Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 81

Alenka Zupancic

Neden Psikanaliz?
Üç Müdahale
1966 Slovenya doğumlu felsefeci ve sosyal teorisyen. La­
can etkisinin hakim olduğu Ljubljana Psikanaliz Ekolü'nün
kurucularından. Yapıtlarında Mladen Dolar ve Slavoj 2izek
gibi Slovenyalı Lacancı düşünürlerin etkisi büyük ölçüde his­
sediliyor; Kant, Hegel, Bergson gibi klasik felsefecilerin me­
todolojilerinden yararlanıyor. Esasen bir Nietzsche araştır­
macısı olarak tanınıyor; Nietzsche ve Lacan'ın eserlerinden
yola çıkarak, psikanaliz ile felsefe arasındaki alanda kalan
kavramları keşfe çıkıyor. Başlıca yapıtları: Gerçegin Etigi:
Kant ve Lacan (Epos, 2010), En Kısa Gölge: Nietzsche'nin
"iki" Felsefesi (Encore, 2005) ve The Odd One in: On Co­
medy (2008; Metis yayın programında).
Metis Yayınları
ipek Sokak 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com

Neden Psikanaliz?
Üç Müdahale
Alenka Zupanfif
lngilizce Basımı:
Why Psychoanalysis?
T hree lnterventions
NSU Press, 2008
© Alenka Zupanfif, 2008
Türkçe Yayım Hakları© Metis Yayınları, 2010
Çeviri Eser© Barış Engin Aksoy, 2010

Birinci Basım: Şubat 2011

Yayıma Hazırlayan: Özge Çelik


Kapak Tasarımı: Emine Bora
Kapak Resmi: Max Ernst, 1934 tarihli
"une semaine de bonte" serisinden, Oidipus gravürü.

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yayfacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203
Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003

ISBN-13: 978-975-342-802-6
Alenka Zupancic

Neden Psikanaliz?
ÜÇ MÜDAHALE

Çeviren:
Barış Engin Aksoy

�metis
İçindekiler

Giriş 9

BİRİNCİ MÜDAHALE
Cinsellik ve Ontoloji 15

İKİNCİ MÜDAHALE
Özgürlük ve Neden 37

ÜÇÜNCÜ MÜDAHALE
Komedi ve Tekinsiz 63
Giriş

PS İ KANALİZ, Freud tarafından kurulduğu tarihten bu yana, kendi


sahasına iyice yerleşti - ya da öyle görünüyor. Ama daha yakın­
dan baktığımızda, bu durum biraz kuşkulu hale geliyor. Bunun
kendi başına epey ilginç, temel bir nedeni var: Ne kadar yakından
bakılırsa, psikanalizin sahasının tam olarak ne olduğu da bir o ka­
dar belirsizleşiyor. Mesela psikanaliz ilk ortaya çıkışından itiba­
ren, kapsamının daha çok doğa bilimleri alanında mı yoksa felse­
fe ve kültür bilimleri alanında mı kaldığı sorusu üzerine tartışma­
larla kuşatılmıştır. Freud aynı anda iki tarafın da saldırısına maruz
kalmıştır sık sık: Kimileri "biyolojizm"ine ve "bilimciliği"ne, ki­
mileriyse "kültürel göreciliği"ne ve klinik koşulların epey ötesine
uzanan spekülasyonlarına itiraz etmiştir. Bu tartışma bitmiş, me­
sele çözüme kavuşturulmuş da değildir. Ne var ki, bu eleştirilerin
tikel kavramsal sorunlarla ne ilgisi olduğunu bir yana bırakıp,
Freud'un keşfinin başlıca boyutlarından birinin tam da fiziksel ve
zihinsel diye tanımlanan bu iki alanın örtüşmesi olduğu gerçeğini
gözden kaçırmamak gerekir. Psikanalizin nesnesini genel .ve an­
lamlı bir şekilde tarif etmenin bir yolu varsa, tam da şu olabilir:
Psikanalizin nesnesi iki alanın örtüştüğü bölgedir; yani, biyolojik
ya da bedensel olanın halihazırda zih�nsel ve kültürel olduğu, ay­
nı zamanda kültürün tam da çözüme kavuşturmaya çalıştığı (ama
bunu yaparken yeni açmazlar yarattığı) bedensel işlevlerin aç­
mazlarından doğduğu yerdir. Başka bir deyişle-en önemli nok­
ta da burası belki- söz konusu örtüşme zaten tesis edilmiş iki
kendiliğin ("beden" ve "zihin") örtüşmesinden ibaret değildir, ay-
10 NEDEN PSİKANALİZ?

nı zamanda içinde örtüşen iki tarafı doğuran da bir kesişmedir.


Freud kültürün ve zihnin insan bedenlerini ne ölçüde etkileyebil­
diğini, hatta çarpıtıp fiziksel değişime uğratabildiğini çabucak gör­
müştür; ama aynı zamanda, belki daha önemlisi, il).san bedeninde
bunu mümkün kılan bir şey olması gerektiğini de görmüştür. Bu
şey, doğuştan gelen bir kültür ve maneviyat eğilimi ya da beden­
lerimizde depolanan bir zihin mikrobu veya ruh değildir; daha zi­
yade, her nasılsa üretken olduğu anlaşılan biyolojik bir arızaya
benzer.
Psikanalize uygun sahanın tam olarak ne olduğu meselesi, bu
temel hususları aşar; psikanalizin çoğu zaman farklı bir dizi saha
ya da "disiplin"e (felsefe, din ve sanat kadar, bilimin farklı dalla­
rına da) sokularak "her yere el atmış" gibi görünmesiyle de ilgili­
dir. Bu yüzden psikanalize en sık yöneltilen itirazlardan biri ş �y­
le özetlenebilir: Kendi sahasına baksa ya! Yani : Kendi tımarıyla
ilgilense ya! - toplumsal açıdan tanındığı.oranda kendisine tah­
sis edilen kesimle ! Ya da: Kliniğin, tedavi pratiğinin sınırlarına
bağlı kalsa ya! Bu son itiraz, psikanalizin tımarı sayılan tedavi
pratiğiyle sınırlı kalmayı inatla reddetmiş olan Jacques Lacan söz
konusu olduğunda bilhassa yaygındır. Psikanalizin Etiği üzerine
seminerinde ifade ettiği gibi, Lacan bu tür bir buyruğun, psikana­
listlerin "burjuva rüyasının garantörleri" olmasına davetiye çıkar­
dığını fark etmiştir. Ona göre psikanalizin amacı, (mesela top­
lumla ilişkili) sorunlarımızla baş etmemize ya da kişisel değer ve
tekillik idealimizi geliştirmemize yardımcı olmak değildir. Psika­
naliz bünyesi gereği toplumsal , nesnel ve eleştirel bir boyut taşır.
Asla yalnızca bireyler ve onların (mahrem sayılabilecek) sorun­
larıyla ilgili değildir - daha en baştan, Lacan'ın "Öteki" dediği
sosyo-simgesel sahaya kayıtlıdır bunlar. Dolayısıyla Lacancı psi­
kanaliz, topluma başarıyla uyum sağlamayı olanaklı kılma gibi
bir tedavi amacına asla teslim olmamıştır. Topluma uyum ve kon­
formizmin, her insanın -yalnızca kendine mahsus olan, kıymet­
li- tekilliğini ve benzersizliğini destekleme gibi (sözümona kar­
şıt) bir bayrak altında ilerleyen postmodem versiyonuna da epey
GİRİŞ 11

direnmiştir. Bunun yerine, psikanalitik teorinin özne, bilgi, haki­


kat, toplumsal bağ(lar), vb. 'ye dair kendi teorilerini geliştirmeyi
kapsadığı hususunda ısrarcı olmuştur. Bu tutum, psikanalitik te­
orinin ancak şu ya da bu tikel özne veya vakanın bir teorisi olabi­
leceğine; başka türlü, daha evrenselci kavramlaştırmaların ancak
fazlasıyla sorunlu metafizik sulara açılabileceğine inanan birçok
psikanalistin (ve psikanalist olmayan daha nicelerinin) konumuy­
la keskin bir karşıtlık içindeydi, hala da öyle. Bu bakımdan bir
"Hegelci" olan Lacan daima, (tekil veya somut ile evrensel ara­
sındaki) bu tarz basit bir karşıtlığın fazlasıyla metafizik kaldığını ,
eleştirel ya da yıkıcı bir tarafı olmadığını savunmuştur. Gerçekten
de, çok tutulan evrenselcilik-karşıtı konumların, esnek ampirik
gerçekçilikleriyle, hakim sosyo-ekonomik sistemlerin en etkili
bekçileri oldukları günümüzde pek çok yerde görülebilir. Dediği­
miz gibi, Lacan hakiki bir kavramlaştırmanın bünyesi gereği ev­
renselci olduğu gerçeğini asla gözden kaçırmamıştır. Ama bu,
böyle her kavramlaştırmanın evrensel kabul gördüğü anlamına
gelmez elbette; bir kavramlaştırma ihtilaf da doğurabilir. Ancak
bilim sahasını her biri kendi parselinin sınırlarında kalıp diğerle­
rine karışmadığı sürece hakikat iddialarında bulunma hakkına sa­
hip olan sonsuz sayıda disipline ayırarak geçiştirmek yerine, bu
ihtilafın kendisiyle yüzleşmek ve ortaya koyduğu iddialarla mü­
cadele etmek gerekir.
Tam da fazlasıyla geliştirilmiş ve yapılandırılmış kavramsal
önerilerinden dolayı, psikanalizin çağdaş felsefi tartışma sahnesi­
ne girmesi ve burada varlığını sürdürmesi Lacan sayesinde ol­
muştur. "Psikanaliz felsefe değildir" şeklindeki ısrarlı iddiasına
rağmen Lacan, kendi teorisini devamlı felsefeyle kurduğu diya­
logla geliştirmiştir. Burada sunulan "üç müdahale"nin kapsamı,
büyük ölçüde bu diyaloğun alanında kalmaktadır. Amacı, psika­
nalizin genel kavramsal uzama tanıttığı belli nosyonları sorgula­
mak, analiz etmek ve savunmaktır.
"Müdahale" terimini seçme nedenim, üç bölümün, her biri uç­
suz bucaksız üç farklı sahaya dokunmasıdır: ontoloji (ve eleştiri-
12 NEDEN PSİKANALİZ?

si), pratik felsefe ve estetik. Her saha türlü bakış açısına ev sahip­
liği yaptığı için, söz konusu bölümlerde bu sahaları (psikanaliz
perspektifinden) "kapsama" gibi bir çaba yoktur. Bunun yerine,
sözü edilen sahalara belirli ve tikel noktalarda müdahale etmeye
girişilmektedir. İlk müdahale ortaya attığı iki soru etrafında dönü­
yor: 1. Psikanalitik cinsellik teorisi tam olarak nedir? Bu sorunun
yanıtı herkesin malumu gibi, konu yeterince açık görünüyor; ama
aslında hiç de değil , sormaya ve yeniden düşünmeye fazlasıyla
değer bir soru bu. 2. Psikanalitik cinsellik teorisinin ontoloji ve
çağdaş ontoloji teorileri bakımından içerimleri (varsa) nelerdir?
Dahası, bu psikanalitik duruşun olası politik içerimleri nelerdir?
İkinci müdahale psikanalitik -ve bilhassa Lacancı- "neden"
kavramına odaklanıyor ve bu kavramı özgürlük nosyonuyla iliş­
kili olarak sorguluyor. Bunlar çoğu zaman çatışkılı iki terim o �a­
rak koyutlansa da, Lacancı neden kavramlaştırmaları nihayetin­
de, neden nosyonunun özgürlük kavramı ile yakından ilişkili ol­
duğu çok daha ilgi çekici bir küme oluşturmaktadır.
Üçüncü müdahale, tam da farkları, hatta zıtlıkları içinde tuhaf
ve ilginç bir yakınlık gösteren iki estetik (ve duygusal) görüngü
arasındaki sıradışı ilişkiyle ilgili: komedi ve tekinsiz ("das Unhe­
imliche" ) . Bu iki görüngünün paylaştıkları ya da paylaştıklarını
iddia ettiğim şey, iki farklı yoldan -iki farklı aşırılık ya da fazla­
lık kipliği aracılığıyla- şekil verdikleri özgül bir Hiçlik (ya da
boşluk) figürüdür.
Cinsellik; ontoloji, neden, özgürlük, komedi, korku - bunla­
rı seçmiş olmam psikanalitik sahanın dört bir yana yayıldığı şek­
lindeki eleştirileri kuşkusuz artıracaktır; ama bütün bunlar aslın­
da aynı temel sorunla uğraşmanın farklı yollarından başka bir şey
değildir.
BİRİNCİ MÜDAHALE
Cinsellik ve Ontoloji

Cİ NSELLİÖİ N psikanalizdeki merkezi yeri çoğu zaman ihtilaflı bir


konu olmuştur ve hala da öyledir. B ilhassa Jacques Lacan'la bir­
likte psikanaliz çağdaş felsefe sahnesine girdiğinden ve bu sahne­
de önemli bir referans noktası haline geldiğinden beri, bu konu
felsefe ile psikanaliz arasındaki ilişkiye dair tartışmalarda sık sık
gündeme gelmektedir. Mesela cinsellik konusundaki ısrarın, psi­
kanalizi "tikelleştirdiği", dolayısıyla felsefenin sahip olduğu daha
evrensel kapsamdan mahrum bıraktığı öne sürülmüştür. Gerçek­
ten öyle mi peki?
Felsefe � le psikanalizi ilişkilendirmeye yönelik her ciddi giri­
şimde, cinsellik meselesi gerçekten hiç acımadan masaya yatırıl­
malıdır. Çünkü hem felsefeyle psikanalizin birbirinden ayrılma­
sının "sert çekirdeği"ni çoğu kez cinsellik oluşturur, hem de cin­
sellik konusunda taviz vermemek hakiki bir psikanalitik duruşun
zorunlu koşuludur - bu da söz konusu ayrılmayı iyice mutlak ve
aşılmaz hale getiriyor gibidir.
Psikanaliz tarihi de bu son noktayı (hakiki bir psikanalitik du­
ruşun zorunlu koşulu olarak cinsellik vurgusunu) büyük ölçüde
doğrulamaktadır; "cinsel" olanı insanlık halinin bütününü temsil
eden diğer önemli meselelerin yanında yer alan "önemli bir mese­
le" haline getirerek, oynadığı rolü g9relileştirme ve hafifseme gi­
rişimleri psikanalizin içinde de olmuştur elbette. Kimi zaman psi­
kanalizi felsefeye yaklaştınyormuş gibi görünen bu girişimler,
bana kalırsa, "yanlış dostluğun" en kötü örneklerini oluşturmak­
tadır. En iyi tanımı "insan çıkan felsefesi" olabilecek, merkezine
16 NEDEN PSİKANALİZ?

insan hayvanı ve bu hayvanın ruhunu incelemeyi koyan "psikolo­


jikleştirilmiş bir felsefe " , belli bir dünya görüşü (Weltanschaung)
üretmektedirler.
Nitekim çağdaş felsefe üzerindeki etkisi diğerlerinden kat kat
verimli ve önemli sonuçlar doğurmuş iki psikanalistin, Freud ve
Lacan'ın, psikanalizde cinselliğin anahtar rolü söz konusu oldu­
ğunda, kesinlikle geri adım atmamış olması tesadüf değildir. Bu
iki ismin felsefeye etkisi üzerine örnekler çoktur, ama isterseniz
biz burada sadece önde gelen çağdaş bir örneği, Alain Badiou'yü
ele alalım: öznelliğin ortaya çıkışını "cinselleşme" gibi bir şeyle
ilişkilendirmeyi reddeden duruşundan asla taviz vermese de, Ba­
diou'nün çalışmaları Freud ve Lacan'la birçok düzeyde ve derin­
lemesine ilişki içindedir. Mesela B adiou'yü, cinselliği neyse ki uy­
gun, " ikincil" yerine yerleştiren Jungcu yaklaşımla yan yana ha-
yal etmek imkansızdır.

Durum gerçekten hayli ilginç. Adeta psikanaliz ve felsefenin


en ilgi çekici, verimli ve güçlü karşılaşmaları, bu merkezi tartışma
konusu çözülmeden kaldığında gerçekleşmiş gibidir. Şöyle de di­
yebiliriz: Felsefe bu konuyu dışarıda bırakma eğiliminde olmuşsa
da, en büyük katkıyı cinsellik konusunda taviz vermeyen psikana­
lizden görmüştür. Başka bir deyişle, psikanalizi felsefe için ger­
çekten ilginç kılan şeyi doğuran nokta, tam da felsefenin kabul
edemeyeceği bir noktadır adeta. Dolayısıyla cinsellik, felsefe ile
psikanalizin (heterojenlikleri içinde) hakiki bir karşılaşmaya ola­
nak sağlayan tekil bir "ıskalanmış karşılaşma" noktası gibi görün­
mektedir.
Takip eden bölümde, bunun neden böyle olduğunu bir nebze
aydınlatmaya çalışacağım. Bunun için de öncelikle cinselliğin
psikanalizdeki statüsünün tam olarak ne olduğunu daha yakından
inceleyeceğim.
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 17

Freud ve Üç Deneme

Apaçıklığından ötürü belirtmeye neredeyse utandığım, ama ca­


nalıcılığından dolayı belki de bıkıp usanmadan tekrarlanması ge­
reken bir noktadan başlayalım.
Freud'un keşfi insan cinselliğinin (açıklanması gereken) bir
sorun olduğunu gösterir; (diğer) tüm sorunları nihayetinde açıkla­
yabilecek bir şey olduğunu değil. Bu "keşif' cinselliğin bünyesi
gereği anlamsız olduğunu gösterir; insanın ürettiği bütün anlamın
nihai ufku olduğunu değil. Cinsellik Üzerine Üç Deneme ( 1905)
bu bakımdan hala temel bir metindir. Metnin argümanını tek bir
cümlede özetlemek gerekirse, şu ifade bu hedefe yeterince yakın
düşer: (insani) cinsellik, var olmayan bir normdan paradoks-dolu
bir sapmadir. ı
Freud yazısına, mevcut tıbbi bilgi külliyatında "cinsel anor­
mallikler" olarak geçen sapmalar üzerine bir tartışmayla başlar:
eşcinsellik, oğlancılık, pedofili, fetişizm, röntgencilik, sadizm, ma­
zoşizm, vb. Bu "sapkınlıkları" ve içerdikleri mekanizmaları (te­
melde karşı cinsten yetişkin bir insan olduğu varsayılan cinsel nes­
ne bakımından sapmalar ve üreme olduğu varsayılan cinsel amaç
bakımından sapmalar) tartışırken Freud'un argümanı aynı anda iki
doğrultuda ilerler. Bir yandan bu pratiklerin içerdiği "anormal"
mekanizmaların, "normal" ya da "doğal" sayılan cinsel davranışta
da ziyadesiyle mevcut olduğunu kapsamlı bir şekilde gösterir. Bu
mekanizmalar, "normal" sayılan cinsellikle birleştiği sürece sap­
kınlık olarak görülmez. Ancak "uygun" cinsel nesneden ve varsa­
yılan cinsel amaçtan bütünüyle bağımsız hale; anlamlı bir amaca
hizmet etmeyen, parçalı, kısmi hedefleri bakımından özerk hale

1. Üç D eneme'ye dair bu özette, aslen Constantin V. Boundas'ın hazırlamış


olduğu The Edinburgh Companion to Twentieth-century Philosophies (Edin­
burgh: Edinburgh University Press, 2007) içinde yer alan "Psikanaliz" makale­
sinde geliştirdiğim argümantasyonu kullanıyorum.
18 NEDEN PSİKANALİZ?

gelirlerse, sapkın anormallikler oldukları düşünülür. Gerçi Freud


"hale gelmek" fiiline itiraz ederdi - argümanının ikinci, asıl
önemli hattını da bu oluşturur. Dürtüler en baştan parçalı, kısmi,
amaçsız ve nesnelerinden bağımsızdır. Sonraki bir sapmaya bağlı
olarak bu hale gelmezler. Dürtülerin sapması kurucu bir sapmadır.
Şöyle yazar Freud: "Cinsel dürtü ilk başta nesnesinden bağımsız­
dır; kaynağının nesnenin çekici özelliklerine bağlı olması da pek
olası değildir."2 Bu nedenle, "psikanalizin bakış açısından, erkek­
lerin salt kadınlara yönelik cinsel ilgisi de nihayetinde kimyasal
bir çekime dayalı aşikar bir olgu değil, aydınlatılması gereken bir
sorundur. "3
Dürtülerin (tam da onları içgüdülerden ayıran) başlangıçtaki
bu kurucu sapmasının keşfi tedricen psikanalizin en büyük kav­
ramsal icatlarından birine yol açacaktır: Lacan'ın verdiği adla, ob­
jet petit a kavramına. Basitçe söylersek, "nesnesinden bağımsız"
olan dürtünün öteki (gerçek) nesnesi objet a olarak adlandırila­
caktır.
Gelin şimdi de bu kavramın Freud'un gözlemlerine uzanan
kökenine bakalım. Freud'un temel örneklerinden bir tanesi, (var­
lığına sistematik olarak ilk kez Freud'un işaret ettiği ve güçlü bir
dirençle karşılaşmış olan) bebek cinselliğinin bir tezahürü olarak
analiz ettiği parmak emmedir. Oral dürtü , ilk başta beslenme ihti­
yacıyla ilişkili olsa da, besinden farklı bir nesnenin peşine düşer:
Beslenme edimi esnasında ağız bölgesinde üretilen tatmin hissi­
nin peşindedir (bu hissi tekrarlama amacındadır). Besin ihtiyacı­
nın tatmin edilmesinin bir yan ürünü olarak doğan oral tatmin, öz­
erk bir dürtü nesnesi olarak işlemeye başlar; ilk nesnesinden
uzaklaşıp bir dizi ikame nesneye sürüklenebilir. Başka bir deyişle,

