlüğe
girecektir. Bu değişiklikler ile birlikte aynı tarihte başbakanlık makamının
kalkmasına ve Cumhurbaşkanı yardımcılığı makamının kurulmasına ilişkin
anayasa değişiklikleri de yürürlüğe girecektir. Değişikliklerin yürürlüğe
girmesinden sonra, hakkında soruşturma açılabilecek kişiler arasında
başbakanın yerini Cumhurbaşkanı yardımcıları alacaktır. Ayrıca bu kişiler
arasına Cumhurbaşkanı da eklenecektir. Böylelikle hakkında meclis
soruşturması açılabilecek kişiler Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanlardan oluşacaktır.
2. Cumhurbaşkanı Hakkında Soruşturma Açılması
2017 Anayasa değişikliklerinden önce, Cumhurbaşkanının
yargılanması için meclis tarafından soruşturma yürütülmesi öngörülmemişti.
Değişiklikten önceki Anayasal düzenlemeye göre13, meclis üye tam sayısının
en az üçte birinin vereceği önerge ile Cumhurbaşkanının vatana ihanetle
suçlandırılması hususu gündeme alınıyordu. TBMM İç Tüzüğü md. 114’e
göre, önergenin verildiği konusunda Cumhurbaşkanı bilgilendiriliyor ve
önergenin verilmesinden bir hafta sonraki birleşimde Cumhurbaşkanının
vatana ihanetle suçlandırılması hususu görüşülüyordu. Birleşimde, öncelikle
Cumhurbaşkanının yazılı veya sözlü savunması dinleniyor, daha sonra
oylamaya geçiliyordu. Oylama sonucunda, meclis üye tam sayısının en az
dörtte üçünün oyu ile Cumhurbaşkanı vatana ihanetle suçlanıp, yargılanmak
üzere Yüce Divana sevk edilebiliyordu.

11 M. Akif Özer, “TBMM’ce Uygulanan Parlamento Denetimi”, Amme İdaresi


Dergisi, Cilt:33, Sayı: 2, 2000, s.46.
12 Şeref İba, Parlamento Hukuku, 4.Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları, 2010, s.204.


13 Anayasanın 105. maddesinin, 2017 değişikliğinden önceki hali.

140 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

Değişiklikten önce bir meclis soruşturma komisyonu kurulması ve bu


komisyonun Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma yürütmesi söz konusu
değildi. Önergenin verilmesi ile başlayıp Yüce Divana sevk kararı ile biten
süreç, soruşturma yerine geçiyordu14. 2017 değişikliklerinin yürürlüğe
girmesinden sonra ise, Cumhurbaşkanı hakkında da Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanlar hakkında yürütüldüğü gibi (aynı usullerle) meclis
soruşturması yürütülecektir.
3. Eski Bakan ve Başbakanlar Hakkında Meclis Soruşturması Açılıp
Açılamayacağı Sorunu
Hakkında meclis soruşturması açılabilecek kişiler söz konusu
olduğunda görevi sona ermiş olan bakanlar ve başbakanlar hakkında meclis
soruşturması açılıp açılmayacağı sorusu gündeme gelmektedir. Anayasanın
halen yürürlükte bulunan 100. maddesinde “Başbakan veya bakanlar
hakkında” meclis soruşturması açılabileceği öngörülmüştür. Ancak halen
yürürlükte bulunan madde metninde görevi sona ermiş başbakan ve bakanlar
hakkında soruşturma açılıp açılmayacağına dair açık bir hüküm
bulunmamaktadır. Bununla birlikte TBMM İç Tüzüğünün 107. maddesinde
“Görevde bulunan veya görevinden ayrılmış olan Başbakan ve bakanlar
hakkında” meclis soruşturması açılabileceği açıkça öngörülmüştür. Ayrıca
TBMM İç Tüzüğünün 108. ve 112. Maddelerinde, soruşturmanın açılıp
açılmayacağına ilişkin yapılacak oylamadan önce ve soruşturma komisyonu
raporunun mecliste görüşülmesi sırasında; hakkında soruşturma yürütülen
bakan veya başbakana, “görevinde bulunsun veya bulunmasın” söz hakkı
verileceği öngörülmüştür. Dolayısıyla bu maddelerde de görev başında
bulunmayan başbakan ve bakanlar hakkında meclis soruşturması
yürütülebileceği açıkça öngörülmüştür.
Uygulamada görevi sona ermiş bakanlar hakkında meclis soruşturması
uygulanmaktadır. Hatta bir istisna hariç olmak üzere yalnızca görevi sona
ermiş bakanlar hakkında meclis soruşturması uygulanmıştır15. Bu güne kadar
sadece 1985 yılında dönemin devlet bakanı İsmail Özdağlar hakkında görevi
başındayken meclis soruşturması işletilebilmiştir16.
Görevi sona ermiş olan bakanlar ve başbakanlar hakkında meclis
soruşturması açılıp açılmayacağı hususu doktrinde tartışmalı olmakla birlikte

14 Ömer Keskinsoy, Cumhurbaşkanının Sorumluluğu, Ankara, Savaş Yayınevi,


2012, s.111.
15 Has, a.g.e., s.318.

16 Necmi Yüzbaşıoğlu, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Görev ve Yetkileri ile

Meclis Soruşturmasına İlişkin 2001’de yapılan Anayasa Değişiklikleri”, Türkiye


Büyük Millet Meclisi Anayasa Hukuku 1. Uluslararası Sempozyumu, Ankara,
TBMM Başkanlığı Yayınları No. 1, 2003. s.196.
141
Oğuzcan KUTKAN

çoğunluk görüşü, görevinden ayrılmış bulunan bakanların ve başbakanların


hakkında da meclis soruşturması açılabileceği yönündedir. Bakırcı,
Gözübüyük, Feyzioğlu, Has, Şahin, İba, Uslu, Kılıçoğlu, Arslan, Özçelik ve
Tanör/Yüzbaşıoğlu’nun görüşüne göre, görev başında bulunmayan başbakan
ve bakanlar hakkında da meclis soruşturması yürütülebilir17.
Gözler ve Atar’ın görüşüne göre ise, görevi sona ermiş bulunan
başbakan ve bakanlar hakkında meclis soruşturması yürütülemez. Bu kişiler
hakkında genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesi ve genel
mahkemelerin yetkili olması gerekir. İç tüzük hükmü anayasaya aykırıdır18.
Atar’a göre, Anayasadaki “başbakan” ifadesinden halen görevde
bulunan başbakanın anlaşılması gerekir. Çünkü birden fazla başbakan olması
mümkün değildir19. Gözler ise buna ek olarak Anayasanın 148. Maddesinde,
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bakanlar kurulu üyelerini Yüce Divan
sıfatıyla yargılayacağının belirtilmesine dikkat çekerek; görevinden ayrılmış
başbakan ve bakanlar, bakanlar kurulu üyesi olamayacağı için Anayasanın
100. maddesindeki ifadeden anlaşılması gerekenin görev başındaki başbakan
ve bakanlar olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Gözler’e göre, görevi sona ermiş
bir bakanın veya başbakanın yargı organına karşı korunmasına ve meclis
tarafından denetlenmesine gerek yoktur. Bunun dışında Gözler’e göre eski
bakan ve başbakanlar hakkında meclis soruşturması kötüye kullanılabilir.
Seçimler sonucu meclis çoğunluğunu kaybeden başbakan ve bakanlar
hakkında yeni meclis çoğunluğu, siyasi nedenlerle meclis soruşturması yoluna
başvurup rakiplerini Yüce Divana gönderebilir20.
Tülen’in görüşüne göre ise eski bakan ve başbakanlar hakkında meclis
soruşturması yürütülmesine ilişkin TBMM İç Tüzüğü hükmü Anayasaya

17 Fahri Bakırcı, TBMM’nin Çalışma Yöntemi, Ankara, İmge Yayınevi, 2000, s.516;
Şeref Gözübüyük, Anayasa Hukuku, 19.Baskı, Ankara, Turhan Kitabevi, 2013, s.231;
İba, a.g.e., s.203; Ali Oğuz Şahin, Başbakan ve Bakanların Görevleriyle İlgili Cezai
Sorumlulukları, Ankara, Palme Yayınları, 1999, s.137; Kahan Onur Arslan, Türk
Parlamento Hukuku, Ankara, Adalet Yayınevi, 2014, s.249; Ferhat Uslu, Türk
Anayasa Hukuku, Ankara, Adalet Yayınevi, 2017, s.199; Selçuk Özçelik, Anayasa
Hukuku Dersleri 2.Cilt: Türkiye'nin Siyasi Rejimi ve Müesseseleri, İstanbul, Filiz
Kitabevi, 1983, s.258; Tanör, Yüzbaşıoğlu, a.g.e., s.317; Has, a.g.e., s.322. Metin
Feyzioğlu, Meclis Soruşturması, 2.Baskı, Ankara, Savaş Yayınevi, 2006, s.17; M.Sinan
Kılıçoğlu, “1982 Anayasasına Göre Meclis Soruşturması”, T.C. İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora
Tezi, 1998, s.107.
18 Yavuz Atar, Türk Anayasa Hukuku, 9.Baskı, Konya, Mimoza Yayınları, 2014,

s.235; Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s. 422.


