Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 29

NOT : Dökümanın Ana hatlarına (Başlığa) bakarak istediğiniz kısıma gidebilirsiniz.

12.SÖZ

Ne anlatılıyor:
---Kur'ân ile din dışı felsefe arasında bir karşılaştırma ve Kur'ân'ın bütün kelâmlar
üzerindeki yeri.

+ Birinci Esas: Kur'ân ve felsefenin evrene bakış açıları. "Mânâ-yı ismî" ve "mânâ-yı
harfî" kavramlarının açıklaması.

+ İkinci Esas: Kur'ân ve felsefenin, bireylerin hayatı üzerindeki etkileri.

+ Üçüncü Esas: Kur'ân ve felsefenin toplum hayatı üzerindeki etkileri.

+ Dördüncü Esas: Vahiy ve ilhamın tanım ve karşılaştırması. "Ağaçlar kalem, denizler


mürekkep olsa, Rabbinin kelimelerini yazmakla bitiremezdi" meâlindeki âyetin bir
açıklaması

Ayet:

--"Kime hikmet verilmişse, işte ona pek çok hayır verilmiştir." (Bakara Sûresi, 2:269)

İZAHLAR:
GİRİŞ:

● Risale-i Nur metni : “...hem Kur'ân'ın sair kelimât-ı İlâhiyeye ve


bütün kelâmlara cihet-i rüçhaniyetine bir işarettir.”

“(Allah) hikmeti dilediğine verir” (Bakara 269) buyruluyor. Devamında ise “Kime hikmet
verilmişse ona büyük bir hayır verilmiştir, bunu ancak akıl sahipleri anlar” buyruluyor.

Bu âyet-i kerimenin tamamında üç hususa dikkat çekiliyor:

a) Allah-ın hikmeti dilediğine vermesi,

b) Hikmetin “hayr-ı kesir/çok hayır “olması,

c) Bunu ancak akıl sahiplerinin anlayacağı.

Evet bir yönüyle “eşyadaki esrara vakıf olmak”, bir yönüyle “eşyada Allah’a bakan isimleri ve
sıfatlarının mevcudata yansımalarını görmek”, bir yönüyle “varlıklardaki ilâhî sırrı farketmek” demek
olan hikmet, Âyetin devamında ifade edildiği üzere, çok büyük bir hayır ve manevî bir hazine olduğu
için bunun verilmesi doğrudan ilâhî bir meşietle gerçekleşiyor. Yani Allah bunu kime dilerse ona
veriyor. Bu kadar açık beyana rağmen “nasıl verebilir” diye sormak kimsenin haddi olamaz. Böyle bir
sorgulama, su-i edeptir.

Kur’ân-ı Hakîmin hikmetli esaslarına uyan ve ona halis bir talebe olan mü’minlere de “hayr-ı kesir”
verilmiş demektir. Diğer kitaplara muhatap ve diğer peygamberlere ümmet olan kişiler de hayır ve
hidâyete ermişlerdir, ancak İlâhî fermanların en sonuncusu ve en büyüğü olan Kur’ânın dersiyle
yetişen ve bütün peygamberlerin en büyüğü ve reisi olan Muhammed aleyhisselâma ümmet olan,
dersini ondan alan mü’minler “hayr-ı kesire” daha ileri derecede mazhar olurlar.

“Bu büyük nimetin kıymetini bilmemiz ve hayatımızı onun hikmetli kanunlarıyla tanzim etmemiz için bu
Söz’ün sonunda böyle bir ders veriliyor.” diye düşünebiliriz.

BİRİNCİ ESAS:

● Risale-i Nur metni : "Hakaikinin tenevvüüne işaret için, bazı


mücessem hurufatını elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü ve
akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nevini altın ve
gümüşle yazdı."
“Hakiki hakaik-i eşya esmâ-i İlahiyedir” hükmünce hakaikin tenevvü eşyada tecelli eden esmânın farklı
oluşunu ifade eder.

Mesela, bir hastalıktan şifa bulmak bir hakikattir, bu hakikatin arkasında hükmeden ise “Şâfî” ismidir.

"Hattâ, hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i hendese
Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve nihâyet bulduğu gibi, bütün
fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye
istinad eder.” (32. Söz)

Temsildeki elmas, lü’lü, zümrüt gibi şeyler bir fenne ve ilme işaret ediyor. Her ilim ve keşif bir ismin
tecellisidir. Eşyanın hakikati, İlahî isimlerden ibarettir. Yaratılan her varlık, birçok esmânın tecellisi,
İlahî isimlerin bir cilvesi, bir nakşı, bir eseridir.

“Bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile
ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor.” (33. Söz, İnsan Penceresi)

Fen sahasında yahut tıp sahasında yazılan eserlerde kâinat kitabı Allah’ın irade ve kudret
sıfatlarından gelen bir eser olarak görülmeli, tabiat kanunları da tekvinî şeriatın meseleleri olarak
değerlendirilmelidir. Aksi yolda gidenler hakikî hikmet sahibi olamazlar. Bu gibiler hakkında Üstadımız
Otuzuncu Söz’de "Binler fünunu bilse de cehl-i mürekkeple bir eçheldir." buyurur.

Fen sahasında yazılan bütün eserler kâinat kitabından bir bölümün tefsiri gibidirler. Kâinatta her şey
sonsuz bir ilim ve hikmetle yazılmıştır. Her eser, mahiyetine göre bir veya daha fazla esmânın tecellisi
olarak kendini göstermekte ve akıl sahiplerinin idrakine sunulmaktadır.

Temsilde anlatılan “Kur’ân”, "kâinat kitabı"dır. Kur’ân’ın harflerinin bir kısmının elmas ve zümrütle, bir
kısmının inci ve akikle, bir kısmının pırlanta ve mercanla ve diğer bir kısmının da altın ve gümüşle
yazılması, bu kâinat kitabının harfleri olan mahlûkların birbirinden farklı olduğunu ifade eder. Mesela,
insan, elmas ve pırlanta ile; hayvan ise inci ve akikle yazılmış bir kelime gibidir.

● Risale-i Nur metni : "Okumayı bilen ve bilmeyen herkes


temaşasından hayran olup istihsan ederdi."

Temsildeki Kur’ân, şu kâinat kitabı olduğundan mezkûr cümleyi şöyle anlayabiliriz:

Kuşlardan çiçeklere, balıklardan bitkilere, bağlardan dağlara, ferşten arşa, seradan süreyyaya kadar
her bir mahlûkta öyle mükemmel bir nakış ve öyle hârika bir sanat vardır ki, görenleri hayrete
düşürmekte, -okuma bilsin veya bilmesin- herkes temaşasından büyük bir zevk almaktadır.

“Okuma bilmek”ten maksat ise, mahlûkat üzerinde yazılan esmâ-i hüsnâyı okuyabilmektir. Zira her bir
varlık âdeta bir kitap hükmünde olup, o kitapta bin bir esmâ yazılmıştır. Mahlûkatın asıl güzelliği de bu
isimlerden gelmektedir. Bu şuurdan mahrum bir kimse de yine bu kainattaki güzelliklere hayran
olmaktadır.
● Risale-i Nur metni : "O Hakîm, şu musanna ve murassa Kur’an'ı,
bir ecnebi feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe,
hem mükafat için emretti ki: ‘Her biriniz, bunun hikmetine dair bir
eser yazınız!'..."

Burada verilen temel mesaj, eşyanın ve hadisatın yaratılmasında ne gibi İlâhî gayeler olduğunun
araştırılmasıdır. Bütün fen ilimleri kâinattaki varlıkların ve hâdiselerin var oluş gayesini ve faydalarını
araştırırlar. Bunu yaparken kâinat kitabını yazan “kudret ve hikmet sahibi bir Zât” olması gerektiğini hiç
düşünmüyorlarsa, bu hikmet abesiyete kalbolur, yani yapılan iş hakikî mânada hikmet değildir.
Üstad'ın verdiği misalde bunu açıkça görmek mümkündür. Bu hakikati bilerek yapılan araştırmalar ise
hakiki hikmettir. Nitekim Üstad Hazretleri Kur’ân için “…nuranî hikmeti neşreden odur.” buyurmakla,
diğer hikmetin zulmanî olduğunu ders vermiş oluyor.

Burada hikmet kelimesi “fayda, gaye” mânasında kullanılmış olup abesiyetin, yani “gereksiz, faydasız,
mânasız” olmanın zıddıdır.

Kur’ânın İlâhî ferman olduğunu bilmeyen bir feylesofun, Kur’ân harflerinin özellikleri hakkında yaptığı
çalışmaya “tefsir” denilemeyeceği gibi, kâinat hakkında Allah namına olmayan araştırmalara da,
gerçek mânada, ilim ve hikmet denilmez.

● Risale-i Nur metni : “Yalnız harflerin nakışlarından ve


münasebetlerinden ve vaziyetlerinden ve cevherlerinin
hâsiyetlerinden ve tarifatından bahseder, mânasına hiç ilişmez.”

Bir misal verelim : Bir çiçek kâinat kitabından bir kelimedir. Bu çiçeğin zâhirî boyutu, çiçeğinin şekli,
güzelliği, kokusu ve faydasıdır ki, onun bu cihetini “Botanik ilmi” derinlemesine inceliyor, bütün
inceliklerini tespit ve tayin ediyor. Harfin nakışları ve münasebetleri bu cihete işaret ediyor. İnançsız bir
filozof çiçeğin bu maddî cihetini sebeplere ve tabiata vererek, çiçeğin Cenâb-ı Hakk’a bakan cihetine
hiç nazar etmez.

Çiçeğin batınî boyutu ve asıl ehemmiyetli ciheti, onun Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olmasıdır.
Çiçeğin mükemmel bir letafete ve güzelliğe sahip olması, Allah’ın “Müzeyyin” isminin bir tecellisidir.

Üstad'ın getirdiği temsilden faydalanarak bu konuda şöyle bir misal verebiliriz:

Padişah bir kimseye bir mektup gönderse, kendisine bazı tekliflerde bulunsa ve bunları yaptığı
takdirde belli bir makama tayin edileceğini bildirse. Mektubu alan zat, padişaha şöyle bir cevap verse:
Mektubunuzu aldım. Mektup beyaz ve kenarları nakışlı bir zarfa konulmuş olarak elime geçti. Mektubu
yazdırdığınız memurunuzun cidden harika bir hattı var. Bu hat, dünya çapında bir değere sahip.
Kullandığı mürekkep de çok kaliteli...
Buna benzer birçok bilgiye yer verse de padişahın isteğini hiç dikkate almasa ve tayin olacağı
makama liyakat kesbetmek için bir gayret göstermese; padişahın bu mektup sahibine ne yapacağı az
çok tahmin edilir. Kendisi vaad edilen o makama kesinlikle gelemeyeceği gibi, bu bilgisizliğine ve
nezaketsizliğine karşı da ayrıca ceza görmesi beklenir.