2. Sigmund Freud, "Three Essays on the Theory of Sexuality", On Sexuality


içinde, The Pelican Freud Library, 7. cilt, Harmondsworth: Penguin Books, 1977,
s. 83. Freud'un "Trieb" terimi Strachey'nin çevirisinde "içgüdü" olarak geçer, an­
cak burada "dürtü" ile değiştirilmiştir: "Dürtü" artık daha isabetli bir karşılık ola­
rak genel kullanımdadır.
3.A.g.y., 57.
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 19

dürtü (ve nesnesi) kavramı yalnızca doğal bir ihtiyaçtan sapmayla


ilgili bir kavram değildir, bizatihi insan ihtiyacının doğasına yeni
ve şaşırtıcı bir ışık düşürür: İnsanlarda her ihtiyaç tatmini, kural
olarak, başka bir tatminin meydana gelmesini sağlar; bu tatmin
kendisinin peşine düşüp kendini yeniden üretirken, bağımsızlaş­
ma ve kendi başına varlığını sürdürür hale gelme eğilimindedir.
Bütünüyle saf, yani bu artı unsurun içeriden yarılmasına yol aç­
madığı bir doğal ihtiyaç yoktur. Freud'a göre insan cinselliğinin
mahalli ya da zemini tam da bu yarık, bu aralık ya da boşluk, tat­
minin bu iki farklı yamacının başlangıçtaki örtüşmezliğidir.
Bu nokta, Freud'un cinsellik kavramlaştırmasındaki başka bir
önemli vurguyu anlamanın anahtarıdır: "Cinsel" ile "jenital" bir­
birine karıştırılmamalıdır.4 "Jenital cinsel örgütlenme" , ilksel ya
da "doğal" olmaktan çok uzaktır: Gerek üreme organlarının fiz­
yolojik olgunlaşmalarını gerekse kültürel-simgesel parametreleri
içeren gelişim aşamalarının bir sonucu, bir ürünüdür. Aslen hete­
rojen, dağınık, daima-zaten bileşik olan; bakma, görme, dokun­
ma, yalama, vb. farklı kısmi dürtülerden oluşan cinsel dürtünün
birleşmesini içerir. ("Başlangıçtaki yatkınlık zorunlu olarak kar­
maşık olduğuna göre, cinsel dürtünün kendisi de farklı etmenler­
in birleşmesiyle oluşan bir şey olmalıdır."5) Bu birleşme iki temel
özellik taşır. Birincisi, daima bir şekilde zorlama ve yapay bir bir­
leşmedir (üreme odaklı olgunlaşmanın doğal, teleolojik bir sonu­
cu olarak görülemez). İkincisi, aslında hiçbir zaman bütünüyle
gerçekleşmez ya da tamamlanmaz; yani cinsel dürtüyü asla, tüm
bileşenlerin nihayetinde tek ve aynı Amaca hizmet ettiği organik
bir Birliğe dönüştürmez. Demek ki "normal", "sağlıklı" insan cin­
selliği, paradoksal bir şekilde, aslen doğallıktan çıkmış (yani "do­
ğal" kendini koruma amaçlarından ve/veya başka, ilave bir tat­
minden etkilenmeyen saf bir ihtiyaç mantığından uzaklaşmış)
dürtülerin yapay bir şekilde doğallaştırılmasıdır. Şu bile söylene­
bilir: İnsan cinselliği tam da bu birleşme gerçekte asla işlemediği,

4. A.g.y., s. 96. 5 . A.g.y., s. 156.


20 NEDEN PSİKANALİZ?

yani tüm dürtüleri tek bir Amaca bağlamadığı; farklı kısmi dürtü­
lerin döngüsel, kendi başına varlığını sürdürme faaliyetlerine de­
vam etmelerini sağladığı ölçüde "cinsel"dir (ve yalnızca "üreme
amaçlı" değildir).
Freud, dürtülere özgü "eğimli" yolda etkili olan enerji miktarı­
na işaret etmek için, libido kavramını ortaya atmıştır. Libido -ön­
ceki örneğe devam edersek- parmak emme gibi ya da yalnızca
mukozanın uyarılmasının verdiği haz uğruna bedenin biyoloj ik
ihtiyaçlarını aşan ölçüde besin tüketme gibi ilave tatmin süreçle­
rinde söz konusu olan "enerji"ye verilen addır. Freud bu enerjinin/
uyarılmanın cinsel olduğunda ısrarlıdır; ama "bu cinsel uyarılma
yalnızca cinsel denilen bölgelerden değil, bedenin tüm organla­
rından kaynaklanır". 6 Bu nokta çok önemli, zira Freud'un (insani)
cinselliği sadece vurgulamadığını ya da her şeyi ona "indirgef!l e­
diğini", aslında keşfettiğini ve burada keşifle ne kastedildiğini gör­
meyi sağlıyor. Parmak emme ya da oburluk, cinsel birleşmedeki
uyarılmayla ilişkisi dolayısıyla cinsel değildir; aksine, aslında bi­
zatihi cinseldir; cinsel ilişki ise bunlar gibi (bakma, dokunma, ya­
lama, vb.) farklı kısmi dürtülerden oluştuğu için cinseldir.
Freud'un durduğu yer bakımından, Cari Gustav Jung ile yolla­
rını ayırmasının ne kadar önemli olduğu ve bu radikal kavramsal
hamlesinin felsefi açıdan ne kadar sahici sonuçlar doğurduğu an­
laşılabilir. Jung, Freudcu libido nosyonunu benimsemiş ve ufak
gibi görünen bir değişiklikle kavrama bambaşka bir anlam ver­
miştir. Jung'la birlikte libido, kökeni yalnızca "cinsel" olmayan
"yaşam enerjisi"nin psişik bir ifadesi haline gelir. Bu bakış açısına
göre libido, yalnızca bazı kısımları cinsel olan psişik enerjinin ge­
nel adıdır. Freud, Jung'un bu hamlesini izlemenin, "psikanalitik
gözlemin bize bugüne dek kazandırdığı her şeyin"7 feda edilmesi­
ne yol açacağını hemen görmüştür. Freud "libido" terimiyle, insan
doğasının başlangıçtaki indirgenemez dengesizliğini kasteder.
Her ihtiyaç tatmini beraberinde, verili bir talebin nesnesinden ve

6. A.gy., s. 1 39. 7.A.g.y. , s. 1 40.


CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 21

hedefinden ayrılıp kendi amacının peşinden giden, böylece işlev­


siz görünen bir sapak oluşturan ilave bir tatmin olanağı getirmek­
tedir. Bu sapak ya da bu sapağın açtığı uzam, listelenmiş "cinsel
anormallikler" sahasını oluşturduğu gibi, genelde -en büyük ka­
zanımlarıyla- insan kültürü denilen şeyin zeminini ve enerji kay­
nağını da oluşturur. Kültürü doğuran kaynak, tam da doğrudan bir
işlev taşımayan ve doğrudan bir ihtiyacı karşılamayan bu ilave
tatmine ait olması bakımından cinseldir. Bu Freudcu kavramlaş­
tırmalarla ortaya çıkan insan doğası imgesi, yarık (ve çatışmalı)
bir insan doğası imgesidir; "cinsel" tam da bu yarığa gönderme
yapar. Freud "libido" terimini belli bir "enerji" alanı için kullanır­
ken, esasen bir artı enerjiye işaret etmek ister; hayatımızdaki ge­
nel bir enerji düzeyine değil . Bu terim, (Jung'un öne sürdüğü gibi)
enerjinin bütününü adlandıramaz, çünkü söz konusu bütünü bü­
tünlükten çıkaran tam da budur.
Cinsel "enerji", insan yaşamının bütünü içinde yeri olan bir
unsur değildir. Freud'un keşfinin temel noktası, tam da insan cin­
selliğinin "doğal" ya da önceden tesis edilmiş bir yeri olmadığı­
dır: İnsan cinselliğinin kurucu bir yersizliği vardır, parçalı ve da­
ğılmıştır, yalnızca "kendisinden" ya da doğal sayılan nesnesinden
sapmalarda bulunur ve kurucu tatmininin bu "yersiz"liğinden baş­
ka bir şey değildir. B aşka bir deyişle, Freud'un temel hamlesi cin­
selliği tözsüzleştirmektir: Cinsel, doğru düzgün betimlenebilecek
ve sınırları belirlenebilecek bir töz değildir; sınırlanmasının im­
kfilısızlığının ta kendisidir. B iyolojik, organik ihtiyaçlar ve işlev­
lerden ne tam olarak ayrılabilir (zira onların alanı dahilinde orta­
ya çıkar, onlarda ikamet ederek işlemeye başlar), ne de onlara in­
dirgenebilir. "Cinsel", insan faaliyeti ya da yaşamının ayrı bir böl­
gesi değildir; işte bu nedenle, insan yaşamının bütün bölgelerinde
ikamet edebilir.
Freud'un keşfinin tek rahatsız edici yanı cinsellik vurgusu de­
ğildi - psikanalizin "kirli konular takıntısı"na içerleyen bu di­
renç, hiçbir zaman çok güçlü olmamış ve kısa zamanda ilerici ah­
laki liberalizm tarafından marjinalleştirilmiştir. Çok daha rahat-
22 NEDEN PSİKANALİZ?

sız edici olan yanı bizatihi cinselliğin daima sor unlu ve belirsiz
karakterine dair tezdir. Nitekim çok daha güçlü bir direnç (ve da­
ha tehlikeli bir revizyonizm biçimi), liberalizm in kendisinden
gelmiştir; cinsellik (kişinin ne kadar liberalmiş gibi davrandığına
bağlı olarak) "zorunlu" ya da "zorunsuz" olan bir bastırma edimi
sonucunda dengesi bozulan, ama kendi başına dengeli ve uyumlu
olan "doğal bir faaliyet" addedilip desteklenmiştir. Oysa kendi ba­
şına aşikar ve sorunsuz bir cinsellik imgesi, Freud'un verdiği te­
mel dersin tam aksidir; zira bu ders Lacancı terim lerle şöyle for­
mülleştirilebilir: Cinsel diye bir şey yoktur. Yalnı zca insanın ku­
rucu bir dengesizliği olarak ısrar/inat eden bir cin sel vardır. Freud'
dan son bir alıntıyla görüşümü özetleyeyim: "Kul ağa ne kadar tu­
haf gelse de, cinsel dürtünün doğasında, tam bir tatminin gerçek­
leşmesine uygun olmayan bir şey bulunabileceğin i hesaba katma ­
mız gerektiği inancındayım."8

Lacan ve "lamella"

Yukarıda sunulan argümanlar, ilk başta sordu ğumuz soruyla


("Psikanalizde cinselin statüsü tam olarak nedir v e bunun felse­
feyle bağlantısı nedir?") ilişkili olarak öne sürmek istedi ğim tezi
desteklemek için yeterli olmalı. Psikanaliz elbette insanların ge­
çirdiği değişimlerden yola çıkar, sorularının odak landığı yer bu­
rasıdır. Ancak tam da "insan" denilen kendiliğe da ir tüm temsille­
rimize şüphe düşürmeye devam eden bir etmen, ra dikal bir uyum­
suzluk etmeni olarak "cinsel"i keşfi ve bu konudak i ısrarı, psika­
nalizin bir tür "psikolojikleştirilmiş" insan felsefes i haline gelme­
sini önler. Freudcu teoride (bir adı da "libido" o lan, kurucu bir
yoldan sapma şeklindeki kısmi dürtüler anlamın da) cinsel, "in­
san" denilen hayvanın nihai ufku değildir, indirgenemez insanlı-

8. Sigmund Freud, "On the Universal Tendency to Debasement in the Sphe­


re of Love", On Sexuality içinde, s. 258.
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 23

ğın psikanalitik teoriye demir attığı nokta değildir; aksine insan­


lıkdışını, insanlıktan çıkarmayı ya da " insanbiçimcilikten uzak­
laştırma"yı işletir. Özneyi birey ya da "kişi" ile eşanlamlı kılma­
yan bir teoriye; yani öznenin insanın tüm tikelliklerinden yapılan
nötr bir soyutlama değil de bu tikelliklerin bünyevi çelişkisinin
tekil, somut-evrensel bir noktası olduğu evrensel bir özne teorisi­
ne zemin hazırlayan da budur. Başka bir deyişle, psikanalizin cin­
sel konusundaki ısrarı yüzünden ıskalamakla suçlandığı evrense­
lin yolunu açan, tam da insanlıkdışı olanı işleten cinseldir.
O halde Freud'un "cinsel" adını verdiği şey, bizi (terimin ka­
bul görmüş bir anlamıyla) insan değil, özne yapan şeydir; daha
doğrusu, özneyle aynı sürede ortaya çıkar. Lacan, insan cinselliği
meselesine "mitolojik" katkısı olan "lamella"yı icadıyla tam da bu
insanlıkdışı boyutun altım iyice çizer. Lacan Xl. Semine r 'de, "psi­
kanalizin dört temel kavramı"ndan biri olan dürtü kavramını tar­
tışırken, libido nosyonunda neyin söz konusu olduğunu örneklen­
dirmek için, meşhur lamella mitini ortaya atar. Libidonun "enerji"
gibi kavranmasının bir hayli yanıltıcı ve fazlasıyla gizemlileştiri­
ci olduğunu,9 daha ziyade bir organ gibi düşünülmesi gerektiğini
"
iddia eder. Daha doğrusu, "gerçekdışı bir organ olarak düşünül­
melidir. Lacan'ın meşhur tarifini hatırlayalım:

Lamella aşırı yassı, amip gibi hareket eden bir şeydir. Biraz daha
karmaşıktır yalnızca. Ama her yere gider. Ve cinsiyetli varlığın cin­
sellikte kaybettiği şeyle ilişkili( ... ) olduğundan, tıpkı cinsiyetli var­
lıklarla ilişkisi içinde amip gibi, ölümsüzdür - çünkü her türlü bö-

9. Lacan'ın Television'daki bu konuya dair yorumlarına bakınız: "Zira enerji,


örneğin yaşla birlikte gelişen ya da bozulan bir töz değildir; fizikçinin, işini yapa­
bilmek için, hesaplamalarında bulmak zorunda olduğu rakamsal bir sabittir. ( . . . )
Benim uydurduğum bir şey değil bu. Her fizikçi, enerjinin bir sabitin rakamsal
değerinden başka bir şey olmadığını net olarak, yani halihazırda ifade edilmiş
şekliyle bilir. Şimdi, Freud'un bilinçdışındaki birincil süreç diye ifade ettiği şey,
hesaplanacak bir şey değil, deşifre edil�cek bir şeydir; yani bizatihi jouissan­
ce'tır. Bu durumda enerjiyle sonuçlanmaz, enerji olarak kaydedilemez. " Jacques
Lacan, Television, New York ve Londra: W. W. Norton & Company, 1 990, s. 1 8.
24 NEDEN PSİKANALİZ?

lünmeden, hizipçi müdahaleden sağ çıkar. Ve yolunu bulabilir. ( . .. )


Ayırt edici özelliği var olmamaksa da, bir organdır bu lamella -ki
zoolojik yerine dair daha fazla ayrıntı verebiliri.m size- libidodur.10

Lacan bu miti, Freud'un da ara sıra değindiği Platon'un Sempoz­


yum'undaki Aristofanesçi mite alternatif olarak önerir: İnsanlar
ilk başta iki yarının birleşmesi ya da kaynaşmasından oluşan yu­
varlak birer Birlikti ; "tam", halinden memnun ve kendi kendine
yeten varlıklardı, bu da onları tanrıların doğru bulmadığı bir kibir
ve küstahlığa itti. Böylece tanrılar insanı ikiye bölmeye karar ver­
di. O zamandan bu yana, her parça diğer yarısının özlemi içinde­
dir. Öteki yarımızı bulduğumuzda ortaya çıkan bir şey olan aşk,
diğer yarımızla tekrar Bir haline gelme özleminden başka bir şey
değildir. Lacan'ın bu mitle ilgili olarak altını çizmek istediği te­
mel fark şudur: İnsanın cinsel üreme nedeniyle kaybettiği şey cfn­
siyetli diğer yarısı değil, kendi varlığının bir parçasıdır. Ve aslın­
da ("aşk"ta) aradığı şey de bu parçadır - cinsel tamamlayıcısı
değil.
Lacan'ın öyküsünde, ilk başta iki yarının kaynaşmasından olu­
şan yuvarlak tam kendilikler yoktur; ilk başta amip benzeri yara­
tıklar, cinsel üreme olmaksızın varlığını sürdüren ve çoğalan ya­
ratıklar vardır. Bölünerek varlığını sürdüren ve genişleyen bir ya­
şam imgesidir bu; bireyselleşmemiş bir yaşamdır, yani burada bi­
rey ile tür arasında bir fark yoktur. Bu tip yaratıkların her biri doğ­
rudan türünün yaşamıdır. Ve tabii tanrıların bu yaratıkların nihai
kibir ve küstahlığını onları ikiye bölerek cezalandırması mümkün
değildir - bu da kusurlu iki (cinsel) yanma değil, kendine yeten
daha fazla varlığa yol açacaktır. Asıl değişim, bölünme ya da ya­
rılmasıyla değil -ki burada Lacan'ın geliştirdiği imge son derece
somuttur- cinsel üremesiyle meydana gelir; cinsel üremede, iki
(farklı) kromozom setinin birleşmesiyle yaşamın devam etmesi,

10. Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis,


New York ve Londra: W. W. Norton & Company, 1 998, s. 1 97-8.
CİNSELLİK VE ONTOL OJİ 25

kurucu bir kayıp ya da indirgemeyi içerir. Genetik çoğalmadan


farklı olan cinsel üreme, Lacan'ın kurucu bir yabancılaşmayla or­
taya çıkan özne teorisi için model aldığ ı, (sembolik mantıktaki
adıyla) birleşme işleminde söz konusu ol an mantığın aynısını, ya­
ni telafisi olmayan bir kayıp mantığını içe rir. Birleşme eklemeden
farklı bir şeydir: Beş elemandan oluşan iki grubumuz varsa ve ele­
manlardan ikisi iki grupta da yer alıyorsa, iki grubu birleştirme iş­
leminin sonucu on değil, sekiz olacaktır.
Dahası cinsel üreme, beraberinde getirdiği bireyselleşmeyi
ölümle bağlantılandınr: Tür, tek tek örneklerin "göçüp gidişleri",
ölümleri aracılığıyla devam eder, varlığın ı sürdürür.
O halde Lacancı mitte libido, cinselliği kuran, dönüş yolunu
("gösterenin dar geçidi"yle) bulan ve özneye dürtü biçiminde mu­
sallat olan bu kayıptır işte. Özneyi içeriden parçalar. Dürtünün
kısmi nesnelerinin tamamı, bu kaybın /eksiğin varlıklarıdır.
"Haz İlkesinin Ötesinde" metninde Aristofanes mitine değin­
diği malum pasajda, Freud'un da bu miti ümitsizce öteki yarısını
arayan bir cinsiyetli varlık şeklinde değil , daha çok Freud'un ken­
di lamella yorumunu akla getiren bir şekilde anladığını ya da "ter­
cüme ettiği"ni göstermek ilginç olabilir: "Şair-filozofun verdiği
ipucunun peşinden gidip, canlı tözün canlanırken küçük parça­
cıklara bölündüğü; o zamandan bu yana da söz konusu parçacık­
ların, cinsel dürtüler yoluyla yeniden birleşmeye çalıştığı hipote­
zini ortaya atabilir miyiz? ufalanmış canlı töz parçacıklarının
...

bu şekilde çokhücreli bir hale geldiğini . . . ? Ama bu noktada dur­


ma vakti geldi sanırım." 1 1
Lacan'ın lamellasıyla ilgili birçok sinematografik imge öne­
rildi zaten; Freud'un buradaki sözleri de Terminatör 2'yi getiriyor
hemen akla - Terminator'ün patlayıp paramparça olmasıyla et­
rafa saçılan civa benzeri töz birikintilerinin birbirlerine doğru

1 1 . Sigrnund Freud, "Beyond the Pleasure P rinciple", On Metapsychology


içinde, The Pelican Freud Library, 1 1 . cilt, H ann ondsworth: Penguin, 1 984, s.
332 (vurgu bana ait).
26 NEDEN PSİKANALİZ?

ilerleyerek yavaş yavaş birleşmeye başladıkları o sahneyi.


O halde (Freudcu ve Lacancı) psikanalizde cinsellik konusu­
na daha yakından bakınca, biraz tuhaf bir durumla karşılaşıyoruz.
Bir yandan, Lacan'ın birçok kez, özellikle de The Four Fundamen­
tal Concepts of Psycho-Analysis (Psikanalizin Dört Temel Kavra­
mı) ve Television'da (Televizyon) açıkça vurguladığı gibi, bir öl­
çüde (yersiz) bir "düşkırıklığı" vardır - psikanaliz seks hakkında
hemen hiçbir şey öğretmemiştir bize. İşte güzel bir örnek:

[Psikanaliz] seksin işleyişiyle ilgili yeni bir şey öğretmez bize. Ufa­
cık bir erotolojik teknik bile çıkarmamıştır. ( .. . ) Psikanaliz cinselli­
ğe ancak, yabancılaşma ve ayrılma şeklindeki ikili aşamada özne
diyalektiğinin oluştuğu gösterenin dar geçidinde, dürtü biçiminde
kendini gösterdiği ölçüde dokunur. Analiz, cinsellik sahasında, ver­
diği sözlere aldananların beklentilerini karşılamamıştır - bu sözle­
ri tutmamıştır, çünkü tutmak zorunda değildir. Analizin yeri burası
değildir. 12

Diğer yandan, psikanalizin merkezinde de yer alan "cinsellik ka­


lıntıları", Lacan'ın lamellası ya da Freudcu kısmi dürtülerin aslen
parçalı gerçekliği gibi acayip, başsız oluşumlardan başka bir şey
değildir.

Bir Ontolojik Açmaz Kavramı

Burada tartıştığımız meselenin, yani psikanalitik cinsellik kavra­


mına yönelik felsefi eleştirinin olsa olsa bu noktada başladığı da
söylenebilir elbette. Peki psikanaliz cinselliği bünyesi gereği so­
runlu, tözel olmayan bir şey; Badiou'nün saf varlığı adlandırmak
için kullandığı terimle "tutarsız bir çokluk", yani daima (çokluk­
ların çokluklarımn . . . ) çokluklarının çokluğu olan, dolayısıyla ni­
hai "durma noktası"nın "bir" değil de yalnızca boşluk olabileceği

1 2. Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis, s.