19 Atar, a.g.e., s.235.

20 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s. 422.

142 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

aykırı olmakla birlikte, Anayasaya eski bakanların ve başbakanların hakkında


da meclis soruşturması yürütülebileceği ifadesi eklenerek Anayasaya aykırılık
giderilmelidir. Çünkü meclis soruşturmasının görevi sona ermiş başbakan ve
bakanlar hakkında uygulanmaması durumunda meclis soruşturması yoluna
hemen hemen hiç gidilemeyecek, bu kurum fiilen işletilemeyecektir21.
Görüşüme göre de Anayasanın lafzından eski bakanlar ve başbakanlar
hakkında meclis soruşturması açılabileceği anlaşılmamaktadır. Ayrıca
Anayasa’nın diğer maddeleri ile birlikte incelendiği zaman, 148. maddenin
yanında 113. madde de bizi bu sonuca götürmektedir. 113. maddede, meclis
soruşturması sonucunda Yüce Divana sevk edilen başbakan ve bakanların
görevinin sona ereceği belirtilmiştir ve bu maddede “halen görevde olan
başbakan ve bakanlardan” söz edilmemektedir. Eski bakan ve başbakanların
zaten sona ermiş olan görevleri tekrar sona eremeyeceğine göre, bu
maddeden de meclis soruşturmasının görev başındaki bakanlar ve başbakan
hakkında uygulanabileceği anlaşılmaktadır. Ancak Tülen’in de belirttiği gibi,
olması gereken, eski bakan ve başbakanlar hakkında da meclis
soruşturmasının uygulanabilmesidir. Aksi halde bu kurumun uygulanması
zorlaşacaktır. Bir bakanın veya başbakanın görevi ile ilgili bir suç işlemiş
olduğu hususu, kamuoyu nezdinde tartışmasız biçimde açık hale gelmedikçe
meclis soruşturması yoluna başvurulmayacaktır.
4. Görev Başında Olmayanların 2017 Anayasa Değişikliğinden
Sonraki Durumu
Meclis soruşturmasının eski bakanlar ve başbakanlar hakkında açılıp
açılamayacağı tartışması, birlikte yapılacak ilk Cumhurbaşkanlığı ve TBMM
seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanının göreve başladığı tarihe kadar geçerli
bir tartışmadır. Çünkü bu tarihten sonra meclis soruşturmasına ilişkin
anayasa değişiklikleri yürürlüğe girecektir. Söz konusu seçimlerden sonra
Anayasa’nın 100. maddesi yürürlükten kalkacak, 105. ve 106. maddedeki
değişiklikler yürürlüğe girecektir.
105. ve 106. maddenin yeni haline göre, meclis soruşturmasına ilişkin
hükümler Cumhurbaşkanının, Bakanların ve Cumhurbaşkanı
yardımcılarının görevleri bittikten sonra da uygulanacaktır. Bu hususlar, 105.
maddenin 6. fıkrasında ve 106. maddenin 8. fıkrasında açıkça
öngörülmüştür22.

21 Hikmet Tülen, Türk Anayasa Hukukunda Bakanların Cezai Sorumluluğu ve


Meclis Soruşturması, Konya, Mimoza Yayıncılık, 1999, s.97-98.
22 Kemal Gözler, Elveda Anayasa: 16 Nisan 2017’de Oylayacağımız Anayasa

Değişikliği Hakkında Eleştiriler, 2.Baskı, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları, 2017, s.97.
143
Oğuzcan KUTKAN

C. Soruşturma Açılması İsteminde Bulunma Usulü


Meclis soruşturması istemi, yazılı bir önerge ile yapılır23. Önerge
meclis başkanlığına verilir. Önergenin en az meclis üye tam sayısının onda
biri (2017 değişikliğin yürürlüğe girmesinden sonra meclis üye tam sayısının
yarısından bir fazlası) kadar milletvekilinin imzasını taşıması gerekir24.
Usulüne uygun şekilde verilmiş bir önergenin, önergeyi verenler tarafından
geri alınıp alınamayacağına ilişkin Anayasada ve TBMM İç Tüzüğünde
herhangi bir hüküm yoktur. Ancak uygulamada, önergeye imza atanların bir
kısmının sonradan imzasını geri alması durumunda; eğer toplam imza sayısı,
önerge verilmesi için gerekli sayının altına düşerse önerge işlemden
kaldırılmaktadır25.
Meclis soruşturması istemin konusu başbakan veya bakanların
görevleri ile ilgili bir suç işleyip işlemediklerinin araştırılmasıdır.
Başbakanların ve bakanların görevleri ile ilgili suçlar, bu kişilerin görevlerini
kanunlarda ve diğer mevzuatta gösterildiği gibi yerine getirmeyerek ceza
kanunlarında suç olduğu belirtilen fiilleri işlemeleri durumunda oluşan;
görevi kötüye kullanma, rüşvet, zimmet gibi suçlardır26. Görev suçları
hükümetin genel siyasetinden kaynaklanabileceği gibi, bakanlıkların
işlemlerinden kaynaklanış da olabilir27. Başbakan ve bakanların, görevleri ile
ilgili olmayan kişisel nitelikteki suçları ise meclis soruşturması denetimi
kapsamının dışındadır28. Başbakan ve bakanların görevleri ile ilgili olmayan
suçları bakımından yasama dokunulmazlığına ilişkin hükümler uygulanır.
2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanlar bakımından istemin konusu yine görevleri ile ilgili
bir suç işleyip işlemediklerinin araştırılması olacaktır. Çünkü Anayasanın
106. maddesinin yeni şeklinde, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar
hakkındaki soruşturma açılması isteminin “görevleri ile ilgili bir suç
işledikleri iddiasıyla” yapılacağı açıkça düzenlenmiştir. Buna karşılık
Anayasanın 105. maddesinin yeni şeklinde ise, Cumhurbaşkanı hakkındaki
soruşturma isteminin “bir suç işlediği iddiasıyla” yapılacağı düzenlenmiştir.
Bu nedenle söz konusu değişikliklerin yürürlüğe girmesinden sonra
Cumhurbaşkanı hakkında yalnızca görevi ile ilgili suçlardan dolayı değil,
işlediği herhangi bir suçtan dolayı meclis soruşturması yürütülebileceği
kanaatindeyim. Dolayısıyla kanımca, 2017 değişikliklerinin yürürlüğe

23 Tülen, a.g.e., s.91.


24 Uslu, a.g.e., s.199.
25 Hasan Tunç, “Hükümetin Siyasi ve Hukuki Denetiminde Meclis Soruşturması”,

TBMM Parlamenter Denetim Sempozyumu, Ankara, 07.05.2012, s.129.


