Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 8

Atatürk İlke ve İnkılâpları

Atatürk İlkeleri
 
Cumhuriyetçilik:  Cumhuriyet; egemenliğin halkta olduğu devlet yönetimi demektir.
Cumhuriyet, demokrasinin bir uygulama şekli olup, halkın kendi kendini yöneterek,
yönetimde söz sahibi olduğu rejim demektir. Cumhuriyetçilik ise devlet yönetiminde
cumhuriyetin bulunması demektir. Arapçada halk demek olan “cumhur” kelimesinden
gelir. Bu bakımdan, halk ve yönetim kelimelerinin bir araya geldiği “demos” ve “kratos”,
yani demokrasi sözcüğünün eş anlamlısı kabul edilebilir.
Atatürk, Cumhuriyet için; “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare”
ifadesini kullanmıştır.
Cumhuriyet yönetimi 1923 yılından itibaren anayasaya eklenmiştir ve anayasanın birinci
maddesidir. Anayasanın ikinci maddesinde de cumhuriyetin nitelikleri belirtilmiştir. Buna
göre, Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.
Atatürk demokratik cumhuriyeti benimsemiştir. Bununla ilgili olarak “Demokrasinin tam
ve en belirgin şekli cumhuriyettir” demiştir. Aynı zamanda Atatürk, cumhuriyeti Türk
gençliğine emanet ederek ülkenin sürekli yenileşme ve çağdaşlaşma içinde olmasına
çalışmıştır.

 “Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare cumhuriyet idaresidir.”


(1924)
 “Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi
kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilatı ve hükûmetidir ki, onun ismi
Cumhuriyet’tir. Artık hükûmet ile millet arasında mazideki ayrılık kalmamıştır.
Hükûmet millettir, millet hükûmettir. Artık hükûmet ve hükûmet mensupları,
kendilerinin milletten ayrı olmadıkları ve milletin efendi olduğunu tamamen
anlamışlardır.” (1925)
 “Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet
fazilettir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.” (1925)
 “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti
ilelebet payidar kalacaktır.” (1926)
  “Millî azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli Cumhuriyetin bugünkü ve yarınki
neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır” (1927)
 “Cumhuriyet’in iç siyaseti vatandaşın yaşayışını hiçbir etki, baskı ve sataşmanın
tesirinde bırakmaksızın sağlamaktır.” (1929)
 “Yolunda çalıştığımız büyük kutsal ideali halkın kalbinde bir fikir hâlinden bir his
hâline getirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, madde madde
açıklamak lazımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Onlara
cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı
kaçırmayınız.” (1930)
 “Demokrasi prensibinin, en modern ve mantıki uygulanmasını sağlayan hükûmet
şekli, cumhuriyettir.” (1930)
 “Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. Biz
Cumhuriyet’i kurduk; o, on yaşını doldururken demokrasinin bütün icaplarını sırası
geldikçe uygulamaya koymalıdır.” (1933)
 “Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini emin ve sağlam bir istikbal
yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla,
büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur.” (1936)

 
Milliyetçilik: Atatürk’e göre millet; geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan,
gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında
dil, kültür ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur. Atatürk ve Türk ulusu sayesinde
Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ve bu sayede milliyetçilik ilkesi de ortaya koyulmuştur.
Atatürk’ün tanımladığı milliyetçilik, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin, ulus tanımını dil,
kültür ve siyasi birliktelik değerlerine dayandıran milliyetperverlik anlayışıdır.