266.
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 27

bir çokluk olarak koyutlarsa ne olur? Aslında Badiou'nün, en baş­


tan tutarsız, boşluktan "oluşan" ve "kendini aşan [saf] bir fazla"
olan saf çokluk şeklindeki saf varlık teorisi 13 ile Freud'un cinsel
olarak varlık açıklaması arasında, biçimsel tanım düzeyinde epey
çarpıcı koşutluklar bulunabilir. Gelgelelim psikanalizin felsefe­
den gelebilecek bir saldırıya en savunmasız göründü ğü yer de
tam burasıdır: Saf varlık düzeyine kadar iniyorsak, bu saf varlığı
ne diye cinsel renklere boyuyoruz?
Bu noktada ampirik argüm anın (insanın, bünyesi gereği cinsel
olan engin deneyimine başvurmanın) yersiz olduğu konusunda
felsefeye kesinlikle katılıyorum . Ama yukarıdaki sorunun / itira­
zın, "cinsel"i (insan olarak) varlığın ayırt edici özellikle rinden bir
tanesi haline getiren şemayı kabul ettiğimiz takdirde anlamlı ola­
cağını unutmamalıyız. Freud'u n argümanı kesinlikle bu değildir.
Freud (kısmi dürtülerin tutarsız döngüleri anlamında) "cinsel"in
varlık olduğunu söylemektedir. Daha doğrusu, çok da abartma­
dan diyebiliriz ki, Freud'un g eliştirdiği ve inşa ettiği "cinsel" kav­
ramı varlığın tutarsızlığının (psikanalizdeki) adıdır. Ve Lacan'ın
kendi teorisinde seve seve benimsediği şey tam da budur: radikal
bir ontolojik açmazın kavramı olarak cinsel .
Lacan, mesela X/. Semine r 'de altını çize çize "b ilinçdışının
gerçekliği cinsel gerçekliktir" 1 4 der. Bu tez aynı semin erde tekrar­
layıp durduğu başka bir tezle, yani bilinçdışının esasen gerçekleş­
memiş ya da doğmamış olanın düzeyine ait bir şeyle ilgi li olduğu
teziyle birlikte okunmalıdır.ıs Bu iddia, analiz yoluyla bu şeyin
nihayet "doğacağı" ya da "tam olarak gerçekleşeceği" anlamına
gelmez. Bilinçdışının, nesnel gerçekliğin öznel çarpıtılması (ana­
liz çalışması sayesinde "düzeltilebilecek" bir çarpıtın a) olduğu
anlamına gelmez; aksine gerçekliğin kendisin deki temel bir "ku-

1 3 . Bkz. Alain Badiou, L'etre et l'evenement, Paris: Seuil, 1 988. Badiou'nün


varlık (ve olay) teorisi hakkında çok net ve harika bir açıklama için bkz. Peter
Hallward, Badiou: A Subject to Truth, Minneapolis & L ondra: University ofMin­
nesota Press, 2003.
28 NEDEN PSİKANALİZ?

sur"a, gerçekliğin tamamlanmamış ontolojik kuruluşu gibi bir şe­


ye işaret eder.16 Lacan'ın, "Ötekinin söylemi" olarak tanımladığı
bilinçdışımn (bir tür psikolojik derinlik anlamında) "bütünüyle
öznel" bir tarafı olmadığı hususunda ne kadar ısrarlı olduğu ma­
lumdur.
Bu noktada psikanalizin tam anlamıyla materyalist bir duruşu
olduğu söylenebilir: Bilinçdışı, nesnel dünyanın öznel çarpıtılma­
sı değil, her şeyden önce nesnel dünyanın kendisinin temel bir tu­
tarsızlığının göstergesidir; nesnel dünya -bu haliyle, yani tutar­
sız haliyle- kendi (Öznel) çarpıtmalarını mümkün kılar ve üretir.
Bu çok güçlü bir tez doğrusu: "Nesnel" gerçeklik ontolojik açıdan
bütünüyle kurulmuş olsaydı, bilinçdışı diye bir şey olmazdı. Bi­
linçdışı yalnızca bir öznenin "sorunu olduğuna" değil, "nesnel
gerçekliğin" karakterinin sorunlu olduğuna da tanıklık eder. La­
can özneyi ve "öznenin sorunu"nu, nesnel gerçekliğe dair bir on­
tolojik açmazın yine aynı gerçeklik içinde (öznel figürlerinden
bir tanesi olarak) var olma tarzı olarak görür. Çağdaş popüler ide­
olojinin, öznel sorunlarımızın geniş çapta tanınmasına yönelik
manevrasını düşününce, bu perspektifin kökten farklı olduğu
açıkça görülür. Sorunlarımızın tekilliğini, öznel derinliğini ve
önemini fark etmek, onları her türlü nesnel geçerlilikten mahrum
bırakmaya yarar. Burada iş başında olan buyruk, öznelin hakları­
m öznel bir şey olarak görmektir; nesnel bir şeyin, nesnel bir arı­
zanın, nesnel gerçeklikte olmayan bir şeyin olası göstergesi ola­
rak değil.
Gayet iyi bilinen bir başka Lacancı aksiyom, "Bilinçdışı dışa­
rıdadır" da bu daha güçlü anlamıyla düşünülebilir. Bu sadece bi-

14. Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis, s.


1 50.
15. A.g.y., s. 22, 23, 30.
1 6. "Gerçekliğin tamamlanmamış ontolojik kuruluşu" nosyonunu, kuantum
mekaniğinin "açık" ontolojisine ve "belirsizlik ilkesi"ne dair yorumuyla ortaya
atan Slavoj Zifek'e borçluyum. Şu makalesine bkz. "K materialisticni teologiji",
Filozofski Vestnik, 1/2007 .
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 29

linçdışı üzerinde çalıştığı malzemeyi daima "dışarıdan" alır de­


mek değildir; aynı zamanda bilinçdışının, nesnel gerçekliğin tam
anlamıyla kurulmadığı ve ancak kendisini aşan bir fazlalık olarak
var olduğu bir bölgeyi tayin ettiği anlamına da gelir. Nitekim Öte­
kideki bu kurucu boşluk, tam da öznenin "kendi" bastırmalarının
olanaklılık koşuludur. Bilinçdışının bir boşluk (beance) biçimin­
deki yapısı ile tüm bastırılmanın mümkün olan tüm içerikleri ara­
sında ayrım yaparken Lacan da bunu söyler: "Bilinçdışı, doğma­
mışın alanı diyeceğim bu alanda askıda kalan bir şey olarak çıkar
karşımıza. Bastırmanın bu alana bir şeyler boşaltması şaşırtıcı de­
ğildir." 1 1 Buradaki imge son derece açık ve net: Bastırnıa (nesnel)
gerçekliğin boşlukl arını doldurur. Bilinçdışı boşluğu, tutarsız Öte­
kinin gerçekliğinin başka bir adıdır. Bu tutarsız Öteki (öznel) bas­
tırmaların doğrudan, dolaysız nedeni değil, dolaylı nedenidir. Öz­
nel çarpıtmalar nesnel olarak başka türlü bir şeyin çarpıtılması de­
ğil, olmayan bir şeyin yerinde duran çarpıtmalardır. Tam da bu yüz­
den -Freud'un da kısa zamanda keşfedeceği gibi- bilinçdışının
çarpıtmalarının arkasındaki tutarlı anlamı deşifre etmek, semp­
tomların yok olması için yeterli değildir. Zira meselenin özü, çar­
pıtılmış olan ve artık "gerçekte olduğu gibi" tanınması gereken bir
ham gerçeklik parçası değildir. Asıl mesele -bilinçdışı dediği­
miz şey de tam olarak budur- bu düz olduğu varsayılan temsil
hattı (doğru/yanlış) kırıklardan oluşur, "yerinden çıkmış"tır: Çar­
pıtmalar gerçekliğin parçalarını kullanırken, bu gerçekliğin bün­
yevi boşluğuna veya açıklıklarına karşılık gelir (ve onları hareket
ettiren de yine bu boşluktur) .
" Cinsel " in bu temel ontolojik aÇ mazın psikanalitik kavramı
olduğunu söylemek ne anlama gelir peki? Bu noktayı anlamaya
çalışırken, asıl meselenin "bilinçdışı" cinsel anlamların çoğalma­
sı olmadığını fark etmek çok önemlidir (bu anlamlar, söz konusu
ontolojik açmazın kapatıldığı ya da doldurulduğu malzeme olabi­
lir pekala) . Bunu anlamak için, yine Freud'un sapmalardan oluşan

17. Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts ofPsycho-Analysis, s. 23 .


30 NEDEN PSİKANALİZ?

kısmi dürtülerle ilişkili cinsellik teorisine nasıl ulaştığını düşün­


mek yeterlidir. Freud bu teoriye, semptomlar ve farklı bilinçdışı
oluşumların " arkasındaki" cinsel anlamı keşfedip deşifre ederek
değil; tam aksine, cinsel anlamın nihai açığa çıkışının "tedavide
başarısızlığına" toslaması sayesinde ulaşmıştır. Cinsel anlamlar
açığa çıkmış , bu noktaya giden bağlantılar kurulmuş ve yeniden
inşa edilmiş, ama sorun/ semptom devam etmiştir.
B ilinçdışının bol bol ürettiği cinsel anlam, 1 8 dürtülerin ger­
çekliğini maskelemek için, randımanını kendisinin de bir tatmin
-anlam aracılığıyla tatmin, cinsel anlam üretimindeki tatmin ve
(bunun diğer yüzü) cinselin anlamının üretilmesindeki tatmin­
aracı olmasına borçlu bir perdeyle bizi bu gerçeklikten ayırmak
için oradadır adeta. Kulağa ne kadar paradoksal gelse de, psika­
nalizin birincil görevlerinden biri, bu tatmin yolunu yavaş yava_.Ş
ama bütünüyle devre dışı bırakmak, işlevsiz kılmaktır.
Bu kuruluşta cinsel anlam, cinselin öteki yüzüdür; indirgene­
mez bir biçimde (tekil üretme noktalarında, birbir�erine bağlıdır­
lar, ama aynı zamanda kökten heterojendirler ve birbirlerine indir­
genemezler. Birinin müttefiki bilinçdışıdır, tatminini de "anlam
yaratmakta" (temelde cinsel anlam yaratmakta) bulur; ötekiyse
varlıkla tatmin olur. Ama bu son nokta, " anlam ve düşüncenin öte­
sinde" yer alan tam, tözel bir tatmin imgesi uyandırmamalıdır. Çün­
kü dürtünün varlığı, "gerçekdışı organ" olarak, "libido" olarak, an­
cak kendisinden ve kurucu boşluğundan devamlı bir sapma şek­
linde var olan bir şey olarak (deyim yerindeyse, intikamla) ortaya
çıkan, Lacan'ın "varlığın eksiği " dediği şeyden başka bir şey de­
ğildir. Dolayısıyla, "varlığın eksiği" ifadesini ters çevirip dürtünün
eksiğin/boşluğun va rlı ğ ı ndan başka bir şey olmadığını söyleyebi­
liriz.

1 8. Bilinçdışı düzeyinde (neredeyse) her anlam cinseldir ya da cinsel bir an­


lamla ilişkilidir. Bu bize ne söyler? Burada bilinçdışını, kabul edilemez cinsel
düşüncelerin bir tür sığınağı, mabedi, haznesi olarak düşünmek yerine, cinsel an­
lamın etkin üreticisi olarak düşünmeliyiz.
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 31

Psikanaliz için bu boşluk, bünyevi olarak v e indirgenemez bir


biçimde "cinsel" le bağlantılıdır demek, bu boşluğun anlamı cin­
seldir demek değildir. Bilakis "cinsel" , anlamın kıyısı , sının, iç li­
mitidir. Sadece "anlamsız" deyip geçemeyiz, "cinsel" bundan da­
ha fazlasıdır - varlığın, anlam üretimini başlatan tutarsızlık nok­
tasıdır. Dolayısıyla dürtü, bütün heterojenlikleri içinde varlık ve
anlamın imkansız eklemlenişidir.

Louis Althusser önemli yazılarından. birinde ("Marx ve Freud


Üzerine" ) , bu düşünceleri bir sonuca ulaştırmamıza yardımcı ola­
cak bir fikir ortaya atar. Althusser'e göre Marksçı ve Freudcu te­
orinin (en az) iki temel ortaklığı vardır. İkisi de çatışmalı bilimler­
dir; en büyük düşmanları da doğrudan bir muhalefet değil, reviz­
yonizmdir. En baştan beri, Freudcu teori yalnızca şiddetli saldın
ve eleştirilerle değil, ilhak ve revizyon girişimleriyle de karşılaş­
mıştır. Althusser'e göre bu durum doğru ve tehlikeli bir şeye do­
kunduğunu gösterir: Bu şeyin etkisizleştirilmesi için revize edil­
mesi gerekir. Freudcu teorinin tarih boyunca sürekli hizipleşme­
sinin nedeni budur: Söz konusu revizyonizm girişimlerine karşı
teori, kendisini içeriden savunmak zorundadır. Marksist teori ka­
çınılmaz olarak çatışmalı ve hizipleşmeye yol açan bilimlerin bir
örneğini Freudcu teoriden önce vermiştir. İki örnekte de bu özel­
lik, Marx ve Freud'un kurdukları bilimlerin nesneleriyle bünyesi
gereği bağlantılıdır.
Gerek Marksizm gerekse psikanaliz, teorileştirdiği çatışma­
nın içinde konumlanır, çatışmalı ve antagonistik bulduğu gerçek­
liğin bir parçasıdır. Böyle bir durumda bilimsel nesnellik ölçütü,
tam da söz konusu antagonizmanın ya da gerçek sömürü nokta­
sının gizlenmesinden (ve dolayısıyla sürdürülmesinden) ibaret
olan varsayımsal bir tarafsızlık değildir. B ir toplumsal çatışmada,
"tarafsız" konum daima ve kaçınılmaz olarak hakim sınıfın konu­
mudur: Aşikar olduğu izlenimini veren "hakim ideoloji" statüsü­
ne eriştiği için "tarafsız" görünür. Dolayısıyla böyle bir durumda
32 NEDEN PSİKANALİZ?

nesnellik ölçütü tarafsızlık değil, teorinin söz konusu durum için­


de tekil, özgül bir konum alabilme kapasitesidir. Bu bakmıdan
nesnellik burada tam da "kısmi" ya da "partizan" olma kapasitesi­
ne bağlıdır. Althusser'in ifade ettiği gibi: Çatışmalı bir gerçeklik­
le uğraşırken (ki gerek Marksizm gerekse psikanaliz için durum
budur) , her şeyi her yerden göremeyiz (on ne peut pas tout voir de
partout); bazı konumlar bu çatışmayı gizlerken, bazıları açığa çı­
karır. Dolayısıyla bu çatışmalı gerçekliğin özünü, ancak bu çatış­
mada belli konumlarda bulunursak keşfedebiliriz.1 9
Psikanalizde "cinsel"in tam da böyle bir "konum" olduğunu
öne sürmek istiyorum. Ama bunu nasıl anladığımıza dikkat etme­
liyiz. Psikanalize özgü bakış açısı, her şeyin cinsel (bir anlama sa­
hip) göründüğü bir bakış açısı değildir - bu bakış açısı bilinçdı­
şınınkidir; psikanaliz ise sırf bu bakış açısını güçlendirmek, y� i
bilnçdışı olduğuna göre doğrudur demek için söz konusu konum­
da bulunmaz. Psikanaliz için bilinçdışı bir sorunun, bir çatışma­
nın, bir antagonizmanın salt ve doğrudan (gizli) hakikati değil,
göstergesidir. Daha önce söylediğim gibi, bir sorundan onun (az
ya da çok çarpık) temsiline giden çizgi, kaçınılmaz olarak kırıktır
ya da "yerinden çıkmış"tır; bu da salt sorunun temsilinin değil, bi­
zatihi sorunun bir parçasıdır.
Psikanaliz daima bilinçdışının analizinden başlayarak bu ça­
tışmanın düğüm noktasına ( "göbeğine") giden yolu bulmalı ve
özneyi de kendi konumunda aynı kaymayı gerçekleştirmeye teş­
vik etmelidir. Yani -basitçe söylersek- gördüğü her şeyin po­
tansiyel bir cinsel anlam ya da nedene sahip olduğu bir bakış açı­
sından, (bünyesi gereği tamamlanmamış olan) cinselin kendisi­
nin bakış açısına, gözlerinin önüne bambaşka bir panorama sere­
bilecek bir konuma kaymayı. Dolayısıyla psikanalizin verdiği ders
ve buyruk şu değildir: Haydi bütün dikkatimizi nihai ufkumuz
olan cinsele ("cinsel meseleler; 'e) verelim. Aksine bu ders ve buy-

19. Louis Althusser, "Sur Marx et Freud", Ecrits sur la psychanalyse, Paris:
STOCK/IMEC, 1 993, s. 229�
CİNSELLİK VE ONTOLOJİ 33

ruk (aslında daima anlam ve yorumla aşın yüklenmiş olan) seks


ve "cinsel"in, normalde tam da bu boşluğu doldurma eğiliminde­
ki cinsel anlamların aşırı çoğalmasıyla perdelenen ontolojik bir
tutarsızlık noktasına indirgenmesidir.
22 Ekim 1967 tarihini taşıyan müdahalelerinden birinde La­
can, ontolojik tutarsızlık noktası olan cinsel için son derece özlü
ve esprili bir ifade uydurur: l'etre-pour-le-sexe,20 "sekse-yönelik­
Varlık " . Heidegger'in "ölüme-yönelik-Varlık"ının yerini alır, daha
doğrusu onu yerinden eder bu; eros-thanatos karşıtlığının sonucu
değildir. Ölümle Heideggerci slogan kadar yakından ilişkili de­
ğildir, ama varlığı en az onun kadar dert edinir, tutarsızlığından ve
kurucu boşluğundan kurtarmaya çalışmaz - tam aksine. Gelge­
lelim bu boşluğa farklı bir ad, farklı bir yapı verir ve ona nihai eri­
şimi farklı bir perspektife yerleştirir.

20. Bkz. Jacques Lacan, "Allocution sur le psychoses de l'enfant", Autres ec­
rits, Paris: Seuil, 200 1 , s. 365 .
İKİNCİ MÜDAHALE
Özgürlük ve Neden

PS İKANALİZİN ve psikanalitik teorinin felsefi, daha genel olarak


da toplumsal içerimlerinden bahsederken, netameli bir meseleyi,
özgürlük nosyonuyla ilişkisini gözardı edemeyiz. Özgürlük La­
cancı psikanalizi ilgilendiren bir mesele midir? İlk bakışta, hayır.
Psikanaliz özgürlük nosyonuna pek başvurmaz; dahası psikanali­
tik teorinin tam kalbine :--ö�nenin kuruluşuna i lişkin noktaya­
özgül bir özgürlük anamorfozu oluşturan " zorlama seçim" teori­
sini yerleştirir.2 1 Öznenin simgesel düzene tabi ve bu düzen tara­
fından belirlenir hale gelmesinin nedeni tam da tanımı gereği bel­
li bir özgürlük içerdiği varsayılan bu seçimdir. Üstelik (Lacan'ın
" Ya paran ya canın ! " şeklinde örneklendirdiği) bu zorlama seçi­
min yapısında bir bit yeniği vardır; seçme şansımız olmadığı ve
aslında iki seçenekten yalnızca birini seçebileceğimiz, aksi tak­
dirde ikisini de kaybedeceğimiz anlamına gelir. İşin içinde bir bit­
yeniği daha vardır; zorla seçtiğimiz şey bile, bu seçimden mecbu­
ren kısıtlanmış olarak çıkar (yani "parasız hayat",. ya da Lacan'ın
formülleştirmesiyle "ya varlık ya anlam" : Öznenin simgesel Öte­
ki alaJ).ındaki, kendi varlığından kopuk anlamı). Lacancı zorlama
seçim teorisi -biraz daha döndürüldüğünde, devrimci slogan
" Ya özgürlük ya ölüm ! "deki gibi , özgürlüğü seçmenin tek yolu­
nun ölümü seçmek ve böylece seçim özgürlüğümüz bulunduğunu
göstermek olduğu noktada- geç kapitalizmin ekonomik ve poli-

2 1. Bkz. Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analy­


sis, New York ve Londra: W. W. Norton & Company, 1 998, s. 2 1 0-3.
38 NEDEN PSİKANALİZ?

tik hegemonyasında çok önemli bir rol oynayan özgürlük ve öz­


gür seçime ilişkin ideolojik sloganların eleştirisinde kullanılabi­
lecek birçok canalıcı unsur sunar elbette.22 Ama biz burada başka
bir soruyla ilgileniyoruz: Psikanaliz, bu "baskıcı olmayan" (ama
o ölçüde daha etkili) sınırlama mekanizmalarının mantığına in­
dirgenemeyeceği gibi, söz konusu mekanizmalara karşı da koya­
bilecek ya da onları etkisizleştirecek bir özgürlük kavramına ola­
nak sağlar mı? Freud ve Lacan'ın bireysel ve toplumsal çatışma ve
antagonizmaların "nihai çözümü" konusundaki doğrulanmış (da­
hası "sağlıklı", diye de eklenebilir belki) kötümserliklerine rağ­
men, psikanaliz teorisi ve pratiği içinde gerçek bir niteliksel kay­
ma olanağının bulunduğu gerçeği bakidir. Bu kayma bir patoloji­
nin yerine (daha kabul edilebilir bir) diğerini geçirmekten ya da
bizi belirleyen mekanizmalara dair bir anlayıştan /farkındalıktan
ibaret değildir; tam da bu mekanizmaların işleyişinde meydana
gelen tektonik bir kaymayı içerir. Ve bu kayma olanağı, zorlama
seçim boyutuyla hiç de ilişkisiz değildir; sadece bu boyutun öte­
kisi olmadığı gibi, ancak bu boyut bağlamında ortaya çıkar.

