Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 13

Okuma Testi 9.

Gün

Kelime Sayısı: 2024

Kronometreyi Başlatın…

Uzun süren uykumdan uyandım sonra. Bedenimde tatlı


bir uyuşukluk vardı. Gözlerimi açtım, yılan tam karşımda
duruyordu. Bir süre neler yaşadığımı hatırlayamadım. Sonra,
uyumadan önce onun bana saldırdığını anımsadım. Koluma
baktığımda, diş izlerinden eser kalmamıştı… Bedenimde tuhaf
bir yorgunluk vardı. Ağrılarımı düşündüm sonra. Bacağımda
ağrı yoktu. Yılanın ısırdığı yerde iz kalmamıştı. Bedenimde
acıya dair hiçbir iz yoktu. Kendimi toplayıp ayağa kalkmaya
çalıştım. Rahatlıkla kalkmıştım ayağa. Olabildiğince sağlam bir
şekilde ayakta duruyordum. Son derece güçlüydüm ve
vücudumun hiçbir yerinde, en ufak bir acı hissetmiyordum.
Buna çok şaşırmıştım, çünkü uykuya dalmadan önce, her yanım
paramparçaydı. Kolumdaki ve bacağımdaki sıyrıklardan tek bir
iz bile kalmamıştı. Bacağımdaki kırığın, bu kadar kısa sürede
nasıl iyileştiğini anlayamıyordum.

Yarım saatten fazla uyumuş olamazdım. Yarım saatte


bütün bunların olması imkânsızdı. Bacağımdaki kırık, en az
birkaç haftada iyileşirdi. Yaralarımın kapanması günler,
haftalar sürerdi.

Sonra rüyamı düşündüm. Rüyada, yılanın zehri kuru


yaprağa dokunuyordu ve yaprak canlanıyordu. Bana zehrini
vermesinin sebebi buydu. Yılanın zehri beni iyileştirmişti. Ona
bir kez daha hayatımı borçluydum. Artık istediğim her şeyi
yapabilirdim. Gücüme yeniden kavuşmuştum. Yılan dostuma
bir kez daha minnetle teşekkür ettim. Sonra yılan ırmağın
yakınına doğru ilerledi. Suyun üzerinden akarak karşı kıyıya
vardı. Kıyıya ulaştığında dönüp bana baktı.

Bu rüyada gördüğümün aynısıydı. Benim karşıya


geçmemi bekliyordu, hem de yürüyerek. Rüyamı hatırladım
sonra. O ses kulaklarımda yankılandı. Karşıya geçmemi ve ilk
adımı atmamı emreden o sesi duydum.

“Suyu düşündüğünde boğulursun...

Ayaklarının altındaki toprağı hisset…”

Rüyamda, suyu düşündüğüm anda, suya düşmüştüm.


Toprağın üzerinde yürür gibi geçmeliydim karşıya. Bu,
hayatımda vereceğim en zor sınav olacaktı. Çünkü suya karşı
koyamazdım. Suyun üzerinde yürüyemezdim.

İçgüdüsel olarak bunu yapabileceğime inanmaya


başladım. Düşümde bunu gerçekleştirmiştim. Şimdi bir kez
daha yapabilirdim. Sadece ayaklarımın altındaki toprağı
düşünecektim. Suya ve düşeceğime dair hiçbir şey
düşünmeyecektim. Bunu yapabilirdim.

Yaklaştım ırmağın kenarına. Ayağımın altındaki


toprağı hissettim. Bedenim hafiflemeye başladı. Sanki
bulutların üzerindeydim. Nefesimi tuttum, olabildiğince rahat
hissetmeye başladım kendimi ve ilk adımımı attım. Bir bebeğin
ilk adımını atması gibiydi bu. Başka bir gezegene ilk adımı
atmak gibiydi. Suyun üzerinde yürüyordum. İlerlemeye devam
ettim korkusuzca. Suyun üzerindeydim ve bir imkânsızı
gerçekleştiriyordum. Saniyeler bana aylar, yıllar gibi gelmeye
başlıyordu. Bundan müthiş keyif alıyordum.

Sonunda karşıya geçtim. Dönüp arkama baktığımda,


hayatımın en zor deneyimini gerçekleştirdiğimi görüyordum.
Başarmıştım…

Yılan görevini tamamlamıştı ve uzun süre beni


izledikten sonra, sessizce ayrıldı yanımdan. Giderken gözü hep
bendeydi. Geride o kadar çok şey bırakmıştı ki…

…ve ben artık yoluma devam edebilirdim. Miralay’ı


bulmalıydım. Uzun zamandır beni bekliyordu. Belki de benden
ümidini kesmişti.

