Uzun süren uykumdan uyandım sonra. Bedenimde tatlı
bir uyuşukluk vardı. Gözlerimi açtım, yılan tam karşımda duruyordu. Bir süre neler yaşadığımı hatırlayamadım. Sonra, uyumadan önce onun bana saldırdığını anımsadım. Koluma baktığımda, diş izlerinden eser kalmamıştı… Bedenimde tuhaf bir yorgunluk vardı. Ağrılarımı düşündüm sonra. Bacağımda ağrı yoktu. Yılanın ısırdığı yerde iz kalmamıştı. Bedenimde acıya dair hiçbir iz yoktu. Kendimi toplayıp ayağa kalkmaya çalıştım. Rahatlıkla kalkmıştım ayağa. Olabildiğince sağlam bir şekilde ayakta duruyordum. Son derece güçlüydüm ve vücudumun hiçbir yerinde, en ufak bir acı hissetmiyordum. Buna çok şaşırmıştım, çünkü uykuya dalmadan önce, her yanım paramparçaydı. Kolumdaki ve bacağımdaki sıyrıklardan tek bir iz bile kalmamıştı. Bacağımdaki kırığın, bu kadar kısa sürede nasıl iyileştiğini anlayamıyordum.
Yarım saatten fazla uyumuş olamazdım. Yarım saatte
bütün bunların olması imkânsızdı. Bacağımdaki kırık, en az birkaç haftada iyileşirdi. Yaralarımın kapanması günler, haftalar sürerdi.
Sonra rüyamı düşündüm. Rüyada, yılanın zehri kuru
yaprağa dokunuyordu ve yaprak canlanıyordu. Bana zehrini vermesinin sebebi buydu. Yılanın zehri beni iyileştirmişti. Ona bir kez daha hayatımı borçluydum. Artık istediğim her şeyi yapabilirdim. Gücüme yeniden kavuşmuştum. Yılan dostuma bir kez daha minnetle teşekkür ettim. Sonra yılan ırmağın yakınına doğru ilerledi. Suyun üzerinden akarak karşı kıyıya vardı. Kıyıya ulaştığında dönüp bana baktı.
Bu rüyada gördüğümün aynısıydı. Benim karşıya
geçmemi bekliyordu, hem de yürüyerek. Rüyamı hatırladım sonra. O ses kulaklarımda yankılandı. Karşıya geçmemi ve ilk adımı atmamı emreden o sesi duydum.
“Suyu düşündüğünde boğulursun...
Ayaklarının altındaki toprağı hisset…”
Rüyamda, suyu düşündüğüm anda, suya düşmüştüm.
Toprağın üzerinde yürür gibi geçmeliydim karşıya. Bu, hayatımda vereceğim en zor sınav olacaktı. Çünkü suya karşı koyamazdım. Suyun üzerinde yürüyemezdim.
İçgüdüsel olarak bunu yapabileceğime inanmaya
başladım. Düşümde bunu gerçekleştirmiştim. Şimdi bir kez daha yapabilirdim. Sadece ayaklarımın altındaki toprağı düşünecektim. Suya ve düşeceğime dair hiçbir şey düşünmeyecektim. Bunu yapabilirdim.
Yaklaştım ırmağın kenarına. Ayağımın altındaki
toprağı hissettim. Bedenim hafiflemeye başladı. Sanki bulutların üzerindeydim. Nefesimi tuttum, olabildiğince rahat hissetmeye başladım kendimi ve ilk adımımı attım. Bir bebeğin ilk adımını atması gibiydi bu. Başka bir gezegene ilk adımı atmak gibiydi. Suyun üzerinde yürüyordum. İlerlemeye devam ettim korkusuzca. Suyun üzerindeydim ve bir imkânsızı gerçekleştiriyordum. Saniyeler bana aylar, yıllar gibi gelmeye başlıyordu. Bundan müthiş keyif alıyordum.
Sonunda karşıya geçtim. Dönüp arkama baktığımda,
hayatımın en zor deneyimini gerçekleştirdiğimi görüyordum. Başarmıştım…
Yılan görevini tamamlamıştı ve uzun süre beni
izledikten sonra, sessizce ayrıldı yanımdan. Giderken gözü hep bendeydi. Geride o kadar çok şey bırakmıştı ki…
…ve ben artık yoluma devam edebilirdim. Miralay’ı
bulmalıydım. Uzun zamandır beni bekliyordu. Belki de benden ümidini kesmişti.