22. Temelde özgürlük buyruğuna dayanan boyun eğdirme mekanizmaları


hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. Jean-Leon Beauvois, Traite de la servitu­
de liberale: Analyse de la soumission, Paris: Dunod, 1 994. Çıkardığı sonuçları
bir dizi sosyo-psikolojik deneye dayandıran yazar, ötekine tam da istediğimizi
yaptırmanın en iyi yolunun özgürlük tanımak olabileceğini ikna edici bir şekilde
gösterir. Ö nce, belli bir (toplumsal) otorite konumundan, ötekini iki eylem ara­
sında bir seçimle başbaşa bırakırız; seçeneklerden bir tanesi, yapmayı hiç isteme­
diği, ama aynı zamanda ondan beklediğimiz seçimin tam da bu olduğunu bildiği
bir eylemdir. Sonra, seçimin tamamen ona ait olduğunu, tamamen özgür olduğu­
nu tekrarlayıp dururuz. Bu koşullarda olacak şudur: Ondan beklediğimiz şeyi ve
(sınanmış önceki) görüşlerinin aksini harfiyen yerine getirecektir - üstelik, "öz­
gür seçim" mekanizması sayesinde, bu görüşlerini değiştirip eylemini rasyonali­
ze edecektir. Başka bir deyişle, kalleşçe üzerine bindirilen eylemi, (otorite istedi­
ği için) yapmak zorunda olduğu "kötü" bir şey olarak görmeyip, kendisini "kötü
şey"in aslında iyi olduğuna ikna edecektir; zira davranış şeklini "özgürce seçtiği"
gerçeğini haklı çıkarmasının tek yolu budur.
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 39

"Yalnızca Aksayan Bir Şeyin Nedeni Vardı r"

Özne nosyonu ile özgürlük nosyonu birbiriyle çok yakından iliş­


kilidir; felsefi doruğuna Alman idealizminde ulaşan, ama -fark­
lı vurgularla- Lacancı psikanalizin de tam merkezinde yer alan
bir bağdır bu. Burada söz konusu olan fikir, salt "özgür özne" fik­
ri değildir; temel özelliklerinden biri özgürlüğe sahip olması ve
"özgürce" eyleyebilmesi olan bir özne nosyonuyla ilgili değildir.
Lacan öznenin yapının etkisi olduğunu ve bu bakımdan hiç de öz­
gür olmadığını bıkıp usanmadan tekrarlar. Gelgelelim yapının
kendisi hiç de sorunsuz, şeffaf ya da pürüzsüz işleyen bir şey de­
ğildir. Bu teoride öznenin en kısa tanımı şu olabilir: "Özne" dü­
zenlilik, töz ya da yapının bozulduğu; bunların kendi kuruluşla­
rıyla ilgili içsel bir güçlük, çelişki, olumsuzluk, olumsallık, ke­
sinti veya eksik gösterdiği noktanın kavramsal adıdır. Özne bir
süreksizliğin, boşluğun, aksaklığın, lekenin verili bir nedensel
zincire kayıtlı hale geldiği yerdir. Bundan dolayı -gündelik ha­
yat düzeyinde- dil sürçmeleri, rüyalar ve keza şakalar (şaşırtıcı
bir biçimde üretilen " anlamsızlıktaki anlam"), simgesel yapıdaki
özne mahalleridir. Aynı zamanda da psikanalizin neden nosyonu­
nu devreye soktuğu yerlerdir. Jacques-Alain Miller psikanalizde
neden sorusunun tam da olayların düzgün akışını aksatan bir şey
olduğunda ortaya çıktığını uzun uzadıya savunmuştur23 : Örnekler
yine en "masum" dil sürçmelerinden, farklı semptomların önemli
süreksizlik noktalarını açığa çıkarma yollarına kadar uzanmakta­
dır. Bu da psikanalitik neden nosyonunu, yasalılık ve düzenlilikle
alışıldık bağlantısının dışına ve -belki de- özgürlük nosyonu­
nun daha yakınına yerleştirir. Neden sorusu tam da ("nedensel")
bir zincir kırıldığında görünür; demek ki , psikanalizdeki neden

23. Karş. Jacques-Alain Miller, "To Interpret the Cause: From Freud to La­
can", Newsletter of the Freudian Field, 3. cilt, no. 1 -2, 1 989.
40 NEDEN PSİKANALİZ?

kavramının canalıcı unsuru süreksizliktir. Bu perspektiften bakıl­


dığında, psikanaliz bağlamında özgürlük meselesinin neden me­
selesiyle yakından ilişkili olduğu savunulabilir: nedenin yoklu­
ğuyla değil (aralarındaki ilişki çoğu kez böyle koyutlanır), tam da
varlığı ya da ortaya çıkış sıklığıyla ilişkili olduğu. Dolayısıyla öz­
gürlüğün gerçekten belirmesi için herhangi bir şeyin belki de söz­
cüğün birçok dilde taşıdığı iki anlamda birden) bir nedeninin/ da­
vasının olması gerektiğini söyleyebiliriz.
Gerçekten çok değerli ve önemli, ama hata doğru düzgün sa­
vunulması gereken bir ders bu. Zira hemen şöyle bir itiraz gelebi­
lir: Kesinti ve süreksizlik meselesini özgürlük meselesine bağla­
mak, fazla aceleci ve yüzeysel bir yaklaşım değil mi? Psikanaliz­
de neden meselesi daima başka, gizli bir nedenle ilişkili; söz geli­
mi dil sürçmesiyle kesintiye uğramış olan düzenlilikten farklı bir
düzenliliğin de parçası olabilecek, yine de kendi katı zorunlulu­
ğunu ve düzenliliğini takip eden bir nedenle ilişkili bir mesele de­
ğil mi? Hem psikanaliz, rastlantısal görünen bu sürçmelerde katı
bir mantık ve düzenlilik görme eğiliminde değil mi? Bu doğru el­
bette; hem kendi başına süreksizlik de özgürlüğün doğrudan bir
kanıtı ya da ifadesi değil şüphesiz. Süreksizliğin kanıtladığı ya da
tanıklık ettiği şey, başka bir Şeydir aslında: psikanalizin uğraştığı
iki düzey (Freudcu terimleri kullanırsak, "görünür" ile "örtük")
arasında pürüzsüz, doğrudan bir geçiş olmadığı ve bir düzeyi di­
ğerine tercüme edecek sabit bir anahtar · bulunmadığı gerçeği.
Mladen Dolar'ın ifadesiyle:

Çarpıtma tabakasının arkasındaki örtük metnin yeniden inşası, bize


bizatihi bilinçdışını sunmaktan çok uzaktır. Aksine, yalnızca ikisinin
arasındaki uzamda, görünür ile örtük arasındaki indirgenemez ara­
lıkta, "hakiki" içeriğin çarpıtılmasındaki fazlada, çarpıtmayı üreten
rüya-çalışmasında bilinçdışının izindeyizdir.24

24. Mladen Dolar, "Spremna studija", Sigmund Freud, Nelagodje v kulturi


içinde, Ljubljana: Gyrus, 200 1 , s. 1 04.
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 41

B aşka bir deyişle, (bir süreksizlik biçimi olarak) çarpıtma, ilkesel


olarak açıklanabilir, nedenleriyle ilişkilendirilebilir; yine de bu­
rada, bilinçdışı çarpıtma nedenlerinden başka bir şey daha işler:
çarpıtma nedeni olan bilinçdışı diyebileceğimiz bir şey; yani "ha­
kiki" içeriğin çarpıtılmasındaki fazla olan, kendi kendisini güdü­
leyen bir neden olan bilinçdışı. Gelgelelim kendi kendini doğuran
bu neden (causa sui) ancak iki düzey (görünür ile örtük) arasında­
ki ilişkinin kendisinde mevcuttur, söz konusu düzeylerden ba­
ğımsız değildir. Kısacası, iki düzeyin varlığıyla ve arasındaki ku­
rucu boşlukla bağlantılı, ama doğrudan ikisinden biri tarafın� an
belirlenmeyen ya da birine indirgenemeyen bir nedenle karşı kar­
şıyayız. Yalnızca bu ikisinin ilişkisizliğinin eklemlenişi şeklinde
var olan bir nedenle.
Lacan'ın tam da bu bakımdan ele almamız gereken, neden me­
selesine dair canalıcı bir tezi var: "il n'y a de cause que de ce qui
cloche. "25 Çevirisi bir hayli zor olan bu deyişi elimden geldiğince
aktarmaya çalışırsam: Yalnızca işlemeyen ya da tutarlı bir bütün
oluşturmayan bir şeyin nedeni vardır. Bu önermenin arkasında
(en az) iki önemli fikir var. Klasikleşmiş felsefi ifadesini Hume­
Kant tartışmasında bulmuş olan birincisi, nedensel ilişkinin do­
laysız olmayan karakteridir. Neden ile sonuç arasındaki bağlantı,
indirgenemez bir boşluk ya da sıçrama içerir. Bu boşluk, Hume'
un neden nosyonunun ta kendisinden vazgeçmek istemesine ne­
den olmuş; Kant'ı ise bir nedenden sonucuna geçiştek� sıçramanın
nedensel yapıyı yıkmadan mümkün olabildiği, aşkın (transcen­
dental) kurucu bağlam olarak rasyonel öznelliği öne sürmeye it­
miştir. Şöyle de söylenebilir: Nedensel bir ilişki, iki şeyi tam da
aynlmışlıkları içinde birbirine bağlar. B ir şeyden (ya da durum­
dan) ötekine doğrudan bir geçişin söz konusu olmadığı noktadaki
bağlantıyı adlandırır. Lacan'ın ifadesiyle:

25. Jacques Lacan, les quatre concepts fondamentaux de la psychanalyse,


Paris: Seuil, 1 973, s. 25.
42 NEDEN PSİKANALİZ?

Nedeni, bir zincirin belirli tarafından, başka bir deyişle yasadan ayırt
etmek lazım. Mesela etki-tepki yasasının resmettiği şeyi düşünün.
Burada tek bir ilke bulunduğu söylenebilir. Biri olmadan diğeri ol­
maz. Yere çakılan bir cismin kütlesi, yaşam gücüne karşılık aldığı şe­
yin nedeni değildir - bir tepki kuvvetiyle cismin kütlesine geri dö­
nen bu kuvvet, söz konusu kütlenin bir parçasıdır. Burada herhangi
bir boşluk yok, belki sadece en sonda. Buna karşılık, ne zaman ne­
denden bahsetsek, daima kavramsallaştırmaya direnen, belirsiz bir
şey vardır. Ayın safhaları, gelgitlerin nedenidir - burada neden söz­
cüğünün doğru kullanıldığını biliyoruz. Ya da miazmalar yüksek ate­
şin nedenidir - bunun da bir anlamı yok, ortada bir delik var ve ara­
lıkta salınan bir şey. 2 6

Bu alıntıdaki son cümle, Lacan'ın nedensellik açıklamasındaki


diğer önemli fikre getiriyor bizi : Bu delikte, bu aralıkta, bu boş­
lukta, nedenselliğin bu yapısal yarığında bir şey var belirir; psika­
nalizin tam manasıyla neden (objet a, kendisini doğuran ve çarpı­
tan neden) olarak adlandırdığı şey de işte bu beliren şeydir.
Yukarıda açıklanan unsurlar, psikanalizdeki başka bir neden
tartışmasıyla da ilişkilendirilebilir: Neden meselesinin daha önce
bahsedilen iki yönüne (bilinçdışı nedenler meselesi ve neden ola­
rak bilinçdışı meselesine), daha da temel görünen ve bilinçdışının
kuruluş nedenine ilişkin olan bir üçüncüsü eklenebilir. Jean Lap­
lanche, Freudcu (çocukları) baştan çıkarma teorisinin açmazları­
na cevaben bu tartışmayı ilginç bir şekilde geliştirmiştir.

Laplanche ve Bilinçdışının Nedeni

Bu tartışmanın başlıca unsurlarını kısaca hatırlayalım. Freud, ye­


tişkinlerin çocukları baştan çıkarmasını önce gerçek olarak, yani
çocuğun tarihindeki olgusal / ampirik bir olay olarak koyutlamış­
tır; bu olay, daha sonra bastırılarak farklı semptomların ve nevro­
tik rahatsızlıkların zemini ya da nedeni haline gelebilmektedir.

26. Lacan, The Four Fundamental Concepts of Pyscho-Analysis, s. 22.


ÖZGÜRLÜK VE NEDEN

Freud sonralan bu teoriyi terk edip baştan çıkarma fantazisine da­


ir teorisine geçmiştir: B aştan çıkarma genel olarak ampirik ger­
çeklikte meydana gelen bir olay değildir; daha sonra, cinsel far­
kındalık dönemimizde inşa edilen bir fantazidir ve yalnızca özne­
nin psişik gerçekliğinde var olur. Maddi gerçeklik ile psişik ger­
çeklik (fantazi) arasında ayrım yaparak yaklaştığımızda, cinsel
açıdan baştan çıkarma meselesi, ya her şeyin maddi açıdan baştan
çıkarma olduğu iddiasına yol açmakta (zira maddi baştan çıkar­
mayı nasıl tam olarak yalıtıp tanımlayabiliriz: mesela bebeğin du­
daklarına ya da poposuna dokunmak baştan çıkarma kapsamına
girer mi?), ya da baştan çıkarmanın bütünüyle fantazmatik oldu­
ğu, "baştan çıkarıldığım hisseden" kişinin psişik gerçekliğiyle
dolayımlandığı iddiasına yol açmaktadır. Laplanche'ın ham ma­
teryalizm ile psikolojik idealizm arasındaki bu çatışmaya yanıtı
derinden materyalisttir; zira, Laplanche tam anlamıyla maddi bir
neden olduğunu kabul eder, yine de bu nedenin çocuk ile yetişkin
arasındaki etkileşimde ampirik olarak meydana gelen şeylere in­
dirgenemeyeceğini (ya da bunlardan çıkarsanamayacağını) savu­
nur. B aşka bir deyişle, Laplanche'a göre bilinçdışının müteakip
kuruluşunu tetikleyen asıl şey, ne ham maddi gerçeklikte ne de
fantazinin ideal gerçekliğinde yatar; bu ikisini kateden ve Lap­
lanche'ın esrarengiz mesajın maddi gerçekliği diye adlandırdığı
üçüncü bir gerçekliğin maddiliğidir. B asitçe ifade edersek: Ço­
cuklar yetişkinlerle etkileşimlerinde, daima kısmen esrarengiz
olan, ötekinin bilinçdışının (cinselliğinin akınına uğramı ş mesaj­
lar alıp dururlar. Yani bu mesajlar yalnızca gönderilenler için de­
ğil, gönderenler için de esrarengizdir - gönderenler de bu mesaj­
ları kelimenin tam manasıyla "anlamaz" ya da mesajların ne ilet­
tiğini tam olarak bilmez. Bu mesajların (ki elbette sözlü olmaları
gerekmez; jestler, çocukla ilgilenmenin farklı şekilleri, vs. de ola­
bilirler) kendi maddi gerçeklikleri vardır; fantazi ya da a posteri­
ori inşalar olmadıkları gibi, doğrudan bir cinsel baştan çıkarma
da değildirler. Çocuk bu mesajları yorumlar ve az çok tutarlı, an­
lamlı bir hikaye şeklinde düzenler, sentezler. Ne var ki bu mesaj-
44 NEDEN PSİKANALİZ?

ların yorumlanması, açıklanması, anlaşılmasının başka bir yüzü,


bir de arka yüzü vardır daima: bu açıklamanın işlemediği yerler,
yorumlama dışında bırakılan yerler, bastırılan bir artıkla uğraştı­
ğımız yerler. Yani burada, bilinçdışının esrarengiz mesajlara dair
bu yorumlamanın atığı (dechet) olarak kurulduğundan bahsedi­
yoruz.27
Bu noktada durup şöyle bir soru sormakta fayda var: İki farklı
şeyi özdeşleştirirken Laplanche fazla hızlı gidip, bizzat vurgula­
dığı üçlü yapıyı daha basit, ikili bir yapıya indirgemiyor mu? Zira
yukarıda sunulan açıklamanın sonunda, elimizde iki unsur kalı­
yor: bir yanda bilinçli, görünür içerik ya da yorumlayıcı anlatı; di­
ğer yanda da ötekinin mesajının hazmedilmemiş /hazmedileme­
yen parçası, verili yoruma dahil edilmemiş parça olarak bilinçdı­
şı. Meseleyi böyle ortaya koyduğumuzda kaybettiğimiz (ve baş­
ka türlü ortaya koyduğumuzda Laplanche'ın teorisinin diğer yön­
lerinden açıkça ortaya çıkan) şey, bizatihi bilinçdışının da daima­
zaten bir yorum olduğudur. Başka bir deyişle, (esrarengiz mesaj a
dair) yorumun atığını, bölünmez kalanını salt bilinçdışıyla özdeş­
leştirmemeliyiz. Daha ziyade bilinçdışının (bilinçdışının çalış­
ması kadar bilinçdışı "oluşumların" da) , tam da bu parçayı içer­
meye çalışan, -Lacan'ın nosyonunu kullanırsak- bu nesneyi
anlatısına dahil etmeye çalışan yorumlama olduğunu söylemeli­
yiz. B ilinçdışı bu artığı hesaba katarak yorumlar, bu artığa göre
yorumlar. Bilinçdışının kuruluşu, gerçekten de belli bir ("bilinç­
li") yorumun meydana gelmesine, yani ötekinin esrarengiz mesa­
jına getirilen belli bir çözüme denk düşüyorsa bile, bilinçdışının
basitçe dışarıda bırakılan (ve yorumumuza dahil edilmeyen) şey
olduğu anlamına gelmez bu; bilinçdışı daha ziyade (bilinçli yo­
rum tamamlandıktan sonra) yorumlamaya devam eden şeydir. Da­
ha doğrusu, ancak esrarengiz mesaja dair belli bir anlayış üretil-

27. Karş. Jean Laplanche, "La psychanalyse comme anti-hermeneutique",


Entre seduction et inspiration: l'homme, Paris: Press Universitaire de France,
1 999, s. 258.
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 45

dikten sonra yorumlamaya başlayan şeydir. Çünkü yorumladığı


şey, kestirmeden söylersek, tam da verili yorum ile artığı arasın­
daki ilişkidir. Ve bilinçdışı bu artığın bakış açısından yorumlar.
Bilinçdışı oluşumların tanımları gereği "taviz oluşumları" olma­
sının nedeni de budur. B elki şunu da eklemeliyiz: Bu oluşumlara
gölge düşüren şey, tam da onları gerçeğe yaklaştıran şeydir. Bi­
linçdışının yaptığı yorumun �böyle bir formülleştirmenin içer­
diği bütün görecilikle birlikte- bir yorumun yorumu olmayıp
hakikat boyutuna nakşedilmiş olmasının nedeni, bu tikel yoru­
mun tam da artığın bakış açısından yorumluyor olmasıdır. Psika­
nalizin bilinçdışı oluşumları ciddiye almasının dayanağı tam ola­
rak budur.
O halde elimizde üç unsur var: bilinçdışı oluşumlarla ilişkili
spesifik bir öznel figür ve iki tür neden. Birinci tür, Laplanche'ın
Ötekide dolaşımda olan "esrarengiz mesajlar" diye adlandırdığı
şeyi oluşturan unsurları içerirken (sözler, jestler, bakışlar, vs.), di­
ğeri bu mesajların yorumundan artakalan bu nesnel (ya da nesne­
vari) fazla/ artıktır. Şunu da ekleyeyim, bu artık, "mesaj "ın yorum
dışında bırakılmış bir unsuru (bir söz, bir jest, bir bakış) değil, da­
ha çok söz konusu unsurların yorumlayan özneyle ilişkili olarak
sahip olabileceği belli bir niteliğin "nesneleşmesi" gibi bir şeydir.
Laplanche bu niteliğe "esrarengiz" der, ama birazdan bahsedece­
ğim nedenlerden dolayı, ben "sorunlu" demeyi tercih ederim. Zira
sorunlu dediğimizde, özne ile Öteki arasındaki ilişkide (öznenin)
varlık(ı) ile anlam arasındaki ilişkide, daima "quelque chose qui
chloche" , yani tutmayan bir şey olduğu gerçeğine işaret etmiş olu­
ruz - bu ilişki, indirgenemez bir içsel güçlük üzerine kurulmuş­
tur. Buradaki amaçlarımız doğrultusunda, (yorumun) nesnel ka­
lıntı(sı)nın bu güçlüğün maddi var olma tarzı, nesne olarak var ol­
ma tarzı olduğunu söylemekle yetinebiliriz. Bu nesneye ne özne
ne de Öteki sahiptir; gelgelelim ikisiyle de ilişkili, ikisine de bağ­
lıdır. Daha doğrusu tam da heterojenlikleri, ortak paydalarının ol­
mayışı bakımından ikisini ilişkilendiren ya da birbirine bağlayan
şeydir.
46 NEDEN PSİKANALİZ?