 “Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım,


Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da
harp meydanlarında olmuştur, ateş altında olmuştur, ölüm karşısında olmuştur.
Yemin ederek size temin ederim ki bizim milletimizin manevi kuvveti bütün milletlerin
manevi kuvvetinin üstündedir.” (1920)
 “Millî hedefler, millî irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün milletin
arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir.” (1923)
 “Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve
milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle
gösterelim; bilelim ki millî benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır”
(1923)
 “Gerektiğinde vatan için tek bir kişi gibi tek vücut olmuş azim ve karar ile çalışmasını
bilen bir millet, elbette büyük geleceğe layık ve aday olan bir millettir.”(1927)
 “Ortak millî fikrin, ahlakın, duygunun, heyecanın, hatıra ve geleneklerin kişilerde
meydana gelmesini ve kökleşmesini sağlayan ortak geçmişin, birlikte yapılmış
tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin milletlerin
meydana gelmesinde en önemli etkenler olduğunu kaydettikten sonra, millet
hakkında, ikinci derece unsurları dikkate almayarak, mümkün olduğu kadar her
millete uyabilecek bir tanımı ele alalım. Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan,
beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan, sahip bulunan
mirasın korunmasına beraber devam etmek hususunda iradeleri ortak olan
insanların birleşmesinden meydana gelen topluma millet adı verilir. Bu tanım
incelenirse, bir milleti oluşturan insanların ilişkilerindeki kıymet, kuvvet ve vicdan
hürriyetiyle, insancıl duyguya gösterilen saygı kendiliğinden anlaşılır. Gerçekte
geçmişten kalan ortak zafer ve ümitsizlik mirası, gelecekte gerçekleştirilecek aynı
program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak, bunlar
elbette bugünün medeni zihniyetinde diğer her türlü şartın üstünde anlam ve kapsam
kazanır. Bir millet meydana geldikten sonra, kişilerin devlet hayatında, ekonomik ve
fikirsel hayatta ortak çalışması sayesinde meydana gelen millî kültürde şüphesiz her
milletin her ferdinin çalışma payı, katkısı, hakkı vardır. Buna göre aynı kültüre sahip
olan insanlardan oluşan topluma millet denir, dersek milletin en kısa tanımını yapmış
oluruz. ”(1929)
 “Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde,
bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk
toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kişiliğini korumaktır.” (1930)
 “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep
aynı ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” (1932)
 “Ne mutlu Türk’üm diyene” (1933)
 “Bir yurdun en değerli varlığı yurttaşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık
duygusu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur.”(1935)
 “Türk, Övün, Çalış, Güven” (1935)

 
Halkçılık:  Halkçılık ilkesi, ulusal egemenliği ön planda tutar ve demokrasiyi benimser.
Devlet, vatandaşın refah ve mutluluğunu amaçlar. Vatandaşlar arasında iş bölümü ve
dayanışmayı öngörür. Ulusun devlet hizmetlerinden eşit bir şekilde yararlanmasını sağlar.
Atatürk’ün halkçılık ilkesinden anlaşılan; toplumda hiçbir kimseye, zümreye ya da
herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır. Herkes kanun önünde eşittir. Halkçılık
ilkesine göre; hiçbir kimse başkalarına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan
üstünlük sağlayamaz.
Halkçılık Mustafa Kemal tarafından şu şekilde tanımlanmıştır: “Bizim için insanlar yasa
önünde tamamen eşit muamele görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım
yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal
yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz.”
Kadın-erkek eşitliği konusunda gerekli önlemlerin alınmış olması; öğretim birliğinin
gerçekleştirilmiş olması; her yurttaşın öğrenebileceği yeni bir Türk alfabesinin
hazırlanması ve her yurttaşın devlet organları önünde eşit muamele görmesi konusunda
alınan önlemler halkçılık ilkesini destekler niteliktedir.