Saatlerce yürüdüm… Hiç bitmeyecek gibi gelen bir
yolculuğa çıkmıştım. Sanki aynı yerlerden onlarca kez geçmiştim. Dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimi fark ettim. Bir döngünün ortasındaydım. Miralay’ın bulunduğu mağara, postacının bana tarif ettiği o yüksek kayalığın zirvesindeydi. Kayalığı bir türlü bulamıyordum. Sanki büyük bir çemberin etrafında, dolaşıp duruyordum.
Sonra oturdum. Kalbimin fısıltılarını dinlemeye
başladım. Kalbim nereye gitmemi istiyorsa, oraya gidecektim. Aklımın değil, yüreğimin sesini dinlemeliydim.
Gideceğim yere dair hiçbir işaret almadım yüreğimden.
Ayağa kalktım ve farkında olmadan, nereye gittiğimi bilmeden çıktım yeniden yola. Bu kez farklı bir yöne gidiyordum. Daha önce hiç gitmediğim bir yoldan yürüyordum. Hep aynı yolu tercih edersem, hep aynı yere gideceğimi öğrenmiştim. Artık farklı yöne gitme zamanı gelmişti. Yüreğimin sesini dinliyordum ve sadece yürüyordum.
Günler süren bir yolculuktan sonra, onu buldum.
Kayalığa tırmanmaya başladım hızla. Tırmandıkça nefes almakta zorlanıyordum. Yukarı çıktıkça hava daha da soğumaya başlıyordu. Üzerimde kalın şeyler yoktu ve üşümeye başladım. Eğer soğuğu düşünürsem, üşüyeceğimi biliyordum. Soğuğa dair her şeyi sildim zihnimden. Güneşe baktım sürekli olarak. Gözümü güneşe diktim ve öylece yürüdüm. Güneşin sıcaklığını içimde büyütebilirdim, bunu yapabileceğimi biliyordum.
Tırmandıkça ve soğuğun şiddeti artmaya başladıkça,
içimdeki güneşin sıcaklığını büyütüyordum. Artık soğuğu hissetmiyordum ve yoluma devam edebilirdim.
Tırmandıkça yorgunluğum artıyordu. Yorgunluğun da,
zihnimde başladığını öğrenmiştim. Yorgun değil gibi yürümeye başladım. Yorgunluğumu bana hatırlatacak hiçbir şey düşünmedim. Attığım her adımı, sanki ilk adımım gibi attım.
Önüme dikenler çıktı. Dikenler kollarıma ve
bacaklarıma yapışıyordu. Kararlıydım yukarıya çıkmaya. O yüzden dikenlere aldırmadım. Onları ezip geçtim. Bir yerime diken saplandığında çıkarıp attım onu. Dikeni attığım zaman, acısını da atmış oluyordum. Önüme çıkan taşları, uçurumları ve bütün zorlukları aştım. Aşmalıydım, çünkü yukarı çıkmak istiyordum. Çukura düştüm ve yeniden kalktım. Yaralandım ve kendimi hemen topladım. Susuz kaldım ve su buldum. Yorulduğumda dinlenmedim. Çünkü dinlendiğimde yorgun olduğumu kabullenmiş olacaktım. Tırmanırken dinlendim ve dinlenirken tırmandım. Gözümü yukarı çevirmiştim. Engeller aşağıdakiler içindi ve ben engellere takılamazdım. Böyle bir lüksüm olamazdı.
Günler günleri kovaladı. Tırmandıkça, sanki
tırmanmaya yeniden başladığımı fark ediyordum. Attığım her adımı ilk adımım kadar güçlü atıyordum. Soğuğa ve fırtınaya karşı koydum.
Sonunda mağarayı buldum. Ancak beni çok daha büyük
bir sorun bekliyordu…
Çok büyük bir kaya parçası, mağaranın girişine
yuvarlanmış ve girişi kapatmıştı. Yukarıdan kopup gelen dev bir kaya parçasıydı bu. Büyük bir heyelan olmuştu anlaşılan. Taşların en büyüğü de, mağaranın girişine yuvarlanmıştı.