Gelin şimdi, Laplanche'ın özne ile öteki arasındaki ilişkinin


sorunlu karakterine dair, "esrarengiz mesaj " şeklindeki tanımını
kabul etmeden önce, neden bunu yeniden düşünmek gerektiğini
açıklamaya çalışalım. Bu terimleri kullandığımızda, bilinçdışının
kuruluşundaki canalıcı bir adımı atlamıyor muyuz? "Esrarengiz
mesaj " deyişi, başlangıçtaki/travmatik itkinin, anlama dair bir
gizemden kaynaklandığını düşündürür. Özne (oluş-halindeki-öz­
ne de diyebiliriz) , Ötekinin tam olarak "ne söylemek istediğini"
bilmez, Ötekinin davranışı ona esrarengiz gelir ve buna bir anlam
vermeye çalışır. Her şey bir esrarla başlıyor, yani bu etkileşimde
olup bitenlerin -anlamı doğru düzgün kurulduğunda- tutarlı
ya da daha az bunaltıcı hale gelebileceği önvarsayımıyla başlı­
yor. Haklı olarak, bu esrarın arkasında önceden kurulmuş, açığa
çıkarılmayı ve doğru düzgün anlaşılmayı bekleyen bir anlam bu­
lunmadığında ısrar eder Laplanche (Ötekinin esrarengiz mesajİa­
rı Öteki için de esrarengizdir) . Laplanche'ın başka bir teziyle, ya­
ni "psişik geı:çeklik" in benim tarafımdan yaratılmadığı, esasen
işgalci olduğu, (ötekilerin bilinçdışı olarak) çoktan kurulu oldu­
ğu yerden (dışarıdan) geldiği, bizi işgal ettiği teziyle de bağlantı­
lıdır bu.
Gelgelelim tüm zarifliğine rağmen bu çıkarım, kronolojik de­
ğil de yapısal olan canalıcı bir unsuru atlamaktadır. Bilinçdışının
yapısının, öznenin dış gerçeklikte karşılaştığı bir şey, bu gerçekli­
ğin tutarsızlığı biçiminde karşılaştığı bir şey olduğunu kabul et­
sek dahi -ki seve seve kabul ediyoruz- bu nokta ile Laplanche'
ın sözünü ettiği tutarsızlığı bir esrar olarak ele alıp çözmeye ça­
lıştığı nokta arasında meydana gelmesi gereken bir şey var. Bir
esrar, ancak anlam önvarsayımı ve bu önvarsayımın gerektirdiği
diğer her şeyle -sözgelimi bu anlamın Ötekide var olduğu inan­
cıyla- birlikte ortaya çıkabilir. Başka bir deyişle, Laplanche es­
rarengiz mesajın Öteki için neden esrarengiz olduğunu başarıyla
açıklar, ama özneye neden esrarengiz göründüğünü (ve bütünüy­
le anlamsız ya da her türlü anlam meselesinin ötesinde görünme­
diğini) açıklamaz. Öznenin Ötekiden gelen ve başlı başına esra-
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 47

rengiz olan bir şeyle karşılaşması yeterli değildir - bu şeyin ona


esrar gibi görünmesi için öznenin çoktan anlamı " seçmiş " olması
gerekir. Bu yol bizi yeniden Lacancı zorlama seçim izleğine geti­
riyor: (bilinçdışının) özne( si), varlık ile anlam arasında seçim ya­
parken, yalnızca anlamı seçebileceği esnada ortaya çıkan şeydir.
Ötekilerle etkileşimimizde gerçekleşen şeyin "esrarengiz bir me­
saj" oluşturabilmesinin zorunlu öteki yüzüdür bu.
Yani ötekilerle etkileşimimizdeki bu güçlüğü esrarengiz bir
mesaj şeklinde anlamak, bilinçdışı önvarsayımına dayanır zaten
(ve bilinçdışının nedeni olamaz) . Bilinçdışının kuruluşu anlam
önvarsayımına, (yorumu olanaklı kılan tek şey olan) zorunlu an­
lam seçimine denk düşer; bu yorumdan kaçan ilk temsilin bastı­
rılmasına değil. Laplanche'ın yorum artığı dediği şey, anlama da­
hil edilemeyip dışarıda kalan ve böylece bastırılan mesaj parçası
zaten bilinçdışı önvarsayımına dayanmakta; bir bakıma inşasının
gerçeğini, yani ilk olarak zorunlu bir seçiin yapısında verilen iliş­
kisizliğin ta kendisini cisimleştirmektedir. Bastırma ancak Fre­
ud'un "ilksel bastırma" (Urverdriingung) diye adlandırdığı şeyin
Lacancı tercümesi olan ve tam manasıyla bilinçdışının kuruluşu­
na denk düşen bu zorlama seçim bağlamında mümkündür.
O halde Laplanche'dan bir ölçüde farklı vurgular getiren hipo­
tezimiz şöyledir: Çocuk ile yetişkin arasındaki etkileşimde, ço­
cuk için bir esrarın, esrarengiz bir mesajın ortaya çıkışının açıkla­
ması, Ötekinin (de) kendi bilinçdışıyla orada oluşu değildir. Bu
mesaj aslında daima-zaten bir yanıttır; bir çıkmaza, bir açmaza,
zorlama seçim terimleriyle biçimselleştirilebilecek bir baskıya
verilmiş bir yanıttır. Esrar başlangıç değildir, zaten "ikincil"dir,
zorlama anlam seçimi bağlamında ortaya çıkar. (Öteki'den gelen)
esrarengiz mesajlara, anlam arayışına, anlama arzusuna dair hi­
kayenin tamamı ancak bu bağlamda işleyebilir. B ilinçdışının ku­
ruluşuna denk düşen bu "bağlam "ı tanımlamanın bir diğer yolu da
söz konusu bağlamı, Ötekinin simgesel gerçeklik alanının tutarlı
olduğu, Ötekinin bildiği, bir şey istediği, ne istediğini bildiği,
söylediği ve yaptığı şeyleri söyleyip yapmasının bir nedeni olma-
48 NEDEN PSİKANALİZ?

sı gerektiği şeklinde bir önvarsayım olarak sunmaktır. Ötekinin


ne söylediğinden, ne söylemek istediğinden, ne söylediğini bilip
bilmediğinden bağımsız olarak, öznenin kendisi dönüm noktası
niteliğindeki şu varsayıma ya da önvarsayıma dayanmalıdır: Bu­
nun bir anlamı var. Ne anlama geldiğini çözme girişiminden ön­
ce, "bunun bir anlamı var" şeklinde öznel bir koyutlamanın bu­
lunması gerekir.

Özgürlüğün Nesnesi

"Bir anlamı olan", anlam mekanizmasını tetikleyen "bu" tam ola­


rak nedir peki? Bu soruya son derece net bir yanıt vermeliyiz.
Ötekiyle etkileşimimdeki tüm sözcükler, jestler ve daha bir sürü
şeyden ibaret değildir. B ir kez daha ce qui cloche, yani bu etkile­
şimde işlemeyen şeydir. Havada yüzen radikaldir; özneyle öteki
arasındaki ilişkide dolaşan, tam da bu ilişkinin kararsızlığını ci­
simleştiren nesnedir. Ve bu nesne yorumlamadığımız şeydir; on­
dan başka her şeyi (sözcükler, jestler, bakışlar, vs.) yorumlarız; bu
nesne -kelimenin tam anlamıyla- yorumun motorudur. Ancak
bu şekilde işlemesi için, meydana gelmesi gereken başka bir şey
var - tam da, daha önce öznenin burada oluşturulacak (esraren­
giz) bir anlam olduğu varsayımında bulunması diye tarif ettiğim
şey. Bu varsayımın ortaya çıkışıyla birlikte ne olup bittiğini, bütü­
nüyle yapısal açıdan tarif etmeyi deneyelim: Özne nesneyi Öteki­
ye yerleştirir, deyim yerindeyse Ötekinin ağırlık merkezinde ko­
numlandırır. Nesneye sahip olan Öteki esrarengiz Ötekidir; yal­
nızca mesajlarının anlamından emin olmamamız demek değildir
bu, aynı zamanda bir anlam taşıdıklarından da emin olduğumuz
anlamına gelir.
Bunun çok önemli bir sonucu var: B ilinçdışı öznesinin kuru­
luşu, ötekinin (tarafında) bilinçdışının dışarıda bırakılmasına
denk düşer. Öteki bilir, ve tutarlıdır. Laplanche ile Lacan arasın­
daki ihtilaf noktası da bu bana göre. Laplanche'a göre, Lacancı
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 49

perspektifte -sözgelimi bir çocukla ebeveynleri arasındaki etki­


leşim söz konusu olduğunda- yetişkinler bilinçdışından yoksun,
(aslında kendi bilinçdışlannın istilasına uğramış yetişkinlerle do­
lu olan) gerçeklikte hiçbir yerde bulunmayan yekpare "simgesel"
işlevler gibi görünmektedir. Bu itiraz ne kadar mantıklı görünse
de canalıcı bir noktayı ıskalar. Laplanche'ın kendi ifadelerini -
burada yapmaya çalıştığım gibi- radikalleştirdiğimizde, Lacan­
cı kavrayış sağlamlığını korumaktadır; zira çocuk-yetişkin etkile­
şimi asimetrik olmakla kalmayıp (Laplanche'ın öne sürdüğü gibi ,
bir tarafta bilinçdışı çoktan kurulmuştur, diğer taraftaysa yalnızca
varlık kurulmuştur) daha temel bir "ıskalanmış karşılaşma" içe­
rir: Öznenin kendi bilinçdışının kuruluşunda, ötekinin bilinçdışı
"feda edilir" (kovulur, urverdrangt). Burada, bu noktada öteki,
(büyük) Öteki olarak ortaya çıkar. B ilinçdışının öznesinin ortaya
çıkışı ile Ötekinin ortaya çıkışı bağlılaşıktır. Öteki, anlam alanı­
nın tutarlılığını temin eder. Öteki "var olmadığı" (tutarsız olduğu,
bilmediği) gerçeği dışında her şeyi bilir. Ve özne, Ötekinin bunu
bilmediğine inanabildiği sürece kendi bastırmalarını sürdürebilir
- bu bastırmaları "biliyor" ve rahatlıkla tartışabiliyor olsa bile.
Zira bastırmaları koruyan şey tam da Ötekinin, bildiği önvarsayı­
mına olanak sağlayan bu tek noktadaki bilgisizliğidir. Şu tür in­
karların yolunu açan, Ötekinin bu tekil bilgisizliğidir: "(X'in var
olmadığını) gayet iyi biliyorum, ama yine de varmış gibi davranı­
yorum."
Anlatmayı sevdiğim bir fıkrada, bu konfigürasyonun hoş bir
örneği bulunabilir: Adamın biri , bir buğday tanesi olduğuna inan­
maktadır. Akıl hastanesine kaldırılır, burada ellerinden geleni ya­
pan doktorlar nihayet bir buğday tanesi değil, bir insan olduğuna
ikna ederler adamı. Adam hastaneden ayrılır ayrılmaz ödü kop­
muş bir halde geri döner, kapının dışında bir tavuk olduğunu ve
kendisini yiyeceğinden korktuğunu söyler. "Arkadaşım," der dok­
toru, "buğday tanesi olmadığını, bir insan olduğunu gayet iyi bili­
yorsun" . "Ben biliyorum tabii," diye yanıtlar hasta, "ama tavuk
biliyor mu?"
50 NEDEN PSİKANALİZ?

Bu fıkradan çıkarılacak çok önemli bir materyalist ders var:


B ilinçdışımızda bir şey değişecekse, bu değişikliğin onu destek­
leyen yapıda gerçekleşmesi gerekir. Psikanaliz de bu nedenle de­
rinlemesine materyalisttir: B ilinçdışı inançlarımızı koruyan şe­
yin, mahremiyetimizin derinliklerinde bir yerde yatmadığını, dı­
şarıda (Ötekide) olduğunu iddia eder ve ispatlar. Peki burada ger­
çek bir kaymanın meydana gelmesini sağlayan unsur tam olarak
nedir?
Öncelikle tartışmamızda farklı yollardan giderek ulaştığımız
iki unsuru aynı çizgiye yerleştirelim. İlki, görünür ve örtük içerik
arasındaki ilişkiyi hem bozan hem de taşıyan çarpıtma fazlası.
İkincisi, bilinçli yorumun döküntüsü, artığı; bilinçdışından ibaret
olmayıp, bilinçdışı yorumu çalıştıran ve bilinçdışı oluşumlarda
(tikel bir içerik olarak değil) onların "biçimsel" yönü olarak, biza­
tihi çarpıtmanın biçimi olarak, "gramatik yapısı" olarak mev.cut
şey. Bu ikisine aynı çizgide üçüncü bir unsuru, psikanalizin dür­
tü nosyonuyla kavramlaştırdığı şeyi ekleyebiliriz.ıs Dürtü, grama­
tik yapı meselesiyle ilgisiz değildir elbette (Freudcu teoride "et­
ken" ve "edilgen" çatılar arası ters çevirmeler -"görmek" ve "gö­
rülmek" gibi- dürtünün kurucu unsurlarıdır); dahası dürtü, her
tatminin temel bir içsel yarığını; başka, ilave bir tatmin olasılığı­
na yol açan, talep ile tatmin arası ilişkisizliği cisimleştirir. Bu ola­
sılık, özneden çok Öteki üzerinde merkezsizleştirici bir etki ya­
par. Söz konusu merkezsizleştirme şu şekilde formülleştirilebilir:
Özne tatmini doğrudan Ötekide bulmaz asla, ancak Ötekiden ge­
çen bir sapak yoluyla bulabilir. Bu sapak indirgenemez. Dürtü
tekbenci keyiften başka bir şeydir, ikisi arasında kavramsal bir
ayrım yapılmalıdır. Ayrıntılı bir tartışmaya girmeden, bu farkı di­
le getirmenin bir yoluna işaret edebiliriz. Keyif (daha ziyade La­
cancı jouissance anlamıyla), nihayetinde daima b�stırmayla bağ­
lantılıdır; bu ikisi birbirini ayakta tutar - bastırma daima bir key­
fi korur, bu nedenle keyfin de belli başlı bastırmaları koruduğu

28. Dürtü kavramını ilk "müdahale"de daha ayrıntılı olarak tartışmıştım.


ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 51

söylenebilir (bilinçdışı anlamlarının deşifre edilmesinin ötesinde


varlığını sürdüren semptomlar, bu kategoriye dahildir). Oysa dür­
tü, özne ile Öteki arasındaki ilişkisizlik açmazının bir "çözümü"
olan bastırmayla bağlantılı değildir, çünkü tam da bu ilişkisizliğin
"yaşamı" ya da ifadesi aracılığıyla ve bu ifade şeklinde var olur.
Hepsi de aynı temel topolojinin farklı bir ifadesi olan bu üç un­
sur, her öznenin ampirik hayatı ile Ötekideki kurucu koşulları iliş­
kilendiren (Freud'un terimini ödünç alırsak) "göbek"tir tam da.
Lacan'ın bu göbeğe verdiği adı, yani "objet petit a"yı kullanırsak
bu diyalektiği şöyle formülleştirebiliriz: Öteki kavramı, dünyamı­
zı yapılandıran ve sözdağarını veren simgesel koordinatlara işaret
ediyorsa, objet a daima Ötekinin bir sonucudur. Gelgelelim aynı
zamanda bu sürecin özgül, tekil bir noktasını cisimleştirir, yani
sonucun kendisini doğuran simgesel yapıyla "açık bir hattı" koru­
duğu bir noktayı; bu nedenle, söz konusu nesne bakımından, iki
simgesel yapı da bağımlı, "hassas"tır. Her bilinçdışı oluşumda bu
göbeği, bu nesneyi bulmak, konumlandırmak ve belirlemek gere­
kir. Dolayısıyla bilinçdışı oluşumların analizi şu ikili önvarsayı­
ma dayanır: 1) söz konusu nesne bu oluşumlarda tespit edilip bu­
lunabilir, 2) bu nesne aracılığıyla, yalnızca açıklamakla kalmayıp
bir şeyler değiştirilebilir, kaydırılabilir. Örneğin objet a, bir semp­
toma yol açan nedenselliğin, belli bir simgesel açmazın sonucu
olan bu semptomda canlı tutulmasını sağlayan unsurdur. Yani
semptom bir yandan belli koşullar tarafından otomatik olarak te­
tiklenebilen katı bir simgesel biçim (ya da ritüel) iken; bir yandan .
da bütün bu katılık ve otomatizm içinde -moda deyimle- de­
vam eden, sürmekte olan bir çalışmadır; özneyi belirleyen çatış­
manın hala işlediği ve gerçek zamanlı olarak sahnelenmeye de­
vam ettiği mahaldir. Semptomun bizatihi mevcudiyeti, bu çatış­
manın haia canlı olduğunu gösterir ve aynı zamanda ait olduğu ya­
pının hassas noktasını kendi içinde taşır.
Bu noktada Laplanche'a ve Laplanche'ın "esrarengiz mesaj"
mı iki uğrağa -öznenin Ötekiyle ilişkisinin sorunlu karakterin­
deki gerçeğin uğrağı ve bu sorunlu karakterin "esrarengiz bir me-
52 NEDEN PSİKANALİZ?

saj '' şeklinde koyutlandığı uğrak- ayırdığımız noktaya dönebili­


riz. Buradan birtakım çağdaş etik teorileri için önemli bir psika­
nalitik ders çıkmaktadır. Analiz çalışması bu iki şeyi ayırma, çöz­
me d<;>ğrultusunda ilerler. Yalnızca yorumlama, "doğru" anlamla­
rı deşifre etme peşinde değildir; yorum kendi sınırını da üretmeli,
yani tam da anlam alanının ya da Öteki alanının anlamsız göbeği­
ni oluşturan noktaları işaretlemeli, konumlandırmalı ve bu nokta­
da ayrılmaya kışkırtmalıdır. B asitçe söylersek bu ayrılma, özne­
nin ne olduğu sorusunun yanıtını Ötekide (ya da kendisinde) bu­
lamayacağı anlamına; ancak Ötekiyle ilişkili eylemlerinin bölün­
mez kalanı biçiminde bu yanıtı bulabileceği ya da bu yanıtla kar­
şılaşabileceği anlamına gelir. Bu konfigürasyonda Öteki, artık es­
rarengiz bir mesajın Ötekisi gibi görünmez. Öteki alanının opak­
lığı, artık özneyi olası anlamlarını bulmaya "çağırmaz" ; daima-za­
ten toplumsal olan, yani daima-zaten Öteki alanında meydan; ge­
len ve indirgenemez bir şekilde bu alana bağlı olan kendi kaderiy­
le uğraşmaya teşvik eder. Psikanalizdeki canalıcı " ayrılma" uğra­
ğı böyle anlaşılmalıdır: sırf Ötekiden ayrılma, tüm toplumsal ya­
pılardan ve öznenin varlığının toplumsal dolayımından ayrılma
değil; Ötekinin, yapısını yönlendiren nesneden ayrılması olarak.
Gelgelelim ister az ister çok olsun, doğrudan Emmanuel Levi­
nas'taiı etkilenmiş çağdaş bir etik düşünce ekolü vardır; bu ekolün
merkezinde tam da Ötekinin esrarının olumlanması (ve güçlendi­
rilmesi) yer alır. Bu etikte özne, Ötekinin esrarıyla, Ötekinin asla
açıkça formülleştirilemese de sonsuz olan Talep'iyle karşı karşı­
yadır ya da karşı karşıya gelmelidir - öznenin mutlak sorumlu­
luk taşıdığı bir Talep ile. Yukarıda Ötekinin esrarının kuruluşu­
nun, sonsuz bir esrarengiz Talep konumuna çıkartılmasının (ilk­
sel) bastırmaya denk düştüğü gerçeğini psikanalizin nasıl aydın­
lattığını görmüştük. Bu durum bastırmanın öznenin kuruluşuna
zorunlu olarak ait olmasını engellemez, psikanalizin ne pahasına
olursa olsun bastırmayı (önceden) önlemeye çalışması gerektiği
anlamına da gelmez (aksine psikanaliz bastırmaya olup bittikten
sonra, çoktan gerçekleşmiş bir " ilk" sentez üzerinde gerçekleşe-
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 53

cek bir "ayrılma" işlemiyle yaklaşır) . Ancak bastırmanın öznenin


kuruluşu için zorunlu olduğunu kabul etmek ile bastırmayı en
yüksek etik düstur mertebesine çıkarmak arasında bir fark vardır.
Yukarıda bahsedilen etiğin yaptığı tam da bu sonuncusudur. Son­
suz bir esrarengiz talebin/mesajın mahalli olarak Ötekiye daya­
nan bir etik, bastırmayı etik ilke düzeyine yükselten bir etiktir. Bu
anlamda psikanaliz etiğine bütünüyle yabancıdır. Ötekinin son­
suz talebinin Ötekinin Talebini, esrarını nasıl yorumladığımıza
dair " sonsuz sorumluluğumuz"la örtüştüğü bir etiktir bu. Öteki­
nin esrarı, bizden yorum (ve bunun gerektirdiği faaliyeti) talep
eder, ama aynı zamanda bu yorumdan (ve dolayısıyla eylemleri­
mizden) mutlak olarak sorumluyuzdur. Bu etiğin özgürlüğü ko­
numlandırdığı yer de bu noktadır. Levinas'ın formülasyQnuna gö­
re, insan iradesi "bu sorumluluğu istediği bakımdan üstlenmekte
özgürdür; bu sorumluluğun kendisini reddetme özgürlüğü ise
yoktur".29 Sonsuz, bitimsiz bir yorumlama -bilinçdışının üreti­
mi- ve bu yoruma dair sonsuz sorumluluğumuz olarak tanımla­
nabilecek bir şey var elimizde. Dolayısıyla burada sorumluluk
özünde ikilidir: yorumlama sorumluluğu ya da koşulsuz olan yo­
rumlama ödevi ve aynı zamanda nasıl yorumladığımıza dair so­
rumluluk. Bu etikte, (radjkal) Öteki figürünün ilksel ve merkezi
yeri üzerindeki bütün vurguya rağmen, Öteki bir şekilde öznenin
kendi bilinçdışını bilmesini ve sorumluluğunu almasını (ve daha
fazlasını üretmesini) sağlayan bir katalizöre indirgenmektedir.
Ötekinin esrarı, öznenin kurucu yorumlama aralığı yoluyla ken­
disine başvurmasını sağlayan nokta gibi görünmektedir.
Psikanaliz bu pespektiften epey farklı bir şekilde, (sonu olma­
yan) yorum çalışmasına yukarıda tarif edilen jesti, anlam meka­
nizmasını yönlendiren anlamsız nesneyi anlamın inşa edildiği
yerden (Ötekiden) ayırma jestini ilave ede�; anlam üreticisi olarak
işleye� anlamsız nesneyi, sözcük ve jestlerin anlambiliminden

29. Emmanuel Uvinas, Totality and lnfinity: An Essay on Exteriority, Pitts­


burgh ; Duquesne University Press, 1 969, s. 2 1 8-9.
54 NEDEN PSİKANALİZ?

ayınr. Bu ayırma sonsuz sorumluluktan farklıdır; zira özne Öteki­


deki eksiği bu sorumlulukla " doldurmaya" çalışır ama asla tain
anlamıyla başarılı olamaz. Ötekinin Talebinin yoğunlaşmasına yol
açan bu mantık, Ötekideki eksiği durmaksızın tamamlama mantı­
ğı Levinasçı etiği, Freud'un süperegonun kısırdöngüsü olarak ta­
rif ettiği şeye fazlasıyla yaklaştırmaktadır. Şu pasaj bu bakımdan
oldukça anlamlıdır:

Ödevler yapıldığı ölçüde ağırlaşır. Ödevimi ne kadar iyi yaparsam, o


kadar az hakkım olur; ne kadar adilsem, o kadar suçluyum.30

Freud'a göre (" içselleştirilmiş otorite" olarak) süperego, aynı za­


limlikle hareket eder: Bir insan ne kadar erdemliyse, o kadar ha­
şin ve güvensiz davranır; "bu nedenle nihayetinde, kendilerini en
korkunç günahkarlıkla suçlayanlar tam da azizliği en uç noktası­
na götürmüş insanlardır" . 3 1
Daha önce altını çizdiğimiz gibi, psikanalizde söz konusu
olan ayrılma, (yerine getirildikçe artan) bu tür sonsuz sorumlu­
luktan farklı bir şeydir. Daha ziyade tekil ve son derece belfrli bir
sorumluluğu kışkırtır - Öteki olmayıp, Ötekinin ve ona denk dü­
şen öznelliğin korunmasını ya da korunmamasını sağlayan mer­
kezsiz nokta olan bu tekil nesneyle ilişkili bir sorumluluğu. Psi­
kanalizin neden meselesini ve tekil bir nedensellik meselesi hali­
ne gelen özgürlük meselesini ilişkilendirdiği nokta da burasıdır:
Bu tekil nedensellik, "özne aracılığıyla nedensellik" ya da "Öteki
aracılığıyla nedensellik" değil, nesne aracılığıyla nedenselliktir.