 “Kurtulmak ve yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Bundan
dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı
kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatı çalışmaktan uzak geçirmek isteyen
insanların bizim toplumumuz içinde yeri yoktur, hakkı yoktur. O hâlde halkçılık,
toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemimidir.”
(1921)
 “Bizim hükûmet şeklimiz tam bir demokrat hükûmettir. Ve lisanımızda bu hükûmet,
halk hükûmeti olarak ifade edilir.” (1922)
 “Bunu bir kelime ile ifade etmek lazım gelirse, diyebilirim ki, yeni Türkiye Devleti bir
halk devletidir, halkın devletidir.” (1923)
 “Bizim milletimiz birbirinden çok farklı menfaatleri takip edecek ve bu itibarla
birbiriyle mücadele hâlinde bulunagelen çeşitli sınıflara sahip değildir. Mevcut
sınıflar, birbirlerine ihtiyaç duyan ve kendilerine ihtiyaç duyulan mahiyettedir.” (1923)
 “Biz memleket halkı, kişi ve çeşitli sınıf mensuplarının birbirlerine yardımlarını aynı
kıymet ve nitelikte görüyoruz. Hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitlik
duygusu ile karşılanmasına çalışmak isteriz. Bu şeklin, milletin genel refahı, devlet
bünyesinin sağlamlaştırılması için daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Bizim
düşüncemizde; çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısacası
herhangi bir sosyal müessesede çalışan bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti
eşittir. Devlete, bu anlayış ile azami yardımcı olmak ve milletin güvenci ve iradesini
yerinde sarf edebilmek, bizce, bizim anladığımız anlamda halk hükûmeti idaresi ile
mümkündür.” (1929)
 “Halk ile konuştuğunuz vakit yüksek sesle söylemeyi unutmayınız; yüksek ses, imanın
ifadesi olduğu vakit etki yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ideali
halkın kalbinde bir fikir hâlinden bir his hâline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne
olduğunu halka anlatmak özellikle sizin vazifenizdir. Birtakım kelimeler vardır ki sık
sık kullanıldığı hâlde, hatta aydınlarımız arasında, onu tamamıyla anlayan çok
değildir. Halkçılığın ne olduğunu, esaslarını neden ibaret bulunduğunu, halkçıların
halka karşı ne gibi vazifeler yüklenmek mecburiyetinde kalacaklarını madde madde
açıklamak lazımdır. (1930)
 “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat kişisel ve
sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak
görmek esas prensibimizdir.” (1931)
 “Millî servetin dağıtımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha
yüksek refaha ulaşması millî birliğin muhafazası için şarttır.” (1931)

 
Devletçilik, Mustafa Kemal Atatürk’ün 6 temel ilkesinden biridir. Ülkenin genel ekonomik
faaliyetlerinin düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği veya yetersiz kaldığı ya da
ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara girmesini öngörür. Atatürk’ün devletçilik ilkesi;
Türk toplumunun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan
ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılması’dır. Devletçilik ilkesine göre, devlet
ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik teşebbüsler
sadece devlet tarafından yapılmayacak, özel teşebbüslere izin verilecek fakat hiçbir özel
teşebbüs devlet kontrolünden ve teftişinden çıkamayacak.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ”ulusal ekonomiyi, sağlam temeller üzerine oturtma amacına
yönelik olarak ve İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz. Toplumsal ve
siyasi felaketten yakasını kurtaramaz.” felsefesine dayalı olarak Atatürk İlkeleri arasında
yerini almış olan ilkedir.
Atatürk bu ilkenin amacını “Bizim güttüğümüz “devletçilik” bireysel çalışma ve etkinliği esas
tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa
eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik
alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir.” diyerek açıklamaktadır.