Acaba Miralay içeride miydi? Eğer o içerdeyken
olduysa bu heyelan, kurtulması imkânsızdı. Neredeyse benim boyum kadar bir kaya parçasıydı bu. Tonlarca ağırlığı olmalıydı.
Bundan kurtulması mümkün olamazdı. O taşı oradan
çıkarmalıydım ancak bunu tek başıma yapamazdım. Eğer içerideyse ve yeterince dayanıklıysa, hayatta kalma şansı vardı. Ancak taş, mağaranın girişini bütünüyle kapatmıştı. Havanın girebileceği tek bir delik yoktu. Bu kadar süre havasız kalarak yaşayamazdı.
Eğer taşı mağaranın girişinden çıkarabilirsem, onu
kurtarabilirdim. O taşı çıkarmalıydım. Kimseden yardım isteyemezdim. Eğer yardım istemeye gidecek olursam, geri dönmem günler sürerdi. Bu arada o çoktan ölmüş olurdu. Tek bir seçenek vardı: o taşı kaldırmak…
Bunu yapamazdım. İmkânsızdı bu. Sonra yaşadıklarımı
düşündüm. Başıma gelen onca şeyden sonra, artık imkânsız kelimesini duyduğumda, biraz daha düşünüyordum. Suyun üzerinden yürüyerek geçmiş, bir yılanla dost olmuş ve bir kelebek olup geçmişimle yüzleşmiştim. Bunu da yapabilirdim. Bütün gücümü kullanırsam eğer, o taşı oradan çıkarabilirdim.
Sahip olduğum gücü ona, yüze katlamalıydım. Bunu
yapabileceğime inanmaya başladım. Tek bir saniyenin bile önemi vardı. İçeride bir insan vardı ve nefes alamıyordu şu anda.
Gücümü topladım ve tek bir hareketle taşı yerinden
oynatıp aşağıya yuvarlamaya karar verdim. Nefesimi tuttum. Sonra bütün gücümle haykırmaya başladım. Sesim dağlarda yankılandı, etraftaki bütün kuşlar havalanıp uzaklaştılar. Tekrar haykırmaya başladım ve bütün gücümü toplayıp yüklendim kaya parçasına.
İnanılmaz bir şekilde taşı yerinden oynattım. Sonra taşı
yuvarladım aşağıya doğru. Bütün vücudum kan, ter içinde kalmıştı. Tonlarca ağırlığı yerinden oynatmıştım. Mağaranın girişini açmış oldum böylece ve ardından mağaraya girebildim. Görünürde kimseler yoktu. Etrafıma bakınarak ilerlemeye devam ettim.
…ve başımı sol tarafa çevirdiğimde, tam önümde
yüzüstü yuvarlanmış ve hareketsizce yerde yatan genç bir adam cesedi gördüm. Baygın mıydı, yoksa ölmüş müydü? Önce seslendim, beni duyup duymadığını kontrol ettim. Boynundaki damara parmağımla dokundum. Nabzı atmıyordu, ölmüştü. Miralay’ı bulmamla kaybetmem bir olmuştu. Ben yaşlı birisini görmeyi beklerken, benim yaşlarımda birisiyle karşılaşmıştım. Acaba yerde yatan Miralay değil miydi?
Yüzünü görmek için cesedi nazikçe yan tarafa doğru
çevirdim. Külçe gibi ağırlaşmıştı ve etraf yosun menekşesi kokuyordu.
Bin bir güçlükle onu sırtüstü yatırdım. Yüzünü ilk
gördüğüm anda, kalbim duracak gibi oldu.
Yerde yatan cesedin gömleğinin üzerinde mavi
mürekkep lekeleri vardı.
Yerdeki ceset bendim!
Miralay bendim…
…ve onu bulmak için çıktığım yolculukta kendi cenaze
törenime katılıyordum.
Yüzü bembeyazdı. Gömleğine dökülen mürekkep
henüz kurumamıştı. Bu kadar geç geldiğim için kendime kızmaya başladım. O ölmeden önce gelmiş olsaydım bana neler söylerdi kim bilir?