30. A.g.y., s. 244.


3 1 . Bkz. Sigmund Freud, "Civilisation and its Discontents", The Standard
Edition ofthe Complete Psychological Works o/Sigmund Freud içinde, XXI. cilt,
Londra: Vintage, s. 1 25-6; Türkçesi: Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Ba­
rışcan, İ stanbul : Metis, 1 999.
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 55

Vakitli / Vakitsiz Gözlemler

Psikanaliz semptomların yorumu olarak başlar. Ama bu semp­


tomların kendileri de, farklı unsurların bir yorumu, bağlantısı, sen­
tezi olduğundan, analiz çalışması aslında yorum-çözme çalışma­
sıdır. Bu bakımdan Laplanche'ın, (yöntem olarak) psikanalizin kö­
küne kadar analitik karakteri üzerindeki vurgusuna katılmamak
mümkün değil. Sentez daima bastırmanın tarafındadır. Freud'un
rüyalar ve rüya yorumuna ilişkin esas keşfi, rüyalara atfedilen
sembolizmi ve yorum için gerekli bir anahtarın var olduğunu red­
dedişidir. Serbest çağrışım çok farklı bir şeydir: Az çok tutarlı bir
öyküyü parçalarına ayırır, unsurlarını tümüyle farklı doğrultulara
götürür, yeni unsurlar katar, vs. Oysa sembolizm serbest çağrı­
şımları susturur.
Ne var ki, tüm hikayenin yorum-çözme ve dağıtma şeklindeki
bu yorumlamadan ibaret olmadığını eklemeliyiz - bu sonsuz an­
lam üretimini (ve yorumunu) ayakta tutan ve kendisi bir anlam
unsuru olmayan yarığı sınırlamayı ve yalıtmayı içeren canalıcı
ayrılma işlemi vardır bir de. Bu yarığı yalıtmak, dürtüyü ve nes­
nesini yalıtmakla aynı kapıya çıkar. Ancak bu, nesne-dürtünün ,
analitik çözme işlemi (yorum-çözme olarak yorumlama, sempto­
matik bağların çözülmesi) acı sonuna kadar gerçekleştirildiğinde,
geriye kalan "temel bir parçacık" olduğu anlamına gelmez. Freud'
un ihtiyacın (tatmininin) içsel yarığından kurulan dürtü teorisini
ya da Lacan'ın (dürtü hedefine ulaşmadan tatminini bulur, formü­
lünde özetlenen) amaç ile hedef arasındaki ayrım aracılığıyla yap­
tığı dürtü kavramlaştırmasını hatırlamak yeterlidir - bunu hatır­
lamak, dürtünün (temel bir parçacık değil) temel bir yarık biçimi
olduğunu kavramak için yeterlidir. Esas olan sapmadır/yarıktır;
bu yarık "parçacıkları"ndan daha esastır. Dürtünün nesnesi bu ya­
rıktır, nesne olarak boşluğun kendisidir.
Kulağa ne kadar tuhaf gelse de, (bölünmenin /yarığın bölünen
şeyden önce geldiği) bu topoloji dürtüyü anlamak için son derece
56 NEDEN PSİKANALİZ?

önemlidir; bilhassa bu yarığın, esasında zihinsel ile fiziksel ara­


sındaki bölünmeyi ve olası eklemlenmeyi içerdiğini akılda tutar­
sak.32 Bu bölünmeyi en geniş anlamında, "doğa" ile "kültür" ara­
sındaki bölünme olarak alırsak, psikanalizin dürtüyü iki terim ara­
sındaki kısa devre noktası olarak keşfettiğini söyleyebiliriz. Bu
ne demektir peki? İnsan varlıkları, iki alemin örtüştüğü bölge ola­
rak tanımlayabiliriz mi demektir? B ütünüyle yanlış olmasa da, bu
formülasyon bir hayli yanıltıcı olabilir ve insan varlıkları iki ilke­
nin, doğal (ya da maddi) ve manevi ilkelerin birleşimi olarak gö­
ren dini okumalara kapı açabilir. Belirtilmesi gereken canalıcı
nokta,33 burada çoktan kurulmuş iki kendiliğin örtüşmesinin de­
ğil, içinde örtüşen iki tarafı türeten bir kesişmenin söz konusu ol­
duğudur. B aşka bir deyişle, insan varlıklar biyolojik ile simgese­
lin ya da fiziksel ile metafizikselin birleşimi değildir - birleşme
imgesi yanıltıcıdır. İnsan varlıklar daha çok bu iki unsur arasında­
ki farkın ve söz konusu farkla tanımlanan bu ikiunsurun kendisi­
nin türetildiği; iki boyut arasında bu şekilde türetilen ilişkinin de­
vamlı müzakere edildiği (koyutlandığı, yeniden koyutlandığı,
tekrarlandığı, sağlamlaştırıldığı, tanımlandığı, yeniden tanımlan­
dığı) bir dizi noktadır. Bu perspektiften bakıldığında, bu acayip
kesişme ya da yarıktan önce gelen bir "saf yaşam " (saf doğa) ya
da " saf simgesel" yoktur. Simgeseli türeten nokta, bu paradoksal
eklemdir; bütünüyle bağımsız, özerk bir alem olan simgesel, ü re ­
tilmiş bir şeydir - kesişmenin doğurduğu hareketin dış sınırında
üretilir, geriye doğru etkilidir; türediği noktayı, deyim yerindeyse
kendi "doğumu"nu etkiler. Dürtü de bu bölünmeye, esas bölün-

32. Freud'un ifadesiyle, "o halde dürtü kavramı, zihinsel ile fiziksel arasında­
ki sınırda uzanan kavramlardan biridir" . Sigmund Freud, "Three Essays on the
Theory of Sexuality", On Sexuality içinde, The Pelican Freud Library, 7. cilt,
Harmondsworth: Penguin Books, 1 977, s. 83. Freud'un "Trieb" terimi Strachey'
nin çevirisinde "içgüdü" olarak geçer, ama burada "dürtü"yle değiştirilmiştir; zi­
ra "dürtü" artık daha isabetli bir karşılık olarak genel kullanımdadır.
33. Bu noktayı, The Odd One in. On Comedy (Cambridge, Massachusetts &
Londra: The MiT Press, 2008) kitabımın son bölümünde daha ayrıntılı olarak ele
alıyorum.
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 57

meye -içinde bölünen " unsurlar"dan daha esas olan bölünme­


ye- bünyevi olarak bağlıdır.
B unun önemli bir sonucu daha var. Dürtü, esas bölünme biçi­
midir; ama hemen şunu eklemeliyiz ki kendisi de bir bağ, koşaç
olan bir esas bölünme biçimidir. Dürtü, esas bir heterojenliğin,
heterojen olduğu alan içinde tam da dürtünün işleyişi aracılığıyla
bir heterojenlik olarak korunan bir heterojenliğin ortaya çıkışıdır.
Dürtü radikal bir ötekilik ile bağdır; anlamın sağladığı bağın (bu
heterojenliğin bir Mesaja, esrarengiz bir Talebe vs." ye dönüşme­
sinin) ötesinde -daha doğrusu berisinde- işleyen bir bağ. Dür­
tü, anlam/mesajın biçimi olmayan bir bağ biçimi olarak bölün­
medir, heterojenliktir. Gelmeye çalıştığım nokta şu: Analizdeki
bağ çözme pratiği (yorum-çözme olarak yorumlama) başka, fark­
lı türde bir bağa gelip takılır, yalıttığı ve orada durduğu bir bağa.
Özne ile Ötekiyi, ikisine de heterojen olan bir unsurda indirgene­
mez şekilde birbirine bağlayan bağa takılır; benlik ile ötekiliği
tam da bölünmüşlükleri, heterojenlikleri içinde, onların (iç) diya­
lektik ya da "montaj " noktası olarak birbirine bağlayan dürtünün
öznesine takılır.
Burada illa ki ortaya çıkan "milyon dolarlık soru" elbette şu­
dur: Bu tekil bağ türü, herhangi bir toplumsal bağın zemini olarak
işleyebilir mi, yoksa ikincisi daima ilkinin bastırılmasına mı da­
yalıdır? B urada bu soruya yanıt vermeyip, yerine başka bir şey
söyleyeceğim. Psikanalize özgü bir politika varsa eğer, (yukarıda
özetlenen anlamda) bu çözme ve ayırma çalışmasında ısrar etmek
ve giderek sesini yükselten şu eleştiriye teslim olmamaktır: Psi­
kanaliz yalnızca parçalar, çözer, ayırır, kafayı olumsuzluk ve ek­
sikle bozmuştur, (politik olsun "insanca" olsun) olumlayıcı, pozi­
tif bir proje doğurmaz. Psikanalizin politikası bugün ( "yine de"
"pozitif' bir şeyler önermeye kalkarak) buna boyun eğmek değil,
daima bünyesi gereği toplumsal bir karakter taşımış olan analiz
çalışmasını sürdürmektir.
Psikanalizin herhangi bir toplumsal yargıda bulunmaktan sa­
kınıp, toplumsal bağların çağdaş dünyadaki parçalanışını, daya�
58 NEDEN PSİKANALİZ?

nışmanın ve kolektif projelerin ufalanışını, toplumsal dokunun


ufak parçalara, küçük bireysel keyif adalarına ayrılışını etkin bir
şekilde desteklemese bile, sorgulamaksızın kabul etmesi gerekti­
ği anlamına mı geliyor bu? B ana kalırsa psikanaliz başka bir şey
yapmalı - bu teşhisin kendisini; sağısolu, zengini fakiri, dindarı
dinsizi, sömüreni sömürüleni herkes tarafından gönül rahatlığıyla
benimsenişiyle bile şüphe uyandırması gereken bu teşhisi eleşti­
rel incelemeye tabi tutmalı. Gerçekten de toplumsal bağların hız­
la çözüldüğü ve tekbenci keyif adalan şeklindeki bağsız bireyler
çokluğunun ortaya çıktığı bir zamanda mı yaşıyoruz? Ya bu teşhi­
sin kendisi bir bastırma biçimi, sorunun asıl kaynağından kaçın­
mak için (eleştirilmesi son derece kabul edilebilir olan) belli bir
içeriği acımasızca eleştiren bir "taviz oluşumu" ise? Örneğin şunu
söyleyebiliriz: Tekbenci keyif adalan şeklindeki bireyler çokh�ğu­
nun varlığı, tam da çağdaş toplumsal bağın var olma biçimidir. _B i­
reylerin sosyo-ekonomik mobilizasyonu, 1 00-200 yıl öncesiyle
aynı biçimde olmayabilir, ama bu hiç meydana gelmediği ve bizi
kendisine ve birbirimize bağlayan mevcut toplumsal bağı -bi­
reyler olarak kendi keyif alma şeklimizle- "beslemek" ile meş­
gul olmadığımız anlamına gelmez. Bu noktada daha önce belirtti­
ğimiz şeyi bir kez daha vurgulamalıyız: Belki asıl kritik hata, key­
fi, özünde tekbenci ya da basitçe asosyal, Ötekinin alanından ko­
puk bir şey olarak anlamaya dünden razı olmamız gerçeğinde ya­
tıyor. Buna karşılık, keyfin -bastırma diyalektiği ve korunması
aracılığıyla- Ötekine gayet bağlı ve daima-zaten toplumsal ol­
duğu noktayı tanımalıyız. Daha doğrusu, keyfin öznesi Ötekiye ih­
tiyaç duymaz - Ötekinin yalnızca "çıplak" var oluşuyla, keyfin
keyif olarak ortaya çıkabilmesi için "ihtiyaç duyduğu" bastırmayı
garanti ettiği nokta hariç.
"Zamanımız" a dair, bununla yakından bağlantılı, yine popüler
ve benzer şekilde sorunlu bir teşhis daha var: Ötekinin var olma­
dığını, üstü çizili, tutarsız, eksik olduğunu hepimiz biliyoruz. Sim­
gesel otoritelerin yıkılmasında, kendi tekbenci keyfimiz dışında­
ki şeylere genel olarak bağlanamayışımızda görüldüğü gibi, Bil-
ÖZGÜRLÜK VE NEDEN 59

yük Öteki düşüştedir. Bu, kimi zaman sitemle psikanalizin suratı­


na fırlatılan bir teşhis aynı zamanda: "Öteki'nin var olmadığından
bahsedip' duruyordunuz, işte muradınıza erdiniz ! Kıymetli etiği­
niz toplumda gerçekleştiğinde böyle görünüyor işte ! " Büyük
Ötekinin var olmadığını hepimiz biliyoruz yani. Peki gerçekten
ama gerçekten biliyor muyuz, biliyor gibi davranıyor muyuz?
Yanıt olumlu olmayabilir. Daha ziyade Ötekinin bunu asla öğ­
renmemesi (ve dolayısıyla, yukarıda değinilen " adam ve tavuk"
fıkrasındaki gibi, kıymetli bastırmalarımızın desteği olarak işle­
meye devam etmesi) için elimizden geleni yapıyor gibiyiz. Olup
bitenler ve Ötekinin varlığına inançsızlık, yani simgesel Ötekinin
artık üzerimizde hükmü kalmadığı bir durum olarak tarif edilen
şey, biraz daha farklı tanımlanması gereken bir durum aslında:
Ötekinin artık somut bir "küçük" öteki kılığıyla üzerimizde bir
hükmü kalmadığı bir durum olarak. Başka bir deyişle, terk edilen
şey, Öteki ile bir öteki arasında bağlantı ya da kısa devre olanağı­
dır, bir "küçük" ötekinin tam da büyiik Ötekinin var olma tarzı ola­
bileceğine inanma olanağıdır. Somut bir insan (ebeveyn, öğret­
men, başkan, vs.) hakikaten Ötekinin bir örneği olamaz, çünkü
zayıf ve zavallı değilse bile yalnızca insandır, tutarsızdır. Burada
büyük Ötekiyi kurtarma amaçlı müthiş bir operasyon olduğunu
görmek ve kabul etmek gerekmiyor mu? Öteki, herhangi bir kü­
çük ötekide etkin, işler olmadığı sürece (ki bu aynı zamanda bu
düzeyde herhangi bir sorumluluktan a priori muaf olması da _de­
mektir) tam, üstü çizilmemiş ve cahilliği içinde her şeyi bilen ola­
rak kalabilir. Bir yer olarak korunmaktadır (o meşhur boş yer: tüm
küçük ötekilerden ilke ol arak muaf, ama istediğimizde farklı kü­
çük ötekileri koyduğumuz ve keza geri çektiğimiz bir yer) . Bu "il­
ke olarak" boşluk (iki düzeyin köklü bir şekilde ayrılması olarak
boşluk), diğer şeylerin yanı sıra, hiçbir küçük ötekinin büyük Öte­
kiye gölge düşürmemesini de garantiler. Bu ayırma, daha önce
tartıştığım (psikanalitik) ayırmadan çok farklıdır. Simgesel Öte­
kide olup bitenlerin türetici kaynağının ve hakikatinin ayrı bir
nesne olabileceği gerçeğini kabul etmektense, büyük Ötekiyi ko-
60 NEDEN PSİKANALİZ?

partır ve (yapısının dokunulmaz kalması bakımından) radikal aş­


kınlığı içinde bırakır. Aslında Ötekiyi tümüyle atıl ama aynı za­
manda hiç kirlenmemiş, el sürülmemiş, mutlak olarak koruma pa­
niğiyle uğraşıyoruz; (esasen "bizim" ekonomik düzenimiz olan)
simgesel düzen, içinde istediğimiz her şeyi değiştirebileceğimiz,
farklı olasılıklarla ve sonsuz varyasyonlarla oynayabileceğimiz
bir oyun bahçesi gibi görünüyor, ama bu sosyo-ekonomik yapının
canalıcı parametrelerine ilişkin hiçbir gücümüz yok (bu yapıyı
kaydırıp, koordinatlarını değiştirebilmemizi sağlayacak hassas
bir nokta, bir "tutunma" yeri yok). Yazının başlangıç noktasına dö­
nersek, aynı zamanda nedenin, nesne-nedenin ve dolayısıyla her­
hangi bir somut özgürlük biçiminin de radikal bir biçimde dışlan­
masıdır bu. B aşka bir deyişle özgürlük, nedenle ilişkisini kaybe­
dip soyut bir " seçme özgürlüğü" biçimi haline gelmekte, bu da qz­
neyi sahici sayılan eğilim ve tercihlerin kabı olmak gibi sonu�u
kuşkulu bir statüye itmektedir.
Bu toplumsal konfigürasyon, "psikanalizin öğretilerinin ger­
çekleşmesi "ni temsil etmek şöyle dursun, aslında bilinçdışının ra­
dikal bir kapanımıdır. Psikanalizin ne cevap vereceğini bulması
gereken bir kapanımı temsil etmektedir.
ÜÇÜNC Ü MÜ D A HALE
Komedi ve Tekinsiz

O Belirsiz Sınır

Bu son "müdahale"nin konusu, genel adı estetik olan saha içine


düşüyor; amacı da bu sahada psikanalizin neyi ayırt etmemizi
sağlayabildiğine dair bir örnek geliştirmek. Duygusal tepkileri­
mizin iki kutbunda duruyormuş gibi görünen iki görüngü arasın­
daki ilişkiyi konu alıyor: komiklik hissi ve tekinsizlik hissi (Fre­
udcu das Unheimliche) . Bu iki görüngü, beklentilerin aksine, bir­
çok bakımdan birbirine çok yakın ve derinden bağlıdır aslında.
Estetik görüngüler olarak, Hiçlik'in (nothing) iki farklı konum­
landınlışı diye tanımlanabilirler. En azından biz, incelememize
bu perspektiften başlayacağız.
Komedi söz konusu olduğunda, hiçlikle yakın ilişkisi daha
açık görünüyor. Örneğin "kuru gürültü"ye (much ado about not­
hing) sadece bir komedinin adı deyip geçemeyiz. Zira Shakespe­
are'in daha nice oyununun adı gibi bu da paradigmatiktir. Kome­
dinin canalıcı bir boyutunu yakalar. Elbette bu "hiçlik" hafifsen­
mediği ya da önemsiz, değersiz ve ilgisiz gibi terimlerin eşanlam­
lısı olarak düşünülrrieyip ciddiye alındığı takdirde. Zira komedi
bize hiçliğin ciddiye alınması gerektiğini öğretir. Komedi hiçlik­
le birçok şey yapar. Ama her şeyden önce, hiçliğin indirgenemez
maddiliğine işaret etmeyi sever.
Bunun doğrudan bir örneğine, bir komedide (Ernst Lubitsch'in
Ninotchka'sında) geçen bir espriye, komedinin canalıcı mekaniz­
malarından birini nefis bir şekilde yakalayan bir espriye bakalım:
64 NEDEN PSİKANALİZ?

Adamın biri bir restorana girer ve garsona şöyle der: " Kremasız kah­
ve lütfen. " Garson yanıt verir: "Afedersiniz efendim, kremamız kal­
mamış, sütsüz olsa olur mu? "

Bu esprinin mekanizması hakkında pek çok şey söylenebilir. Dil­


bilimsel açıdan, düz anlamı "yokluğu-ile-birlikte" olan without
sözcüğünün içerdiği paradoksu genişletmektedir. Bu mantığa gö­
re kremanın-yokluğu-ile birlikte kahvenin, sütün-yokluğu-ile bir­
likte kahveden çok farklı bir şey olduğu kolayca görülebilir. Bura­
da az çok ilginç ve eğlenceli mantıksal-dilsel tuhaflıklar dışında,
daha önce de söylediğimiz gibi, hiçliğin belli bir -hayaletimsi­
maddiliği söz konusudur. Garsonun, taleJ> edilen şey ellerinde ol­
madığı için hiçbir şey sunmama olasılıklarını gözardı eden yanı­
tıyla birlikte, bu yokluğun gayet elle tutulur ve somut bir boyutu,
hayaletimsi bir nesne ortaya çıkar. Daha doğrusu, "krema" (ya da
"süt") nesnesi hayaletimsi boyutuyla kıl!şımıza çıkar; olumsuzla­
mayla simgesel konumundan mahrum kalmış ama gerçekte ısrar
etmekte, deyim yerindeyse kahvesini aramaktadır. Nesne, hiçliğe
indirgenmeyi ya da hiçlik muamelesi görmeyi kabul etmeyen ne­
gatif muadilinde belirmektedir. Bu noktayı ıskalamamak çok
önemli : Burada hiçliğin simgesel sunumu anlamında (O sembo­
lünde ya da başka bir olumsuzluk işaretinde olduğu gibi) "bir şey
olarak görünen hiçbir şey"le değil; daha ziyade hiçliğin kalıntısıy•
la, tam da simgesel desteğinden mahrum bırakılmış ama gerçekte
ısrar eden/ ortaya çıkan hiçlikle uğraşıyoruz. Şöyle de diyebiliriz:
Anlamlandırma düzeyinde bir eksikle değil de kısmi bir nesne
olarak eksikle, daha doğrusu (krema, süt, vb.) kısmi nesnelere tu­
tunma olarak eksikle uğraşıyoruz.
Yukarıdaki örneği komedinin daha genel işleyişine bağlayan
şey, tam da bu tür hayaletimsi bir nesnenin üretimi, yani hayale­
timsi olanın nesnevari maddiliğinin üretimidir. Hiçlik, bu tür bü­
tün komik nesnelerde yukarıdaki esprideki kadar doğrudan görül­
mez. Asıl mesele şu ki, komedi maddi görünmeyen ya da yalnız­
ca diğer şeylerle (diferansiyel) bir ilişki içinde var olan bir şeyi
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 65

nesneleştirme numarasını her yaptığında, bu tür bir "indirgene­


mez hiçlik" işin içine girer. Kelime oyunlarına dayanan komedide
bu, çoğu zaman bazı mecazları (onları sembolik kılan boşluğu
görmezden gelip) düz anlamıyla alma ya da "maddi olmayan" ba­
zı şeylere nesne muamelesi yapma yoluyla gerçekleştirilir. İki ör­
nek verelim. İlki, kelime oyunlarından yola çıkarak komedi yap­
ma konusunda usta olan Shakespeare'in Kuru Gürültü 'sünden:

Leonato
( . .. ) Senyör Benedick ile Beatrice arasında keyifli bir kapışma var:
Asla bir araya gelmiyorlar, ama aralarında bir nükte savaşı var.