 “Milletin kurduğu devletin ve hükûmet teşkilatının, vatandaşlara karşı yükümlü


olduğu vazifeleri ve yetkileri vardır. Bu vazifelerin nitelikleri incelenirse, şöyle bir sıra
yapılabilir: Memleket içinde, güvenliği ve adaleti sağlayarak ve devam ettirerek
vatandaşların her çeşit hürriyetini güven altında bulundurmak. Dış siyaset ve diğer
milletlerle olan ilişkileri iyi idare ederek ve her çeşit savunma kuvvetlerini, daima
hazır tutarak milletin bağımsızlığını güven altında bulundurmak. Bu iki çeşit vazife,
devletin en önemli vazifelerindendir. Denilebilir ki devlet kurulmasından amaç, bu iki
vazifenin yapılmasını sağlamaktır. Çünkü bu vazifeler, vatandaşların kişi olarak
yapamayacakları işlerdir. Hatta, vatandaşların bu vazifelerin bir bölümünü bile
yapmaya çalışmaları uygun değildir. ” (1929)
 “Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Geçmişten kendine miras kalan bütün hayati çok
önemli işler, zamanın gerektirdiklerini doyurucu derecede değildir. Siyasi ve fikrî
hayatta olduğu gibi ekonomik işlerde de kişilerin teşebbüslerinin neticesini beklemek
doğru olmaz. Önemli ve büyük işleri, ancak millî servetin ve devletin bütün teşkilat ve
gücüne dayanarak; millî egemenliğin sağlanmasını, uygulanmasını düzenlemekle
vazifeli hükûmetin, mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih
olunmalıdır.” (1929)
 “Memlekette her çeşit üretimin artırılması için, özel teşebbüsün devletçe gerekli
görüldüğünü önemle vurguladıktan sonra, diyebiliriz ki “Devlet ve özel teşebbüs
birbirine karşı değil, birbirinin tamamlayıcısıdır.” (1929)
 “Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber
mutedil (ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz
durumlara, şartlara ve zorluklara uygun olur” (1929)
 “Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi XIX. asırdan beri sosyalizm
teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem
değildir. Bu Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir.
Devletçiliğin anlamı bizce şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini
esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve
çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline
almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanına asırlardan beri kişisel ve özel
teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir
zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden
başka bir yoldur.” (1936)

 
Laiklik: Devletin vatandaşlarıyla olan ilişkilerinde inançlara göre ayrım yapmaması ve
ayrıca, herhangi bir inancın, özellikle de bir toplumda egemen olan inancın, aynı toplumda
azınlıkların benimsediği inançlara baskı yapmasını önlemesi demektir. Diğer bir
tanımlamayla da devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin
dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir ki devlet düzeninin, eğitim
kurumlarının ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasını amaçlar.
Ayrıca, din işlerini kişinin vicdanına bırakarak bireyin din özgürlüğünü koruyabilmesini
sağlar.
Laikliğe göre, insan yaşamında ibadetin dışında her türlü tasarruf, dine (kutsal kitaba) göre
değil, anayasaya, yasalara ve kurallara göre yapılır. Din, kişinin özel yaşamının bir
parçasıdır. Laiklik ise din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır.
Mustafa Kemal 1924 yılında yaptığı bir konuşmada “Dünya yüzündeki her şey için, maddi ve
manevi her şey için, yaşam için ve başarı için en doğru yol gösterici bilimdir, tekniktir. Bilimin
ve tekniğin dışında yol gösterici aramak, düşüncesizliktir, bilgisizliktir, yanlıştır.” demiştir.
Laiklik, devletçilik dışındaki diğer ilkelerin hepsinin de ön koşulları içinde yer alır:
Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü de
olamaz. Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve
çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışması bile genellikle
yapılamaz. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü bir din devletinde halkın istekleri değil, dinsel
“seçkin”lerin düşünceleri önemlidir. Atatürk, laiklik anlayışını, kendi el yazısı ile kaleme
aldığı “Medeni Bilgiler” kitabında, sadece din ve devlet işlerinin değil, dinin de siyasetten
ayrılması ve yasaların dine göre değil, toplumun gereksinmelerine göre yapılması
ilkelerine bağlamaktadır.
Türkiye’de laikleşme aşamaları şunlardır:

1. Saltanatın kaldırılması (1922)


2. Halifeliğin kaldırılması (1924)
3. Tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925)
4. “Devletin dini İslam’dır” ibaresinin anayasadan çıkarılması (1928)

