Professional Documents
Culture Documents
Kant'ta Sınır
Kant'ta Sınır
Kant'ta Sınır
Ceyhan USANMAZ
Özet: Kant felsefesi söz konusu olduğunda özel bir anlam ve önem kazanan eleştiri
ve sınır kavramları, onun Eleştiri Projesi’ni biçimlendiren merkezi bir öneme sahiptir.
Eleştiri kavramını çoğu zaan sınır çizmek anlamında da kullanan Kant’ın eserlerini
çeşitli kavramlar üzerinden incelemek mümkündür ancak Ricoeur’ün de belirttiği
gibi, “Sınır kavramı belki de Kant felsefesinin ruhudur.”
Abstract: The concepts of criticism and boundary, which have a special meaning and
importance when it comes to Kant's philosophy, have a central importance that shapes
the Criticism Project. It is possible to examine the works of Kant, who also uses the
concept of criticism in the sense of drawing a boundary, through various concepts, but
as Ricoeur states, "The concept of boundary is perhaps the spirit of Kant's
philosophy."
In this study, it will be emphasized why Kant needs the concept of limit, for what
purpose he uses it and especially from which semantic framework it should be
evaluated; while doing this, his work called Prolegomena will be taken into the
center.
2. (isim) Komşu il, ilçe, köy veya kişilerin topraklarını birbirinden ayıran çizgi.
4. (isim) Bir şeyin nicelik bakımından inebileceği veya çıkabileceği en alt ve en üst yer,
limit.
Gerçekten de sınırlardan söz edildiğinde sanki özgürlüğün önüne bir set çekilmek
istenmektedir, bağımsızlığın yitirilmesini, hapsedilme düşüncesini çağrıştırmaktadır...
İnsanın aklına ister istemez böylesi imajlar sökün eder. Üstelik küreselleşme
söyleminin bu kadar yaygınlaştığı, bilginin, teknolojinin, insan hayatının akışlarından
bahsedildiği, sınırsızlığın yaşandığının iddia edildiği bir dünyada, sınır kavramı
yıkılması gereken katı bir gerçekliği temsil ediyor gibi görünmektedir adeta.
Dolayısıyla, hangi disiplinden geliyor olursa olsun; soran, sorgulayan, düşünen
insandan beklenen, bir şekilde önüne çıkan sınırları olabildiğince muğlaklaştırmak,
anlamsızlaştırmak ve hatta mümkünse kaldırıp atmaktır. Oysa tam da “hakikat
arayışının ve bağımsız düşüncenin ateşli bir sevdalısı” (Wood 2020: 11) olarak
nitelendirilen bir düşünürün felsefesinde sınır kavramına merkezi bir rol üstlenmiş
halde rastlayabiliyoruz.
O halde, çağının en ilerici düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Kant’ın, ağırlıkla
Eleştiri Dönemi’nin amaçları olarak sıralanan akla sınır çizme ve bilginin, ahlakın,
dinin bu sınırlar içindeki yerini belirleme girişimini de söz konusu sınır kavramının
olumsuz çerçevesinden mi değerlendirmemiz gerekiyor? Bu çalışmada asıl olarak bu
sorunun cevabını bulmaya çalışacağız.
2. Aklın doğası
Ebru Pehlivan’ın da, doktora çalışmasında özellikle belirttiği gibi, Kant’ın 1770
yılında –yani Eleştiri Öncesi Dönemde– kaleme aldığı Duyulur Dünya ile Düşünülür
Dünyanın Form ve İlkeleri Üzerine adlı makalesi ise, gerek metafizik öğretisi gerekse
mekân ve zaman öğretisinin eleştirisini içermesi bakımından son derece önemlidir.
