Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 51

Devrimi Yeniden Düşünmek: Hayvan Özgürlüğü, İnsan

Özgürlüğü ve Solun Geleceği


“Hayvan özgürlüğü insanlara ciddi bir hedeften daha çok diğer
özgürlük hareketlerinin bir parodisi gibi görünebilir.” Peter
Singer
“Hayvan özgürlüğü nihai özgürlük hareketidir, son cephedir.”
Robin Webb, İngiliz ALF Basın Sözcüsü

Giriş: Çerçevelenmemiş Bir Konuyu Çerçevelemek


Global anti-kapitalist ve anti-emperyalist Sol açısından
gezegenimizde büyük etik ve politik bir öneme sahip yeni bir
özgürlük hareketinin- hayvan özgürlüğü hareketinin- var
olduğu pek söylenemez. Ama hayvan özgürlüğü sosyalist ve
anarşist düşünü ve geleneklere kök salmış antroposentrik ve
türcü dogmalara meydan okuduğu için Solcular olaya dâhil
olmaktansa onunla dalga geçmeyi seçiyorlar.
Son otuz yıldır hayvan özgürlüğü hareketi gezegendeki en
dinamik ve önemli politik kuvvetlerden birisi oldu. Siyah
Özgürlüğü, Amerikan Yerlileri, feminizm,
chicano/alar(hispanikler), Yeşil ve kimlik politikalarını farklı
formlarından oluşan yeni toplumsal hareketlerin atıl kaldığı
noktada hayvan özgürlüğü hareketi radikal direnişini ayakta
tuttu ve hem sayı hem de güç olarak büyüdü.
Hayvanların acı çekmesini süsleyerek devam ettirmekten yana
lobi yapan hayvan refahı yaklaşımlarının aksine Hayvan
Özgürlüğü Hareketi hayvan sömürüsünün tamamen ortadan
kaldırılmasını talep ediyor. Daha büyük kafesler yerine boş
kafesler isteyerek Hayvan Özgürlüğü Hareketi günümüzün en
büyük kölelik karşıtı ve özgürlükçü hareketi olup, ABD’de 19.
Yüzyılda Afro-Amerikalıların köleliğine son vermek isteyen
öncüllerine paralel bir mücadele içerisinde. Dünya çapında
Hayvan Özgürlüğü Hareketinin büyük bir ifade aracı olarak
ALF sömürü endüstrilerinin mal ve mülküne yüz milyonlarca
dolarlık zarar vererek yapılan akınlarla baskınlarla da hayvan
sömürüsünden kar sağlayan birçok kişiyi yaptıkları işten
uzaklaştırdı. FBI, ALF’i (aynen ELF gibi) ABD’deki en büyük
terör örgütü olarak kabul etti. Hayvan Özgürlüğü Hareketi
ABD ve İngiltere’de anti-terörist mevzuat için temel hedef
olarak görülüyor.
ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa’dan, Norveç ve Rusya’ya
dek, global bir çapta hareket eden Hayvan Özgürlüğü Hareketi
sadece büyümeyi, çıkarı, metalaştırmayı yücelten kapitalizmin
ideolojilerine saldırmakla kalmıyor, ayrıca molotof kokteylleri
ve çekiçlerle mülk sisteminin kendisine de saldırıyor. Şirket-
devlet kompleksinin gerçekliğinden tamamen haberdar bir
şekilde Hayvan Özgürlüğü Hareketi temsili demokrasinin
kurgularını kırarak kürk çiftliklerine, fabrika çiftliklerine, deney
laboratuvarlarına ve her yıl milyarlarca hayvanın öldüğü diğer
cehennemi andıran yerlere izinsiz bir şekilde girerek tutsak
edilmiş hayvanları kurtarıyor.
Bu gezegen üzerindeki bütün türlerin kaderi birbirine inceden
inceye bağlı olduğu için hayvanların sömürülmesinin insan
dünyası üzerinde büyük bir etkisinin olduğu kesin. İnsanlar
hayvanları yok ettiğinde kendi hayatları için gerekli
ekosistemleri ve doğal yaşam alanlarını da yok ediyorlar.
Milyarlarca çiftlik hayvanını kestiklerinde yağmur ormanlarını
da yok ediyorlar, meraları çöllere çeviriyorlar, küresel
ısınmanın artmasına yol açıyorlar, çevreye zehirli atıkları
bırakıyorlar. Fevkalade oranlarda toprak, su, enerji ve ürün
gerektiren global fabrika çiftlikleri kurduklarında hayati
öneme sahip kaynakları boşa harcamış oluyorlar ve dünyadaki
açlık probleminin artmasına sebep oluyorlar. İnsanlar
hayvanlara şiddet uyguladığında birbirlerine de şiddet
uyguluyor, bu trajik belit hayvanları istismar eden seri katiller
ya da kadınları, hayvanları, çocukları döven adamlar
tarafından defalarca kanıtlanmıştır. Hayvanların tarımın
başlangıcında evcilleştirilmesi ve ataerkilliğin ortaya çıkışı,
devlet iktidarı, kölelik, hiyerarşi ve bütün türlere hâkim
olunması arasındaki kavramsal ve teknolojik ilişkileri
incelendiğinde aradaki bağlantılar daha da derinleşiyor.
Çeşitli şekillerde hayvanların sömürülmesi insan dünyasında
krizler çıkaracak şekilde geriye tepiyor. Şiddet ve yıkımın o
kötülük dolu çemberi ancak ve ancak insan türü başka türlerle
ve doğal hayatla hiyerarşik olmayan ve sömürüye
dayanmayan uyumlu ilişkiler kurmayı becerebildiğinde sona
erebilir. İnsan, hayvan ve dünya özgürlüğü hepsi bir olarak
savaşılması gereken birbiriyle bağlantılı projelerdir.
Bu yazı insan/hayvan özgürlüğü denkleminin her iki tarafı için
de daha geniş vizyonlar ve politikalar üretebilme ihtiyacının
altını çiziyor, yeni diyalog, öğrenme ve strateji ittifakları
oluşturma yönünde fikirler öne sürüyor. Her hareketin bir
diğerinden öğreneceği nice şey var. Hiyerarşi, olumsuz
anlamda hâkimiyet ve çevresel yıkımın dinamiklerine hayvan
hakları perspektifinden bakmayla alakalı yeni iç görüler elde
etmenin yanı sıra Solcular da barış, şiddet karşıtlığı,
merhamet, adalet ve eşitlik gibi kavramları savunurken
hayvanları günlük hayatlarında sömürmenin, türcü
ideolojilerle öne sürüp bütün gezegeni tehdit eder bir tarzda
devam eden tür kıyımını görmezden gelmenin büyük bir
tutarsızlık olduğunu artık anlamalılar. Aksine hayvan hakları
topluluğu (hayvan özgürlüğü hareketinden farklı olarak)
hayvan sömürüsünü yok edemeyecek denli naiftir, tek
meseleye odaklıdır ve sistematik bir antikapitalist teoriden ve
politikadan da yoksundur. Bu noktalarda ancak Sol’la
yapılacak tartışmalardan fayda görebilir.
Bu yüzden insan ve hayvan özgürlüğü hareketlerini birbirinin
ışığında yeniden düşünerek bu ilişkinin ne şekilde devam
edebileceğine dair fikirler önermeye çalışacağım. İnsanların,
hayvanların ve dünyanın olumsuz anlamda hâkimiyet altına
alınmasını hiyerarşi ve araçsalcılıktan kaynaklı iktidar
patolojisinin sonucudur, bunlar ancak çok perspektifli
teorilerle ve ittifak politikalarıyla ifşa edilebilir ve
değiştirilebilirler. Öncelikle Hayvanları Savunma Hareketinin
temel tarihi ve sosyolojik arka planında söz edeceğim ve
Solun geleneksel olarak hayvanları müdafaa etme
meselelerine nasıl baktığını göstereceğim. Ardından Inclusive
Democracy’nin kurucusu olan Takis Fotopoulos’un
görüşlerinden söz ederek hayvan ve insan özgürlükçüleri
arasında karşılıklı diyalog ve öğrenme çabalarına çağrıda
bulunarak yazımı sona erdireceğim.
Hayvanları Savunma Hareketinin Çeşitliliği
Hayvan Özgürlüğü Hareketi, Hayvanları Savunma Hareketi
adını vereceğim ve büyüyen bir sosyal hareketin halen daha
en küçük parçasıdır. Hayvanları Savunma Hareketi üç büyük
(ve birbiriyle çelişen) eğilime sahiptir: hayvan refahı, hayvan
hakları ve hayvan özgürlüğü.
Hayvanları Savunma Hareketi, 19. yüzyılda İngiltere’de
RSCPCA (Royal Society for the Prevention of Cruelty to
Animals)’ın ve ABD’de ASPCA (American Society for the
Prevention of Cruelty to Animals)’ın kurulmasıyla refahçı
kanattan mütevazı bir başlangıç yapmıştır. Refahçı kuruluşlar
ardından bu ve diğer ülkelerde hızla yaygınlaşmıştır, ancak
hayvanları sömüren kurumları asla ortadan kaldıramamıştır-
bu kurumlar ister laboratuvarlar, ister fabrika çiftlikleri,
mezbahalar, kürk çiftlikleri, sirkler ya da rodeolar olsun- ama
daha çok bu tür baskıcı ve şiddet dolu yapılar içerisindeki
hayvanların çektiği acının azaltılmasına ıslah edilmesine
yaramıştır. Refahçılar hayvanların çıkarları olduğunu kabul
eder ama bu çıkarların eğer insanların çıkarları söz konusu ise
yasal yollarla kurban edilebileceğini söylerler. Refahçılar
hayvanlara “gereksiz” acı verilmemesi gerektiğini, onlara acı
verilmesi ya da onların ölmesi gerekiyorsa bunun “insani” bir
biçimde yapılması gerektiğini ileri sürerler.
Tabii bu fikre tamamen zıt bir şekilde hayvan hakları
savunucuları hayvanların mutluluğun, özgürlüğünü ve