Saatlerce yürüdüm… Hiç bitmeyecek gibi gelen bir


yolculuğa çıkmıştım. Sanki aynı yerlerden onlarca kez
geçmiştim. Dönüp dolaşıp aynı yere geldiğimi fark ettim. Bir
döngünün ortasındaydım. Miralay’ın bulunduğu mağara,
postacının bana tarif ettiği o yüksek kayalığın zirvesindeydi.
Kayalığı bir türlü bulamıyordum. Sanki büyük bir çemberin
etrafında, dolaşıp duruyordum.

Sonra oturdum. Kalbimin fısıltılarını dinlemeye


başladım. Kalbim nereye gitmemi istiyorsa, oraya gidecektim.
Aklımın değil, yüreğimin sesini dinlemeliydim.

Gideceğim yere dair hiçbir işaret almadım yüreğimden.


Ayağa kalktım ve farkında olmadan, nereye gittiğimi bilmeden
çıktım yeniden yola. Bu kez farklı bir yöne gidiyordum. Daha
önce hiç gitmediğim bir yoldan yürüyordum. Hep aynı yolu
tercih edersem, hep aynı yere gideceğimi öğrenmiştim. Artık
farklı yöne gitme zamanı gelmişti. Yüreğimin sesini
dinliyordum ve sadece yürüyordum.

Günler süren bir yolculuktan sonra, onu buldum.


Kayalığa tırmanmaya başladım hızla. Tırmandıkça nefes
almakta zorlanıyordum. Yukarı çıktıkça hava daha da
soğumaya başlıyordu. Üzerimde kalın şeyler yoktu ve üşümeye
başladım. Eğer soğuğu düşünürsem, üşüyeceğimi biliyordum.
Soğuğa dair her şeyi sildim zihnimden. Güneşe baktım sürekli
olarak. Gözümü güneşe diktim ve öylece yürüdüm. Güneşin
sıcaklığını içimde büyütebilirdim, bunu yapabileceğimi
biliyordum.

Tırmandıkça ve soğuğun şiddeti artmaya başladıkça,


içimdeki güneşin sıcaklığını büyütüyordum. Artık soğuğu
hissetmiyordum ve yoluma devam edebilirdim.

Tırmandıkça yorgunluğum artıyordu. Yorgunluğun da,


zihnimde başladığını öğrenmiştim. Yorgun değil gibi yürümeye
başladım. Yorgunluğumu bana hatırlatacak hiçbir şey
düşünmedim. Attığım her adımı, sanki ilk adımım gibi attım.

Önüme dikenler çıktı. Dikenler kollarıma ve


bacaklarıma yapışıyordu. Kararlıydım yukarıya çıkmaya. O
yüzden dikenlere aldırmadım. Onları ezip geçtim. Bir yerime
diken saplandığında çıkarıp attım onu. Dikeni attığım zaman,
acısını da atmış oluyordum. Önüme çıkan taşları, uçurumları ve
bütün zorlukları aştım. Aşmalıydım, çünkü yukarı çıkmak
istiyordum. Çukura düştüm ve yeniden kalktım. Yaralandım ve
kendimi hemen topladım. Susuz kaldım ve su buldum.
Yorulduğumda dinlenmedim. Çünkü dinlendiğimde
yorgun olduğumu kabullenmiş olacaktım. Tırmanırken
dinlendim ve dinlenirken tırmandım. Gözümü yukarı
çevirmiştim. Engeller aşağıdakiler içindi ve ben engellere
takılamazdım. Böyle bir lüksüm olamazdı.

Günler günleri kovaladı. Tırmandıkça, sanki


tırmanmaya yeniden başladığımı fark ediyordum. Attığım her
adımı ilk adımım kadar güçlü atıyordum. Soğuğa ve fırtınaya
karşı koydum.

Sonunda mağarayı buldum. Ancak beni çok daha büyük


bir sorun bekliyordu…

Çok büyük bir kaya parçası, mağaranın girişine


yuvarlanmış ve girişi kapatmıştı. Yukarıdan kopup gelen dev
bir kaya parçasıydı bu. Büyük bir heyelan olmuştu anlaşılan.
Taşların en büyüğü de, mağaranın girişine yuvarlanmıştı.