● Risale-i Nur metni : "Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın


en âli bir müfessiridir.”

Tefsir: Gizli bir mânayı aşikâr etmek ve açıklamak demektir. Bu işi yapana “müfessir“ denilir. Kur’ân,
tefsirin bu mânasıyla, şu kâinat kitabının bir müfessiridir.

Üstadımız, Kur’ân’ın şu kitab-ı kâinatın bir müfessiri olması meselesini şöyle izah ediyor:

“Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfat ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu
kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için
değil, belki mûcidleri için bakıyor.”

“Kur’ân-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebeîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihidir, lizâtihî
değildir. Yani Kur’ân-ı Kerim, Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlâl sûretiyle
kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir.”

Demek, Kur’ân’ın şu kitab-ı kebirin müfessiri olması şu mânalara gelmektedir:

· Kur’ân, şu âlemde tecelli eden ilahî isimlerden ve sıfatlardan bahseder ve her mahlûkun esmâ ve
sıfat-ı İlahiyeye nasıl ayin olduklarını beyan eder.

· Kur’ân, mahlûkların Allah’ın varlığına ve birliğine olan şehadetlerini izah eder.

· Kur’ân, mahlûkların yaptıkları ibadet ve tesbihi izhar eder. Ve insana ibadet görevini talim eder.

İşte Kur’ân, bu ve benzeri cihetlerle, kâinatın ve içindeki mahlûkatın mânasını bizlere ders vermekte
ve âdeta kâinatın bir müfessiri olmaktadır.

● Risale-i Nur metni : "Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinatın


en beliğ bir tercümanıdır."

Tercüme: Bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmektir

Kâinat kitabındaki her ayet, bir sinekten, galaksilere kadar her bir mahlûk kendine mahsus lisanla
Allah’ı tesbih ve O’na hamd etmektedir. İşte Kur’ân, anlayamadığımız bu lisanları bizlere tercüme
etmekte ve bu haysiyetle de "Tercüme-i Ezeli" unvanını almaktadır.

“Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Allah'ı bırakıp da taptıklarınız
bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa onu da
kurtaramazlar. İsteyen de aciz, istenen de acizdir.”(Hac, 22/73)
İşte misaldeki sinek gibi her bir mahlûk, vücud-u İlâhîyyeyi, vahdaniyet-i sübhaniyeyi ve diğer iman ve
İslâm hakikatlerini ders vermekte, bir muallim hükmüne geçmektedir. Kur’ân ise onların sözlerini
bizlere, tercüme etmekte ve kâinat ile bizler arasında bir tercümanlık vazifesi görmektedir.

● Risale-i Nur metni : "Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde


ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı
tekvîniyeyi cin ve inse ders verir."

Âyet: Kimsenin inkâr edemeyeceği kadar açık delil; nişan, alamet ve işaret demektir.

Tekvin ise: Var etmek ve yaratmak manasındadır.

“Tekvinî” denilince, yaratmaya ait ve varlığa müteallik mânası anlaşılır.

"Kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniye" ile kastedilen ise, varlık sahibi her bir mahlûktur. Her bir
mevcud, kudret kalemiyle yazılmış tekvinî bir âyettir.

Her bir varlığa “âyet” denmesinin sebebi ise: Eşyanın Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine apaçık
bir delil olması ve her bir mahlûkun O’na işaret etmesidir.

Evet, şu kâinat bir kitap, zaman bu kitabın yaprakları, yaratılan her bir mahlûk ise bu kitabın bir
âyetidir.

İşte Kur’ân âyetleri, kudret kalemiyle yazılan ve her biri tekvinî bir âyet olan mahlûkları cin ve inse
ders verir. Denizlerden, dağlardan, ağaçlardan, bulutlardan ve daha birçok eşyadan bahseder ve bu
eşyaların mânalarını tâlim eder.

İKİNCİ ESAS:
ÖZETİ:

Felsefe terbiyesi ile yetişmiş bir insan, Firavun gibi kendi nefsini ve hevasını ilah yerine koyar. Allah’ı
bile tanımaz. Lakin dünyanın âdî ve basit bir menfaatini elde etmek için zillete düşer, insanların
ayağını öpecek kadar alçalır. Dünyadaki bütün menfaatleri kendisine ilah edinir. Ebedî âlemi inkâr
ettiği için, bütün saadetini dünyanın süflî lezzetlerinde görür, sadece nefsinin hevesatını tatmine
çalışır. Onun hayatta en büyük gayesi menfaattir ve hevasını tatmin etmektir. Böyle bir adamın
insanlık için, millet için gayret etmesi düşünülemez. Kendinden başka kimseyi sevmez, sevse de
menfaati için sever.

Hem felsefenin dinsiz bir şakirdi, hakka teslim olmak noktasında inatçıdır. Fakat bu inadı dünyanın
süflî lezzetleri karşısında eriyip gider. Adeta dünya nimetleri karşısında âdî bir dilenci gibidir. Dilenci
olmasının sebebi; nimeti sebeplerden bilmesindendir.
Hem zorba hem de mağrurdur; fakat kalbinde Allah’a dayanacak bir iman olmadığı için, her şeyden ve
her hâdiseden korkar ve titrer. Cesaretin kaynağı iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da inkâr ve
küfürdür.

Ama Kur’ân’ın halis bir talebesi yani Kur’ân terbiyesi ile yetişmiş bir Müslüman ise; Allah’a halis bir
kuldur. Öyle aziz bir kuldur ki; amelinde ve ibadetinde cennet gibi büyük bir nimeti bile gaye edinmez.
Hem mütevazidir, alçakgönüllüdür. İnsanlara karşı zorba ve kaba değil, yumuşak ve halîmdir. Fakat
imanın verdiği izzet ile Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk yapmaz.

Hem kendi nefsinde bir güç ve kudret görmez, her hayrı Allah’tan bilir. Sadece Allah’tan istediği için
başka kimseye ihtiyaç bildirmeyecek kadar da zengindir ve minnetsizdir. Allah’ın kudretine dayandığı
için kendinde nihâyetsiz bir kuvvet bulur.

Dünyada hedefi ve gayesi ise, yalnız Allah’ın rızasını kazanmaktır. İşte vahyin talebesi ile felsefenin
talebesi arasında böyle azim bir fark vardır.
ÜÇÜNCÜ ESAS:

● Risale-i Nur metni : "Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni


tesanüttür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına
yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır."

Hakkın şe’ni ittifaktır:

Hak, âlemde her şeyin müşterek paydasıdır. Herkesin müşterek noktasıdır. Kur’ân'ın hakikatleri
haktan gelip ve hakkı esas kıldığından dolayı, nazara verdiği meselelerde bütün akl-ı selim sahipleri
ittifak ederler. Dolayısıyla Kur’ân'ın talebeleri hakkın etrafında bir araya gelerek ittifak ederler.

Fakat felsefe mesleğinde hak olmadığından, ittifak da meydana gelmez. Felsefecilerin birbirlerini cerh
etmeleri ve her birine göre müstakil bir ekolün teşekkül etmesi buna delildir.

Faziletin şe’ni tesanüttür:

Bir hizmette, bir kimsenin kendi vazifesinden başka hizmetler de üslenmesi, fedakârlık göstermesi ve
gayret etmesi fazilettir. Fazilet erbabı tesanüd ve dayanışma içinde hareket ederler, birbirine kuvvet
verirler, birbirlerinin noksan taraflarını ikmal ederler.

Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir:

Teavün ve yardımlaşma kâinatın düsturudur. Bütün kâinatta teavün vardır. İslâmiyet fıtrî bir din
olduğundan, âlemdeki teavün sırrı Müslümanlara da câridir. İslâm dini; âlimleri cahillerin, zenginleri
fakirlerin, kavîleri zaiflerin yardımına koşturmuş, bunu bir vecibe olarak emretmiştir.

Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır:

Kur’ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hak mü’minleri kardeş olarak ilan etmiştir. Aynı Allah’a inanan, dini bir,
kitabı bir ve peygamberi bir olan ehl-i iman arasında kuvvetli ve ulvî bir kardeşlik teessüs eder.

Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadeti
dareyndir:
Nefisle ruh bir terazinin iki kefesi gibidir. Biri hevadan, diğeri Hüda’dan beslenir. Nefis inkişaf ettikçe
ruh zaifleşir. Nefis gemlendikçe ve terbiye edildikçe, ruh tekâmül eder.

Salih amellerle cennete doğru yol alınırken, takva ile de cehennemden uzaklaşılır. Bunun neticesi ise
iki dünya saadetidir.

● Tabloda hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin sosyal hayata verdiği


terbiye beş cihetten mukayese edilmektedir.
DÖRDÜNCÜ ESAS:

● Risale-i Nur metni : "Kur’ân’ın bütün kelimat-ı İlâhiye içinde cihet-i


ulviyetini..."

Cenab-ı Hakk’ın nasıl ki ilim, irade, kudret ve basar gibi sıfatları sınırsızdır. Aynen öyle de zâtî bir sıfat
olan kelam sıfatı da nihâyetsizdir. Buna göre:

Meleklere ve insanlara edilen bütün ilhamlar, Allah’ın bir çeşit konuşmasıdır. Hatta hayvanlara edilen
bütün ilhamlar dahi yine kelam-ı ilahînin bir nev’idir ve Cenab-ı Hakk’ın kendine mahsus bir çeşit
konuşmasıdır.

Rabbimizin ilhamı ile balıklar yüzmeyi, kuşlar uçmayı öğrenir, yolunu kaybedenler yolunu bulur;
mahlûklar hayat şartlarını öğrenir; varlıklar birbirinin imdadına koşarlar.

Diğer bütün semavî kitaplar ve suhuflar da Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelmiştir.