Beatrice
Yazık ki [Senyör Benedick'in] kazandığı bir şey yok. Son çarpışma­
mızda beş nüktesinden dördü başını alıp gitti, koca adam bir tanesi­
nin eline kaldı( . . .) .

( 1 . Perde, 1 . Sahne)

Burada "nükteler"in düz anlamıyla bir insanı bırakıp, "başını alıp


gitmesi" fikri vardır (artık başka bir yerde sorun çıkardıkları ha­
yal edilebilir). "Nükte" ayrılabilir, özerk, kendi başına duran bir
nesne olarak üretilmektedir. Diğer örneğimiz daha güncel, Marx
kardeşlerden (Duck Soup / Ördek Çorbası) :

Maliye Bakanı: "Efendim, sabrımı deniyorsunuz ! "


Firefly (Groucho) : " İzin verin deneyeyim. Bir ara siz de benimkini
denemelisiniz."

Sabrın, mesela insanın giyip deneyebileceği bir şey haline geldiği


bu komik mantıkta da hiçliğin hoş bir maddileşmesine şahit oluyo­
ruz. Ancak bunu anlamaya çalışırken dikkatli olmalıyız. Maddi­
leşen hiçliğin (maddi olmayan şeyin) sadece "sabır" olduğunu
söylemeye çalışmıyorum. Daha ziyade bu sözcük oyununun, nor­
malde iki düzeni (mesela zihinsel ve fiziksel nesneleri) ayıran
boşluğu ortadan kaldırarak işlediğine ve (anlamsızlıkta) anlam
66 NEDEN PSİKANALİZ?

yarattığına dikkat çekmek istiyorum. Normalde " anlam yaratma­


nın" negatif bir koşulu olarak işleyen ve burada ortadan kaldırılan
bu boşluk artık hayaletimsi ama tözel bir şey gibi görünür: Grouc­
ho'nun maliye bakanını denemeye davet ettiği sabrın tözü haline
gelir.
Gelin bu noktada ani bir fren yapıp tekinsize bakalım, zira ge­
rek "hayaletimsi olanın maddiliği" gerekse "imkansız" (koparıla­
bilir ve yeniden iliştirilebilir) nesnelerin üretimi, tam da komedi
ile tekinsizin ortak özellikleri gibi görünmektedir. B aşını alıp gi­
den bir "nükte", insanın üstüne geçirebileceği (ya da başka bir şe­
kilde "deneyebileceği") bir nesne olarak sabır gibi ya da ilk örne­
ğe dönersek "kremanın yokluğu " gibi kendi başlarına dolaşan
kendilikler - tüm bunlar hem komedi hem de tekinsizde karşıla­
şabileceğimiz türden nesnelerdir.
Hem ilginçtir, birinin tanımı diğerine de uygun düşer gil1idir.
Bergson'un komiğe dair meşhur tanımı, "canlı bir şeyin mekanik
bir şeyle kaplanması"34 -diğer tüm versiyonları ("şey olduğu iz­
lenimi yaratan kişi") ve tersyüz edilmiş halleri ("kişi gibi davra­
nan şey "35) ile birlikte- tekinsizin tanımları olarak da görebilir
rahatlıkla. Diğer yandan, Schelling'in meşhur tekinsiz tanımı,
Freud'un da tekinsiz üzerine yazısında övdüğü tanım, komiğe de
kolaylıkla uygulanabilir: "Gizli ve saklı kalması olması gerekir­
ken, açığa çıkmış olan her şey tekinsizdir. "36 Komik ile tekinsiz
arasındaki yakınlığın kendisi, hem komik hem tekinsiz görünü­
yor. Aynı anda hem birbirine son derece yakın hem de birbirinden
fersah fersah uzak olan iki görüngü var elimizde. B ambaşka iki
evren gibi görünüyorlar, ama belirlenmesi çok zor, incecik bir
çizgi ayırıyor onları.

34. Henri Bergson, Laughter, Baltimore: The John Hopkins University Press,
1 980, s. 97.
35. Wyndham Lewis, The Complete Wild Body, Santa Barbara: Black Spar­
row Press, 1 982, s. 1 5 8 .
3 6 . Sigmund Freud, "The Uncanny", Art and Literature içinde, The Pelican
Freud Library, 14. cilt, Harmondsworth: Penguin Books, 1 987, s. 345.
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 67

Huzursuzluktan gülmek gibi bir görüngü de var elbette: B ir


şey bizi tedirgin ettiği ya da korkuttuğu için gülebiliriz. Ama bu­
rada bizi ilgilendiren, kaygıya karşılık gelen bu tür bir kahkaha
değil . Bizi ilgilendiren, tekinsiz ile sa/komik; yani bize doğrudan
komik gelen, kaygıya verilen karşılık ya da savunma olarak be­
timlenemeyecek komik arasındaki yakınlıktır.
Komik ile tekinsizin bu tuhaf rastlaşması, soyut addedilen ta­
nım düzeyiyle sınırlı değildir. İkisinin ürettikleri ve oynadıkları
nesnelerin doğasındaki belli bir yakınlığa işaret ederek başlamış­
tık. B aştan sona komik ile tekinsiz arasındaki ilişkiye ayrılmış ya­
kın tarihli bir yazısında Robert Pfaller, bunların başlıca dört unsu­
runun ortak olduğunu öne sürer: simgesel nedenselliğin ortaya çı­
kışı (bir oyun ya da numara olarak başlayan şeyin, üstünlüğü ele
geçirip gerçekte işler hale gelişi), başarı (her şey başarıya ulaştığı
gibi, fazlasıyla, "niyet edilenden fazla" başarıya ulaşır), tekrar ve
ikiz figürü.37 Pfaller, Octave Mannoni'nin teatral yanılsama anali­
zini ayrıntılandırıp merkeze de "zihin deneyi " nosyonunu yerleş­
tirerek, komedi ile tekinsiz arasındaki yapısal farka dair şöyle bir
tanım önerir: Komik, başkaları için tekinsiz olandır. Mannoni'nin
verdiği örnek, sahnede ölü bir adamı oynarken aniden hapşıran
oyuncu örneği bunu çok iyi gösterir. Ölü bir adamın hapşırmasını
komik bulmam için şunların bir araya gelmesi gerekir: Adamın
gerçekten ölü olmadığını (ölü numarası yapan bir oyuncu olduğu­
nu) bilmem gerektiği gibi, başka birilerinin onun gerçekten ölü
olduğuna inanabileceğini, bu teatral yanılsamaya kapılabileceği­
ni (ve adamın hapşırması karşısında dehşete düşebileceğini) var­
sayabilmem gerekir. Başka bir deyişle, akıldan şöyle bir deney
yaparım adeta: "İzlediğinin bir oyun olduğunu bilmeyen ve ada­
mın gerçekten öldüğüne inanan biri olduğunu düşünsene. Hapşı­
rığı duyunca ödü patlardı ! " Bunu basit bir alayla karıştırmamaya
dikkat etmeliyiz. Bu bilgisiz ötekiye (söz konusu varsayıma) ken-

37. Bkz. Robert Pfaller, "The Familiar Unknown, the Uncanny, the Comic" ,
Lacan: The Silent Partners içinde, Slavoj Z i�ek (haz.), Londra: Verso, 2005.
68 NEDEN PSİKANALİZ?

dimizi iyi ("üstün" ya da daha zeki) hissetmek için değil, afalla­


mak yerine tekinsiz nesneyle ilişki kurabilmek için ihtiyacımız
vardır.
Aşağıda, komedi ile tekinsiz arasındaki ilişkiye dair biraz fark­
lı bir yorum önereceğim; her birinde hiçliğin statüsü kadar, (teri­
min Lacancı anlamıyla) gerçek meselesine de odaklanan, yine de
birçok noktada Pfaller'in analizine çok şey borçlu olan bir yorum.

"Teatral Yanılsama"

Mannoni'nin, temelde "fetişist inkar" ya da devredilen inanç şe­


masına denk düşen (bir şeye inanmayacak kadar akıllıyızdır, ama
bu inancı Ötekine devrederek, ötekilerde böyle bir inancın oldu­
ğunu varsayarak bu şeye inanmaya devam ederiz) teatral yanitsa­
ma yorumuna karşı çıkmak için bazı gerekçeler var.38 Basitçe ifa­
de edersek, söz konusu şemaya göre, izlediğimiz şeyin yalnızca
bir tiyatro oyunu olduğunu gayet iyi bilsek de, bu oyunu heyecan­
la takip edebilir, karakterler için endişelenebilir, ağlayabiliriz,
v s . , çünkü bu performansa kandığı varsayılan Ötekinin bakışıyla
özdeşleşiriz. B aşka bir deyişle, gördüklerimizin gerçek olmadığı­
nı (ya da gerçekten meydana gelmediğini) bilsek de, bu perfor­
mansın hitap ettiği bir Öteki hipoteziyle ya da kimi ötekilerin bu
performansın gerçek olduğuna inanacağını varsayarak gerçek ol­
duğuna inanabiliriz. Manno ni'ye göre, içinde yaşadığımız rasyo­
nalitenin talepleriyle yasaklanan bazı arkaik inançlarımızı tüm
bilgimize rağmen korumamızı sağlayan, Ötekine devredilen inan­
cın aynısı söz konusudur burada da.
Mannoni'nin ve başka kuramcıların kavramlaştırdığı bu dev­
redilen inanç yapısı, gündelik etkileşimlerimizin pek çoğu için ke­
sinlikle geçerli olsa da, söz konusu yapının teatral yanılsamaya

38. Bkz. Octave Mannoni, Clefs pour l'/maginaire, Paris: Seuil, 1 969, s.
1 6 1 -83.
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 69

(kapsamı genişletirsek, diğer sanatsal kurmaca biçimlerine) uy­


gun düşüp düşmediği ve bu yanılsamanın işleyişini kapsayıp kap­
samadığı sorgulamaya açıktır.
· B ir oyun, bir performans izlediğimizi ve oyuncu ile canlandır­
dığı karakter arasında temel bir fark olduğunu, karakter öldüğün­
de oyuncunun ölmediğini biliyoruz. Yine de karakter öldüğünde
derin bir üzüntü duyuyorsak, bunun nedeni gördüklerimizin ger­
çek olmadığını bilmemize rağmen, Öteki(ler)in adamın öldüğüne
inandığını varsayarak, kendimizi koyuverip bu kişinin sahiden öl­
düğüne inanmamız mı gerçekten? Bunun nedeni daha ziyade, (sa­
natsal) kurmacanın gerçeğin karşıtı olmak şöyle dursun, en iyi va­
sıtalarından bir tanesi olması değil mi? Tiyatroda (ve diğer sanat­
sal kurmaca biçimlerinde) gerçek olduğunu söylemek, tiyatroda
olup biten her şeyin gerçekdışı ya da tümüyle gerçek olduğunu
söylemekle aynı şey değildir. Bu meseleyi gerçeklik ile ("saf') ya­
nılsama arasındaki aynına indirgersek, sanatsal kurmacayla fazla­
sıyla iç içe olan, ne "gerçekte olup bitenler"in ampirik maddiliği­
ne ne de Ötekinin/ötekilerin varsayılan inancıyla ayakta tutulan
yanılsamaya indirgenemeyecek olan o üçüncü gerçekliği gözden
kaçırırız. Sanatsal gerçekliğin (kapsamı daraltırsak, teatral ger­
çekliğin), Laplanche'ın kuramlaştırdığı "esrarengiz mesajın mad­
di gerçekliği" ile tam olarak aynı statüye sahip olduğunu söyleye­
biliriz aslında. Önceki bölümde gördüğümüz gibi, Laplanche am­
pirik gerçeklik ("gerçekte olup bitenler") ile fantazi (olup bittiğini
hayal ettiklerimiz) arasındaki basit ayrımı reddedip bu iki gerçek­
liği kateden ama ikisine de indirgenemeyen üçüncü bir gerçekli­
ğin son derece önemli maddiliğine işaret eder. Keza sahnede gör­
düklerimizin gerçekten orada olduğunu (ölü numarası yapan bir
oyuncu gerçekten ölü numarası yapıyordur - gördüğümüz jest­
ler kadar görmediklerimiz de "gerçek"tir, hayal ürünü değildir) ve
oradan sahnenin kendi maddi gerçekliğini ürettiğini söyleyebili­
riz. Bu gerçekliğin büyük ölçüde yanılsama ya da numara yapma­
ya dayalı olması, doğrudan maddi etkilerini ortadan kaldırmaz;
bu etkiler "gerçek"tir. Hamlet'teki oyun sahnesi üzerine yorumun-
70 NEDEN PSİKANALİZ?

da Lacan, hakikatin kurmaca yapısına sahip olduğunu öne sürer­


ken tam da bunu hedefler: "Teatral yanılsama"nın öyle bir yönü
vardır ki, hakikatin zıddı değil, bizatihi hakikat kipidir (ya da ola­
bilir) . Hakikat meselesi, bir şeyin gerçekten mi olduğu yoksa bir
numara mı, bir "oyun" mu olduğu meselesinden ibaret değildir as­
la; hakikat meselesi, gördüğümüz şey (ister gerçeklik ister oyun
olsun) ile onu yapılandıran gerçek arasındaki ilişkiyle ilgilidir.
Gerçeklik kendi başına hiçbir zaman doğru ya da yanlış değildir,
ama belli bir yönünün ya da konfigürasyonunun gerçekliğin haki­
katini yakaladığını, yani yapısını belirleyen gerçek noktasına do­
kunduğunu söyleyebiliriz. Yanılsamaya dayalı olsa da, bir oyun
da bunu yapabilir - hatta daha etkili bir şekilde yapabilir, zira
doğru gerçeklik konfigürasyonunu üretmeyi ya da inşa etmeyi de­
neyebilir.
Gelgelelim teatral yanılsamanın işlemesi için (yani bir duru­
mun gerçeğine dokunabilecek ve hakikatini "kurabilecek" unsur­
ları sahnede üretebilmek için) çoğu zaman, az çok bariz bir kur­
maca biçimiyle "çerçevelenmesi" , gerçeklikten ayrılması gerekir.
Bu çerçeveyi ya da sınırlamayı sürdürebilmek için de Öteki uğra­
ğına dayanmak zorunludur. Peki Ötekinin buna inandığını varsa­
yarak ya da bu inancı Ötekine devrederek (sahnede olup bitenle­
rin gerçeğine) inanmamızı mı gerektirir bu? Daha ziyade, Öteki­
ne devredilen şey apaçık bilgimiz (izlediğimiz şeyin "yalnızca bir
oyun" olduğu bilgisi) değil midir? Bir kurmacadan "keyif' almak
için bilgimizi, koruma amacıyla, deyim yerindeyse Ötekine yatır­
mıyor muyuz? Ve bu sayede rahatlayıp oyuna "dalmıyor" muyuz,
kendimizi iyice oyuna kaptırıp "aldanmıyor" muyuz? B aşka bir
deyişle, " şeylerin aslında nasıl olduğuna" dair bilgimizi Öteki'ne
devreder, böylece rahat rahat gördüklerimize inanmaya ya da on­
ları kabullenmeye bakabiliriz. Öteki, oyunun dışında sapasağlam
yerinde duran bir gerçeklik, (oyundan sonra ya da istersek oyu­
nun herhangi bir anında) geri dönebileceğimiz bir gerçeklik bu­
lunduğunun teminatıdır. Bu konfigürasyonda söz konusu olan
mantık şöyle betimlenebilir: B üyük Öteki bunun gerçeklik değil
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 71

de yalnızca bir oyun olduğunu bildiği sürece, ben bunun gerçek­


lik olduğuna inabilirim. (Ve bu doğrultuda, gerçeklik olduğuna
[yalnızca] inandığım şeyin gerçekten gerçeklik olduğunu fark et­
tiğimde de sarsılabilir ya da Hamlet'in oyununun muhatabı olan
katil Claudius gibi "tuzağa düşebilirim" . )
Gelin şimdi "hapşıran ceset" örneğine geri dönelim. Hapşıran
bir ceset, bize bir tiyatro oyununda tekinsiz gelmeyecektir - tu­
haf, muhtemelen de komik gelecektir (bu ayrıma birazdan döne­
ceğiz) . Öte yandan cesedi canlandıran oyuncu, oyunun sonunda
diğer oyuncularla birlikte alkış almak için ayağa kalkmayıp yerde
ölü gibi yatmaya devam ederse, bu bize tekinsiz gelebilir. Şeyle­
rin gerçekte nasıl olduğunu bildiği ve öyle de kalacağını garanti
ettiği varsayılan Ötekinin, özne için sözü edilen bilgi ve teminatı
artık tutmaması demektir bu. Başka bir deyişle, (izlediğimiz şeyin
" yalnızca bir oyun" olduğuna dair) bilgimizin, Ötekinin yapısında
desteksiz kalması demektir. Biraz düşünürsek, tekinsizliğin çok
tipik bir konfigürasyonudur bu: olup bitenlerde yanlış bir şey ol­
duğunu gören özne tek başına olduğunda, bilgisi ya da deneyimi­
ni destekleyecek ve başkalarına aktarılabilir kılacak bir Öteki ol­
madığında ortaya çıkan klostrofobik kabus hissi.39 Mesela özne,
başkalarının görmediği şeyler ve bağlantılar görür ve bunlardan
bahsetmeye kalktığında deli damgası yeme tehlikesi vardır, vb.
Tekinsizde, imkansız-gerçek nesnenin Ötekinin sahasında ortaya
çıkışı, öznenin Ötekiden böyle radikal bir kopuşunu içerir daima.
Öte yandan, bizi güldüren şeyler arasından komik olmayan
birkaç farklı konfigürasyonu ve hissi seçmemiz lazım. Bunlardan
bir tanesi -belli bir ızdırap ve kuşkunun ardından- Ötekinin
kurmacanın dışındaki gerçekliği hala garanti ettiğine, böylece ger­
çeklik ile gerçek arasındaki temel bölünmeyi desteklediğine dair
bir tür güvenceyle karşılaştığımızda (mesela, sahnedeki "ceset"
bir süre sonra diğer oyuncularla birlikte alkış almak için ayağa

39. Tekinsizlikle ilgili böyle canalıcı noktalar için bkz. Mladen Dolar, "I
Shall be with You on Your Wedding-Night" , October 58, 199 1 , s. 5-23.
72 NEDEN PSİKANALİZ?

kalktığında) duyduğumuz o hoş rahatlama hissidir. Bizi güldüre­


bilen bu rahatlama, kendi başına komik değildir. Bir başka ve
muhtemelen daha ilginç aynın, tuhaf ile komik arasındadır. Bir
kez daha hapşıran ceset örneğini ele alırsak: Aniden hapşıran bir
cesedi canlandıran bir oyuncu (yalnızca) tuhaf ya da (aynı za­
manda) komik olabilir. Bu olay, temsil yapısındaki bir eksiği gös­
teren bir şey işlevi gördüğünde tuhaftır. Temsil olanağının koşul­
lan hiçe sayılmaz burada; Öteki, oyuncu ile karakteri arasındaki
farkı garantilemeye devam eder; ama oyuncu, kendisi ile karakte­
ri arasındaki farkı garantileyen Ötekinin onun için açtığı temsili
uzanım tamamını kaplamaya, doldurmaya devam edememiştir.
"Gerçeklikteki benliği"nin karakteri bozmasına engel olamaz. Bu
tür durumlar (oyuncular, dekor ya da başka bir şeyin) ampirik
gerçeklik(i) düzeyinde kaldığı, performansın (yani temsilin) "saf­
lığı"nı bozup hatalarına işaret ettiği sürece salt tuhaftır, gefçek
komik nitelikten yoksundur.
Öte yandan, bu olayı basitçe oyuncunun bir hatası olarak değil
de, kurmacanın çerçevesini ayakta tutan Ötekine dair bilginin an­
sızın bu çerçevenin içinde, sahnede, bir nesne olarak hapşırma bi­
çiminde görünmesi olarak algıladığımızda, cesedi canlandıran
oyuncunun hapşırması komik bir his doğurabilir. B aşka bir deyiş­
le, bu tür bir nesnenin ortaya çıkışının, (simgesel) Ötekinin geri
çekilişine ve bununla birlikte "kurmaca" uzanımı sınırlayan çer­
çevenin çöküşüne işaret ettiği tekinsizden farklı olarak, tam anla­
mıyla komik bir konfigürasyon, bu çerçevenin kendi kapsamı
içinde (komik nesne biçiminde), çerçeve olarak kaybolmadan gö­
rünmesi demektir. Lacancı terimlerle, Öteki ve objet a'nın aynı
düzeyde aynı anda görünmesi kusursuz bir komik sahnedir. B izim
örneğimizde, yalnızca bir oyun izlediğimiz şeklindeki (Ötekinin
garanti ettiği) bilginin kendisi, oyun içinde bir hapşırık biçiminde
ortaya çıkar. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, komik bir konfigü­
rasyonu diğer tuhaf şeylerden ayıran da budur.
Mesela hapşırıkta, oyuncunun bedeninin varsayılan "gerçeği "
nin simgesel temsilin saflığıyla mücadele ettiğini, ona indirgen-
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 73

meye karşı koyduğunu gören bir "romantik" okuma ("romantik


ironi" görüngüsü de dahil) ile bizatihi simgesel temsilin teminatı­
nın sahnede bu cismani, hapşıran mevcudiyet olarak belirdiğini
gören bir komik okuma arasında fark vardır.4o
"Bir cesedin hapşırması"nın kremasız kahve esprisindeki kre­
manın yokluğuna çok benzer bir nesne ürettiğini de gözden kaçır­
mamak lazım. Ait olduğu bedenle organik bağı kopmuş, kendi ba­
şına gezinen bir hapşırık. Bedeninin çoktan öldüğünü "unutmuş"
bir nesne, vs.
Gelgelelim komedinin hakiki nesnesi basitçe hapşırık değil­
dir; hapşırık ile doğduğu bedeni ya da ses ile kaynağını, gülümse­
me ile kaynaklandığı yüzü, haz ile nedenini, vb. aynı anda ayıran
ve bağlantılandıran o uzam ya da bölgedir. Komik tekniklerle nes­
neleştirilen şey, bu aralığın kendisidir.