26 Arslan, a.g.e., s.248.

27 Tülen, a.g.e., s.103.

28 Arslan, a.g.e., s.248.

144 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

girmesinden sonra Cumhurbaşkanı, görevi ile ilgisi olmayan suçlar


bakımından da ancak meclis soruşturması ile suçlanabilecek ve Yüce Divanda
yargılanacaktır29.
Önergede, hakkında meclis soruşturması açılması istenen başbakan
veya bakanın (2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra
Cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakanın) işlediği iddia edilen suçu görev
başında işlemiş olduğundan bahsedilmesi gerekir. Bunun yanında hangi
fiillerin hangi kanuna aykırı olduğunun, gerekçesi ile birlikte belirtilmesi
gerekir. Ayrıca ihlal edilen maddenin de belirtilmesi zorunludur30.
IV. MECLİS SORUŞTURMASI AÇILMASI İSTEMİNİN
GÖRÜŞÜLMESİ
Önerge meclis başkanlığına verilince gelen kağıtlar listesine alınır ve
Meclis Genel Kurulunda okunur. Hakkında soruşturma açılması istenen
kişiye, önergenin bir örneği meclis başkanlığı tarafından gönderilir31. Bu
işlemlerden sonra meclis soruşturmasının açılıp açılmayacağının görüşülmesi
aşamasına geçilir.
Meclisin önergenin verilmesinden itibaren bir ay içinde,
soruşturmanın açılıp açılmayacağını görüşüp karara bağlaması gerekir. Bu
nedenle görüşmelerin günü, önergenin verilmesinden itibaren bir ay içinde
görüşülüp karara bağlanacak şekilde tespit edilir. Görüşme gününü, bir özel
gündem halinde, Danışma Kurulunun teklifi üzerine Meclis Genel Kurulu
tespit eder. Tespit edilen görüşme günü, hakkında soruşturma açılması
istenen kişiye bildirilir32.
Görüşmelerde ilk önce, önergeyi veren milletvekilleri arasından ilk
imza sahibi milletvekili veya onun göstereceği bir başka (imza sahibi)

29 2017 Anayasa değişikliklerinden önce, Cumhurbaşkanının hangi suçlardan dolayı


yargılanabileceği tartışma konusu idi. Anayasada Cumhurbaşkanının vatana
ihanetle suçlanacağı öngörülüyordu, ancak diğer görev suçları ve görevi dışındaki
suçlar bakımından açık bir hüküm bulunmuyordu. Bu durum tartışmalara yol
açıyordu.
Cumhurbaşkanının, görevi ile ilgisi olmayan kişisel suçlarından dolayı cezai
sorumluluğunun bulunduğu yönünde doktrinde ittifaka yakın bir görüş birliği
bulunmaktaydı. Görevi ile ilgisi olup vatana ihanet niteliği taşımayacak suçlarından
dolayı ve görevi ile ilgisi olmayıp vatana ihanet niteliği taşıyan suçlarından dolayı
yargılanıp yargılanamayacağı konusunda ise doktrinde görüş birliği
bulunmamaktaydı. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız: Ömer Keskinsoy,
Cumhurbaşkanının Sorumluluğu, Ankara, Savaş Yayınevi, 2012.
30 İba, a.g.e., s.206.

31 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s.424.

32 Kılıçoğlu, a.g.t., s.108.

145
Oğuzcan KUTKAN

milletvekili, önerge hakkındaki görüşlerini şahsen açıklar. Aynı şekilde üç


milletvekili de kendi adlarına görüşlerini açıklayabilir. Bundan sonra
hakkında soruşturma açılması istenen kişiye söz verilir. Hakkında soruşturma
açılması istenen kişi sözlerini tamamladıktan sonra Meclis Genel Kurulu,
soruşturma açılıp açılmayacağına, oylama yaparak karar verir33.
Meclis soruşturması açılıp açılmayacağına ilişkin oylamanın (ve
soruşturulan kişinin Yüce Divana sevk edilip edilmeyeceğine ilişkin
oylamanın) gizli olarak yapılması gerekir. Bu düzenleme 2001 yılının Ekim
ayındaki Anayasa değişikliği ile kabul edilmiştir34. Milletvekillerinin
iradelerini özgürce yansıtabilmeleri açısından olumlu bir değişikliktir. Bu
değişiklikten önce oylamalar açık yapılmaktaydı.
1982 Anayasasının ilk haline göre, soruşturmanın açılmasına karar
verilebilmesi için basit çoğunluğun oyu yeterliydi. Yani genel kuruldaki
oylamaya katılanların yarısından bir fazlasının oyu, meclis soruşturmasının
açılması için yeterli oluyordu35 (ancak yine de en azından meclis üye tam
sayısının dörtte birinden bir fazlasının soruşturma açılması yönünde oy
vermesi şart idi). Bu düzenleme halen yürürlüktedir. Ancak 2017 Anayasa
değişikliği ile meclis soruşturması açılabilmesi için gerekli meclis
çoğunluğunda değişiklik yapılmıştır. 2017 değişikliğinin yürürlüğe
girmesinden sonra meclis soruşturması açılmasına ancak meclis üye tam
sayısının en az beşte üçünün oyu ile karar verilebilecektir.
V. MECLİS SORUŞTURMA KOMİSYONUNUN
OLUŞTURULMASI
TBMM tarafından meclis soruşturmasının açılmasına karar verilirse,
soruşturmayı meclis üyelerinin tamamı yapmaz. Soruşturmanın yürütülmesi
için meclis soruşturma komisyonu kurulur36. Soruşturmayı bu komisyon
yapar. Doktrinde, meclis soruşturmasının daha etkin şekilde uygulanabilmesi
için soruşturma işlemlerinin yargı mercileri tarafından yürütülmesinin
gerektiği görüşü ifade edilmektedir37. Doktrindeki bir diğer görüşe göre ise
Başbakan ve bakanlar bulundukları konum itibariyle siyasi amaçlar taşıyan
ihbar ve suçlamalara maruz kalabilir38. Ayrıca siyasi işlevi olan bir denetim
aracının yargı organı tarafından yürütülmesi yerinde olmayacaktır39. Bu

33 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s.424.


34 Şeref İba, “Türk Parlamento Hukuku Açısından Son Anayasa Değişiklikleri”,
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 51, Sayı: 1, 2002, s.92.
35 Zafer Gören, Anayasa Hukuku, Ankara, Yetkin Basımevi, 2011, s.191.

36 Gözübüyük, a.g.e., s.231.

37 Tanör, Yüzbaşıoğlu, a.g.e., s.318, 211. dipnot.

38 Arslan, a.g.e., s.250.

39 İba, a.g.e., s.204.

146 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

nedenle soruşturmanın milletvekilleri tarafından yürütülmesi gerekir.


Görüşüme göre yargı mercileri soruşturma yürütürken siyasi baskı altında
kalabileceği için soruşturmanın milletvekilleri tarafından yürütülmesi
yerindedir. Amerika Birleşik Devletleri, Fransa Belçika gibi demokratik
hukuk devletlerinde de meclis soruşturması milletvekilleri tarafından
yürütülmektedir40.
Soruşturma komisyonu 15 kişiden oluşur. Bu komisyona meclisteki
her parti meclisteki çoğunluğuna göre üye verir41. Meclis soruşturmasını
düzenleyen Anayasa’nın 100. maddesinde, meclisteki siyasi parti
gruplarından değil siyasi partilerden bahsedilmiştir42. Bu nedenle mecliste
grup kuracak çoğunluğa sahip olmayan siyasi partiler de eğer komisyona üye
verebilecek çoğunluğa sahiplerse komisyona üye verebilirler43.
Her parti komisyona verebileceği üye sayısının üç katı kadar aday
gösterir ve bu adaylar arasından ad çekme usulü ile partilerin komisyona
vereceği üyeler belirlenir. Ad çekme işlemi, Meclis Başkanlığı tarafından
Genel Kurulda yapılır. Üye sayısının üç katı kadar aday arasından ad çekme
usulünün benimsenmesinin amacı; komisyon üyelerinin siyasi amaçlarla,
partizanca belirlenmesinin önüne geçmek ve komisyon üyelerinin
tarafsızlığını sağlamaktır44. Çünkü meclis soruşturma komisyonunun yaptığı
işlemler yargısal niteliktedir45.
Ad çekme usulünün uygulanmasına karşın, bazı milletvekillerinin
komisyona seçilmesi mümkün değildir. Bu milletvekilleri; Ceza Muhakemesi
Kanunu’na (CMK) göre hakimlerin davaya bakmasına veya karara
katılmasına engel oluşturacak durumu bulunanlar, soruşturma önergesini
verenler ve daha önce bu konudaki görüşünü açıklamış olan
milletvekilleridir46.

40 Tülen, a.g.e., s.48-59.


41 Hasan Tunç, Faruk Bilir, Bülent Yavuz, Türk Anayasa Hukuku, 6.Baskı, Ankara,
Adalet Yayınevi, 2015, s.192.
42 2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra meclis soruşturmasını
düzenleyecek olan 105. ve 106. maddenin yeni şeklinde de aynı şekilde siyasi parti
gruplarından değil, siyasi partilerden bahsedilmiştir.
43 Şahin, a.g.e., s.142.