Kant bu metninde, geleneksel metafiziğin duyulur dünyanın bilgisi ile düşünülür
dünyanın bilgisi arasındaki ayrıma sadık kalınmamasını eleştirerek, fenomenal ve
noumenal alan arasında çok daha keskin bir sınır çizer. Çünkü Kant’a göre
metafiziğin bilimselliği –eğer mümkün olacaksa– ancak bu sınıra sadık kalınarak
sağlanabilecektir. Kant bu eserde, aynı zamanda mekân ve zaman anlayışlarının da bir
eleştirisini yaparak mekânın ve zamanın ancak sınırlandığında bizim için kavranabilir
hale geldiğini vurgulamıştır. (Pehlivan 2020: 221)
Eleştiri Dönem’inde ise Kant’ın sınır çizmeye yönelik olarak yürüttüğü çabanın çok
daha sistematik bir karakter kazandığı görülmektedir. Sınır kavramı, özellikle de,
Kant'ın “transandantal estetik” adını verdiği bölümde ortaya çıkar.
Bu çalışmanın asıl sorusuna ulaşmak için, öncelikle Kant’ın, akla neden bir sınır çizip
bilginin, ahlakın, dinin bu sınırlar içindeki yerini belirleme girişimine ihtiyaç
duyduğunu ortaya sermek gerekmektedir. Kant, “akla nereye kadar ve neden, daha
fazla değil de oraya kadar güvenebileceğini belirleyemeyen bilimde özel bir
karışıklık” çıktığından bahseder. (Kant 2019: 105) Ve bu karışıklığın ancak aklımızın
kullanılışının sınırlarını biçimsel olarak ve ilkelere dayanarak belirlemekle ortadan
kaldırılabileceğini, böylelikle ileride böyle bir karışıklığa bir daha düşmenin
önlenebileceğinin altını çizer. Dogmatik metafizikten kaçınmak da ancak böyle
mümkündür.
Yine de Kant, söz konusu karışıklığın oluşmasını yadırgamaz. “Olanaklı tüm deneyin
ötesinde, kendi başına şeylerin ne olduğuna ilişkin belirli bir kavram”
verilemeyeceğini doğrular, sonuç olarak boşuna bir çabadır ama kendimizi bunları
araştırmaktan büsbütün alıkoyamacağımızı da söyler. Çünkü bu, yani metafizik
sorular sormak elimizde değildir Kant’a göre, doğamızda (aklın doğasında) vardır.
“Metafiziğin doğuşunu ise, dünyadaki her doğuşla olduğu gibi, belirsiz rastlantılara
değil, büyük amaçlar için düzenlenmiş bir ilk çekirdeğe yüklemek gerek. Çünkü
Metafizik, ana çizgileri bakımından doğa tarafından, diğer bilimlerden daha çok
içimize konmuştur; rastgele bir seçimin ya da (ondan büsbütün ayrılan) deneylerin
gelişmesi sırasında rastlantısal bir genişlemenin ürünü olamaz.” (Kant 2019: 107-108 –
vurgu bana ait).
Tam bu noktada, aforizmavari bir tanımlama da yapar Kant: “çünkü deney, hiçbir
zaman akla yetmez.” Bu ifadeyle Kant, aklın, tecrübenin sağladığı ya da tecrübe
sınırları içerisinde edindiğimiz bilgilerle tatmin olmadığını ortaya koymaktadır.
Tatmin olmayan akıl, hep daha ötesini ve hep daha ötesini arzuladığı için, sonuç
olarak transandantal ide’lere (ruh, bir bütün olarak evren, Tanrı fikri) ulaşmaktadır.
İşte aklın, tabir yerindeyse bu doymak bilmezliği, tecrübeyle edindiğimiz bilgilerle
giderilemeyen açlığı Kant’ı sınır kavramına vardıracaktır.
Her ne kadar akıl, doğası gereği metafizik sorular sormaktan geri durmuyorsa da,
diğer bir deyişle her ne kadar bu soruları akıl üretiyorsa da, normalde beklenebileceği
gibi cevaplarını da üretebiliyor değildir; söz konusu soruların cevaplarını bilgi
düzleminde akılda bulamayız çünkü bilgimiz duyulur dünyayla sınırlıdır. Bu noktada,
Kant’ın duyulur dünya ile akılla anlaşılan düşünülür dünya arasında kesin bir ayrım
ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle ulaştığımız yer, Kant’ın yaptığı ikili
ayrım zeminidir: Fenomenal ve numenal gerçeklik.