hayatını insanların refahı söz konusunda olduğunda kurban
eden refahçılığın çıkarcı iddialarını reddeder. Hayvan hakları
felsefesi 1983′te Peter Singer’ın yeni ufuklar açan The Case
for Animal Rights-Hayvan Hakları Meselesi kitabı basılana dek
pek de ciddi manada ortaya çıkmamıştır. Regan ve diğer
hayvan hakları kuramcılarına göre hayvanlar ve insanlar
arasında temel ahlaki bir eşitlik söz konusudur ve her iki tür
de hissetme yeteneği olan türlerdir, bu yüzden de önemli
çıkarları ve tercihleri söz konusudur (mesela acı çekmemek
gibi) bu yüzden de bu çıkarlar ve seçimler korunmalı ve itibar
görmelidir. Dahası, Regan birçok hayvan türünün
(şempanzelerin, yunusların, kedilerin, köpeklerin vd.) onları
“bir hayatın öznesi” yapan ve insanlarınkine benzeyen bilişsel
karakteristikler taşıdığını öne sürer. Yani bu hayvanlar bellek,
kendini bilme ve geleceği algılama gibi kompleks mental
yeteneklerle donatılmıştır. Sadece insanların hakları olduğu;
çünkü sadece akla ve dile sahip yegâne varlıkların insanlar
olduğuna dair argümanlar aslen yanlış olmalarının yanı sıra
haklara sahip olma anlamında gerekli ve yeterli koşul
hissetme yeteneği olduğu için konuyla alakasızdır da.
Ana akım Hayvanları Savunma Hareketinin ve Peter Singer
gibi filozofların refahçı felsefelerine tamamen zıt olarak
hayvan haklarını savunanlar, hayvanların kendiliklerinden
kaynakları değerleri ve temel haklarının daha büyük sebepler
(yani insan) için bir kenara atılamayacağını öne sürer.
Hayvanların çıkarları sonucu ne kadar iyi olursa olsun (mesela
tıbbi bilgilerde ilerlemeler kaydetmek gibi) kurban edilemez.
Birçok insanın daha iyi bir sebep için, mesela sosyal refahı
sağlamasına yarasa bile bir insanın kurban edilmesini
ahlaksızlık olarak kabul etmesi gibi hayvan haklarını
savunanlar da aynı akıl yürütmeyi hayvanlar için kullanırlar.
Eğer hayvanların hakları varsa insanları tıbbi deneylerde
kullanmakla hayvanları kullanmak arasında fark yoktur; çünkü
bilimsel bilgiler insan deneyleriyle de yürütülebilir; ama ahlak
ve insan hakları bunu yasaklamaktadır.
Hayvan hakları, acıyı azaltmanın değil hayvan sömürüsünü
sürdüren bütün kurumların ve durumların tamamen ortadan
kaldırılmasını talep eden bir konumdur; aynen 19.yüzyıldaki
öncülü gibi, köleliğin yok edilmesini talep etmektedir yoksa
kölelere daha iyi davranılmasını değil. Eşitlikçiliği, hakları ve
köleliğin iptalini kucaklayışı açısından refahçılığa karşı dursa
da birçok hayvan hakları savunucusu eğitim ve yasal mevzuat
yoluyla sıkı yasal değişim biçimlerini talep etme anlamında
hayvan refahını savunanlarla aynı düşünmektedir. Refahçılar
gibi hayvan hakları savunucuları da tipik şekilde kapitalist
ekonomik, politik ve yasal kurumları kabul eder ve nadiren
paranın sömürücü mantığını ve pazar ile devlet arasındaki
yapısal ilişkiyi anlamak için daha geniş
sosyal/politik/ekonomik bağlama sahiptir. Adaletin devletin
şirketler çıkarları tarafından çürütülüp baskı altına alınmış
önceden onaylanmış kanalları aracılığıyla başarılabileceği
şeklindeki burjuva ideolojisine olan bağlılık hayvan
özgürlükçülerini hayvan hakları ve hayvan refahını
savunanlardan ayırır. Bazen konumlarını haklar felsefesine
dayandırarak, bazen de pratik eylemin önemi için gerekli
felsefi tanımları reddederek ya da ondan uzak durarak da olsa
Hayvan Özgürlüğü Hareketi hayvanları sömürenlere doğrudan
saldırılar düzenleyerek hayvanların tamamen özgür kalmasını
talep eder. O geniş ve eleştirel vizyonu içerisinde
benzersizliğini koruyarak, Hayvan Özgürlüğü Hareketi
kapitalizmi, emperyalizmi ve her türden zulmü ve hiyerarşiyi
reddeder. Refah ve hak talep eden tek konu odaklı hareketler
yerine Hayvan Özgürlüğü Hareketi özgürlük için yapılan bütün
insan mücadelelerini destekler ve insanların, hayvanların ve
dünyanın yaşadığı zulmün aynı sebeplerden ve dinamiklerden
kaynaklandığını kabul eder. Hayvan Özgürlüğü Hareketi
ideoloji, tavır ve kuruluş anlamlarında da baskın bir şekilde
anarşisttir. Devletin şirketlerin çıkarlarını korumaya yönelik
bir araç olduğunu ve kanunların da insanlar için yaratılmış bir
afyon olduğunu kabul ederek Hayvan Özgürlüğü Hareketi
örneğin baskınlar, izinsiz mekânlara girmeler ve sabotaj gibi
yasa dışı doğrudan eylemler düzenleyerek güç kazanma ve
sonuçlar elde etmeyi hedefler. Hayvan Özgürlüğü
Hareketi’nin önemli bir biçimi Animal Liberation
Front(ALF)’tur (Hayvan Özgürlüğü Cephesi). ALF 1976′da
İngiltere’de ortaya çıktı, ABD’ye 1980′de yayıldı ve ardından
da dünya çapında 20’den fazla ülkede etkin bir hale geldi.
Hayvan Özgürlüğü Hareketinin bazı üyeleri hayvanları
sömürenlere karşı şiddet uygulanmasını savunurken ALF mal
ve mülke saldıran ama asla insan hayatına zarar vermeyen
şiddet karşıtı bir prensip belirlemiştir.
Bu yüzden Hayvanları Savunma Hareketi içerisindeki en büyük
ayrım tartışılageldiği gibi refah ve haklar konusunda değildir,
ama daha çok devletçi ve devlet karşıtı yaklaşımlardadır.
Yalnızca Hayvan Özgürlüğü Hareketindeki radikal gruplar
temsili demokrasinin mitlerine karşı çıkar, çünkü onlar
anarşist kültürlerde yaşıyor ve doğrudan eylemi keşfediyorlar.
Açıkçası Hayvan Özgürlüğü Hareketi, Inclusive Democrcy(ID)
ve diğer radikal Sol yaklaşımlara yakın olan yegâne hareket
olup onun da önemli politik sınırları vardır.
Ancak Hayvanları Savunma Hareketinin çoğulculuğu sadece
refah, haklar, özgürlük perspektiflerini birbirleriyle yarıştırma
meselesi değildir. Bu hareketin sosyal kompozisyonu sınıf,
toplumsal cinsiyet, din, yaş ve politika meselelerini kuşatır.
Cumhuriyetçiler, Demokratlar, Solcular, anarşistler,
feministler, anti-hümanistler, anarkoprimitivistler, Yeşiller,
Hristiyanlar, Budistler, Hindular ve diğerleri Hayvanları
Savunma Hareketinin komplike durumunu ve ayrıksılığını
meydana getirir. Sınıf ve emek mücadelesinden farklı olarak
burada insanlar herhangi bir politik duruştan bakarak
hayvanlar için merhamet talep edebilir, buna güzel bir örnek
olarak George Bush’un eski basın danışmanı Matthew Scully’i
örnek verebiliriz, Scully’nin etkili yazıları ve kitapları
bulunuyor. İnsan Scully’nin geçmişini veya şu anki politik
duruşunu iğrenç bulsa da çalışması birçok insanı etkilemiştir,
mesela hayvanlara karşı işlenen iğrenç zulümlerin geniş
spektrumundan bihaber cumhuriyetçi elitler onun
çalışmasından etkilenmiştir. Bu tür politik farklılıklar hem bir
erdemdir hem de bir kabahat. Hayvanları Savunma
Hareketinin halk nezdinde etkisini artırmaya yararken ve bu
yüzden hayvan refahı meseleleri için mevzuatla alakalı yeni
olasılıklara yer açarken felsefi ve politik tutarlılık olmadığı için
hareketi birbiriyle çelişen ve rekabet eden fragmanlar haline
getirmekte ne yazık ki.
Reformist ve tek konuya odaklı (ayrıca çoğunlukla beyaz ve
orta/üst sınıf) Hayvanları Savunma Hareketi sistematik bir
sosyal eleştiriden yoksundur, kapital mantığının hayvan
sömürüsündeki belirleyici rolünü kavrayacak ve devleti sosyal
değişimlere direnen dev şirketler tarafından yönetilen bir yapı
olarak algılayacak bir sosyal eleştiriden yoksundur. İnsanın
kapitalizme karşı yürütülen mücadelede köprüler kurabileceği
tekil bir hayvanları savunma hareketi yoksa da Hayvan
Özgürlüğü Hareketi içerisinde kapitalizmin ve devletin
doğasını kavrayan ve ayrıca radikal ittifak politikalarına açık ve
bu konuda genellikle tecrübe sahibi pozitif istisnalar da
mevcut. Bu yüzden Hayvan Özgürlüğü Hareketi, sosyal
değişimi sağlamak için sadece hayvan sömürüsüne ve
kapitalist endüstrilere karşı yürütülen mücadeleyle olan
alakasıyla değil, ama insan ve dünya özgürlüğü
mücadelelerinin parçası ve katalizörü olması anlamında da
potansiyel manada önemli bir güçtür.