● Risale-i Nur metni : Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki
tarzda hitabı vardır. …

Birinci temsile misal:

Bir Sultanın, biri şahsî hayatı ve hususî dairesi, diğeri ise ülkenin idarecisi olması şeklinde iki ayrı
yönü vardır. O sultan, mesela edebiyata ilgi duymuş olsun. Bu sahada yetişmiş büyük bir edibi
huzuruna alıp sohbet ettiğinde bu sohbet hususîdir. “O kişinin sultanı olma” mertebesiyle ve o sanata
alâka duyma cihetiyledir. Bu sohbetin meyvesi de yine o sohbete münhasır kalır; başkalarına sirâyet
etmez.

O Sultanın devlet yetkilileri ile görüşmesinde durum çok farklıdır. Bu sohbet umumu alâkadar
etmektedir ve sohbetin neticesinde alınan kararlar da umuma tatbik edilir. Bu görüşmenin de çok
mertebeleri vardır. Mesela, o sultan falan şehrin valisiyle görüşüyorsa, bu görüşme “o şehrin sultanı
olma” cihetiyle bir görüşmedir ve konuşmalar o şehrin meselelerinde merkezileşir. Ama sultan
sadrazamla görüşüyorsa bu görüşme “umum memleketin sultanı” unvanıyla bir görüşmedir. Alınan
kararlar da bütün ahaliyi alâkadar eder, herkese şâmil olur.

Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân vasıtasıyla mükâlemesi umumî bir hitaptır. Kur’ân belli bir kavme ve belli bir
zamana değil, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara hitap ediyor. Diğer kitaplar ve suhuflar ise, belli
bir zamana ve belli kavme münhasırdır.
Bazı kimseler şahsî ibadetlerine büyük hassasiyet göstererek, haramlardan ve şüphelilerden
hassasiyetle kaçınarak Allah’ın rızasına nail olurlar. Allah’ın böyle sevgili bir kulunun kalbine ilhamda
bulunması, onunla bir nevi konuşmasıdır ve bu konuşma “o kişinin Rabbi” unvanıyladır. Bu veli kul,
ilim ve irfanda daha ileri mertebelere çıkıp insanlara hakkı ve hakikati bildirmekle vazifeli kılındığında
Allah’ın onunla konuşması bulunduğu çevrenin Rabbi unvanıyladır. Onlara faydalı olması için
kendisine hem faydalı ilim, hem hikmetli hareket ilham edilir.

Başta arz ettiğimiz gibi, bu mâna, kemâliyle peygamberlerde tezahür eder. Bu tezahür de yine farklı
derecelerde olur. Hadis-i şerifte yüz yirmi dört bin peygamber gönderildiği ifade ediliyor. Bunların bir
kısmı küçük bir kavmin irşadıyla vazifelidirler ve Allah’ın onlarla ilham yoluyla konuşması o kavmin
Rabbi olması itibarıyladır. Kitap sahibi peygamberlerde bu konuşma çok daha ileri derecede tahakkuk
eder, ama yine de zamanla ve o kavimle sınırlıdır.

Bu noktada en geniş daire âhirzaman peygamberliği dairesidir ve zaman olarak da kıyamete kadar
devam edecek bir tebliğ ve irşad söz konusudur. Bu en geniş dairenin irşadıyla bütün enbiyanın
sultanı olan Resûllullah Efendimiz (asm.) vazifelendirilmiştir ve kendisine en büyük ve en son kitap
olan Kur’ânla hitap edilmiştir.

Mesnevî-i Nuriye’den bu hakikati izah eden bir ders:

“Kâinat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir.
İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf
Seyyid-ül Enbiya Ve-l Mürselîn, İmam-ül Müttakin, Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i
Muhammed'dir."

İkinci temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi miktarınca bir ışık
ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münasebettar olur,
sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hanesine veya dam altındaki küçük, hususî bağına
tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade
edebilir."

"Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini
anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını görür ve bizzat,
perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler
açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur. Ve
böylece, minnettârâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve
zeminin veçhini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin
güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın-bütün dünyayı
ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi." Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O
ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir."

Buradaki birinci adam, güneşe doğrudan değil, ayna vasıtasıyla ile bakıyor. Güneşi, aynanın
kabiliyetine ve boyutlarına göre görebiliyor. Herkes kendi aynasının kabiliyetine ve büyüklüğüne göre
güneşten istifade ediyor. Bir insan da kendi akıl, kalp ve ruh aynasının kuvvetine göre Allah’ın isim ve
sıfatlarını, O’nun azamet ve kibriyasını anlamaya çalışırsa, bu çok nâkıs kalır.

Burada "dam altındaki küçük bağ" ise, insanın hususî âlemine, kendi şahsî hayatına işarettir. İnsan
kendi küçük dünyasını, kendi küçük aynasının ışığı ile aydınlatır. Bütün hâdiseleri o ışık ile
aydınlatmaya ve anlamaya çalışır. Bu ışık ile hâdiselerin iç yüzünü anlaması mümkün değildir.

Diğer adam ise, elindeki aynayı bırakıp ve doğrudan güneşe nazar ediyor. Yani kendi cüz’î ilmini,
enaniyetini terk edip doğrudan Kur’ân’ın ve sünnetin nurundan istifade eder.
Kendi cüz’î ışıkçığına itimat edip, güneşin ışığından mahrum kalan yıldız böceği gibi, kendi aklına
itimat eden kişi de Kur’ân’ın nurundan mahrum kalır.

Burada “bağının damı” ile “hanesi” arasında bir fark bulunmuyor. Her iki misal de, güneşle doğrudan
muhatap olmanın dolaylı yollarla muhatap olmakdan daha üstün daha keskin olduğuna işaret ediyor.

● Risale-i Nur metni : "Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler


mürekkep olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler"

Kehf sûresi 109. Âyette şöyle buyrulur:

“De ki: ‘Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar mürekkep ilâve etseydik
dahi rabbimin sözleri bitmeden önce mutlaka deniz tükenirdi.’ "

Lokman Sûresinin 27. Âyetinde de "yeryüzündeki ağaçlar kâlem, denizler mürekkep olsa, bunlar
gibi yedi kat daha deniz olsa yine Allah'ın kelimelerini yazmağa yetmeyeceği" beyan edilir.

Kelimat-ı İlâhiyeyi başlıca üç ana başlık halinde düşünebiliriz:

● Birisi, İlâhî kitaplar, suhuflar ve ilhamlar.


● İkincisi birer kudret kelimesi olan bütün mahlûkat.
● Üçüncüsü de Allah’ın ilmindeki varlıklardır. Bu üçüncüsüne ebedî âlemde yaratılacak olan
nihâyetsiz denecek kadar çok varlık da dâhil olur.

Üstad Hazretlerinin de ifade etiği gibi Allah’ın bütün sıfatları gibi kelam sıfatı da nâmütenahidir ve
kelimat-ı İlâhîye hadsizdir.

Nur Külliyatı'nda bu konuda şu bilgilere yer verilir:

“İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat
ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı
Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”

Kaldı ki yüz yirmi dört bin peygamber olduğundan bahsediliyor. Bunlardan dördüne kitap, yüzüne de
suhuflar indirilmiştir. Bunların hepsi kelimat-ı ilâhîyedir. Öte yandan Peygamber Efendimize (sav.)
Kur’ân yanında bir de mânası Allah katından ilham edilen ve kelimelere dökülmesi Peygamberimiz
(sav.) tarafından ifade edilen hadis-i kudsîler ilham edildiği gibi, mümtaz ve âbide şahsiyetlerin tümüne
de ilham yoluyla birçok hakikatler ders verilmiştir.

Bütün canlı türlerinin her bir ferdine yapacağı işler, düşmanları, rızıkları ve hayatının devamı için
gerekli her şey İlâhî ilhamla öğretilir. Bu ilhamlar da saymakla ve yazmakla bitmez.

Kelimatın bir başka ciheti de, bu âlemdeki mahlûkların “kelimat-ı kudret” olmalarıdır. Bir kuşun sesi bir
yönüyle de kudret kelimesidir.

Bir tek insanda yaklaşık yetmiş trilyon hücre, her hücrede yine yetmiş trilyon kadar atom bulunduğu,
toprağın bir gramında dört milyardan fazla bakteri olduğu söyleniyor. İnsan vücudunun her bir ciheti
için ayrı bir ilim dalı teşekkül ettiği ve her birinde yüzlerce cilt kitap yazıldığı, binlerce tebliğler
sunulduğu dikkate alınırsa insan bedeninin taşıdığı ince hikmetleri ve mânaları bile yazmaya
denizlerin yetmeyeceği anlaşılır.

Yeryüzünde bir buçuk milyonu aşkın canlı türü ve bir o kadar bitki türü ve bunların cinsleri ve her
cinsin fertleri, her ferdin bütün organları, hücreleri dikkate alındığında, daha sonra semaya nazar
edilip bütün yıldızlar, galaksiler, farklı ışınlar, ayrı sema tabakaları, Levh-i Mahfuz, arş, kürsi
düşünüldüğünde kelimat-ı İlâhiyenin nihayetsizliği bir başka yönüyle adeta müşahede edilir. Kaldı ki
Allah’ın kelimatı bunlara da münhasır değildir, gayb âlemindeki nihâyetsiz hâdisatı ve melekler âlemini
de dikkate aldığımızda mesele daha iyi anlaşılır.

“…Nasıl ki sıfat-ı Kelâmın kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem kelimeleri var; İlmin
de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususen zîhayatlar, hususen küçük
mahlûklar, herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye, kelâmdan daha kuvvetli
bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduğu
mânâsına dahi şu âyet-i kerîme remzen bakıyor…"

".... Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ı
İlâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı elbette gayr ı mütenâhidir. Saltanat-ı Mutlakanın nihâyetsiz
cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm ve o emr-i İlâhiyenin kelimâtı ne derece çok ve
nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.”

● Risale-i Nur metni : "Şu nihayetsiz kelimât içinde en büyük makam


Kur'ân'a verilmesinin sebebi şudur ki;

Kur’ân, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş.”

Bu yazımızda , “Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması” meselesini izaha çalışacak
ve mezkûr cümle üzerinde tefekkür yapacağız. Rabbim, ihlasınız hürmetine bize bu cümleyi açsın ve
anlamayı nasip etsin!..

Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması meselesine geçmeden önce, "her ismin
âzamlık mertebesi" nedir, bunu anlamaya çalışmalıyız.