44 Feyzioğlu, a.g.e., s.55.

45 Tanör, Yüzbaşıoğlu, a.g.e., s.318.

46 Atar, a.g.e., s.236.

147
Oğuzcan KUTKAN

VI. MECLİS SORUŞTURMA KOMİSYONUNUN ÇALIŞMA


ŞEKLİ
Meclis soruşturma komisyonu öncelikle kendisine bir başkan, bir
başkan vekili, bir sözcü ve bir katip seçer. Seçim için toplantı yeter sayısı üye
tam sayısının salt çoğunluğudur. Karar yeter sayısı ise toplantıya katılanların
salt çoğunluğudur. Seçimler gizli oy ile yapılır47.
Meclis soruşturma komisyonu, soruşturmaya ilişkin çalışmalarını gizli
yürütür. Çalışmalara komisyon üyeleri dışındaki milletvekilleri katılamaz.
Komisyon, kendisi hakkında soruşturma yürütülen kişinin savunmasını alır.
Bununla ilgili olarak talep edeceği belgeleri temin ettirebilir. Soruşturma
esnasında komisyon, ister kamu kuruluşu olsun ister özel kuruluş olsun, tüm
kuruluşlardan soruşturma konusu ile ilgili bilgi ve belgeleri isteyebilir.
Gerekli gördüğü bilgi ve belgelere el koyabilir. Ayrıca komisyon,
soruşturmada bakanlar kurulunun bütün araçlarından faydalanabilir.
Soruşturmada komisyonun; Bakanlar Kurulu üyelerini, diğer ilgilileri,
tanıkları, bilirkişileri dinleme yetkisi vardır. Komisyon, soruşturma sırasında
niyabet ve istinabe yoluyla adli mercilerden de yardım isteyebilir. Bunların
dışında komisyon, CMK’nın tanıklarla, bilirkişilerle, zaptla ve aramayla ilgili
olarak adli mercilere verdiği hürriyetleri kısıtlayıcı yetkilerin genel hükümler
çerçevesinde kullanılmasını, adli merciden isteyebilir. Ancak bu istemin
gerekçeli ve yazılı olması gerekir. Komisyonun, Ankara dışında da çalışması
mümkündür. Soruşturma işlemlerinin gerektirmesi durumunda alt
komisyonlar da kurulabilir48.
Görüldüğü gibi meclis soruşturma komisyonunun oluşma şekli çalışma
koşulları ve yetkileri diğer komisyonlardan farklıdır. Bunun farklılığın
nedeni, meclis soruşturma komisyonun yaptığı işin yargısal nitelikte
olmasıdır49.
VII. SORUŞTURMA RAPORUNUN HAZIRLANMASI VE
RAPORUN GÖRÜŞÜLMESİ
Meclis soruşturma komisyonu, soruşturmaya ilişkin çalışmalarını, bir
rapor hazırlayarak 2 ay içinde tamamlar. Eğer iki ay içinde soruşturma
tamamlanamazsa komisyona iki aylık yeni ve kesin süre verilir50. Ancak bu 2
aylık ek süre 2017 Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesine kadar
geçerlidir. Çünkü değişiklik ile bu ek süre, 2 aydan 1 aya indirilmiştir.

47 Feyzioğlu, a.g.e., s.55.


48 Atar, a.g.e., s.236.
49 Tanör, Yüzbaşıoğlu, a.g.e., s.318.

50 Tunç, Bilir, Yavuz, a.g.e., s.192-193.

148 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

Soruşturma tamamlanıp soruşturma raporu hazırlandıktan sonra


komisyon, raporu meclis başkanlığına sunar. Komisyonun raporu, eğer
soruşturulan kişinin Yüce Divana sevk edilmesi gerektiği yönündeyse, hangi
ceza hükmüne dayanıldığının raporda belirtilmesi gerekir51.
Raporun başkanlığa verilmesinden itibaren 10 gün içinde rapor meclis
başkanlığı tarafından bastırılarak, incelenmek üzere derhal hakkında
soruşturma yürütülen kişiye gönderilir ve milletvekillerine dağıtılır. Raporun
milletvekillerine dağıtılmasından itibaren 10 gün içinde rapor, Genel
Kurulda görüşülür52. Söz konusu 10 günlük süreler Ekim 2001’deki Anayasa
değişikliği ile getirilmiştir53. Soruşturma işlemlerinin uzamaması açısından
olumlu bir düzenlemedir. 2017 Anayasa değişikliğinde de bu süre
sınırlamalarında değişiklik yapılmamıştır. Söz konusu süreler hak düşürücü
sürelerdir. Meclis Genel Kurulu bu sürelere riayet ederek raporu görüşmeye
başlamazsa bu, önergenin reddedildiği anlamına gelir54.
TBMM İç Tüzüğü md. 112/2’ye göre, raporun Genel Kurulda
görüşülmesi sırasında Meclis Soruşturma Komisyonuna, 6 milletvekiline ve
hakkında soruşturma yürütülen kişiye söz hakkı verilir. Soruşturulan kişi
halen görevde olmasa bile kendisine söz hakkı tanınır ve son söz soruşturulan
kişiye aittir. Hakkında soruşturma yürütülen kişinin konuşma süresi
sınırlandırılamaz. Bu şekilde ceza muhakemesi hukukundaki son söz sanığa
aittir ilkesi ile aynı doğrultuda bir düzenleme yapılmıştır55.
Soruşturmanın meclis tarafından değerlendirilmesi ile ilgili olarak
dikkat edilmesi gereken husus, parti gruplarının konuyu görüşme yasağıdır.
1982 Anayasasının halen yürürlükte bulunan değiştirilmemiş hükümlerine
göre, meclisteki parti gruplarında soruşturma ile ilgili olarak görüşme
yapılamaz ve karar alınamaz. Yalnızca komisyon üyesi adaylarının
belirlenmesi için seçim yapılabilir. Bu yasakla, yargısal bir işlem olan
soruşturma ile ilgili olarak siyasi nitelikte kararlar alınmasının önüne
geçilmesi amaçlanmıştır56.
Ancak 2017 değişikliği ile bu yasak kaldırılmıştır. Değişiklikle
yürürlükten kaldırılan 100. maddenin son fıkrasındaki, parti gruplarında
soruşturma ile ilgili görüşme yapılaması ve karar alınması yasağı, meclis
soruşturmasını düzenleyen 105. ve 106. maddelerde öngörülmemiştir.

51 Yavuz Sabuncu, Anayasaya Giriş, 16.Baskı, Ankara, İmaj Yayıncılık, 2014, s.225.
52 Tunç, Bilir, Yavuz, a.g.e., s.193.
53 İba, a.g.m., s.94.

54 Tunç, a.g.s., s.133.

55 Tunç, a.g.s., s.133.

56 Tanör, Yüzbaşıoğlu, a.g.e., s.318.

149
Oğuzcan KUTKAN

Bununla birlikte söz konusu yasağa ilişkin düzenleme, TBMM İç


Tüzüğünün 113. Maddesinin 1.fıkrasında halen açıkça öngörülmektedir. Söz
konusu hükümle ilgili olarak anayasa değişikliği doğrultusunda bir değişiklik
henüz yapılmamıştır.
VIII. SORUŞTURULAN KİŞİNİN YÜCE DİVANA SEVK
EDİLMESİ
A. Genel Olarak
Meclis genel kurulundaki görüşme sonucunda soruşturulan kişinin
yargılanmak üzere Yüce Divan’a sevk edilip edilmeyeceği oylanır. Meclis
tarafından, Yüce Divan’a sevk yönünde karar verilirse, soruşturulan kişi
yargılanmak üzere Yüce Divan’a sevk edilir. Yüce Divana sevk yönündeki
kararda, hangi ceza hükmüne dayanıldığının belirtilmesi gerekir57. Yüce
Divana sevk kararı alındığı zaman, dosya 7 gün içinde meclis başkanlığı
tarafından dizi pusulasına bağlanarak AYM başkanlığına gönderilir58.
Meclis soruşturma komisyonunun raporu, soruşturulan kişinin Yüce
Divana sevk edilmemesi gerektiği yönünde olursa bile, meclis genel
kurulunun söz konusu kişiyi Yüce Divana sevk etme imkanı ortadan
kalkmaz. Meclis genel kurulu, soruşturma komisyonunun raporu ile bağlı
değildir59. Eğer mecliste Yüce Divana sevk yönünde bir önerge verilirse ve bu
önergede hangi ceza hükmüne dayanıldığı belirtilmişse, bu önergenin meclis
genel kurulunda kabul edilmesiyle birlikte soruşturulan kişi Yüce Divana
sevk edilebilir60.
TBMM’nin vereceği Yüce Divana sevk kararı, kesin bir karardır.
Kararın geri alınması mümkün değildir. Ancak Yüce Divana sevk etmeme
kararı, kesin bir karar değildir. Bu karar bir takipsizlik kararıdır. Aynı
konuda tekrar önerge verilebilir. Yeni deliller ortaya çıkmışsa, yeniden
soruşturma açılıp Yüce Divana sevk kararı verilebilir61.
Yüce Divana sevk kararı bir parlamento kararıdır ve bu kararın iptali
için AYM’de dava açılamaz. Çünkü Anayasaya uygunluk denetimine tabi
olan parlamento kararları, yasama dokunulmazlığının kaldırılması ve
milletvekilliğinin düşürülmesi kararlarından ibarettir62.