Sağ yumruğunun sıkılı olduğunu fark ettim. Ölmeden
önce kendisini çok zorladığı belliydi. Yaşamak için direnmişti ve yumruğu sıkılı kalmıştı. Ancak yüzünde, buna dair hiçbir iz yoktu. Son derece rahat bir ifade vardı ölmüş bedeninde.
Yumruğunu açıp onu rahatlatmak istedim ama bunu
başaramıyordum. Öylesine güçlü kapatmıştı ki parmaklarını, adeta derisi birbirine yapışmıştı.
Bütün gücümle zorladım açmak için. Sonunda
parmaklarını açabildim. Avcunun içinde bir kâğıt parçası vardı. Buruşmuş ve birbirine yapışmıştı.
Aldım kâğıt parçasını ve parmaklarını nazikçe
göğsünün üstüne bıraktım.
Birkaç satır yazı vardı kâğıdın üzerinde… İnsanın
hayatını baştan sona değiştirecek, birkaç satır… Hayatıma sessizce giren Miralay, yine sessizce gidiyor ve bana giderken hayatımın en değerli armağanını veriyordu.
“Her kelebeğin bir tırtılı vardır. Kelebek kanatlanıp
uçarken, tırtıl geride bir iz olarak kalır. Senin gibi bir kelebeğe dönüşmek, benim gibi bir tırtılın en büyük rüyasıdır. İşte rüya asıl şimdi başlıyor dostum. Tırtıl çürümüş kabuklarıyla toprağa kavuşuyor ve kelebek rengârenk kanatlarıyla gökyüzüne uçuyor. Sen artık bir kelebeksin ve tırtıl kelebeğe dönüştüğünde, bir daha istese de tırtıl olamaz! Bunca şeyden sonra, yerde cansız duran bedenime bakıp ağlıyorsan, hiçbir şeyi anlamamışsın demektir. Miralay’ı yeniden bir mektup yazmak zorunda bırakma ve o güçlü kanatlarını açıp bir an önce özgürlüğüne kavuş artık!”
Yerde yatan ceset benim geride bıraktığım tırtıldı ve
içindeki kelebeği uyandırmayı başarmıştı. Kâğıdı aldım ve ellerini yeniden sımsıkı kapadım. Sonra kendi cenaze törenime başladım. Tırtılın toprakla buluşması gerekiyordu. Onun için, kayalığın zirvesinde bir çukur açtım. Solgun bedenini taşıdım ve onu yeni evine yerleştirdim.
Zirvede ölmüştü ve artık orada kalacaktı. Tırtıldan
geriye kalan kabuklarımı orada bırakıp, bir kelebek olarak yoluma devam ettim yeniden...
Zirveden inmem çok kolay olmuştu. Günlerce
tırmandığım yolu, birkaç saatte bitirmiştim. Dağın eteklerine geldiğimde, burada daha önce hiç görmediğim bir göl olduğunu fark ettim. Gölün kenarında yürüyor ve bir yandan da, Miralay’ın bana verdiği son hediyeyi düşünüyordum…
Sonra, uzaklardan bana doğru koşarak bir çocuğun
geldiğini fark ettim. Elleriyle bir şeyler işaret ediyor ve bağırarak koşuyordu bana doğru. İyice yaklaşmıştı. Onu görünce birden duraksadım. Çünkü bu benim çocukluk halimdi… Kendi çocukluğumu görüyordum karşımda.
Yanıma yaklaştı ve “Merhaba” dedi. “Çok uzaklardan
geliyorum. Sırf seni görebilmek için… Sana söylemek istediklerim var.”
Neden koşarak geldiğini sordum. Kötü bir çocuğun onu
kovaladığını söyledi. Ondan kaçıyordu. Bana söylemek istediklerini söyleyip hemen gidecekti.
“Lütfen dinle beni. Söylediğim her şeyi yap. Zamanım
yok, o gelmeden gitmeliyim… Birazdan burada olacak ve sana bir şeyler söyleyecek. Sakın onun söylediklerini yapma. Onu başından göndermeye çalış ve şu mektubu sonuna kadar oku.”
Elime bir mektup tutuşturdu ve sonra koşarak uzaklaşıp
gitti.
Merakla açtım mektubu ve okumaya başladım.
“Seni çok seviyorum. Seni bu dünyada kimse benden
daha çok sevemez.