“Yetmiş bin perde” tabiriyle de ifade edilen bu mesele, her ismin tecellisinde binler mertebe olduğu
hakikatine işaret etmektedir. İlk önce, sıfat ve esma-i ilahiyyeye dair olan “Yetmiş bin perde” tabirini
izah edelim. Bu izahtan sonra, “her ismin âzamlık mertebesini” ve daha sonra da “Kur’an’ın her ismin
âzamlık mertebesinden gelmiş olmasını” anlamaya çalışalım:

1. Sıfat ve esma-i ilahiyyeye dair olan “Yetmiş bin perde” tabirinin izahı:

Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatları hakkındaki “yetmiş bin perde” tabiri, Risale-i Nur’un birçok yerinde
geçer. Meselenin izahı şu şekildedir:

Her bir eser, ustasını kendi kabiliyeti nispetinde gösterir. Bu itibarla her bir eser, bir perde olup,
arkasındaki ustasını tarif ve tavsif eder. Bu meseleyi misaller ile daha net bir şekilde anlayabiliriz:
Birinci Misal: Bir zatın ilmini, onun yaptığı bilgisayardan tefekkür eden bir adam, aynı zatın yaptığı
arabayı gördüğünde, sanatını incelediği zatın ilmine dair yeni bir perde açmış ve o perdenin arkasında
o zatın ilmini daha geniş manada seyretmiş olur. Aynı zatın bir de uçak yaptığını işiten ve gidip o
uçağı seyreden mezkûr şahıs, önceki eserlere kıyas ile o zatın ilmini daha geniş olarak anlamaya
başlar. Eğer bu zatın gemi ve füze de yaptığını farz edersek, o şahıs bunları da seyir ile beş perde
arkasından sanatkârın ilmini seyir ve tefekkür etmiş olur.

İkinci Misal: Bir zatın zenginliğine alamet olarak onun büyük bir fabrikasını gördüğümüz takdirde, o
fabrika perdesi arkasında onun zenginliğini bir derece anlamış oluruz. Bize bu zatın böyle yüzlerce
fabrikası olduğu söylense ve bu fabrikalar bize gösterilse, zenginliğini daha geniş bir perdeden
temaşaya muvaffak oluruz. Daha sonra bu zatın arazi ve çiftliklerini de gezdiğimizde, her kademede
bir öncekine nazaran daha geniş perdeler arkasından onun zenginliğini seyretmiş oluruz. Bu şekilde
her bir perdeden geçtikçe, görüş ufkumuz daha genişlemiş ve nihayet o zatın servetini kâmil manada
anlamış oluruz.

Üçüncü Misal: Birisini bir çocuğun yarasını sararken görseniz, ondaki merhametin tecellisini bir
perdede seyretmiş olursunuz. Aynı kişinin bir eczanesi olduğunu ve oradan fakirlere ilaçlar dağıttığını
gördüğünüzde, o kişinin şefkat ve merhametini daha geniş bir perdede tefekkür etmiş olursunuz. Yine
aynı kişinin büyük bir hastanesi olduğunu görseniz ve orada incelemeler yapsanız, bu sefer aynı
kişinin şefkatini farklı ve daha geniş bir pencere ile seyretmiş ve neticede üç farklı perdede, o şefkatli
zatın merhametini görmüş olursunuz.

İşte Allah’ın sıfat ve isimleri için kullanılan “Her birinin yetmiş bin perdesinin olması” ifadesiyle
kastedilen mana, bu isim ve sıfatların tecelli daireleri ve tezahür (görünme) dereceleri manasındadır.
Buradaki “yetmiş bin" tabiri bir sınır ve hudut değil, çokluktan kinayedir. Yetmiş bin değil, yetmiş milyon
bile o isim ve sıfatların tecelli dairelerini ifade etmekte azdır.

Mesela, Allah’ın “Rezzak” (rızık veren) ismini tefekkür eden birisi için, bir tek canlının rızıklanması bir
perde olduğu gibi, bütün insan nevinin rızıklanması da ayrı bir perde olabilir. Sadece kendi rızkının
mükemmelen verildiğini düşünmekle “Rezzak” ismini tefekkür eden bir insanın marifeti çok dar ve
kısadır. Buna karşılık, Allah’ın şu anda yeryüzünde bulunan bütün insanları, bütün hücreleriyle
rızıklandırdığını tefekkür eden bir kimse, yüzler perde aşmış ve dolayısıyla tefekkür merdiveninde
yükselmiş olur. Bununla birlikte, eğer geçmişteki insanların da rızıklanışını düşünürse, daha geniş bir
perde arkasından “Rezzak” ismini tefekkür etmiş olur. Bundan sonra, hayvanların ve bitkilerin her bir
türünün ve cinsinin rızıklanışını seyretmekle “Rezzak” isminin hakikatine yaklaşır ve birçok perdeyi
daha geçer. Ve daha sonra meleklerin ibadet denilen manevi gıdalarını düşünmekle “Rezzak” isminin
perdelerini teker teker yırtmaya başlar ve arkasındaki Zat-ı Akdes olan Allah’a yakınlaşmış olur. Ve
nihayet cennette umum hayat sahiplerinin ebediyen rızıklanmasını tefekkürle yeni perdeleri açar. Bu
hayali seyahat sırasında binler perdede Cenab-ı Hakk’ın “Rezzak” ismini tefekkür eder.

Hâlık (yaratıcı) ismini tefekkür eden bir kimse, ilk önce bir karıncaya bakar. Onun ilahi bir sanat ile
yoktan yaratılışını düşünür, “Hâlık” isminin bir perdesini açar. Daha sonra yeryüzündeki bütün
karıncaları hayaliyle görür. Hepsinin aynı anda ve aynı tarzda yaratılışlarını düşünerek, “Hâlık” ismini
tefekkür etmekte farklı perdeler açar. Daha sonra kendisinin ve insan nevinin ve sonra da gücü
yetiyorsa kâinattaki her bir mahlûkun, canlı ve cansız her şeyin yoktan icadını düşünür. Bu sayede her
bir mahlûk “Hâlık” isminin bir perdesi olur ve perdeler açıldıkça marifet (Allah bilgisi) nurları o kalbe
dökülmeye başlar.

Rab ismini tefekkür eden bir kimse ise, ilk önce bir arının terbiyesine bakar ve onda gözüken Rab
ismini tefekkür eder. Sonra diğer arıları da fikrine misafir eder ve daha geniş bir perdede Rab ismini
tefekküre başlar. Daha sonra ise bu tefekküre diğer böcek ve hayvanları da katar. Adeta her bir
mahlûk Rab isminin bir perdesi olur. Onda tecelli eden Rab ismi tefekkür edilerek perdeler yırtılmış ve
Rabbü-l âlemin olan Allah Teâlâ’ya biraz daha yaklaşılmış olur.
Öyleyse denilebilir ki: Her bir sıfat ve ismin yetmiş bin değil, yüz binlerce tecelliyatı vardır. O ismin
cilvesine ayna olan her bir mahlûk ise bir perdedir ki, açılmasıyla, yani onda tecelli eden ismin
tefekkür edilmesiyle perdeler açılır, güneş hükmündeki marifet ve muhabbetin ışığı kalbi doldurur.

2. Her ismin âzamlık mertebesi…

Yukarıdaki izahtan anlaşıldı ki, her bir ismin binler değil, milyonlar farklı şekilde tecellileri ve perdeleri
vardır. Elbette bir karıncanın beslenmesinde gözüken “Rezzak” ismiyle, bir insanın beslenmesinde
gözüken Rezzak isminin mertebeleri aynı değildir. Yine dünyadaki mahlûkların beslenmesinde
gözüken Rezzak ismiyle, ehl-i cennetin Cennette beslenmesiyle gözüken Rezzak ism-i şerifi de aynı
değildir. Bu, güneşin bir okyanustaki tecellisi ile bir zerredeki tecellisi gibidir. Evet, ikisi de güneştendir
ve aynı ışığının aksidir; ama okyanustaki aks, zerredeki akstan daha büyük ve daha azametlidir.

Yine bir karıncanın yaratılmasında gözüken Halik ismiyle, kâinatın yaratılmasında gözüken Halik ismi
aynı mertebede değildir. Elbette iki ismin müsemması da Allah Teâlâ’dır. Ancak Halik ism-i şerifi,
kainatın yaratılmasında -karıncanın yaratılmasına kıyasla- daha haşmetli ve azametli gözükmektedir.

Bu iki misali diğer isimlere kıyas edebilirsiniz…

O hâlde diyebiliriz ki, her bir ismin binler mertebe tecellisi vardır ve bu tecelliler arasında büyüklük ve
küçüklük mevzu bahistir. Bir ismin en geniş ve yüksek manada tecellisine o ismin âzamlık mertebesi
denir.

3. Kur’an’ın her ismin âzamlık mertebesinden gelmiş olması…

İşte Kur’an, her ismin âzamlık mertebesinden gelmiştir. Yani her ismin âzamlık mertebesindeki
tecellilerinden bahsetmekte ve haber vermektedir. Mesela:

Kur’an, arşın yaratılmasından; kâinatın yaratılmasından; cennet ve cehennemin yaratılmasından;


bütün insanların ve cinlerin yaratılmasından ve diğer bütün eşyanın yaratılmasından bahsetmekte, bu
cihetle Hâlık ism-i şerifinin âzamlık mertebesini gözler önüne sermektedir. Demek Kur’an, Hâlık
isminin âzami mertebesinden gelmiştir. Yani Hâlık isminin âzami mertebesindeki tecellilerini ders
vermekte ve göstermektedir.

Yine diyebiliriz ki:

● Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın bütün eşyaya sahip olduğunu beyanla, Malik isminin âzami
mertebesini gösterir.

● Kur’an, bütün eşyanın, Allah tarafından terbiye edildiğini bildirerek Rab isminin âzami
mertebesini gösterir.

● Kur’an, bütün mahlûkların ölümünü haber vermekle Mumit isminin âzami mertebesine işaret
eder.

● Kur’an, bütün varlıkların rızkının Allah tarafından verildiğini beyanla Rezzak isminin âzami
mertebesini gösterir.

● Kur’an, öldükten sonra bütün insanların bir sayha ile dirileceğini haber vererek Muhyi isminin
âzami mertebesini gösterir…
Diğer isimlere bunlara kıyas ederek diyebiliriz ki, Kur’an her ismin âzamlık mertebesinden gelmiştir.
Yani her ismin Kur’an’da âzami mertebede tecellisi gösterilmekte ve nazara verilmektedir.

