Konuşmaya soru cümlesiyle başlamasına şaşırmadım ancak bu soruyu soracak cüreti bulmasına epey şaşırmıştım. Cevap vermedim. Eğer onunla gidersem her gün bir yere sürüklenecektik, zaman zaman birilerinden kaçacak, sonu olmayan bir maceranın içinde savrulup duracaktık. Sığınacak bir mekan da yoktu, Ordu’nun yaylalarında saatlerce yürüyecek, koşacak ve gücümüz tükendiğinde yakalanacaktık. Nefes almanın bile mümkün olmadığı iki bin râkımlı tepelerde perişan olmaya niyetim yoktu. İlk yakalandığımızda yaşımız küçük olduğu için yüzbaşı bizi bağışlamıştı ancak bu riske bir kez daha giremezdim. Onunla attığım her adımda kendimi bir örümcek ağına saplanmış gibi hissediyordum. Kaçacak gücüm kalmamıştı ama pes etmeyi de kendime yediremiyordum. Bu sefer öyle olmayacaktı, olan biteni Haldun Ağabey’e anlattım. “Evinizi, toprağınızı bırakıp gidemezsiniz, eğer bu kasabadan giderseniz hepimiz dağılırız, paramparça oluruz “dedi. Ben ikna olmuştum, arkamızdan; “Hasan ile Ayşe bizleri bırakıp gittiler” demelerine izin veremezdim. Sağıma doğru uzanıp masanın üzerindeki kağıdı aldım, onu tedirgin eden ne varsa tek tek yazdım. Onu gördüğüm ilk yerde kağıdı verecektim, fevri hareketlerinden çekinmiyor değildim ama başka çare kalmamıştı. Ya buradan gidecektik ya da kalıp savaşacaktık.