Hayvan Özgürlüğü Hareketinin Sosyolojisine Doğru


“Bizler felsefi manada çok tehlikeliyiz. Bu tehlikenin bir kısmı
malın ve mülkün hayattan daha değerli olduğu illüzyonuna
kanmamamız… Resmen delilik olan bu imtiyazı ortaya
çıkarıyoruz ve görüyoruz ki sistem bu olmadan hayatta
kalamaz.” David Barbarash, eski ALF sözcüsü
Hayvan hakları, hayvan özgürlüğü ve onun giderek büyüyen
politik manaları hakkında bir sürü kitap bulunsa da hümanist
ve Solcu aydınlar hayvan hakları/özgürlüğü mücadelelerinin
sosyolojik anlamı ve manasını görmezden gelmiştir. Bu
bölümde bu türcü bakışı ve görmezden gelme eylemini son
otuz yılın hayvan hakları/özgürlüğü mücadelelerini geniş bir
sosyolojik bağlama oturtarak düzelteceğim.
Son zamanların toplumsal tarihi bağlamında Hayvan
Özgürlüğü Hareketi kökleri 1960 ve 70lerde görülen
mücadelelerle bağlantılı “yeni bir sosyal hareket” olarak kabul
edilebilir. Genellikle “sınıf ötesi” ve “postmateryalist” şeklinde
etiketlenen yeni toplumsal hareketler daha yüksek ücretler
peşinde değildir, tersine hiyerarşilerin sona ermesi ve doğal
dünyayla yeni ilişkiler kurulmasına odaklanmıştır. 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra işçi hareketi başa geçtikten sonra
toplumsal mücadelelerin dinamikleri kapital-emek ilişkisinden
kayarak adalet, özgürlük ve kimlik politikalarını içeren daha
geniş bir şekle ulaşmıştır. Farklı ırktan insanlar, öğrenciler,
feministler, gayler ve lezbiyenler, barış anti-nükleer
eylemcileri ve çevreciler yeni meseleler için mücadele ettiler
bu dönemden sonra. Çağdaş hayvan hakları/özgürlüğü
hareketleri 1960 ve 70lerdeki hareketlerin oluşturduğu sosyal
ortamdan etkilenmiştir ve ilerici değişimler için çabalayan
hareketlerin de önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu da
elbette hiyerarşi, enstrümantalizm eleştirileri ve doğanın
insan olmayan türlerin baskı altına alınmasına karşı yürütülen
eleştiriler, çevreciliğe olan katkıları ve şiddetten uzak bir etik
oluşturup onu geliştirmedeki rollerinin bir sonucudur.
Yeni toplumsal hareketler postendüstriyel kapitalist toplumda
önemli rol oynarlar, burada artık ekonomik dinamikler fiziksel
materyallerin işlenmesine değil, tüketiciliğe, eğlenceye,
medyaya ve enformasyona dayanmaktadır. Uluslararası
şirketler mesela Microsofot, Monsanto, Novartis gibi şirketler
postendüstriyel ekonomide bilim ve araştırmanın önemini
kanıtlıyor. Böyle görülmese de Hayvan Özgürlüğü Hareketine
farklı bir açıdan bakmak için onun çağdaş antikapitalist ve
antiglobalist bir hareket olduğunu, şirketlerce yönetilen
“yukarıdan aşağı küreselleşme” tipi yerine kendini demokratik
vizyonlarda belli eden “aşağıdan yukarı küreselleşme”
şeklinde bir mücadelenin bir parçası olarak görmek gerekir.
Postendüstriyel dünyanın global bir bilim/bilgi kompleksine
bağlı olduğu sürece ve bu da hayvan deneyleriyle
sürdürüldüğü sürece hayvan özgürlüğü global kapitalizme
Global Dirikesim Kompleksi adını vereceğim bir şekilde
meydan okuyacaktır.
Bu yeni gücü Doğrudan Eylemle Dirikesim Karşıtı Hareket
(DEDKH) diye adlandırıyorum. Bu hareket biyomedikal
araştırma endüstrilerine karşı ciddi bir tehdittir. İngiltere’de
mesela, farmasötik, biyoteknolojik ve tıbbi araştırmalar
ekonomiye en büyük katkı sağlayan üçüncü gruptur; bu bilim
kompleksine yapılacak bir saldırı aslında İngiltere devletine ve
global kapitale yapılmış bir saldırıdır.
Bugüne dek, İngiltere’deki ve ABD’deki Hayvan Özgürlüğü
Hareketi birçok hayvan yetiştiricisinin kapanmasını sağlamış,
büyük araştırma merkezlerinin inşaatına son vermiş ve New
York Borsası’ndan HLS’in silinmesini sağlamıştır. Açıkçası
Hayvan Özgürlüğü Hareketi büyük bir sosyal ve politik güçtür.
Eğer Sol bunu kavramıyorsa bile İngiltere ve ABD’deki
uluslararası araştırma merkezleri kesinlikle anlıyorlar; çünkü
Hayvan Özgürlüğü Hareketini birinci sırada öneme sahip bir
yurt içi terörist tehdit olarak kabul etmiş durumdalar ve
karşılık olarak bu savaşı sürdürecek polis devletleri/eyaletleri
inşa etmekle meşguller.
Global Dirikesim Kompleksi bir iktidar- bilgi matriksidir,
postendüstriyel toplumda bilimin merkeziliğini yansıtır. İlaç
endüstrileri, biyoteknoloji endüstrileri, tıbbi araştırma
endüstrileri, üniversiteler ve test laboratuvarlarını kapsar.
Bütün bu kurumlar ilaçlarını test edip pazara sunmak için
hayvanları kullanır; hayvanlar bu şirket-bilim makinelerinin
işlevsiz kalacağı yağ ve gaz konumundalar. Huntingdon Life
Sciences (HLS) ve Chiron gibi şirketler globalleştiği ve dünya
çapında müşterileri olduğu için ALF ve SHAC gibi hayvan
özgürlüğü grupları da direniş anlamında globalleşmiştir. Stop
Newchurch Guinea Pigs (NSGP) gibi lokal bir grup İngiltere’de
araştırmalar için kobay faresi yetiştiren bir aileye karşı savaş
başlattı, işte bu grup da anti küreselleşme hareketinin bir
parçasıdır; çünkü saldırdıkları – ve sonunda işi bıraktırdıkları-
aile Global Dirikesim Kompleksine hayvan tedarik ediyordu.
Anti-dirikesimcilerin politik görüşleri ne olursa olsun-
liberteryan, serbest pazarcı, sosyalist veya anarşist-
küreselleşmeyi sekteye uğratıyorlar. Doğrudan Eylemle
Dirikesim Karşıtı Hareket (DEDKH) şirketlerin tedarik
zincirlerini bozup, laboratuvar prosedürlerini engelliyor,
tutsak kölelerini de özgürlüğüne kavuşturuyor.
DEDKH’nin ekonomik tehdidinin yanı sıra ayrıca güçlü bir
ideolojik ve felsefi tehdit de söz konusu, çünkü hayvan temelli
bilimin ideolojik meşruluğuna da saldırılıyor. DEDKH ve
hayvan hakları hareketleri tarafından artırılan güçlü ve
gerçeklere dayanan ataklarla dirikesimin meşruluğu
sorgulanırken bu aslında Bilimin otoritesine yapılan bir saldırı
oluyor, modern Akıl Kilisesine yapılan bir saldırı bu. Dirikesim
karşıtı hareket, dirikesimin yanlış kabullerini ifşa ederken
bilimin nesnelliğini alınıp satılacak bir şeymiş gibi görerek nasıl
şirketlerin çıkarlarına hizmet edebildiğini de göstermiş oluyor.
Hristiyan kilisesinin altın çağında olduğu gibi Bilimin rahipleri
ve papazları da hasımlarını (mesela akademi ve başka
yerlerde) gözden düşürerek ve onlara saldırarak kendi
otoritelerini ve iktidarlarını savunuyor. Bilimin hükümet
üzerinde büyük bir gücü var, yeni yasalar çıkartıp çıkarlarına
hizmet ettirecek denli de güce sahip. Bu yüzden Bilimden
kaynaklı yoğun baskı yüzünden İngiltere ve ABD’deki DEDKH
şirket-devlet kompleksinden büyük karşı saldırılara maruz
kalmıştır. Hem İngiltere hem de ABD hükümetleri konuşma
özgürlüğüne çok ciddi kısıtlamalar getirmiş durumda ve son
olarak da muhalifleri örneğin İngiltere’deki yasalarda ve
ABD’deki Patriot (vatansever) Yasasında görüldüğü gibi
mevcut olduğu şekliyle “terörizmin yüceltilmesi”ne karşı
cezalandırdılar. Her iki devlet de hayvan özgürlükçülerine
karşı anti terörist yasalar uyguluyor, sabotaj eylemleri ve
“taciz” için de hapis cezası veriyor.
Bu yüzden DEDKH laik kilisenin öfkesiyle yüz yüze; Galile’nin
dünya güneş etrafında döner dediği gibi anti-dirikesimciler de
bir tür üzerinde uygulanan araştırmaların diğerinde uygulanan
araştırmaya uygulanamayacağını ileri sürüyorlar ve Hayvan
Özgürlüğü Hareketi de bir bütün olarak insanların dünyaya ait
olduğunu, dünyanın insanlara ait olmadığını söylüyor. Barış
hareketleri askeri-endüstriyel kompleksin deliliğini ifşa etmesi
gibi; anti- nükleer hareket nükleer gücün potansiyel yıkıcı
gücünü ifşa etmesi gibi; çevreci hareketin büyüme
ekonomisinin ekolojik sonuçlarını göstermesi gibi Hayvan
Hakları Hareketi de biyomedikal araştırmanın yanlış kabulleri
ve aydınlanmacılığındaki barbarlığı gözler önüne seriyor. Eğer
Hayvan Özgürlüğü Hareketi yeni bir sosyal hareket olarak
görülebilirse, bir anti-kapitalist ve küreselleşme karşıtı
hareket olarak görülebilirse o zaman sözünü ettiğim o üçüncü
şekilde de yani çağdaş bir kölelik karşıtı hareket olarak da
görülebilir.19. yüzyıl kölelik karşıtlarının evrensel haklar
nosyonu üzerine kurulmuş bir toplumda milyonlarca insanın
köleliğinin en büyük ahlaki dava olduğu gerçeğine insanları
uyandırmak için çabalaması gibi 21.yüzyılın kölelik karşıtları
da hayvanların çektiği acının ve gördüğü zulmün önemine ve
korkunçluğuna karşı insanları aydınlatmak için çabalıyorlar.
Önceden siyahların köleliğinin Amerikan demokrasisi ve
modern değerler hakkında sorduğu çok temel sorular gibi
hayvanların köleliği ile ilgili tartışmalar da insan ruhunun
şiddetten, kabalıktan ve yabancılaşmadan hasar
görmüşlüğünü eleştirel manada inceleyerek hayatın
bütününe saygı duymaktan kaynaklı yeni bir ahlak ve
duyarlılığa duyulan ihtiyacın altını çiziyor.
Laboratuvarlardaki, fabrika çiftliklerinde, kürk çiftliklerinde,
deri fabrikalarındaki, hayvanat bahçelerinde, rodeolarda ve
diğer sömürü kurumlarındaki hayvanlar çağdaş kapitalist
toplumun köleleri ve proleterleridir. Her yıl küresel olarak
milyarlarca hayvan tutsak edilip sömürülüp öldürülüyor-
cinayete kurban gitmek de yanlış bir deyim değil-. İnsan
ekonomisinin bu çiğ materyalleri (kapitalizmden daha genel
ve daha büyük bir hâkimiyet sistemi olarak) kürkleri, etleri ve
vücut sıvıları sebebiyle sömürülüyorlar. Doğadan çalınarak
esaret altında üremeleri sağlanan ve yetiştirilen, kafeslerde
zincirlere bağlı yaşatılan bu hayvanlar kelimenin gerçek
anlamında köledirler, bu yüzden de çağdaş kapitalist köle
ekonomisinin bir parçasıdırlar.
Kölelik karşıtları refahçılığı ahlaki ilerlemenin önünde bir
entrika olarak görürler ve konumlarını haklar felsefesine
dayandırırlar. 19. Yüzyıl kölelik karşıtları köle sahiplerinin
kölelere nazik davranmasından söz etmiyorlardı, onları iyi
besleyip iyi giydirmesinden de söz etmiyorlardı, gerektiğinde
dinlenerek çalışmalarından da söz etmiyorlardı. Tersine onlar
köle-sahip ilişkisinin tamamen ortadan kalkmasını, kölelerin
her türlü esaretten kurtulmasından söz ediyorlardı. Benzer
şekilde günümüz kölelik karşıtları da hayvan sömürüsü
pratiklerinin ve kurumlarının reformunu reddeder,
hayvanların her türden insan sömürüsünden, hâkimiyetinden
ve zulmünden tamamıyla özgür kalmasını talep ederler.