● Risale-i Nur metni : "Kalbin telefonu ile vasıtasız münacat eden bir
veli der: Kalbim Rabbimden haber veriyor. Demiyor: Rabbül
âleminden haber veriyor. Çünkü yetmiş bine yakın hicapların
nispet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir."

Önce şu noktanın açıklanması gerekiyor: Bu ifadede zikredilen veli kul, Allah’ın lütfuna mazhar ve
kurbiyetine nail olmuş, ancak insanları irşad konusunda manevî bir vazifesi olmayan münferit ve
mübarek bir zâttır.

“Âlimler peygamberlerin vârisleridirler.” hadîs-i şerifinin haber verdiği üzere, kendi çevrelerine
iman ve hakikat dersi veren, yahut bulundukları asrın müceddidi olmakla o asrın manevî bir hekimi
olarak Allah Resulünün vazifesini vekâleten deruhte eden büyük mürşitler de Allah’ın veli kullarıdırlar,
ama onların durumu biraz farklıdır. Onlar İslâm’a hizmet usullerini kendi içtihatlarıyla değil, çoğu
zaman ilham ve sünuhat yoluyla ders alır ve asırlarına tatbik ederler.

“ O hevadan (kendi arzusuna göre) konuşmuyor. O (Kur’ân) ancak kendine vahyolunan bir
vahiydir.” (Necm, 53/3-4)

âyetiyle haber verildiği gibi Allah Resulünün (asm.) konuşması, yani insanlara tebliğ ettiği hakikatler
kendi şahsî fikirleri değil, O’na (asm.) vahyedilen İlâhî hakikatlerdir.

“ Sonra, onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah
attı.” (Enfal, 8/17)

âyetinden aldığımız derse binaen, nasıl ki “o attığı zaman gerçekte atan Allah idi.” aynı şekilde, O zât
vahiyle konuşurken de gerçekte konuşan Allah’tır. O (asm.) ancak ya Allah kelamını konuşmakta veya
İlahî kelama yine Allah’ın izniyle izahlar getirmekte, bütün bunları yaparken de kesinlikle kendi heva
ve hevesiyle konuşmamaktadır.

Yetmiş bine yakın perdelerin kalkması meselesine gelince:

“Yetmiş bin perde” tâbiri, her ismin tecellisinde binler mertebe olduğuna işaret etmektedir. Yani,
yetmiş bin perde, İlâhî sıfatların ve isimlerin tecelli mertebeleridir.

Kâinat kitabındaki hangi esere baksak, Allah’ın o eserde tecelli eden ilim ve hikmetini, kudret ve
kemalini hayretle seyrederiz. Şu var ki, bu seyir bizim kabiliyetimiz ve ilmimiz nisbetinde gerçekleşir.
Her gün seyrettiğimiz çiçeklerle bile aramızda nice perdeler vardır. Biz sadece ilk perdeye bakıyor,
onların şekline, rengine hayran oluyoruz. Hâlbuki bir botanik âlimi için o çiçeğin her bir hususiyeti ayrı
bir perdedir; Allah’ın ilmini ve hikmetini ayrı bir yönüyle ders verir.

Bütün bunlar bizi şu hakikatin kapısına götürür: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’inde insan ve kâinat hakkında birçok tefekkür levhaları beyan ediyor.
Ancak, yıldızları birer nokta, güneşi bir lamba kadar gören şu gözlerimiz, kâinatın tümünü
seyredebilmekten ne kadar âciz ise, aklımız da bu âlemi ve içindekileri idrak ve ihata etme hususunda
o kadar kifayetsizdir.

Kaldı ki, akıl, henüz kendi mahiyetini bile ihata etmekten çok uzaktır. İşte insan, kendi ruh iklimindeki
bu mâna derinlikleri karşısında hayretler içinde kalır ve yine aynı hakikatle karşı karşıya gelir:
“Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Yine Nur Külliyatından “Miraç Risalesi” nde, yetmiş bin perdenin, “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve
ef’al ve tabakat-ı mevcudat” olduğu ifade edilir. Bir başka bahiste ise, Cenâb-ı Hakk’ın “huzur-u
kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmâî ve
sıfatî yetmiş binler hicabdan geçmek”iktiza ettiğine dikkat çekilir.

“Maddî ve ekvanî” olarak tavsif edilen zulmanî perdeler şu gördüğümüz madde âlemidir; bunlar bir
önceki vecizede “tabakat-ı mevcudat” şeklinde ifade edilmişlerdir. Nuranî perdeler için “esmâî ve
sıfatî” denilmiştir. Bu perdeler, İlâhî isimlerin ve sıfatların farklı mertebelerdeki tecellileridir ve yine bir
önceki vecizede “berzah-ı esmâ ve tecelli-i sıfat ve ef’al” olarak kaydedilmiştir.

Bu perdeler Risalelerde şöyle dile getirilir:

“...Bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan
geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’ eder.
Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.” (Sözler)

Bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, her bir İlâhî ismin bile nice perdeleri, nice tecelli mertebeleri var.

Misâl olarak “Hakîm” ismi üzerinde kısaca duralım:

“Hakîm”, yani her şeye nice hikmetler takan, nice mânalar ve faydalar yerleştiren.

Bütün varlık âlemini tümüyle seyredebilmekten çok uzak olduğumuza göre, hiç olmazsa bu kâinatın
bir küçük misali olan kendi varlığımıza bakalım. Saçımızdan tırnağımıza, sinir sistemimizden kan
şebekemize kadar bütün bedenimiz hikmetlerle, faydalarla âdeta kaynaşıyor. Gözümüz, kulağımız,
dişimiz, derimiz, iç organlarımız her biri ayrı bir ihtisas sahası. Her biri için nice tezler yazılmış, nice
tebliğler sunulmuş, nice kitaplar telif edilmiş. Bu neşriyatla ortaya konulan hikmetlerin tamamı,
“Hakîm” isminin insan bedenindeki tecellisinin özet bir açıklamasıdır.

Buna aklımızı, hafızamızı, his dünyamızı da ilave ettiğimizde maddemiz ve mânamızla “Hakîm” ismine
en güzel bir ayna olduğumuzu idrak ederiz. Sadece bir insanda bile “Hakîm” isminin bu kadar tecelli
mertebeleri bulunduğunu görmekle İlâhî sanat ve hikmete hayran oluruz.

Düşüncemizi kâinatın diğer varlık âleminde ve fertlerinde de dolaştırmaya çalışırız. Hayalimizi


semalara ve ötelerine göndeririz. Meleklere, arşa, levh-i mahfuza varırız. “Hakîm” isminin bu
varlıkların her birinde başka tarzlarda ve farklı mertebelerde tecelli ettiğini hayalen seyreder ve yine
aynı hakikate varırız: “Cenâb-ı Hak yetmiş bin perde arkasındadır.”

Soframıza dizdiğimiz nimetlerde Allah’ın “Rezzak” ismini çok küçük bir perdede okuyabiliriz. O anda
üç dört nimeti, yine üç dört kişi yemektedir. Şehrimizdeki yüz binlerce insanı, sofraları başında hayal
etsek, “Rezzak” ismini daha geniş bir perdede seyretme imkânı buluruz.

Bu yüz binleri, milyarlara taşıyalım. İnsanlar âlemine, üç milyonu aşkın hayvan türünü de ilave edelim.
İçinde bulunduğumuz zamanı genişletelim; geçmiş asırları düşünelim, gelecek nesillere nazar edelim.
Her defasında bu İlâhî ismin tecellilerini daha geniş bir dairede temaşa etmiş oluruz.

“Rezzak” ismi gibi bütün isimlerin de böyle en küçük daireden, en geniş dairelere kadar nice tecellileri
var.
İşte Miraç mu’cizesiyle bu tecellilerin tamamı seyredilmiş, İlâhî sıfat ve fiillerin bütün icraatları
müşahede edilmiş ve mevcudat tabakalarının tamamı çok gerilerde bırakıldıktan sonra, bütün bu mülk
âleminin yegâne Mâliki, tek Halıkı ve Hâkimi olan Cenâb-ı Hakk’ın rü’yetine mazhar olunmuştur. O en
büyük Resulün (asm.) bu en yüksek mu’cizesi bize en açık bir şekilde ders verir ki: “Cenâb-ı Hak
yetmiş bin perde arkasındadır.”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde, Kur’ân’ın, “yetmiş bin perdelerden geçerek”
“fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhatablara feyzini dağıttığını ve nurunu neşrettiğini”
ifade eder.

● Risale-i Nur metni : "Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek


vasıtasıyla olduğunu ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu
anlarsın?"

Vasıta kullanıldığı yere göre hüküm alır. Bazen vasıta makbul iken bazen de sebeb-i kusurdur.

Mesela, basit bir memur başbakanın huzuruna perdesiz ve protokolsüz çıksa bu bir zafiyettir, bu
idarede bir otorite boşluğu var demektir. Memurun başbakan ile görüşmesi ancak protokol ile
mümkündür. Protokol burada amiriyetin ve otoritenin bir sembolü bir göstergesidir.

Ama başbakanın dertli ve zavallı bir vatandaşı ile perdesiz ve protokolsüz görüşmesi, onun şefkat ve
merhametindendir. Burada araya vasıta ve protokol koymak, şefkat ve merhamet ile bağdaşmaz.
Vatandaş her ihtiyacında ne kadar başbakana direkt ulaşabilirse bu o kadar makbuldür. Birincisinde
vasıta ve protokol makbul ve gerekli iken ikincisinde ise gereksiz ve makbul değildir.

Temsilde hata olmasın, Allah, bütün insanlığa bir şeriat ve kural koyacağı ve talimatlarını vereceği
zaman, haşmet ve azameti gereği araya vasıta ve protokol koyuyor ki, ta herkes bu şeriat ve
kuralların Allah’ın en üst düzeyden bir hitabı ve emri olduğunu bilsin. Kimse bu talimatlara özel ve
kişiye has diye bakamaz, herkes uymak ile mükelleftir, uymayan cezalandırılır.

Ama Allah, sonsuz rahmet ve şefkat eseri olarak her mahluku ile özel ve vasıtasız görüşür, onların
ihtiyaç ve dertlerini dinler ve cevap verir. Burada vasıtasızlık makbul iken orada vasıta makbuldür.
İkisinin alanları farklı olmasından dolayı kıyasa gelmez.

Burada vasıtaya kablolu telefon ile kablosuz telefon mukayesesi ile bakarsak mesele anlaşılmaz.
Burada vasıta çok farklı bir manaya işaret ediyor.