Acaba Miralay içeride miydi? Eğer o içerdeyken


olduysa bu heyelan, kurtulması imkânsızdı. Neredeyse benim
boyum kadar bir kaya parçasıydı bu. Tonlarca ağırlığı
olmalıydı.

Bundan kurtulması mümkün olamazdı. O taşı oradan


çıkarmalıydım ancak bunu tek başıma yapamazdım. Eğer
içerideyse ve yeterince dayanıklıysa, hayatta kalma şansı vardı.
Ancak taş, mağaranın girişini bütünüyle kapatmıştı. Havanın
girebileceği tek bir delik yoktu. Bu kadar süre havasız kalarak
yaşayamazdı.

Eğer taşı mağaranın girişinden çıkarabilirsem, onu


kurtarabilirdim. O taşı çıkarmalıydım. Kimseden yardım
isteyemezdim. Eğer yardım istemeye gidecek olursam, geri
dönmem günler sürerdi. Bu arada o çoktan ölmüş olurdu. Tek
bir seçenek vardı: o taşı kaldırmak…

Bunu yapamazdım. İmkânsızdı bu. Sonra yaşadıklarımı


düşündüm. Başıma gelen onca şeyden sonra, artık imkânsız
kelimesini duyduğumda, biraz daha düşünüyordum. Suyun
üzerinden yürüyerek geçmiş, bir yılanla dost olmuş ve bir
kelebek olup geçmişimle yüzleşmiştim. Bunu da yapabilirdim.
Bütün gücümü kullanırsam eğer, o taşı oradan çıkarabilirdim.

Sahip olduğum gücü ona, yüze katlamalıydım. Bunu


yapabileceğime inanmaya başladım. Tek bir saniyenin bile
önemi vardı. İçeride bir insan vardı ve nefes alamıyordu şu
anda.

Gücümü topladım ve tek bir hareketle taşı yerinden


oynatıp aşağıya yuvarlamaya karar verdim. Nefesimi tuttum.
Sonra bütün gücümle haykırmaya başladım. Sesim dağlarda
yankılandı, etraftaki bütün kuşlar havalanıp uzaklaştılar. Tekrar
haykırmaya başladım ve bütün gücümü toplayıp yüklendim
kaya parçasına.

İnanılmaz bir şekilde taşı yerinden oynattım. Sonra taşı


yuvarladım aşağıya doğru. Bütün vücudum kan, ter içinde
kalmıştı. Tonlarca ağırlığı yerinden oynatmıştım. Mağaranın
girişini açmış oldum böylece ve ardından mağaraya girebildim.
Görünürde kimseler yoktu. Etrafıma bakınarak ilerlemeye
devam ettim.

…ve başımı sol tarafa çevirdiğimde, tam önümde


yüzüstü yuvarlanmış ve hareketsizce yerde yatan genç bir adam
cesedi gördüm. Baygın mıydı, yoksa ölmüş müydü? Önce
seslendim, beni duyup duymadığını kontrol ettim. Boynundaki
damara parmağımla dokundum. Nabzı atmıyordu, ölmüştü.
Miralay’ı bulmamla kaybetmem bir olmuştu. Ben yaşlı birisini
görmeyi beklerken, benim yaşlarımda birisiyle karşılaşmıştım.
Acaba yerde yatan Miralay değil miydi?

Yüzünü görmek için cesedi nazikçe yan tarafa doğru


çevirdim. Külçe gibi ağırlaşmıştı ve etraf yosun menekşesi
kokuyordu.

Bin bir güçlükle onu sırtüstü yatırdım. Yüzünü ilk


gördüğüm anda, kalbim duracak gibi oldu.

Yerde yatan cesedin gömleğinin üzerinde mavi


mürekkep lekeleri vardı.

Yerdeki ceset bendim!

Miralay bendim…

…ve onu bulmak için çıktığım yolculukta kendi cenaze


törenime katılıyordum.

Yüzü bembeyazdı. Gömleğine dökülen mürekkep


henüz kurumamıştı. Bu kadar geç geldiğim için kendime
kızmaya başladım. O ölmeden önce gelmiş olsaydım bana neler
söylerdi kim bilir?

Sağ yumruğunun sıkılı olduğunu fark ettim. Ölmeden


önce kendisini çok zorladığı belliydi. Yaşamak için direnmişti
ve yumruğu sıkılı kalmıştı. Ancak yüzünde, buna dair hiçbir iz
yoktu. Son derece rahat bir ifade vardı ölmüş bedeninde.