 “İslam dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile bir siyaset vasıtası mevkiinden
uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahî
inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat
ve ihtiraslara görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir
an evvel ve kesin şekilde kurtarmak, milletin dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği
bir zarurettir.” (1924)
 “Türkiye Cumhuriyeti’nde, herkes Allah’a, istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dinsel
düşüncelerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türk Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur.
Türkiye’de, bir kimsenin düşüncesini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak
kimse yoktur ve buna izin verilemez.” (1930)
 “Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların
vicdan, ibadet ve din özgürlüğü demektir.” (1930)
 “Türk milleti, halk idaresi olan Cumhuriyet ile idare olunur bir devlettir. Türk devleti
laiktir. Her reşit dinini seçmekte serbesttir.” (1930)
 “Türkiye Cumhuriyeti’nde her reşit dinini seçmekte hür olduğu gibi bu dinin merasimi
de serbesttir, yani ayin hürriyeti korunmuştur. Tabiatıyla ayinler, asayiş ve umumi
adaba mugayir olamaz; siyasi nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş
olan bu gibi hâllere, artık Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez.” (1930)
 “Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiç kimse hiç bir kimseyi, ne bir
din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika
aleti olamaz.” (1930)
 “Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Devlet idaresinde bütün kanunlar,
nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına
göre yapılır ve tatbik edilir. Din telakkisi vicdani olduğundan, Cumhuriyet, din
fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş
ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet etkeni görür.” (1930)

 
İnkılapçılık (Devrimcilik):   Türk ulusunun çağdaşlaşması yolunda yapılan Atatürk
devrimlerinin benimsenmesi, geliştirilmesi ve her türlü tehlikelere karşı korunmasıdır.
Bu ilke, seçkinciliği açıkça yansıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik
yöntemlere büyük önem veren Türk milliyetçisi bir devrimcilik anlayışıdır. Kemalist
Devrimcilik anlayışının iki yanı bulunur. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş
kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymakla
ilgilidir.Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak
yeniliklere, değişimlere açıklık biçiminde anlatmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını devrimcilik ilkesinin bir
gereği sayıyordu. Ama onun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların
değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin
bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Atatürkçülüğün kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin
dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de
değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm’in Devrimcilik ilkesi,
aynı zamanda bir “Sürekli Devrimcilik” anlayışını da yansıtmaktadır. En ilerici kurumlar
bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde
değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in
sürekli devrimcilik anlayışının temel sebebi budur.

 “Vatan artık bayındır hale getirilmek istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve bilgi,
yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor! Şeref, namus, bağımsızlık, öz varlık,
vatanın bu isteklerini tam olarak ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir
şekilde çalışma emreder” (1924)
 “İnkılabın hedefini kavramış olanlar daima onu koruyabilecek güçte olacaklardır.”
(1925)
 “Gerçek inkılapçılar onlardır ki, yükselme ve yenilenme inkılabına yöneltmek
istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime ulaşmayı bilirler. Bu
vesileyle şunu da açıklamalıyım ki Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların,
yaptığı siyasal ve sosyal inkılapların gerçek sahibi kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu
yetenek ve olgunluk var olmasaydı onu ortaya çıkarmaya hiçbir kuvvet yeterli
olamazdı. Herhangi bir gelişme seviyesinde bulunan bir insan kitlesini, bulunduğu
durumdan kaldırılıp damdan düşer gibi herhangi bir olgunluk derecesine
ulaştırmanın imkânsızlığını, elbette açıklamaya gerek yoktur.” (1925)
 “Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye
Cumhuriyeti halkını tamamen yeni ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir sosyal
toplum hâline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur” (1925)
 “İnkılap, mevcut müesseseleri zorla değiştirmek demektir. Türk milletini son asırlarda
geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni
icaplarına göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymuş olmaktır.” (1933)
 “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… yıllarca
süren savaş… ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni
toplum ve bunları başarmak için arasız inkılaplar… İşte Türk genel inkılabının bir
kısa ifadesi…” (1935)
 “İstiklal Savaşı ve Türk İnkılabı, her hamlesinde ve her safhasında, milletimizin
yüksek siyasi ve medeni karakteriyle memleket işlerindeki şuurlu birliğine dayanarak
muvaffak olmuştur.” (1938) 

You might also like