● Risale-i Nur metni : "Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta


ُ ‫اَ ْق َر‬
semâvâta, ta Sidretü’l-Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip, ‫ب ِا َل ْي ِه‬
‫ مِنْ َح ْب ِل ا ْل َو ِري ِد‬olan Zât-ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü’l-aynda
yerine gelmek sırrını anlarsın."

Mi’racın kelime mânası “uruc aleti (yükselme aleti), asansör” demektir.

Istılah mânasıyla Mi’rac “Resûllulah Efendimizin (asm.) rü’yetullaha mazhar olma yolculuğu”nun
unvanıdır.” Bu yolculuk iki safhada tahakkuk etmiştir. Birinci safha, Mescid–i Haram’dan Mescid–i
Aksa’ya (Beytü’l–Makdis) gelmesidir; bu yolculuğa “isra” denilir. Bu safha Burak denilen semâvî bir
binekle gerçekleşmiştir. İkinci safha ise Mescid-i Aksa’dan manevî bir asansörle yedi kat semâyı
geçmesi, daha sonra, cennet ve cehennemi görüp, Sidretü’l–Müntehâ’ya ulaşması ve burada Hz.
Cebrail’i de geri bırakarak “Refref” denilen manevî bir asansörle Allah’ın huzuruna varması ve rü’yete
mazhar olmasıdır.

Mi’rac Risalesinin “Hakikat-ı Mi’rac” bahsinde izah edildiği gibi, mi’racta esas olan, Hz. Peygamber’in
(asm.) manevî terakkisidir.

Bununla alâkalı olarak bir misâl verelim:

Allah Resûlü ( asm.) yerde iken de Allah’ı “Semâvât ve arzın Rabbi” olarak biliyordu. Ama ışığın
güneşle dünya arasındaki yüz elli milyon kilometreye yakın mesafeyi sekiz dakikada aldığı halde,
henüz ışığı dünyamıza ulaşmamış yıldızlar bulunduğunu düşünürsek semâ âleminin ne kadar geniş
olduğunu hayal âlemimizde bir derece canlandırabiliriz. Allah Resûlünün (asm.) bu muhteşem âlemi
bütün tabakalarıyla geçtikten Allah’ın “semâvât ve arzın Rabbi” olduğuna dair imanında ve marifetinde
akıl almaz derecede bir inkişaf olduğu muhakkaktır. Semâ âlemine, kürsiyi, arşı, cennet ve cehennemi
eklediğimizde bu yüksek makamlarda ve bu sonsuz menzillerde seyahat eden bir ruhun kazandığı
marifetin ne kadar ileri bir noktaya vardığını hayal etmemiz bile mümkün değildir.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hak, o en sevgili kulunu rü’yetine mazhar kılmakla şereflendirmek
dilediğinde, Onu böyle bir terakki ve tekâmül yolculuğuna çıkardı.

Mi’racda esas olan, Cenâb-ı Hakk’ı görmek için belli bir mekâna gitmek değil, bütün mekânları ve
makamları geride bırakan ulvî bir mertebeye çıkarak O’nun rü’yetine mazhar olmaktır.

Sidretü’l-Müntehâ:

Mehmet Kırkıncı hocamızın “Kırk Soru Kırk Cevap” (Zafer Yayınları, 2013) adlı kitabında
âlimlerimizden yaptığı bazı nakiller şöyledir:

İbn i Mes’ud’tan gelen bir rivâyette onun şöyle dediği görülür: “Sidre-i Müntehâ, cennetin uç
kısımlarında bulunan bir yerdir.

Keşşaf’ta da “Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır.” şeklinde bir ifade vardır.

Fahreddin Razi de “…. Sidre-i müntehâ, hayret-i kusvâ (en son hayret) mânasını ifade eder.” Yani
akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz.
Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir.

Evet, bu dünya gölgeler âlemidir, asıllar ise âhirettedir. Gölgede yaşayan bir insan, asılları anlayamaz.
Zira Peygamber Efendimiz (sav.)’in ifadesiyle; “Ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ve ne de kalb-i beşere
hutur etmiş” bir âlem olan cennetin mahiyeti anlaşılamadığı gibi, onun çok ötesinde büyük bir ikram
olan rü’yetin mahiyeti de bu dünyada asla anlaşılmaz, idrak edilmez.

Kab-ı kavseyn:
Kab-ı Kavseyn, mi’rac mu’cizesinin en son ve en ileri safhasında, Peygamber Efendimizin(a.s.m.)
rü’yete mazhar olduğu makamın ismidir.

Kavseyn iki yay demektir. Bu ifade mecazîdir. Risale-i Nur Küllîyatında, Kab-ı Kavseyn için, “imkân ve
vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makam,” denilmektedir. Buna göre söz konusu
teşbihteki yaylardan birisi imkân yani mahlûkat âlemi, diğeri ise vücub yani “zât, şuunat, sıfat, esmâ ve
ef’al” âlemidir.

Buna göre Peygamberimiz Efendimiz (asm) mi’raçta bütün mümkinat âlemlerini geçmiş ve onları
arkasına almıştır. Fakat vücub âlemine bir mahlûkun girmesi mümkün değildir. İşte bu ikisinin arası
"kab-ı kavseyn" olarak ifade edilmiş ve Peygamber Efendimiz (asm.) Rabbini bu makama erdiğinde
görmüştür.

Tarfetü’l-aynda yerine gelmek ise:

Cenâb-ı Hak, zaman içinde zaman yaratabilir, yaratmış da. Rüya, bast-ı zaman ve miraç hâdiseleri
bunun delilidir.

26.SÖZ ZEYL
Bu zeyl çok önemli..Risale-i Nur'un meslek ve meşrebine medar temel esasları ihtiva
ettiği için çok kıymettar, fevkalade önemli bir ders.. Ve ölünceye kadar hassasiyetle
takip etmemiz gereken bir ders..

● Risale-i Nur metni : “CENÂB-I HAKKA vâsıl olacak tarikler pek


çoktur. Bütün hak tarikler Kur'ân'dan alınmıştır.”
Cenab-ı Hakk mekandan münezzeh olduğuna göre Cenab-ı Hakka vâsıl olmak teriminden anlaşılacak
olan; imanın kemale ermesidir, Cenab-ı Hakkın rızasına nail olmaktır.

Kainat bir fabrika. Hava aynı hava. Su aynı su. Güneş aynı güneş. Ama elma ağacı ayrı, armut ağacı
ayrı, kiraz ağacı ayrı meyveler veriyor. "Neden bu farklılıklar oluyor?" demiyoruz. Bu, kainatın bir
zenginliği. Her bir ağaç kendi kabiliyetine göre kainattan istifade edip meyvelerini hizmetimize
sunmuş.

Aynı kural Kur'an için de geçerli. Aynı Kur'an'dan bütün hak meslek, mezhep ve meşrepler çıkabilir.
Bu, Kur'an'ın zenginliğidir yani.
● Risale-i Nur metni : “Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha
kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde,
kàsır fehmimle Kur'ân'dan istifade ettiğim "acz ve fakr ve şefkat ve
tefekkür" tarikidir.”

Yani Ehl-i sünnet dairesinde bulunan bütün meslek ve meşreplerin kaynağı ve menşei Kur’an ve
sünnettir. Bu yüzden hepsi de hak ve güzeldir. Kimse kalkıp, şu meslek hak ve güzeldir, ama diğerleri
çirkin ve batıldır diyemez. Nur mesleğinin haricinde Nakşilik, Kadrilik, Şazelilik, Mevlevilik, Halidiye,..
gibi daha yüzlerce hak tarik ve meslekler vardır ki, hepsinin menşe ve medarı Kur’an ve sünnettir.

Bu tarikatların tefekkür ve nefsi ıslah metotları hep farklı farklıdır. Amaç aynı, lakin amaca giden metot
ve tarzlar başka başkadır. Mesela Nakşilik on adımda neticeye giderken, Kadrilik yedi adımda, yani
merhalede neticeye gidiyor. Nur mesleği ise dört adım üzere gidiyor vs. Hepsinin hakka ve neticeye
ulaşma vesileleri farklıdır.

Dolayısı ile evrat ve virdler de ona göre başka başkadır. Nur mesleğinde gidenlerin virdleri zamanın
ilcaatının bir gereği olarak vacip ve sünnet olan şeylerdir. Namaza, tesbihata, Cevşen'e bu kabilden
virdler nazarı ile bakabiliriz.

● Risale-i Nur metni : “Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir
tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi
Rahmân ismine isal eder.

Acz, burada kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıf ve iktidardan yoksun anlamında
kullanılmıştır. Yani ihtiyaçları hem kainatı kuşatmış, hem de ebede uzanmış olmasına rağmen,
bunlardan en basitini dahi tedarik edemeyecek kadar acizdir insan. Burada daha çok insanın
iktidarsızlığına vurgu vardır. Bu acizlik penceresi de, aciz olmayan Allah’a açılıyor. İnsan acizlik
damarı ile aciz olmayan Allah’ı idrak ediyor. Her şeyin acizlik damarı ile Allah’a muhtaç olduğunu
görüp tam tevazu ile kulluğa yöneliyor.
● Risale-i Nur metni : “Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. “

İnsan neden sonsuz acz, fakr ve noksanlıkta yaratılmış? Cenab-ı Hakkın sonsuz kudret, gına ve
kemaline en büyük ayna olsun diye. Bunu şöyle anlayabiliriz; Kapımıza üç tane fakir gelse, içlerinde
en fakir olana en çok sadaka veririz değil mi? Birinin gömleği yok, üzerinde sadece fanilesi var,
diğerinin gömleği var, ceketi yok. Üçüncüsünün gömlek ve ceketi var, paltosu yok. Bunar arasında en
çok yardımı birinci adama yaparsınız. Kainatta da mahlukat ne kadar fakirse Allah'ın rahmeti onda o
kadar çok tecelli ediyor. Buradaki fakirlikten kasıt Türkçede kullandığımız fakir manasına değil.

Bu manada en fakir insandır. Tersinden alalım, en zengin kimdir o zaman? Cansız varlıklar. Mesela
taş çok zengindir. Bu ne demek? Yani hiçbir şeye ihtiyacı yok. Görmeye ihtiyacı yok, işitmeye ihtiyacı
yok, yemeye, içmeye ihtiyacı yok. Bahara, havaya, suya ihtiyacı yok. Bundan büyük zengin olur mu?
Böyle müstağni olduğundan rahmet onda bir derece tecelli ediyor. Nedir o bir derece? Yokluktan
varlığa çıkarmış Cenab-ı Hak onu. O da bir rahmettir yani. Yok olabilirdi, var olmuş.