Hayvan Özgürlüğü ve Sol


“Auschwitz, birisi bir mezbahaya bakıp da “onlar sadece
hayvan” diye düşündüğünde başlar.” Theodor Adorno
“Hayvanlar söz konusu olduğunda bütün insanlar Nazidir;
hayvanlar için bu sonu gelmeyen bir Treblinka’dır.” Isaac
Bashevis Singer
Hayvan özgürlüğü ahlaki evrimimiz ve politik
mücadelemizdeki yeni gerekli ve mantıki ilerlemedir. Hayvan
özgürlüğü insanların son 200 yıl içerisinde yaptığı en ilerici
ahlaki ve politik gelişmelere dayanıyor ve onları kendi mantıki
sonuçlarına taşıyor. Hak, eşitlik, şiddetten uzak durmak gibi
mücadeleleri bir sonraki aşamaya, hümanizmin suni ve yasal
bağlarından uzaklara taşıyor, böylece türcülüğü de kapsayan
hiyerarşilere de bütün önyargılara da meydan okuyor. Martin
Luther King’in şiddetin ve ayrımların olmadığı “dünya evi”
hayali barış ve eşitlik değerleri bütün hayvan türlerini de
içerek şekilde genişletilmedikçe gene de her yanı kan
içerisinde bir mezbaha olarak kalıyor.
Hayvan özgürlüğü Sol’un hümanizmin konforlu sınırlarından
etik bağlamda kaliteli bir sıçrama yapılması için değişmesine
ihtiyaç duyuyor, böylece ahlaki çıtayı akıl ve dilden hissetme
yeteneği ve öznelliğe doğru yükseltiyor. Solun bir zamanlar
ekoloji ile yüzleşmesi gerektiği gibi şimdi de hayvan hakları ile
yüzleşmesi gerekiyor. Ekolojiyle yapılan yüzleşme Solcu teori
ve pratikleri zenginleştirip derinleştirdiği gibi hayvan
özgürlüğü ve hakları ile yapılacak yüzleşme de benzeri
sonuçlar verecektir.
Türcülük insan olmayan türlerin insan türünün ihtiyaçlarına
hizmet etmek için var olduğu inancıdır, hayvanların değişik
anlamlarda insanlardan alttadır ve insanların çıkarları
onlarınkinden üstündür inancıdır. Irkçılık ve türcülük gibi
türcülük de bir grupla diğeri arasında yanlış bir düalistik ayrım
yaratarak hiyerarşik olarak farklılıkları düzenlemeye çalışır ve
üstün olanın üstün olmayana olan hâkimiyetini haklı
çıkarmaya çabalar. Toplumun beyazların kendilerini farklı
ırktan insanlardan üstün görmesinin ya da erkeklerin kadınları
kendilerinden altta görmesinin mantıksızlığını, kabul
edilemezliğini ve önyargılı bir tavır olduğunu idrak etmesi gibi
artık şimdi de insanların kendilerini sadece türleri farklı diye
hayvanlardan üstün görmesinin akıl dışı ve son derece keyfi
bir tavır olduğunu anlamaya başladığını görüyoruz. Bir hayatın
öznesi olan ve hissetme yeteneğine sahip hayvanlar arasında
bu farklılıklar -insanın akıl ve dil sahibi olduğuna dair tek tür
kendisini kabul etse de- artık cinsiyet farklılığı veya ten
renginin farklı olmasından farklı bir şey değildir, ancak insan
primatının evrim geçirmemiş psikolojisinde bu farklılıklar
azami öneme sahiptir. Teori yani türcülük teorisi, pratiği sözü
edilmeyecek denli zalimane hâkimiyet, şiddet ve cinayet
biçimleriyle şekillendiriyor.
Türcülüğün önyargılı ve ayrımcı tavrı Sol’un da bir parçası.
Şiddeti ve herkes için hak talep etmeyi küçümserken Sol
milyarlarca mazlum hayvanın ihtiyaçlarını ve çıkarlarını kaile
almakta başarısız oluyor. Her ne kadar küresel kapitalizmin
holistik ve sistemli eleştirisini yapmakla gurur duysa da
Solcular insan, doğa ve dünya özgürlük mücadeleleri arasında
bağlantılar kuramadığı gibi sömürüye, hakimiyetçiliğe ve
hiyerarşiye karşı tek bir güç olarak mücadele verme ihtiyacını
da anlayamıyor.
Ekoloji ve hayvan hakları perspektifinden bakıldığında
Marksistler ve diğer sosyal radikaller aşırı derecede tutucu
tavırlar sergilemiştir. Komünist Manifesto’da Marks ve Engels
hayvan refahçılarını küçük burjuva veya hayırseverler,
fanatikler, naif reformistlerle aynı gerici kategoride
değerlendirmişler ve böylece mesela ABD’deki hayvan refahı
hareketinin kadınların politize olmasında önemli olduğunu
anlayamamışlardır, kadınlar hayvanlara uygulanan zulmü
azaltmaya uğraşırken onların bu mücadelesi erkek şiddetine
karşı ve çocukların sömürülmesine karşı yürüttükleri
mücadeleden ayrı bir şey değildi. 1844 Ekonomik ve Felsefi
manüskriptlerde Karl Marks insan hayatına doğacı bir bakış
geliştirdi ama baskın Batı geleneği gibi insanlarla insan
olmayan hayvanlar arasında keskin bir düalizm sergiledi,
sadece insanların bilince ve kompleks bir sosyal dünyaya
sahip olduğunu ileri sürdü. Hayvanların duygusal, sosyal, ve
psikolojik karmaşık yapısını reddederek Marks aslında
hayvanların üretici eylemlilik anlamında sadece anlık ve
içgüdüsel bir bağ sergilerken insan emeğinin özgür irade ve
zekayla ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Eğer Marksizm ve
diğer Sol gelenekler gururlar teorilerini bilime
dayandırıyorlarsa o zaman sosyal radikallerin o bilimin-
özellikle de hayvan duyguları, düşünceleri ve iletişiminin
karmaşıklığını çalışan kognitif etoloji disiplininin hayvanları
bilinçten ve sosyal hayattan yoksun varlıklar olarak gören
yanılgılarla dolu, gerici, türcü kavramlarını çevrelediğini idrak
etmeleri gerekiyor.
Marks’ın çevreci bir bilince sahip olup olmadığına dair bir sürü
renkli tartışma devam ede dursun onun türcü olduğu ve
sosyal teori ve politikaları sakatlayan demode
antroposentrik/hakimiyetçi paradigmaya sahip birisi olduğu
kesindir. Sol türcülüğünün manzarası – çoğunlukla ilerici
dergilerde, gazetelerde ve online sitelerdeki makalelerin
azlığından bellidir, bu da hayvan hakları hayvan sömürüsü
meselelerini düşünmeyi reddetme şeklinde bir kabalıktan
kaynaklanıyor.
Mesela The Nation fabrika çiftliğinde çalışmakta olan işçilerin
maruz kaldığı davranışlarla alakalı iğneleyici bir yazı yazdı,
ama oradaki kafeslere tıkılıp kalmış binlerce tavuğun maruz
kaldığı sömürüden tek kelime söz etmedi. Tam tersi bir
şekilde Gale Eisnitz’in çalışması Slaughterhouse/Mezbaha
hayvanların ve insanların mezbahalarda yaşadığı sömürüyü,
insanların hayvanlara uyguladığı rutinleşmiş şiddet eylemleri
yüzünden insanın insanlıktan çıkışını göstererek anlatıyor.
Önyargı, cehalet, taşralılık ve bütüncü yaklaşımdan
mahrumiyetin bir semptomu olarak Sola iyice yayılmış olan bu
tavrı daha iyi anlamak için ünlü bir Marksist kuramcı ve Z
Magazine/Z Net’in yardımcı kurucusu olan Michael Albert
meselesini düşünelim. Çevre ve hayvan hakları dergisi olan
Satya’da son röportajında Albert şu itirafta bulunuyor:
“Dünyayı daha iyi bir yer yapmak için toplumsal
hareketlerden söz ettiğimde aklıma gelen şey hayvan hakları
değil. Dürüst olmam gerekirse hayvan hakları benim için kadın
hakları, latino hareketleri, gençlik hareketleri veya diğerleri
gibi bir anlam taşımıyor. Hayvan hakları ve ona dair
eylemliliklerle alakalı geniş çapta bir tartışmanın gerektiği
aşikâr. Ama gerçekten de Irak’taki savaş ya da haftada 30
saatlik çalışma hakkı gibi bir aciliyeti de yok.”
İnsan üstünlüğüne inanan Albert’tan hayvan ve insanların
çektiği acıların birbirine benzediğini söylemesini
beklemiyorum; ama akla hayale gelmeyecek şekilde esaret
altına alınan, işkence edilen ve öldürülen on milyarlarca
hayvanın acısının görece daha rahat hayatlar yaşayan
insanların çalışma saatleriyle karşılaştırılmasını da
anlamıyorum. Ancak insan ve hayvan özgürlüğü meseleleri
kimsenin kazancının olmadığı bir yarış değildir, hayvanlar için
elde edilen kazanımlar insanlar için kayıplara sebep olmaz.
Soldaki çoğu kişi gibi, Albert da hayvanların suiistimal edilmesi
ve insanların çektiği acı arasındaki derin bağlantıları
kavramasına yardımcı olacak bütüncül vizyona sahip değil.
Miyop Soldaki sorun sadece Karl Marks’tan kaynaklanmıyor,
ayrıca onu çevreleyen geleneklerden de kaynaklanıyor-
modern hümanizmden, mekanik bilimden,
endüstriyalizmden, Aydınlanma’dan da kaynaklanıyor. Tanrı
merkezli bir dünyadan insan merkezli bir dünyaya doğru
alınan yol, kana susamış Hristiyanlığın haçlı seferlerinden
Aydınlanmanın eleştirel düşünce ve otonomi kültürüne doğru
gidilen mesafe çok büyük tarihi kazanımlardı ve hayvan
hakları da işte bu kazanımlar üzerinde yükselmiştir. Modern
sosyal kuram ve bilim Hristiyanlığın en kötü yönlerinden
birisini (idare etmeyi olumsuz anlamda hâkimiyet olarak
anlayarak) hayvanlar insanlar kullansın diye vardır görüşünü
devam ettirmiştir. Gerçekten de hayvanların durumu
dirikesim, genetik mühendislik, klonlama, fabrika çiftçiliği ve
mezbahaları geliştiren modern bilimler ve teknolojilerle daha
da kötüleşmiş durumda.
Darwinizm Marks ve onu takip eden radikal düşünceler
üzerinde önemli bir etki yaratmıştı, ama hiç kimse Darwin’in
hayvan hayatının zekâsına yaptığı vurguyu önemsemedi,
bütün türler arasındaki temel eşitliği ve hayvanlardan
insanlara doğru giden evrimin sürekliliğini önemsemedi.
Sosyal ekologlar ve Murray Bookchin gibi eko-hümanistler
hayvanların istismar edilip öldürülmesinden bir endüstri
oluşmasını kınarlar ama hayvanların insanların amaçları
uğruna kullanılmasını savunan o insan hakkına asla karşı
gelmezler. Farklı hayvan türleri arasındaki akıl, dil, kültür ve
teknolojiyi belgeleyen bilimsel çalışmalardan bihaber olarak
Bookchin Kartezyen Marksistlerin mekanistik görüşü tekrar
ederek hayvanların dilden ve akıldan yoksun aptal yaratıklar
olduğu görüşünü kabul eder. Bu yüzden hayvanlar “birinci
doğa”ya aittir, yoksa bu coşkun bir biçimde yaratıcı insan
kültürünün dünyası olan “ikinci doğa”ya değil. Genelde Solda
olduğu gibi sosyal ekologlar hayvan sömürüsünün çevreye,
insan toplumuna ve insan psikolojisine olan etkisini
kuramlaştırmakta başarısızlar. Nihayetinde onlar kapitalist
sosyal ilişkiler içerisinde hayvanlara karşı işlenen o korkunç
şiddet türlerine izin veren ve onaylayan aynı refahçı görüşleri
barındırıyor ve “insani tavır”dan söz eden dirikesimciler,
fabrika çiftliklerinin sahipleri, mezbaha operatörleri, kürk
çiftçileri, rodeo ve sirk patronlarıyla aynı dili konuşuyorlar.
Sol geleneksel olarak ekonomiye doğrudan bağlantılı olmayan
baskı çeşitlerini anlamak ve ondan söz etmek yeteneği
anlamında geri kalmış durumda. Sol için ırkçılığı, cinsiyetçiliği,
ulusalcılığı, dini, kültürü ve günlük hayatı, ideoloji ve medyayı,
ekolojiyi ve diğer meseleleri anti-kapitalist çerçeve içerisinde
tanımak için on yıllarca süre geçmiştir ve bunun eninde
sonunda olmasının sebebi de diğer özgürlük hareketlerinin
baskısıdır. Marksist Solun cinsiyet, ırk ve kültürü sözü edilmesi
gereken konular olarak belirlemiştir ama bunlar da ancak sınıf
mücadelesi başarıldıktan sonra sözü edilecek konulardır. Bu
tür dışlayıcı ve indirgemeci politikalar Rosa Luxemburg’un
günlük hayatın ve kültürün önemini belirtmek için söylediği
“Eğer dans edemeyeceksem sizin devriminizin bir parçası
olmak istemiyorum” sözlerini hatırlatıyor.
Frankfurt ekolü kuramcıları gibi Neo-Marksistler politika,
kültür ve ideolojinin sadece ekonomi ve sınıfa
indirgenemeyecek önemini kavradılar. 1960lardan sonra
Solcular nihayet ekolojinin sadece bir “burjuva meselesi” ve
toplumsal mücadelelerden bir “sapma” olmadığını anladılar.
“Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı eserinde Max Horkheimer ve
Theodor Adorno insanların doğa ve birbirleri üzerindeki
egemenliği arasındaki ilişkinin ve hayvanların esaret altındaki
görüntülerinin aslında insanın kabalığının ve doğaya
yabancılaşmasının önemli sembolleri olduğuna dair önemli iç
görüler geliştirdiler. Herbet Marcuse, doğal dünyayla olan
ilişkiler ve sömürüden uzak tavırlarla bezeli “yeni bir
duyarlılığın” öneminin altını çizdi.
1970lerden beri Sol “doğa sorunu”ndan söz etmeye başlamış
olsa da hayvan meselesinin toplumsal ve ekolojik meselelerin
bağrında yattığını görme konusunda başarısız oldu. Meselenin
karşılıklı ilişkiler hakkında olduğunu basit ama vurucu bir
şekilde belirtmek için bir toplumun onun dominant gıda
üretimi fabrika çiftçiliği olduğu sürece ekolojik
sürdürülebilirliği başaramayacağını düşünmeniz yeterli.
Hayvanları insanların gıda tüketimi için esaret altına alıp ona
kilo aldırma şeklindeki endüstriyel sistem ABD’de 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra zirveye çıktı ve ardından da tüm dünyaya
yayıldı, işte bu su kirliliğinin (kimyasal maddeler, çok büyük
hayvan artığı vb. sebeplerle ) ana sebebi olup orman
yağmurlarının yok edilmesinde, çölleşmede, küresel ısınmada
ve yetersiz su, arazi ve ürün kullanımında da önemli
etkenlerden olmuştur.
İnsanın kabalığı ve doğaya yabancılaşmasını eleştirenler
toplumun ekoloji yoluyla doğayla yeniden uyum içerisine
girmesinin önemini belirtirken bir yandan da içerdiği
milyonlarca hayvan türünü görmezden gelerek sadece fiziksel
dünyaya odaklanan yeni etiğin türcü, miyop ve yetersiz
olduğunun altını çiziyorlar. Bu durum şuna benziyor; sanki
herkes dağlara ve nehirlere saygı duyarak gemiye binebilir
ama bir yandan da hala hayvanlar üzerinde deneyler yapmak,
onlarla eğlenmek, onları yemek ve onları giymek istiyor. Solun
ekolojik meseleleri doğal dünyaya duyulan derin bir saygıdan
değil ama daha çok sürdürülebilir bir çevrenin insanın varlığı
için ne kadar önemli olduğunu anlamış bulunan “aydınlanmış
bir antroposentrizmden” (açık seçik bir oksimoron)
kaynaklanıyor. Hayvanların ekosistemlerin sürdürülebilirliği
açısından önemini ve hayvan sömürüsünün ne türden
çevresel sonuçlara sebep olabileceğini bilmenin ne hayati bir
role sahip olduğunu anlamak daha zor bir mesele olabilir,
hayvanlara uygulanan şiddet ve insanlara uygulanan şiddet
arasındaki ilişkiler gibi daha kompleks meseleleri burada
saymıyoruz bile. Dahası, “doğaya saygı duymak” ağaç dikerek,
hibrid arabalar kullanarak, yeniden dönüşüm kutuları
kullanarak daha kolaydır, yoksa hayvan yemeyi ve hayvan
ürünlerini giymeyi bırakan bir vegan olarak doğaya saygı
duymak daha zordur. İnorganik dünyayla alakalı bir görüş
farklılığından çok daha farklı olarak insanın hayvanlarla alakalı
görüşlerinde devrim yaparak etik veganizmi benimsemesi çok
daha zor, kompleks ve hem felsefi hem pratik akıl açısından
derin bir meseledir.
Kısacası, modern radikal gelenek- feminizmi ve ırkçılık
karşıtlığını içeren Marksist, sosyalist, anarşist ya da diğer Sol
bir gelenek olsun- Batı’nın antroposentrizm mirası
devralmıştır; çevre ve gezegen üzerindeki diğer türler
açısından özgürleştirici bir felsefe olarak asla görülemez.
Günümüz Solu hayvanlara yönelik bir Stalinizmdir.
Gerçek devrimci bir sosyal kuram ve hareket bir türün
üyelerini değil sadece, ama bütün türleri ve dünyanın
kendisini de özgürlüğüne kavuşturacaktır. Adına layık bir
biçimde geleceğin devrimci hareketi mesela ilk tarım
topluluklarının hayvanları tarımda kullanması örneğinde
olduğu gibi hiyerarşi ve hakimiyetçiliğin köklerini kavrayacak
ve doğaya dair yeni bir etik oluşturabilecektir, çevre etiği ve
hayvan hakları bir araya gelerek enstrümantalizmi ve akla
gelebilecek her türden habis formdaki hiyerarşik düşünme
biçimlerini alt edebilecektir.