57 Sabuncu, a.g.e., s.225.


58 Tülen, a.g.e., s.177.
59 Özbudun, a.g.e., s.323.

60 Uslu, a.g.e., s.200.

61 Şahin, a.g.e., s.145-146.

62 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s.426.

150 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

B. Gerekli Meclis Çoğunluğu


1982 Anayasasının halen yürürlükte bulunan değiştirilmemiş
hükümlerine göre, soruşturulan kişinin Yüce Divana sevk edilebilmesi için
meclis üye tam sayısının salt çoğunluğunun oyu yeterlidir63. Ancak 2017
değişikliği ile nitelikli çoğunluk öngörülmüştür. 2017 değişikliğinin
yürürlüğe girmesinden sonra, soruşturulan kişinin Yüce Divana sevk
edilebilmesi için meclis üye tam sayısının en az üçte ikisinin oyu
gerekecektir.
C. Yüce Divana Sevk Kararının Sonuçları
1982 Anayasasının halen yürürlükte bulunan 113. maddesine göre,
meclis soruşturması sonucunda bir bakan Yüce Divana sevk edilirse
bakanlıktan düşer. Eğer bir başbakan Yüce Divana sevk edilirse bu durumda
hükümet istifa etmiş sayılır64. Meclis Genel Kurulunun ayrıca bu konuda bir
karar almasına gerek yoktur65. Bu sonuçların doğması için, Anayasadaki
mevcut düzenlemeye göre, Yüce Divana sevk kararı alınması yeterlidir. Sevk
edilen kişinin Yüce Divan yargılaması sonucu mahkum edilmesi de
gerekmez.
2017 değişikliği ile Anayasanın 113. maddesi yürürlükten
kaldırılmıştır. Bu maddenin uygulanması, 2017 değişiklikleri yürürlüğe
girene kadar söz konusu olacaktır. 2017 değişikliği ile değiştirilen 105. ve
106. maddelerin yeni şekline göre, Yüce Divana sevk edilen Cumhurbaşkanı,
Cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakanın görevinin sona ermesi için Yüce
Divana sevk edilmiş olmaları yeterli değildir. Yüce Divan yargılaması
sonucunda, seçilmeye engel bir suçtan dolayı mahkum edilmeleri durumunda
görevleri sona erecektir66.
Anayasanın 101. ve 106. Maddesinin, 2017 değişiklikleri ile değişen
yeni şekline göre; Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve Bakanlar
milletvekili seçilme yeterliliğine sahip kişiler arasında seçileceklerdir. Bu
nedenle milletvekili seçilmeye engel suçlar aynı zamanda Cumhurbaşkanı,
Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakan seçilmeye de engel teşkil edecektir.

63 Uslu, a.g.e., s.200.


64 Sabuncu, a.g.e., s.225.
65 Şahin, a.g.e., s.148.

66 2017 Anayasa değişikliğinden önce, Anayasada açık bir hüküm bulunmaması

nedeniyle, Yüce Divana sevk edilen Cumhurbaşkanının görevinin sona erip


ermeyeceği hususu tartışmalıydı. Doktrinde çoğunluk görüşü, Yüce Divana sevk
edilen Cumhurbaşkanının görevinin sona ereceği yönündeydi (Keskinsoy,
Cumhurbaşkanının Sorumluluğu, s.112). 2017 Anayasa değişikliği bu tartışmayı
bitirmiştir.
151
Oğuzcan KUTKAN

Dolayısıyla 2017 değişikliklerinin yürürlüğe girmesinden sonra; Yüce Divan


yargılaması sonucu milletvekili seçilmeye engel bir suçtan mahkum olan
Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakanın görevi sona
erecektir. Anayasanın 76. maddesine göre milletvekili seçilmeye engel suçlar
şunlardır: Taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla hapis cezası
gerektiren suçlar, ağır hapis cezası gerektiren suçlar, zimmet, rüşvet, hırsızlık,
dolandırıcılık gibi yüz kızartıcı suçlar, kaçakçılık suçu, resmî ihale ve alım
satımlara fesat karıştırma suçları, Devlet sırlarını açığa vurma suçu, terör
eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçları.
2017 değişikliklerinde Yüce Divana sevk edilen Cumhurbaşkanı ile
ilgili bir diğer konu Cumhurbaşkanının yetkileri ile ilgilidir. 2017 değişikliği
ile değiştirilen 105. maddenin yeni şekline göre, Cumhurbaşkanı Yüce
Divana sevk edilirse TBMM seçimlerini yenileme yetkisini
kullanamayacaktır.
IX. YÜCE DİVANDA YARGILAMA YAPILMASI
Hakkında soruşturma yürütülen kişilerin yargılamasını Yüce Divan
sıfatıyla AYM yapar. Yüce Divanda savcılık görevini ise Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı veya vekili yapar. Yargılamayı genel mahkemelerin
değil de AYM’nin yapmasının amacı, yargı organını yürütme organına karşı
korumaktır. Genel mahkemelerin başbakan ve bakanları yargılarken
çekinebileceği ve etki altında kalabilecekleri endişesiyle böyle bir usul
öngörülmüştür. AYM, Yüce Divan sıfatıyla yargılama yaparken yürürlükteki
kanunlara göre karar verir67. Yani Türk Ceza Kanunu ve diğer ceza içeren
kanunlara göre karar verir. Yargılama usulü konusunda da Ceza Muhakemesi
Kanununu uygular.
Yüce Divan’ın kararlarına karşı yeniden inceleme başvurusu yapılabilir.
Yüce Divan’ın yeniden incelemesi sonucu verilen kararlar kesindir. Yeniden
inceleme başvurusu imkanı 2010 Anayasa değişikliği getirilmiştir. Bu
düzenlemenin amacı, adil yargılanma hakkının ihlal edilmesinin önüne
geçmektir68.
Yüce Divanın kesinleşen kararlarına karşı kural olarak başka bir
başvuru yolu yoktur. Ancak bunun tek istisnasını yargılamanın yenilenmesi
kanun yolu oluşturmaktadır. Yüce Divanın kesinleşen kararlarına karşı
yargılamanın yenilenmesi kanun yoluna başvurulabilir69. Yargılamanın
yenilenmesi, kesinleşmiş kararlarda, karara etki eden bir yanlışlık tespit
edilmesi durumunda başvurulan bir kanun yoludur. Örneğin Yüce Divanda

67 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s.427.