Ağaç olunca, fakirlik artıyor. Ona güneş lazım, su lazım, bahar lazım..Fakirlik artıkça şeref de artıyor.
Onun da görmeye, hareket etmeye vs ihtiyacı yok. Hayvan olunca bunlar da tecelli ediyor. Tabii tecelli
edince, her tecelli de o mahluk bir derece alıyor. Mesela taşın yemeye ihtiyacı olmadığı için onda
Rezzak ismi teceli etmiyor. Ağaçta kısmen Rezzak ismi tecelli ediyor. Hayvan da daha çok tecelli
ediyor. Rezzak ismi taş da tecelli etmiyor, ağaçta ediyor? Ne oldu? Ağaç daha şerefli oldu. Eh Ağaçta
da Semi(İşiten) Basir(Gören) ismi tecelli etmiyor? Hayvanda bunlar da tecelli ediyor. Hem yiyor, hem
görüyor, hem işitiyor. Ne oldu? Hem Rezzak, hem Semi, hem Basir isimleri tecelli etti. Şerefi ona göre
arttı.

Demek bir mahluk ne kadar çok muhtaç olursa, onda o kadar çok esma tecelli ediyor. O kadar da
değeri artıyor. Kaide bu yani. Şimdi böyle olunca, kainatta en muhtaç olan insan. O halde bütün esma
onda tecelli ediyor. Şerefi de oradan geliyor.

En aciz de insan. Çünkü fakir olduğu şeyleri yapacak gücü yok. Mesela göze ihtiyacı var, göz
yapamaz. Böyle olunca sonsuz fakir ve sonsuz aciz oluyoruz. O zaman Allahu Teala'nın bütün esması
bizde tecelli ediyor. Aczimizle Kudretine, fakrımızla Rahmetine, naksımız(noksanlığımızla) Kemâline
ayna oluyoruz. Naksımızla ayna olmayı şöyle düşünebiliriz; Mesela yorulmak bir noksanlıktır, Allah
bundan münezzehtir. Unutmak bir noksanlıktır, Allah bundan münezzehtir. Uyumak bir noksanlıktır,
Allah bundan da münezzehtir.

İnsan Fakrı (ihtiyaç sahibi olması) ilede Rahman ismini anlar. Bu ismin alınmasında ki incelik de
burdadır. Rahman bütün mahlukatların sayısız ihitiyaçlarını gören ve gideren manasındadır. İnsan işte
acizliği ve fakrı ile Rahman ismini görebilir. Bizler sonsuz acz ve ihtiyaçlara muhtacız. Bundan dolayı
Bu fakr ve acizliğimizi Cenabı hakka vermeliyiz.

“Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder.”

Bir de şefkat var ki "Rahîm ismine îsal eder" diyor. Şefkat, iman kurtarma hizmetine bakıyor. Mesela
adamın elbisesi yok, acır, ona bir elbise verirsin. Bu bir sadakadır. Adamın evi yok, acır, bir ev verirsin.
Bu da bir sadakadır. Adamın ilmi yok, acır ilim öğretirsin. Bu daha büyük bir sadakadır. Evi, elbiseyi
bırakır buradan gider ama ilim ona mal olur, ondan ayrılmaz. Bir şey ruha mal oldu mu onunla birlikte
gidiyor. Demek en büyük sadaka ruha yapılan yardımlardır. Bunun da en ileri derecesi, iman
hakikatlarında şüphesi olanların şüphelerini izale etmektir. Çünkü bunun meyvesi Cennettir ve
ebedidir. Şefkat buna bakıyor, insanlara acıyıp bu iman hakikatlarıyla onların yardımlarına koşmak.

Mesela, anne ve babanın perde olduğu şefkat, Allah’ın rahmet ve hikmetinin bir cilvesi ve bir
tezahürüdür. Bütün mahlukattaki anne ve babaların yavrularına olan şefkatini tefekkür eden birisi,
Allah’ın sonsuz şefkatini idrak eder ve ona müteveccih olur. Aynı zamanda hayatında şefkati kendine
bir prensip yapar, insanlara karşı merhametli olur.

Allah Resûlü (asm.) bu mânânın en ileri temsilcisidir.

Rasulullah'ın en büyük sünneti iman kurtarma hizmetidir. Bütün Arap yarımadası müşrik, hepsi puta
tapıyor. 'Allah belanızı versin' deseydi-zaten vermiş-öyle giderlerdi. Ama ne yaptı? O müşrikleri
sahabe yaptı. Peygamberimiz şirke düşmandı, müşrike değil.

Onun bu engin şefkati karşısında, kendinden geçenler, eriyip tükenenler, “ölmeden evvel ölür” ve
“ashab” olarak dirilirlerdi. O, müşrikleri tevhide davet eder, onların cehennem azabından kurtulmaları
için bütün himmetiyle, en ağır ve dayanılmaz şartlar altında gayret gösterirdi. Ama şirkin de amansız
düşmanıydı.Biz de O Resûl-ü Kerim’in (asm.) ümmeti olarak, şefkatle cihazlanmalı ve inanmayanları
imana, şirke düşenleri de tevhide davet etmeliyiz.

“Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı
tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.”

BİRİNCİ HATVEDE:

َ ُ‫ َفالَ ُت َز ُّك ۤوا اَ ْنف‬âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i


● Risale-i Nur metni : " ‫س ُك ْم‬
nefis etmemek...”

Bu ayette Cenab-ı Hak insanın yaradılış mizaç ve tabiatını, nefsinin ilcaat ve icraatını bir yaradan
olarak ilmi ezelisi ile biliyor ve bu insanın mutlaka hata edeceğini, günah ve kusur işleyeceğini ifade
ediyor. Zaten insan kusurdan hali olsa o insan olmaz; o bir başka mahluk veya melek olur. İlk
peygamber ve ilk günah işleyen de odur. İşte bu nokta-i nazardan, bu ayet, "Nefsinizi temize
çıkarmayın." diyor.

İnsan yaratılış itibariyle evvela nefsini sever. Başka şeyleri kendine ve menfaatine faydalı ise sever.
Hatta nefsine o kadar ifradı muhabbete girer ki, onu mabuda layık bir tarzda metheder. Kusurlardan
beri ve ayıplardan tenzih eder. Zaten zalim kralların uluhiyet dava etmeleri, nefsin ve fıtratın bu
tabiatından dolayıdır.

Nefis gübre gibidir..Bilvesile güzeldir.. Kâinatta her şey ya bizzat güzeldir ki, ona hüsn-ü bizzat denilir.
Veya neticeleri itibariyle güzeldir. Ona hüsn-ü bilgayr denilir. Gübre bizzat güzel değildir, ama toprağa
atarsın, bağ ve bahçenin intişarına kuvvet verir.

Üstad diyor ki; "Kusurunu bilmek, fakr u aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahîye iltica etmek
ki; o şahsiyetle kendimi herkesten ziyade bîçare, âciz, kusurlu görüyorum. O halde, bütün halk
beni medh ü sena etse, beni inandıramazlar ki iyiyim, sahib-i kemalim. (Şualar s. 452 )

Şah-ı Nakşibend hazretleri buyurmuş ki; "Bu dergâha gelen, nefsini firavundan yüz derece aşağı
ve alçak bilmedikçe, bu dergâhtan feyz alamaz."

İmam Rabbani hazretleri diyor ki, "Benim nefsim köpeklerden daha adi ve alçaktır. Cenab-ı
Hakkın bana ettiği nimet-i azimesi ise, o başka.."

İnsan elinden geldiği kadar kusurları kendine layık görmez ve kabul etmez. Hatta fıtratına verilen
mabudu hakikinin teşbihi ve hamdi için vasıfları ve özellikleri kendi nefsine ve zatına sarf eder. Hatta
Furkan suresindeki 43. ayette, günahlarına âdeta ibadet eden ve kendisini mabud telakki edecek
kadar kendini görür ve kendine güvenir ve kendini de beğenir.

Ama şunu unutmamak gerekir. Din, kaynağında vicdani, hedefinde içtimaidir. Feth-i Mübin içerdedir.
Önce içini tashih et, önce içini düzelt, sonra başkalarını.. Önce içini tekmil et, sonra dışarısını..önce
içine nizam ver, sonra âleme..

İçini tashih edemeyenler dış dünyaya reçete yazamazlar. Yazsa da, semeredar ve faydalı olamaz.

Eskiden Anadolu'da lüks lambaları vardı. Ampulü yandıran tüpün içindeki gazdı. Bak, etrafı tenvir
ediyor, aydınlatıyor. Tüpü tüp olarak kullanırsan, bir açık vermezsen, o gaz fayda verir, nura döner.
Ama tüp bir yerden gaz kaçırırsa, etrafını zehirler, zakkuma döner. Nefis işte o tüpün içindeki gaz
gibidir. Allah, o zakkumun şerrinden hepimizi muhafaza etsin.
"Ben hizmet ettim" dedin mi, belayı buldun demektir. Kendini görürsen belayı buldun.. "Ben varsam
burada hizmet var, yoksa yok" Sen bulunmaz Bursa kumaşı mısın? Kimsin sen? Ne meziyetin var?
Allah seni istihdam etti. Allah gururdan, kibirden, enaniyetten, kendini beğenmekten, alkış
beklemekten, ferdi ferid manasına kendini görmekten bütün Müslümanları muhafaza etsin.

Üstad diyor ki; "Hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş
verilmemesi dalalettir. Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin
unutulması kemaldir. (Mesnevi-i Nuriye s: 238) Hizmette koşturacaksın. "Ahmet bana böyle dedi,
Mehmet de şöyle dedi, o da öyle dedi" de, geç kenara suizan sazını çal.. Ya, bırak kardeşim! Sen
düdük çalan hakem değilsin. Sen sahada oyununu oyna. Senin hedefin gol atmak, yürü
hedefe.."Ahmet şöyle, Mehmet böyle, Hasan öyle" Biz insanları tecessüsle mükellef değiliz. Eksiği
olan eksiğinde kalsın, ama sen hedefe yürüyeceksin..