Geriye Görülecek Hiçbir Şey Kaldı

Artık komedi ile tekinsizin ortak tarafının neyle ilgili olduğunu


söyleyerek devam edebiliriz: hiçlik.
Normal ya da olağan ( "tuhaf" ve/veya "korkutucu" olan, ama
onları "komik" ya da "tekinsiz" kılacak özgül nitelikten yoksun
bir dizi görüngü içeren4 1 ) işleyişte, şöyle bir konfigürasyonla kar­
şılaşmaktayız. Simgesel ve imgesel dünyamız içinde diferansi­
yelliğin koşulu olarak, yani dünyamızın okunabilirliğinin koşulu
olarak var olan ve işleyen temel bir olumsuzluk vardır. Lacancı
terimlerle söyleyecek olursak, gerçekliğin kuruluşu, verili ger­
çekliğin tutarlılığını -tam da eksikliği aracılığıyl_a- destekleyen

40. Gerçek komedinin, Hegel'in "somut evrensel" dediği şeyin parametrele­


rini takip edişiyle ilişkili gördüğüm bu nokta hakkında daha ayrıntılı bilgi için
bkz. The Odd One in: On Comedy kitabımın l . bölümü.
4 1 . Başka bir deyişle, korkutucu ya da dehşet verici her şey tekinsiz (ya da
kaygıyla ilişkili) değildir; keza komik de "tuhaf' bulabileceğimiz şeylerin oluş­
turduğu daha geniş alanla karıştırılmamalıdır. Komik, özgül bir tuhaflık katego­
risidir; hatta "tuhaf"ın bazı örneklerinden çok tekinsize yakındır.
74 NEDEN PSİKANALİZ?

bir unsurun, gerçekliğin "dışına düştüğünü" varsayar. Gerçekliği­


mizde karşılaştığımız bir eksikten farklı bir düzeye ait olan, kuru­
cu bir eksik vardır. Bu kurucu eksikten farklı olarak, gerçeklikte
karşılaştığımız eksik daima-zaten düşünümseldir, oluşturulmuş­
tur, simgesel tarafından dolayımlanmıştır, simgesel tarafından
idare edilebilir. Yani ondan ("hiçlik"ten) bir şeymiş gibi söz etme
olanağını içerir. B ir sembol eksiği doldurabilir, yerini adlandıra­
bilir, bir yokluğu adlandırabilir, burada olmayanı mevcut kılabi­
lir. O halde iki olumsuzluk türü arasında ayrım yapmak önemli­
dir: asla kendi başına görülür olmayan, ama diğer her şeyin görü­
lür olmasını sağlayan kurucu bir eksiğin temel olumsuzluğu ile
bildirilen ya da "koyutlanan" olumsuzluk, eksik, yokluk, vs.
B u bölümün başında gördüğümüz gibi, gerek komedi gerekse
tekinsiz bizatihi bu temel-kurucu olumsuzluğun, farklı düzeyler
arasındaki kurucu boşluğun çöküşüne işaret eden birtakım "man­
tığa aykırı" görünüşler içerebilir. Tekinsizde bu daha bariz gibi­
dir, o yüzden önce onun yolundan gidelim.
Lacan (kaygıyla ilişkili olarak) tekinsize dair analizinde, bu
konfigürasyonda söz konusu olan şeyi son derece keskin bir for­
mülle sunmayı seçer: le manque vient a manquer, "eksik eksilir" .42
Tam da bir eksik olarak, simgesel evrenimize ve bu evrenin ( " an­
lam yaratma" işlemine olanak sağlayan) farklılaştırmalanna des­
tek oluşturan kurucu eksik, eksik hale gelir. Onun yerinde, verili
gerçeklikte hiçbir yeri olmayan ve bu gerçekliğin yasalarıyla dü­
pedüz çelişen "imkansız" bir artı nesne ortaya çıkar. Lacan'ın for­
mülü, bir noktaya kadar komedi için de geçerlidir. Örneğin Pfal­
ler'e göre komedi ile tekinsizde ortak olan o " artı-başarı" figürün­
de, örtük olarak mevcuttur (her şey tuhaf bir biçimde başarıya
ulaştığı gibi, fazlasıyla, "niyet edilenden fazla" başarıya ulaşır).
Dahası Lacan, (gerçek olarak) objet a kavramında tam da "ek­
siğin eksiği"nin söz konusu olduğunu ileri sürer. Kaygı bu neden-

42. Jacques Lacan, Le Seminaire. Livre X, L'angoisse, Paris: Seuil, 2004, s.


53.
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 75

le "nesnesiz değildir" ,43 belirsizlikle ilgili değildir, daha ziyade


bu nesneye bağlı korkunç bir kesinliğe işaret eder. Tekinsiz tara­
fındaki bu formülleri daha somut hale getirmek için bir örneğe
bakalım. Çok eski dönemlerden bu yana insanın tahayyülüne mu­
sallat olmuş görünen ve çoğu kez tekinsizle ilişkilendirilen bir
imgeyi, birinin gözlerinin yuvalarından çıkması (ve özerk görün­
mesi) imgesini ele alalım. Bu imgenin tekinsiz boyutunu analiz
ederken genellikle iki noktaya dikkat çekilir: 1) İnsanın yüzünde
gözlerin yerine iki boş delik belirmektedir. 2) Gözler bedenden
koptuklarında dehşet verici, imkansız nesneler gibi görünmekte­
dir. İlk noktayla ilişkili olarak, delikler, işaret ettikleri eksik yü­
zünden, yani belirsiz derinliklere açılan delikler, boş koridorlar
olmaları yüzünden genellikle dehşet verici addedilirler. Gelgele­
lim asıl dehşet verici olan tam tersi değil midir? Yani -imgesel
dQzeyde- daima sonsuz/ belirsiz bir derinliği, öznelliğin anlaşıl­
maz, dipsiz boyutuna açılan bir açıklığı (gözlerin "insanın ruhuna
açılan pencereler" olduğu düşünülür) akla getiren gözlerin aksi­
ne, gözlerin yerinde duran delikler pek sığ, pek sonludur; dipleri
gayet görünürdür ve yakındadır. O halde bir kez daha, dehşet ve­
rici olan, bir eksiğin belirmesi (ya da açığa çıkması) değil; "eksi­
ğin eksilmesi", bizatihi bu eksiğin ortadan kalkması, desteğini
kaybetmesidir. Başka bir deyişle eksik, simgesel ve/veya imgesel
desteğini kaybettiği anda "yalnızca bir delik" yani bir nesne hali­
ne gelir. Görülecek bir şey olarak kelimenin tam anlamıyla (ora­
da) kalan bir hiçliktir bu.44
Aynı zamanda ve bununla bağlantılı olarak gözler de -yuva­
larından çıkarıldıkları anda- hemen (ruha açılan) "pencereler"
den bir açıklığın tam zıddına, bir artı "necis"e (abject) dönüşürler.
Bu bakımdan, yuvalarından çıkan gözler mutlak bir fazlalık gibi

43. A.g.y., s. 1 05 .
44. Jacques Alain-Miller, eksik ile delik arasındaki farkı şöyle tanımlar: Ek­
sik uzamsaldır, bir uzam içindeki bir boşluğu adlandırır; delik ise daha radikaldir
ve bizatihi bu uzamsal düzenin çöktüğü noktayı adlandırır. Bkz. Miller, "Le nom­
du-pere, s'en passer, s'en servir" , www.lacan.com.
76 NEDEN PSİKANALİZ?

görünür. S imgesel artı-eksi ekonomisine, eksik ve tamamlayıcısı


arasındaki ekonomiye yeniden kaydedilemeyen fazlalıklardır.
Bu arada, söz konusu gözlemler, bir öznenin simgesel ekono­
misinde gerçekleşen ve Lacan'ın kaygı formülüyle ("eksik eksi­
lir") sınırlarını çizmeye çalıştığı tektonik kaymayı anlamamıza
yardımcı olabilir: Özne, arzusunun ve genel olarak simgesel evre­
niniı_ı (kurucu) bir eksikteki desteğini kaybeder. Lacan'ın -Freud'
un kaygı analizinin de, Hoffman'ın Kum Adam öyküsü üzerinden
yaptığı tekinsiz analizinin de geldiği ve durduğu nokta olan- ha­
dım edilme kompleksinin, aslında kaygının analizinde son adım
olmadığında ısrar etmesinin nedeni tam da budur. Daha temel bir
" ilk eksik" , gerçekte bir eksik, "uğraştığımız öznenin dünyadaki­
varlığına kayıtlı yapısal bir kusur" bulunduğunu iddia eder La­
can. 45 Bu iddiayı, daima tartışma yaratan hadım edilme nosy �mu­
nun yerine, çok daha kabul edilebilir (ve kulağa çok daha derinlik­
li gelen) bir "yapısal kusur" ya da "ontolojik arıza/eksik" fikrini
geçiren, "psikanalizin felsefi nötralizasyonu" nun bir örneği ola­
rak düşünmemeliyiz. Lacan'ın hedefi, "hadım edilme komplek­
si"nin insan deneyimindeki merkezi rolünü ortadan kaldırmak de­
ğil, tam aksine bu rolü açıklamaktır. Hadım edilme kompleksi,
deneyimimize eksen oluşturan nokta olarak işler; çünkü "gerçek­
teki eksik"e simgesel bir kılık, simgesel bir destek sunar ve böyle­
ce bu eksikle baş etmek ya da bu eksiği diğer tarafa geçirmek için
bir yol sağlar.
B aşka bir deyişle, Lacan'ın bu konuda Freud'dan daha ileri
gittiği nokta, hadım edilme kompleksinin merkezi rolünü yadsı­
ması değil, durumu tersine çevirmesidir. Lacan, kaygının teme­
linde (yeniden canlanan) bir hadım edilme korkusu ya da tehdidi­
nin değil, hadım edilmenin kendisini kaybetme, yani eksiğin sim­
gesel desteğini -hadım edilme kompleksinin sağladığı simgesel
desteği- kaybetme korkusu ya da tehdidinin yattığını iddia eder.
Kaygı formülünün, "eksik eksilir"in en nihayetinde hedeflediği

45 . Jacques Lacan, L'angoisse, s. 1 60- 1 .


KOMEDİ VE TEKİNSİZ 77

budur. Kaygının eksen noktası "hadım edilme korkusu" değil, ak­


sine, özne (ve arzusunun) simgesel bir yapı olan hadım edilmede­
ki desteğini kaybetme korkusudur. (Bu nedenle kaygı, simgesel
yasaklardan çok bu yasakların ortadan kalkmasıyla bağlantılıdır.)
Gerçekteki eksiğin mutlak bir "çok-fazlalık" olarak simgeselde
mevcut olmasını sağlayan o dehşet verici nesnelerin; arzu nesne­
sini yerinden eden ve onun yerinde arzu nedeninin belirmesine
yol açan dehşet verici nesnelerin ortaya çıkmasına neden olan
şey, bu desteğin kaybıdır.

Arzunun Gerçekçiliğine Karşı Dürtünün Gerçekçiliği

Yukarıdaki düşünceler, komedi ile tekinsiz arasındaki farkın ola­


sı bir tanımını arayacağımız doğrultuya dair ilk işaretleri vermek­
tedir zaten. Tekinsiz, arzu nesnesi ile arzunun aşan (transcendent)
nedeni arasındaki çatışkıya dayanan arzu yapısına (ve bu yapının
çöküşüne) yaslanır bütünüyle. Arzu nedeni, baştan kayıp olan,
kaybı olası tüm arzu nesnelerinin göründüğü sahneyi açan nesne­
dir. Arzunun nesne-nedeni arzu alanından (ve nesnelerinden) , ya­
ni Ötekiden kurucu olarak dışlanmıştır. Gerçek-nesne ile (Öteki
aracılığıyla kurulmuş olan) gerçeklik arasındaki bu mutlak ko­
pukluk, tekinsizin olanaklılık temelidir: Nesne-nedeni ( "yokluk
biçiminde var" olmak yerine), Öteki düzeyinde ortaya çıktığında,
tekinsizlik doğurur. Mladen Dolar, aynı düzeyde görünemeyecek
olan Öteki ile nesne-neden arasındaki bu çatışkının güzel bir ör­
neğini, tekinsizdeki ikiz figürü aracılığıyla verir. Lacan'ın savun­
duğu gibi, gerçekliğe erişim, kişinin kendisini tanıyabileceği söze
erişim objet a'nın kaybına, "düşmesi" koşuluna bağlıysa eğer:

kopya, objet a'nın dahil olduğu ayna imgesidir. İ mgesel, gerçeğe


denk düşmeye başlar, bu da yıkıcı bir kaygı doğurur. Kopya tıpkı ben
+ objet a, yani imgeme eklenen o görünmez varlık parçası gibidir.
Ayna imgesinin objet a'yı içermesi için, bir göz kırpma ya da kafa
sallama yeterlidir. Lacan o kayıp nesnenin en iyi temsili olarak bakı-
78 NEDEN PS İ KANALİZ?

şı kullanır; kişi aynada kendi gözlerini görebilir, ama kayıp parça


olan bakışı göremez. Gelgelelim, kişinin kendi ayna imgesinin göz­
lerini kapayışını gördüğünü hayal edin: Bakış olarak nesnenin ayna­
da görünmesini sağlayacaktır bu. Kopyada söz konusu olan budur;
kopyanın doğurduğu kaygı, nesnenin göründüğünün şüphe götür­
mez göstergesidir.46

O halde tekinsizin, arzunun gerçekçiliğine dayandığı ve bundan


"istifade ettiği" söylenebilir: Schelling'in tanımını kullanırsak,
"gizli ve saklı kalmış olması gerekenin" ortaya çıkışı47 (temelde
arzunun gerçekliği olan) gerçekliğin çöküşünü tetikler. Tekinsiz­
lik edebiyatı bu çöküş tehdidiyle, başka bir deyişle arzunun temel
muğlaklığı ve tezatlığıyla oynar: Arzu, arzulamasını sağlayan
gerçeği arzulayamaz; ama yine de kendi kendini yıkan bir (aşırı)
gerçekleşmede, yani tam da tekinsizde karşılaştığımız "aşırı-_ger­
çekleşme"de, bu Nedeni kucaklama fantazileri kurma eğilimin­
dedir. Bizi öteki tarafa geçiren bir "aşırı-gerçekleşme"dir bu -
komikte söz konusu olan artı-gerçekleşme ise böyle değildir.
Bu "arzu gerçekçiliği "ne karşılık (kurucu eksik ancak bu ek­
sik etrafında kurulmuş olan gerçeklik yıkıldığında eksilir) kome­
dinin tümüyle gerçekdışı bir duruşu var gibidir: Eksik eksilir,
dehşet verici nesne görünmemesi gereken yerde görünür, Öteki
ve nesne aynı düzeyde görünür - iyi de ne olur yani? Hiç de feci
bir şey olmaz, hatta olanlar feci komiktir.
Komedi hakikaten ."arzu gerçekçiliği"nin yasalarına, yani ar­
zunun aşkın yapısının desteklediği gerçeklik yasalarına uymaz.
Aksine, basbayağı karşı çıkar. Gelgelelim iyi bir komedi, bize tüm

46. Mladen Dolar, '"I Shall be with You on Your Wedding-Nig İı t': Lacan and
the Uncanny", s. 1 3 .
47. Aslında Schelling'in tekinsizlik tanımının ("gizli v e saklı kalmış olması
gerekirken, açığa çıkmış olan her şey tekinsizdir"), Lacan'ın tanımına ne kadar
yakın olduğunu görmek için şunu vurgulamak yeterlidir: "Gizli kalmış olması
gereken" ifadesi, neyin görülmesinin "uygun" olup olmadığı şeklindeki daha gö­
reli (ve hatta ahlaki) anlamda değil, sahnenin kurucu bir yokluğu olarak güçlü
anlamıyla düşünülmelidir.
KOMEDİ VE TEKİNSİZ 79

bu gerçekdışıcılıkta son de.rece gerçek bir şeyler bulunduğunu da


hissettirir. S anki komedi insan deneyiminin farklı bir gerçeğine,
(arzu) gerçekliğin(in) yasalarına daha baştan uymayan (ki yasala­
rı "ihlal ettiği" anlamına gelmez bu) bir gerçeğe gönderme yap­
maktadır. Komedi " inanılmazlık" ile gayet ayaklan yere basan bir
gerçekçiliği tuhaf bir şekilde birleştirir. İdealleştirmeden kaçınır,
ama her türlü insan ve doğa yasasına karşı gelirken, "gerçek ha­
yat"ta asla paçayı sıyıramayacağımız şeyler kotararak tuhaf bir
iyimserliği korur. Komedinin bu gerçekçi olmayan, "inanılmaz"
yönü, malum dirimselciliğiyle de ilişkilidir: bir tür ölümsüz, yok
edilemez yaşam, ne olursa olsun kendi yerine dönen bir şeyin ısra­
rı. Böyle bakıldığında, komedinin gerçekçiliğinin aslında tam da
yukarıda tarif edilen anlamda "gerçekçi olmayan" dürtülerin ger­
çekçiliği olduğu söylenemez mi? Dürtüler "gerçeklik ilkesi"ne
bağlı değildir ve inatla kendi yerlerine dönme gibi bir adetleri var­
dır; zaten bu yer de daha baştan yerinden çıkmıştır.48 Bu perspek­
tiften bakıldığında, çoğu zaman komedinin "dirimselciliği" deni­
len şeyin (yaşamı her türlü olasılık yasasının ötesine kadar yayma­
sının) aslında ölüm dürtüsünün dirimselciliğinden başka bir şey
olmadığını görebiliriz. Yani, bizatihi (insani) yaşamın içsel çeliş­
kisinin dirimselciliği. Lacancı ölüm dürtüsü nosyonu, içimizde
"ölmek isteyen" ya da ölüm ve yıkımı hedefleyen bir şeye işaret
etmek şöyle dursun, bizatihi bir yaşam fazlalığına işaret eder.
Ölüm dürtüsü nosyonu, çağdaş felsefi tartışmalarda sıkça ko­
nu edilen bir mesele olduğundan ve Lacan'a (Heideggerci ölüme­
yönelik-Varlık doğrultusunda) insan öznelliğinde belirleyici rolü
ölüme vermek gibi bir ün kazandırmış olduğundan, yukarıdaki
noktayı ne kadar vurgulasak azdır.49 Lacancı "ölüm dürtüsü" tam
da öznenin kendi ölümünün ufkuna indirgenememesinin nedeni-

48. Slavoj Zizek arzu ile dürtü arasındaki aynını şöyle formülleştirir: "Arzu,
kurucu eksiğinde temellenirken, dürtü varlık düzenindeki bir delik, bir boşluk et­
rafında döner durur. " The Paral/ax View, Cambridge, Massachusetts & Londra:
The MiT Press, 2006, s. 6 1; Türkçesi: Paralaks, çev. Sabri Gürses, İ stanbul : En­
core, 2008.
80 NEDEN PSİKANALİZ?

dir. Ama bir yaşam fazlası olarak ölüm dürtüsünün bizi faniliği­
mizden kurtardığı , ya da bu "ölümsüz, bastırılamaz yaşam"ın (La­
can) biz öldükten sonra hakikaten yaşamaya devam edeceği, biz­
den bir parçanın onda yaşayacağı anlamına gelmez bu. Öznesi öl­
dükten sonra (ya da uykudayken ya da bir şekilde isteksizken) bi­
le inatla devam eden tutkulu bir alışkanlık ya da tik şeklindeki ar­
ketipik komik figür, komedinin, insan doğasının bünyevi ve da­
ima-zaten var olan ikili doğasını, içsel aynklığını / çelişkisini elle
tutulur kılma şeklidir. "Gerçek" yaşam, gerçeklikteki yaşamımı­
zın öte.sinde değildir kesinlikle (gerçeklikte daima kayıp olan Şey'
de yatmaz) , kurucu bir çıkıklık içinde bu yaşama yapışıktır. Ko­
medi için gerçek yaşam, yaşamımızın kendisinden kopuk olması­
nın gerçekliğidir. Komedi, dürtünün yapısına yaslanarak, öldüğü­
müzde yaşamımızdan bir parçanın kendi başına yaşamaya devam
edeceğini vaaz etmez; daha ziyade yaşamımızın bir parçasınm şu
anda, yani (muhtemelen) yaşamımızın her anında, kendi baŞına
yaşıyor olmasına dikkat çeker. Daha önce hapşıran ceset örneğiy­
le ilgili olarak belirttiğimiz noktada söz konusu olan tam da bu­
dur: Komedinin asıl nesnesi hapşırma (ya da komedinin ön plana
çıkarmayı seçtiği başka bir tik, alışkanlık, takıntı) değildir; hap­
şırma ile doğduğu bedeni, alışkanlık ile sahibini, gülümseme ile
kaynaklandığı yüzü, haz ile hazzın nedenini aynı anda hem ayıran
hem de bağlantılandıran o aralıktır. Komediyi dürtülerin dinami­
ğine bağlayan ve (aşan hiçlik olarak) kurucu eksik mantığıyla ar­
zunun dinamiğine bağlı olan tekinsizden ayıran şey, bu (içkin hiç­
lik olarak) kurucu çıkıklıktır.

49. Bu tartışma için bkz. Slavoj Zi:Zek, The Ticklish Subject, Londra: Verso,
2000, s. 1 63-7; Türkçesi : Gıdıklanan Özne: Politik Ontolojinin Yok Merkezi, çev.
Şamil Can, Ankara: Epos, 2005 ; The Parallax View, s. 62-7. Ayrıca bkz. Alenka
Zupancic, Ethics of the Real: Kant, Lacan, Londra: Verso, 2000, s . 249-50.

You might also like