Akıl, deneysel kullanılış için, dolayısıyla duyular dünyasının içinde ona yeterli gelen
anlama yetisinin bütün kavramları ve yasalarıyla birlikte, kendiliğinden hiçbir şekilde
bunlarla yetinmez; çünkü sonsuza dek hep yinelenen sorulardan dolayı, bu soruları tam
çözme umudunu yitirir. Bu tam çözümü amaç edinen transsendental ideler, aklın bu tür
problemleridir. Şimdi akıl açıkça görüyor ki: bu tam çözüm duyular dünyasında,
dolayısıyla yalnız ve yalnız bu duyular dünyasını anlamaya yarayan bütün o –uzam,
zaman ve anlama yetisinin saf kavramları adı altında sunduğumuz– kavramlarda da
bulunamaz. Duyular dünyası, genel yasalara göre bağlantılar içine sokulan görünüşlerin
bir zincirinden başka bir şey değildir; dolayısıyla onun kendi başına bir varoluşu
yoktur, kendi başına şeyin kendisi değildir ve bir görünüşün nedenini oluşturan şeyle
–sırf görünüşler olarak değil, kendi başına şeyler olarak da bilinebilecek varlıklarla–
zorunlu olarak ilgilidir. Ancak bunların bilgisiyle akıl, koşullu olandan onun
koşullarına doğru giderken tamlığa ulaşma arzusunu günün birinde gerçekleştirdiğini
görmeyi umabilir. (Kant 2019; 108)
Böylelikle yepyeni bir soruyla karşı karşıya kalıyoruz: “bildiğimiz şeyi bilmediğimiz
–belki de hiç bilemeyeceğimiz– şeye bağlarken aklımız ne yapıyor?
Kant’ın tanımladığı şekliyle akıl, fenomenal ve numenal dünyayı kesin bir sınırla
birbirinden ayırmıştır. Bu “ayrım”, iki farklı dünya yaratmış olmakla birlikte, aradaki
sınır, aslında iki farklı dünya arasında bir etkileşim olanağı sunmaktadır. Çünkü Kant
burada sınır (grenze) ve sınırlama (schranke) kavramlarını kullanarak sınırın içine ve
dışına olduğu kadar sınırın kendisi üzerinde de düşünmeye davet etmektedir. Zaten
sınır, ikili doğası gereği hem iç hem dış ve ne iç ne dıştır.
5. Sonuç
Sonuç olarak sınır kavramı, çoğu zaman kısıtlayıcı unsur olarak tanımlanmış ve özgür
düşüncenin karşısında aşılması gereken engel olarak algılanmış olabilir; ancak,
Kant’ta da gördüğümüz gibi, sınırları ayırandan çok, ilişkiler ve ters dönüşümlerin
oluşturduğu dinamik bir ara kesit olarak değerlendirmek çok daha doğru bir yaklaşım
olarak durmaktadır. Tam da bu nedenle düşünmek için en ideal yerlerden birine
dönüşmektedir sınırlar.
‡
Burada Kant’ın yaptığı sınır (grenze) ve sınırlama (schranke) ayrımı önemlidir. Kant grenze
kavramıyla olumlu bir bakış açısı sunarken, olumsuzluğu schranke kavramına atfetmiştir.
yaptığı rivayet edilmektedir. Antik Yunan agoralarındaki sınır taşları kamusal alan ile
özel alanı birbirinden ayırdıkları gibi, suç işleyen kişilerin kamusal alana girmesini
engellemek amacıyla da kullanılmıştır. Bu nedenle Sokrates’in söz konusu kavramları
sorgulamak ve yeniden tanımlamak için seçtiği yer manidar görünmektedir. (Pehlivan
2020: 41) Kant da neredeyse tam olarak burada kurmaktadır felsefesini; çünkü
Ricoeur’ün de belirttiği gibi, “Sınır kavramı belki de Kant felsefesinin ruhudur.”§
§
Paul Ricoeur, Kant and Husserl in an Analysis of His Phenomenology, (çev. Edward G. Ballard,
Lester E. Embree, Northwestern University Press, 1967, s. 176.
KAYNAKÇA
Güçlü, A. B. ve ark. (2002). Sarp Erk Ulaş Felsefe Sözlüğü ilgili madde. Ankara:
Bilim ve Sanat Yayınları.