Yumruğunu açıp onu rahatlatmak istedim ama bunu


başaramıyordum. Öylesine güçlü kapatmıştı ki parmaklarını,
adeta derisi birbirine yapışmıştı.

Bütün gücümle zorladım açmak için. Sonunda


parmaklarını açabildim. Avcunun içinde bir kâğıt parçası vardı.
Buruşmuş ve birbirine yapışmıştı.

Aldım kâğıt parçasını ve parmaklarını nazikçe


göğsünün üstüne bıraktım.

Birkaç satır yazı vardı kâğıdın üzerinde… İnsanın


hayatını baştan sona değiştirecek, birkaç satır… Hayatıma
sessizce giren Miralay, yine sessizce gidiyor ve bana giderken
hayatımın en değerli armağanını veriyordu.

“Her kelebeğin bir tırtılı vardır. Kelebek kanatlanıp


uçarken, tırtıl geride bir iz olarak kalır. Senin gibi bir kelebeğe
dönüşmek, benim gibi bir tırtılın en büyük rüyasıdır. İşte rüya
asıl şimdi başlıyor dostum. Tırtıl çürümüş kabuklarıyla toprağa
kavuşuyor ve kelebek rengârenk kanatlarıyla gökyüzüne
uçuyor. Sen artık bir kelebeksin ve tırtıl kelebeğe
dönüştüğünde, bir daha istese de tırtıl olamaz! Bunca şeyden
sonra, yerde cansız duran bedenime bakıp ağlıyorsan, hiçbir
şeyi anlamamışsın demektir. Miralay’ı yeniden bir mektup
yazmak zorunda bırakma ve o güçlü kanatlarını açıp bir an önce
özgürlüğüne kavuş artık!”

Yerde yatan ceset benim geride bıraktığım tırtıldı ve


içindeki kelebeği uyandırmayı başarmıştı.
Kâğıdı aldım ve ellerini yeniden sımsıkı kapadım. Sonra kendi
cenaze törenime başladım. Tırtılın toprakla buluşması
gerekiyordu. Onun için, kayalığın zirvesinde bir çukur açtım.
Solgun bedenini taşıdım ve onu yeni evine yerleştirdim.

Zirvede ölmüştü ve artık orada kalacaktı. Tırtıldan


geriye kalan kabuklarımı orada bırakıp, bir kelebek olarak
yoluma devam ettim yeniden...

Zirveden inmem çok kolay olmuştu. Günlerce


tırmandığım yolu, birkaç saatte bitirmiştim. Dağın eteklerine
geldiğimde, burada daha önce hiç görmediğim bir göl olduğunu
fark ettim. Gölün kenarında yürüyor ve bir yandan da,
Miralay’ın bana verdiği son hediyeyi düşünüyordum…

Sonra, uzaklardan bana doğru koşarak bir çocuğun


geldiğini fark ettim. Elleriyle bir şeyler işaret ediyor ve
bağırarak koşuyordu bana doğru. İyice yaklaşmıştı. Onu
görünce birden duraksadım. Çünkü bu benim çocukluk
halimdi… Kendi çocukluğumu görüyordum karşımda.

Yanıma yaklaştı ve “Merhaba” dedi. “Çok uzaklardan


geliyorum. Sırf seni görebilmek için… Sana söylemek
istediklerim var.”

Neden koşarak geldiğini sordum. Kötü bir çocuğun onu


kovaladığını söyledi. Ondan kaçıyordu. Bana söylemek
istediklerini söyleyip hemen gidecekti.

“Lütfen dinle beni. Söylediğim her şeyi yap. Zamanım


yok, o gelmeden gitmeliyim…
Birazdan burada olacak ve sana bir şeyler söyleyecek.
Sakın onun söylediklerini yapma. Onu başından göndermeye
çalış ve şu mektubu sonuna kadar oku.”

Elime bir mektup tutuşturdu ve sonra koşarak uzaklaşıp


gitti.

Merakla açtım mektubu ve okumaya başladım.

“Seni çok seviyorum. Seni bu dünyada kimse benden


daha çok sevemez.

Lütfen zamanını boşa harcama. Hayat çok kısa. Onu


mükemmel bir şekilde yaşamaya çalış. Sen mutsuzluğu hak
etmiyorsun. Sen çok, ama çok değerli bir insansın…

Hayatın her saniyesinden zevk almaya çalış.


Yapabileceğinin en güzelini yap. En uzak yerlere git, en
yükseğe tırman… Asla insanların olumsuz sözlerine kulak
asma. Sen her şeyi yapabilecek güçtesin. Başkalarının ne dediği
umurunda bile olmasın.