68 Gören, a.g.e., s.191
69 Şahin, a.g.e., s.181.

152 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

yargılanıp bir suçtan dolayı mahkum olan bir kişinin beraat etmesini
gerektirecek yeni bir delil ortaya çıktığında Yüce Divan yargılaması yeniden
yapılır.
Yüce Divanda yargılanan kişi aynı zamanda milletvekili ise ve
mahkum edilirse, mahkum edildiği suçun milletvekili seçilmeye engel bir suç
olması durumunda kararın meclis genel kuruluna bildirilmesiyle birlikte bu
kişinin milletvekilliği düşer. Bu kişi, cezasının infazı tamamlandıktan sonra
da milletvekili seçilemez70.
Yüce Divanda yapılan yargılama sonucunda mahkumiyet kararı
verilirse, verilen ceza genel hükümlere göre infaz edilir71. Hukukumuzda,
Yüce Divan tarafından cezalandırılan kişilere özgü bir özel infaz şekli
öngörülmemiştir.
Yüce Divanda yargılanan kişinin beraat etmesi durumunda, mevcut
Anayasal düzenlemelere göre, yargılanan kişinin görevine geri dönmesine
imkan yoktur. Bir bakan Yüce Divana sevk edilmişse yerine yeni bir bakan
atanır. Bir başbakan Yüce Divana sevk edilmişse hükümet istifa etmiş
sayılacağı için yeni bir hükümet kurulur. Bakan beraat etmişse, kendisinin
yeniden bakan olarak atanması önünde herhangi bir engel yoktur. Ancak
başbakan beraat etmişse, yeni hükümetin düşmesi ya da istifa etmiş sayılması
mümkün değildir72. Zaten bir başbakanın Yüce Divana sevk edilmesi,
kendisine ve hükümete güvensizlik duyulduğunun göstergesidir73.
2017 değişikliklerinin yürürlüğe girmesinden sonra, Yüce Divanda
yargılanıp beraat eden kişinin durumu, mevcut Anayasal düzenlemelere göre
Yüce Divanda yargılanıp beraat eden kişinin durumundan oldukça farklı
olacaktır. 2017 değişikliklerinin yürürlüğe girmesinden sonra Yüce Divanda
yargılanıp beraat eden Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı veya
bakan, zaten sona ermemiş olan görevine aynı şekilde devam edebilecektir.
2017 değişiklikleri ile birlikte Yüce Divan yargılaması ile ilgili olarak
yapılan bir diğer değişiklik yargılama süresi ile ilgilidir. 1982 Anayasasının
halen yürürlükte bulunan hükümlerinde Yüce Divan yargılamasında bir süre
sınırı öngörülmemiştir. Ancak 2017 değişiklikleri ile yargılamanın
tamamlanması için süre sınırı getirilmiştir. Anayasanın 2017 değişikliği ile
değişen 105. ve 106. maddesinin yeni şekline göre Yüce Divan
yargılamasının 3 ay içinde tamamlanması gerekmektedir. Eğer Yüce Divan

70 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s.427-428.


71 Şahin, a.g.e., s.184.
72 Gözler, Türk Anayasa Hukuku, s.428.

73 Tunç, Bilir, Yavuz, a.g.e., s.193.

153
Oğuzcan KUTKAN

yargılaması bu süre içinde tamamlanamazsa bir kereye mahsus 3 aylık ek süre


verilecek ve bu süre içinde yargılama tamamlanacaktır.
X. MECLİS SORUŞTURMASINA İLİŞKİN 2017 ANAYASA
DEĞİŞİKLİKLERİ İLE İLGİLİ TARTIŞMALAR
A. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Görüşü
Değişiklik teklifini sunan ve destekleyen Adalet ve Kalkınma Partisi’ne
göre, meclis soruşturmasına ilişkin olarak yapılan değişiklikler ile birlikte
Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu getirilmekte ve yürütme üzerindeki
denetim mekanizmaları güçlendirilmektedir. Cumhurbaşkanı yetkili ama
sorumsuz olmaktan çıkarılmaktadır. Cumhurbaşkanı Meclisin dörtte üçünün
oyuyla yalnızca vatana ihanetten yargılanabiliyorken, değişiklik ile birlikte
hakkında herhangi bir suç işlediği iddiasıyla soruşturma açılabilmektedir ve
hakkında soruşturma açılan Cumhurbaşkanı erken seçim kararı
alamamaktadır. Cumhurbaşkanı’nın tek başına yaptığı işlemler yargı
denetimine tabi değilken, değişiklik ile birlikte Cumhurbaşkanı’nın bütün iş
ve işlemleri yargı denetimine açılmaktadır. Bu şekilde, meclis soruşturmasına
ilişkin değişikliklerle Cumhurbaşkanı, Meclise ve millete karşı sorumlu hale
getirilmiştir74.
B. Milliyetçi Hareket Partisi’nin Görüşü
Muhalefet partilerinden değişikliği destekleyen Milliyetçi Hareket
Partisi(MHP)’ne göre, Meclis soruşturmasına ilişkin Anayasa değişiklikleri
ile birlikte Cumhurbaşkanının fiili ve hukuki sorumsuzluğu sona ermekte,
sadece “vatana ihanet” değil her türlü eylem ve işlem bakımından cezai ve
siyasi sorumluluk getirilmektedir. Cumhurbaşkanını Yüce Divana sevki
kolaylaştırılmaktadır. Bu şekilde yasamanın yürütmeyi denetleme gücü
artırılmaktadır75. Değişiklikle birlikte meclis soruşturmasının öngörüldüğü
105 ve 106. maddelerde düzenlenen “suçlandırma” mekanizmasıyla,
Cumhurbaşkanının, yardımcılarının ve bakanların Yüce Divan’da
yargılanması ve suçlu bulunması hâlinde görevlerine son verilmesi, ciddi
sonuçları olan bir denetim yoludur. Meclis soruşturması ve diğer denetim
araçlarını elinde tutan TBMM, Cumhurbaşkanına yetkisinin sınırsız
olmadığını her daim hissettirebilecektir76.
MHP’ye göre, değişiklikten önce Anayasanın 105. maddesine göre,
Cumhurbaşkanının göreviyle ilgili tek taraflı olmayan kararlarının
sorumluluğu Başbakan ve ilgili bakan tarafından üstlenilmekteydi. Tek

74 Adalet ve Kalkınma Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Cumhurbaşkanlığı


Hükümet Sistemi, s.18.
75 Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı, s.14.

76 Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı, s.18-19.

154 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

başına imzaladığı kararlar ve emirler ise yargı denetiminden muaf


tutulmaktaydı. Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu ise sadece vatana
ihanetten dolayı ve TBMM üye tamsayısının üçte birinin teklifi üzerine en
az dörtte üçünün (413 milletvekili) kararıyla söz konusu olabilmekteydi.
Dahası, vatana ihanet suçunu düzenleyen Hıyanet-i Vataniye Kanunu
12.04.1991’de yürürlükten kaldırılmış olduğundan, fiilen bu suçun cezai
yaptırımının olup olmadığı da tartışmalıdır. Değişiklikten önce geniş
yetkilerle donatılan, halk tarafından seçilen ve yürütmenin başı olan
Cumhurbaşkanı hukuken ve fiilen sorgulanamamaktaydı77.
MHP’ye göre, yapılan değişiklikle sorumluluk mekanizması
güçlendirilmekte, salt çoğunlukla sorumluluk önerisi verilebilmekte, üye
tamsayısının beşte üçü ile önerge kabul edilebilmekte ve üye tamsayısının
üçte ikisiyle Yüce Divana sevk mümkün hâle gelmektedir. Bu şekilde cezai
sorumluluk üzerindeki ‘vatana ihanet’ sınırlandırması kaldırılarak
Cumhurbaşkanının her suç bakımından sorumlu olması sağlanmıştır.
Mevcut sistemde 550 milletvekilinin dörtte üçü, yani 413 milletvekili ile
Yüce Divana sevk mümkünken, Cumhurbaşkanının Yüce Divana sevkini
kolaylaştırarak yürütme üzerindeki yasama denetimini artırmak amacıyla yeni
düzenlemede, üye tamsayısının üçte ikisinin yani 367 (600'de 400)
milletvekilinin oyu ile Yüce Divana sevk mümkün hale gelmiştir78.
MHP’ye göre, yapılan düzenlemeyle Cumhurbaşkanının herhangi bir
suçtan dolayı Yüce Divana sevkini kolaylaştırmanın yanı sıra, yargılama
sürecinin kesin olarak altı ay içinde bitirilmesi öngörülmüştür. Böylelikle,
soruşturmanın tamamlanamaması nedeniyle suçlamanın düşürülmesine izin
verilmemiş, mutlaka bir karar alınması şarta bağlanmıştır. Cumhurbaşkanına
her konuda cezai sorumluluk getirilmesinin yanı sıra, Cumhurbaşkanı
hakkında bir soruşturma başlatılması halinde Cumhurbaşkanının yetkileri de
sınırlandırılarak seçimlerin yenilenmesi kararı alması engellenmiştir79.
MHP’ye göre, değişiklikle birlikte Cumhurbaşkanı yardımcıları ve
bakanlar görevleri ile ilgili işledikleri tüm suçlar bakımından sorumlu
tutulmuştur. Cumhurbaşkanının sorumluluğunun genişletilmesinde olduğu
gibi, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar için de sorumluluk hali
genişletilmiş ve kolaylaştırılmıştır. Dolayısıyla, tüm yürütme organı yasama
organı karşısında hesap verebilir hale getirilmiştir. Yürütmenin yasamadan

77 Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı, s.21-22.


78 Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı, s.22.
79 Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı, s.22-23.