ID (Inclusive Democracy/Kapsamlı Demokrasi) ve Hayvan


Özgürlüğü
“İnsanlar hayvanları katletmeye devam ettikçe birbirlerini
öldürmeye de devam edecekler.” Pisagor
“Birçok eylemci bu hareketin devrimci niteliğini anlamıyor. Biz
büyük bir savaş veriyoruz, gezegenimizi ve hayvanları insanın
açgözlülüğüne ve insan yıkımına karşı savunuyoruz.” David
Barbarash, eski ALF Basın Sözcüsü
Hayvanları Savunma Hareketi monolitik bir yapı olmadığı için
devletçi ve devletçi olmayan tarafları, radikal ve muhafazakâr
boyutları olduğu için Sol eleştiriler genellemeler yapmamalı,
bu farklı eğilimleri de göz önüne almalı. Hayvan
hakları/özgürlüğü meselesi ID (Kapsamlı Demokrasi-Steve
Best ve Anthony J. Nocella’nın kurduğu bir site) ve diğer
radikal yönelimler için şu anlamlarda önem taşıyor: 1- bu
mesele Sol ideolojinin bir parçası olan türcülüğün ve
hümanizmin provokatif manada daha iyi bir eleştirisinin
yapılmasını sağlar, 2- ekoloji ve doğa meselesine dair daha
geniş bir düşünme talep eder, ve 3- hiyerarşinin ve
hakimiyetçiliğin dinamikleri ve kökenleri konusunda daha
zengin ve bütüncül bir analize sağlar.
Belirttiğim gibi, hayvan refahı ve hakları taraftaları politik ve
legal yollar aracılığıyla önceden kabul görmüş şekillerde
değişiklik yapılmasından yanadır, bunu yaparken de temsili
demokrasinin işlediği ve çıkarlar, büyük şirketler, ekonomik
büyüme ve çıkarın gücü karşısında adalet, akıl ve merhameti
savunabildiğine büyük bir imanla bağlıdırlar. Bu legalist
yönelimler hayvanları savunma hareketinin büyük bir
bölümünü oluşturur, çoğu büyük bürokrasi ve para kazanma
makineleridir; ancak sıklıkla hayvanlar adına kazanımlar ve
zaferler elde ederler; aynı anda demokrasi mitinin devletçi
mitlerini güçlendirir ve meşrulaştırırlar.
Hayvan refahı ve hakları legalistleri hayvanların çektiği acıyı
çok büyük ölçüde azaltabilmişlerdir, kedi ve köpeklerin iyi
yuvalara kavuşturulmasından tutun hayvan barınaklarına ve
fabrika çiftliklerindeki hayvanların durumlarını iyileştirmeye
dek. Fabrika çiftliklerinde ve mezbahalardaki hayvanların
çıkmazı aslında o kadar korkunç bir boyutta ki katlanmak
zorunda oldukları bu cehennemde yapılacak her türden
iyileştirme övgüye layık olup desteklenmeli. Köleliğin
kalkmasını savunan veya toplumsal devrimci bir hareket
açısından önemsiz olsa da batarya kafeslerinin
büyüklüğündeki küçük bir artış bile bu hapishanelere tıkılmış
tavuklar için çok büyük anlam taşır. Aynı zamanda refahçı
taktikler hayvanların meta konumunda bir değişiklik
yaratmadığı gibi fabrika çiftliklerinin ve mezbahaların
kurbanları üzerine “insancıl tarım” damgasının vurmasına da
sebep oluyor. Bu yüzden hayvanların katledilmesini
meşrulaştırırken tüketicinin vicdan azabı hissini dindiriyor;
belki de uzun vadede daha fazla esarete ve ölüme sebep
oluyorlar.
Hayvanları Savunma Hareketindeki hayvan refahı ve hakları
yaklaşımları kendi davalarının haricinde neredeyse tamamen
apolitiktir. Çoğu kez legalistler 1- toplumsal hareketlerin
tarihinden bihaberdir, 2- küresel kapitalizm ve neoliberalizmin
mantığı ve dinamiklerine dair eleştiri getiremez ve 3-
kapitalizmle hayvan sömürüsü arasındaki bağlantıyı görmeyi
başaramazlar. Bu yüzden sistemli bir vizyona,
endüstrileştirilmiş kitlesel üretim ve ölüm sistemleriyle
hayvanları sömüren küresel sistemin ve toplumun politik
eleştirisine sahip olmadan mücadele etmeye devam ederler.
Sömürü ve çevrenin yıkımına sebep olan akıl dışı bir büyüme
sistemi olarak kapitalizme getirilen bütüncül ve yapısal
eleştiriler sosyal ekoloji ve ID (Inclusive Democracy-/Kapsamlı
Demokrasi) gibi farklı yaklaşımlar yaratılması açısından önemli
olmuştur, bu yüzden de Hayvanları Savunma Hareketinin
kuramsal gelişmesi açısından olmazsa olmazıdır. Sofistike bir
toplumsal ve tarihi çözümlemeden yoksun olarak Hayvanları
Savunma Hareketinin çoğu yukarıda sözü edilen bütün
suçlardan mahkûm durumda. ID’nin eleştirileri bu noktada
doğrudur, Hayvanları Savunma Hareketi reformist, tek konuya
odaklı bir hareket olup talepleri çıkar, büyüme ve hakimiyet
uğruna bütün hayatı ve dünyayı sömüren bir küresel sistem
tarafından hemen yutulan bir harekettir, oysa potansiyel
olarak bu talepler ekonomisi önemli ölçüde hayvan
sömürüsüne dayanan bir sistem için hayvan haklarını talep
etmekle radikal sayılabilecek bir durumdadır.
Hayvanları Savunma Hareketine ve diğer reformist davalara
zıt olarak Takis Fotopoulos insan dinamikleri ve sosyal
kurumlara bakışımızı genişletirken, onların dünya üzerindeki
etkilerini ve toplum için sonuçlarını da ortaya koymaktadır.
Anti-kapitalist, radikal demokrasi ve “ekolojik demokrasi”
kavramı içerisinde ekolojik meseleleri birleştirerek Fotopoulos
bu nosyonu ” insanın doğal dünyaya egemen olma çabalarını
yok etmeye yönelik kurumsal bir çerçeve, yani başka bir
deyişle insanlarla doğayı entegre etmeye yönelik bir sistem
olarak düşünmekte ve bu da Doğaya araçsalcı bakışın
aşılmasıyla mümkün görülmektedir. Araçsalcı bakışta Doğa
büyümek için bir araç olarak görülür, bu da iktidarın sonsuz
şekilde yoğunlaştığı bir süreçtir.”
Fotopoulos ve diğer ID kuramcıları küresel kapitalizm ve onun
sosyal demokrasi ve neoliberalizmden başka diğer politik
sistemler karşısında kazandığı başarının önemli bir analizini ve
kritiğini yapıyor. Sosyal ekoloji ve Sol kuram için genel olarak
doğru olsa da insanların tarih boyunca hayvanları
sömürmesinin dinamikleri ve sonuçları ID’nin doğa, ekoloji ve
araçsalcılık üzerine geliştirdiği kuramda söz edilen bir şey
değil.
ID eleştirisinin Hayvanları Savunma Hareketinin devletçi
yönelimini hedef seçme kolaycılığına rağmen bu genel
çerçeve Hayvan Özgürlüğü Hareketi söz konusu olduğunda
yön değiştirmek zorunda, çünkü burada bazı önemli ortak
özellikler söz konusu. Öncelikle, Hayvan Özgürlüğü
Hareketinin retorik ve doğrudan eylem taktikleri gösteriyor ki
ID gibi Hayvan Özgürlüğü Hareketi de devletin kapitalist
ekonominin bir uzantısı olduğunu ve bu yüzden de temsili
demokrasinin bir mit ve esrar perdesi olup kapitalizmin
muhaliflerini yatıştırıp onların gözlerini seçimlerle boyadığını
ortaya koyuyor. İkincisi Hayvan Özgürlüğü Hareketi aynen ID
gibi anti-kapitalisttir, hiyerarşi ve baskı konusunda
sistematik(ya da en azından bütüncül) bir çözümleme
sunmaktadır. Üçüncü olarak, Hayvan Özgürlüğü Hareketi
insan ve çevreci hareketlerle dayanışma adına tek konu odaklı
olmayı da reddeder. Dördüncü olarak, Hayvan Özgürlüğü
Hareketinin anti-kapitalist ideolojisi doğası gereği anarşisttir.
Hayvan özgürlüğü savunucuları sadece sosyal ve politik
görünümleri açısından anarşist olmakla kalmazlar,
organizasyon ve taktik anlamında da anarşisttirler. ALF
eylemcilerinin birbirleriyle kurduğu küçük hücreler- bir diğer
ALF üyesinin bilmediği ve böylece polisin müdahalesinin söz
konusu olmadığı yapılanmalar- yardımlaşma, destekleme ve
bilinç oluşturma anlamında diğer anarşist gruplara
benzemektedir.
Hayvanları özgürlüğe kavuşturma projesi insanları
özgürleştirme ve doğal bir dünya mücadelesi ile bağlantılıdır.
Hayvan özgürlükçülerinin hayvan ve insan hakları
mücadelelerini tek bir mücadele olarak gördükleri Dünya’nın
uğradığı zulmün ve baskının köklerini ortay a çıkarmayı ister;
adaletsizliğe, zulme, sömürüye, savaşa, şiddete, kapitalist
neo-liberalizme ve doğal dünyanın ve biyolojik çeşitliliğin yok
edilmesine karşı çıkan gezegen mücadeleleri arasında önemli
yer tutar.
Radikal hayvan hakları/özgürlüğü eylemcileri ayrıca online
öğrenme topluluklarında, enformasyon sitelerinde de
etkindirler, örneğin Infoshop ve Indymedia örnek olarak
gösterilebilir, bu yerlerde radikal kültürler küresel manada
şekillenmektedir. Fotopoulos ve diğer eski ve yeni
anarşistlerin tasavvur ettiği topluluklar online olarak global
topluluklar ve aralarında Amerikan Yerlileri, Kara Panterler,
dünya ve hayvan özgürlüğü savunucuları gibi militan
sözcülerin de bulunduğu, ayrıca enerji verici, birleştirici ve
politize edici bir hard core müzikle de ifade edilen Liberal
Destek Takımları tarafından katılım sağlanan protestolarda
bulunuyorlar. Birçok hayvan özgürlükçüsü toplumsal
meselelerin farkında olup insan özgürlüğü mücadelelerine
katılmış, politik olarak radikal ve açıkgöz, ittifak politikalarına
destek veren kişilerdir. Hayati öneme sahip, kaliteli düşünce,
mücadele ve ittifak biçimleri ortaya çıkıyor ama Sol’un bu
durumun farkında olduğunu söyleyemeyiz.
Diğer toplumsal hareketlerin kurumsallaştığı, gücünü
kaybettiği, reformist bir hal aldığı koşullarda hayvan
özgürlükçüleri gerçek çağdaş direniş örnekleri olmuş
durumda. Onlar iktidara, devlet egemenliğine, ideolojik