Mutsuz olduğun zamanlar aynaya bak ve içindeki mutlu


çocukla konuş. Onun sana söyleyecek bir sözü mutlaka vardır.

Seni çok seviyorum. Beni hissetmek için aynaya bakıp


gülümsemen yeterli. En zor anlarda bile, sana yardım
edebilirim. Yeter ki, beni unutma…”

…ve çocuk koşarak gitti. Daha doğrusu ben koşarak


uzaklaştım. Tek kelime söylememe izin vermeden sürekli o
konuşmuştu. Kimden kaçıyordu acaba?
Az sonra aynı çocuk yine geldi. “Ne oldu, seni
kovalayan çocuğu gördün mü?” dedim.

“Kimden bahsediyorsun sen!” dedi, sert bir ses tonuyla.

“Az önce diğer tarafa koşuyordun” dedim.

“Gördün mü o aptalı?” dedi.

“Hangi aptalı?” diye sordum.

“Bana benzeyen o aptal çocuğu…” dedi…

Anlamıştım… Bu içimdeki kötü çocuktu. Yaklaştı


yanıma ve “Onun söylediği her şeyi unut!” dedi.

“Söylediği hiçbir şeye inanma. Sana ne saçma şeyler


söylediğini biliyorum.

Ben sana gerçeklerden söz etmek istiyorum. Artık


gerçekleri görmelisin. Sen başarısızlığa mahkûmsun. Hayatın
kontrolü senin elinde değil. Sen sadece karşına çıktığı kadarıyla
yetinebilirsin. Artık hayal kurmaktan vazgeçmeli ve gerçeklere
dönmelisin.

Çünkü hayat acımasız, çünkü hayat zor... Sen hayatla


mücadele edecek kadar güçlü değilsin. Artık gözlerini açmalı
ve kendine gelmelisin. Hayat acılarla dolu, hayat mutsuzluklar
üzerine kurulu. Bunu kabullen ve hazır ol. Başarı ve mutluluk
sadece bazı insanlara verildi. Sen onlardan biri değilsin.

Mutluluk aptalca bir hayalden başka bir şey değildir.


Kim sonsuza dek mutlu oldu ki? Hayat güçlü olanların hayatı
ve sen güçsüzsün.
Sevginin gerçek olduğuna mı inanıyorsun? Sevgi de bir
yalandır, diğer her şey gibi”

Takılmış plak gibi ardı ardına sıralıyordu öfke dolu


sözcüklerini. Ona, bu sözlerin benim için önemli olmadığını
söyledim. Artık kendi hayatımın sorumluluğunu alacağımı ve
mutluluğun peşinden gideceğimi söyledim.

“Buna izin vereceğimi mi sanıyorsun?” dedi alaycı bir


sesle.

“Beni engelleyemezsin!” dedim. “Ne olursa olsun,


istediğimi gerçekleştireceğim ve sen engel olamayacaksın.”

“Ben içinde olduğum sürece bunları asla yapamazsın”


dedi.

“O zaman senden kurtulurum, seni içimden çıkarıp


atarım” dedim.

“Ama” dedi, “Ben senin bir parçanım.”

“Böyle bir parçam olsun istemiyorum” dedim ve


uzaklaştım yanından.

Arkamdan seslendi ve “İşte bütün hayallerin elimdeki


bu kutunun içinde” dedi ve sonra koşmaya başladı.

Ardından ben de koştum. Çok hızlıydı ve


yetişemiyordum. Sonra birden hızlandım. Yakaladım onu ve
kutuyu elinden almaya çalıştım. Çok güçlüydü, bırakmıyordu
kutuyu.
Dakikalardır savaşıyordum onunla. Kutuyu elinden
nasıl alacağımı bilmiyordum. Bütün gücümü topladım. Tek
hamlede yere serip kutuyu, yani hayallerimi alacaktım ondan…

“Yeter artık! Bırak hayallerimi. Hayallerimi yaşamak


istiyorum ben…”

Onu yere serdiğimi ve kutuyu elinden aldığımı


hatırlıyorum. Sonra annem beni uyandırdı ve babamla
kardeşimin kahvaltı için beni masada beklediğini söyledi…

Kronometreyi Durdurun…

Toplam Süre (Sn) :

Toplam Sözcük : 2024

Okuma Hızınız :

Formül : (2024 * 60)/Toplam Süre (Sn)

You might also like