155
Oğuzcan KUTKAN

katı şekilde ayrılmasıyla beraber yasama ve yürütme arasında daha güçlü ve


etkin bir kontrol ve denge mekanizması oluşturulmuştur80.
C. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Görüşü
Meclis soruşturmasına ilişkin 2017 Anayasa değişikliklerine karşı
çıkan ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin görüşüne
göre, Anayasanın değişen 106. Maddesinin yeni şekline göre
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların atanmasında, TBMM’nin hiçbir
onama yetkisi olmadığı gibi; görevden alınmalarını isteme, düşürme ya da
başka bir şekilde denetleme yetkileri de yoktur. Meclis, Cumhurbaşkanını da
denetleyemeyecek, hesap da soramayacaktır. Cumhurbaşkanı hiç kimseye
karşı sorumlu değildir. Kimseye hesap vermeyecek ve denetlenemeyecektir81.
CHP’ye göre, Anayasanın değişen 105. ve 106. maddesinin yeni
şekline göre Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların suç
işledikleri zaman yargılanabilmeleri için önce Meclisin 301 milletvekilinin
(üye tamsayısının salt çoğunluğu) soruşturma açılmasını istemesi
gerekecektir. Sonra Meclisin 360 milletvekilinin (3/5 çoğunluk) soruşturma
açılmasına karar vermesi gerekecektir. Daha sonra da Yüce Divana sevk için
Meclisin 400 milletvekilinin (2/3 çoğunluk) karar vermesi gerekecektir. Bu
oranlar sağlanamazsa işlediği suç nedeniyle Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanların yargılanması mümkün olmayacaktır82.
CHP’ye göre, Cumhurbaşkanının mevcut anayasaya göre neredeyse
sorumsuz olduğu, bu düzenleme ile sorumlu hale getirildiği söylemi doğru
değildir. Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arttırılmıştır. Bu nedenle
sorumluluklarını, kullandıkları yetkiyle orantılı olarak ele almak gerekir.
Değişiklikten önce Cumhurbaşkanı’nın yetkileri sınırlıydı. Siyasi sorumluluk
hükümetteydi. Değişiklikle birlikte Cumhurbaşkanı bütün yürütme yetki ve
görevini elinde toplamış, parti genel başkanlığı yapabilecek, yasama ve
yargıya müdahale edebilecek duruma gelmiştir. Değişiklikten önce başbakan
ve bakanların kullanabildiği yetkilerin kat kat üstünde yetki
kullanabilmektedir, ama sorumluluğu onlardan daha hafiftir. Karşılaştırma
yapılacaksa hükümet üyelerinin değişiklikten önceki sorumluluğuyla
karşılaştırma yapılmalıdır83.

80 Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı, s.23.


81 Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne
Getiriyor?, s.3-4.
82 Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne

Getiriyor?, s.4.
83 Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne

Getiriyor?, s.5.

156 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

CHP’ye göre, değişiklikten önce başbakan ve bakanların işledikleri


iddia edilen suçlar nedeniyle Meclisin 55 milletvekilinin (%10 imza) imzası
ile soruşturma açılması istenebiliyor, basit çoğunlukla (139 bile olabilir)
meclis soruşturması açılmasına karar verilebiliyor ve 276 oyla (salt çoğunluk)
da Yüce Divana sevk edilebiliyordu. Değişiklikle birlikte, çok daha fazla yetki
verilen Cumhurbaşkanının sorumluluğunu sağlamak ve denetlemek nerdeyse
imkânsız hale getirilmiştir. Yüce Divana sevk için sırasıyla 301, 360, 400
milletvekilinin oy vermesine ihtiyaç vardır. Parti genel başkanı sıfatıyla
Meclis grubunu da kontrol eden Cumhurbaşkanını Yüce Divana sevk için bu
oyları bulmak neredeyse imkansızdır84.
CHP’ye göre, Bakanlar da işledikleri suçlar nedeniyle neredeyse
yargılanamaz hale getirilmişlerdir. Değişiklikten önce bakanların işledikleri
iddia edilen suçlar nedeniyle Meclisin 55 milletvekilinin (%10 imza) isteği ile
soruşturma açılması istenebiliyor, basit çoğunlukla (139 bile olabilir) meclis
soruşturması açılmasına karar verilebiliyor ve 276 oyla (salt çoğunluk) da
Yüce Divana sevk edilebiliyordu. Getirilen sistemde ise Anayasanın
değiştirilen 106. maddesinin yeni şekline göre, aynı Cumhurbaşkanı gibi
Yüce Divana sevk için sırasıyla 301, 360, 400 milletvekilinin oy vermesine
ihtiyaç vardır85.
CHP’nin görüşüne göre, 2017 değişiklikleri ile birlikte, yürütme
üzerinde hiçbir etkili denetim imkanı kalmamıştır86.
D. Saadet Partisi’nin Görüşü
Meclis soruşturmasına ilişkin 2017 Anayasa değişikliklerine karşı
çıkan Saadet Partisi(SP)’nin görüşüne göre, değişiklik ile birlikte suç işlediği
iddia edilen bakanlarla ilgili Meclis soruşturması açılması zorlaştırılmıştır.
Değişiklik ile birlikte, suçlanan Cumhurbaşkanı yardımcıları ve Bakanlar
hakkında Meclis’in salt çoğunluğu ile (301 milletvekili) soruşturma önergesi
verilebilmektedir. Cumhurbaşkanı yardımcıları veya bakanlara dair
soruşturma önergesinin gündeme alınabilmesi için Meclisin 3/5’inin (360
milletvekili) oyu gerekmektedir. Suç işlediği iddia edilen Cumhurbaşkanı

84 Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne


Getiriyor?, s.5.
85 Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne

Getiriyor?, s.6.
86 Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne

Getiriyor?, s.12.
157
Oğuzcan KUTKAN

yardımcıları ve bakanlar ancak 400 milletvekilinin oyu ile Yüce Divan’a


gönderilebilmektedir87.
Saadet Partisi’ne göre, 2017 Anayasa değişiklikleri ile birlikte Meclis’e
bazı denetleme imkanları verilmiş olsa da bu imkanlar yetersiz ve kısıtlıdır.
Meclis’in hükümeti denetim imkanı zayıf tutulmuştur88.
SONUÇ
Anayasanın meclis soruşturmasına ilişkin 2017 değişikliklerinin henüz
yürürlüğe girmediği, mevcut şeklinden eski başbakan ve bakanlar hakkında
meclis soruşturması yürütülebileceği anlamı çıkarılamamaktadır. Bu yüzden
eski başbakan ve bakanlar hakkında meclis soruşturması yürütülebileceğini
öngören TBMM İç Tüzüğünün 107. maddesi mevcut Anayasal
düzenlemeye aykırıdır. Meclis soruşturmasına ilişkin 2017 Anayasa
değişiklikleri yürürlüğe girinceye kadar eski başbakan ve bakanlar hakkında
meclis soruşturması yürütülememesi gerekir.
Anayasanın halen yürürlükte bulunan hükümlerine göre ve meclis
soruşturmasına ilişkin 2017 değişikliklerine göre meclis soruşturmasının
yargı mercileri tarafından değil de milletvekilleri tarafından yürütülmesi
yerindedir. Çünkü yargı mercileri, soruşturma yürütürken siyasi baskı altında
kalabilir. Bu durum meclis soruşturması usulünün amacına ulaşmasını
engelleyecektir.
2017 Anayasa değişiklikleri ile meclis soruşturmasına ilişkin, tartışma
konusu olan, önemli değişiklikler yapılmıştır. Bu değişiklikler birlikte yapılan
TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanının
göreve başladığı tarihte yürürlüğe girecektir.
2017 Anayasa değişiklikleri ile Başbakanlık makamı kaldırılıp
Cumhurbaşkanı yardımcılığı makamı kurulduğu için, değişikliklerin
yürürlüğe girmesinin ardından, hakkında meclis soruşturması yürütülebilecek
kişiler arasından Başbakanın yerini Cumhurbaşkanı yardımcıları alacaktır.
2017 değişikliği ile birlikte hakkında meclis soruşturması açılabilecek kişiler
arasına Cumhurbaşkanı da eklenmiştir. Ayrıca 2017 Anayasa değişiklikleri
ile birlikte; eski Cumhurbaşkanları, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar
hakkında da meclis soruşturması yürütülebileceği açıkça öngörülmüştür.
2017 Anayasa değişiklikleri ile birlikte, soruşturma işlemleri için
gerekli meclis çoğunluklarında değişiklikler yapılmıştır. Değişiklikten önce
meclis soruşturması önergesi verilebilmesi için meclis üye tam sayısının en az

87 Saadet Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne Getiriyor, Ne


Götürüyor?, s.15-16.
88 Saadet Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne Getiriyor, Ne

Götürüyor?, s.20.