Lütfen zamanını boşa harcama. Hayat çok kısa. Onu
mükemmel bir şekilde yaşamaya çalış. Sen mutsuzluğu hak etmiyorsun. Sen çok, ama çok değerli bir insansın…
Hayatın her saniyesinden zevk almaya çalış.
Yapabileceğinin en güzelini yap. En uzak yerlere git, en yükseğe tırman… Asla insanların olumsuz sözlerine kulak asma. Sen her şeyi yapabilecek güçtesin. Başkalarının ne dediği umurunda bile olmasın.
Mutsuz olduğun zamanlar aynaya bak ve içindeki mutlu
çocukla konuş. Onun sana söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.
Seni çok seviyorum. Beni hissetmek için aynaya bakıp
gülümsemen yeterli. En zor anlarda bile, sana yardım edebilirim. Yeter ki, beni unutma…”
…ve çocuk koşarak gitti. Daha doğrusu ben koşarak
uzaklaştım. Tek kelime söylememe izin vermeden sürekli o konuşmuştu. Kimden kaçıyordu acaba? Az sonra aynı çocuk yine geldi. “Ne oldu, seni kovalayan çocuğu gördün mü?” dedim.
“Kimden bahsediyorsun sen!” dedi, sert bir ses tonuyla.
“Az önce diğer tarafa koşuyordun” dedim.
“Gördün mü o aptalı?” dedi.
“Hangi aptalı?” diye sordum.
“Bana benzeyen o aptal çocuğu…” dedi…
Anlamıştım… Bu içimdeki kötü çocuktu. Yaklaştı
yanıma ve “Onun söylediği her şeyi unut!” dedi.
“Söylediği hiçbir şeye inanma. Sana ne saçma şeyler
söylediğini biliyorum.
Ben sana gerçeklerden söz etmek istiyorum. Artık
gerçekleri görmelisin. Sen başarısızlığa mahkûmsun. Hayatın kontrolü senin elinde değil. Sen sadece karşına çıktığı kadarıyla yetinebilirsin. Artık hayal kurmaktan vazgeçmeli ve gerçeklere dönmelisin.
Çünkü hayat acımasız, çünkü hayat zor... Sen hayatla
mücadele edecek kadar güçlü değilsin. Artık gözlerini açmalı ve kendine gelmelisin. Hayat acılarla dolu, hayat mutsuzluklar üzerine kurulu. Bunu kabullen ve hazır ol. Başarı ve mutluluk sadece bazı insanlara verildi. Sen onlardan biri değilsin.
Mutluluk aptalca bir hayalden başka bir şey değildir.
Kim sonsuza dek mutlu oldu ki? Hayat güçlü olanların hayatı ve sen güçsüzsün. Sevginin gerçek olduğuna mı inanıyorsun? Sevgi de bir yalandır, diğer her şey gibi”
Takılmış plak gibi ardı ardına sıralıyordu öfke dolu
sözcüklerini. Ona, bu sözlerin benim için önemli olmadığını söyledim. Artık kendi hayatımın sorumluluğunu alacağımı ve mutluluğun peşinden gideceğimi söyledim.
“Buna izin vereceğimi mi sanıyorsun?” dedi alaycı bir
sesle.
“Beni engelleyemezsin!” dedim. “Ne olursa olsun,
istediğimi gerçekleştireceğim ve sen engel olamayacaksın.”
“Ben içinde olduğum sürece bunları asla yapamazsın”
dedi.
“O zaman senden kurtulurum, seni içimden çıkarıp
atarım” dedim.
“Ama” dedi, “Ben senin bir parçanım.”
“Böyle bir parçam olsun istemiyorum” dedim ve
uzaklaştım yanından.
Arkamdan seslendi ve “İşte bütün hayallerin elimdeki
bu kutunun içinde” dedi ve sonra koşmaya başladı.
Ardından ben de koştum. Çok hızlıydı ve
yetişemiyordum. Sonra birden hızlandım. Yakaladım onu ve kutuyu elinden almaya çalıştım. Çok güçlüydü, bırakmıyordu kutuyu. Dakikalardır savaşıyordum onunla. Kutuyu elinden nasıl alacağımı bilmiyordum. Bütün gücümü topladım. Tek hamlede yere serip kutuyu, yani hayallerimi alacaktım ondan…