hegemonyaya meydan okuyorlar. İnsanların dezenformasyon
sistemleri, medya kaynaklı pasifizm, kitlesel kültürel
uyuşturucu ve eğlence çeşitleriyle normalleştirilip
robotlaştırılmasına da karşı çıkıyorlar. Kelimenin gerçek
anlamıyla tuğlalarla, çekiçlerle, Molotof kokteylleriyle sömürü
ve baskı kurumlarına saldırıyorlar, yoksa sadece ideolojilerine
ve kavramlarına saldırmakla bırakmıyorlar işi. Militanlıkları ve
cesaretleri onay görmeyi, saygı duyulmayı ve desteklenmeyi
hak ediyor. Günümüz radikalleri çoğunlukla kuram ve
felsefeyle uğraşırken Hayvan Özgürlüğü Hareketi kapitalizme
karşı ve hayatı savunma adına eylemlerde bulunuyor, bunu da
kendi kişisel özgürlüklerini sabotaj ve baskın sırasında
yakalanırlarsa kaybetme pahasına yapıyorlar.
Ancak Hayvan Özgürlüğü Hareketi ve ID arasında ne kadar
paralellikler bulunsa da Fotopoulos Hayvan Özgürlüğü
Hareketini küresel kapitalizme ve onun çeşitli hiyerarşik
iktidar sistemleri konusunda detaylı ve sağlam bir eleştiri
getirememesi manasında eleştiriyor, ayrıca doğrudan
demokrasi adına Pazar sistemini ve devletin gücünü kırıcı
radikal sosyal değişimler meydana getirmek için gerekli pozitif
ve uygulanabilir stratejiler ortaya koyamaması anlamında da
eleştiriyor. BU bakış açısıyla Hayvan Özgürlüğü Hareketinin
sınırlarından söz ederken “hayvanlara yönelik alternatif bir
bilincin gelişmesi ancak anti-sistem bir bilincin parçası
olmakla mümkün olabilir, bu da yerel, bölgesel, ulusal,
uluslararası boyutlarda hegemonik bir yapıda olmak zorunda.
Başka bir deyişle ekolojik demokrasi stratejisi ID(Kapsamlı
Demokrasi) stratejisinin bir parçası olmalı, burada da
doğrudan eylemin Solun geleneksel taktiklerinden daha fazla
bir anlam taşısa da önemli bir rolünün olduğu ve hala bir
savunma taktiği olarak işe yaradığı kabul edilmeli. Aslında en
çok gereksindiğimiz şey halihazırdaki sistem içerisinde
alternatif kurumlar(yani ekolojik demokrasinin kurumlarını)
oluşturarak sistem karşıtı bilinci hegemonik bir hale
getirmektir.
Fotopoulos’un sözleri olasılıkla balina ve şempanzelerin
türünü yok olmaktan korumak, dünyayı kurtarmak ve bazı
deniz ve karar hayvanlarının tamamen ortadan kalkmasını
engellemek gibi tek konu odaklı davaların önemini azaltıyor.
Birbiriyle bağlantılı olsun ya da olmasın sosyal adalet, hayvan
hakları ve ekoloji uğruna yapılan radikal mücadeleler her biri
otorite yanlısı ve sömürücü sosyal sistemlerin sonucu olan
küresel ısınma, yağmur ormanlarının yok olması, hızlı ekolojik
bozulma çağında her türden farklı şekillerde ortaya çıkıyor.
Ancak Fotopoulos temel argümanında kesinlikle haklı. Sabotaj
eylemleri- günümüzün cesur direnişinin önemli ve nadir
örnekleri olarak-artçı, savunmacı ve kapitalist hakimiyetin
daha büyük zararlarını durdurmaktan aciz bir yapıdadır.
Hayvan Özgürlüğü Hareketinin çoğu bunu kabul eder. Radikal
değişiklikler için gerekli pozitif vizyonlar ve onları yerli yerine
koymak için gerekli olan somut mücadeleler ve değişim
geçiren sosyal formlara acilen ihtiyaç duyuluyor, Hayvan
Özgürlüğü Hareketi içerisindeki bazı kuramcılar ve eylemciler
bu projeye önemli katkılarda bulunmaya devam etseler bile.
Dahası, Fotopoulos’un Hayvanları Savunma Hareketi’ne
yaptığı mesela Matthew Scully gibi hayvansever neoconların
kahraman olarak görüldüğü şeklindeki eleştirisi de doğrudur:”
Şuandaki bu geniş hareketten sistem karşıtı bir hayvan
özgürlüğü hareketi doğmazsa bütün hareket yakında
doğrudan eylemi dahi kınayan ve böylece orta sınıf arasında
saygınlığı artırmayı amaçlayan “acısız” (elitler için tabi) bir
lobiye dönüşebilir. Ne yazık ki bu tür sözler FBI’ın Hayvan
Özgürlüğü Hareketine yönelik yaptığı cadı avını alkışlayan ve
“ALF ve ELF’in sonsuza dek yok olduğunu görmeyi dilediğini”
söyleyen HSUS gibi kurumlar için son derece doğru, çünkü
böylece radikalizmin alevlerinin reformist, tavizkar, tek konu
odaklı, alıngan-hassas, kedi köpek sevici politikaların
girdabında yok olmasını görmek istiyorlar.
Ancak söylediğim gibi iç görüler, öğrenme süreci ve
değişikliklerin her iki taraftan da tecrübe ediliyor olması lazım
ve hayvanlarla alakalı geliştirilecek bu bakış açısının radikal
toplumsal politikalar için oldukça yüksek bir verimliliği söz
konusu olacak o zaman. Hayvanlarla alakalı bu perspektif ID-
Kapsamlı demokrasinin ekoloji bölümün derinleştirebilir,
ayrıca bir yandan da hayvanların hakimiyet altına alınması ve
insanların egemenlik altına alınması arasındaki karşılıklı
bağlantılara dair anlayışımızı derinleştirebilir. Ekolojik
demokrasinin hedefleri, fabrika çiftçiliği gibi global şekilde
cereyan eden hayvan sömürüsü örnekleri ortadan
kaldırılmadan gerçekleştirilemez. Araçsalcılığın eleştirisi
yapılmadan ve gerekli değişiklikler ortaya konmadan da bu
gerçekleştirilemez.
Hiyerarşiye temelleriyle, gelişimiyle, çok yönlülüğüyle ve
birbirine karışmış şekilleriyle beraber kuramsallaştırmanın en
iyi yolu çeşitli hakimiyet modları arasında benzersiz ve ortak
yönleri görebilen indirgemeci olmayan bir yaklaşım izlemektir.
İktidarın mekanizmaları ve modlarında tarihe yayılmış bir
gelişmenin sonucu olan bir çokluk söz konusudur, farklı
anlatılar iktidar ve egemenliğe dair farklı iç görüler sunar.
Feminist bakış açısına göre her ezilmiş grubun toplumun
doğasına dair farklı bir perspektifi ya da içgörürü vardır.
Mesela; beyaz olmayan insanlar ırkçılığın ve sömürgeciliğin
patolojisini aydınlatabilir. Kadınlar tarih boyunca çok değişik
sosyal iktidar modları değiştiren ataerkilliği aydınlatmaya
yarayabilir. Hayvanlar çektikleri acılardan söz edemeseler de
sadece bu bakış açısıyla- yani hayvan sömürüsünün bakış
açısıyla- insanlar türcülüğün doğasını anlayabilir, insan
şiddetinin temel sebeplerini kavrayabilir ve mizoterinin
(doğadan nefret etme) önemli açılarını ve toplumun şu anda
yüzyüz bulunduğu sosyal ve ekolojik krizin sebeplerini idrak
edebilir.
Hayvan perspektifi iktidarın ve hakimiyetin doğası üzerine
önemli iç görüler sunuyor. Sosyal ekoloji veya ID-Kapsamlı
Demokrasi gibi hiyerarşinin köklerini, gelişmesini ve
dinamiklerini anlama iddiasında olan teoriler insanın
hayvanlar üzerindeki hakimiyeti ve insanın insan üzerindeki
hakimiyeti konusunun birbiriyle alakası konusunda yazılmış
literatürü göz önüne alırsa büyük fayda sağlayabilir. Hiyerarşi,
hakimiyet ve şiddetin derin psikolojik kökü olarak araçsalcılığa
yönelik her türden eleştiri bu kökleri avcılık ve toplayıcılıktan
tarım toplumlarına dek devam eden süreçte hayvanların
egemenlik altına alınması anlamında analiz etmek zorundadır.
Araçsalcılık türcülük şeklinde ortaya çıkmakta ve
antroposentrizmin ana hatlarını daha genel bir şekilde
oluşturmaktadır.
Hiyerarşinin teknolojik, ideolojik ve sosyal biçimleri insanların
hayvanları köleleştirmesi, evcilleştirmesi ve onlara
hükmetmesi şeklinde başlayıp ardından insanın insana
hükmetmesi biçimin almıştır. The Dreaded Comparison:
Human and Animal Slavery/Korkulan Benzerlik: İnsan ve
Hayvan Köleliği kitabında Marjorie Spiegel hayvanların
sömürüsünün siyahların insanlıktan çıkarılması ve
köleleştirilmesi için bir model yaratıp bir metafor olarak
görüldüğünü, bu sömürünün gerekli teknoloji ve pratikleri de
gereğince sağladığını yazıyor. Hadım edilmekten zincire
vurulmaya, damgalanmaya, kulak kesmeye, beyazlar siyahları
ezmek için hayvanlarla yaşananlara dayalı uzun bir tarihten
faydalanmıştır. Hayvan olarak görüldükten sonra siyahlar
hayvan muamelesi görmüştür. Dahası “fuzuli hayvanlar”
şeklinde karalayarak kölelik kurumunu meşrulaştırmış ve bu
geleneği daha da sağlamlaştırmışlardır.
Bir halkı bir hayvan çeşidi olarak damgalamak şiddete ve
soykırıma giden yolun başlangıcıdır. Birçok antropolog on bin
yıl önce tarım toplumlarının başlangıcında hayvanların
evcilleştirilmesi için uygulanan zulümlerin hiyerarşi, devletçilik
ve diğer insanların sömürülmesi için gerekli kavramsal modeli
yarattığına inanıyor; çünkü bu insanlar insan kültürünün
kalbine şiddeti ekmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında kölelik ve
kadın cinselliğinin aşağılanması aslında hayvanların insan
kültürü için evcilleştirilmesinin uzantılarıdır. Eternal Treblinka:
Our Treatment of Animal and the Holocaust/Sonsuz
Treblinka: Hayvanlara Davranışımız ve Soykırım kitabının
yazarı James Patterson Nazi soykırımının ve endüstrileştirilmiş
kölelik ve hayvanların katledilmesinin ortak köklerini açıklıyor.
Patterson, Jim Mason ve birçok başka yazar insan
toplumunun ve onun doğal dünyayla olan sorunlu ilişkisinin
sebep ve çözümünü anlamak için hayvan sömürüsünün hayati
öneme sahip olduğu sonucuna varıyor.