Allah'ın isimlerinden birisi de El-Mâni'dir. Cenab-ı Hak senin hizmetinin önüne maniler çıkartır. Niye?
Kul eski sadakatini taşıyor mu? Taşımıyor mu? Aynı sebatı var mı yok mu? Aynı ruh özelliğinde mi
değil mi? Tembel mi, lakayt mı, laubali mi? Çözüldü ve dağıldı mı?

İnsanın önüne Cenab-ı Hak maniler çıkartıyor ama bu, ona mani olmak için değil, onu düzeltmek,
tasaffi etmek için. Demir eğildi, büküldü ve kırıldı. Bir de rutubetten pay aldı, oksitlendi. Ne yapılır?
Getirip ateşe sokulur. 2000 derece ateşte anası ağlar. Yetmez, bir de ateşten çıktıktan sonra kafasına
vura vura düzeltilir. Kulun uğradığı musibetler de buna benzer. Sırat-ı müstakime onu doğrultmak için
verilir.

"Putların anası ve menşei sizin nefsinizdir. Çünkü hariçteki putlar yılan farz edilirse, nefis
ejderhadır." (Hz.Mevlana)

İşte şu mertebede olan nefsin ve hevesin temizlenmesi ve tezkiyesi, onu temize çıkartmak, onu
beğenmek ve onu görmek değil, onu küçümsemek, tahkir etmek ve temize çıkarmamaktır.
İKİNCİ HATVEDE:

"Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur.(
Haşir Sûresi, 59:19. ) dersini verdiği gibi, kendini unutmuş, kendinden haberi yok….”

Bu ayette Cenab-ı Hak kendisini unutanlara ceza olarak onlara da kendilerini yani varlıklarını veya
yaratılış gayelerini ve hikmetlerini unutturur.

Böyle olunca ne olur? O nefsin ahiret adına bir endişesi olmaz. Ölüm mü, hiç aklına gelmez kendi
üstüne de almaz. İbadet mi, hiç mescide uğramaz. Namaz mı, alnı hiç secdeye gitmez. Oruç mu, hiç
Ramazanın yanından geçmez. Külfet ve hizmet zamanında kendini unutur; nefsine bir pay çıkarmaz.
Fakat menfaatte ve hazlarda ise nefsini düşünür.Şiddetle tarafgir olur ve bu şekilde terbiye edilmemiş,
devamlı günah ve isyan içerisinde nefs-i emmarenin derekesine düşer.

Kalb, Samed olan Allah'ın aynasıdır. Eğer Samed'e ayna olmazsa, o kalp Samed'in değil,
sanemlerin(putların) olur. Kalpte putlar yerleşince dışarıda put arama. Riya putu, enaniyet putu, şöhret
putu, kibir putu, hased putu.. say gitsin..

Damak zevki diye bir şey var. Dünyanın en güzel memba suyunu hasta, ağzının tadı bozulmuş adama
getirsen, suyu zakkum olarak niteleyecek. Sorun suda değil, sen üşütmüş, hasta olmuşsun. Bunun
gibi de, günah ve zulümler maneviyatı anlama zevkimizi bozuyor. Adam derse geliyor, hiçbir şey
anlamıyor.. Peki neden ? Büyük küçük demeden nefsine dalıp günahlara daldığımız için.

Küçük günahlar aynanın üzerindeki buğulanma gibidir. Büyük günahlar da aynanın üzerindeki siyah
lekeler gibidir. Leke büyür büyür, aynanın letafetini alır götürür.

Hz. Üstadın Arapça bir şiirden nakline yer vermek istiyorum;

‫س َق ٍم‬
َ ْ‫س مِنْ َر َم ٍد َو ُي ْن ِك ُر ا ْل َف ُم َط ْع َم ا ْلمَاءِ مِن‬ َ ُ‫َقدْ ُي ْن ِك ُر ا ْل َعيْن‬
َّ ‫ض ْو َء ال‬
ِ ‫ش ْم‬

Yani, bazı gözü hasta olan kimse, güneşin ziyasını ve vücudu hasta olan kimse de, suyun tadını inkâr
ediyorlar.(Nurun İlk Kapısı-s: 101)

"Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der. (İşarat-ül
İ'caz s: 124 )

Su şebekesi altı ay çalışmazsa, borular pas tutsa, dünyanın en güzel suyu şebekeye girse dahi akan
su nasıl olur? Kur'an iman hakikatleri o menbadan gelen su gibidir. Kulağımızdan içeri giriyor, ama
pas içimizdeyse..

Niye anlayamadım?
Niye zevk edemedim?

Niye muhatap olamıyorum?

Niye ruhuma inbisat gelmedi?

İçim pas tutmuş da, onun için.. Ne yapacağız o zaman? Suyun tazyikini attıracağız.. Yani nefsimizi
muhatap alarak okumalarımızı hızlandıracağız, artıracağız..

Bu makamda olan bir insanın tezkiyesi, terbiyesi ve temizlenmesi, yukarıdaki telakkilerin ve nefsi
algıların zıt olarak işletilmesidir. Yani nefis kendini unutmayacak; varlığının amaç ve gayesini her
zaman düşünecek. Menfaatte, hazda ve ihtiraslarda nefsine itibar etmeyecek, ancak ölümde, hizmette
ve ubudiyette mesuliyeti üstüne alarak vazife ifa edecektir.

ÜÇÜNCÜ HATVEDE:

"Sana her ne iyilik erişirse Allah'tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi
nefsindendir.(Nisâ Sûresi, 4:79)dersini verdiği gibi, nefsin muktezası, daima iyiliği kendinden
bilip fahr ve ucbe girer.”

Ayetin mezkur mealinden de anlaşılacağı üzere, insana hoşuna gitmediği, canını yakan ve onu üzen
her şey nefsinin ilcaatı ve icabatındandır. Her hayır ve her güzellik ise; Rabbinin kereminden ve
ikramındandır. Bu hüküm imanın ve inancın gereğidir.

Fakat nefis, muktezası icabı bu meseleyi tersinden değerlendirir. Yani iyiliği kendinden bilerek
gururlanır ve ona güvenir ucbe girer. Bu beladan kurtulabilmesi için ayet nefiste yalnız eksiklik, kusur,
fakr ve acz olduğunu nazara vererek kemalata, hayra ve güzelliğe menşe olamayacağını ifade eder.
Bütün nimetlerin Allah'ın bir lüftu ve ikramı olarak değerlendirmesini emreder. O zaman gururlanma ve
ucbe girm eyerine Allah'a şükür ve hamd etmenin yoluna girer.

Şu mertebede nefsin tezkiyesi şems suresinin 9.ayetinin sırrı ile "Nefsini malum hastalıktan
temizleyenler kurtulmuş ve felaha ermiştir." kaidesince, kemalini kemalsizlikte, kudretini acizde
gınasını fakırda bilmelidir.

Bu hatvede Muazzez Üstadımız üç aylık basit tahsil ile böyle hakaiki imaniyenin ondan zuhurunu
nazara alarak, bütün bu hizmetleri Allah’tan bilip nefsini terbiye etmeye çalışıyor.
DÖRDÜNCÜ HATVEDE:

● Risale-i Nur metni : "Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü


müstesnâ.( Kasas Sûresi, 28:88) dersini verdiği gibi, nefis kendini
serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir....”

Bu Dördüncü Hatve'de insan kendi benliğini unutup, kendi varlığını, Allah’ın tecellîsine bir ayna olarak
bilmesi gerektiği, teması işleniyor. İnsanın nefsi kendini başı boş ve serbest bilip Allah’ın terbiyesine
ve emirlerine itaat etmek istemiyor. Kendini bir cihetle kendi aleminin Rabbi olarak görüyor ve Allah’a
karşı bir düşmanlık damarı besliyor. Halbu ki ne demiştik İnsan(kalp), Samed olan Allah'ın aynasıdır.

Mana-i harfi: Mahlukata ve bütün kainata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri nazarı ile
bakmaktır. Yani eşya ve kainat kendi başına bir mana ifade etmez, ancak başkasına işaret eder ise
anlam kazanır manasınadır. Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa Mucidi ve Sanatkarı olan
Allah bakan binlerce yönü vardır. İşte burada sanatkara ve mucide bakan binlerce yöne mana-yı harfi
denilmiştir.

Aynı şekilde nefis ve eneye de manay-ı harfi ile bakmak Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamak, kıyas
etmek anlamındadır. İnsan bu cihetle yani Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olma noktasından hakiki
anlamda vardır ve meşhuddur.

Mana-ismi: Mahlukata ve kainata Allah namına ve Allah’ın sanat ve eseri olarak bakmamak demektir.
Yani mahlukat ve kainata kendi namına bakıp sanatkâr ile olan ilişkisini koparmak manasınadır.
Elmayı Allah’ın sanatı olarak değil sadece nefsine bakan yolu ile değerlendirip Allah’a bakan binlerce
nispeti ve işareti kesmektir. Benlik duygusunu mevcut görüp Allah ile nispetini kesmek demektir.
İnsanın cüzi kudretçiğini Allah’ın sonsuz kudretini kıyas ederek anlamakta değil firavunlukta
kullanmasıdır.

Aynada yansıyan ışık aynanın kendi malı değil güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna gibidir, bu
benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar Allah’ın isimlerinden yansıyan
tecellilerdir. İşte nefis de bir ayna hükmünde iken kendini fail ve muktedir biliyor, zillet ve alçaklığına
bakmadan Allah’a meydan okuyor. İnsan bu mana-yı ismi ciheti ile fanidir, yok hükmündedir ve yok
olmaya da mahkumdur.

Özet olarak insan, kul ve ayna olduğunun bilincine vardığı zaman Allah katında vardır ve rızasına
kavuşmuştur; kulluğu ve aynalığı bırakıp Allah karşısında varlık ve serbestlik iddia ederse, yokluk ve
fena içindedir. Yani varlıkta yokluk, yoklukta varlık vardır. İnsan benliği ile "Ben varım." derse yoktur;
"Ben yokum." derse, yani üzerindeki nimet ve ikramların kendinden değil Allah’tan olduğunu bilirse
vardır demektir. Böyle olunca Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını arkasına ve yardımına almış oluyor.
Üstad diyor ki; "Hizmet, sa'y, tefekkür zamanlarında nefsin unutulması, yani nefse bir iş
verilmemesi dalalettir. Hizmetler görüldükten sonra neticede, mükâfat zamanlarında nefsin
unutulması kemaldir. (Mesnevi-i Nuriye s: 238)

You might also like