158 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

onda birinin oyu gerekiyordu. Değişiklikle birlikte bu sayı, meclis üye tam
sayısının salt çoğunluğuna çıkarılmıştır. Değişiklikten önce, önerge verilen
kişi hakkında genel kurulda meclis soruşturması açılmasına karar verilmesi
için oylamaya katılan milletvekillerinin yarısından bir fazlasının oyu gerekli
idi. Ancak her halde soruşturma açılması yönünde oy veren
milletvekillerinin, meclis üye tam sayısının dörtte birini oluşturması
gerekiyordu. Değişiklikle birlikte, soruşturma açılmasına karar verilebilmesi
için meclis üye tam sayısının en az beşte üçünün oyu gerekecektir.
Değişiklikten önce, hakkında meclis soruşturması yürütülen kişinin, meclis
genel kurulu tarafından Yüce Divana sevk edilmesi için meclis üye tam
sayısının yarısından bir fazlasının oyu gerekli idi. Değişiklikle birlikte bu sayı,
meclis üye tam sayısının üçte ikisine çıkarılmıştır.
2017 Anayasa değişiklikleri ile birlikte meclis soruşturmasına ilişkin
olarak yapılan diğer değişiklik, meclis soruşturması yolu ile yapılan denetimin
niteliği ile ilgilidir. Değişiklikten önce, yargılanmak üzere Yüce Divana sevk
edilen bir bakanın bakanlık görevi sona eriyordu. Eğer başbakan Yüce
Divana sevk edilirse, hükümet istifa etmiş sayılıyordu. Değişikliklerin
yürürlüğe girmesi ile birlikte, yargılanmak üzere Yüce Divana sevk edilen
kişinin görevi sona ermeyecektir. Bir Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı
yardımcısı veya bakanın görevi, Yüce Divana sevk edilmesiyle değil; Yüce
Divanda, seçilmeye engel bir suçtan dolayı mahkum edilmesi durumunda
sona erecektir.
2017 Anayasa değişiklikleri ile birlikte meclis soruşturmasına ilişkin
olarak yapılan bir diğer değişiklik, meclis soruşturma komisyonunun çalışma
süresi ile ilgilidir. Değişiklikten önce komisyona çalışmalarını tamamlaması
için 2 ay süre veriliyor, eğer bu süre içinde çalışmalarını tamamlayamazsa 2
ay daha ek süre veriliyordu. Değişiklikle birlikte bu 2 aylık ek süre 1 aya
indirilmiştir.
2017 Anayasa değişiklikleri ile birlikte meclis soruşturmasına ilişkin
olarak yapılan bir başka değişiklik, Yüce Divan yargılaması süresi ile ilgilidir.
Değişiklikten önce, soruşturulan kişinin yargılanmak üzere Yüce Divana sevk
edilmesi durumunda, Yüce Divan yargılamasının tamamlanması için
Anayasada bir süre sınırı öngörülmüyordu. Değişiklik ile birlikte Yüce Divan
yargılamasının 3 ay içinde tamamlanması öngörülmüştür. Eğer Yüce Divan
yargılaması bu süre içinde tamamlanamazsa bir kereye mahsus 3 aylık ek süre
verilecek ve bu süre içinde yargılama tamamlanacaktır.
Son olarak, 2017 Anayasa değişiklikleri ile birlikte, meclis
soruşturması ile ilgili olarak parti gruplarında görüşme yapma ve karar alma
yasağı kaldırılmıştır. Değişikliklerin yürürlüğe girmesi ile birlikte, meclis

159
Oğuzcan KUTKAN

soruşturması ile ilgili olarak parti gruplarında görüşme yapılabilecek ve karar


alınabilecektir.
KAYANAKÇA
Arslan, Kahan Onur: Türk Parlamento Hukuku, Ankara, Adalet
Yayınevi,2014.
Atar, Yavuz: Türk Anayasa Hukuku, 9.Baskı, Konya, Mimoza Yayınları,
2014.
Bakırcı, Fahri: TBMM’nin Çalışma Yöntemi, Ankara, İmge Yayınevi, 2000.
Feyzioğlu, Metin: Meclis Soruşturması, 2.Baskı, Ankara, Savaş Yayınevi,
2006.
Gören, Zafer: Anayasa Hukuku, Ankara, Yetkin Basımevi, 2011.
Gözler, Kemal: Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları,
2000.
Gözler, Kemal: Elveda Anayasa: 16 Nisan 2017’de Oylayacağımız Anayasa
Değişikliği Hakkında Eleştiriler, 2.Baskı, Bursa, Ekin Kitabevi
Yayınları, 2017.
Gözübüyük, Şeref: Anayasa Hukuku, 19.Baskı, Ankara, Turhan Kitabevi,
2013.
Has, Volkan: Türk Parlamento Hukukunun Kaynakları ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin Çalışma Düzeni, Ankara, Adalet Yayınevi, 2009.
İba, Şeref: Parlamento Hukuku, 4.Baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2010.
İba, Şeref: “Türk Parlamento Hukuku Açısından Son Anayasa
Değişiklikleri”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:
51, Sayı: 1, 2002, s.79-95.
Keskinsoy, Ömer: Cumhurbaşkanının Sorumluluğu, Ankara, Savaş Yayınevi,
2012.
Kılıçoğlu, M.Sinan: “1982 Anayasasına Göre Meclis Soruşturması”, T.C.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku
Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi, 1998.
Özçelik, Selçuk: Anayasa Hukuku Dersleri 2.Cilt: Türkiye'nin Siyasi Rejimi
ve Müesseseleri, İstanbul, Filiz Kitabevi, 1983.
Özbudun, Ergun: Türk Anayasa Hukuku, 15.Baskı, Ankara, Yetkin
Yayınları, 2014.

160 Türk Anayasa Hukukunun Güncel Sorunları


Türk Anayasa Hukukunda Meclis Soruşturması ve 2017 Anayasa Değişiklikleri

Özer, M. Akif: “TBMM’ce Uygulanan Parlamento Denetimi”, Amme


İdaresi Dergisi, Cilt:33, Sayı: 2, 2000, s.35-55.
Sabuncu, Yavuz: Anayasaya Giriş, 16.Baskı, Ankara, İmaj Yayıncılık, 2014.
Şahin, Ali Oğuz: Başbakan ve Bakanların Görevleriyle İlgili Cezai
Sorumlulukları, Ankara, Palme Yayınları, 1999.
Tanör, Bülent; Yüzbaşıoğlu, Necmi: 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa
Hukuku, 16.Baskı, İstanbul, Beta Yayınları, 2016.
Tunç, Hasan: “Hükümetin Siyasi ve Hukuki Denetiminde Meclis
Soruşturması”, TBMM Parlamenter Denetim Sempozyumu, Ankara,
07.05.2012.
Tunç, Hasan; Bilir, Faruk; Yavuz, Bülent: Türk Anayasa Hukuku, 6.Baskı,
Ankara, Adalet Yayınevi, 2015.
Tülen, Hikmet: Türk Anayasa Hukukunda Bakanların Cezai Sorumluluğu
ve Meclis Soruşturması, Konya, Mimoza Yayıncılık, 1999.
Tülen, Hikmet: “Meclis Soruşturması Uygulamaları Üzerine Bazı Gözlem ve
Değerlendirmeler”, Ankara Üniversitesi Erzincan Hukuk Fakültesi
Dergisi, Cilt:2, Sayı:1, 1998, s.21-40.
Uslu, Ferhat: Türk Anayasa Hukuku, Ankara, Adalet Yayınevi, 2017.
Yüzbaşıoğlu, Necmi: “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Görev ve Yetkileri
ile Meclis Soruşturmasına İlişkin 2001’de yapılan Anayasa
Değişiklikleri”, Türkiye Büyük Millet Meclisi Anayasa Hukuku 1.
Uluslararası Sempozyumu, Ankara, TBMM Başkanlığı Yayınları No.
1, 2003.
Adalet ve Kalkınma Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Cumhurbaşkanlığı
Hükümet Sistemi
Cumhuriyet Halk Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği
Ne Getiriyor?
Milliyetçi Hareket Partisi 2017 Referandum Kitapçığı
Saadet Partisi 2017 Referandum Kitapçığı: Anayasa Değişikliği Ne
Getiriyor, Ne Götürüyor?

161
ISBN
978-605-82738-9-4

www.pesa.org.tr

You might also like