Refahçı Sol Politikalara Karşı Hayvan Haklarına Duyulan


Gereksinim
“Hayvanların hakları olmadığı ve onlara davranışımızın
ahlaken önemsiz olduğu iddiası Batı barbarlığının ve
ilkelliğinin mükemmel bir örneğidir. Ahlakın yegâne garantisi
evrensel merhamettir.” Arthur Schopenhauer
Hayvan hakları ve Kapsamlı Demokrasi (ID) arasındaki önemli
bir ayrım Kapsamlı Demokrasi kuramcılarının haklar söylemini
reformist, devletçi ve ekolojik demokrasiyle karşılaştırılamaz
bir halde bulmalarıdır. “Demokratik Özgürlükçü Bir Etiğe
Doğru” adlı yazısında da söylediği gibi Fotopoulos bütün
hakların (insan veya hayvan) merkezi olmayan demokrasi
karşıtı iktidar kurumlarından kaynaklandığını söyler. Haklar
çoğunlukla devlete karşıdır ve ekonomik ve politik iktidarın
elitlerin elinde olduğu sosyal formlar içerisinde bir anlama
sahiptir. Tam zıddı olaraksa devletçi olmayan bir toplum veya
kapsamlı demokrasi iktidarın eşit dağılımı uğruna hiyerarşileri
ortadan kaldırır; böylece sosyal ortamlar, haklar -kapitalist,
bireyci, muhafazakâr ve doğaya ters- anlamsızlaşır.
Başka bir şekilde söylememiz gerekirse haklar konusu
Kapsamlı Demokrasi (ID) gibi devletçi olmayan toplumlarda
söz konusu olmayacaktır; bu tamamen burjuva
ideolojilerinden ve kurumlarından arta kalmış bir izdir. Şu anki
heteronomi etiğini yenmek için Fotopoulos otonomi etiğine
ihtiyacımız olduğunu ve bunun da otonomi politikaları
geliştirerek mümkün olabileceğini ileri sürer.” Tabii toplumun
doğayla yeniden yan yana gelmesini sağlayacak uygun
değerlerin ve kurumların neler olduğu sorusu hala geçerli-
hayvan özgürlüğü de bu meselenin bir parçası. Bu yüzden
Kapsamlı Demokrasi için mesele ekolojik demokrasi
meselesidir, kapsamlı demokrasinin hayati meselelerinden
birisidir bu… Hayvanları savunan insanlar tarafından hayvan
sömürüsü olarak ifade edilen o üzücü sömürü biçimleri
büyüme ekonomisinin gerekli semptomlarındandır, Pazar
ekonomisi sistemi dinamiklerinin kaçınılmaz sonucudur.”
“Haklar”ın kapitalist pazar ilişkileri ve devlet kurumları için
yaratılmış burjuva ürünü bir yapı olduğu ve öncelikle mülk
edinme ve onu biriktirme hakkının en önde gelen hak olduğu,
mal ve mülkün hayattan daha kutsal sayıldığı, devletin bütün
gücüyle korunduğu -SHAC 7 örneğinde görüldüğü gibi-
konusunda bir itirazım yok. Kısaca söylemek gerekirse haklar
kapitalist elitler için kapitalist elitler tarafından yaratılmıştır.
Ancak şu anki koşullarda mülk ilişkileri ve devlet iktidarı her
geçen gün daha da güçlenip daha da baskıcı bir hal alırken
özgürlük, kurtuluş, devrim, demokrasi, ekoloji ve otonomi
uzaklarda kalmış bir hayal gibi (ama gene de uğruna mücadele
etmeye değer), küresel ısınmanın ve biyolojik çöküşün
gözlerimizin önünde hızlandığı bir zamanda hayvan özgürlüğü
için haklar söyleminden vazgeçmek geçmişteki insan
özgürlüğü mücadelelerinin de gösterdiği gibi stratejik bir hata
olur.
Haklar konusuna karşı söylenebilecek felsefi itirazlara rağmen
–ki Marksizm, feminizm, komüncülük, ID ve başka itirazlar
gibi- haklar kavramı isyanı ve politik tahayyülü ateşlemeye
devam ediyor, kapitalist sömürüye karşı öz eleştiri
yapabilmeyi sağlıyor. Haklar söylemi insanların hayvan hakları
kavramını anlayabilme ve onunla özdeşleşebilmesini sağlayan
popüler bir tarzda sunuluyor, böylece itirazlar ve hatalı
tavırlar bir şekilde hemen halledilebiliyor.
Hayvan hayatının kendiliğinden bir değeri olduğunu
söyleyerek, refahçılığa ve yararcılığa karşı bir siper olmakta
ısrar ettiği için haklar kavramı anlamları ve imaları
düşünüldüğünde kölelik karşıtı bir kavramdır, bu yüzden de
hayvan özgürlüğü için gerekli kavramsal, politik ve yasal
dayanakları yaratır, şuanda küresel kapitalist hakimiyete ve
ekolojik çöküşe karşı yürütülen mücadelede bunu
görebiliyoruz. Devletçi olmayan bir toplumda haklar ortadan
kaybolup gidebilir, ama şu anda hayvan özgürlüğü mücadelesi
için gereklidir.
Basitçe söylemek gerekirse bizimki gibi sömürücü bir
toplumda haklar birisinin boynuna “geçmek yasaktır”
levhasını asmaya benzer, böylece birisinin başka birisinin
çıkarları için kullanılmasını yasaklar. Yüzyıllar boyu türcü
filozofların ördüğü yanıltıcı ağları attığımız zaman görürüz ki
haklar hissedebilen, seçenekleri ve çıkarları olan, türcülerin
haklar konusunu kendi çıkarlarına uygun şekilde
kullanmalarına neden olan akılsal ya da dilsel özellikleri göz
ardı ederek her tür canlıya uygulanabilir. Hayvanların oy
kullanmak gibi insani değerleri olmazken yaşama hakkı,
özgürlük hakkı ve mutlu olma hakkı gibi insanlara özgü kabul
edilen temek koruyucu haklara ihtiyacı vardır.
Hayvan hakları kavramı hayvanların gıda, giysi ve eğlence
amaçlı kafeslere kapatılması ve öldürülmesi gibi her çeşit
sömürüsünü yasaklar. Eşit şekilde hayvanları ne kadar insancıl
ya da insana faydası olursa olsun deneylerde kullanmayı da
yasaklar, hayvanların iradesine aykırı olarak hayvanların
deneylerde kullanılması insanların kullanılması kadar etik
dışıdır. Fotopoulos bırakın hayvan özgürlüğü sağlamayı
hayvanların çektiği acıyı bile azaltma konusunda fena halde
çuvallayan refahçı argümanlara dek eleştirisini sürdürür ve
örneğin şöyle yazar: “Her ne türden olursa olsun hayvan
sömürüsünün reddedildiği bir etiğin geçerli olduğu ve hayvan
özgürlüğüne saygı duyulan bir toplumla uyuşabilirim. Buna
hayvanların eğlence amaçlı, av amaçlı veya tıbbi araştırmalar
amaçlı kullanımı da dâhil -yeter ki ciddi tıbbi bir araştırma için
alternatifler mevcut olmasın.”
Hayvan özgürlüğü perspektifinden ve Solun dogmatik
hümanizmi söz konusu olduğu sürece bu türcülüğün ve
hayvan sömürüsünün yanlışları anlamında gelecek vaat eden
bir başlangıçtır. Fotopoulos büyük hayvan sömürüsü türlerinin
(her ne kadar et ve süt tüketiminden söz edilmese de) mazur
gösterilemeyeceğini kabul eder ve hayvan özgürlüğünü
ekolojik demokrasi için gerekli “yeni etik”in bir parçası olarak
tanımlar. Ancak burada alenen görünen sorun şu ki bilimsel
dogmanın geçilmez duvarlarında araştırmacılar her zaman
başka alternatiflerin olmadığını iddia etmişlerdir, bu da eğer
aramazlarsa ve kullanmazlarsa alternatifin olmayacağı
anlamına gelir. Fotopoulos bu yüzden eğer en baskın ve en
önemli tür olan insana hizmet ediyorsa hayvanların tıbbi
araştırmalar için aşırı yaraya veya ölüme maruz kalması
konusunda türcü ideolojiden ayrı düşememektedir.
Fotopoulos aynı şiddet dolu prosedürlerin insanlar söz konusu
olduğunda neden eşit şekilde meşru olmadığı konusunda bizi
aydınlatmak için bayağı bir uğraşmak zorunda kalacak. Eğer
gelişmiş zekâ kriterine başvuruyorsa şempanzeler yerine
neden 4-5 yaşındaki çocukların kullanılmadığını açıklamak
zorunda kalacak.
Gelecek vaat eden ama biraz sorunlu bir başlangıcın ardından
Fotopoulos insanların sıradan tercihlerinin hayvanların kafese
kapatılma, acı çekme, hayat sahibi olma ve özgürlük gibi
hayati öneme sahip çıkarlarından daha üstte tutulması fikrine
doğru yön değiştirir. Şöyle yazar, ” Ancak demokratik bir
toplumda bu meseleler genel meclisler tarafından karar
verilir, basit çoğunlukların benim ifade ettiğim meselelere
benzer konularda karar için yeterli olacağını hayal edebilsem
de hayvanların gıda amaçlı kullanılması konusunda sorun
çıkacağına eminim. Açıkçası eğer yeni bir totaliter toplum
olmak istemiyorsak vejetaryen olmak ya da olmamak konusu
kişinin kendisine bırakılmalıdır. Hala bu durumda bile
hayvanların yeni etikle paralel şekilde yetiştirilmesi çoğunluk
tarafından karar verilmeli ve paedeia(halk)’nın yeni ekolojik
etiğe geçilmesi konusunda önemli bir rolünün olacağı
umulmalı. Çünkü bu kapsamlı demokrasi ile uyumlu bir şey
olur.”
Irkçılığı, soykırımı, sendikasız işçi çalıştırmayı, çocukların cinsel
sömürüye maruz kalmasını yasaklamak da totaliter bir
davranış olmaz mı peki? Yoksa Kapsamlı Demokrasi –ID
toplumu eğer bu kadar aydınlanmamışsa çoğunluk oyuyla
şiddeti, kafese kapatılmayı, köleliği ve cinayeti de
onaylayabilir mi? Fotopoulos tabaklarında ne yemek
istediklerine ve tüketim nesnesi olmak için hayvanların hangi
koşullarda ölmesi gerektiğine karar vermesi gibi insanlar
tecavüz edip öldürmek istiyorlarsa bunu kişilerin seçimine
bırakır mı? Eğer herkes etçil olmaya karar verirse bu durumda
bu tüketimin karşılanması için fabrika çiftçiliğinin koşulları
oluşturulmak zorunda kalınacaktır. “Hayvanları yetiştirmenin
kuralları” kitlesel et tüketimi mantığıyla belirlenecektir, bu
durumda paedeia ve onların yeni aydınlanması ne kadar
insancıl tepkileri ne olursa olsun.
Fotopoulos veganlara ve HH savunucularına karşı standart bir
argümana başvurur -yani insanlara nasıl yaşamaları
gerektiğini söylemenin totaliteryen bir şey olduğunu söyler,
sanki kişisel olan şey etik ve politik değilmiş gibi.
Öncelikle vejetaryen/vegan hareket tarafından kullanılan
yaklaşım ikna etmeye yönelik bir eğitimdir, yoksa dogmaları
ve etiği başkalarına zorla kabul ettirmek değildir, burada söz
konusu olan argümanlar bilimsel olarak ya da etik olarak ne
kadar kesin olursa olsun. İkincisi, insanları insan öldürmekten
men etmek daha mı az totaliteryendir? Buradaki vurgu neden
tüketicilerin “totaliteryen” kontrolüne yapılmaktadır, ama
aynı anda milyonlarca veya milyarlarca et yiyen insanın etçil
zevkleri için gerekli hayvanların totaliter bir şekilde hakimiyet
altına alınmasından söz edilmemektedir? McDonald’s’ın
reklamlarında görüldüğü gibi günümüz mitlerinin tersine
hayvanlar mezbahalara ve fabrika çiftliklerine sosyal olarak
koşullandırılmış insanların zevk tercihlerini memnun etmek
için istekli şekilde gitmiyorlar. Kompleks, hissedebilen hayat
formlarının vücut sıvılarını ya da etlerini iyi ya da akılcı
sebepler(insanlar hayvan proteini tüketiyor diye meydana
gelen hastalıklardan, orman yağmurları yok olsun diye, ozon
tabakası incelsin diye, nehirler atıklarla zehirlensin diye)
olmaksızın teslim etmeye zorlandığı bir yerde otonomiye
saygıdan söz edilemez.
Bu nesnelliği savunan bir kuramcı için garip bir biçimde
göreceli bir argüman. Herbert Marcuse kendini böyle göreceli
konumlara gizleyerek sömürüyü ve şiddeti yasaklayıp
kınamayı reddeden bu tür bir “baskıcı toleransı” kınamıştır.
Uğruna mücadele etmeye değecek bir gelecek toplum türü ne
olursa olsun her türden sömürüyü reddeden evrensel bir
demokrasi prensibi üzerine kurulacaktır. Demokratik paedeia
projesi, bütün hayat biçimlerine saygı duymayı ve onlarla olan
bağımızı öğreten insancıl eğitim programlarıyla
desteklenmelidir. Eğer çocuklar hayatlarının erken
dönemlerinde bu bilgilerle karşılaşırlarsa çoğunluğun iradesi
etik veganizmi ve bütün hayat karşı şiddetten uzak durmayı
savunacak kadar aydınlanmış olacaktır.
Fotopoulos hayvan özgürlüğüyle alakalı hataya düştüğü
noktalardan birisi de devletçi olmayan bir toplumla alakalı bir
gelecek vizyonu. İronik olarak bir şekilde aslında korumak ve
inşa etmek istediği insanlarla ve hayvanlar arasındaki
farklılıkları şişirmesi: “bence bütün türlerin temsil edilebildiği
bir kapsamlı demokrasiden söz etmek demokrasinin kendisine
ters düşüyor. Çünkü demokrasi eğer temsilci diye bir şey söz
konusuysa olması mümkün olmayan bir şey. Demokrasi
katılımcılarının politik iradesinin doğrudan ifadesi olup bu
manada insan olmayan türlerin yurttaş olarak kabul
görmesinin mümkün olmadığını söyleyebiliriz; çünkü
hayvanlar politik iradelerini doğrudan ifade edemezler.
Gerçek bir demokraside mümkün olan şey iradenin
delegasyonudur- ama temsili değildir- böylece birey ve sosyal
otonomi güvence altına alınabilir. Demokrasi için bu temel
koşulun hayvanlar söz konusu olduğunda nasıl olup da
gerçekleşeceğini bilmiyorum açıkçası.”
Gelecek toplumların politik biçimi ne olursa olsun aydın
insanlar daima genel ve metaforik manada ihtiyaçlarını
seslendiremeyen türlerin çıkarlarını “temsil” edeceklerdir- bu
ihtiyaçların genellikle empati ve aklı selim gerektirdiği ortada.
Hayvanlar doğrudan demokraside fiziken ve iletişim
manasında yer alamazlar, bu yüzden hayvan haklarını
savunanlar kaçınılmaz olarak onların adına gerekeni
savunacaktır. Böylece, insanlar kendi gereksinimlerini ve
çıkarlarını savunmak için doğrudan demokrasiyi kurabilirken
bu senaryonun hayvanlar için mümkün olamayacağı ortada.
Bu insanın üstünlüğü anlamına gelmez, sadece Homo sapiens
tarafından egemenlik altına alınmış bir gezegende farklı ve
benzersiz doğalara sahip olarak hayvanların kendi adlarına
insanların konuşmasına gerek duyduğunu açıklar.
Bunu tanımlamak için hangi dili kullanırsak kullanalım, aydın
insanlar hayvanlar adına konuşmalıdır. Bu, kendi adına
konuşabilecekken kendileri adına başka bir grubun konuştuğu
bir insan grubunun söz konusu olduğu totaliter bir proje
değildir. Bir şekilde, ifade edilen seçimler ve acı çığlıkları
içerisinde hayvanlar seslerini, isteklerini, gereksinimlerini ve
seçimlerini ifade ediyorlar. Sadece dinlememiz ve dikkat
kesilmemiz gerekiyor. Ancak hayvanlar farklı bir ontolojik
kategoride olduklarından konuşma ve akıl yürütme
yetenekleri insanlarınki gibi olmadığı için (aynen bizim onların
iyi özelliklerine sahip olmamamız gibi) bizler bir şekilde onları
temsil etmeli veya onların delegeleri, koruyucuları veya
elçileri olarak davranmalıyız. Hayvanların bizlerin demokrasi
için şart koştuğumuz koşullara sahip olup olmamasının
konuyla alakası yok. Bizler onların temel bizlerden farklılığını
kabul edip buna saygı (evrimsel benzerliklerimizle paralel
olarak) duymalıyız. Bizim sosyal hayat kriterlerimizi
karşılayamıyorlar diye onlara sosyal irademizi uygulamak
demek- hem de inanılmaz derecede kibirle, kısırdöngü içinde
kimin hakka sahip olduğunu ve ahlaken değip değmediğine
karar vermek- hem keyfi bir uygulamadır hem de
emperyalistliktir.
Hümanizmin Ötesi: Türcü Kimliklerin Ötesine ve Daha Geniş
Bir Özgürlük Hareketine Doğru
“Hayvanların kaderi, benim için gülünç görünmekten daha
önemli, bu mesele insanın kaderiyle çözülmesi mümkün
olmayan bir şekilde birbirine bağlıdır.” Emile Zola
“Merhamet dairesini, yaşayan bütün varlıkları kapsayacak
denli geliştirene dek insanoğlu huzur bulamayacaktır.” Dr.
Albert Schweitzer
“Bir ulusun büyüklüğü ve ahlaki gelişmişliği hayvanlara nasıl
davrandığına bakarak anlaşılabilir.” Mohandas Gandi
ID (Kapsamlı Demokrasi)’nin temel hedefi ekolojik
demokrasiyi ve toplumun doğayla yeniden entegrasyonunu
sağlamaktır. Her ne kadar kuramsal, etik ve politik bir açık
olarak Kapsamlı Demokrasi-ID’de görünse de bu problemin
büyük bir bölümü hayvan hakları/özgürlüğü meselesine
katılmayı gerektiriyor. Hayvan haklarının sömürüyü, eşitsizliği
ve adaletsizliği kınayan ID ve diğer Sol hareketlerine bir
manada meydan okuduğu ortada; ekolojik sürdürülebilirliği
desteklerken sosyal analizin holistik modellerini de savunuyor
ve bunu yapmanın koşulu olarak hayvan ve insan özgürlüğü
arasındaki karşılıklı bağların kabul edilmesini gerektiriyor. Bir
türün bir diğer türün sırtından geçinerek özgürleşmesi sadece
bir özgürlük hareketinin etik prensiplerine burun kıvırmakla
kalmıyor, pratik olarak da onunla çelişiyor. Toplum ve doğa,
demokrasi ve ekoloji arasındaki ilişkileri analiz etmeye
çabalayan taslaklar kaçınılmaz olarak “doğa” kavramlarının
hayvanları es geçerek fiziksel çevre ve ekosistemlerle sınırlı
olacaktır. Bu tür görüşler sadece keyfi etik ve ahlaki
sınırlamalar koymakla kalmaz ekolojiyi anlama çabalarını da
başarısız kılar. Ekolojik hatalar iki adettir: 1- fabrika
çiftçiliğinin ve genel olarak hayvancılığın günümüzün temel
çevre sorunları arasındaki yerini anlama konusunda başarısız
olurlar, burada küresel ısınma ve yağmur ormanlarının yok
olmasındaki paylarını saymıyoruz bile, 2- Fiziksel
ekosistemlerin kendine yeterli organik hayattan bağımsız
yapılar olmadığını, birçok türe bağımlı olduğunu görmeyi
beceremezler.
ID perspektifinden hayvan özgürlüğüne gıda ve araştırma
sektörlerine saldıran kapitalist büyüme ekonomisinin büyük
sektörlerine meydan okuyan bir dinamik sosyal hareket olarak
bakmak mümkündür. Hayvan Özgürlüğü Hareketi belki de
bugün kapitalist mantık ve ekonomilerin en ciddi eleştirisidir,
sosyal ve doğal dünyalardan çıkar sağlanması ve bu yerlerin
yok edilmesi konusunda güçlü bağlar ortaya serer. Küresel ve
antikapitalist bir güçtür. Eğer Hayvan Özgürlüğü Hareketi
daha büyük bir halk desteği elde edebilseydi, kapitalist para
krizine yol açabilirdi çünkü insan sağlığı ve tıbbi bakım
konusunda ilerleme kaydetmeye çalışılıyor. Genellikle Hayvan
Özgürlüğü Hareketi kültürel paradigmada bir kayma meydana
getirme etik ufukları hayvanları da kapsayacak şekilde
genişletme ve insan türü kimliğini ekolojik krizdeki varlığı
belirgin olan hakim paradigmadan uzak tutabilme
potansiyeline sahip.
Hayvan özgürlüğünün en büyük katkıyı tek konu odaklı olmayı
reddederek daha geniş bir anti-kapitalist hareketin parçası
olmayı başarmasında bulabiliriz. Elbette ki bu durum bütün
Hayvanları Savunma Hareketi için söylenemez, bu savunma
hareketi daha çok her türden politik yönelimleri olan-
apolitikten muhafazakâra ve liberallerden radikal anarşistlere-
insanları bir araya getirme gibi bir derdi olan “popüler bir
cephe” olarak görülebilir. Fotopoulos şöyle söylüyor, ” Ama
bana göre bu haklar felsefesi vb. meselelerden sistem karşıtı
bir bilinçlilik çıkarmak isteyenler için en temel zayıflıktır.”
Hayvan Özgürlüğü hiçbir şekilde demokrasi ve ekoloji için
yeterli değildir, ama ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik
bir değişim için gerekli bir koşuldur. Hayvan refahı/hakları
insanları hayvanlarla merhametli ilişkiler kurulmasını ister
ama genel politik ve dünya görüşleri kapitalist, sömürü yanlısı,
cinsiyetçi, ırkçı olabilir. Kapitalist ekonomi ve devleti
eleştirmeksizin derin ve geniş bir bilinçlilik gerektiren daha
geniş bir eleştiriden mahrumdurlar. Solcuların kendi
türcülüklerinden bihaber olması gibi birçok hayvan
savunucusu da kapitalist ve devletçi ideolojileri yeniden
üretmektedir.
Ancak Hayvanları Savuna Hareketinin- refah, haklar ve
özgürlük- bütün yönleri insan düşüncesi ve kültüründe büyük
bir değişime yol açtığı, birçok biçimde hayvanların çıkarlarının
artık korunduğu ve saygı gördüğü söylenebilir. Sivil haklar
mücadelelerinin ahlaki gelişmelere yol açıp birçok insanı
ırkçılıkla alakalı ayrımcılık ve önyargılardan kurtulmaya
zorlaması gibi on yıllardır Hayvanları Savunma Hareketinin de
sayısı giderek artan sayıda insanı türcülükle alakalı yanlış
bilgileri ve hayvanlara yönelik önyargıları bir kenara bırakma
yönünde ikna ettiğini söyleyebiliriz. İnsanların hayvanlara olan
hakimiyeti ve kriz(sosyal, etik ve çevresel) arasındaki derin
ilişki ortaya koyuyor ki insan dünyasının doğal dünyayla
alakası söz konusu olduğunda ALF gibi gruplar insanın insanla,
insanın hayvanla ve insanın doğayla olan yeni ilişkisini açıkça
ortaya koymak için benzersiz bir konumda bulunuyorlar.
Hayvan özgürlüğü mücadelesi bütün insanların kafa
yapılarında, değerlerinde, eylemlerinde, alışkanlıklarında
radikal değişiklikler gerektiriyor, ayrıca sosyal kurumların ve
ekonomik sistemlerin de sömürücü pratiklerinden koparak
yeniden yapılandırmasını şart koşuyor. Ekolojik demokrasinin
hedefi milyarlarca hayvan despot insanların eli altında olduğu
sürece belirsiz bir haldedir.
Hayvan özgürlüğü felsefesi insanları hükmeden efendiler ve
doğanın sahipleri olarak gösteren kimliklere ve dünya
görüşlerini yıkar ve hayvanlarla ve doğayla yeni ilişkiler
geliştirmenin yeni yollarını gerekli kılar. Hayvan özgürlüğü,
insanların – modern öncesi, modern, Batılı ya da Batılı
olmayan- Homo sapiens onları 2 milyon yıl önce avlamaya
başlayalı beri hayvanlar üzerinde sahiplik iddiasında olduğu ve
tarım toplumlarının doğuşuyla bir egemenlik patolojisine
dönüşen iktidarına yönelik doğrudan bir saldırıdır.
Diğer türler için özgürlük arayan bu yeni mücadele hakları,
demokratik bilinci, psikolojik büyümeyi ve biyolojik
bağlılığı/bağımlılığı tarihte daha önce görülmemiş bir biçimde
geliştirme potansiyeline sahiptir.
Ahlaki evrimdeki yeni adım bu gezegen üzerindeki sayıca çok
olan bir türü diğer türün şiddet dolu kamçısından kurtarmaya
yarayacak olan bu son kölelik biçimini ortadan kaldırmaktır.
Günümüzün ahlaki gelişimi insanın üstün olduğu fikrinin artık
önceden erkeklerin ve beyazların üstün olduğu fikrine olduğu
gibi çöpe atılmasını gerektiriyor. Hayvan özgürlüğü insanların
hümanizmin alakasız sınırlarını aşarak etik düşünce anlamında
kaliteli bir sıçrayış gerçekleştirmesini talep ediyor, böylece
ahlaki çıtayı akıl ve dil sahibi olmaktan öznelliğe ve
hissedebilme yeteneğine yükseltmiş oluyor.
Hayvan Özgürlüğü, insanların yavaş yavaş hiyerarşi, eşitsizlik
ve her türden ayrımcılığın keyfi, temelsiz ve hatalarla dolu
uygulamalar olduğunu idrak ettiği geniş bir tarihi öğrenme
sürecinin zirve noktasıdır. Ahlaki gelişim bir grubun diğer bir
gruba olan üstünlüğünü meşrulaştırmaya çalıştığı bütün
mitlerin sırlarının ortaya çıktığı ve yapıbozuma uğradığı bir
süreçte meydana gelir -eski ataerkillik krallara atfedilen o ilahi
haktan Sosyal Darwinizme ve türcülüğe dek-. Ahlaki gelişim
hiyerarşik vizyonların eşitlikçi vizyonlarla yer değiştirip daha
geniş ve daha kapsamlı bir etik toplum geliştirebilmesi
dinamikleriyle ilerler.
Kadınları, siyahları ve diğer ezilmiş grupları ezmek için
kullanılan gerekçelerin mantıksızlığını ve mazur
gösterilemezliğini idrak etmiş olarak toplum türcülüğün de bir
başka ayrımcılık ve baskı biçimi olduğunu anlamaya başlıyor.
Demokrasiyi ve hakları baş tacı ederken hissetme yeteneğine
sahip milyarlarca canlıyı ve zeki hayat türlerini köleleştiren bir
sistemi destekleyen Solcuların büyük tutarsızlığı bir şekilde
milyonlarca siyahı köleleştirirken bir yandan da İngiliz
tiranlığını protesto eden Amerikalı sömürgecileri andırıyor.
Zulmün ortak yönleri, insanın ahlaki bilinçliliğinin tarihini
anlatabilmemize ve kültürümüzde ahlaki gelişimin ortaya
çıkışının haritasını ortaya koyabilmemize yardım ediyor. Bu
eğri hakların yavaş yavaş evrenselleşmesinde de görülebilir.
Tecrübe ve zulmün benzerliklerini kavrayarak bizler iktidarın
doğasına dair bir iç görü elde ediyor, ahlaki toplumun
genişlemekte olan sınırlarını fark ediyor, ve ekolojik ve türcü
olmayan ilkelere dayalı olduğunu ve evrensel adalete
dayanan bir ilerleme ve medeniyete dair yeni bir vizyon elde
ediyoruz.
İnsan, hayvan ve dünya özgürlüğü hareketleri arasındaki
bağlantıları ortaya koymak elbette ki inanılmaz derecede zor
olacaktır, ama bu göreve her taraftan kişilerce el atılması
gerekiyor. Solcu hümanistlerin asla türcülüğü yenememe ve
hayvan özgürlüğünün manası ve geçerliliğini kavrayamaması
veya etik veganlara dönüşememe gibi bir ihtimalin var olması
gibi, hayvan hakları hareketinin de hayvan özgürlüğü
mücadelesini küresel kapitalizm bağlamında idrak edememesi
mümkündür.
İnsan/hayvan özgürlüğü hareketlerinin derin farklılıklar
olacaksa da birbirinden öğrenecek çok şeyi var. Kapsamlı
Demokrasi tarafındakilerin hayvan özgürlüğü
hareketindekilere kapital mantığı ve küresel kapitalizm
hegemonyasını ile alakalı öğretecek çok şeyi olması gibi,
kendilerinin de hayvan özgürlüğü etiği ve politikalarından
öğrenecek çok şeyleri var. Solcu radikaller Hayvan Özgürlüğü
Hareketindeki anti-hümanist elementleri yatıştırabilir, benzer
şekilde Hayvan Özgürlüğü Hareketi Sol’un türcü önyargıları
yenmesine ve daha merhametli, zulümden uzak ve çevreye
uyumlu bir hayat tarzı benimsemesine yardım edebilir. Ortak
bir nokta ve bir ayrım noktası da araçsalcılığın eleştirisi ve
insanın hayvanlar üzerindeki egemenliğinin eleştirisi – bu da
genel olarak doğanın egemenlik altına alınmasının bir
parçasıdır zaten- ve insanın insan üzerindeki hakimiyetinin
eleştirisi noktasında olabilir. Bu tür bir konuşma, diyalog veya
yeni ittifak politikası elbette Sol’un hümanizmin zincirlerinden
kurtulup gülünç olmaktan uzaklaşarak bir itibar noktasına
varması ve hayvan hakları/özgürlüğünün önemini
kavramasına bağlıdır.

Steve Best

You might also like